EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Günden Güne Zehirleniyoruz

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TIBBÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Arl 14, 2009 10:08 pm    Mesaj konusu: Günden Güne Zehirleniyoruz Alıntıyla Cevap Gönder

Guardian: İrlanda'da yapılan bir araştırmada, pirinç patlağıyla bebekler ve çocuklara yönelik pirinç içeren gıdaların dörtte üçünde tehlikeli seviyelerde arsenik bulundu

İngiltere'de yayımlanan Guardian gazetesinin haberine göre, araştırma heyetine başkanlık eden bitki ve toprak bilimleri uzmanı Prof.Andy Meharg, "Arseniğin zarar verici etkilerine özellikle bebekler daha açık. Arsenik bebeklerin gelişimini, zekâsını ve bağışıklık sistemini etkiliyor ve bunlar zararlarından sadece birkaçı" dedi.
Prof. Meharg "Bebekler için pirinç patlağı ve pirinç gevrekleri yaygın olarak tüketiliyor. Bu araştırma,piyasada satılan bebek krakerlerinin dörtte üçünün izin verilen oranın üzerinde arsenik içerdiğini ortaya çıkardı" diye konuştu.

Avrupa Komisyonu, Ocak 2016'da, birçok çocuğun tükettiği pirinç ve pirinç içeren gıdalardaki azami organik olmayan arsenik miktarına yönelik bir genelge yayımladı.

Ancak Prof. Meharg ve ekibi bu adıma rağmen pirinç içeren atıştırmalıkların daha güvenli hale gelmediğini söylüyor.

Araştırmalarının sonuçlarını bilim dergisi Plos One'da yayımlayan bilim insanlarına göre, "Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra çok fazla bir şey değişmedi. Bebeklere yönelik pirinç ürünlerinin yüze 50'si hâlâ yasa dışı oranlarda organik olmayan arsenik içeriyor".

PİRİNÇTEKİ ARSENİK ORANI 10 KAT FAZLA

Ülkelere göre miktarı farklılık gösterse de arsenik, pirinçlerde doğal olarak oluşuyor. Pirincin içinde yetiştiği suda arsenik bulunuyor.
Pirinç diğer yiyeceklerden 10 kat daha fazla organik olmayan arsenik içeriyor ve aşırı tüketimi gelişim sorunlarının yanı sıra, diyabet, kalp hastalıkları ve sinir sistemi hasarıyla ilişkilendiriliyor.
İngiliz Gıda Standartları Kurumu, "Yiyeceklerimizden arseniği arındırmak imkansız. Ama yüksek miktarda arşenik sağlığa zararlı" diyor.

BBC Türkçe

Banvit: Tavukları GDO'lu yemle besliyoruz
07 Ağustos 2015



Banvit, "Banvit GDO’lu yem kullanıyor mu?" sorusuna, verdiği "GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların dokularında ve ürünlerinde GDO’lu DNA’ya rastlanmıyor, etine geçmiyor" yanıtıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizma kullandığını kabul etti.

Yeşilist'ten Görkem Gömeç'in haberine göre, geçen hafta ülkemize daha önceden yasaklanmış ama şimdi izin verilen genetiği değiştirilmiş mısır ve soya gireceğini öğrendikten sonra, dün de Banvit’in tavuklarını %20 oranında GD soya ile beslediğini öğrendik.

Bu tabii ki sadece Banvit’in bunu yaptığını göstermiyor, ama kendisine ulaşılıp ve cevap veren şirketlerden ilki Banvit. 25 Temmuz tarihinde Yeşil Düşünce Derneği’nden Sevgi Mutlu‘nun “Banvit GDO’lu yem kullanıyor mu?” twitter mesajına yanıt, şirketin resmi Twitter adresinden, “Beyaz etle ilgili merak ettikleriniz için banvitesor.com sitemizi ziyaret edebilir, istediğiniz soruyu sorabilirsiniz” adlı tweeti'nden sonra geldi.
Sevgi Mutlu’nun bu sorusunun ve Banvit’in tweetinin hemen arkasından Slow Food Uluslararası Konsey üyesi ve Slow Food Fikir Sahibi Damaklar lideri Defne Koryürek de Twitter adresinden, “Banvit, üyesi olduğu BESD-BİR (Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği)’in iznini çıkarttığı GDO’lu soya ve mısırları kullanıyor mu, açıklamalı” talebini yöneltti.

Banvit’in açıklaması 2 Ağustos Pazar akşamında geldi ve hem Fikir Sahibi Damaklar kampanyasına hem de Sevgi Mutlu ve Defne Koryürek’in sorularına oldukça net cevap veriyor: “Evet, tavuğunuzu GDO ile besliyoruz.”

Banvit verdiği yazılı açıklamada Banvit logolu bir resim ile yem üretiminde ithalat izni verilen mısır kulllanılmadığı, “Türkiye’deki mısır üretiminin şu anda ihtiyacı karşıladığı” ek bilgisi ile belirtirken,yemlerinin %20 oranında genetiği değiştirilmiş soya içerdiğini belirtiyor. Banvit aynı zamanda GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların dokularında ve ürünlerinde GDO’lu DNA veya proteine rastlanmadığının ispatlandığı iddia ediyor.

Yalnız yapılan son araştırmalar Banvit’in bu açıklamasına meydan okuyor. Collective Evolution'ınbulgularına göre işin gerçeği, GDO’lu ürünlerin, özellikle laboratuvar ortamında genetiği ile oynanmış ürünlerin insan sağlığına olan etkilerini tam anlamda bilmiyoruz. Daha 20 sene önce çıkmış ve direkt piyasaya sürülmüş bu ürünlerin, sağlık kurumları tarafından kontrol edilmesi, tüm olasılıkların değerlendirilmesi ve büyük bir topluluk üzerindeki etkilerin gözlemlenmesi imkansız bir duruma gelmiş durumda.

Buna rağmen bir çok bilimsel araştırma yavaş yavaş aynı öneriyi veriyor: “GDO’lu ürünleri tüketmeyin”. Çünkü yapılan araştırmalar tamami ile Banvit’in iddiasını çürütüyor. Özellikle GDO’lu ürünler ile eşleştirilen glifosat kalıntılarının insanlara ve hayvanlara geçtiğini ve idrar ile dışarı atıldığını belirtiyor. Az miktarda GDO’lu ürünler tüketmelerine rağmen hayvanların idrarında ve dokularında bulunan glifosat miktarları araştırmacıları endişeye düşürüyor.

Glifosat ile ilgili araştırmalar endokrinleri bozan bir kimyasal olduğunu gösteriyor. İnsanlardaki hormon seviyelerini kontrol eden endokrinlerin bozulması, gelişim bozukluklarına, doğum ile ilgili sorunlara ve kansere yol açan tümörlere yol açıyor. İşin garibi ise Glifosat’ın bu etkilerinden 1980’lerden beri hükümetler ve GDO endüstrisi ve özellikle Monsanto da farkında.

GDO’lu ürünlerden bulunan benzer kimyasallar hakkında Kanada’da yapılan bir araştırma, annelerin ve bebeklerinin kanlarında GDO’lu ürünlerle eşleştirilen pestisitlerin bulunduğu yönünde. Araştırma özellikle anne karnındaki bebeklerin, doğal olarak üretilmeyen bir kimyasal maddeye verecekleri tepkilerin tam olarak bilinmediğini belirtiyorlar.
Kaynak: Sol

Ziraatçılar: Meyve ve Sebzelerde zehir var
8 Temmuz 2015



Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Güngör, tarımda ‘ucuz olsun’ diye yanlış ilaçların da kullanıldığını ve 7 günde hasat edilmesi gereken mahsulün 2 günde toplandığını söyledi.

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Özden Güngör, Akdeniz Üniversitesi’nin yaptığı araştırmalarda sebze ve meyvede bulunan ve yasal sınırların çok üzerindeki kimyasal kalıntıların (pestisit) nedenlerini sıraladı. Güngör’e göre üreticinin haşerat ile bilinçsiz mücadelesi, üretim maliyetlerini düşürmek için yanlış tarım ilaçlarının kullanımı ve denetim eksiklikleri bu sonucu doğuruyor.

Güngör ayrıca kimyasal kalıntı sorununun çözümünde “4D” kuralını açıkladı:

“Doğru teşhis, doğru müdahale, dozunda ilaç kullanımı, doğru zamanlama.”

En çok Akdeniz

Üniversite araştırma verilerine göre seçilen ürünlerinde yasal sınırın üzerinde kimyasal kalıntı barındıran meyve ve sebze oranı yüzde 25 iken bakanlık verilerine göre bu oran sadece yüzde 2.5.

Özden Güngör, sorunun tarım üretiminde bakanlığın açıkladığından daha vahim olduğunu iddia etti.

Güngör, Ziraat Mühendisleri Odası verilerine göre Akdeniz Bölgesi’nin tarımda yüzde 36 ilaç kullanımıyla Türkiye’de ilk sırada yer aldığını söyledi. Sonra da Ege geliyor. TÜİK verilerine göre Türkiye’de hektar başına 1 kilo ilaç kullanıldığını ancak bu verilerin gerçeği yansıtmadığını vurgulayan Güngör, kullanılan ilaç oranının ülke genelinde ortalama 1.3 kilo olduğunu ve Akdeniz Bölgesi’nde bu oranın kendi araştırmalarına göre hektar başına 3.2 kiloya çıktığını söyledi.

Güngör, “Çiftçiler 80 liralık ilaç alması gereken yerde 20 liralık ilaçtan fazla dozda kullanarak maliyeti düşüreceklerini düşünüyorlar. Çiftçilerimiz bilinçsizce üretim yapıyorlar ve kullandıkları ilacın üzerini bile okumuyorlar, ilaca göre 7 günde hasat edilmesi gereken mahsul 2 gün içinde toplanıyor” dedi.
Kaynak: Cumhuriyet

Günden Güne Zehirleniyoruz
14 Aralık 2009
Vücudumuz artık çevremiz gibi kirlenmiştir ve artarak devam eden bu kirlenmeden korunmak gerekir.

Kimyasallar, yaşadığımız dünyada sürekli ve hızlı bir şekilde artıyor. Buna bağlı olarak her gün yeni sağlık sorunları ortaya çıkıyor, günün telaşı içinde farkına bile varamıyoruz. Sağlık ve çevre kirlenmesinin yarattığı tehlikeler konusunda yazılmış ‘acil ve önemli’ başlıklı yüzlerce rapor, sadece ilgili bilim adamları, sağlık kuruluşları ve devlet kademelerindeki önemli kişilerce okunuyor. Diğer yandan toplumun çoğunluğu, magazin, ekonomi ve politik haberler keşmekeşi arasında, binlerce kimyasal maddeyle kucak kucağa yaşıyor.

Aşırı derecede toksik (zehirli) yüzlerce ve binlerce sentetik kimyasal çevremizi tümüyle sarmış durumda. Üstelik her gün buna endüstri artığı toksik metal artıklar ekleniyor. Sadece Birleşik Amerika’da milyarlarca kilogram sentetik kimyasal üretiliyor. Her 10 yılda bir üretim miktarı ikiye katlanıyor. Bu rakamlar, kontrolün elden kaçtığını açıkça gösteriyor. Kimyasal tarım ilaçları, koruyucular, katkı maddeleri vs... Bütün bunları yiyoruz, ciğerlerimize çekiyoruz, bu toksik maddelerle kirlenmiş topraklardan gelen suları içiyoruz. Kozmetikler, temizlik malzemeleri, döşemeler, halılar, yüzme havuzları ve parklar yoluyla toksik maddeleri vücudumuza alıyoruz. Şimdi bir gerçeği hatırlayalım: İnsan vücudu, bütün bu kimyasallara direnç gösterecek şekilde dizayn edilmemiştir ve yaratılmamıştır.

Vücudumuz, kendisine yabancı olan bu toksik maddelerin çoğunu dışarı atar. Ancak kimyasalların bir kısmı içeride kalır ve birikerek çoğalır.

Kısacası, vücudumuz artık çevremiz gibi kirlenmiştir ve bu kirlenme artarak devam edecektir. Bu birikim sonucu, ileri yaşlarda karşılaşılması gereken diyabet ve kalp hastalığı gibi dejeneratif rahatsızlıklar çok daha genç yaşlarda ortaya çıkıyor. Hatta çocuklarda dahi kronik yorgunluk sendromu, otizm, alerji ve kimyasallara hassasiyet gibi yeni hastalıkların belirmesine sebep oluyor.

Bu yazı dizisiyle, okuyucularımızı bir nebze olsun aydınlatmaya ve nelerden nasıl korunmak gerektiğini anlatmaya çalışacağım.

ZEHiRLi KiMYASALLAR

Halojen maddeler
Bu gruptaki kimyasallar, flor, klor, iyot ve brom ile bunlardan üreyen çok kompleks yapıya sahip bileşiklerdir. Örneğin klorin bileşikleri, böcek ilaçları ve öldürücü savaş gazı olabileceği gibi sulardaki bakterileri öldürmek amacıyla suya konulan bir dezenfektan olarak kullanılabilirler. Son derece zehirli gaz olan flor, 2’inci Dünya Savaşı sırasında nükleer bomba ve nükleer enerji projelerinde kullanıldı.

Halojenler, bazı sentetik maddelerle birleşince hücre yeteneksizliğine sebep olan çok tehlikeli bileşikler haline gelir. Kansızlık, kemik hasarı, yüksek kolesterol, hormonal dengesizlik, kanser, beyin hasarı, depresyon, cilt incelmesi, çocuklarda hiperaktivite, şişmanlama veya zayıflama, kalp aritmisi, bağışıklık sistemi zayıflığı, böbrek hasarı, kısırlık ve halsizliğe neden olur.

Benzin, diş macunu, boyalar, dezenfektan ve temizlik ürünleri, böcek ilaçları, ilaçlar (ilaçların büyük çoğunluğunda klor vardır), fotoğrafçı malzemeleri, yapıştırıcılar, mürekkepler, vinil zemin döşemeleri, kurşun ilave edilen yanıcı maddeler, karbonsuz kopyalama kağıtları ve yüzey kaplama malzemelerinde kullanılırlar.

ORGANİK FOSFAT BİLEŞİKLERİ
Sentetik olarak üretilen bu kimyasallardan bir kısmı 2’inci Dünya Savaşı sırasında ‘sinir gazı’ olarak kullanıldı. Halen birçok sanayi dalında, hatta ilaç ve yiyecek maddeleri üretiminde kullanılıyor.

Laboratuvar analizlerinde üzerine böcek ilacı sıkılmış birçok gıda maddesinde organik fosfora rastlanıyor. Bu bileşiklerin neden olduğu rahatsızlıklar arasında, depresyon, konsantrasyon bozukluğu, kaygı bozukluğu, dikkatsizlik, ilgisizlik, alınganlık, paralize, hafıza kaybı, konuşma bozuklukları ve aşırı yorgunluk yer alıyor.

Lastik ve benzin katkı maddeleri, sentetik yapıştırıcılar, hayvan büyütme destekleyicileri, yağlama yağları, bit-pire ve alzheimer’da kullanılan ilaçlar, böcek ilaçları, büyükbaş hayvan çiftliklerinde bulunurlar.

KARBAMAT İÇEREN MADDELER
Metabolizmayı etkileyerek enerji seviyesini düşürdüğü için hayvan çiftliklerinde büyümeyi teşvik edici madde olarak tüketilir. İlaç sanayinde, anti-tiroid etkisi nedeniyle tiroid fonksiyonlarını yavaşlatmak amacıyla kullanılır. Organik olarak yetiştirilmeyen ürünlerin depolama yerlerinde, hasattan sonra mantar oluşumuna mani olmak amacıyla, patates, domates, fıstık, turunçgillere bol miktarda atılan karbamatlar önemli bir risk teşkil ederler.

Böcek ilaçları, mantar ilaçları, sigara ve puro, suni lastik ve hayvan büyümesini teşvik eden maddelerde bulunurlar.

ÇÖZÜCÜLER (SOLVENTLER)
Sanayide çok yoğun miktarda kullanılırlar. Yağların çözünmesi ve akıcılığının azaltılması, petrol mamüllerine katkı maddesi, birçok tuvalet temizlik malzemesi, gıda maddesi paketleri veya yer cilası gibi yüzlerce maddenin üretiminde solventlerden yararlanılır.

Hafıza kaybı ve alzheimer, solventlerin sebep olduğu hastalıklardandır. Deterjanlar, yer cilaları, lateks, parfümler, reçine, sentetik lastik, tuvalet eşyası, traş losyonu, kuru temizleme likitleri, ev haşere ilaçları, gıda ambalajında kullanılan metal folyolar (yoğurt vs.), polistrenden mamul kaplar, tabaklar ve paketler, cilt bakım ürünleri, krem ve rujlarda kullanılır.

EV BOYALARINDAKİ KURŞUN
Eski boya ve sıvalarda bulunan kurşun, ciddi sağlık problemlerine sebep olabilir. Evde yapılacak olan yenileme işleri sırasında, eski boyalar kazınırken çok dikkatli olmak gerekir. Eski boyalarda bulunabilecek kurşun, özellikle çocuklarda kurşun zehirlenmesine neden olabilir. Bu nedenle çok dikkatli olunmalı ve gerekli önlemler alınmalıdır.

Kurşun zehirlenmesi belirtileri çocuklarda, hiperaktivite, davranış bozukluğu, kavrama güçlüğü şeklinde görülebilir. Kurşun zehirlenmesi, ileri yaşlarda kansere sebep olabilir. Zamanla vücutta toplanan kurşun kelasyon tedavisiyle elimine olunabilmektedir.

PLASTiK VE PLASTiK YAPICI MADDELER
Plastik maddelerin kullanım alanları, her geçen gün biraz daha genişliyor. Günümüzde plastikler, en fazla çevre kirliliği yaratan maddelerin başında geliyor.

Plastiği yumuşak hale getiren katkı maddesi ‘Fitalat’ adlı kimyasal, oda sıcaklığında buharlaşır ve belirgin bir koku yayar. Plastik katkı maddelerinin bir kısmı, vücutta metabolize olabilmesine karşın, vücutta birikmesi halinde hormonal sorunlar yaratırlar.

Plastiklerin arasında en zararlı olan PVC’dir. Çevreye ömür boyunca dioksin yayılmasına neden olur. Dioksin, göğüs, prostat ve bağışıklık sistemi kanserleri, hormonal dengesizlikler (tiroid ve kısırlık), yüksek kan basıncı, kalp hastalıkları, obezite ve kronik yorgunluk sendromu gibi hastalıkların sebeplerinden kabul edilmektedir.

Plastikler, su boruları, mürekkepler, plastik şişeler, sentetik lastik ve plastikten mamulü ürünler, suni deri, su geçirmez kaplamalar, deterjanlar, petrolden üretilen temizlik maddeleri, su ve yağ esaslı boyalar, karton kaplamalar, metal ve alüminyum kutu kaplamaları, temizlik maddeleri, ev haşere ilaçları, kozmetik, parfüm, şampuan, saç ürünleri ve tırnak cilaları, makine halısı sırtı, yapıştırıcılar, plastik kap içinde veya plastik örtü ile örtülmüş gıda maddelerine kadar geniş bir yelpazede kullanılmaktadır.

HER YIL 250 BİN ÖLÜM
Bir ürün satın alırken, neyin ‘güvenli’ neyin ‘riskli’ olduğuna karar vermek tüketiciye düşüyor. Hazır yiyeceklerdeki kimyasal katkı maddelerinin, böcek ilaçları kadar toksik olduğunu iddia ederler. Bu abartılı düşünce tarzlarına rağbet etmeden, toksititenin dereceleri hakkında fikir ve bilgi edinmek önemlidir.

Toksik maddeleri vücudumuza genelde, cilt, solunum ve ağız yoluyla alırız. Cildimize değen her kimyasalın vücudumuza alındığını, kanımıza ulaştığını aklımızdan çıkarmayalım.

Şayet cildimizde daha önceden oluşmuş yanık, kesik veya iltihap gibi oluşumlar varsa, kimyasalların kana geçişi çok daha süratli ve kolay olur. İçecekler ve yiyecekler yoluyla, o kadar çok çeşitli toksik maddeyi vücudumuza alırız ki, ölüme varan zehirlenmeler oluşabilir. İstatistik rakamları, her yıl dünyada 3.5 milyon kişinin zehirlendiğini ve bunların 250 binden fazlasının ölümle sonuçlandığını gösteriyor.

Ağız yoluyla alınan toksik maddeler dil, mide, bağırsaklar ve tüm sindirim sisteminin öğelerince emilir. Bu organlarda daha önceden oluşmuş ülser, iltihaplanma gibi sorunlar varsa kimyasalların vücudumuz tarafından emilimi daha kolay olur. Ağız ve burun yoluyla akciğerlerimize çektiğimiz kimyasallar ve katı tanecikler ağız yoluyla alınanlara oranla daha zararlı olabilir. Toz parçacıkları akciğerleri tıkarken, gaz halindeki toksik kimyasallar kolayca emilip kana geçerek beyin, kalp, karaciğer ve böbrek gibi hayati önem taşıyan organları zarara uğratır. Bronşit, astım vs gibi akciğerlerinde sorun olan kişilerde bu durum daha kötü sonuçlar doğurabilir. İçlerinde kimyasal madde olan (temizlik maddeleri gibi) ürünlerin kapakları sıkıca kapatılmalıdır. Kapakları kapalı olanların bile ne kadar koku çıkarttığını evinizde veya markette test edebilirsiniz.

ALTERNATİF DOĞAL ÜRÜNLER
Kimyasal ürünlerin yarattığı risklerden korunmak için doğal ürünlerden yararlanabilirsiniz:
Beyaz sirke; iyi bir temizleyicidir, marketten alabilirsiniz.
Hidrojen peroksit; ağartıcı alternatifidir, eczanede bulabilirsiniz.
Limon suyu; iyi bir temizleyicidir, taze limondan sıkabilirsiniz.
Pişirme sodası; sodyum bikarbonat, iyi bir temizleyici ve koku gidericidir, marketten alabilirsiniz.

Sıvı sabun; deterjan ve temizleme malzemelerine alternatif olup marketlerde satılmaktadır.

Sünger taşı; kir çıkartıcı olup, marketten veya pazardan temin edebilirsiniz.

Boraks; iyi bir dezenfektandır eczanelerde veya markette bulabilirsiniz.
Trisodyumfosfat; iyi bir temizleyicidir, kimya malzemesi satan dükkanlarda bulunmaktadır.

Sodyum perborat; alternatif ağartıcı maddedir, kimya malzemesi satan dükkanlardan sorabilirsiniz.

Çamaşır sodası; sodyum karbonat, iyi bir temizleyicidir, markette bulmanız mümkün.

Doğal esans yağları; bitkilerden elde edilir, sentetik koku maddelerinine alternatiftir. Doğal ürün satan mağazalarda, aktarlarda bulunur.

Uluslararası Çevre Çalışma Grubu’nun (Enviromental Working Group of Commenwealt) araştırmasında, insan vücudunda 167 farklı kimyasal maddeye rastlandı. Bunlardan 76’sı kanserojen, 94’ü beyin ve sinir sistemi için toksik, 79’u da doğum sakatlığı ve anormal gelişime sebep olacak kimyasallardı. Bu kötümser manzaraya rağmen, kullandığımız, yediğimiz ve içtiğimiz ürünleri bilinçli şekilde seçerek, bunu tehlikeyi aşabiliriz.

TESTLER YETERSİZ
Dünyada her yıl, 85 bin farklı sentetik madde üretiliyor. Ve her yıl bin adedin üstünde yeni sentetik madde bunlara ekleniyor. Üretilen bu kimyasal ürünlerin bir kısmı güvenli olmakla beraber, büyük bölümü güvenlik testleri yapılmadan pazara veriliyor.

İstatistiklere göre, sadece Amerika’da 2001 yılında 400 milyon ton kimyasal üretildi. Amerika Çevre Koruma Ajansı (EPA), bu kimyasalların yüzde 82’sinin insan sağlığı için toksik (zehirli) olduğunu açıkladı.
Amerika Ulusal Araştırma Birliği, ülkede kullanılan böcek ilaçlarının (pestisid) sadece yüzde 10’unun, medikal ilaçların ise sadece yüzde 18’inin insan sağlığı için zararlı olup olmadığının test edildiğini bildirdi.
aktifhaber

ABD'li Prof. Dr. John Fagan, GDO'nun sebep olduğu hastalıkları açıkladı!
02 Ocak 2010
Ana Haber

Amerikalı Prof. Dr. John Fagan, GDO'lu ürünlerin solunum bozukluğu, ciltte kızarıklıklar, nezle, göz neslesi, baş ağrısı, hatta şok etkisine yol açarak ölüme bile neden olduğunu söyledi.

GDO konusunda yayınlanan birçok araştırması olan mikrobiyolog ve Amerika'daki Maharishi Yönetim Universitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Fagan, Ancak çok uluslu şirketlerin GDO'yu yaygınlaştırmak istediğini vurgulayarak "Tarım ilaçlarını pazarlamak için sıkıştırdıkları gibi GDO'lu tohum satmak için de Türkiye, Afrika ve Asya'da bunu yaygınlaştırmak için çaba harcıyorlar. Hindistan'da patlıcana da dahil etmek isteniyor. Türkiye'de, önce soya ve mısır, sonra hepsine dahil etmek isteyeceklerdir" dedi.

GDO konusunda yayınlanmış birçok araştırması olan mikrobiyolog ve Amerika'daki Maharishi Yönetim Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Fagan, GDO'lu ürünlerle ilgili ANKA'nın sorularını yanıtladı.

-NOBEL ÖDLLÜ DE OLSA TÜM SONUÇLARI TAHMİN EDİLEMİYOR-

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), genetik mühendisliği müdahale yöntemiyle, bitkiler, bakteriler, virüsler ve hayvanlardan alınan genin birleştirilmesi sonucunda, yeni bir gen ortaya çıkartılması olduğunu hatırlattı. Bu birleşik genin kontrol dışı olduğunu, ne gibi sonuç yaratacağının hiç bilinmediğini vurgulayan Fragan, "Bir tek gen dahil etmenin bütün bitki üzerindeki tüm sonuçlarını, doktorası da olsa, profesör de olsa, Nobe Ödüllü de olsa kimse tahmin edemiyor. Dışarıdan hücreye eklenen genin, DNA'nın neresine nasıl yapışacak o bilinmiyor ve kontrol altına alınamıyor" dedi.

-ABD'DE 37 KİŞİ ÖLDÜ, 5 BİN KİŞİ HASTA-

Hücresine yapay gen eklenen bir bitkinin, metabolik düzeyde etkilendiğini, bu durumun doku ve organizmalarda değişikliğe neden olduğunu söyleyen Fragan, "Bu bitkinin besin değerini düşürüyor" dedi. Bu bitkileri yediği taktirde insan sağlığına da zarar verdiğinin altını çizen Fragan, "Bir besin, genetiği değiştirildiği zaman yeni bir protein yaratıyor. Bu yeni proteinler alerji yaratabiliyor. Mesela GDO'lu patates yiyorsunuz, yeni bir protein var ve alerjik tepkiler yaratacak vücutta. Solum bozuklukları, cilt bozuklukları, kızarıklıklar, nezle, göz nezlesi, sindirim sisteminin bozulması, dokuların sağlıksızlaşması, tipik tepkilerden bazıları. Başınız ağrıdı mesela, yediğin mısırdan mı, başka birşeyden mi bilemiyorsun? Çünkü ne yediğin beli değil" dedi. Genetiği değiştirilmiş bakterilerin, zehirli bir bileşik de oluşturarak daha kuvvetli alerjik tepkilere neden olabildiğini, ani şok yaratarak ölüme bile yol açabildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Fragan, bu zehirli etki ile ABD'de 37 kişinin öldüğünü, 5 bin kişinin de hastalandığı bilgisini verdi.

-HİNDİSTAN'DA PATLICANA, TÜRKİYE'DE HERŞEY İÇİN SIKIŞTIRILIYOR-

GDO ile dünyada Amerikalı, İsviçreli, Alman asıllı dev şirketlerin ilgilendiğini, dünyadaki GDO'ların yüzde 96'sının 5 ülkede imal edildiğini, bu ülkelerin ABD, Kanada, Avustralya, Brezilya ve Arjantin olduğunu, pamuk eklendiğinde Çin ve Hindistan'ın da bu ülkelere dahil edildiğini söyleyen Fragan, "Bu şekilde bakıldığında sadece 7 ülkede imal ediliyor" dedi. GDO'lu ürünlere dünyada en çok soya fasulyesi, mısır, kanola ve pamuk da rastlandığını, Amerika'da kabak ve domates de olduğunu, Havai'de Papaya bitkisinde bulunduğunu, Hindistan'da patlıcana da dahil etmek istendiğini açıkladı. GDO taraftarlarının, "Türkiye bunu kabul etmezse, dünyanın gerisinde kalır" sözünün gerçeği yansıtmadığını, GDO'yu sadece 7 ülkenin kabul ettiğinin altını çizen Fragan, şunları söyledi:

"Gerçek bu değil. Bu ticari amaçla yapılan, etkili olmayan, hatta bu çağda yapılmaması gereken bir teknoloji. Batı'da genel olarak kabul edilmeyen bir teknoloji. Tarım ilaçlarını pazarlamak için nasıl sıkıştırıyorlarsa, bunun için de Türkiye, Afrika, Asya'da bunu yaygınlaştırmak için çaba harcıyorlar. Türkiye'de hepsine dahil etmeyi isteyeceklerdir. Önce soya ve mısır, sonra hepsine."

-GDO'YA ULUSAL GÜVENLİK İÇİN DE DİKKAT-

GDO'lu tohum verildiğinde çiftçilerin, geleneksel tohumları bir kenara bıraktığını, bu tohumların 1 yıl beklediği zaman öldüğünü ve kullanılamaz hale geldiğini vurgulayan Fragan, "Tarım için kullanılan tohumları Türk çitfçileri kontrol edemezse, besin üzerindeki kontrol elden kaçar. Gıda güvenliği kalmaz. Bu sadece gıda güvenliği değil, uluslal güvenlik meselesidir ve çok ciddi bir sorundur" uyarısında bulundu. Türkiye'de GDO'lu ürünlere izin vermeye eğilimli, zayıf bir yasa çıkartıldığını, ancak insanların buna kvvetli bir tepki gösterdiğini ve bunun üzerine hükümetin tekrar gözden geçirdiğini hatırlatan Fragan, "Umut ediyorum ki Türk halkını bunlardan koruyacak daha kuvvetli bir yasa çıkacaktır" dedi. Avrupa'da yasa gereği, GDO'lu ürünlerin üzerine etiket konmak zorunda olduğunun altını çizen Fragan, "Türkiye'de çıkartılacak yeni ya da bu şartı koşmak zorunda ki ona göre insanlar alsın, ya da almasın" dedi.

-GDO'DAN KAÇINMAK İÇİN GIDALARIN ETİKETİNİ OKUYUN-

GDO'lu ürünlerin bakarak anlaşılacak bir durum olmadığını, ancak soya ve mısır katkı maddesi olarak, keklere, bisküvilere, şekerlere ve birçok gıda maddesine sıçradığını söyleyen Fragan, tüketicilere, "Yediğiniz şeylerin etiketini okuyun. Mısır, soya varsa, pamuk yağı varsa veya kanola varsa o zaman risk var demektir. En güvenlisi organik yiyin. Güvendiğiniz yerlerden gıdayı alın. Mümkünse güvendiğiniz tarlalardan, çiftçilerden alışveriş yapın" tavsiyesinde bulundu.
Timeturk

MSG NEDİR?
Halim VURAL
Biyolog
Sivas İl Halk Sağlığı laboratuarları
Müdür Yardımcısı
05.11.2010

MSG bir yiyecek katkı maddesidir.

MONO SODYUM GLUTAMAT

Yiyeceklere katıldığında, o yiyeceğin tadının beyin tarafından güzel olarak algılanmasını sağlıyor. Tatlı, tuzlu, acı fark etmiyor. Hangi yiyeceğe katılırsa lezzetliymiş gibi geliyor. O yüzden gıda üreticilerinin bir çoğu MSG' yi karlı olduğu için kullanıyorlar.

Bu MSG denen illeti piyasalarda, daha masum bir ifade tarzı olsun diye ÇİN TUZU adıyla satıyorlar. Piyasada bazı dönerciler de bunu kullanıyorlar. O kadar lezzetli oluyor ki, bir döner yiyeceğine 2-3 döner yiyesin geliyor.

Ayrıca ithal olarak gelen BÜTÜN GIDA MADDELERİNDE BU MSG VAR (Peyniri, eti, konservesi vs vs.

MSG ZARARLI MI?

Buna okuduktan sonra siz karar verin.

Bu madde Nörotoksin. Sinir hücrelerine zarar veriyor.

Merkezi sinir sistemi tahribatı ve buna bağlı olarak;

ALZHEİMER, PARKİNSON, HUNTİNGTON hastalıkları, SARA (Epilepsi) Retinal dejenerasyon (Göz retina tabakası hasarı) Yağ birikimi, Doyma mekanizmasında bozukluk, Obezite. Büyüme hormonu baskılanması. Pankreas hasarı, Ensülin’de artış, ve buna bağlı diyabet, Böbrek ve karaciğerde ciddi hasarlar…

Bu madde hamilelerde plasenta bariyerini geçebiliyor, Anne karnındaki bebek de aynı tahribatlara maruz kalıyor.

Özellikle çocuklarımızın hatta büyüklerin de çok severek yediği Cips’lerde çok kullanılmakta.

Hazır köfte harçları, Et suyu tabletleri, Hazır çorbalar, Dondurmalar, renkli yoğurtlar ve benzeri bir çok üründe var.

Şimdi diyeceksiniz ki, Madem bunca zararı var, neden kullanıyorlar?

Küreselleşen dünyada, ticaret de küreselleşti. Küresel ticaret devleri insaf, merhamet gibi duygularla asla çalışmaz. Onların amacı çok kar etmek, çok daha büyümektir. Bu mamuller, albenisi olan renklerde ve janjanlı ambalajlarda sunulur.

Televizyon, gazete ve duvar reklamlarında onlara sıkça rastlarsınız. Sadece maddesel tadıyla değil, görsel yollar ile de beyinlerimize kazınır adeta.

Basit bir hesap yaparsak, ucuz zannedilen bu ürünleri çok pahalıya tükettiğimizi görürüz. Mesela Cips. Semt pazarlarında 3 kg patatesi 1 TL ye alabilirsiniz. Oysaki 50 gram CİPS 1 liradır. Yani 1 kg. Cipsi, 20 TL den tükettiğimizin farkında bile değiliz.

Olumsuz etkileri de cabası. Bu mamulleri üretenler, kendi ürettiklerini asla yemezler, içmezler.

Onların gıdaları organik ve doğaldır.

Gelelim genel sağlık boyutuna;

Son 25 yıla dikkatle göz atacak olursak, çocuk yaşta diyaliz cihazına bağlı yaşamaya mahkum edilenler, çok küçük yaşta şeker hastalığı ile tanışan çocuklar, obez çocuklar, asabi çocuklar, 9-10 yaşında buluğ çağına girenler, çeşitli nedenlerle engelli doğanlar ve bu sayının ülke nüfusunun % 12'sine çıkması ve benzerleri.

Ve sizlerinde aklınıza gelebilen yeni hastalıklar. Hastalıkları üretenler, ilaçlarını da ihmal etmediler. Bu da madalyonun diğer karlı yüzüdür.

Karbondioksitli meşrubatlardan, sakıncalı hazır gıdalara varana kadar bir çok yerde çeşitli uyarılar yazıldı, çizildi. Durumun ciddiyetini anlayabilenimiz var mı?

Bu sorunun cevabı, tüketim miktarıdır. Şimdiki eğitim sistemimiz endüstri, tarım, genel kültür alanında yetersiz kaldığından, yeni nesiller tehlikenin farkında değildirler. Emperyalist devletler, egemen olmak istedikleri toplumun eğitimli olmasını istemezler.

Onlar için önemli olan kendi halkları ve elde edeceği yeni sömürü kaynaklarıdır.

Her yıl eskiyen, yaşam kaynakları azalan, küresel ısınma ile kuraklık tehlikesi yaklaşan bir dünyada, Küresel güç olan emperyalist devletlerin acımasızlığının arttığı bir dünyada, Dengelerin ve haritaların değiştirilmek istendiği bir dünyada yaşadığımızı asla unutmamalıyız.

Dünyanın en güzel coğrafyasında yaşadığımızı da asla unutmamalıyız.

Gelin bu güzelim yurdumuza hep beraber sahip çıkalım.

Gündem Mersin

Etiketler : MSG, Mono Sodyum Glutamat, Batı, Sömürü, ABD, Çin Tuzu, Gıda, Hastalık, Zehir, Tadlandırıcı

Türk halkına yalvarıyorum
Açın gözünüzü! Şekerimsi karteller ‘çocuklarınızı’ alıyor!
Yiğit Bulut yazdı
06 Şubat 2011

ŞEKER konusunu ikiye ayıralım ve “ekonomi” ile “sağlık” başlığı altında kısaca bazı notlar düşelim:

1- Ekonomik olarak sistemi tarif edeyim: Derviş’in isteğiyle “şeker düzenlemesi” yapılmış, şekerpancarı üretimine sınırlama getirilirken “şeker ithalatı da” yasaklanmış. Bunun anlamı çok açık; duvarlar örülüp içeride “tarımı da engellenerek” suni fiyatlamanın ortaya çıktığı bir dinamik içinde “şekerimsilere” yol verilmiş! Son derece kötü niyetli, “nişastadan” üretim yapan kartellere Türkiye’yi teslim eden bir TUZAK! Lütfen dikkat; sistemi kuran “kendine göre mükemmel” dizayn etmiş. Şeker-şekerimsi fiyatı dünyadan kopuk, tarım kısıtlı; tek yol, NİŞASTA BAZLI ŞEKER.

Bir not daha düşeyim; pancar üretsek ve pancardan doğal şeker yesek, düşünün bir bakalım Türkiye’de kaç kişi “tarlada çalışacak”, çapa yapacak, alt sektörler çalışacak! Oysa şimdi durum ne? Getir mısırı at fırına, bas enzimi, olsun sana NBŞ! Beş firma köşe olsun, Türk köylüsü sürünsün!

2- Sağlık açısından da durum FELAKET! Doğal şeker bile ciddi bir “sağlık sorunu” unsuruyken, Türk halkının “doğalı tüketme hakkı” dahi elinden alınmış. Türk halkına “yabancı-yerli nişasta kartellerinin ürettiğini” tüketme hakkı tanınmış. NBŞ ise ayrı bir felaket. Mısırdan elde edilen ve “GDO’lu enzimler” ile reaksiyon sonucu ortaya çıkan bu ürün, “orta ve uzun vadede” kesinlikle kanserojen. Bunu ben değil Amerika’nın en ciddi üniversiteleri ortaya koyuyor.

Bir örnek vereyim: 30 sene önce satılan 100’den fazla ilaç bugün dünya genelinde yasaklı. O zaman “iyi olduğu ” düşünülen aktif maddeleri bugün “kesinlikle zararlı ” olarak kabul ediliyor. Daha geriye gidelim; bugün dünyanın en büyük “aspirin” üreten firma la rından biri 1900’lü yılların başında “eroini ” paketleyip resmi olarak satı yor. O günlerde “eroin” bazı alanlarda kullanılan ve “yarar sağladığı” düşünülen bir madde; bugün ise durum çok farklı. NBŞ için de durum bire bir aynı; 5-10 yıl içinde dünya genelinde yasaklanacak ve bu maddeyi kaçak üretenler büyük ihtimalle hapislerde çürüyecek! Gelin bu gerçeği bugünden görelim ve Türk halkını koruma adına “gerekli adımları ” atalım...

Sevgili Türk halkı, lütfen uyanın! 5 küresel “şekerimsi kartel”, Derviş eliyle Türkiye’nin o günkü durumundan da yola çıkarak istedikleri düzenlemeyi yaptırmışlar. Lütfen uyanın ve “doğal şeker tüketme hakkınızı ” alın bu kartellerin elinden!

DEVLET BAHÇELİ’YE ÖZEL NOT: Sayın Bahçeli, dürüstlüğünüze sonuna kadar inanan bir vatandaş olarak sizden bir isteğim var: Şeker düzenlemesi 57. hükümetin küresel finans baronlarının tuzağına düştüğü bir dönemde Türkiye’ye dayatıldı. O dönemde çok zor durumdaydınız ve çaresizliğinizden yararlandılar. Şimdi bu “kartellere yol açan” olarak, bunu kaldırmada öncü olmak yine size düşer. Hükümetle görüşerek, birlik te Türk halkı adına bir adım atın ve lütfen bunun değişmesi için TBMM’de öncü olun. Siz olun, hükümet destek vermezse en azından biz “2001’i düzeltmek için adım attığınızı” görelim. Size Türk halkı adına rica ediyorum; bu yolu siz açtınız, en azından bir şeyler yapın!
habertürk

SOĞUK ALGINLIĞI İLACI AGUMENTİN ŞURUP NEDEN TOPLATILDI?
Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
kucukusta@haberx.com
10.09.2011
Sabah gazetesinde yer alan “Şurup değil kanser içiyormuşuz” başlıklı haberde Türkiye'de de yaygın olarak kullanılan Augmentin adlı şurubun kapağında tehlikeli boyutlarda plastikleştirici "Diisopdecyl Ftalat" maddesi bulunması nedeniyle toplatıldığı bildiriliyor. Haberde, şurubun karaciğere olumsuz etki yaptığının haziran ayında Hong-Kong'da tespit edildiği, Sağlık Bakanlığı da karaciğeri tehdit eden Augmentin şurubun eczane ve hastanelerden toplatma kararı aldığı bilgisi de var.

Sabah gazetesinde yer alan “Şurup değil zehir içiyormuşuz” başlıklı haberde Türkiye'de de yaygın olarak kullanılan Augmentin adlı şurubun kapağında tehlikeli boyutlarda plastikleştirici "Diisopdecyl Ftalat" maddesi bulunması nedeniyle toplatıldığı bildiriliyor. Haberde, şurubun karaciğere olumsuz etki yaptığının haziran ayında Hong-Kong'da tespit edildiği, Sağlık Bakanlığı da karaciğeri tehdit eden Augmentin şurubun eczane ve hastanelerden toplatma kararı aldığı bilgisi de var.

Augmentin ülkemizde en çok kullanılan ilaçlardan biridir; hatta belki birincisi bile olabilir. Halkımız bu ilacı küçük çocukların “agu” sunu çağrıştıran şekliyle, yani “Agumentin” diye söylemeyi sever.

Augmentin duyarlı bakterilerin etken oldukları enfeksiyonlarda tartışmasız çok değerli bir antibiyotiktir ama bu ilaç bundan çok daha fazla olarak ateşi çıkan, boğazı ağrıyan, biraz öksüren çocuklara verilir.

Bence, bu gerçek olamayan endikasyonlarda kullanımlarda “Augmentin” yerine “Agumentin” demek daha doğrudur.

Bu haberde söz konusu olan tehlike ise ilacın etken maddesinden değil, kapağındaki plastikte bulunan ve insan sağlığı için çeşitli riskler yaratan fitalatın şurubun içine karışmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Fitalatlar nedir?

Fitalatlar, fitalik asidin esterleri olup plastiklerin daha yumuşak, daha saydam ve daha uzun ömürlü olmaları için kullanılır. Sağlık üzerine olumsuz etkileri sebebiyle Amerika, Kanada ve Avrupa Birliği ülkelerinde giderek birçok üründe bulunması yasaklanmaktadır.

Günlük hayatta her yaştan insanın kullandığı ilaç ve sonda, katater gibi çeşitli tıbbi malzemeler; parfüm, oje, sıvı sabun, göz boyası, saç spreyi gibi kişisel bakım ürünleri; banyo perdesi, oyuncak, yiyecek kapları ve ambalaj kâğıtları, elektronik aletler, yar karoları, boya ve yapıştırıcılar, döşemeler ve birçok tekstil ürününde fitalat vardır.

1920’ den beri kullanılan fitalatların senelik üretimi 500 bin ton civarındadır. Plastik ürünlerin ağırlıklarının yüzde 10-60’ ını fitalatlar oluşturur.

Fitalatlar plastiğe sıkı bağlı olmadıklarından kolaylıkla çevreye karışırlar. Özellikle de plastik eskidikçe ve parçalandıkça çevreye geçen miktar artar. Bazı fitalat türleri havada bazıları ise yüzeylerde daha çok bulunur.

İnsanlar fitalatları doğrudan veya dolaylı temasla deriden, ağız yoluyla veya solunan hava ile alırlar. Genel olarak her şeyi ağızlarına alan bebek ve küçük çocuklar erişkinlere göre daha fazla fitalata maruz kalırlar. Fitalatların çocuklardaki zararlarının daha fazla olacağı da tahmin edilmektedir.

Fitalatların sağlığa etkileri

Fitalatların çeşitli türlerinin sağlığa olan zararlarını gösteren pek çok araştırma vardır. İşte bunlardan bazıları:

2008’ de Danimarka’ da çocukların silgileri ağızlarına almaları, ısırmaları, çiğnemeleri ve küçük parçaları yutmalarının tehlikeli olabileceği konusunda uyarılar yapılmıştır.

2010’ da İsveç’ te yapılan araştırmada marley döşemeli evlerde yaşayan çocuklarda otizmin daha fazla görüldüğü ama bu sonucun başka araştırmalarla doğrulanması gerektiği bildirilmiştir.

Bazı çalışmalarda kızlarda fitalat maruziyeti ve erken ergenlik ile ilişki bulunmuştur ama bunu doğrulamayan araştırmalar da vardır.

Bir araştırmada fitalat maruziyeti ile endokrin bozukluğu arasında bir ilişki olduğu ve bunun meme kanseri riskini artırabileceği ileri sürülmüştür.

Fitalatların zararlı etkilerinin başka kimyasallarla bir araya gelerek daha fazla olabileceği bildirilmiştir.

Farelerde yapılan deneylerde yüksek dozların hormon düzeylerini etkilediği ve doğumsal kurslara yol açtığı gösterilmiştir.

2005’ de yayınlanan araştırmada ise idrarlarında yüksek fitalat bulunan annelerin erkek çocuklarında ano-genital mesafenin kısa olma ihtimali 7 misli fazla bulunmuştur. Bu değer hayvanlarda endokrin bozucu maddelere maruz kalmanın bir göstergesi olarak kullanılmaktadır ama bunun insanlardaki öneminin ne olduğu belli değildir.

Fitalatlar ile obezite ve insülin direnci arasında da bir ilişki olabileceği ileri sürülmüştür.

Fitalatların farelerde karaciğer ve testisler için toksik olabileceği, karaciğer kanserine yol açabileceği bildirilmiştir ama bu bulgu insanlar için doğrulanmamıştır.

2009’ daki bir yayında düşük doğum tartısına yol açabilecekleri ve prematüre doğum yapan kadınlarda idrar fitalat miktarlarının daha yüksek olduğu gösterilmiştir.

Fitalatlar, Güney Kore araştırmasında dikkat eksikliği ile İsveç’ te ise astım ve alerjiler ile ilişkili bulunmuştur.

Gelelim neticeye

Ben bu haberden kendi adıma pek çok dersler çıkardım.

BİR: Elimizdeki bilgilere göre fitalatların özellikle hormon sistemini etkilediğine, erken ergenliğe, astım, obeziteye, dikkat eksikliğine yol açabileceğine ve bazı kanserler için risk yaratabileceğine dair araştırmalar varsa da bunlar kesin olarak kanıtlanmış değildir. Ama unutmayın ki “sinek küçük olsa da mide bulandırır!”

İKİ: Fitalat sadece “Agumentin” de değil pek çok başka ilaçta (mesela bağırsaklarda çözünen kapsüllerde) ve sonda, katater, eldiven gibi tıbbi malzemelerde ve günlük hayatta kullandığımız sayısız üründe de vardır.

ÜÇ: Bunlara rağmen özellikle çocuk ve hamile kadınların fitalat ve diğer kimyasal maddelerle temaslarının olabildiğince azaltılmasına önem verilmesi gerektiği kanaatindeyim.

DÖRT: “Augmentin” üreticisi firmanın, şuruba karışan fitalat miktarının insan sağlığı için risk oluşturan sınırların altına olmasına rağmen ilaçları toplatması ve yaptıkları açıklamalar yerindedir.

BEŞ: Sevgili meslektaşlarım, “Augmentin” i lütfen gerçek bir antibiyotik olarak kullanalım. Bunun “Agumentin” olarak kullanılmasına her zaman karşı çıkalım.

ALTI: Sevgili anne-babalar, “Agumentin” ateş düşüren, ağrı gideren, kırgınlık alan, boğaz ağrısına iyi gelen harika bir ilaç değil, sadece ve sadece yerinde uygulandığında çok değerli bir antibiyotiktir ve mutlaka doktor tavsiyesi ile kullanılmalıdır.

YEDİ: “Biz şimdi çocuğun ateşi çıkarsa, burnu akarsa “Agumentin” de yok ne yapacağız” diye sızlanan annelere “Merak etmeyin, içinde “Agumentin” in etken maddesi olan belki 7-8 tane başka marka ilaç var” diyorum.

SEKİZ: İtiraf ediyorum: Ne zaman bir ilaç toplatılsa gizliden gizliye memnun olur, “değerli” gibi kıs kıs da gülerim. Bu, “Agumentin” kararı için de aynen geçerlidir. Mutluyum; çünkü toplatılan “Augmentin” lerin en az yüzde 80’ i “Agumentin” olarak kullanılacaktı!

KAYNAK
http://www.sabah.com.tr/Yasam/2011/09/08/surup-degil-zehir-iciriyormusuz

Tayyip Erdoğan'ın Kanser Tuzakları
Arslan Bulut
21.05.2013



Tayyip Erdoğan’ın her ABD gezisi öncesinde Türkiye’de bir terör saldırısı oluyor ve Türkler ölüyor.. Bu konuda kimsenin bir itirazı yok!

Yine Tayyip Erdoğan’ın her ABD gezisi öncesinde, Cargill firmasının yapay tatlandırıcı üretme kotası artırılıyor!

Yapay tatlandırıcılar Avrupa Birliği ülkelerinde yasak. Çünkü bu tatlandırıcıların kanser ve şeker hastalığına yol açtığı kesin. Yani yapay tatlandırıcılar da öldürücü!

Kısacası Tayyip Erdoğan’ın her ABD gezisi Türkler için kısa veya orta vadede ölüm demek!

***

MHP İstanbul milletvekili Atila Kaya, Tayyip Erdoğan’ın cevaplandırması talebiyle TBMM Başkanlığı’na bir soru önergesi verdi ve Bakanlar Kurulu’nun nişasta kökenli şekerler için belirlenen kotayı yüzde 38 oranında artırmasının sebebini şöyle sorguladı:

* Bakanlar Kurulu tarafından yapılan bu kota artırımının, ABD ziyaretinizin öncesine denk gelmesi, Cargill firmasına, dolayısıyla ABD’ye yapılan bir jest anlamına mı gelmektedir?

* Hükümetinizin şeker fabrikalarıyla ilgili özelleştirme çalışması bulunmakta mıdır?

* Yapay tatlandırıcılarla ilgili Sağlık Bakanlığı’nın uyarıları ortadayken kullanımı artıracak kota artırımını nasıl açıklıyorsunuz?

* Türkiye’de ne kadar nişasta kökenli şeker tüketilmektedir? Bu tüketimin ne kadarı ABD menşeli Cargill firması tarafından karşılanmaktadır?

* Yapılan bu kota artırımları, zaten zor durumda olan şeker üreticisi çiftçinin durumunu daha da kötü hale getirmeyecek midir?

* Yapay tatlandırıcılarla ilgili kotayı devamlı artırırken, binlerce insanımızın geçim kaynağı olan şeker pancarı üretim kotasını neden düşürüyorsunuz?

***

ABD Başkanı George W. Bush, 2006 yılında Tayyip Erdoğan’a mektup göndererek Şeker Kanunu’nda yüzde 10 olan mısır şurubu (fruktoz) kotasının artırılmasını istemişti.

Erdoğan da hemen kotayı yüzde 15’e yükselten bir tasarı hazırlatarak ABD gezisi öncesinde Bakanlar Kurulu’nun imzasına açmıştı.

Mısır şurubunu, Bursa’daki Amerikan firması Cargill üretiyordu. Ülker ile ortak tesisler de kurmuştu.

Cargill, Türkiye’nin, Orhangazi Tesisi’nin kurulu bulunduğu tarım arazisinin “Özel Endüstri Bölgesi”olması için başvuru yapmıştı.

Söz konusu arazi, Bakanlar Kurulu kararıyla 5 Temmuz 2005 tarihinde Özel Endüstri Bölgesi ilan edildi.

Kararın iptali için Bursa Barosu öncülüğünde Bursa Meslek Odaları tarafından Danıştay’da dava açıldı.

Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararına rağmen ABD siyasetinde etkili Cargill firmasının Bursa Orhangazi’de, birinci sınıf tarım arazisinde fabrika yapabilmesi için Toprak Kanunu’nda değişiklik yapıldı. Bu tartışmalar sürerken, Danıştay saldırısı oldu..

Sonuçta Danıştay kadrosu da tamamen değiştirildi ve yeni başkan artık bu tür yasalara engel çıkarmayacaklarını açıkladı

Son olarak kota yüzde 38 oranında artırıldı.

Halbuki Tayyip Bey de bağırsaklarından rahatsızlanıp hastalığa yakalanmıştır ve tedavisi sürmektedir.

Acaba Emine Hanım’ın mutfağında yapay tatlandırıcı ile üretilmiş şeker kullanılmakta mıdır? Bunu bilmiyorum ama Tayyip Bey, Türk halkına kanser tuzakları kurmaktadır!

***

Yapay tatlandırıcılar konusunda, Türk halkını 10 yıl süreyle uyardım…

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi uzmanı Prof. Dr. Kenan Demirkol da tıbbi uyarılar yapıyordu.

Demirkol, gofretten dondurmaya, bisküviden meşrubata kadar hemen her üründe nişasta bazlı şekerin kullanıldığını anlatıyor ve “Bu ürün, kemik erimesine, kansızlığa, gut hastalığına, karın tipi şişmanlığa, karaciğer yağlanmasına, kanserlere sebep oluyor. Kanserlerde yüzde 40 artışa yol açıyor” diyordu…

Kaynak: Yeniçağ Gazetesi

Mısır şurubu neden zararlı?
10 Mayıs 2011



Bu sefer tatlı yiyip tatlı konuşamayacağız çünkü konumuz mısır şurubu, iddialar ise ürkütücü.

Neredeyse yediğimiz her tatlı gıdanın üretiminde kullanılan mısır şurubu, vücudumuzu yağ üreten bir makineye dönüştürüyor.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) gibi, nişasta bazlı sıvı şekerler yani bilinen adıyla “Mısır Şurubu” da gündemimize bomba gibi düştü. Zararlı olup olmadığı hararetle tartışılan mısır şurubuyla ilgili bilmediklerimizi Prof. Dr. Ahmet Aydın’a sorduk; korkmamız gerekenin mısır şurubunun yanı sıra, aslında “ŞEKER” olduğunu öğrendik.

Daha tatlı daha ucuz

Mısır şurubu, mısır nişastasının işlemden geçirilmesi ile elde ediliyor. Nişasta parçalanarak glikoza, ardından glikoz fruktoza dönüştürülüyor. Mısır şurubu, yüzde 80 oranında fruktoz, yüzde 20 oranında glikozdan oluşuyor. Fruktoz, glikoza göre daha güçlü bir tatlandırıcı olduğu için daha az kullanılması yeterli oluyor ve dolayısıyla üretimde maliyeti düşürüyor. Prof. Dr. Ahmet Aydın, günümüz piyasa koşullarında maliyeti bu kadar düşüren bir seçenek varken, firmaların normal şeker kullanmalarının iflas etmekle aynı anlama geldiğini ifade ediyor.

Bunu biliyor muydunuz?

Mısır şurubunda yüzde 80 oranında bulunan fruktoz, glikoza göre daha güçlü bir tatlandırıcı… Bu nedenle geçmiş yıllarda daha az kalori ile daha fazla tat sağlandığı ve böylece alınan kalorinin azaltıldığı düşünülüyordu. Hatta bir dönem uzmanlar tarafından diyabet ve şişmanlık tedavisinde kullanılıyordu. Prof. Dr. Ahmet Aydın, bu yöntemin bazı hekimler tarafından hala kullanıldığının da altını çiziyor.

Hızla yağa dönüşüyor

Mısır şurubunu diğer şekerlerden daha korkunç hale getiren ise içindeki fruktozun yüzde 80 gibi yüksek bir orana sahip olması. İnce bağırsaktan emilerek karaciğere gelen fruktoz metabolize edilmek için insüline gerek duymuyor. İlk bakışta sanki bu bir avantajmış gibi görünüyor. Fakat değişik metabolik süreçler için vücut çok az fruktoz kullanabiliyor. Geri kalan tüm fruktoz ise trigliseridlere, yani kan yağlarına dönüşüyor. Tüm şekerler arasında en hızlı yağa dönüşen de fruktoz. Fazla fruktoz tüketiminin hayvanlar üzerindeki araştırmalarda diyabet, hipertrigliseridemi, koroner kalp hastalığı, karaciğer yağlanması, hipertansiyon ve kansere yol açtığına dair sonuçlar bulunuyor.

Zararlı olmadığı ispatlanmadı

Prof. Dr. Ahmet Aydın, ürün paketlerinde mısır şurubunun yanı sıra, “nişasta bazlı sıvı şeker” ya da “NBŞŞ” tanımlarının yer alabildiğini belirtiyor. Prof. Dr. Aydın’ın “Hangi ürünlerden uzak durmalıyız?” sorusuna verdiği yanıt ise ürkütücü: “Paketlenmiş tüm şekerli hazır gıdalar, meyve suları ve pastane ürünleri…” Yani sanılanın aksine sadece market raflarında değil, pastane vitrinlerindeki göz alıcı tatların da mimarı artık mısır şurubu. GDO’lu mısır ithalatının serbest olduğu ülkemizde mısır şurubunun hangi tür mısırdan elde edildiğini bilmek ise tüketiciler için imkansız. Bu da mısır şurubu ile ilgili soru işaretlerini artıran bir faktör. Ulusal Beslenme Platformu ise geçen ay bir bildiri yayınlayarak “Mısır şurubunun kanser, obezite, diyabet, insülin direnci ve karaciğerde yağlanma gibi hastalıklara neden olduğunun bilimsel olarak ispatlanmadığını” açıkladı. Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın konuyla ilgili yorumu ise şöyle: “Bir ürünün sağlığa zararlı olup olmadığını bilimsel olarak ispatlamak için birkaç aylık çalışma yeterli değildir. Gerekirse 20 yıl denemek gerekir. Mısır şurubunun zararlı olduğu kanıtlanmadı diyenlere soruyu tersten sormak gerekiyor. Peki zararlı olmadığı kanıtlandı mı?”

En tehlikelisi, tatlandırıcılar

Son yıllarda tatlı ve pasta sektöründe aşırı derecede tatlandırıcı kullanıldığını belirten Prof. Dr. Ahmet Aydın, Türkiye’de aspartamın sağlık sektöründen çok gıda sektöründe kullanıldığını anlatıyor. Çünkü tatlandırıcılar şekerden yüzlerce kat daha tatlı. Örneğin aspartam şekerden 200 kat, asesülfam K 200 kat, sakarin 300 kat, sükraloz 600 kat daha tatlı. Türk Gıda Kodeksi hangi üründe ne kadar yapay tatlandırıcı kullanılacağını belirlemiş olsa da, bazı firmaların bu rakamlara uymadığı yönünde şüpheler var. Diyet ürünlerin neredeyse hiçbirinde, kullanılan tatlandırıcı oranı yazmıyor. Aspartamın içinde yüzde 40 oranında sinirsel bir uyarıcı olan aspartik asit, yüzde 50 oranında fazla alındığında beyin için zararlı fenilalanin ve yüzde 10 oranında metil alkol (ispirto) bulunuyor. İspirto, birçok zararlı etkilerinin yanı sıra kanserojen “formaldehit”e dönüşüyor.

“Aspartam şişmanlatıyor”

Prof. Dr. Ahmet Aydın, aspartamın şişmanlığa çare olmadığını şöyle açıklıyor: “Aspartamın içindeki aspartik asit ve fenilalanin isimli iki amino asit, insülin salgısını artırıyor. Ortamda şeker olmadığı için insülin kanda açlık şekerini düşürüyor. Doğal olarak karnınız acıkıyor ve daha fazla yiyorsunuz. Ayrıca yüksek miktarda fenilalanin, serotonin gibi sinir ileticilerini azaltıyor. Serotonin azlığı depresyona yol açıyor ve iştahı da açıyor.”

Diğer şekerler günahsız mı?

Prof. Dr. Ahmet Aydın bu soruya, “Mısır şurubu en zararlı şekerlerden biridir ancak diğer şekerler de masum değil” şeklinde yanıt veriyor. İnsanın dışarıdan şeker almadan yaşayabileceğini, bu şekerlere ihtiyacı olmadığını belirten Prof. Dr. Aydın, buna örnek olarak da sadece balık ile beslenen Eskimoları gösteriyor. Şekerle ilgili ilk belgeler M.Ö. 510 yılına dayanıyor, rafineri şeker üretiminin hızlanması ise 19. yüzyıldaki Sanayi Devrimi ile başlıyor. Bu tarihlerden itibaren insanoğlu Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın tabiri ile yasal bir uyuşturucu olan şekere bağımlı hale geliyor. Rakamlar ortada! ABD’de 1973-2000 yılları arasında ABD vatandaşları önceki yıllara oranla yılda 100 litre daha fazla şekerli meşrubat, 15 kg. daha fazla tatlandırıcı madde ve 30 kg. daha fazla unlu mamul tüketmişler. ABD’de son 35 yılda fruktozdan zengin mısır şurubu tüketimi kişi başına yılda 200 gr.’dan 34 kg.’a yükselmiş. Üstelik bu rakamlara sahip ABD’de mısır şurubu üretim kotası yüzde 2’lerde iken, ülkemizde yüzde 15’e çıkarıldı.

Şeker-kanser ilişkisi

Prof. Dr. Ahmet Aydın, her türlü şeker kullanımının insan sağlığına nasıl zarar verdiğini şöyle anlatıyor: “Beyaz un ve rafine şeker bağırsaktan hızla emilerek kana geçiyor. Artan kan şekerini düzenlemek için hızla insülin salgılanıyor. Buna bağlı olarak kan şekeri hızla düşüyor. Fakat insülin bu hıza ayak uyduramıyor ve kanda normalden daha uzun süre yüksek kalıyor. Fazla miktardaki insülin ise birçok doku için zararlı etkilere sahip. Bu nedenle önce karaciğer, daha sonra da kas hücreleri insülin reseptörlerini kapatıyor. Başlangıçta yağ dokusunda direnç olmuyor ve fazla şekerin tamamı yağ olarak depolanıyor. Yani insülin beyaz unu ve diğer hızlı emilen şekerli yiyecekleri hızla yağa çeviren bir makine gibi! Üstelik yüksek insülinin tek kabahati bu değil! Sadece yağ depolamakla kalmıyor, bu yağın daha sonra enerji olarak kullanılmasına da izin vermiyor. İki yemek arasında enerji kazanabilmek için yağ yakmamız gerekiyor. Ancak bu sistemde yağ kullanamayan vücutta kan şekeri düşüyor ve bu sefer yorgunluk, huzursuzluk ve baş ağrısı başlıyor. Kişi, tıpkı bir morfinman gibi ancak şekerli bir şeyler yiyip içtikten sonra kendine geliyor.”

Her esmer şeker doğal değil

Şekerin doğal hali diye düşünerek tükettiğimiz esmer şekerler konusunda da dikkatli olmak gerekiyor. Kahverengi toz şeker, şeker kamışı veya şeker pancarından elde edilen rafine toz şekerin beyazlatılmamış hali. Ancak bazı hilelerle, rafine edilmiş beyaz toz şeker karamela ile renklendirilerek kahverengi şeker haline getirilebiliyor. Kahverengi kesme şeker ise rafine toz şekerin beyazlatılmamış, ancak kimyasal yapıştırıcılarla şekillendirilmiş hali. Doğal şeker tüketmek için beyaz şekerden daha zararlı bir ürüne, üstelik de daha fazla para ödüyor olabilirsiniz. Prof. Aydın, mutlaka şeker tüketmek isteyenlere halis bal ve köy pekmezi kullanmalarını, kuru ve yaş meyve tüketmelerini öneriyor. Şu sözleri ise çarpıcı: “Raf ömrü uzun olan ü rünleri tüketmek sizin ömrünüzü kısaltır.”

“Şeker, kanser dokusunu besliyor”

Kanser ve şeker arasındaki ilişkiyi ilk kez Alman tıp adamı Otto Warburg ortaya koydu. 1931 ve 1944 yıllarında iki kez Nobel’i alan Warburg’un çalışmaları, kanser hücrelerinin sağlıklı hücrelerden farklı bir metabolizması olduğunu gösteriyor. Buna göre kanser hücreleri sağlıklı hücrelere göre 3-5 kat daha fazla şeker kullanıyor. Ancak şekerin tek zararı kanser dokusunu beslemesi değil. Aşırı un ve şeker tüketimi insülin direncine (metabolik sendrom) yani hiperinsülizme yol açıyor. Hiperinsülizm, insüline benzer büyüme faktörü (IGF-1) düzeyini artırıyor. Serbest IGF bütün dokularda hücre üremesini kontrolsüz bir şekilde artırarak kansere neden oluyor.

Şeker sözlüğü
Tek şekerler Fruktoz: Meyve veya bal şekeri
Glikoz: Üzüm şekeri
Galaktoz: Süt şekeri
Çift şekerler
Sükroz: Çay şekeri (glikoz+fruktoz)
Laktoz: Süt şekeri (glikoz+galaktoz)
Çoklu şekerler
Nişasta: Glikoz moleküllerinden oluşan bileşik bir şeker

Yaprak Çetinkaya

Formsante Dergisi Nisan 2011 Sayısı

Monsanto’nun bilim dünyasına müdahalesi: Seralini araştırması yayından kaldırıldı (1)
Ayşe Bereket
09/12/2013



Yeşil Gazete yayın ekibinden Ayşe Bereket‘in tüm dünyada yankı uyandıran Seralini araştırması ve araştırma sonrası ortaya çıkan tabloyu her yönüyle irdeleyen kapsamlı yazısını 3 bölüm halinde sizlerle paylaşıyoruz
* * *
1. Bölüm: SERALINI ARAŞTIRMASI NEDİR? / SERALINI ARAŞTIRMASI VE SONUÇLARI NEDEN ÖNEMLİ?
Yazılarıma birçok defa konu olan biyoteknoloji devi Monsanto’nun güç oyunları ve lobicilik faaliyetleri artık sadece uluslararası politikayla sınırlı değil. Monsanto, bilim dünyasına da doğrudan müdahale etmeyi başardı. 24 Kasım 2013’te “Food and Chemical Toxicology” (FCT, Gıda ve Kimyasal Toksikoloji) bilim dergisi, Monsanto’nun baskıları sonucunda bir yıl önce yayımladığı ve biyoteknoloji dünyasında bomba etkisi yaratan Seralini araştırmasını yayından kaldırdı.
Olan biteni daha iyi anlamak için Seralini araştırmasının ne olduğunu, neden önemli olduğunu, bu bir yıllık süreçte olanları, bu yazının geri çekilmesinin ne anlama geldiğini ve ne tür sonuçlar doğurabileceğine bakmamız lazım.
***
SERALINI ARAŞTIRMASI NEDİR?
Kasım 2012’de FCT dergisi, Fransız Caen Üniversitesi’nden Gilles-Eric Seralini ve araştırma ekibinin “Roundup herbisiti ve Roundup’a dayanıklı genetiği değiştirilmiş bir mısırın uzun süreli toksisitesi” araştırmasını yayımladı. Bu araştırma sonuçlarının yayımlanmasıyla birlikte biyoteknoloji yani genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) tartışmaları yepyeni bir boyut kazandı.

Prof. Seralini (ortada) ve Ekibi
Kısaca özetlemek gerekirse, GDO’nun sağlık üzerindeki etkileri hakkında uzman moleküler biyolog Profesör Gilles-Eric Seralini başkanlığında bir bilim insanı ekibi, 24 ay boyunca Monsanto’nun NK603 genetiği değiştirilmiş (GD) mısırı ve yine Monsanto’nun Roundup yabani ot ilacının (herbisit) fareler üzerinde etkilerini incelediler.
NK603, yine Monsanto’nun ürettiği Roundup herbisitine dayanıklı gen içeren ve tarlada üzerine Roundup herbisiti uygulanarak yetiştirilen bir GD mısır çeşidi.
Bugün Türkiye’de 16 GD mısır ve 3 GD soya olmak üzere, toplam 19 GDO’nun hayvan yemi amaçlı ithalatına ve kullanımına izin verilmekte. Şu anda Türkiye’ye giren ve hayvan yemi olarak kullanılan toplam 16 GD mısır’ın 6’sı bu araştırmanın konusu olan NK603 ve türevleridir (NK603, NK603xMON810, TC1507xNK603, 59122xNK603, 59122xTC1507xNK603, MON8934xNK603 bkz.Biyogüvenlik Kurulu Kararları).
Seralini ve ekibi araştırması sırasında bir grup fare NK603 ile beslendi ve içme sularına (ABD’de içme suyunda ve GD mahsullerde izin verilen oranda) Roundup katıldı. Sonuç: bu farelerin, standart bir diyet uygulanan farelerden daha hızlı kansere yakalandıkları ve daha erken öldükleri. Diyetleri NK603 ve Roundup’dan oluşan bu fareler, göğüs kanserine yakalandı ve karaciğer ve böbreklerinde ciddi hasarlar oluştu.

Araştırmacılar NK603, üzerine Roundup sıkılan NK603 ve tek başına Roundup’ın bu kadar benzer olumsuz sağlık sonuçları yaratmasını GD mısırın ve Roundup herbisitinin onları tüketen hayvanların endokrin sistemleri üzerinde benzer engelleyici etkileri olması hipotezi ile açıklıyorlar. Endokrin bezleri hücre çoğalması başta olmak üzere, birçok temel vücut fonksiyonunu regüle eden çok sayıda hormon üretmekte. Seralini ekibinin 2 yıllık ve 200’den fazla fare üzerinde yaptığı 3 milyon Euro’luk bu çalışma biyoteknoloji endüstrisinden hiçbir baskıya maruz kalmamak için büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirildi. Araştırma CRIIGEN (Committee for Research and Independent Information on Genetic Engineering, Genetik Mühendislik Hakkında Araştırma ve Bağımsız Bilgi Komitesi) tarafından gözetildi.
2 yıllık araştırmasının ardından Seralini, sonuçlarını FCT’ye sundu. FCT kendi belirlediği bilim insanları heyetinin dört ay boyunca metodoloji, deneysel kurgu ve diğer kriterleri değerlendirmesinin ardından Seralini araştırmasını Kasım 2012’de yayımladı.
***
SERALINI ARAŞTIRMASI VE SONUÇLARI NEDEN ÖNEMLİ?

Seralini’nin bu araştırması Monsanto’nun Roundup herbisiti uygulanan GD mısır NK603 üzerine bugüne kadar yapılan en uzun süreli ve tek araştırmadır (2 yıl). Bu 2 yıl seçilen fare cinsinin ortalama yaşam süresidir.
Seralini araştırmasının 2 yıllık olması çok önemli zira biyoteknoloji endüstrisinin bugüne kadar yaptığı tüm araştırmalar en fazla 90 günlüktür. Oysa Seralini araştırmasındailk tümörlerin 4 ile 7 ay arasında oluşmaya başladığı gözlemlenmiştir.Monsanto’nun Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu’na (EFSA) ve ABD Gıda ve İlaç Dairesi’ne (FDA) aynı NK603 GD mısırın onaylanması için sunduğu 90 günlük deneyde bazı toksisite emareleri gözlemlenmiş ama endüstri ve bu kurumlar tarafından “biyolojik olarak anlamlı değildir” denilerek göz ardı edilmiş, ve sonuç olarak NK603 onaylanmıştır.
Her ne kadar glifosat (Roundup herbisitinin aktif maddesi ve bilinen bir endokrin engelleyici) üzerinde daha önce yapılan bazı araştırmalar Roundup’ın izin verilen maksimum limitin üzerinde tüketildiğinde karaciğer ve böbrek yetmezliğine yol açabileceğini göstermiş olsa da, Seralini araştırması çok az miktarda bile olsa (örnek: içme suyunda) uzun süreli tüketilmesinin zararlı olabileceğini öneren ilk araştırmadır.
Seralini araştırması bağımsız bir araştırmadır. Monsanto ve diğer biyoteknoloji devleri tarafından finanse edilmemiştir.

Yarın 2. Bölüm: Seralini araştırmasının yayımlanmasından sonra olanlar
Çarşamba 3. Bölüm: FCT, KASIM 2013′TE SERALINI ARAŞTIRMASINI YAYINDAN KALDIRDI
Kaynaklar:
http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0278691512005637
http://sustainablepulse.com/2012/09/19/criigen-study-links-gm-maize-roundup-premature-death-cancer/#.UpsMnY1hN1M
http://www.tbbdm.gov.tr/home/biosafetycouncilhome/councildecisions.aspx
http://www.criigen.org/SiteEn/index.php
http://gmoevidence.com/criigen-gm-maize-and-roundup-can-cause-tumours-multiple-organ-damage-and-premature-death/
http://www.theecologist.org/News/news_analysis/2185442/scientific_journal_retracts_study_exposing_gm_cancer_risk.html
http://www.independentsciencenews.org/science-media/the-goodman-affair-monsanto-targets-the-heart-of-science/
http://www.independentsciencenews.org/health/seralini-and-science-nk603-rat-study-roundup/
http://gmwatch.org/latest-listing/51-2012/14514
http://www.sciencemediacentre.org/expert-reaction-to-gm-maize-causing-tumours-in-rats/
http://rt.com/news/corn-study-gm-french-711/
http://www.journals.elsevier.com/food-and-chemical-toxicology/editorial-board/
http://corporateeurope.org/sites/default/files/ilsi-article-final.pdf
http://online.wsj.com/article/PR-CO-20131128-907680.html?dsk=y
http://gmoseralini.org/professor-seralini-replies-to-fct-journal-over-study-retraction/
http://publicationethics.org/files/retraction%20guidelines.pdf
http://www.testbiotech.de/en/node/972
http://www.examiner.com/article/scientitists-outraged-at-journal-retraction-of-gmo-rat-study
http://spherix.com/documents/pr111909–PlacementClosing.pdf

Bu yazının tamamı ilk olarak aysebereket.wordpress.com/ da yayınlanmıştır.

Ayse Bereket
aysebereket@wordpress.com
twitter.com/aysebereket

Kaynak: http://www.yesilgazete.org/blog/2013/12/09/monsanto’nun-bilim-dunyasina-mudahalesi-seralini-arastirmasi-yayindan-kaldirildi-1/

Etiketler: CRIIGEN (Committee for Research and Independent Information on Genetic Engineering • efsa • FDA • Food and Chemical Toxicology Magazine • GDO • Genetik Mühendislik Hakkında Araştırma ve Bağımsız Bilgi Komitesi) • Gilles-Eric Seralini • Monsanto • NK603 genetiği değiştirilmiş (GD) mısırı • Roundup herbisiti ve Roundup’a dayanıklı genetiği değiştirilmiş bir mısırın uzun süreli toksisitesi • Roundup yabani ot ilacı (herbisit) • Seralini araştırması

Ahmet Rasim Kucukusta: Rusyanın, tüm McDonald’s şubelerini kapatma kararı alması “tarihi bir olaydır“: ....McDonalds büyük bir yara almıştır ve bu bence sağlıklı beslenme adına tüm dünyaya atılmış bir “aydınlatma fişeğidir”:

MCDONALD’S’ IN KAPATILMASI SAĞLIKLI BESLENME İÇİN AYDINLATMA FİŞEĞİDİR
Ahmet Rasim Kucukusta
24 Ağustos 2014



Rusya’ nın Moskova’ daki McDonald’ s restoranlarından dördünü “geçici” olarak kapattığı ve diğerlerini de kapatacağı haberleri tüm dünyada geniş yankı buldu.

Peki, bunlar doğru mu, gerçek tam olarak böyle midir bilmiyorum ama en azından “zamanlamanın manidar olduğuna” hiç şüphe yok.

Önce bu konudaki yabancı ajansların haberini okuyalım:

“Başbakan Yardımcısı Arkady Dvorkovich’ in cumartesi günü, müfettişlerin fast food şirketi tarafından işletilen birtakım restoranları incelemelerinden sonra Rus otoritelerin McDonald’ s’ ları kapatmayı planlamadıklarını söylediği alıntılandı.

Itar-Tass Haber Ajansı tarafından Dvorkovich’ in ‘Hiç kimse bunu (yani Rusya’ daki McDonald’s ‘ların kapatılmasını) konuşmuyor’ demesinin Rusya’ yı çok önemli bir pazar olarak gören gıda zincirinin içini rahatlattığı bildiriliyor.

Perşembe günü Rusya’ nın tüketici gözlemcisi Rospotrebnadzor Moskova’ da aralarında ülkede ilk açılan ikonik restoranın da bulunduğu üç McDonald’ s şubesini geçici olarak kapatmıştı.

Başbakan Yardımcısı Dvorkovich, USA bazlı gıda zincirine yapılan bir seri incelemenin Ukrayna krizi dolayısıyla Rusya ve Batı arasındaki “müeyyide yaptırımları” ile bir alakası olmadığının altını çiziyor ve ekliyor ve ekliyor:

“Bu, tam da ülkedeki McDonald’s restoranlarının teftişinin tamamlandığı zamana denk geldi.”

Ülkenin gıda emniyeti gözlemcisi Rospotrebnadzor tarafından 18-20 Ağustos’ ta Moskova’ daki restoranlarda yapılan teftişte birçok hijyen kaidesinde, yiyeceklerin kaynaklarında ve atıkların yok edilmesinde ihlâller yapıldığı ortaya çıktı.

Geçici olarak kapatılan şubeler içinde en önemlisi 1990’ da Pushinskaya Meydanı’ nda açıldığında kapısında uzun kuyruklar oluşan restoran.

Tüketicilerden gelen sayısız şikâyet üzerine hamburger zincirinin ülkedeki bütün restorasyonlarının incelenmesine karar verildi.

İlk inceleme mayıs ayında kuzeybatıdaki Veliky Nevgorod şehrinde yapıldı ve çalışanların hijyen kurallarına ve şirketin hijyen dezenfeksiyon sistemine uymadıkları tespit edildi.

Rospotrebnadzor McDonald’ s’ ın aralarında Ekaterinburg ve Chelyabinsk gibi büyük şehirlerde olan Ural Bölgesindeki restoranları da inceliyor.

Gelecek haftadan itibaren 2014 Olimpiyat şehri Sochi’ nin ulunduğu Krasnodar bölgesindeki restoranlar da teftiş edilecek.

McDonald’ s’ ın Rusya’ da 440 restoranı var ve şirket bu son olaylara rağmen şube sayısını artırmayı planlıyor.

McDonald’ s’ ın 35 binden fazla çalışanı bulunuyor ve geçen sene 1.5 milyar dolarlık satış yaptı”.

Gelelim neticeye

Kim ne derse desin McDonald’s restoranlarının “geçici” olarak da olsa kapatılması fevkalâde önemli ve özellikle de zamanlaması çok mânidardır.

Rusya’ nın Ukrayna krizinden sonra Batı Dünyası’ nın ekonomik müeyyidelerine karşı bir sene süreyle USA, Kanada, Avrupa Birliği, Avustralya ve Norveç’ ten et, süt ürünleri, meyve ve sebze alımına ambargo koyduğunu unutmayalım.

Önümüzdeki günlerde restoran kapatma artar ve tüm ülkeyi kapsar mı bilemiyorum ama Moskova’ da ilk açıldığında kapısında yüzlerce metre kuyruk oluşan Pushinskaya Meydanı’ ndaki restoranın kapatılmasının “sembolik” önemi çok fazladır.

Rusya McDonald’s restoranlarını “siyasi” sebeplerle kapatmış olsaydı bu hiç de üzerinde durulacak bir olay olmazdı ve McDonald’s da bundan çok fazla etkilenmezdi.

McDonald’s büyük bir yara almıştır ve bu bence sağlıklı beslenme adına tüm dünyaya atılmış bir “aydınlatma fişeğidir”.

KAYNAKLAR

http://rt.com/business/182352-mcdonalds-ban-russia-dvorkovich/

http://www.themoscowtimes.com/business/article/mcdonald-s-won-t-be-banned-in-russia-deputy-prime-minister-says/505733.html

Uzmanlar uyarıyor. "Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından bunlar fışkırıyor"
28 Ocak 2013

Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde düzenlenen toplantıda konuşan İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nden Dr. Yavuz Dizdar, "Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından tümörler fışkırıyor" dedi.

Çorlu Kent Konseyi'nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Marmara Çevre Platformu 43. toplantısında konuşan İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nden Dr. Yavuz Dizdar ‘Beslenme ve Sağlık' konulu sunumunda; yoğurt, tavuk eti ve sosisin nasıl üretildiği ve bu ürünlerin zararları hakkında bilgiler verdi. Dizdar, "Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından tümörler fışkırıyor. Kuluçka süresi kısaltılarak 17 güne indirdiler. Hayvanların bacak yapıları değişti, bu hayvanlar 45 gün so
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Ağu 07, 2015 11:57 pm    Mesaj konusu: AKP GDO'lu 5 ürünün daha Türkiye'ye girişine izin verdi Alıntıyla Cevap Gönder

SONER YALÇIN: Diyorlar ki, “Türkiye’ye GDO’lu pirincin girmesi yasak!”

2012 yılında Mehmetçik’e GDO’lu pirinç yedirdikleri ortaya çıktı…
İftar sofralarının vazgeçilmezi pilav.

Meşhur manidir: “Ramazan geldi ulaştı/ Sofralar doldu taştı/ Davette pilav yoktu/ Birden iştahım kaçtı.”

Müslümanlar pirincin -tıpkı gül gibi- Hz. Muhammet’in nurundan yaratıldığına inanır; yerken salavat getirirdi. Yeniçeri pirinçsiz sefere çıkmazdı…

Rahmetli halamın eşi Çorum Osmancıklı idi; çeltik tarlaları vardı. Kıl çuvallar içinde pirinç gönderirdi. Annem “göz hakkı” diye yarısını komşulara dağıtırdı.
Ekimi- bakımı zor olan pirinç pahalıydı; Edirne, Tosya, Osmancık, Gönen gibi çok az yerde yetiştirilirdi.

Pilav genellikle şehir sofralarında olurdu. Anadolu köylüsü bulgur yerdi. (I. Dünya Savaşı’nda pirinç kıtlığı olunca İstanbullu bulgura “Enver Paşa Pirinci” adını verdi!)

Bugün kişi başı ortalama 9.3 kilo pirinç tüketiyoruz. 1980 yılında 3.2 kilo idi!
Nüfus her geçen yıl artıyor.

Tüketim her geçen yıl artıyor.

Planlı ekonomi döneminde Türkiye bu durumu hesap eder; ve yaptığı tahlile göre yatırımlarını geliştirirdi.

Çeltik alanlarını neden büyütüp geliştiremedik? Üreticisi sayısını niye çoğaltamadık?

Kimler “tarımda yapısal reform” yalanıyla yerli üretimi bitirme noktasına getirdi? Köylüyü “sadakacı” gösterdi? Küresel devlere kimler yutturdu?

Yılda ortalama 400-500 bin ton pirinç üretiyoruz. 300-350 bin ton pirinç ithal ediyoruz. (Bunun minik bölümü tohum.)

Hem çeltik hem pirinç dış alımını yaptığımız ülkelerin başında ABD olması şaşırtıcı mı?

Oyun kurucular belli…

ROCKEFELLER ENSTİTÜLERİ

Buğdayın genetiğiyle kim oynadı; 20. yüzyılın en zengini Rockefeller!
Mısırın genetiğiyle kim oynadı; 20. yüzyılın en zengini Rockefeller! (Bu işte ortağı ABD Başkan Yardımcısı Henry Wallece idi.)

Soya… Pamuk… Kanola…

Ve pirincin genetiğiyle kim oynadı; 20. yüzyılın en zengini Rockefeller ve 21. yüzyılın en zengini Bill Gates!

Gates bu işlere yeni girdi. Pirinç çalışmalarına ilk maddi katkı sağlayan Rockefeller Vakfı idi. Onu yalnız bırakmayan diğer “küresel yardımsever” Henry Ford Vakfı oldu.

Rockefeller nasıl buğday için Meksika’da “araştırma enstitüsü” kurdu ise, pirinç için de Filipinler‘de “araştırma enstitüsü” kurdu: “Uluslararası Pirinç Araştırma Merkezi” (IRRI). Yıl, 1962 idi. (Keza. 1967’de Kolombiya’da “Uluslararası Tropik Tarım Merkezi” (CIAT) ve Nijerya’da “Uluslararası Tropikal Tarım Enstitüsü (IITA) kuruldu.)

Rockefeller övünüyordu:

“Rockefeller Vakfı olmadan tarımın küresel dönüşümünü hayal etmek neredeyse olanaksızdır.”

1960’lı yıllardaki “pirinç araştırma” çalışmalarının merkezi IRRI idi. İş büyüdü. Bu kez “Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Grubu” (CGIAR) kuruldu. Fakat hepsinin üstüne “şemsiye” gerekiyordu; BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Dünya Bankası “projeye” dahil edildi. Hedefleri “Açlığın Fethi” idi.
1966’da “IR-8” melez pirinç üretildi. Öyle bir tanıtımı yapıldı ki, Filipinler’den Hindistan’a IR-8 tohumu bankalarda, mağazalarda satılmaya başlandı! (Hindistan 1966 yılında Ulusal Tohumculuk Yasası’nı kabul etti. Pirincin anavatanı Hindistan’ın pirinç tohum ithalatının 20 bin tonunu Rockefeller ve Ford vakıfları karşıladı.)

Bitmedi…

EY MÜSLÜMAN

Yıl, 1984.

Rockefeller, tarım biyoteknoloji alanına, “Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı (IPRB) ile girdi. “Zaten” diyorlardı, “1940’lardaki moleküler çalışmalarımızla bu işe ilk adım atan biziz!” Cornell Üniversitesi, Stanford Üniversitesi, Purdue Üniversitesi, Belçika’daki Ghent Devlet Üniversitesi ve Hollanda’daki Leiden Devlet Üniversitesi dahil olmak üzere kurumlara büyük bağış yaptı. Yaklaşık 30 ülkeden 700’in üzerinde uzman programa katıldı.
500 milyar dolar harcandı…

Pirincin 1988’de DNA haritası elde edildi; ve 1990’da ilk deneysel genetik dönüşüm gerçekleştirildi. 7 bin yıldır ekilen; ve Asya’da tam 140 bin çeşidi bulunan pirinç türünün sayısı 6′ya düşürüldü. Nergis bitkisinden (kimine göre mısırdan) iki adet gen ile, bir bakteriden alınan gen pirinç DNA’sıyla birleştirmişlerdi. Buna “Altın Pirinç” dediler. TIME dergisi 2000 yılında kapağında şu yalan başlıkla çıktı: “Bu pirinç bir yılda bir milyon çocuğun hayatını kurtaracak.”

“Altın Pirinç” patenti dışında, “bakteriye dayalı pirinç”, “böceğe dirençli pirinç”, “tane büyüklüğü sağlayan pirinç” gibi GDO’lu farklı pirinçler ortaya çıkarıldı.
Küresel şirketler patent elinde bulunan bu pirinçleri dünyaya sattı/satıyor. Alıcılardan biri Türkiye! AKP, 2006 yılında ithal pirince kota uygulamak istedi. ABD tarafından Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet edildi. Kotayı kaldırdı.
Diyorlar ki, “Türkiye’ye GDO’lu pirincin girmesi yasak!” 2012 yılında Mehmetçik’e GDO’lu pirinç yedirdikleri ortaya çıktı.

Yani…

Değerli Müslüman kardeşim iftar sofrasındaki pirincin, Hz. Muhammet’in nurundan yaratılmadığını, Rockefeller’ın elinden çıkma olduğunu bilerek kaşık salla.

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ: http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/hz-muhammetin-nuru-mu-dediniz-1892167/
Odatv.com

Hurmada Glikoz Şurubu Sahtekarlığı! İşte Dikkat Edilmesi Gerekenler
27 Mayıs 2017



Tüketici Dernekleri Federasyonu, doğal, besleyici, sağlıklı diye alınan bazı hurmaların glikoz şurubuyla tatlandırıldığı uyarısını yaptı.
Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş

Tüketici Dernekleri Federasyonu, iftar ve sahurun vazgeçilmezi hurma alışverişi konusunda vatandaşlara kritik bir uyarıda bulundu. Federasyon, vatandaşın doğal, besleyici, sağlıklı diye aldığı hurmaların glikoz şurubuyla tatlandırılarak satıldığına dikkat çekti.

Türkiye'nin en büyük hurma ithalatçısı ve üreticilerinden Ziraat Mühendisi Mustafa Öztürk de "Bazı ucuz, kirli ve az tatlı hurmalar daha iyi bir parlaklık verilsin, kirleri örtülsün, az olan tadı artırılsın diye glikoz şurubu püskürtülerek, paketleniyor" dedi. Hurma cinsleri ve fiyatları konusunda da bilgi veren Öztürk, kendisinin hem fiyatı hem de lezzeti nedeniyle kilosu 10 lira olan yaş hurmayı tercih ettiğini söyledi.

ISLAK GİBİ, YAPIŞ YAPIŞ

TÜDEF Yönetim Kurulu Üyesi ve Gıda Komisyonu Başkanı Sinan Vargı, ramazanda piyasaya bol miktarda glikoz şurubuna batırılmış ucuz hurmalar sürüldüğünü belirterek, tüketicileri şöyle uyardı:

"Artık birçok gıdada kullanılan glikoz (mısır) şurubu ucuz, kalitesiz hurmalarda da kullanılıyor. Genellikle Kuzey Afrika ülkelerinden gelen hurmalar glikoza bulanarak satılıyor. Bu hurma tezgâhta ıslak gibi durur. Elinize aldığınızda eliniz yapış yapış olur. Tüketicilere tavsiyemiz dallı, parlak olmayan hurmaları satın almalarıdır. Hurma fiyatlarındaki büyük farkın sebeplerinden birisi bazı hurmaların glikoz şurubuna bandırılmış olması. Ramazan öncesi satın alacağınız hurma glikoz işleminden geçirilmiş olsa bile paket içeriğinde bu yazmayabilir."

HURMANIN AYIBI GLİKOZLA ÖRTÜLÜYOR

Hurma ithalatçılarından Hurmatat Genel Müdürü Mustafa Öztürk de "Bazı ucuz, kirli ve az tatlı hurmaların kirlerinin örtülmesi, parlatılması ve tadının artırılması için glikoz şurubu püskürtülüyor. Böylece hurmanın ayıbı örtülerek, satılmaya çalışılıyor. Bunlar genellikle yurtdışından geliyor ve köpük tabaklarda 300 gr'ı 2.5-3 liraya yani çok ucuza satılıyor. Vatandaş, hurma alırken markalı, yerli ürünleri tercih etsin. Paketin üzerinde son kullanma tarihine baksın ve içindekiler bölümünü dikkatlice incelesinler. Çünkü burada glikoz kullanıldığı yazıyor. Çok ucuz ürünlerden kaçınsınlar" tavsiyesinde bulundu. Hurmanın şıralı bir meyve olduğu için yıkanmadan yenmesi gerektiğini anlatan Ziraat Mühendisi Öztürk şöyle konuştu :

100 LİRALIK DEĞİL 10 LİRALIK HURMA

"Hurma çöllerde, doğal ortamda yetişir. Hurma bahçelerinde sinek, haşarat olmadığından zirai ilaca da gerek kalmaz. Dolayısıyla yıkanması da gerekmez. Tüketici, damak zevkine göre kuru ya da yaş hurma tercih edecek. 19 ülkede hurma yetişiyor. Peygamber Efendimizin diktiği bir ağacın meyvesi olan Peygamber hurmalarının kilosu 100 ila 120 liradan; Mekke ve Medine hurmaları 30-50 liradan satılıyor. Ben ise hem lezzeti ağızda kolay erimesi hem de fiyatının uygunluğu nedeniyle kilosu 10 lira civarında olan yaş hurmayı tercih ediyorum. İsrail, Filistin, Ürdün, Lübnan gibi Lut Gölü çevresinde yetişen hurmalar biraz daha etli, yumuşak, çekirdeği küçük; fiyatı yüksek. 40-50 lira civarında. Tunus hurmaları ise daha az şekerli. İftar ve sahurda, mineral ve vitamin deposu olan hurma- hurma ürünlerini tüketmek çok yararlı. Uzun yaz günlerinde tok ve zinde kalmaya yardımcı olur."

REKLAMLARA DİKKAT!

TÜDEF Gıda Komisyonu Başkanı Sinan Vargı, Ramazan ayı boyunca tüketicinin reklam bombardımanına da maruz kaldığına dikkat çekerak, "Bir saat içinde tüketiciler büyük bölümü gıda olmak üzere ortalama 60 tane reklam izliyor. Bunların bir çoğu glikoz şurubu ile üretilen gıdalar. Glikoz şurubunun da vücutta insülini dışlayarak bir doygunluk hissi yaratmadığı ve vücutta aşırı yağlanmaya neden olduğu bilimsel çevrelerce defalarca açıklandı. Ramazanda tüketiciler, üretiminde glikoz şurubu kullanılan kolalı meyveli meşrubatlar, limonata benzeri ürünler, meyve suları, pastalar, dondurmalar ve kekler nedeniyle farkında olmadan, aşırı bir şekilde şeker ve glikoz şurubu tüketiyor. Bu ise başta obezite olmak üzere, yüksek tansiyon ve kalp damar hastalıklarına yol açıyor" dedi.
Haber Fedai

Çocuklarımız endüstriyel zehir yiyor
09.06.2017

Tarihi binaları/zeytin ağaçlarını yok etsinler, yedi yıldızlı Shangri-La otelleri kursunlar!

Zeytini bitirdik…

Ayçiçeğini bitirdik…

Pamuğu bitirdik…

Malezya ve Endenozya'dan palmiye/palm yağı ithal ediyoruz.

“Palm yağı” deyip geçmeyin. Palmiye meyvesinden elde edilen bu yarı katı yağ, soframızın ortasında! Yemeklik sıvı yağ, margarin, dondurma, çikolata, pizza, bisküvi -kurabiye, hazır yemek ve şekerleme gibi gıdaların çoğunda palm yağı kullanılıyor. Keza. Sıvı deterjan, sabun ve şampuanların çoğu, ruj, ağda, endüstriyel yağlar ve bioyakıt içeriğinde de bu yağ var.

Türkiye sadece geçen yıl yaklaşık 1.2 milyon ton palmiye yağ satın aldı.

Malezya ve Endonezya dünyada ihracatın yüzde 40'ını gerçekleştiriyor. Biz genellikle Malezya'dan alıyoruz. Nedense yağ alıcıları İslam ülkeleri; Bangladeş, Mısır, Nijerya, Tunus, İran, Pakistan, Suudi Arabistan ve Türkiye!

Ama. Satıcı Müslüman değil…

Wilmar International 1991 yılında Singapur'da kuruldu.

Sahibi, Kuok Khoon Hong! (Açılışını Erdoğan'ın yaptığı Beşiktaş'taki tarihi tütün deposu yerine yapılan Shangri-La Otel'in sahibi. “Rolling Stone” dergisini oğluna alınca dünya medyasına haber olmuşlardı. Neyse.)

Wilmar; dünyanın en büyük, palm ve çekirdek yağı, yemeklik yağ, yağ kimyasalları, endüstriyel yağlar, palm biodizel üreticisi ve tedarikçisi. Endonezya ve Malezya'daki en büyük ekim alanlarının ve en büyük palm yağı üretiminin sahibi. 450'den fazla üretim tesisi ve 50'den fazla ülkeyi kapsayan dağıtım ağıyla küresel bir güç.

Türkiye'deki şirketin adı Wilmar Ticaret Ltd. Şti. 2012 yılı itibarıyla Mersin Serbest Bölge'ye getirdiği yağları Türkiye'ye satıyor. İşin ekonomik boyutuna girip konuyu genişletmeyeyim.

Derdim şu…

EFSA RAPORU

Dünya ham yağ üretiminin yüzde 64'ü palmiye ve soya yağından geliyor!

Greenpeace geçtiğimiz 25 yılda, Endonezya'da palmiye yağı üretiminin altı katına çıktığını ve bu nedenle yağmur ormanlarının talan edilerek yerlerine palmiye ağacı dikildiğini açıkladı. WWF/Doğal Hayatı Koruma Vakfı, saat başına 300 futbol sahası büyüklüğündeki yağmur ormanlarının palmiye yağı üretimi için yok edildiğini duyurdu.

İnsanoğlu doğayı katlediyor. Doğa da intikamını bakın nasıl alıyor:

Palmiye yağı, doğal kırmızı rengini değiştirmek ve kokudan arındırmak için yüksek ısılarda rafine ediliyor.

Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA)…

2016 yılı raporunda, palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısılarda rafine edilmesi halinde, diğer bitkisel yağlardan daha çok kanserojen madde ortaya çıkardığını açıkladı.

Ortalık karıştı…

Dünya Sağlık Örgütü/WHO, BM Gıda ve Tarım Örgütü/FAO gibi kuruluşlar palmiye yağındaki kanserojen maddenin arz ettiği tehlikeye dikkat çekmekle birlikte, palmiye yağının tüketilmemesi tavsiyesinde bulunmadı!

Bilinçli tüketiciler sakinleşmedi…

En büyük darbeyi -bizim fındıkların büyük alıcısı- Nutella aldı! Uzun raf ömrü büyük ölçüde palmiye yağına bağlıydı! Keza. Nestle ve Unilever de, çikolata ve margarin gibi ürünlerde palmiye yağı kullanıyordu. Nutella'nın imalatçısı Ferrero SpA, yağın güvenli olduğunun vurgulandığı bir reklam kampanyası başlattı. Rafine etme işlemini 200 derecenin altında yaptığını savundu.

Konu kapanmadı…

(Migros, Denner ve Jumbo'nun da sahibi) İsviçreli market zinciri Cooperative, İtalya'daki marketlerinde palmiye yağı bulunan ürünü satmayacağını açıkladı!

Ya Türkiye?

Anlatacağım…

AMAÇ TEKLEŞTİRME

Dünya ham yağ üretiminde palm yağ lider! 2011 yılında 53 milyon ton iken, 2015'te 65 milyon tona yükseldi. Soya 43'ten 49 milyon tona; Kolza/kanola 24'ten 27 milyon tona çıkarken…

Ayçiçeği 16'dan 15 milyon tona düştü ve pamuk hep 5 milyon tonda kaldı.

Bu sofralarımıza yansıyor…

Türkiye yılda…

– 950 bin ton sıvı…

– 550 bin ton margarin…

– 200 bin ton civarında da yem, boya ve sabun sanayi ihtiyacı olmak üzere toplam 1.7 milyon ton bitkisel yağ tüketimi yapıyor.

Bitkisel yağ üretiminin temel hammaddesi yağlı tohumlar. Birinci sırada (GDO'lu) soya var. Palmiye soyanın rakibi. Palmiye yağının kişi başına tüketimi 3.5 kilo! Ve hızla artıyor. Niye böyle?

Ne oldu bizim zeytinimize, pamuğumuza, ayçiçeğimize? Yok ediyor/ettiriyor küresel güçler. Palmiyeye, soyaya, kanolaya bizi mecbur bırakıyorlar. “Mc Donald's kültürü”/”fast food kültürü” bu; damak tadı “tekleştiriliyor!”

Nasıl yapıldığına minik örnek vereyim:

Türkiye, ayçiçek yağı ithalatında yüzde 36 oranında vergi alırken, palmiye yağının ithalatından yüzde 15 alıyor! Palm yağı dış alımı niye kolaylaştırılıyor? Oysa, yağların ithalinde ham olarak yüzde 30, rafine olarak da yüzde 52 gümrük vergisi alması gerekmiyor mu? Sebep belli!

EFSA açıklaması/raporu iktidarın umurunda değil!

Tarihi binaları/zeytin ağaçlarını yok etsinler, yedi yıldızlı Shangri-La otelleri kursunlar!

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ: http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/palm-1886813/

Odatv.com

Avrupa Gıda Güvenliği uyardı: Nutella kanser yapıyor
12 Ocak 2017



Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), Nutella içerisinde yer alan palmiye yağının kanserojen olduğunu duyurdu.

İtalyan gıda devi Ferrero'nun ürettiği ve dünya çapında bir üne sahip olan çikolata-fındık ezmesi ürünü Nutella'nın başı Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi'nin (EFSA) son raporu sonrası dertte.

NTV'nin haberine göre, raporda, Nutella içerisinde bulunan palmiye yağı, diğer yağ çeşitlerine göre daha kanserojen bir madde olarak tanımlandı. EFSA'nın bu raporu, Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) palmiye yağı hakkında görüşlerini de destekliyor.

Rapor sonrası Nutella hisseleri yüzde 3 düşerken, üretici firma Ferrero bu krizin ardından bir televizyon reklamı yayınladı.

Reklamda palmiye yağının tehlike yaratmayacak şekilde kullanıldığına ve bu yağ olmadan aynı yayılmanın elde edilemeyeceğine vurgu yapıldı.

Uzmanlar Nutella'nın bu hamlesinin ekonomik nedenlerle olduğunu savunuyor. Bunun sebebi ise, Ferroro'nun Nutella'da kullandığı yağı değiştirmeye karar vermesi durumunda, yıllık maliyetlerin 8-22 milyon dolar artacak olması.

FERRERO CEPHESİNDEN AÇIKLAMA

Ferrero'nun satın alma yöneticisi Vincenzo Tapella ise bu durumun sebebinin ekonomik olmadığını iddia ediyor. Tapella'ya göre Nutella'da palmiye yağı dışında bir yağ kullanılması durumunda ürünün niteliğinde bir düşüş yaşanacak.

PALMİYE YAĞI NEDEN ZARARLI

2016 yılının Mayıs ayında yayınlanan detaylı EFSA raporuna göre, 200 derecenin üzerindeki sıcaklıklarda rafine edilen palmiye yağı, diğer tüm bitkisel yağlardan daha tehlikeli kabul ediliyor. Palmiye yağının doğal kırmızı renginin sökmek ve kokusunu ortadan kaldırmak için yüksek sıcaklıklar kullanılıyor. Bu işlem glisidil yağlı asit esterleri (veya GE) olarak adlandırılan atık maddelere neden oluyor. Bu maddelerin hazmı da tümörlere yol açtığı düşünülen glisidol oluşumuna neden oluyor.

İtalyan Ferrero bünyesinde Nutella'dan başka Kinder (Sürpriz Yumurta), Ferrero Rocher ve Tic Tac gibi bilinen markalar bulunuyor.

NUTELLA HAKKINDA BİLMENİZ GEREKENLER

*“Nutella” ismi, İngilizce “Nut(Fındık)” ve Latince’de tatlılar için kullanılan bir ek olan “ella”nın birleştirilmesiyle meydana gelmiş.
*Nutella, Dünya fındık rezervlerinin yüzde 25’ini kullanıyor.
*Nutella, pürüzsüz dokusu ve raf ömrü nedeniyle palmiye yağını tercih ediyor.

Kaynak: Patronlar dünyası

AKP GDO'lu 5 ürünün daha Türkiye'ye girişine izin verdi
05 Ağustos 2015



Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Adana Şube Başkanı Semih Karademir, Biyogüvenlik Kurulu'nun 26 Mart 2012'de zararlı olduğu gerekçesiyle ülkeye girişini kabul etmediği GDO'lu 5 tarımsal ürüne, 16 Temmuz'da ithalat izni verdiğini söyledi.

İthal izni verilen ürünler arasında 3 Mısır, 2 soya cinsinin olduğuna dikkat çeken ZMO Adana Şube Başkanı Semih Karademir, Türkiye'nin ithal edilen bu yemlerle beslenen hayvanların ürünlerine mahkum edilmemesi gerektiğini belirtti. Türkiye'nin ithalat izni verdiği ürünler konusunda çok daha dikkatli olması gerektiğini kaydeden Karademir, "GDO'suz soya ve mısırlar ülkemizde yetiştirilsin, çiftçimiz kazansın. İnsanlarımıza istihdam olanağı yaratılsın, paramız ülkemiz insanlarının refahına kullanılsın. Ancak verilen bu son kararla genleriyle oynanmış ürünleri Türkiye'ye sokmak doğru bir karar değildir" dedi.

SOYA VE MISIR TÜRK HAYVANCILIĞI İÇİN ÖNEMLİ

Soya ve mısırın büyükbaş ve kanatlı hayvan sektörünün yem ihtiyacı için çok önemli olduğunu belirten Karademir, yazılı açıklamasında şu görüşlere yer verdi:

"Endüstriyel ölçekte yapılan gerek büyükbaş hayvancılık gerekse kanatlı sektörünün yem ihtiyacının karşılanmasında soya ve mısır önemli bir yer tutmaktadır. Her iki üründe de ülkemiz kendine yeterliliği sağlayamamaktadır. Türkiye 2014 yılında yurt dışından aldığı 2 milyon ton soya için 1,1 milyar dolar (2,4 milyar TL), 1,4 milyon ton mısır için de 360 milyon dolar (788 milyon TL) ödeme yapmıştır. Hayvancılık ve yem sektör toplantılarının her birinde bir grup akademisyen derhal GDO'lu mısır ve soyayı ön plana çıkarmakta, bunların ithal edilmesinin ne kadar büyük bir önem ve gereklilik taşıdığını vurgulamaktadır. Durum gerçekten öyle midir? Türkiye GDO'lu mısır ve soyaya mahkum mudur?"

YANLIŞ TARIM POLİTİKALARI ÜRETİME ETKİ EDİYOR

Yanlış tarım politikaları sonucu tarım arazilerinin hızla küçüldüğünü bunun da soya ve mısır üretimine de etki ettiğini belirten Karademir şöyle devam etti:

"Ülkemizde yetiştirilen soyanın 2014 yılı itibarıyla dekara verimi 496 kilo olmuştur. Buna göre ithal ettiğimiz 2 milyon ton soyayı üretebilmek için 4 milyon dekar tarım arazisine ihtiyaç vardır. Aynı yıl için mısır bitkisinin dekara verimi 949 kilo olmuştur. Buna göre ithal ettiğimiz 1,4 milyon ton mısırı üretebilmek için 1,5 milyon dekar tarım arazisine ihtiyaç bulunmaktadır. Hükümetinin ısrarla sürdürdüğü yanlış tarım politikaları sonucunda, sadece son 10 yılda tarım arazilerimiz 27 milyon dekar küçülmüştür. Çiftçimizin kazanamadığı için artık ekmekten vazgeçtiği tarım arazimiz Avrupa`nın merkezindeki Belçika'nın toplam yüzölçümüne yakın bir büyüklüktedir. Ülkemizde teknik ve ekonomik ölçütlerde sulanabilir arazi miktarı 85 milyon dekar olup 2013 yılı itibarıyla 59 milyon dekar arazi sulamaya açılmıştır. Daha en az 26 milyon dekar tarım arazimiz su ile buluşmayı beklemektedir. Bu veriler çerçevesinde ülkemizin soya ve mısır ihtiyacının kat kat üzerinde üretim potansiyeline sahip olduğu net bir şekilde görülmektedir. Soya ve mısır ithalatıyla hayvanlarımız GDO'lu yemlere ve halkımız da bu yemlerle beslenen hayvanların ürünlerine mahkum edilmesin."

GDO NEDİR?

Bir canlıdaki genetik özellikleri kopyalanarak, bu özellikleri taşımayan bir canlıya aktarılması sonucunda üretilen yeni canlıya 'Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO)' deniyor. Transgenik ürün ya da genetik modifiye ürün ya da genetik olarak değiştirilmiş ürün genellikle bir canlıya bir ya da daha farklı yabancı organizmanın ya da yabancı canlının genlerinin transferine transgen ismi veriliyor. Bu proses sonucu elde edilen canlı organizmalar genetik modifiye organizmalar, transgenik organizmalar veya genetiği değiştirilmiş organizmalar olarak adlandırılıyor.
Kaynak: http://ahmetrasimkucukusta.com/

Ziraatçılar Derneği uyardı: Tarım ilaçları ekmekte kanser riskini artırıyor
06/03/2017



Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı Hüseyin Demirtaş, sıvı gübre ve tarım ilaçlarının fazla kullanılması nedeniyle ekmek tüketiminin kanser riskini artırdığını öne sürdü.

Hürriyet’ten Meltem Özgenç’e konuşan Demirtaş zirai ilaçların artık sadece yaş sebze ve meyvede değil, tahıllarda da kullanıldığını belirterek ekmekte kanser riskini şöyle anlattı: “Örneğin sıvı gübreler ve tarım ilaçları fazla kullanılırsa, bu tüketiciye hastalık olarak geri dönüyor. Çünkü buğday ekmeğe dönüşüyor ve Türkiye’de tüketilen ekmeğin miktarı belli. Bunun önüne geçilmezse vahim sonuçları olur. Ekmeğin fazla tüketilmesi bir süre sonra insanda kansere ve çeşitli hastalıklara neden olabilir.”

Yasal düzenlemelerin çok fazla dikkate alınmadığını belirten Demirtaş, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın denetimleri sıklaştırması gerektiğine dikkat çekti: “Çiftçi kayıt sistemi diye bir sistem var, üretimden pazarlamaya kadar ürün takip altında. Tabi rasgele ürün satışının engellenmesi için üretici birlikleri de önemli. Bir de geçmişte Türkiye’de üretim istasyonları vardı. TİGEM’lerin amacı çiftçiye tohumluk ve damızlık verebilmekti. Böylece verim yüksek olurdu. Ancak TİGEM’ler işlevsiz hale getirildi. Bunlar yeniden eski haline getirilmeli. Araştırma ve üretme istasyonları araştırmalar yapıyor, yeni yerli tohumlar ele ediyordu. Sağlığımız için bu istasyonların da eski haline getirilmesi gerekiyor.”

Diken

Uzmanlar uyarıyor. "Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından bunlar fışkırıyor"
28 Ocak 2013

Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde düzenlenen toplantıda konuşan İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nden Dr. Yavuz Dizdar, "Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından tümörler fışkırıyor" dedi.

Çorlu Kent Konseyi'nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Marmara Çevre Platformu 43. toplantısında konuşan İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nden Dr. Yavuz Dizdar ‘Beslenme ve Sağlık' konulu sunumunda; yoğurt, tavuk eti ve sosisin nasıl üretildiği ve bu ürünlerin zararları hakkında bilgiler verdi. Dizdar, "Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından tümörler fışkırıyor. Kuluçka süresi kısaltılarak 17 güne indirdiler. Hayvanların bacak yapıları değişti, bu hayvanlar 45 gün sonra kendiliğinden ölüyor.

Yapılan araştırmada doğal ürünle beslenen civcivlerin 45 gün sonra ayakta duramadığı görüldü. Tavukçular tıptan 50 sene önde gidiyor, bu endüstrinin görevi size üzerinde et tutturulmuş bir şey vermek. Hayvanın sağlıklı olması umurlarında değil, bu işin ilginç yanı bunun onayını da veterinerlerden alıyorlar. Dünyada bütün ülkelerde kanser artmıyor, bütün kanserler de artmıyor. Belli kanser türleri artıyor, bunu ABD de biliyor. Mevcut olan durumun farkındalar, çok umurlarında olduğunu sanmayın, hiç umurlarında değil, çünkü paralelinde ilaç endüstrisi büyüyor" dedi. Dizdar, "Ne yiyelim diyenlere şu an için güvenli olan bakliyat ve hububat diyebilirim" dedi.
netgazete

Türkiye'de de kullanılan tarım ilacı ABD'de kanser izleme listesine alındı
27.06.2017



Türkiye'de de kullanılan tarım ilacı ABD'de kanser izleme listesine alındı
ABD'nin Kaliforniya eyaletinde, "Agro-kimyasal devi" Monsanto'nun ürettiği Roundup ilacı, "kansere sebep olan kimyasallar" listesine alındı.

Dünya genelinde en çok kullanılan tarım ilacı olan, sağlık açısından etkileri tartışılmaya devam edilen ve eleştirilerin odağı olan Roundup, Kaliforniya eyaletinde kansere yol açan ilaçlar listesine konuldu.

Kaliforniya Çevre Sağlığı Tehlike Değerlendirme Ofisi (OEHHA) yabani otların öldürülmesi için kullanılan Roundup ilacını "kanser izleme listesine" aldığını ve kararın 7 Temmuz'dan itibaren geçerli olacağını duyurdu.

Biyolojik Çeşitlilik Merkezi'nden Nathan Donley, kararın Kaliforniya'yı, "ABD'de kansere neden olan ilaçlardan korumada ülke lideri" konumuna getirdiğini belirtirken, Monsanto karara karşı hukuksal girişimde bulundu.

Kaliforniya'nın kararını memnuniyetle karşılayan aktivistler ve bilim adamları, bunu "adalet yönünde atılmış bir adım" olarak nitelediler ve karara karşı yasal girişimde bulunan Monsanto'nun bu manevrasının bilimsel bir doğruluk ya da halkın sağlığı için değil "yalnızca kar amaçlı" olduğunu dile getirdiler.

Biyolojik Çeşitlilik Merkezi de yaptığı açıklamada, yakın tarihli bir analize göre Kaliforniya'da kullanılan glifosatın yarısından fazlasının eyaletin en yoksul sekiz bölgesinde olduğunu bildirdi.

2015 yılında, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) glifosatın insanlarda muhtemel kanser yapıcı etkileri olduğunu açıklamıştı.

ABD Monsanto tarım sağlık çevre bilim adalet Türkiye
Birgün

YİĞİT BULUT’A YARDIM EDELİM
Ahmet ÖLÇÜLÜ
30 Ağustos 2017

Cumhurbaşkanı Başdanışmanlarından Yiğit Bulut, bu günkü yazısına Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) meselesini konu edinmiş.

NBŞ denilen şeyin ne denli zararlı olduğunu, zarardan da öte zehirden farksız olduğunu yazmış. Yazısını da şu şekilde bitirmiş:

“Son söz: ÇOCUKLARIMIZI NBŞ’DEN KORUYABİLİYOR MUYUZ? KORUYACAĞIZ! SESİME KULAK VERİN, BUNU TOPLUMSAL BİR AMAÇ HALİNE GETİRELİM VE BU ZEHİRİ YENELİM! Bu zehirin Türkiye’de kullanımını yaymaya çalışan bir yapılanma var, HEPSİNİ AÇIK EDECEĞİM, BANA YARDIM EDİN!

YAŞASIN SAĞLIKLI NESİLLER YETİŞTİREN, TAM BAĞIMSIZ, GÜÇLÜ, BÜYÜK TÜRKİYE…”

Bulut’un bu yardım isteyen çığlığı karşısında biz de tepkisiz kalamazdık.

Zira tam da ifâde ettiği gibi bu mesele Türkiye’nin bağımsızlığı ile doğrudan alâkalı.

Türkiye’ye NBŞ’yi sokmak ve kullanımını artırabilmek maksadıyla, Türk çiftçisinin ektiği şeker pancarını ekemesin diye kotalar konuldu. Zira bu NBŞ’yi üretenler yabancılar ve onların yerli işbirlikçileri. Böylece normal şeker kullanımı yerine daha ucuz diye NBŞ kullanımının yolu açıldı.

Hem de en çok bu iktidar zamanında.

Evet Sayın Bulut, şu Beştepe etrafına çöreklenmiş NBŞ lobisini deşifre edebilecek misiniz? AKP iktidarları boyunca geçmişten bu güne hangi partidaşlarınız bu ihanetin önünü açtı, kimler kaç milyon vurgun yaptı?

Meselâ, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakan olduğu dönemde, NBŞ üreten Cargill fabrikasının tapusunu, Buşt oğlu Buşt’un kendisine açtığı bir telefonda ettiği rica üzerine verdiğini yazabilecek misiniz?

Birinci sınıf tarım arazisi olan Bursa Karacabey Ovası’na tecavüz ederek kurulan bu fabrika, kurulduğu arazinin birinci sınıf tarım arazisi olması hasebiyle ruhsat alamazken, Buşt oğlu Buşt bir gün aldı eline telefonu ve aradı Başbakan Erdoğan’ı. Erdoğan’dan fabrikanın tecavüz ettiği arazinin nikâhlanmasını talep etti. Tecavüze uğrayan, tecavüzcüsüne verilecekti kısacası. Erdoğan, “Eyyy” demedi, “hay hay!” dedi ve TBMM’ne getirilen bir yasa ile işgâl edilen araziler tecavüzcülere tapulandı. Böylece Cargill ve benzerleri, Buşt oğlu Buşt’un bir ricası, Erdoğan’ın “hay hay!” demesi ve AKP’li vekillerin mecliste kaldırdığı parmaklarla işgâl ettikleri toprakları tapulamış oldular. Millî iradenin tecellisine (!) bir kez daha şahit olduk böylece.

Ülkemizdeki anti-emperyalist mücadelenin anahtarlarından biri de bu meseledir ve Sayın Bulut anahtarı eline almış bulunuyor. Bakalım Sayın Bulut bu anahtarı doğru bir şekilde kullanabilecek mi yoksa o anahtarı suya düşürüp, suyu da saçlarını yalayan ineğe mi içirtecek?

Kaynak: Adımlar dergisi

Yiğit Bulut: Bunları yazdım diye üstüme geliyorlar, bana yardım edin



Yiğit Bulut köşesinde “Defalarca yazdım, üstüme geliyorlar, yazmaya devam edeceğim…” dedi ve yardım istedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanlarından Yiğit Bulut, hükümete yakın Star gazetesindeki köşesinde “NBŞ lobisiyle” ilgili yazılarına devam ediyor.

Bulut bugünkü köşesinde “NBŞ... Şeker değil şekerimsi! Şekerimsi değil, bilim insanlarına göre ‘zehir’!” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Yazısının girişinde “Defalarca yazdım, üstüme geliyorlar, yazmaya devam edeceğim…” diyen Bulut şu ifadeleri kullandı:

Yiğit Bulut'un 'zehir' lobisi dediği NBŞ lobisini kim büyüttü?
“Sevgili dostlar, sizler de çok iyi hatırlıyorsunuz; Konuyu Türkiye’de 2008’den bugüne çalıştığım her ortamda defalarca gündeme getirdim ve getirmeye de devam edeceğim…

Peki neden bu kadar ısrarla üstünde duruyorum?

Yazdıklarım tekrar da olsa yazacağım !

Bir dedektif gibi...

Sakın konuyu atlamayın!

Sevgili dostlar, ilk defa konuyu gündeme getirip, korkunç gerçekleri araştırmalarım sonucu öğrenince, ‘ne paketli çikolata, ne şekerli içecekler ne de şekerlemeleri’ şahsen tüketemez duruma geldim... Yediğimiz, içtiğimiz bazı markalarda; ‘tat verenler’ şeker pancarı veya kamışından üretilen, ‘olması gereken’ değil, onun yerine çok daha ucuz olan ‘nişasta bazlı şekerimsiler! kullanılıyor!”

“BANA YARDIM EDİN”

Bulut yazısını şöyle bitirdi:
“Son söz: Çocuklarımızı NBŞ’den koruyabiliyor muyuz? Koruyacağız! Sesime kulak verin, bunu toplumsal bir amaç haline getirelim ve bu zehiri yenelim! Bu zehirin Türkiye’de kullanımını yaymaya çalışan bir yapılanma var. Hepsini açık edeceğim, bana yardım edin! Yaşasın sağlıklı nesiller yetiştiren, tam bağımsız, güçlü, büyük Türkiye…”

Patronlar Dünyası

Mustafa Kaymakçı: Siz sahiden bakkaldan aldığınızı ekmek mi sanıyorsunuz
22.01.2018

Bir Türk için ekmek kutsal değil miydi? Ekmeğe saygının kökeninde insanlara sağladığı yararlar yatıyordu...

Bir Türk için ekmek kutsal değil miydi? Ekmeğe saygının kökeninde insanlara sağladığı yararlar yatıyordu. Eskiden yere düşen ekmek öpülür, başa konurdu. Oktay Akbal, “Önce Ekmekleri Bozuldu” diye boşuna söylememiş. Dikkat ederseniz, bu yapıtını yazdığı yıllar, Türkiye’nin, 1948 yılındaki Marshall yardımı ile endüstriyel beyaz un ve beyaz ekmekle tanışması yıllara denk geliyor.

Özetle, ekmeğimiz de emperyalizmin yurdumuza girişiyle bozulmaya başlıyor. Kimileri, hala başını kumdan çıkarmıyor, amma gerçek bu.

Günümüzde de beslenme ve sağlık açısından en önemli besinimiz, her gün severek tükettiğimiz ekmek. Ancak ekmeğin birçok sorunları var. Konuyla yakından ilgilenen bir platform da var; www.gidahareketi.org.

Organizasyon hazırlamış olduğu bir raporla, tam buğday unundan yapılmış esmer ekmekle beyaz ekmek arasındaki farkı anlatarak kamuoyunun dikkatini çekiyor.

TAM BUĞDAY UNUNDAN YAPILMIŞ EKMEK NEDEN ÖNEMLİ?

Tam buğday unundan yapılmış ekmek neden önemli?

Türkiye’de insanlar, günlük enerjilerinin ortalama yüzde 44’ünü ekmekten alıyorlar. Tahıl tanesinin öz ve kepek kısımlarında B grubu vitaminleri, çinko, magnezyum, selenyum, krom gibi mineraller, fenol, fitat, saponinler gibi maddeler daha çok bulunuyor. Bunlar öğrenme ve kavrama işlevlerinin gelişimi sağlıyor. Aneminin ortaya çıkmasını engelliyor. Kimi doğum kusurları ve kalp hastalıkları ile kanseri önlüyor. Ayrıca bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemli katkılar getiriyor. Tam tahıl ekmeğinin posa içeriği de yüksek. Bu özelliği tokluk hissini artırıyor. Ayrıca posa, sindirim sistemi sağlığının korunmasında ve buna bağlı kolon kanser riskinin azaltılmasında da önemli. Esmer ekmeklerin, glisemik indeksi (kan şekerini yükseltme katsayısı) değeri beyaz ekmeğe oranla daha düşük. Bu, şeker hastalığını ortaya çıkışını engelliyor.

Kısaca şu şöylenebilir; tam buğday unundan yapılmış ekmekler, insanı birçok hastalıklardan koruyor, ya beyaz ekmek…

Beyaz ekmek, kanseri tetikliyor. Bir bilimsel çalışmada, undan ayrıştırılan buğday kabuğunda, tüketenleri kanser ve kalp dolaşım hastalıklarından koruyan “prony lysin” adlı aminoasidin varlığı saptanmıştır. Prony-lysin adlı aminoasit, kabuğu/kepeği ayrıştırılmış beyaz unda bulunmuyor.

Beyaz ekmek tüketimi, şeker hastalığının ortaya çıkmasında da birinci derecede etken.

Beyaz ekmek obeziteyi de ortaya çıkartıyor. Beyaz ekmeğe, beyazlatmak ve dayanıklılık süresini artırmak amacıyla üretim aşamasında çok yoğun biçimde katkı maddelerinin eklenmesi de sağlıkta önemli sorunları ortaya çıkartıyor.

Yazımı sonlarken ekmek tüketimi konusunda görüşümü de söylemek isterim. “Ekmek tüketmeyin, onun yerine çerez tüketin!” gibi önermeleri naif görüyorum.

Ancak hemen bir önerim var.

Neden evinizde ekmeğinizi pişirmiyorsunuz?

İzleyen yazıda ekmek konusunda neler yapılmalı konusunu anlatmaya çalışacağım.

Odatv.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Oca 23, 2018 10:13 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 20, 2017 11:17 pm    Mesaj konusu: 'UHT süt dediğiniz öyle bir süt ki...' Alıntıyla Cevap Gönder

Prof. Aydın: Eğer süt kampanyası sürerse morfinman bir nesil yetiştireceğiz
07 Mayıs 2012



Prof. Ahmet Aydın, okullarda dağıtılmaya başlanan kutu sütlerin etkilerini anlattı

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof. Ahmet Aydın, "UHT sütleri 135 derecede kaynatılmış, içinde tek bir faydalı bakteri kalmamış, dayanıklı beyaz eşya gibi bir süt! Bu sütleri 135 dereceye çıkartıyorlar. Bunun için de yüksek basınç kullanmaları gerekiyor. Yüksek basınç kullandığınız zaman o süt proteinleri de çok ciddi tahribata maruz kalıyor. Geriye biraz protein parçacıkları kalıyor ama onların da yapısı değişiyor. O nedenle en alerjik gıda süttür" dedi. Prof. Aydın, sütlerin morfin etkisi yarattığını belirterek, "Bu süte alışan çocuk bir daha kurtulamıyor, başka bir şey içmek, hatta yemek istemiyor" diye konuştu. UHT sütlerin zararlarından da bahseden Prof. Aydın, "Bunun bedeli ağır, zira çocuk ağrı hissetmiyor, ağlamıyor ama astım, tiroid, MS gibi hastalıklara çok daha kolay yakalanıyor. Dikkat bozukluğu ve hiperaktivitenin müsebbibi de büyük oranda bu sütler! Eğer kutu süt kampanyası sürerse, morfinman bir nesil yetiştireceğiz!” dedi.

Mine Şenocaklı'nın Vatan gazetesinde "Kutu süt çocuklarda morfin etkisi yapıyor" başlığıyla yayımlanan (7 Mayıs 2012) Prof. Ahmet Aydın söyleşisi şöyle:

Kutu süt çocuklarda morfin etkisi yapıyor
“135 derecede kaynatılmış, içinde tek bir faydalı bakteri kalmamış, dayanıklı beyaz eşya gibi bir süt!” UHT sütü böyle tarif ediyor Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof. Ahmet Aydın... Bu süte alışan çocuk bir daha kurtulamıyor, başka bir şey içmek, hatta yemek istemiyor. “Morfin gibi” diyor Aydın, sadece bağımlılık açısından değil, ağrı kesici etkisi sebebiyle de... “Bu çocuklar yere düştü mü, ‘uf oldu’ deyip kalkıyor ayağa, oyuna devam ediyor. Normal bir çocuk ise feryat figan ağlıyor. Ama bunun bedeli ağır, zira çocuk ağrı hissetmiyor, ağlamıyor ama astım, tiroid, MS gibi hastalıklara çok daha kolay yakalanıyor. Dikkat bozukluğu ve hiperaktivitenin müsebbibi de büyük oranda bu sütler! Eğer kutu süt kampanyası sürerse, morfinman bir nesil yetiştireceğiz!”

O kullarda bedava süt dağıtılacağı gündeme geldiğinde aklıma ilk düşen altı ay önce yaptığım bir söyleşi olmuştu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof. Ahmet Aydın’la kolesterol ilaçlarıyla ilgili konuşurken, söz dönüp dolaşıp süte gelmişti. “Çocuklarınıza süt içirmeyin! Ben anne sütü dışında çocuklara süt içirilmesini doğru bulmuyorum. En doğrusu ek gıdalara başlar başlamaz, kendi yaptığınız yoğurdu, kefiri verin, ama sütü süt olarak içirmeyin. Sadece kutu sütleri değil, günlük sütleri de... Çünkü süt en alerjik gıdadır, çocukta başta astım olmak üzere, pek çok alerjik ve kronik hastalığa sebep olabilir!” demiş, doğru bildiklerimi bir anda altüst etmişti.

Kutu süte karşı olduğunu biliyordum, ama günlük süt için böyle bir açıklama fazlasıyla şaşırtıcıydı. Nitekim bu sözleri günlerce tartışıldı hem gazetelerde hem de televizyonlarda...

Ve geçtiğimiz hafta herkesin merakla beklediği okul sütü projesi hayata geçti. 7 milyon 200 bin adet 200 mililitrelik süt dağıtıldı, çocuklar lıkır lıkır içti. Ve olan oldu! İlk günden bin 193 çocuk hastanelik oldu. Diyarbakır’da başlayan vakalar, Sivas, Edirne, İstanbul, Adana, Konya, Trabzon, Samsun ve Antalya’ya uzandı. Herkes önce bayat sütten şüphelendi, ama Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, bu haberler üzerine, “Sütler bayat değil, kampanya devam edecek” diye açıklama yaptı.

İzmir’de neden 7 yıldır sorun olmuyor?

Kampanya devam etti, çocuklar ikinci gün de içti sütlerini... Sonuç yine değişmedi! Bu kez, laktoz, yani süt şekerine karşı Türk milletinde genetik bir tahammülsüzlük (entolerans) olduğu ileri sürüldü. “Laktoz entoleransı düşük bir ırk olduğumuzdan bu vakaların olması doğal” dendi. Oysa Türk ırkının yüzde 50-70’inde rastlanan bir durumdu bu, ama sadece belli bölgelerde, belli okullarda karşılaşılmıştı bu vakalarla. Sorun laktoz entoleransından kaynaklanıyor olsa, tüm yurtta görülmesi gerekirdi. Dolayısıyla bu yaklaşım da vakaları açıklamaya yetmedi. Bu kez zehirlenme olasılığı geldi gündeme... Henüz araştırılıyor, sütler analiz ediliyor, sonucu hep birlikte göreceğiz...

İyi de İzmir’de büyükşehir belediyesi 7 yıldır çocuklara günlük süt dağıtıyor ve bildiğimiz kadarıyla böylesi tek bir vakaya rastlanmadı. İşin ilginci bu günlük sütü, devletin dağıttığı UHT sütten daha ucuza alabiliyor belediye. UHT sütün 200 mililitresi 53 kuruşa geliyor, günlük süt ise 35 kuruş... Kafam iyice karıştı... Olanı biteni kiminle konuşacağımı biliyordum aslında, ama Prof. Ahmet Aydın ‘süt karşıtı’ diye bilindiği için, bir başka uzmana gideyim dedim. Çok güvendiğim birkaç profesöre danıştım, hepsi yine tek bir isim söyledi; “Prof. Ahmet Aydın!”

Ömrü artıyor ama süt de süt olmaktan çıkıyor...

Aydın, “Ben demiştim” demedi, doğrudan dağıtılan sütün mahiyetine işaret etti; “UHT süt dediğiniz öyle bir süt ki, ekşimiyor, aylarca saklanabiliyor. Bu yüzden de kolay kolay zehirlemez, zira bozulmaz. Çünkü 135 derece sıcaklıkta, basınç altında kaynatıldığından içinde ne faydalı ne faydasız tek bir mikrop kalmıyor. Amaç sütün ekşimesini engellemek ve raf ömrünü artırmak. Ömrü artıyor ama süt de süt olmaktan çıkıyor. UHT süt üreticileri, ‘Biz bu işlemi zararlı mikropları öldürmek için yapıyoruz’ diyorlar. Sanki ateşin aklı var; faydalı ve zararlıyı ayıracak! Aslında onlar sütleri dayanıklı beyaz eşya haline getiriyorlar!”

UHT sütlerin sağlığa faydası yok, ama iş bununla kalsa iyi! Aydın şöyle diyor; “UHT süt, vücuttaki faydalı mikropları, yani probiyotikleri yok ediyor. Bunun karşılığı ise hastalıktır. Faydalı mikroplar bağırsaklarımızda bir tabaka oluşturur ve her türlü zehirli maddenin kana geçişini engeller. Bu düzeni bozarsanız, bağırsaklarınız elek gibi açılır, geçmemesi gereken tüm maddeler de kana geçer.”

Yani UHT sütle beslenen bir çocukta zararlı mikroplara direnç düşüyor. Bunun yanı sıra yeterince sindirilmeden kana karışan maddeler vücudun dengesini bozuyor. Bu maddeleri düşman sanan vücut, saldırıya geçiyor. Denge iyice altüst oluyor. Sonuç, astım, tiroid, Tip 1 diyabet ve MS... Her biri birbirinden ciddi hastalıklar!

Bitmedi, daha şaşırtıcı ve ürkütücü bir bilgi daha size... UHT süt, bağımılılık yapabiliyor! Etkisi biraz daha düşük çaplı olsa da aynen morfin etkisi! “Çocuk bir bardakla başlıyor ama öyle alışıyor ki süte, başka bir şey tüketmek istemiyor. Bu çocuklar yere düşse de, canları acımaz, ‘uf’ der kalkar. Oysa normal yaşıtları ortalığı birbirine katar! Çünkü ağrı hissetmezler. Zira UHT süt sebebiyle proteinler sindirilmeden kana geçiyor, bu da çocuklarda morfin etkisine sebep oluyor! Kronik bir morfin zehirlenmesi gibi düşünebilirsiniz. Bu olay çocukların davranışlarını da çok etkiliyor, algılama ve konuşma bozukluklarına neden olabiliyor” diyor Aydın...

Bu vakalar enfeksiyon!

Paketleme sisteminde bu sütlere mikrop bulaşmış olabilir. Çünkü 7 milyon kutu süt yapıyorsunuz, çok hızlı bir şekilde yapıyorsunuz ve bir de bu işi ihaleye çıkarıp, en ucuz fiyat verene veriyorsunuz. Bu yüzden bu olay enfeksiyon olarak kokuyor. Yoksa 200 ml sütle bu kadar çocuk hastaneye düşmez. Sadece biraz gaz sancısı olur, olsa olsa çocuk biraz yellenir, biraz ‘karnım ağrıdı’ der. Olay geçer!

Hocam, geçen söyleşimizde “Çocuğunuza süt içirmeyin” demiştiniz, ortalık karışmıştı. Peki okul sütü projesine ne diyorsunuz?

Bu proje, 7 milyon çocuğun üzerinde yapılan bir deney gibi oldu. İlk olay olduğunda bir yığın televizyoncu, “Ne diyorsunuz?” diye sordu. Dedim ki, önce bir olayı anlamak, sonra konuşmak lazım. Ama daha sütler analiz edilmeden ve çocuklar muayene edilmeden bir yığın ulema çıkıp bunun “laktoz entoleransı” olduğunu söyledi. Bunlar arasında bir yığın hekim olmayan öğretim üyeleri de var. Kimi de, “Laktoz entoleransı sadece erişkin yaşta olur” dedi. Halbuki adı ‘erişkin tipi laktaz yetersizliğidir’, ama laktoz entoleransı bizim gibi toplumlarda iki yaşından sonra ortaya çıkmaya başlar.

Niye iki yaşından sonra ortaya çıkar?

Çünkü insanoğlu, 10 bin yıl öncesine kadar annesinin sütünün dışında süt içmemiştir. Süt onun için yenidir. 10 bin yıl önce de her toplulukta değil, ilk evvela tarım devrimiyle Anadolu’da başlamıştır süt tüketimi. Daha sonra yaygınlaşmıştır. Orta Asya’da müthiş bir süt tüketimi vardır. Ama sütü, süt olarak içmezler, ekşiterek kullanırlar. Kafkasya’ya gidin, hep kefir ve yoğurt olarak tüketirler sütü. Kimse öyle sağıp da doğrudan içmez. Kendi çocukluğunuzu düşünün, anneniz size süt mü içiriyordu?

Hayır ama her gün evimize yoğurtçudan yoğurt alınırdı. Ya da annem süt alır kendi mayalardı...

Eskiler hep böyle yapardı. Mesela diyorlar ki, Türkiye kişi başına en az süt içilen ülkelerden biri. Doğru, ama dünyada en çok yoğurt tüketen ülke de Türkiye. Niye acaba? Şimdi Amerika ve Avrupa’daki süt tüketimiyle bizdeki kıyaslanmaya çalışılıyor. Oysa Amerika ve Avrupalılar’da bu erişkin tipi laktaz yetersizliği çok azdır. Bizdeki oran yüzde 50-70’ler civarındaysa, Orta Asya’da ya da Afrika’da yüzde 100’se, Avrupa ve Amerika’da yüzde 10-20 civarındadır.

Laktoz entoleransı tam olarak nedir?

Yeni doğan bebeklerde, süt şekerini, yani laktozu parçalayan laktaz enzimi en yüksek seviyededir. Çünkü anne sütünün içindeki temel şeker odur. Ama daha sonra azalır. Çünkü dediğim gibi atalarımız başka bir hayvanın sütünü kullanmazmış. Mesele bu! Yalnız sütün şöyle bir özelliği var; süt çiğ olarak alındığında laktoz entoleransı, yani laktoza hassas olma diye bir şey olmaz. Mesela Afrika’da, Arabistan’da birçok toplulukta deve sütünü hemen sağıp içerler. Onlarda bu yönden bir şey olmaz. Çünkü siz onu ısıl bir işleme tabi tutmadığınız sürece çiğ sütün içinde o laktazı parçalayacak laktoz enzimi tahrip olmaz. Yine çeşitli proteinleri sindirecek enzimler de vardır. Ama siz onu ısıl işleme tabi tuttuğunuz zaman yok ediyorsunuz.

Prof. Ahmet Rasim Küçükusta, “Kutu sütler ölü sütler” demişti...

Evde alıp kaynattığınızda da süt ölüyor. Çünkü ekşimeyi ve sütün kesilmesini engelliyorsunuz o sırada. UHT’de ise bunun daniskası yapılıyor. Çünkü normal şartlarda evde 135 derece sıcaklığa ulaşamazsınız. En fazla bir sıvıyı bir atmosfer basınçta 100 dereceye kadar kaynatabilirsiniz. Daha fazlası olmaz. UHT ile bu sütleri 135 dereceye çıkartıyorlar. Bunun için de yüksek basınç kullanmaları gerekiyor. Yüksek basınç kullandığınız zaman o süt proteinleri de çok ciddi tahribata maruz kalıyor. Bütün enzimler de ölüyor, ama böylece sütün ekşimesi engellenmiş oluyor.

Geriye ne kalıyor?

Geriye biraz protein parçacıkları kalıyor ama onların da yapısı değişiyor. O nedenle en alerjik gıda süttür. Açık ara! Son yıllarda ise muazzam bir artış göstermiştir. Diyelim ki Türkiye’de 20 yıl önce bir alerji varsa, şimdi bu 10 olmuştur.

10 katı artmasının sebebi ne?

Bu UHT dediğimiz kutu sütlerin ve pastörize sütlerin daha fazla kullanılması! Ama siz sütü mayaladığınız zaman o tahrip edilen enzimlerin önemli miktarı geri geliyor, bu arada sütün içindeki laktoz miktarı da düşüyor. Çünkü mayalanmayla o faydalı mikroplar geri geliyor ve sütün içindeki süt şekerini parçalayan laktaz denilen enzimi üretiyorlar. Öyle olduğu için, çıkıp da erişkin bir insan olarak siz “Yarım kilo süt içeyim” derseniz genelde karın ağrısı yapar, ama bir oturuşta 1 bir kilo bile yoğurt yiyebilirsiniz, bir şey olmaz. Laktoz entoleransı işte odur.

Aynı tip sütü verdiğiniz sürece bu olaylar olacaktır
Peki sizce öğrenciler niye hastanelik oldu?

Bazı veliler, “Bizim çocuğumuz zaten süt içerdi ama şimdiye kadar hiçbir şey olmamıştı” diyor. Bu yüzden bizim bu vakaların çok yüksek oranda enfeksiyon olduğunu kabul etmemiz lazım.

O zaman problem çocuklarda değil, sütte?

Tabii!

İyi ama UHT sütlerde mikrop olmuyor dediniz. Öyleyse miadı dolmuş olabilir mi bu sütlerin?

Bu sütlerde miadı dolmuş diye bir şey de yok. Dr. Yavuz Dizdar’ın dediği gibi, bu sütler dayanıklı beyaz eşya gibi! İçlerindeki faydalı mikroplar, prebiyotikler ölüyor. Bu prebiyotiklerin birinci görevi sindirimi sağlamak, ikincisi ise bağırsaklarımıza gelen zararlı maddeleri elimine edip, aşağıdan atılmasını sağlamak. Böylece bağışıklığınızı güçlendiriyorlar. Bu probiyotikler olmadığında bütün bunlardan mahrum kalıyorsunuz. Artı bir de o süt proteinlerinin tahrip olması, parçalanması nedeniyle, bağırsak da her maddeyi geçirmezken, geçirir hale geliyor ve süt proteinleri kana geçiyor. Kana geçtiği zaman vücut bunları düşman geldi diye tahrip etmeye çalışıyor. Tahrip ederken en basiti alerjiler oluyor. Döküntüler, kurdeşenler gibi... Ama o işin sadece küçük bir boyutu. Daha büyük boyutu, otoimmün dediğimiz çok sayıda, triod, astım, Multiple Skleroz gibi hastalıklara yol açıyor. Çünkü vücut o proteinleri zararlı diye tahrip ederken kendisini de tahrip ediyor. Bir de, artık dikkat dağınıklığı ve otistik çocuk vakaları çok geliyor. Binlerce çocuk baktığım için biliyorum, bunlarda da çok ciddi süt bağımlılığı var.

Nasıl?

Aslında birçok çocukta vardır süt bağımlılığı. Sütten bir türlü ayrılmak istemez çocuklar. Bu çocuklara baktığımız zaman ağrı hislerinin de çok yoğun olmadığını görürüz. Yani düşer, bir yerini vurur, başka çocuklar bas bas bağırırken, bu çocuklar ‘uf’ der, kalkar gider. Niye? Çünkü, kazein dediğimiz süt proteini iyi parçalanmadan kana geçince morfin gibi etki yapıyor. Bu da çocuğun algılamasını çok değiştiriyor. İşte UHT sütlerin en hafifinden başlayarak yaptığı etkiler bunlar; dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, daha da ilerisi otizm. Gıda alerji testi yaptırırsanız bunları çoğu zaman tespit ediyorsunuz. Sütü diyetten çıkarttığınızda da çocukta ağrı hissinin geri geldiğini, algılamanın ve konsantrasyonun daha iyi olduğunu, hiperaktivitenin de azaldığını görüyorsunuz.

Süt UHT olduğu zaman mı bunları yapıyor?

Tabii. Şunu da söyleyeyim, artık günlük süt kalmadı. Utanmadan günlük süt diyorlar. Bakıyorsunuz, 5 günlük miadı var.

Peki hocam bu vakalar laktoz entoleransı değil dediniz. Laktoz entoleransında ne tür belirtiler oluyor?

Laktoz entoleransında o süt şekerinin sindirimi son derece zor oluyor. Bunun için de etkileri çocukta ya da erişkinde aşırı gaz, karın ağrısı, yellenme, pis koku şeklinde çıkar. Nadiren, çok fazla alınıyorsa ishal de olunur ama insanlar artık daha fazlasını almazlar, o sütten rahatsız oldukları için... Onun için böyle bir tablonun birdenbire salgın olarak sadece belli bölgelerde, belli okullarda olması ve ishal olması bunun laktoz entoleransı olmadığını gösteriyor. Elbette o öğrenciler içinde bir grup, laktoz entoleransı sebebiyle de rahatsızlanmış olabilir ya da diğer çocuklara bakıp psikolojik olarak da etkilenmiş olan çocuklar da vardır ama bunları ön plana çıkartmak hiç de doğru değil. Bu vakaları ancak enfeksiyonla açıklayabilirsiniz.

Yani kutu sütler bozuk mu?

Evet bozuk ya da paketlenirken mikrop bulaşmış.

O kadar UHT işlemine rağmen?

Yanlış anlaşılmasın, UHT sütte mikrop olmaz. Ama paketleme sisteminde mikrop bulaşmış olabilir. Çünkü 7 milyon tane kutu süt yapıyorsunuz. Çok hızlı bir şekilde yapıyorsunuz ve bir de bu işi ihaleye çıkarıp, en ucuz fiyat verene veriyorsunuz... Bu yüzden de bu olay enfeksiyon olarak kokuyor. Yoksa 200 ml sütle bu kadar çocuk hastaneye düşmez. Sadece gaz sancısı olur... Olsa olsa çocuk biraz yellenir, biraz “karnım ağrıdı” der. Bu büyüklükte bir hastane olayı olmaz.

Bu da gösteriyor ki enfeksiyon kaptılar?

Çok muhtemelen enfeksiyon. Bir de besin zehirlenmesi bu şekilde ishal tarzında çıkar. Tabii mühim olan aynı tip sütü siz verdiğiniz zaman bu olaylar devam edecek demektir. Bunun tedbiri alınmalıdır.

T24
ETİKETLER
ahmet aydın süt uht çocuk sağlık hastalık alerji intolerans
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TIBBÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com