EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Ordu ve Politika
Sayfaya git 1, 2  Sonraki
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Tem 11, 2007 5:06 am    Mesaj konusu: Ordu ve Politika Alıntıyla Cevap Gönder

Zorla Şarap İçirilen Bir Kuvvet Komutanı

Murad Salih

Önce biraz tarih:

[ Osmanlıların kök ağacı olan KAYI’nın manası muhkem, kuvvet ve kudret sahibi demektir. Bozokların Ayhan kolunun ongunu kartal, Yıldızhan kolunun ongunu tavşandır.
Bugün Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı TSK’nin Osmanlı ordusunun bir devamı olduğu girişindeki kartal arması ve tasvîrî kartal heykelinden bellidir. AB yıldızlarının arasında yer almayı düşünen bozoklar, TSK’nın ongununu tavşan olarak tayin edebilir. Kartal, yırtıcılığın; tavşan ise korkaklığın remzidir. (..)
Kayı aşireti miladî 9. asırdan sonra Ceyhun’u geçerek Horasan’a, oradan Azerbaycan ve Ahlat’a, Hasankeyf ve Harput derken bir kısmı I. Alaüddin Keykubad (1219-1236) zamanında Ankara’nın batısındaki Karacadağ bölgesine yerleşmişlerdir. Söğüt ve Domaniç bölgesine iskan edilen Kayılar 400 çadır halkı olup 13. yüzyılın ikinci yarısında reisleri Gündüz Alp’in oğlu Ertuğrul Bey’dir (1188-1281). III. Gıyaseddin Keyhüsrev (1264-1283) Cimri vakasından sonra hududa geldiği zaman Kayı aşiretinin beyi olan Ertuğrul Gazi, sultanın hizmetine girip, kendisini selamlayarak hediyelerini takdim etmiştir. Selçuklu sultanı da mülk olarak Söğüt’ü Ertuğrul Bey’e vermiştir(1279). Ertuğrul Gazi’nin 90 yaşını geçmiş olduğu halde 1281 yılında Söğüt’te vefat etmesi üzerine (..) Kayı aşireti son demlerinde zaten babasına vekalet eden Osman Bey’i intihap etti. Moğol hükümdarı Hülagu’nun Bağdat’ı istila etmesinden iki yıl sonra 1258’de Söğüt’te dünyaya gelen Osman Bey’le birlikte 1299 yılında da Osmanlı Devleti doğmuştur.

Osman Gazi aşiret beyi olduğunda 23 yaşında idi. (..)

Osman Gazi, İslam dünyasının övgüsünü kazanmış bir hakandır. Zira ila-yı kelimetullahı tüm cihana yayma ve hakim kılma anlamına gelen kızıl elmayı tahta, kılıcı ile diken Osman Gazi’nin kurduğu Osmanlı Devleti’nin armasındaki güneş halifeliği, ay padişahlığı, silahlar devletin gücünü, çiçekler sevgi ve muhabbeti, terazi adaleti, kitap hukuku ve Allah’ın kanunlarına bağlılığı, en alttaki şekiller, başarılı kimselere verilen devlet nişanlarını temsil ve ifade eder. En üstteki yuvarlak içindeki tuğra devrin padişahının tuğrasıdır. Ay içindeki yazının anlamı ise Osmanlı Devletinin padişahları Allah Teala’nın tevfikine dayanırlar anlamındadır.

Genelkurmay’ın Çakmak salonundaki sancak da Osmanlı’dan devralınan manevî emanetlerin sembolüdür.
(..)
“Osmanlı Devleti neden altı buçuk asır yaşamıştır?” sorusunun cevabı gayet açık ve nettir. Allah kendi dininin yücelmesine, bütün cihana yayılıp hakim kılınmasına yardım edene sebepler halk ederek yardım etmiştir. Allahu Teala’nın yardım eli, Osmanlı’nın kılıcının kabzasını kavrayan eli üzerinde olmuştur. Onlar Allah’ı sevmiş, Allah da onları sevmiş ve göktekilere ve yerdekilere de sevdirmiştir… O kadar…

Osmanlı Söğüt’te doğmuş ama uzun ömürlü bir cihan devleti olması hep ulu bir çınara teşbih edilmiştir. Neden? Çünkü babası Ertuğrul Gazi hayatı boyunca hocası ve mürşidi Şeyh Edebali hazretlerini kendine rehber edinmişti. Onun manevî terbiyesiyle kemâl sahibi bir aşiret reisi olmuştur. (..) Osman Gazi’de sık sık Edebali hazretlerini ziyaret ediyor, duasını alıyordu.

Şeyh Edebali’nin evinde misafir kaldığı bir gece Osman Bey ruhuna sükunet veren, nefsinin çırpınışlarını dindiren sohbetin huzuru içinde heyecan dolu anlar yaşamıştı. Kendisine yatması için gösterilen odanın duvarında asılı bir Kur'an-ı Kerim olduğu için ayağını uzatmayıp kıvrılarak oturduğu yerde tatlı bir uykuya dalmıştı. Rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden çıkan ve giderek hilal şeklini alan ayın bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebali arasında çıkan bir fidanın giderek ÇINAR haline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıtaya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını görmüştü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezan-ı Muhammedî okunuyor, bülbüller Kur'an tilavet ediyordu. Semanın görülen her yeri gülşen olmuştu. Osman Bey rüyasında bu güzel manzaraları büyük bir hayranlıkla seyrederken aniden bir ceylanın ortaya çıktığını görmüş, batıya doğru kaçmaya çalışan ceylana ok atmak üzere nişan alırken uyanmıştı.

Abdest alarak müsaade isteyerek Şeyh Edebali’nin huzuruna girdi. Rüyasını anlatmaya başladı.(..) Osman Bey susunca Şeyh rüyayı yorumlamaya başladı: “Oğlum! Gaibi ancak Allah bilir. Lakin bu gördüğün rüyada dolu dolu hayır vardır. Cenab-ı Hak sana ve soyuna saltanat nasip edecektir. Dünya oğullarının himayesine girecektir. Benim zürriyetimden biz kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de batıya doğru genişleyecektir. “

Ertuğrul Gazi, oğlu Osman Gazi’ye şöyle vasiyet etmişti:

“Bak oğul… Beni kır (ama) Şeyh Edebali’yi kırma. O bizim boynumuzun ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel ama O’na karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür incinirim. O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur. Baksa da görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say.”

İşte Osmanlı Devleti’ni cihan devleti yapan ruh budur.

(..)Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu, ilk Osmanlı kadısı, müftü ve mutasavvıfı, Horasan erlerinden İlyas Baba’nın müridi, Mevlid-i Şerif’in müellifi Süleyman Çelebi’nin dedesi, Nevşehirli Hacı Bektaş-ı Veli ile Kırşehirli Ahi Evren’in muasırı, ahi teşkilatının dönem reisi Osman Gazi ve bacanağı Dursun Fakih’in kayınpederi, (..) Bilecik’te dar-ı bekaya irtihal etmeden nasıl nasihat ediyor damadı Osman Bey’e:

“Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezânında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın. Ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgarlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yene. Daima sabırlı, sebatlı, iradene sahip olasın. Dünyâ, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazîlet ve adâletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyâda inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir. Şu üç kişiye; yâni câhiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!.. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücâdeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervâsız, kahraman, gözü pek) derler.

Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana... Güceniklik bize, gönül almak sana... Suçlamak bize, katlanmak sana... Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana... Ey Oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki, devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır ve çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun.” ](1)


Özet olarak ancak bu kadar anlatılabilecek bir cihan imparatorluğunun, 3 kıta 7 iklime hak, hukuk, adalet ve hürriyet götürmek için can veren kan döken ordusunun devamı ve varisi olduğunu GKB binasının girişindeki kartal arması ve tasvîrî kartal heykeli ile aynı binanın Çakmak salonunda muhafaza edilen sancak’tan da anlayabildiğimiz TSK’nın en üst 5 komutanı arasında geçen şu tüyler ürpertici hadiseye bakalım:

[ 2000 yılında Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonrası dönemim Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ın evinde Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıyla bir araya geldiklerini ve bu yemekli toplantıda Kıvrıkoğlu'nun Özkök'e zorla içki içtirttiğini söyleyen Erdil olayı şöyle anlattı: “ 2000 veya 2001 olabilir. Kıvrıkoğlu Paşa, Genelkurmay Başkanı’ydı. Her Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra bir kuvvet komutanının evinde toplanıp akşam yemeği yeriz. Bir toplantı sonrası yine Cumhurbaşkanlığı Köşkü içinde yapılan komutanlık evlerinden birinde yemek yedik. Masada Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı Hilmi Özkök, Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil, Hava Kuvvetleri Komutanı Ergin Celasun var. Masaya şarap servisi yapıldı. Herkesin önündeki kadehte kırmızı içecekler duruyor. Bir ara galiba Aytaç Paşa, Hilmi Özkök’e seslenerek, ’O Hilmi, ne güzel, sen de şarap içiyorsun’ dedi. O da, ’Evet biz de heyete uyduk içiyoruz’ cevabını verdi. Erdil bu noktada dönemin genel Kurmay Başkanı Kıvrıkoğlu'nun söze girerek, "Nereden şarap içiyormuş. Önündeki şarap değil, kola." şeklinde çıkıştığını ve Kıvrıkoğlu'nun kimsenin tepki vermesine izin vermeden hizmet yapan garsona dönüyor ve "Oğlum şuradan şarap getir. Hilmi de doğru dürüst bir içki içsin" diyor.] (2)

Arkasında dev gibi bir tarihi miras/tecrübe/birikim bulunan bir ordunun en üst beş komutanı arasında geçen bu utanç verici hadise, o ordunun dününe, bugününe ve yarınına yakışıyor diyebilir misiniz?

Bir GKB insanlıktan, ahlâktan,haktan, hukuktan ve nezaketten bu kadar uzak, bu kadar saygısız, bu kadar kaba, bu kadar görgüsüz bir davranışı, kendisinden sonra o makama oturacak olan yaşlı bir komutana nasıl reva görebilir?

Hadi o yaptı bir ayılık...

O yemekte bulunan diğer üç komutan, kendilerinden daha kıdemli olan bir mevkidaş ve meslekdaşlarına reva görülen bu insanlık dışı muamele karşısında nasıl suskun kalabilir veya bu alçakça hakarete iştirak edebilir?

Hadi, onlar da tencere-kapak ilişkisi gibi bir ilişki içinde bu kabalık/seviyesizlik/terbiyesizlikten hoşnut oldular...

Ya bu hakarete doğrudan maruz kalan komutan, kendisine yapılan bu hakarete o anda, eliyle-diliyle ve misliyle mukabel etmek yerine, kendine uzatılan şarap bardağını gıkını bile çıkarmadan lıkır lıkır nasıl içer?

İnsanlık, askerlik, dostluk, arkadaşlık, şeref, haysiyet, bu çirkin tablonun neresindedir?

Biz de burada arpacı kumrusu gibi “ulan dünyanın en büyük ordularından biri, Süleymaniye’de kafasına geçirilen ABD çuvalını niye çıkaramadı” diye düşünüp duruyorduk...

Şimdi anladık...

Astı olan bir kuvvet komutanına zorla şarap içirmeyi marifet zanneden GKB ile buna yardım ve yataklık eden HKK, DZKK, JGK ve -getirilen şarap bardağını getirtenin kafasına fırlatrmaktan bile aciz- KKK gibileriyle bu işin oluru mümkün mü kardeşim?...

Yukarıda özetlediğimiz şanlı tarih-büyük miras nerede?

Bu çapsız cüceler nerede?..

Galiba düğümün çözümü şu iki soruya bağlı:

Biz o halden bu hale nasıl düştük?... (Bu soru bizi doğru bir tarih muhasebesi yapmaya mecbur eder...)

Ve...

Düştüğümüz bu uçurumun dibinden nasıl çıkacağız?.. (Bu soru da bizi doğru bir hal muhasebesi/durum değerlendirmesi-çözümlemesi ve harekât planı yapmamamız gerektiğini ihtar eder...)

“Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol”

Dipnotlar:
1-) A.Hamit ÖZYAYLA, Söğütte 400 Çadır, İlkadım Dergisi.
2-) Ertuğrul Özkök, O içtiğin şarap değil Hilmi, 20 Aralık 2008, Hürriyet

Kaynak: Baran Dergisi
http://www.barandergisi.com/

Ali ÇAKIROĞLU
Başkan Obama, Paşa & Cami

Her ibadethanenin kendine göre bazı kuralları vardır ve buralara gelenlerin bu kurallara uymaları beklenir.

Sultanahmet Camiine girerken ayakkabılarını çıkartan Başkan Obama bir insana ve bir devlet adamına yakışanı yapmıştır.

Başkan Obama camiye girerken terlik de giyebilirdi, ayakkabılarına galoş da geçirebilirdi.

Ama o en güzel olanını yaptı, tıpkı bir Müslüman gibi eğilerek ayakkabılarını çıkarttı.

Hiçbir şey kaybetmedi….çok şey kazandı.

Sadece Türk halkının değil tüm İslam âleminin sempatisini de kazandı.

Ne dinden çıktı Başkan Obama ne de imandan. Ne Hıristiyanlık zarar gördü ne de “laiklik”!

Cami ziyaret etmek ve ayakkabı çıkarmak bir kimsenin ne “dinini” zedeler ne de “laikliğini”.

***

Camiye ayakkabı ile girmek denilince 1993–94 yıllarında Burdur Topçu Tugayında askerliğini yapan birisinin anlattığı bir olayı hatırlarım hep.

Askerler, Tugay komutanı olan Tuğgeneralin ayağındaki botları çıkarmadan caminin içine girerek dolaştığını görmüşlerdir.

Tugayın içindeki cami, elbette ki askeri bir mekândır ve komutanın denetimindedir. Ama her şeyden önce bu mekân bir camidir, bir ibadethanedir.

Herhangi bir nedenle bu camiye giren komutan botlarını çıkartmak zahmetinde bulunmaz.

Öyle ya laik bir ordunun komutanı kendi bağrından çıktığın milletini ibadethanesi olan bir camiye girerken oraya saygı anlamına gelecek olan ayakkabı çıkartamaz.

Bu olay, o tarihlerde tugayda kısa dönem askerlik yapan, çoğu eğitimli olan, askerler arasında duyulur ve yayılır.

***

Postal ile camilere dalmak bu millete vatanın düşman askeri tarafından işgalini çağrıştırır hep.

İstiklal şairimiz Mehmet Akif “Değmesin mabedime namahrem eli” derken mabedi namus ile özdeşleştirir.

Hiç kimse bu tür duyarsız davranışlar sergileyerek bu milleti kendi ordusundan soğutmaya hakkı yoktur.

Ve hiç kimse bu tür olayları unutmayarak yazan-çizen ve gündeme getirenleri de orduyu yıpratmak gibi modası geçmiş bir suçlamayla itham etmeye hakkı da yoktur.

Orduyu da, devleti de yıpratanlar milletin inanç ve ibadethanesine saygı göstermeyenlerdir.

***

Yaşayanın bir türlü unutamadığı bir diğer olay da, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ertesi günü bir otobüs terminalinin mescidinden çıkan 18–19 yaşlarındaki bir gencin başına gelenlerdir.

Bir astsubay yanındaki iki er ile beraber bu gence yaklaşarak sanki bir cani yakalamış gibi silah doğrulturlar.

Olayı anlatan kişi, “Etrafta yüzlerce insan varken benim mescitten çıktığımı gören ast-subayın hızla üzerime gelerek bana silah doğrultması ve kimlik sorup askerlerin üstümü araması bana çok dokunmuştu” diyor.

O askerler bana kendi askerim gibi gelmemişti hiç diyor.

***

Evet, bazı TSK mensupları başkalarını orduyu yıpratmakla suçlamayı bir kenara bırakıp kendi halkı ile tanışıp barışması gerekir.

TSK üst düzey yönetimi kendi halkının inandıklarına inanmasalar bile saygılı olmak zorundadırlar.

Türk milletinin anlamakta zorlandığı son olay ise Türkiye Büyük Millet Meclisini boykot eden TSK üst düzey yönetimin ABD Başkanı Obama’nın konuşmasını dinlemek için tam kadro meclise gelmesidir.

Türk halkının özgür iradesi ile seçtiği, Cumhurbaşkanının, Başbakanının ve Türk Milletinin iradesinin temsil edildiği kurum olan TBMM’nin, ABD Başkanı Obama kadar hatırı yok mudur?

15–20 tane DTP partisi milletvekilini boykot etme bahanesi ile TBMM karşı tavır alanların geri kalan % 95 karşı saygısızlık yapmış olmuyor mu?

TBMM herhangi bir partinin değil Türk milletinin meclisidir.

Paşalar! Bu yaptığınızın hiçbir kitapta yeri de yok… izahı da!.

Siz kendi kafanıza göre her yaptığınıza bir anlam ve hikmet yükleyebilirsiniz.

Her şeyi sadece kendi küçük dünyanızda düşündüğünüz şeyler ile açıklayamazsınız.

O mescitte alnını secdeye koyan askerin bir Tuğgeneralin botu ile bu camiye girdiğini gördüğünde ne düşündüğü de önemli…

Mescitten çıkarken askerlerin kendisine silah doğrulttuğunu gören gencin ne düşündüğü de önemli….

TSK üst düzey yönetimi, kendi seçtiği Meclisi boykot ederken, Amerikan halkının seçtiği bir devlet başkanının paşa paşa dinleyenleri gören Türk halkının ne düşündüğü de önemli…

***

Hiç kimsenin, Türk halkının devletine ve ordusuna olan sevgisini tepe-tepe kullanma hakkı yoktur.

Bu tür davranışlar halkın sevgisini azaltır ve gün gelir sevgi de biter, saygı da.

Bir de iki de bir başkalarını TSK’ni yıpratmakla suçlamayalım.

Herkes önce kendi yaptıkların ve onun sonuçlarına baksın!

14 Nisan 2009 Salı
aktifhaber

HERKES BU "TAVRI" KONUŞUYOR
07 Nisan 2009 09:03

TSK Komuta Kadamesi'nin dün gösterdiği tavır çok ama çok tartışılacak..

Başbakan'ın kendileri hakkındaki kanaatinden çekinmeyen Komuta Kademesi; Amerikan Başkanı'nın kendileri hakkındaki kanaatini dikkate alarak Meclis'e gitti.

Son olarak 23 Nisan 2007'de Meclis'e gelen askerlerin 21 ay süren ambargosu dün sona erdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve kuvvet komutanları, Obama'yı dinlemek üzere locada yerlerini aldı.

Komuta kademesi DTP ile aynı karede görünmemek için Meclis'e gelmiyordu.

Ancak DTP'liler dün de Meclis'te vardılar. Üstelik de Obama'yla başbaşa bile görüşerek daha da güçlü bir noktaya geldiler.

Ancak TSK Komuta Kademesi, Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın yaptığı konuşmaları dinlemek için Meclis'e gelmezken, aynı Meclis tablosu içinde Obama için geldiler.

Şimdi kamuoyunda, TSK'nın kendi Başkomutanları ve Başbakanları'nın kanaatinden çekinmeden Meclis'e ambargo koyabildikleri ama ABD Başkanı'nın kendileri hakkındaki kanaatini önemseyerek ambargolarını deldikleri konuşuluyor
aktifhaber

T. ÖZKAN'DAN ŞOK İDDİA

21 Ağustos 2008 20:10
Geçen hafta Levent Ersöz'ün odasında yaptığı gizli görüşmeleri kaydetmesini gündeme taşıyan Yeni Aktüel, bu hafta da şok etkisi yapacak iddiayı yazdı
Ergenekon Davası genişleyerek sürüyor. Şu anda kırmızı bültenle aranan sanıklardan Em. Tuğ. Levent Ersöz'ün "kayıt" merakından söz etmiştik geçen hafta. Kaldığımız yerden devam edelim...

Dinlemeleri "Cumhuriyet Çalışma Grubu" yapıyordu. Gizli kayıtları ise Levent Ersöz Paşa ile Hasan Atilla Uğur birlikte planlamışlardı. Ersöz Jandarma İstihbarat Başkanı, Uğur ise Jandarma Teknik Takip Dairesi başkanıydı. Dinlenen ve gizli kayda alınanlar, değerlendirmelerle birlikte "Cumhuriyet Çalışma Grubu"nun hazırladığı sunumlarla Genel Komutan'a yani Şener Eruygur Paşa'ya takdim ediliyordu.

Bu sunumlar arasında özellikle bir isim, Hürriyet gazetesi yazarlarından Cüneyt Ülsever oldukça dikkat çekiciydi. Biz de onunla başlayalım...

"CEMİL ÇİÇEK ARKADAŞIM"

Ülsever'le ilgili bilgiler "Cumhuriyet Çalışma Grubu"nun hazırladığı sunumun 266. ve 267. sayfalarında yeraldı; "Doğan Grubu bünyesindeki Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta olup; Emniyet Genel Müdürlüğü, Kaçakçılık ve Organize Suçlar Daire Başkanı Hanefi Avcı ve ekibinin yönlendirmesiyle TSK'yı yıpratmaya yönelik yazılar yazdığı, Recep Tayyip Erdoğan ve bakanlarla doğrudan görüşerek hükümetin Kıbrıs, Avrupa Birliği ve iç politika konularına etki etmeye çalıştığı ve destekleyici yazılar yazdığı, Türkiye'de yaşayan Yahudi kökenli vatandaşların karşılaştıkları sorunları üst düzey bağlantıları vasıtasıyla çözmeye çalıştığı, Doğan Grubu menfaatleri doğrultusunda hükümete medya desteği sağladığı."

Ülsever'le ilgili değerlendirmeler böyle. Bir de Cüneyt Ülsever'in gizlice kayda alınan telefon konuşmaları var. Bu kayıtlar Şener Eruygur ve Levent Ersöz'de yakalanan belgeler yanında Hurşit Tolon'un bilgisayarından da çıktı.

Bir telefon görüşmesinde Ülsever, TMSF tarafından daha sonra Star Medya Grubu ile Sabah-ATV Grubu'nda üst düzey göreve getirilecek olan Adem Gürses'le görüşüyor. Gürses, TRT'nin başına geçmek için Ülsever'in desteğini istiyor. Ülsever de bu desteği severek vereceğini söylüyor.

Ülsever-Gürses görüşmesinin ilk kayıtlarında Gürses, Tuncay Özkan'dan boşalan Çukurova Medya Grup Başkanlığı'yla ilgileniyor. Bunun için hükümet çevresinden bir isim Adem Gürses'e konuyu açmış. Bu görevi isteyip istemediğini sormuş. Gürses bu bilgiyi iletiyor Ülsever'e. Ülsever ise temkinli; "Haberin olsun. Biz bu kazığı Tuncay Özkan döneminde Mesut Yılmaz'dan yedik. Onun için siyasilerin empozesinde çalışmayacağız diyorlar. Ben de sana bir tüyo vereyim, bana da başka bir isim söylendi. Başbakan söylemiş diye, ben de yakın görüştüğümüz insanlara sordum. O kişiyle ilgili genel bir perspektifle biz yeterince kazık yedik. Böyle birşey olmaz, şu anlamda söylüyorum, teyakkuzda ol, bu iş epey kaynıyor. O ekip yurtdışından para getirip ben burada hortumcu gözükmek istemiyorum, bıktım, benim üzerime bu kadar gelinirken benim yurtdışındaki bankalarda hala kredim var diyecek."

Show TV konusu böyle kapanırken, ikilinin üzerinde durduğu diğer gündem maddesi TRT Genel Müdürlüğü. Gürses'i dönemin Başbakanlık müşavirlerinden Prof. Dr. Nabi Avcı düşüncesini öğrenmek için aramış. Gürses, adının Ülsever'in teşvikiyle gündeme geldiğini düşünüyor. Ülsever, Gürses'e başka bilgiler veriyor: Biliyorsun Adalet Bakanı Cemil Çiçek benim samimi arkadaşım. Onunla daha önce konuşurken senden bahsettik."

Gürses, Başbakan Erdoğan'ın kendisine karşı rezervi olduğunu düşünüyor. Ülsever ise Prof. Dr. Avcı ile görüşmesini öneriyor; "Sen görüş ondan sonra beni ara. Ben Cüneyt (Zapsu)'i ve Adalet Bakanı'nı ararım. Kendi kendimize gelin güvey olmayalım. Sen birşey belli etme. Şu anda cumhurbaşkanı ile aralarında bir yumuşama var imajı yaratmaya çalışılıyor. Bunun için senin adın geçebilir. Cumhurbaşkanı seni kime soracak? Askere... Asker de zaten seni önceden tanıyor."

ŞENER 500 BİN DOLAR ALDI

Levent Ersöz ve Atilla Uğur ikilisinin gizli kayda aldığı bir diğer isim Tuncay Özkan'dı. Özkan'ın görüşme notlarının medya ile ilgili kısmını geçen hafta yayınlamıştık. Özkan burada sadece gazetecileri değil, siyasetçileri de ihbar etti. Bunların arasında dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna ile Bakan Abdüllatif Şener başı çekiyordu.

Gürtuna, R. Tayyip Erdoğan AKP'yi kurduğunda mesafeli durmuş, partiye katılmamıştı. Ancak tekrar büyükşehir belediye başkan adayı olmak istiyordu. AKP'den ise olumlu bir sinyal alamamıştı. Mahalli idareler seçimlerine de çok az bir süre kalmıştı. Gürtuna kendi propagandasını yapmak için İstanbul TV diye bir televizyon kanalı kurmuştu. Show TV'den atıldıktan sonra bu kanalı almak için Tuncay Özkan harekete geçmişti. Kuvvet komutanlarıyla görüşerek kendisine destek olunmasını istiyordu. Görüşmeye gittiği Ersöz'e de uzun uzadıya konuyla ilgili bilgi verdi.

Özkan'a göre Gürtuna bu kanalı müteahhitlere kurdurmuştu ve sahibi de zaten iki müteahhit gözüküyordu. İstanbul Belediyesi de içine 1 milyon dolarlık malzeme koymuştu. İşte Tuncay Özkan bu kanalı almaya çalışıyordu ve bu iş için devreye Bedrettin Dalan girmişti. Dalan ve Gürtuna, Dalan'ın belediye başkanlığı döneminde birlikte çalışmışlardı.

Gürtuna, Özkan'dan sadece para istemiyordu. Aynı zamanda AKP dışındaki tüm partilerin ortak adayı olmayı düşünüyordu. Bunu sağlayacak yegane isim ise Tuncay Özkan'dı. İşte Gürtuna'nın Tuncay Özkan için zor şartı buydu. Özkan, bu şartı yerine getiremeyeceğini biliyordu. Bunun için TSK'nın Gürtuna'ya psikolojik baskı yapması gerektiğini dile getiriyordu Ersöz ve Uğur'la yaptığı görüşmede.

Yine aynı görüşmede Özkan'ın gündeme getirdiği bir başka isim Abdüllatif Şener'di. Özkan'ın iddiasına göre, Abdüllatif Şener Mehmet Emin Karamehmet'in BDKK ile varolan sorunlarını çözmek için iş takibi yapanlardan biriydi ve sadece bu takip işi için Çukurova Grubu'ndan 500 bin dolar almıştı. Özkan'ın Şener için düşüncesi de net; "Abdüllatif Şener herhangi biri götürsün parayı koysun, hemen alır. Eskiden de biliyorsunuz Fazilet Partisi'nde iken de Abdüllatif bu bağış falan işlerine bakardı."

2003-2004 yıllarında AKP Hükümeti ile arası hayli açık olan gruplardan bir tanesi de Uzan Grubu'ydu. Uzan Grubu'ndan Levent Ersöz'le görüşen isimler; Cem Uzan, Kıvanç Değirmenci adını kullanan İsmail Yıldız ve Ergenekon sanığı Hayrullah Mahmut'tu. Bu görüşmelerdeki kilit isim ise İsmail Yıldız'dı. Yıldız, Ersöz'e, Uzan'ın bir dönem sağ kolu olan gazeteci Can Ataklı'yı ispiyonluyor; "Can Ataklı'nın ağzı gevşektirsır tutmaz" diyordu. Ataklı konusunda Hayrullah Mahmut'la sürekli tartıştıklarını anlatan Yıldız'a göre, "Ataklı çok şey biliyor gibi görünen bir cahil"di.

Bir dönemin sonunu getiren Ergenekon Davası dipsiz bir kuyu. Karşınıza kimin nerede ve nasıl çıkacağı belli değil

shaber


Halkın demokratik tepkisi maddesi
Ferai TINÇ
21 Temmuz 2008
Hürriyet

HAVA Kuvetleri’nde uzun süredir devam eden bir soruşturma, yeni bir olay olmayabilir.

Yapılması gereken bu haberi yalanlamak, tekzip etmek, yasal işlem yapılacağını söyleyip tekzip hakkının kullanılmasıdır.

Ama Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı metin bu çerçevenin dışına çıkıyor.

Açıklamanın beşinci maddesinde tamamen siyasi bir yorum ve savunma pozisyonu dikkat çekiyor.

"Her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve onun mensuplarını olayların içine çekme gayretinde bulunan ve görünüşte özgürlük ve demokrasi savunucusu olduklarını vurgulayan çevreler, Türkiye’nin istikrarını bozan odaklar haline gelmiş bulunmaktadırlar."

"Odak" suçlamasının yanı sıra, demokrasi ve özgürlükler adına hareket etmenin istikrarı bozabileceği anlayışı yansıyor açıklamadan.

Bu çevrelerin kimler olduğu net değil. Demokrat olduğunu söyleyen herkese uzanabilir.

Gel de kolay kolay demokrasi ve özgürlüklerden söz et. Asker konusunda bir eleştiri dile getir. "Odak" olmak istersen yap.

* * *

YOLUNUZ Türkiye’ye tesadüfen düşen biri değilseniz eğer, TSK’nın siyasetin tamamen dışında olduğu, bazılarının da her fırsatta onu olayların içine çektiği yorumunu ciddiye almanız mümkün değildir pek.

Kurum olarak bile siyasete müdahale etme geleneğine sahip bir kuruluşun üyesi olan bazı kişilerin "olaylar"a karışmış, karışıyor, ya da karışmak istiyor olmaları da yeni bir şey değil.

Maalesef, Türkiye’de ordu siyasetin içindedir, bu da başta kurumun kendisinin ve hepimizin "istikrarını" bozmaktadır.

Bazı kişilerin, demokratik süreçleri hiçe sayarak, kendilerine "kurtarıcılık" atfetme hakkı da bu gelenekten kaynaklanmaktadır zaten.

Muhalefet kültürünü budayan da bu gelenektir Türkiye’de.

* * *

AÇIKLAMANIN tartışmalara yol açan altıncı maddesi gerçekten kafa karıştırıcı.

"Kaynağı neresi olursa olsun bu tür haberlerle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yöneltilen hukuk dışı saldırılara karşı yalnız Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değil, onun gerçek sahibi yüce Türk milletinin de yasal ve demokratik tepki göstermesi doğal bir beklentidir" deniyor.

Burada Türk milletine çağrı var ama maksadı tam anlaşılmıyor. Yasal tepki derken, herkesin TSK ile ilgili haber yapan medya kuruluşları aleyhine dava açması mı kastediliyor?

Yoksa "Yüce Türk milleti" olarak bizlerden yasaların içinde kalarak demokratik tepki göstermemiz, yasal gösteri ve mitingler mi düzenlememiz bekleniyor?

Eğer öyleyse, ne cesaret!

Ya halk sokağa inerse, olaylar-provokasyonlar yaşanırsa sorumlusu kim olacak? Böyle bir sorumluluk silahlı kuvvetlere, "yalan haberler"den daha fazla zarar vermez mi?

İkinci olasılık da var.

Ya kimse sokağa inmezse?

O zaman hiçbir odağın yapamadığını yapmış olmaz mı TSK kendi kendine?

* * *

ERGENEKON davasının, bütün kötülükleri aynı sepete koyma yaklaşımı ve sızdırma haber furyası içinde kafaları iyice karıştırdığı bu günlerde, bu sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek anahtarı olarak sunulması, inandırıcı değil.

Demokratikleşme böyle olmaz.

Ama Silahlı Kuvvetlerin günün koşullarına göre güçlendirileceği reform projesi siyasi gündemimize girmeden de demokratikleşme sürecini derinleştirmemiz mümkün değil.

ftinc@hurriyet.com.tr


Demokrasiyi askerden koruma kılavuzu!/Dr. Ümit Kardaş

Yorum - Dr. Ümit Kardaş] Demokrasiyi askerden koruma kılavuzu!
Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında gerginliğe neden olan durum askerî bürokrasinin her üç erki baskılamasıdır. Bu baskılama hem sorunların çözümünü bloke etmekte, hem de erklerin çatışmasına yol açmaktadır.
Yürütmenin başı olarak darbeleri postmodern darbeyle önlemeye çalışan veya askerin hassasiyetlerini ön plana alan önemli yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanları yürütmenin diğer başı olan bakanlar kurulu ve başbakanla gerilim yaşamaktadırlar. Askerin baskılaması özellikle yüksek yargı organlarının tarafsızlıklarını hatta Meclis'in denetim faaliyetini etkilemektedir. Bu durumda üç erk arasındaki uyum ve düzen bozulmakta, gerilim çıkmakta, bu gerilim toplumu da tedirgin etmektedir. Hukuku siyasetin aleti durumuna getirmek hukukun felsefesine aykırıdır. Hukukun amacı adaletin ve özgürlüğün sağlanmasıdır. Hukukun siyasallaştığı bir yerde bu iki değer de yitirilir. Bu yaklaşım yüksek mahkemelerin tarafsızlıkları ve güvenilirlikleri konusunda kuşku yaratır.
Muhtırayı verenlerin yargılanması için...
Erkler arası gerginliğin nedeni üç başlı yürütme ve çift başlı yargı düzenlemesini yapan anayasa ile birlikte darbeler geleneğinin pratiğidir. Ordu, imparatorluk döneminde zaman zaman iktidar değişikliklerinde önemli roller oynamıştır. Modernleştirilmeye çalışılan ordu 1905'ten itibaren yarı askerî bir güç olan İttihat ve Terakki aracılığıyla siyasileşmeye ve yeniden iktidar değişikliklerinde rol oynamaya başlamıştır. Antidemokratik, komplocu, baskıcı yöntemler kullanan İttihat ve Terakki ideolojik üstünlüğünü meşrutiyetin arkasındaki güç oluşundan ve 31 Mart Ayaklanması'nın bastırılmasında oynadığı rolden alıyordu. 9 yıl süren sıkıyönetim ve askerî yargı süreci İttihat ve Terakki'nin baskı araçları olmuştu. Ordu İttihat ve Terakki üzerinden siyasete karışıyor veya karıştırılıyordu. Askerî güç siyasî ihtirasların tatmininde araç olarak kullanılıyordu. İttihatçıların orduyu siyasete sokmaları kendi karşıtlarının da ordu içinde örgütlenmelerine yol açmıştır (Halaskâr Zabitan Grubu). Siyaset yapan, siyasete karışan ordu Balkan hezimeti gibi bir başarısızlık yaşamıştır. Askerî gücün siyasî işlere karışmasından doğan ve doğabilecek sakıncaları görenler olmuştur. Sadrazam Mehmet Kamil Paşa bu durumu önlemeye çalışırken İttihatçılar tarafından görevden uzaklaştırılmıştır. Yine Halaskâr Zabitan Grubu tarafından yayınlanan bildiride ordunun tarafsız kalması ve yalnız askerî işlerle ilgilenmesi zorunluluğuna işaret edilmiştir. Ayrıca Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi, Meclis'te okunan programında askerlerin siyasetle uğraşmalarının önleneceğini açıklamış ve bunun yasaklanmasına ilişkin olarak Askerî Ceza Kanunu'na ek bir kanun Meclis'te kabul edilmiştir. Ancak tüm bunlara rağmen askerin siyaset yapması engellenememiş, askerî güç imparatorluğu bir oldu-bittiyle savaşa sokarak sonunu hızlandırmıştır. Bugün yaşananlar tarihin modern araçlarla bir tekerrürü olarak yaşanmaktadır. İnternet yoluyla verilen muhtırayla asker tam anlamıyla demokratik rejime müdahale etmiştir. Muhtırayı veren asker kişiler zor tehdidiyle TBMM'nin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs etme suçunu işlemişlerdir. Bu suçun cezası ağırlaştırılmış müebbet hapistir. (TCK 311/1) Bu kişilerin eylemi ayrıca zor tehdidiyle anayasanın öngördüğü düzenin uygulanmasını önlemeye teşebbüs suçunu da oluşturabilir. Bu suçun cezası da aynıdır. (TCK 309) Ayrıca bu muhtıra Anayasa Mahkemesi'ni de etkileme amacını taşımaktadır. Bunun sonucu muhtırayı verenler açısından yargı görevini yapanları hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs suçu oluşmaktadır. (2-4 yıl hapis-TCK 277) Yine muhtırayı verenler "Ne mutlu Türküm diyene" demeyen herkesi düşman ilan ettiklerinden halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçunu işlemişlerdir. (1-3 yıl hapis-TCK 216/1) Muhtırayı verenler bu suçları işlemelerine rağmen neden yargılanamamaktadırlar? Çünkü bu suçları askerî mahalde işlemektedirler. Bu nedenle de sivil siyasî suçlar işlemelerine rağmen ancak askerî mahkemede yargılanabilmektedirler. Generaller sadece Genelkurmay Başkanlığı Askerî Mahkemesi'nde yargılanabildiklerinden, muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı'nı kendisi hakkında sicil verdiği askerî savcıya soruşturma emri vermesi beklenemeyeceği gibi askerî savcının da kendiliğinden soruşturmaya başlaması beklenemez. Tıkanıklık burada yaşanmaktadır. Bunun için Anayasa'nın 145. maddesinin kaldırılması gerekmektedir. Bu madde askerî mahkemelerin görev alanını, kuruluş ve işleyiş esaslarını düzenlemektedir. Bu maddede askerî mahkemelerin, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmaları öngörülmüştür. (1961 Anayasası'nın 138. maddesindeki düzenlemenin aynı.) Bu görev tanımı aynen 353 sayılı Askerî Ceza Usul Kanunu'na alınmıştır. (md. 9) Bu geniş görev tanımı asker kişilerin sivil yargıda yargılanmalarını engellemektedir. Şemdinli davasına ilişkin Yargıtay'ın bozma gerekçesi bunu doğrulamaktadır. Bu anayasa maddesinin kaldırılması ve 353 sayılı kanunun yeniden sadece askerî disiplini ilgilendiren suçları kapsayacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak bu değişiklik yapıldığı takdirde muhtırayı veren asker kişiler sivil yargıda yargılanabileceklerdir. Yine bu değişiklik yapıldığı takdirde askerî disiplinin sağlanmasına yönelik askerî suçları dışında asker kişiler sivil suçları bakımından tabii hakimleri olan sivil hakimler önünde yargılanacaklardır. Böylece askerler açısından da adil yargılanma hakkı sağlanmış olacaktır. Ayrıca Anayasa'nın Askerî Yargıtay'ı düzenleyen 156. maddesi, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ni düzenleyen 157. maddesi, Milli Güvenlik Kurulu'nu düzenleyen 118. maddesi kaldırılmalıdır. 117. madde değiştirilerek Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı'na bağlanmalıdır. 125. madde değiştirilerek Yüksek Askerî Şûra kararları yargı denetimine alınmalıdır.
İç Hizmetler Kanunu hemen değiştirilmeli
Bunların dışında asker kişilerin işledikleri ve TCK'da düzenlenen bazı siyasi suçlar Askerî Ceza Kanunu'na alınarak askerî suç haline getirilmişlerdir. Devletin egemenlik alametlerini aşağılama (TCK 300), devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma (TCK 302), temel milli yararlara karşı hareket (TCK 305), Devlet güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama (TCK 329), gizli kalması gereken belgeleri açıklama (TCK 330), devlet sırlarından yararlanma, devlet hizmetlerine sadakatsizlik (TCK 333) yasaklanan bilgileri temin etme (TCK 334), yasaklanan bilgileri açıklama (TCK 336), devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma (TCK 339) suçları Askerî Ceza Kanunu'nun 54. maddesine alınarak askerî suç haline getirilmişlerdir. Askerî yasak bölgelere girme suçu (TCK 332) Askerî Ceza Kanunu'nun 57. maddesine alınarak askerî suç haline getirilmiştir. Yine askerleri itaatsizliğe teşvik etme suçu da (TCK 319) Askerî Ceza Kanunu'nun 58. maddesine alınarak askerî suç haline getirilmiştir. Bu suçları işleyen asker kişiler askerî bir suç işlemiş sayıldıklarından askerî yargının görev alanına girmektedirler. Üstelik 353 sayılı Askerî Usul Kanunu'nun 12. maddesi uyarınca asker kişi bu askerî suç haline getirilmiş sivil siyasî suçu bir sivil ile birlikte işlerse sivil kişi de askerî mahkemede yargılanmaktadır. Bu durumun önlenmesi için Askerî Ceza Kanunu'nun 54, 57 ve 58. maddelerinin kaldırılması gerekmektedir.
Suç oluşturan muhtırada da ima edilen ve her askerî darbenin gerekçesi olan İç Hizmet Kanunu'nun 2 ve 35. maddeleri değiştirilmelidir. 211 sayılı İç Hizmet Kanunu'nun 2. maddesindeki "Askerlik Türk vatanını, istiklal ve cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğretmek ve yapmak mükellefiyetidir." düzenlemesi şöyle olmalıdır: "Askerlik ulusal sınırları dış tehdit ve tehlikelere karşı korumak için harp sanatını öğretmek ve yapmak yükümlülüğüdür." Aynı kanunun 35. maddesindeki " Silahlı Kuvvetler'in vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamaktır." düzenlemesi şöyle olmalıdır." Silahlı Kuvvetlerin vazifesi ulusal sınırları dış tehdit ve tehlikelere karşı korumaktır."
Yine asker kişilerin siyasi demeç vermelerini, siyasi telkinde bulunmalarını, siyasi yazı yazmalarını ve siyasi nutuk vermelerini cezalandıran (1 ay-5 yıl hapis) Askerî Ceza Kanunu'nun 148. maddesine aşağıdaki fıkra eklenmelidir: "Bu suçların işlenmesi sonucu olarak askerî hizmetler ya da ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeni zarar görmüş olursa ceza 10 yıldan az olmamak üzere hapistir."
Yukarıda belirtilen anayasal ve yasal değişikliklerin yanı sıra %10'luk seçim barajı düşürülerek gerçek temsili sağlayan yeni bir parlamento oluşturulmalı ve söz konusu parlamento kurucu meclis gibi çalışarak toplumsal bir sözleşme olmaktan çıkmış 1982 Anayasası yerine askeri vesayetten arınmış demokratik yeni bir anayasa yapmalıdır. Yeni anayasada tarihsel birikime dayanan parlamenter sistem korunmalı, cumhurbaşkanının yetkileri azaltılarak, sembolik ve tarafsız bir konuma getirilmeli, bakanlar kurulu ve başbakan güçlendirilmelidir. MGK kaldırılarak, askerî bürokrasi genel idare içine alınmalıdır. Askerî bürokrasi sadece dış güvenlikle ilgili görev sınırları içine çekilerek, genelkurmay başkanı milli savunma bakanına bağlanmalıdır. Jandarma teşkilatı kaldırılmalı, yerel yönetimlere bağlı kır polisi örgütlenmesi oluşturularak iç güvenlik sivilleştirilmelidir. Askerî mahkemeler, Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılarak yargılama birliği sağlanmalı, doğal yargıç ilkesi anayasal bir ilke haline getirilmelidir. Tek bir yargıç statüsü ile yargıçların bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını sağlayacak yeni yapılanmalara gidilmelidir. Hakimler Yüksek Kurulu'nun başkanı İtalya'da olduğu gibi tarafsız ve sembolik cumhurbaşkanı olmalıdır. Savcıların ve avukatların güvence ve pozisyonları eşitlenmelidir. Yeni anayasa Kürt sorununu çözecek bir yaklaşımı da sağlamalı, hak ve özgürlükleri hukukî güvenceye alarak özgür, yaratıcı, hukuka saygılı, barışçı ve uzlaşmacı bir toplumun yolunu açmalıdır.

EMEKLİ ASKERİ HAKİM
DR. ÜMİT KARDAŞ
Zaman

Prof. Nevzat TARHAN
Karakol yeri değil zihniyet değişmeli
06 Ekim 2008
Haber 7

Kendini aldatma sayın generalim!

Dün pek çoğumuz şehit ailelerinin resimlerine bakamadı. Irak sınırı Aktütün köyü terörist saldırısı şehit ailelerine iki defa acı çektirdi, birincisi evlat acısı idi. İkincisi Genelkurmayın açıkladığı parasızlık gerekçesi ile karakolun değiştirilememe nedeniyle çocuklarını kaybetmelerini öğrenmeleri şoku idi.

Gaflet mi dersiniz, özrü kabahatinden büyük mü dersiniz? En azından hiç empati yok. Kendisini Mehmetçiğin yerine koyma kaygısı yok. Orduevlerinin bir günlük masrafı ve Genelkurmayın bir günlük kantin geliri ile beş karakol rahatlıkla yapılırdı.

TSK hiç bu kadar aciz duruma düşmemişti. Cumhurbaşkanı, Başbakan programını değiştiriyor Jandarma Genel Komutanı olay yerine gitme zahmetinde bulunmuyor. Para değil motivasyon azlığı var.

Askeri bürokrasi hiç iyi durumda değil. Çocuğu askerde olan vergi mükellefleri demokratik tepkilerini göstermeliler. TBMM’yi göreve çağırmalılar.

Çoğu dostum ve silah arkadaşım olan generallere bir şeyler söyleme sorumluluğum var. Çünkü general arkadaşlarım maalesef kendilerini aldatıyorlar.

Sayın generalim, golf oynamaya devam edecek misin yoksa kışladan çıkıp halkın değerleri ile barışacak mısın? Bilimsel çözümleri dinleyecek misin? O halde aşağıda yazdıklarımı okumalısın.

Basından öğrendiğimize göre iki orgeneralimiz karakol baskını olduğu saatlerde İstanbul dükalığının zenginleri ile Antalya’da golf oynuyordu. Acaba hemen Karpuzkaldıran kampından işlerinin başına döndüler mi?

Yoksa terörle ilgili bitmeyen senfoniyi mi yazıyorsun paşa olamamış sayın generalim?

Paşa olamamış diyorum çünkü azınlıkta da olsa bir general prototipi var ki halkın değerlerine yabancıdır. Paşa kelimesinden, Türk Halk müziğinden, sağ elle yemek yemekten, “Selamüm Aleyküm” demekten, başörtüsünden rahatsız olur.

Bu prototip general bir zamanlar şehit cenazesinin arkasında namaza durmayı irticai eylem olarak tanımlıyordu. Sonradan fikrini değiştirdi, ürkek ürkekte olsa cenaze namazına katılıyor. Şimdi de değiştirmeyi düşündüğü yanlışları sorgulayacak mı merak ediyorum?

Terör konusunda da değiştirmeyi düşündüğü tutumlar var mı? Mesela halkın arasına girerken ‘Selamün Aleyküm’ demek, vatandaşın evine girerken ayakkabıyı çıkarmak gibi. Yoksa halka tepeden bakarak ‘bidon kafalı’ demeyi, salon subayı olmayı mı tercih edecek, eve ayakkabı ile girmeyi ilericilik olarak mı görecek sayın General?

Güneydoğu insanının sevgi ve güvenini kazanmayı önemseyen kişiler önce onları anlamaya çalışır, değer verir, kabul eder. Van halkı Genelkurmay Başkanımızı nasıl kucaklamıştı? Kışladan çıkmayı başaran, halkla frekansları tutan subaylar teröre giden gençlerin önünü kesebilir. Diyarbakır cezaevinde dışkı yedirilmesinin özrünü dilemek zorunda değil miyiz?

Çözüm olarak karakolun yerinin değiştirilmesi düşünülmüş. Eğer bu gerekli idiyse o karakol 44 şehit verdi 30’un üzerinde baskın yedi, önce neden önlem almadın? Eğer toplumun tepkisinden çekiniyorsan artık öyle rüşvet-i kelamla susan toplum yok. Açık net olacaksın.

Şehidini ‘Vatan sağ olsun’ diye yolcu edecek ama işini iyi yapmayanın da yakasına yapışacak bir toplum var artık. Kusura bakma sayın generalim. Jandarma korkusu ile toplumu hizaya getireceğini düşünüyorsan artık toplum erişkin oldu. Boşuna kendini aldatma.

Terörle ilgili sorunun kökeni olarak sadece ‘yoksulluk ve işsizliği’ sorumlu görüyormuşsunuz. Anadolu’da çok yer, Kastamonu dağları, Kayseri yaylası, Domaniç kırsalı aynı yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya. Oralarda neden terör yok? Bu görüşünüzü bilimsel bir araştırmaya dayandırıyor musunuz?

Bay provokatör iş başında ama artık ciddiye alan yok. Kırsalda PKK, şehirde Ergenekon Türk-Kürt çatışmasından besleniyor.

Sayın generalim sana da provokasyon yapılıyor, bu iki grubun hukuksuzlukta eşit olduğunu zarar vermede birbirlerinden farkı olmadığını itiraf et artık.

Bilimsel analizler terör sorununun kökeninde “Doğu insanının kimlik krizi” gerekçesini çıkaracağı için yüzleşmekten mi korkuyorsunuz?

Basından askere yağ çeken yazıları değil çözüm üreten yazıları okumalısınız sayın generalim. Size yağ çekeni akredite yap içinde öneri olan eleştiri yapanı güvenilmez kabul et, bu tutum artık çok sırıtıyor.

Sayın generalim, hem eski bir asker olarak ben, hemde içinden çıktığınız toplum ve silahlı kuvvetlerdeki sessiz çoğunluk, sizden bu soruların cevabını bekliyor.

Toplumun bir üyesi olarak ben ve toplumumuz ordusunu çok seviyor. Lütfen siz de topluma layık olunuz. Toplumun değerlerini tehdit olarak görmezseniz terörün süratle bittiğini hep beraber gözlemleyeceğiz.

PROF. DR. NEVZAT TARHAN - HABER7
ntarhan@gmail.com
haber7

İşte Halkı Askerlikten Soğutma
14 Temmuz 2009 14:34

Ağzını açan "halkı askerlikten soğutma" suçundan yargılandı, yargılanıyor. İşte TSK eliyle yapılmış gerçek halkı askerlikten soğutma suçu.

Alper Görmüş'ün Taraf'taki yazısının ilgili bölümü:

Bizim basınımızın haberlerdeki ilginç, şaşırtıcı yanları bulup çıkarmada pek mahir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz... “Şok” sözcüğünün haber sunumlarındaki yaygınlığına bakmak bile yeter bunu anlamak için.

Fakat bizim basın, “şok edici” sıfatını gerçekten hak eden kimi haberleri okurların göz menzilinin dışına çıkarmada da mahirdir. İlk kez 13 Mayıs 2004'te Milliyet gazetesinde yayımlanan “Askerin Muğlalı Kışlası sürprizi!” başlıklı haberi bekleyen de, işte böyle bir kaderdi.

Habere göre, Van'ın Özalp ilçesindeki Kara Kuvvetleri'ne bağlı Özalp Kışlası'nın adı “Mustafa Muğlalı Kışlası” olarak değiştirilmişti. Karar, gerçekten de “şok edici” idi. Çünkü Mustafa Muğlalı, Özalp'te kaçakçılıkla suçladığı 33 köylünün kurşunlanarak öldürülmesi (1943) talimatını veren orgeneralin adıydı. Üç yıl boyunca olayın üstü örtülmüş, fakat Demokrat Parti'nin ortaya çıkmasından sonra bu mümkün olmamış, Muğlalı önce ölüme ardından 20 yıl hapse mahkûm edilmiş ve cezasını tamamlayamadan cezaevinde ölmüştü.

O “şok anıt” oraya dikilecek de...

Van'ın Özalp ilçesindeki kışla, “Mustafa Muğlalı Kışlası” adını almasından beş yıl sonra yeniden gündemimizde... Bu defa şu haberle:

“(...) Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın adının verildiği kışlanın karşısına, DTP'li belediye tarafından anıt yapılması kararlaştırıldı. 20 kilometre uzaklıktan görülebilecek anıt, bir evin içinden çıkan tek kurşun şeklinde tasarlanıyor. DTP'li Belediye Başkanı Murat Durmaz, maket üzerindeki çalışmaların sürdüğünü, 15 gün sonra anıta ait maketin tamamlanmasıyla Özalp Kaymakamlığı'ndan izin alıp inşasına başlayacaklarını söyledi.” (Hürriyet, 23 Haziran 2009.)

Şu paragrafı da, olup bitenlere Özalplilerin tepkisini toparlayan Gazete Van'ın internet sayfasından aldım (ilçe sakinlerinden Ahmet Işık'ın sözleri):

“Bu isim tercih edildiğine göre, demek ki ilçe halkı ölümle tehdit edilmek isteniyor. Bize 33 köylünün öldürülüş şeklini hatırlatmak istiyorlar. Belediye de taburun karşısına anıt dikecekmiş. Biz anıtın yapılmasını destekliyoruz ve istiyoruz. Mademki öyle istiyorlar, onlar suçlularını ansın, biz de ölülerimizi anacağız.”

Bu yazıda meselenin başka boyutlarını bir kenara bırakıp, medyanın, kışlaya 2004'te yeni bir ad verilmesinden itibaren olan bitene nasıl yaklaştığını ve işin bu noktaya gelmesindeki sorumluluğunu ele alacağım.
Taze haberden başlayalım: Gazetelerin “33 Kurşun Anıtı”nı fazla bağırıp çağırmadan, sakin, nötr bir dille haberleştirdiğini söyleyebiliriz. “Şok anıt”, “intikam anıtı”, “kışkırtıcı anıt” gibi sunumlar internetle, özellikle de onun “ulusalcı” kanadıyla sınırlı kaldı. Türk gazetelerinin “hassasiyetlerini” ve böyle durumlarda neler yapabileceklerini biraz olsun bilenler için ilk bakışta şaşırtıcı bir sonuç...

Bu defa sonucun böyle tecelli etmesinde iki ana etmen rol oynadı: Haberin “arka plan” bilgisi (beş yıl önceki provokatif girişim) ve beş yıl önceki gelişmeye hiçbir tepki vermemiş olmanın mahcubiyeti...

Böylece geldik, beş yıl önce “askerin sürprizi”ni gazetelerin nasıl karşıladığına...

Kürşat Bumin ve ben Yeni Şafak'taki “Kronik Medya” sayfasını hazırlıyorduk o günlerde. Dönüp oraya baktım... Haberin Milliyet'te yayımlanmasından beş gün sonra (18 Mayıs 2004) “Gazetelerin yüz vermediği bir hadise” başlığıyla bir muhasebe yapmışız. Vaziyet şöyleymiş:

“Yöre halkı şaşkın, medya –bir iki istisna dışında- sessiz...”

Sessizliği bozan bir haberden, bir de köşe yazısından söz etmişiz o gün: Milliyet'in haberinden bir gün sonra Vatan'da çıkan “Org. Muğlalı Kışlası Van'da tepki yarattı” başlıklı haber ve Avni Özgürel'in bir makalesi (Radikal, 16 Mayıs 2004).

O günkü taramada gözümüzden kaçmış üçüncü bir “istisna”yı da aktarayım: Hürriyet'ten Yalçın Bayer Milliyet'in haberini anımsatıp, gelişmeye üzüldüğünü belirttikten sonra sözü eski senatör Mehmet Feyyat'a bırakmış, o da bu üzücü gelişmeden Genelkurmay Başkanlığı'nın haberinin olup olmadığı sorusunu ortaya atmıştı. Geçerken belirteyim, bu soru bugün de cevabını bekleyen bir sorudur. Gerçekten de: Bu provokasyon ordu içinden birilerinin, bir grubun Genelkurmay'a yaptığı bir emr-i vaki mıydı yoksa Genelkurmay'ın da onayladığı bir girişim miydi? (2004'te Genelkurmay Başkanı'nın Hilmi Özkök, 2004'ün de “Sarıkız” ve “Ayışığı” yılı olduğunu hesaba kattığımızda bu soru daha da önemli hale gelmektedir.)

“Halkı askerlikten soğutma” suçu?

Düşünün biraz: 2004 mayısında Milliyet'te o haber yayımlanmadan önce “askerler kışlaya Mustafa Muğlalı'nın adını vereceklermiş” diye duysaydık, buna inanır mıydık? İnanmazdık. “Hayır” derdik, “bu kadar açık bir kışkırtmayı kimse yapmaz, yapamaz.”

İşte gazetelerin “birkaç istisna” dışında sessiz kaldığı olay bu ölçüde “şaşırtıcı”, bu ölçüde “ilginç” ve bu ölçüde “şok edici” idi...

“Sessizlerin sesi” olması gereken medya, ne akla ne de vicdana sığan böyle bir gelişme karşısında gerekli tepkiyi verseydi, olay bugünkü içinden çıkılmaz noktaya sürüklenir miydi? Bence sürüklenmezdi. Askerler bu kadar haksız, bu kadar vicdansız bir karar üzerinde yeniden düşünmek zorunda kalır, kararlarında direnemezlerdi.

Askerlerin her şeye rağmen direndiklerini düşünelim... Bu durumda da, zamanında görevini yapmış, mesleğinin gereklerini yerine getirmiş insanlar olarak gazeteciler askerlere şöyle demek hakkına sahip olurlardı: “Kusura bakmayın, ilk kurşunu siz attınız, şimdi de 'bir evden çıkan tek kurşun'a razı olacaksınız.”

Fakat mahcubiyetten şimdi onu da diyemiyor, tıpkı olayın birinci aşamasında olduğu gibi “birkaç istisna” dışında sessizliğe bürünüyor...

Olayı sadece medya açısından ele alma sözü vermiştim, fakat şunu söylemeden bitiremeyeceğim: Bence askerlerin “halkı askerlikten soğutma” suçunu işlediği çok ironik bir durumla karşı karşıyayız.

aktifhaber


En son admin tarafından Pts Ekm 06, 2008 11:51 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Eyl 10, 2008 8:14 pm    Mesaj konusu: TSK'YI YIPRATANLARI AÇIKLADI Alıntıyla Cevap Gönder

13 Ekim 2008
Şamil Tayyar/Star
28 Şubat’ın ‘ağır silah’ faturası

28 Şubat sürecindeki kritik tartışma konularından biri, kuşku yok ki köstebek vakasıydı. Kavganın çıkış noktası ise Hürriyet Yazarı Enis Berberoğlu’nun 17 Mart 1997 tarihinde yayınlanan yazısı oldu.

Berberoğlu, kimliği meçhul bir polis şefinin, 167 bin kişilik polis teşkilatı ve 7 bin kişilik özel timin askeri darbe karşısındaki en önemli güç olduğu yolundaki açıklamasına yer verirken, bu polis şefinin Bülent Orakoğlu olduğu iddiasını yazısına ekledi.

Orakoğlu, Berberoğlu’nun yazısındaki bu iddiayı yalanladı ancak macun tüpten çıkmıştı. Askeri kesim, Orakoğlu’na öfke püskürüyordu.

Öfkenin sıcaklığı henüz soğumadan Mayıs içinde başka bir tartışma alevlendi. Askerliğini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapan emniyet istihbarat mensubu onbaşı Kadir Sarmusak’ın Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleriyle ilgili ‘gizli’ belgeleri sızdırdığı iddiası gündeme düştü. Bu iddia, Milli Güvenlik Kurulu’nun 31 Mayıs tarihli toplantısının da önemli gündem maddesiydi.

Gazeteci Hakan Akpınar, ‘28 Şubat Post Modern Darbenin Öyküsü’ kitabında Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın hükümete şu uyarısını yazdı: ‘Bir süredir Genelkurmay ve bazı askeri birliklerimizin polis tarafından gözetlendiği yolunda duyumlarımız var. Bu bizi fazlasıyla rahatsız etmektedir.’

Askere göre Sarmusak, emniyet adına casusluk yapıyor ve Genelkurmay ile kuvvet komutanlıklarının faaliyetleri hakkında rapor hazırlıyordu. Orakoğlu, toplam ‘174 bin kişilik emniyet ordusu’ ifadesinin kendine ait olmadığını ısrarla söylese de o günlerin heyecanlı konularındandı.

O iddia, Refahyol sonrası dönemde emniyetin zayıflatılmasına yönelik operasyonun ‘gerekçesi’ oldu.

Polise ağır darbe

Refahyol döneminde Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu’na atfen piyasaya yayılan ‘Darbe ihtimaline karşı TSK karşısında emniyetin güçlendirildiği’ iddiası, Mesut Yılmaz hükümeti döneminde yeniden depreşti. Askeri ve sivil fişlemeye paralel olarak emniyetin etkisizleştirilmesi projesi, Genelkurmay tarafından devreye sokuldu. Yılmaz ise kayıtsız kaldı.

Genelkurmay Başkanlığı, 4 Şubat 1998 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bir yazı göndererek, ‘TSK sefer planlarının gözden geçirilmesi ve güncelleştirilmesi hazırlıkları kapsamında bölgemizdeki gelişmeler ve genel siyasi ortam dikkate alınarak’ planlama yapıldığını bildirdi.

Bu nedenle Emniyet Genel Müdürlüğü envanterinde bulunan ağır silah, mühimmat ile araç ve malzemenin muhtemel bir seferberlik-savaş halinde askeri maksatlarla kullanılabilecek olanların envanterinin çıkarılmasını istedi. Bu silahların TSK sefer planlarına dahil edileceği duyuruldu.

Duyuruda yer alan ‘...genel siyasi ortam dikkate alınarak...’ ifadesi özellikle dikkat çekiciydi. Yazı üslubuna genel olarak bakıldığında, emniyetin kontrolsüz büyüdüğü ve TSK açısından tehdit oluşturduğu sinyalini almak mümkündü.

Bu yazıdan sonra Genelkurmay ve Emniyet yetkilileri, 11 Şubat 1998 günü bir araya gelerek, ağır silahlarla ilgili envanter çalışması başlattılar.

Toplantıdan 6 gün sonra, DTP kontenjanından hükümette Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı olarak görev alan İsmet Sezgin, İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği (17 Şubat 1998) yazıda, emniyet envanterindeki ağır silahların bir bölümünün terörle mücadele ve OHAL Yasası kapsamında 1993 yılında alındığını ancak bu işlemlerin yasada açık hüküm bulunmasına rağmen Milli SavunmaBakanlığı’nın izni alınmadan gerçekleştirildiğini öne sürdü.

Sezgin’in yazıda bir iddiası daha vardı: ‘1997 yılından itibaren OHAL bölgesindeki iç güvenlik sorumluluğunun fiilen Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geçmesi ve 1993 yılındaki koşulların ortadan kalkması nedeniyle Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ağır silah ve araçlara ihtiyacının olmayacağı değerlendirilmektedir.’

O halde?

Sezgin, yazının son bölümünde ağzındaki baklayı çıkardı: ‘Askeri amaçlı savaş silahı olarak mütalaa edilen EK-A’daki silahların 3212 sayılı yasanın ihtiyaç fazlası mal ve hizmetlerin satış, hibe, devir ve elden çıkarılması kapsamında Genelkurmay Başkanlığı’na devredilmesini rica ederim.’

Polise deniyordu ki: Terörle mücadele artık fiilen askerin işi, artık sana ihtiyaç yok, o nedenle elindeki ağır silah ve araçları teslim et...

İşte o silahlar

Sezgin, bu mektubu ayrıca, ilgi için Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı’na, bilgi için de Başbakanlık ve MGK Genel Sekreterliği’ne gönderdi. Mektuba eklenen ve Topçu Kurmay Albay Güneş Önal tarafından hazırlanan listede teslimi istenen ağır silah ve mühimmatın dökümüne yer verildi.

Ağır silahlar:

1-60 havan (28 ilde, 326 adet)

2-RPG-7 roket (35 ilde 377 adet)

3-40 Launçher (43 ilde, 1.634 adet)

4-MG 3 Makineli tüfek (38 ilde, 438 adet)

5-12.7 Makineli tüfek (39 ilde, 239 adet)

6-M-60 Makineli Tüfek (19 ilde, 50 adet)

7-FN-240 Makineli Tüfek (25 ilde, 75 adet)

8-40 MM Laun MK/19 (38 ilde, 114 adet)

Mühimmat:

1-RPG-7 mühimmatı (5.700 adet)

2-Uçaksavar mühimmatı (12.7 mm, 140 bin adet)

3-MG-3 mühimmatı (MG-3 mm, 440 bin adet)

4-Laun MK/19 Bombaatar (40 mm, 2 bin 300 adet)

5-Havan mühimmatı (60 mm, yok)

6-M-203 bombaatar (40 mm, 7 bin 300 adet)

Bu yazıdan hemen sonra emniyet envanterindeki bu ağır silah ve mühimmat, periyodik olarak Genelkurmay’a devredildi. Askerle birlikte terörle mücadelede önemli pozisyonu olan emniyete, ‘artık senin bu silahlara ihtiyacın kalmadı’ denilerek elindeki ağır silah ve mühimmatın alınması, hele bu girişimin Genelkurmay adına bir bakan tarafından yapılması o döneme ait unutulmaması gereken bir dersti.


Şimdi tekrar başa döndük. 28 Şubat sürecinde dağıtılan ve ellerinden ağır silahları alınan Özel Harekat Timleri yeniden Doğu’ya gönderiliyor.

Mesut Yılmaz, İsmet Sezgin ve Çevik Bir başta olmak üzere tüm sorumlulara sormak gerekmiyor mu: Bu 10 yılın hesabını kim verecek?

Prof. Nevzat TARHAN
TSK'yı yıpratan asıl nedenler neler?
09 Ekim 2008 06:47
Haber 7

Orgeneral Babaoğlu Mehmetçiğe babalık yapamadı, özür dilemelidir. Eğer özür dilemezse TSK toplum nezdinde çok yıpranacaktır.

Harb Okullarında görev sorumluluğu bilinci geliştirme konusu üzerinde çok durulur. Hatta komutanın hatasından vatan kaybedilir sözü ile duyarlılık kazandırılır. Komutanlarda canlı örnekler olarak bu görüşleri anlatmazlar aynı zamanda yaşarlar.

Komutan Askerle birlikte eğitimdedir. Postalı çıkarmaz hep arazidedir. Cengiz han gibi askerle yatıp kalkar, aynı karavanayı paylaşır.

Son yılllarda ise ikinci tip bir komutanlık belirdi salon elbiseli, papyonlu monşer subaylar. Hep iyi yerlere tayin olurlar, Postal kokusu bilmezler, karagahlarda daha çok görev yaparlar, Güneydoğuda risksiz görevlere tesadüf eden tayin olurlar. Fazla yorulmadan önleri açılır, yurt dışı görevlere kolayca giderler. Emekli olur olmaz OYAK ilişkili bir holdingde yüksek ücretle yönetim kurulu üyesi olurlar. Zevkleri eğlenceleri elitisttir, En yakın dostları şehrin zenginleridir.

Aktütün karakol baskını Mehmetçiği anlamayan bu subay modelini ortaya çıkardı.

Ortalama bir Türk insanı çocuğunu askere gönderirken asker ocağındaki komutan ona babalık yapacak diye düşünüyordu. Ancak şimdi kafası karıştı. Vatan hizmeti, peygamber ocağı diye düşünürdü, Oğlu gitmek istemese de onu motive ederdi.’ Ana kucağı değil asker ocağı’ derdi. Şehitliğin kutsallığına inanmıştı. Bunun için vatan sağolsun derdi. Fakat şimdi soru işaretleri uyandı.

Gelen ayrıntı bilgilere göre, Terör örgütü katır sırtında ağır silahları, havan toplarını karakolun yakınına getiriyorlar, istihbarat yok.

Karakolda bir bölük asker var başlarında muvazzaf, terör eğitimi almış subay yok.
9,5 saat çatışma sürüyor Roj TV anında yayına başlıyor askerlerimize yardım gelmiyor. Büyük Komuta zaafiyeti var asıl TSK yı bu zaafiyet yıpratıyor.

Buna benzer komuta zaafları hep oldu Dağlıca Karakolu baskınında da benzerdi. Fakat bu sefer ‘karakol yeri değiştirilmesi mali nedenlere bağlıdır’ şeklinde savunulamaz bir gerekçe resmen açıklandı. Ayrıca 9,5 saat hava desteğinin gelmemesi. Ölümlerin savaş zayiatı olarak tanımlanıp Çanakkale kayıplarına benzetilmesi insanları şaşırttı. Bu esnada Hava Kuvvetleri Komutanının Golf Oynamaya aynen devam etmesi toplumsal tepkiye neden oldu.

Eski Kara Kuvvetleri Komutanımız E. Orgeneral Sayın Kemal Yamak’ın kitabında da belirttiği önemli bir gözlemi var. Mehmetçik Bayrağının dalgalandığını, Ezan sesini ve Komutanın başında olmasını görürse savaşır. Askeri savaştıracak psikolojik şartları oluşturmamak aslı TSK yı yıpratır.

Çanakkale benzetmesi yap ama çanakkale ruhunu düşman kabul et, şehitliğin içini boşalt. Asıl TSK yı bu anlayış yıpratır.

Hava Kuvvetleri Komutanı sanki uzayda yaşıyor. Tatilimi yarıda kesemem ölenleri evladım gibi görmek zorunda değilim gibi bir açıklama yapıyor. Anne babaların çocuğunu askere gönderme motivasyonunu kırıyor. TSK’yı asıl bu anlayış yıpratıyor.

Bu arada olumlu gelişmeler de oldu.Sayın Genelkurmay Başkanımız içlerinde değerli Psikiyatrist Prof. Dr. Abdülkadir Çevik’in de olduğu bir grup akademisyenle beyin fırtanası yaptı. Doğu insanının sevgi ve güvenini kazanacak adımların atılması için iyi bir başlangıç olmasını dilerim.

Sonuç olarak TSK nın kendi kendini yıpratmasını önlemek hepimizin sorumluluğudur. Karamsar olmaya gerek yok, TSK nın içinde Sayın Babaoğlu gibi düşünen subay azınlıktadır. Toplumun değerlerini benimseyen askeri bürokrasinin toplumun desteğine ihtiyaçları vardır.

Kimse TSK yı yıpratma retoriğinin arkasına sığınıp hatalarını örtmeye çalışmamalı.
PROF. DR. NEVZAT TARHAN - HABER 7
ntarhan@mcaturk.com

TSK'YI YIPRATANLARI AÇIKLADI

9 Eylül 2008 11:28
Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu ders niteliğinde mesajlar verdi. Terörle mücadeledeki mevcut stratejilerin eksikliklerini, yanlışlıklarını dile getirdiği kitaplarıyla üne kavuşan Pamukoğlu'nun hedefinde TSK vardı.
Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu ders niteliğinde mesajlar verdi. Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı döneminde gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonları anlattığı ve terörle mücadeledeki mevcut stratejilerin eksikliklerini, yanlışlıklarını dile getirdiği kitaplarıyla üne kavuşan emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu, “Ergenekon terör örgütü sanığı paşalara cezaevinde destek ziyareti yaptıran, muhtıralarla, siyasi beyanlarla gündeme gelen zihniyete” çok sert çıktı.



Geçtiğimiz günlerde kuruluş dilekçesi İçişleri Bakanlığı’na verilen Hak ve Eşitlik Partisi’nin Genel Merkez Binası’nda Vakit’in sorularını cevaplandıran Pamukoğlu’nun “çarpıcı” ve “ders” niteliğindeki mesajları:

- Parti kurma fikri nereden çıktı?

- Parti kurmamı ben değil, halk istedi. Halk, yeni düşünce, yeni hayat, yeni ufuklar, yeni konseptler bekliyor. Biraz okuyan, biraz düşünen dinamik bir insan, ülkede kendini umutsuz ve boşlukta hissediyor. Bu da, mevcutların dışında, yeni bir oluşum, yeni bir hareket, yeni bir düşünce bekliyor. Bu istek 4-5 yıldır vardı ama son 1,5 yıl içerisinde daha da arttı. Halkımız dert küpü olmuş. Beslenme, barınma, güvenlik ve huzur problemlerinin yanında, insanlarımızın onuru ve gururu kırıldı. Bu kırılma, Kuzey Irak’taki çuval geçirme olayından başladı. Arkasından Dağlıca olayı, insanların moralini ve milli gururunu altüst etti. İnsanlarımız başı dik yaşamayı arzu ediyor. Amerika’dan, Avrupa Birliği’nden talimat ve emir almak, insanları yaralamanın ötesinde sıkıntıya soktu. Ruhun harap olmasını artık kaldıramıyorlar.

STATÜKONUN DEĞİŞMESİNDEN HOŞLANMAZLAR

Anayasa Mahkemesi, Asker, CHP düzenden memnun, siz ne düşünüyorsunuz?

- Bürokratlar ve askerler, statükonun değişmesinden hoşlanmaz. Dünyanın her yerinde böyledir. Meclis ve hükümet bu statükonun değişmesinden hoşlanmayanlara sözünü geçirecek. Madem korkuyorsun, neden devlet yönetmeye talip oldun?

Meclisi ve hükümeti tamsa, devlet adamlığı yapmak isteniyorsa statüko dinlenilmez. Memurlar devletin hizmetlileridir, maaş karşılığı hizmet ederler. Memurların, bürokratların, mevcut iktidarla bir sorunları varsa, ilkelerini benimsemiyorsa yapacakları bir tek şey vardır, o da istifa etmektir. İstifa etmiyor, ayrılmıyorsa, hâlâ sana karşı hal ve tavır gösteriyorsa senin de hükümet olarak yapacağın şey, onu emekli etmektir. Darbeler, silahlı hareketler... Herkes bu kavramlardan kafasını soyutlasın. Asker, gelişmeler hakkında düşünce dile getirdiği zaman bir kesim “Asker bunlara karışamaz” derken, diğer kesim ise “Genelkurmay bu ülkenin önemli bir kurumu, o da fikrini açıklamalı” diyor. Ve Asker, muhtıra veriyor, ilahi okumanın laikliğe aykırı olduğunu söylüyor...

- Bunlar aşiret kafasıdır. Bürokratların nerelerde siyasi görüş açıklayacağı anayasa ve kanunlarda bellidir. Anayasaya uyun. Bu bildirilerin yayınlanmasının hiçbir getirisi yoktur. 27 Nisan bildirisi yayınlandı ve AK Parti’ye % 8-9 oy getirdi. Bakın, Başbakan ve hükümet eden partinin diğer önde gelenleri, bugüne kadar hiç duymadığımız bir şekilde 27 Nisan muhtırasını verenleri yerden yere vurdu. Ben de bu yaşıma kadar TSK’yı bu kadar yerden yere vuran beyanı ilk defa 27 Nisan muhtırasından sonra gördüm. Bu tabii ki Erdoğan’ın partisine kazandırırken, muhtırayı verenlere kaybettirdi. Başbakan tepkisini koydu, yerden yere vurdu. Peki sen muhtıra veren sonucunda ne yapabildin, hiçbir şey.

O zaman bu muhtıra TSK’nın imajına katkı sağlamıştır denemez?

- Hayır, tersi oldu. TSK imaj kaybetti. Bütün muhtıralar imaj kaybettirir. Başbakan’ın nasıl bir konuşma yaptığını gördünüz. Hiçbir kurum, devlet dahil, adı ne olursa olsun, dışardan yıpratılmaz, kendi kendini yıpratır.

İktidara gelince bir senede PKK’yı bitireceğinizi iddia ettiniz. Sosyal politikalar ne olacak?..

- Partimizin bayrağındaki kartal simgesi halkı temsil ediyor. ‘Bir yılda bitiririm’ dediğim şey, dağlardaki eşkıyanın temizlenmesidir. Elbette sosyal politikalar da bunu destekleyecek.

- Bunu yapmak için halkı yanınıza almanız gerekir...

- Halkı dağdaki çetelerden soyutlayacaksınız. Ama çeteler dağlarda yaşadığı sürece, halk kendini güvende hissedemiyor. Toprak piresi gibi olacağız, pire nasıl toprakta belli olmuyorsa bizi de göremeyeceksiniz, sonuçlarını göreceksiniz. Sadece yurt içinden değil, yurt dışından da alacağız teröristleri.

- Diyelim ki Başbakan oldunuz. Bir gün gazetede Genelkurmay Başkanı’nın beyanatı var; hükümetin bazı uygulamalarını iyi bulup bazılarını uygun bulmadığını söylüyor. Tutumunuz ne olurdu?

- Genelkurmay başkanını çağırırım, görüşürüz. Neden bunu yaptığını sorarız. Böyle yaptıysa sonuçlarını göze almış demektir. Çünkü hükümetin kim olduğunu ve başında kimin olduğunu biliyordur herhalde. Çağıracağız ve kendisiyle böyle devam edemeyeceğimizi söyleyeceğiz. Kararı kendisi verecek. Kararı o vermezse biz veririz.

- Bu görüşme için teşekkür ediyorum.

- Vakit okuyucularına ve kadrosuna selamlar.

ASKER-HÜKÜMET İLİŞKİSİ OLMAZ!

- Asker hükümet ilişkileri... Şemdinli’ye bakın. Olayların üzerine giden savcı Ferhat Sarıkaya nasıl da harcandı...

- Asker-hükümet ilişkisi diye bir şey yoktur. Asker hükümete bağlıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harbe hazırlığından onun denetlenmesine kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti sorumludur. Bu sorumluluğu da TBMM denetleyecek. Şu anda Türkiye sanki birkaç tane hükümet tarafından yönetiliyormuş algısı var dışarıda.

- Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde, Kandıra’daki “terör örgütü sanıklarına” bir ziyaret gerçekleştirildi. Ergenekon davası devam ediyor ve oradaki Korgeneral “Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde” “terör örgütü sanıklarını ziyarete gidiyor...”

- Ergenekon meselesi aylardır ortada. Resmi, gayrı resmi, askeri sivili herkes konuştu. İddianame de bitti, Türk mahkemelerine de intikal etti. O halde bitmiştir.

- Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ cemaatlerden ve cemaatlerle mücadele için yapılması gerekenlerden bahsetti...

- Vatandaş, ordunun sahibidir. Vatandaş diyor ki; “Bu devlet benim. Bir silahlı gücüm var ve bu silahlı gücümü, eğitim almış insanlara teslim ediyorum. Halkın vergileriyle oluşan tankı, topu, tüfeği... Sen bunu, benim yararıma kullanacaksın.” Elinde halkın verdiği silah olan bir asker, hükümete karşı bir şeyler yaptığı zaman, halk; “Bu, benim kendisine teslim ettiğim silah elinde diye; hükümete, meclise, sisteme karşı böyle yapıyor” diyor. Elinde silah olanla olmayanı halkın karşısına çıkarırsan, halk, elinde silah olmayanı tercih eder!.. Muhtıra verirseniz, halk da iktidarın oyunu artırır. Milletle ve onun değerleri ile mücadele edilemez!..

VAKİT

İÇERİDE ÇATLAK MI VAR?
11 Ekim 2008 08:08
Genelkurmay neredeyse her gün bir komutanını resmi ağızdan yalanlıyor.

Karargah Hergün Bir Komutanını Yalanlıyor

Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, Genelkurmay Başkanlığı Karargahı'ndaki haftalık basın bilgilendirme toplantısında, Aktütün Karakolu baskını sonrası başlayan “mali kaynak sıkıntısı” tartışmalarına çok ilginç bir boyut getirdi.

Tuğgeneral Gürak, "Bayrak Tepe'ye, yapılması düşünülen bir inşaat yoktur. Gerek de bulunmamaktadır. Bir plan dahilinde, Türkiye, Irak ve İran sınırında bulunan öncelikli karakollar yeniden inşa edilmektedir. Bu kapsamda; 2008 yılına kadar 168 karakol binası inşa edilmiştir. Bu yıl ise aralarında Aktütün Karakolu da olmak üzere 13 karakolun inşası devam etmekte olup mali kaynak sorunu yoktur" ifadesini kullandı.

Tuğgeneral Gürak, aynı konuya konuşmasında ikinci defa değindi ve daha da açıklık getirerek, “Diğer 162 adet öncelikli karakolun inşasına ise Maliye Bakanlığı'nın koordinatörlüğünde 2009 yılında başlanacaktır. Öncelikli karakolların inşaları tamamlanmış olacaktır. Önemli güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasında hiçbir zaman mali kaynak sorunu olmamıştır" dedi.

GENELKURMAY KENDİ KOMUTANINI TEKZİP ETTİ
Hatırlanacağı üzere Genelkurmay 2. Başkanı Hasan Iğsız aynı şekilde Basın mensuplarını bilgilendirirken, karakol yapımında ve karakolların taşınmasında mali sorunlar nedeniyle aksama olduğunu söylemişti.

Basının karşısına geçen Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız, Şemdinli’deki çatışma sonrası karakolların taşınması kararı oluşturduğunu, Aktütün’ün de aralarında bulunduğu bölgedeki 5 karakolun yerinin değiştirileceğini açıklamıştı. . Aktütün Sınır Karakolu’nda meydana gelen çatışmada en ufak bir zafiyet ortaya çıkmadığını, şehitlerin kahramanca mücadele ettiğini söyleyen Iğsız, başta karakolun yerinin yanlış olduğu üzerinde durmuş ve çok tartışılan şu sözleri sarfetmişti:

“Karakolların taşınması 1 yıl öncesinden kararlaştırıldı, mali yetersizliklerden dolayı bu karar uygulamaya geçirilemedi”

Ancak Genelkurmay adına resmi açıklama yapmaya yetkili olan İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, Iğsız’ı “resmi ağızdan” yalanlamış oldu.

BU İKİNCİ YALANLAMA
Genelkurmay’ın komutanlarını yalanlaması neredeyse rutin hale geldi. Aktütün saldırısı sırasında ve sonrasında Golf oynamakla eleştirilen Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu’nu da Genelkurmay farklı biçimde yalanlamıştı.

Org. Babaoğlu saldırıdan 4 Ekim Cumartesi öğlen civarı haberi olduğu ve sonrasındaki hava operasyonlarının bilgisi dahilinde yönetildiğini Hürriyet Gazetesi’ne açıklamıştı. Genelkurmay ise Babaoğlu’nun akşama kadar haberi olmadığını açıklamıştı.

Org. Babaoğlu’nun Hürriyet’e yaptığı açıklamanın ertesi günü Genelkurmay sözkonusu açıklamasında; "Hava Kuvvetleri Komutanımızın Antalya’da bulunduğu sırada, 4 Ekim 2008 Cumartesi günü akşam saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde meydana gelen çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir bilgisi olmamıştır." açıklamasını yapmıştı.

BU NASIL İYİ İLETİŞİM?
İletişim uzmanı Nuran Yıldız’la sıkı ilişkileri olan Org. İlker Başbuğ, iletişim konusunda TSK’da yeni bir dönem başlatacağını ilan etmişti. Ancak Nuran Yıldız’ın iletişimci gözüyle TSK’ya yaptığı danışmanlık işe yaramamış gözüküyor. Çünkü Org. Yaşar Büyükanıt döneminde bir kere bile gözükmeyen, komutanların üst üste Karargah tarafından yalanlanması iki günde iki kere tekrarlanarak TSK tarihine şimdiden geçti.

aktifhaber

Hani Asker Siyaset Yapmayacaktı?
Fatma Sibel Yüksek


“Askerin siyasete karışmasına” en az Murathan Mungan-Cemil İpekçi çizgisi kadar karşı olan AKP’nin demokrasimize sağladığı en büyük kazanım, orduyu siyasete “muhtıracı müdahaleden” “entrikacı müdahale” çizgisine çekmektir.. Herkes siyasette kendince ayrı bir tecrübe kazandı AKP döneminde…

Ne diye gece yarısı bildiri yayınlayıp kendini “darbeci” konumuna düşüreceksin? Yüzlerine “Sizinle gurur duyuyoruz” de, arkalarından gazetecilere “Biz bu PKK işini bir gecede bitiriz ama elimizi kolumuzu hükümet bağlıyor” diye fısılda..

“Ayıp oluyor Paşam” diyen olursa da gazetecilere söylediğini inkâr et! “Aramızı bozmaya çalışıyorlar, gelmeyelim bu oyunlara” diye üste bir de cila çek!

Genelkurmay İkinci Başkanı, Aktütün saldırısının ardından basın temsilcilerini toplayıp menfur saldırıda TSK’nın hiçbir zafiyetinin olmadığını, istihbaratın tıkır tıkır işlediğini anlattı. Bir de sitemde bulundu Paşa… Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki “bölgesel yönetim” adı verilen tuluat çadırından PKK terörü konusunda “hiç yardım görmüyordu”!

Çok şaşırdık…Biz, PKK terörünün Barzani’nin sorunu olduğunu zannediyorduk(! ) Muhatap Süleymaniye’ymiş demek..Ne güzel!

Ordunun iki numarasının ağzından alın size iki adet sorumlu: Bir hükümet, iki Barzani…

Sen sağ, ben selamet..Sofrayı kuran kaldırsın, ortaya çıkan pişkinlik, acziyet ve perişanlık tablosunu hükümet toparlasın..

Derken, bu basın toplantısının ardından “İsminin açıklanmasını istemeyen bir üst düzey TSK yetkilisi” ANKA Ajansı’na demeç verdi. Sınır karakollarının tahkim edilmesi için gerekli olan parayı hükümet sağlamıyordu! Maliye Bakanlığı bu konuda açıkça engel çıkarıyordu…

Genelkurmay’dan “İsmini açıklamayan kişinin açıklamaları bizi bağlamaz” diye bir açıklama gelmedi. Bir süredir orduyla arayı düzeltmenin memnuniyeti içinde olan hükümet şaşkın! Iğsız Paşa basın toplantısında böyle bir şeyden bahsetmemişti; bu da nereden çıkmıştı şimdi?

Sükûnet…

Cevap vermemek, bu ağır suçlamayı kabûl etmek anlamına gelecekti; cevap vermek ise hazır ne güzel 2008 YAŞ’ından sonra iyi bir mecraya oturmuş olan ordu-hükümet ilişkisinin tekrar limoni bir hâl alması riskini taşıyordu. Hem açıklamayı sahiplenen de yoktu, kime cevap verilecekti?

"Gül hazin, sümbül perişan

Artık bağ-ı hâzın şevki yok!"

Yine de Cemil Bey, “ortaya” konuştu. Teessüf etti, hükümetin böyle bir niyeti asla olamayacağı gibi, Maliye Bakanlığı’nın Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’na âzâ yapılması da bu tür kaynak sorunlarını anında çözmek içindi…Ama olan olmuş, hükümet topa kimin vurduğu belli olmasa da güzelce bir gol yemişti…

İkinci güzel “gol” de Devlet Bahçeli’nin ortaya attığı “tampon bölge” meselesinde geldi. Erdoğan Meclis kürsüsünden artık bıkkınlık vermiş olan “Terörün dini, dili, milliyeti olmaz” tekerlemesine sarılırken; Bahçeli “tampon bölge” diye tumturaklı bir öneri ortaya attı. Efendim, siyasette ettiğiniz lafın içeriği değil, havası önemlidir. “Tampon bölgenin” ne demek olduğunu kim biliyor Allah aşkına? TSK’dan ses çıkmayınca AKP de zannetti ki, bu tampon bölge denilen şey, yarın öbür gün gerçekliğe bürünebilir, ordu uygun bulabilir, durduk yerde tampon bölgeye karşı çıkmış gibi olmayalım..

Erdoğan ile Cemil Çiçek hemen atıldılar: “Olabilir, neden olmasın? Bakarız, inceleriz, her öneriye açığız…”

Sonunda ne oldu? Genelkurmay, “tampon bölge” hakkında ne düşündüğünü hükümete, Bahçeli’nin önerisinden tam bir hafta sonra bildirdi: “Olamazdı öyle şey, hiç geçerliliği yoktu! “Tampon bölgeye” mecbur kalmak, bölgedeki terör tazyikinin Türkiye’nin gücünü aşmaya başladığını kabûl etmek anlamına gelirdi…”

Başbakan da Bahçeli’ye “gecikmeli olarak” patlamak zorunda kaldı: ".Burada tampon bölgeye gerek yok.Olması gereken yapılıyor.Ağzı olan konuşuyor. Bilen de bilmeyen de konuşuyor"

İyi de kardeşim… niye bunu aynı gün söylemeyip bizi açığa düşürüyorsunuz, Bahçeli’nin önünde ağız eğmemize sebep oluyorsunuz?

Niye olacak? Ordu siyaset yapmayı öğrendi de ondan.

Sayenizde…

Şimdi Tayyip Erdoğan’ın başına yoğun bir Terörle Mücadele Yüksek Kurulu toplantıları sardılar . Artık Bakanlar Kurulu toplantıları bile on beş günde bir yapılacakmış. Herkes bin tane şey söyleyecek orada. Asker şunu da isteyecek, bunu da isteyecek, dışarıya haberler sızacak, terörde sonuç alınamadıkça vatandaş hükümete kızacak…

Bu kadar dert yetmiyormuş gibi, bölgesel Kürt yönetimi liderinin Ankara’ya çağrılmasının faturası da AKP’ye yazacak. “Çareyi bu çapulcularda mı arıyoruz” diye hiddetlenenlerin sesi yükselecek. Aslında eğri oturup doğru konuşalım mı… Bölgesel Kürt yönetimini işin içine katmaya hükümetten çok askerler hevesli. Bir de cumhurbaşkanı..(Nedenini biliyorsunuz siz onun).

En önemlisi de…

Yerel seçimler yaklaşıyor. Güneydoğu’da yumurta küfesi AKP’nin sırtında. AKP’den “kapatılmamanın bedellerinden biri olarak” hem "güneydoğu'yu kaptırmaması", hem de "teröre karşı etkin tavır alması" isteniyor.

Nasıl olacak bu?

Bana ne, Erdoğan düşünsün…

Cengiz Çandar boşa demedi “Keşke AKP kapatılmış olsaydı..Şimdi demokrasi mücadelesi veriyor olurduk” diye…

Kaynak: Fatma Sibel Yüksek-Açık İstihbarat

SİVİL GÖRÜNÜMLÜ TUZAK
27 Ekim 2008 08:31

Terörle Mücadele için kararlaştırılan "sivil" yapılanmadaki ince tuzaklar...

Son Milli Güvenlik Kurulu'nda terörle mücadele için yeni bir yapılanma kararı alınmıştı. Bu karar doğrultusunda askerleri de içine alan yeni bir sivil yapılanma düşünülüyordu.

Ancak kağıt üzerinde "sivilleşme" olarak görülen bu reformda gizli tuzaklar olabilir.

Aktifhaber Yazarı Yusuf Gezgin'in Yazısının İlgili Bölümü:

Asker üzerinden konumlarını koruyan, nemalan kesimler epeydir demokratikleşmeden rahatsızdırlar. Emniyetin provokasyonları önlemesi, suçluları yakalaması, huzuru bozan eylemleri deşifre etmesi bunları fazlasıyla gerdi. Ergenekon operasyonlarında ortalığa saçılan karanlık eylemler, organizasyonlar Emniyeti bunların hedefi haline getirdi. Bir şekilde bunu halletmeli, Emniyeti ve sivil güçleri yeniden ülkenin gerçek sahipleri(!) karsısında diz çöktürmeliydiler. Demokrat(?) iktidara ve AB surecine rağmen militer zihniyet mevzilerini terk etmemeye, kazanımlarını tahkim etmeye gayret ediyordu. Yasal düzenlemelere bir şekilde nüfuz edip; tuzak ifadeler, yoruma açık maddeler sokmaya çalışıyordu.

Bu günlerde Güvenlik Müsteşarlığı’nın kuruluşu ve işleyişi ile ilgili toplantılar, tartışmalar yapılıyor. Hükümetin ve sivil güçlerin bu ülkede salt hukuki düzenlemelerle meselelerin çözülmediğini bilmesi gerekiyor. Türkiye’de uzunca süredir güya hukuken Jandarma ve Sahil Güvenlik İçişleri Bakanlığına bağlıdırlar ve bütçelerini İçişleri Bakanlığı üzerinden almaktadırlar. Ama İçişleri Bakanının, müsteşarının veya valilerin bu kurumlar ve personeli üzerinde hemen hiçbir etkisi yoktur. Bilakis bu kurumların personeli bakanları(nı), müsteşarları(nı), valileri(ni) kaymakamları asker namına fişlemekte, takip ve tarassut etmektedir. Hukuken iç güvenlik birimi gibi görünen bu iki birim bütünüyle TSK kontrolündedir. Komutanları Deniz veya Kara kuvvetlerinden atanmaktadır. Personeli asker kişilerdir. Kağıt üzerinde içişleri bakanına bağlıdırlar ama bilgileri TSK’ne akıtmakta, talimatları oradan almaktadırlar. Sivil otoriteye bağlı görünmelerine rağmen, militer zihniyetin toplum içindeki eli, ayağı, gözü, kulağı görevini görmektedirler.

Güvenlik Müsteşarlığı adı altında; “başarıları göz kamaştıran”, verimli bir iç güvenlik hizmeti veren Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) ile; çokta başarılı olmayan, uygulamaları tartışılan bu kurumlar aynı havuzda toplanmak istenmektedir.

Giderek asker etkisinden çıkan ve sivillerin etkisine giren MİT’in de bu havuza alınmak istendiği söyleniyor. Son yıllarda militer zihniyetin MİT’den de rahatsızlık duyduğu ve bu kurumu da eskiden olduğu gibi kontrolünde tutmaya özendiği bilinmektedir. Kanaatimce MİT’in iç istihbarat yetkisi elinden alınmalı, kurum gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sadece dış istihbarata münhasır hale getirilmelidir. Güçlü bir devlet için, güçlü dış istihbarat ve karşı istihbarat çok önemlidir. Asker etkisinden kurtuldukça başarısı ve etkinliği artan MİT’in yeniden asker mihverine girmesine neden olacak adımlardan, tuzaklardan ısrarla kaçınmak gerekir. Eğer bir Güvenlik Müsteşarlığı kurulacaksa buranın altına sadece iç güvenlik birimlerinin alınması; Genelkurmay’dan ve MİT’den gerektiğinde destek alınması daha tutarlı bir yoldur. Genelkurmayın, Jandarmanın ve Sahil Güvenliğin olduğu böyle bir müsteşarlığın zamanla asker etkisine girmesi mümkündür.

Eğer güvenlik müsteşarlığı altında mezkûr kurumlar toparlanacak ve bir istihbarat havuzu oluşturulacaksa; hukuken ve fiilen Jandarma ve Sahil Güvenlik TSK’dan koparılmalı, Sicil ve özlük hakları açısından bütünüyle sivil otoritelere bağlanmalıdır. Personeli sivillerden oluşmalı, askeri eğitim alan personel tedricen tasfiye edilmelidir.

Böyle olmaması durumunda, müsteşarlık İçişleri Bakanlığına veya Başbakanlığa bağlı olsa, başında sivil bir muhatap bulunsa bile, zaman içinde bu yapıda askerler baskın hale gelecektir. Şu anda sivil otoritelerin emrinde bulunan ve başarılı işler çıkaran EGM de militer zihniyetin etkisine girebilecektir. Müsteşarlık imkânlarından ve istihbarat havuzundan sivil otoritelerden öte askeri birimler yararlanacak, emniyetin istihbarat birikimi de askerlere akacaktır. Böyle bir yapıda, demokratikleşmeye ve sivil yönetimlere tehdit oluşturan Ergenekon tarzı derin örgütlerle mücadele imkânı kalmayacaktır. Zaman içinde Emniyet etkisizleştirilecektir. Askere amade bir hükümet gelmesi veya olağanüstü bir dönem yaşanması durumunda, Güvenlik Müsteşarlığı demokratikleşmenin önündeki en büyük engel, militer zihniyetin güçlü bir kurumu olacaktır.

Güvenlik Müsteşarlığı kurulacaksa, mutlaka Jandarma ve Sahil Güvenlik sivilleştirilerek bu yapının altında toplanmalı, Genel Kurmaya ait birimler yapının dışında tutulmalıdır. Başına da dirayetli, demokrat, hukuk bilen, dünyayı tanıyan birisi getirilmelidir.

Ama bana sorarsanız Güvenlik Müsteşarlığına veya yeni karmaşık düzenlemelere hiç gerek yok. Eğer Jandarma ve Sahil Güvenlik TSK kontrolünden çıkarılır, Mülki amirlerin emrine verilirse; hem koordinasyon sağlanmış, hem de tehlikeli ihtimallere kapı aralanmamış olur.

Bir şeyler yapayım derken hükümet beklemediği goller yiyebilir, militer güçlere yeni hareket alanları açabilir.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ekm 30, 2008 6:43 pm    Mesaj konusu: SubaylarIn Türban Tepkisi Alıntıyla Cevap Gönder

GÜCÜ YETİYORSA YAPSIN
26 Kasım 2008

TSK&Hükümet ilişkilerinin son dönemde gelip "takıldığı" nokta bu...

"İktidar, AB ordularındaki gibi bir ordu istiyorsa, gücü yetiyorsa, askerin eğitim sistemini değiştirsin."

Mehmet Ali Kışlalı asker - AKP ilişkilerini yorumladı: TSK Gül’ü içine sindiremediğini göstermeye çalışıyor. Oysa Erdoğan söz vermişti ama Gül “Köşk’e çıkacağım” diye diretti. Ben o koltukta otursam Başkomutan olduğumu hissetmek isterim. Ama haftalık yarım saatlik toplantılarla, törenlerde yan yana durmakla olmaz bu iş.


AKP döneminde sivil-asker ilişkilerinde Genelkurmay Başkanları etkili oldu mu?

AKP ilk 5 yıllık iktidar döneminde olay çıkarmayarak dikkatli ve titiz davrandı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün de bunda büyük katkısı oldu. Olası krizleri Ahmet Necdet Sezer de engelledi. Özkök’ün ayrı bir üslubu vardı. 55 yıllık meslek hayatımda aynı karakterde Genelkurmay Başkanı hiç görmedim ben. Ama esas aynı. Özkök, ordunun hassasiyetlerini kapalı kapılar ardında Erdoğan’a anlatmaya çalıştı. İş çığrından çıkar gibi olduğunda o zaman Genelkurmay İkinci Başkanı olan İlker Başbuğ’a basın toplantıları ile açıklamalar yaptırdı. Erdoğan o dönemde ‘Ben kimseye türban vaadinde bulunmadım’ diyordu. Büyükanıt döneminde de cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili meşhur “Özde değil sözde” ifadesinin kullanıldığı basın toplantısı düzenlendi. 27 Nisan bildirisi yapıldı. Bildiri Erdoğan’ı güç durumda bıraktı. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı da ortalığı gerginleştirdi. Daha sonra biliyorsunuz, Erdoğan ve Büyükanıt Dolmabahçe’de baş başa bir görüşme yaptı. Bu görüşmeden sonra Erdoğan dayatmacı tavrından vazgeçti. Genel seçimlere giderken de 100 kadar milletvekilini listeden çıkardı. Büyükanıt sustu. Çünkü onu memnun edecek vaatlerde bulunuldu.

ORDU GÜL’Ü HÂLÂ SİNDİREMEDİ


Peki Abdullah Gül’ün Köşk’e çıkması nasıl bir etki yaptı TSK kademesinde?

TSK, Cumhuriyet tarihi boyunca hep arkasına toplum desteğini alarak hareket etmiştir. Bu yüzden seçimler sonrasında “durdu”. MHP’nin desteği ile Gül Çankaya’ya çıktı. Büyükanıt’a sordular, “TSK’nın görüşü değişmez” dedi. GATA’daki devir-teslim töreninde de “cumhurbaşkanı” ifadesi kullanıldı. TSK, Gül’ün seçilmesini içine sindiremediğini hâlâ gösteriyor. B planını devreye soktu. O zaman korgeneral olan Ankara Garnizon Komutanı Arslan Güner, havaalanında Gül’ü karşılarken Hayrünnisa Gül ile tokalaşmamak için protokolden çıktı. Köşk’te verilen resepsiyonlara katılımın seviyesi düşürüldü. TSK Başkomutanı’ndan koptu. Hukuki olarak değil ama moral olarak. Bu seçimi içine sindiremedi. Şeklen ne yapması gerekiyorsa onu yapmaya devam etti ama Gül’ün seçilmesi asker ve Çankaya arasında kopukluk yarattı.

ERDOĞAN SÖZ VERMİŞTİ


AKP ile ordu arasında bir mutabakat mı vardı? O mu çiğnendi?

Gül bastırdı ‘Ben aday olacağım’ diye. Halbuki Erdoğan söz vermişti. Gül ısrar edince, Köşk seçimi konusunda Erdoğan muhalefetle mutabakat arayışından vazgeçmek zorunda kaldı.

‘VELEV Kİ’ HAYATININ HATASI


Asker türban düzenlemesine neden ses çıkarmadı?

Gül’ün ağırlığını hissettirmeye başladığı bir dönemde, eski RP milletvekili Merve Kavakçı bir açıklama yaptı Erdoğan’ı hedef alan. Tehdit etti: ‘Türban işini halledeceksin, etmezsen sana karşı döneceğiz.’ Gül’ün daha aktif olmaya başlamasıyla birlikte Erdoğan, hayatının hatasını yaparak, türban için “Velev ki siyasal simge” dedi. İşte o zaman ortalık karıştı. Askerden ses çıkmadı, 22 Temmuz seçimlerinin getirdiği hava nedeniyle. Ancak üniversiteler karıştı, Cumhuriyet mitingleri yapıldı, sivil toplum tepki gösterdi, Yargıtay Başsavcılığı AKP’nin kapatılması için dosya hazırladı... Bunların hepsi birer işaretti.


TSK AKP’nin kapatılmasını mı tercih ederdi?

2002’de iktidara gelen AKP, Cumhurbaşkanı Sezer ve Orgeneral Özkök’ün yardımlarıyla ülkeyi yönetti ancak, 22 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan şartlar ülkeyi kaosa sürükledi. AKP, Anayasa Mahkemesi’nden kıl payı kurtuldu. Bence iyi de oldu. Ders alındı.

Gül gitmeden ilişki düzelmez


Asker-Köşk ilişkilerinde hiç gelişme olmadı mı sizce?

Gül’ün görev süresi içinde TSK ile ilişkilerinde değişiklik olması mucize olur. Anayasa’ya göre, Gül ordunun Başkomutanı. Ben o koltukta otursam, Başkomutan olduğumu hissetmek isterdim. Yarım saatlik haftalık olağan görüşmeler, törenlerde yarım saat yan yana durmakla bu olmaz.
Gücü yetiyorsa askerin eğitim sistemini değiştirsin


Erdoğan sizce bundan sonra ne yapmalı?

Erdoğan akıllı, deneyim de kazandı. Bu ortamda sağduyuya dayalı, maceraya kapı açmayacak tutum takınılmalı. Erdoğan’ın tutumu da böyle gözüküyor. İlker Başbuğ, TSK’yı hükümete anlatmalı. TSK personeli 14 yaşında girdiği kurumdan 65 yaşında emekli olarak çıkıyor. Eğitiminden yaşamına Atatürkçü düşünce sistemi rehberi oluyor. Terfi ederken, sicili buna göre işleniyor. İktidar, AB ordularındaki gibi bir ordu istiyorsa, gücü yetiyorsa, askerin eğitim sistemini değiştirsin.
Orduyu eleştirmek yeni çıktı


Sınır ötesi operasyon sonrasında bir ilk yaşandı ve AKP TSK’ya sahip çıkarken MHP ile CHP askeri hedef aldı. Sizce neden?

CHP ve MHP, askere saldırı puan kazandırıyor diye düşünüyorlar. Bu yeni çıktı.


Son anketlerde TSK az da olsa halkın güvenini kaybetti gibi bir sonuç çıkıyor. Bunun sebebi sizce ne?

Eğitim ve kültür seviyesi arttıkça her şey tartışılmaya başlanıyor.
Haber: Barkın Şık/Akşam



Prof. Nevzat TARHAN
Gizli Komitelerin yeni ikna yöntemi
10 Kasım 2008 06:00
Haber 7

İslamofobisi olan askeri ve sivil bürokrasi yeni yöntemler geliştirmeye başladılar. Başbakanımız da tuzağa düştü.
Birinci olay Manisa’da yaşandı. 40 yaşın üstündeki başörtülü asker aileleri törenlere alınmaya başlandı. Ama Manisa’da askeri törendeki tutum çok yüz kızartıcıydı. Başörtülülere baskı ve ayrımcılık maalesef devam ediyor. Başörtülü asker annelerinin teller arkasında yere çökmüş zavallı halleri insaf ve vicdan sahiplerini hiç rahatsız etmiyor mu?!

Not: İslamofobi tıbbi bir niteleme değil sosyal bir tanımlamadır. Tedavi edilmez, sosyal tepkilerle düzelir. Başörtülü anneler pısırık pısırık tel örgü arkasında oturacaklarına Zenci Rosa Parks gibi haklarını arasalar mesele bu kadar uzamazdı.

İkinci olay başbakan ve bakanların bir ziyareti… Eğirdir Dağ ve Komanda Okulu’nda başarılı bir komanda eğitimi verilmektedir. Bunu Bakanlar Kurulu’nun görmesi çok yerinde oldu.

Ancak askerler tarafından sivillere yeni psikolojik harekat taktiğinin uygulandığını dikkatli bakışlar hemen anladı.

Askeri stratejistler sivil otoriteyi yok sayarak, mesafeli durarak kurulu düzenin devamı taktiğinden vazgeçtiler. Toplumun tepkisi ve terör konusunda başarısızlıklar ve Ergenekon davası yöntem değiştirmeyi zorunlu kıldı.

Değişimin ilk işaretleri Bakanlar Kurulu’nda brifing verilmesiydi. Herkes ‘Ha şöyle’ dedi. Gözden kaçan şuydu, asker kendini hatalı görüp özür dilemedi, sadece ikna metodunu değiştirdi.

Korkutarak sonuç alamayacağını anlayan kurmay zekası, övüp yücelterek sonuç alma yöntemine karar verdi.

Siyasi iktidar resepsiyona gelmeyen, eşli davet vermeyen, törende sırtını dönen, sivili küçük gören, İslamofobisi olan askeri bürokratların soğuk tavırlarından bıkmıştı. Paşaların iki alkışından kendini feda edecek ‘Akıncı ruhu’ oyuna gelmeye başladı.

Mamafih değişim ilk sonucunu verdi. Sayın Başbakan Doğu Anadolu’da Kürt kimliği ile terör eylemlerini ayrıştırarak yapılması gereken dikkatli ve ince politikasını değiştirdi. ‘Pompalı silah olabilir, beğenmeyen gider’ gibi şefkatsiz ve asker tarzı kokan söylemlere başladı.

Sayın Başbakan Merhum Özal’ın son dönemi gibi tevazudan uzaklaşıyor, eleştiriye kendisini kapatıyor, alkış ve övgü tuzağına düşüyor. Kendisini Fatih’le kıyaslayacak kadar büyük görüyor. Yazık, garip milletim yine satılacak.

Üçüncü olay Genelkurmay Başkanı’nın mermi kovanlarını hatıra için alan Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e “Dikkat edin, iyi saklayın, Ergenekoncu diye içeri alınırsınız” anlamında zeki bir espirisi oldu. “Demokrasiyi havaya uçuracak Ergenekon davasındaki suç unsuru cephanelikler ile iki G3 kovanı aynı değerdedir” imalı espriyi kurmaylar dışarı sızdırdılar.

Yılların kurdu Sayın Bakan’ın cevabı ise hikmetliydi: ‘O saklayana göre değişir’. Genelkurmayın Ergenekon davasında taraf olduğunu savunanlar haklılık kazanıyor. Demek ki “Camiamızdan adam yedirmeyiz” cemaatçi söylemi askerler içinde geçerli, sadakat adaletten önce geliyor.

Genelkurmayın sessiz desteğini alan bir yargı süreci güven vermez, kamu vicdanını rahatlatmaz. Ergenekon yasa dışı yapılanmasının askeri ve sivil bürokrasideki uzantıları olduğu gibi duruyor. Bu uzantılar uygun konjonktürü dört gözle bekliyor.

Seçim öncesi terör eylemlerinin şehir ve kırsal ayakları boş durmayacaklar. Kolluk kuvvetlerinin Eğridir’de değil Şemdinli’de çalışması gerekir.

Jandarma Genel Komutanı’nın Ankara’da ne işi var? İran tarafının kale gibi karakolları Türk tarafının baraka gibi karakolları komutanların eğitim elbiselerini giymeyi gerektirmiyor mu?

Bazı meslekler vardır görevini yapmazsa kaos oluşur. Trafik polisi araç akışı ve küçük kazalarla ilgilenmezse şehrin trafiği kilitlenir. Kolluk kuvvetleri işini yapmaz siyasetle ilgilenirse toplumda kolayca karmaşa oluşur.

Denetlenmeyen ve hesap sorulmayan kolluk kuvvetleri hem kaynakları tüketir hem de siyasetçinin toplum nezdindeki itibarını eritir.

EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolü kaldırılmadı, ufak bir karmaşada askerin Vali’ye rağmen iç güvenliğe elkoyma yetkisi devam ediyor.

Ulusalcı gömleğini çıkarmamış mevcut askeri kuvvet mutlaka sınırlandırılmalı ve denetlenmelidir. Malum denetlenmeyen her iş risk taşır.

Sanki hükümetimiz Ankara’da kendisinden sonra gelecek muvazaalı bir hükümetin işini kolaylaştırmak için sadece ekonomi ile ilgileniyor. Siyasi reform olmadan ekonomik reform olmayacağı unutuldu.

İktidarın oylarını düşürmeye yönelik tertiplere karşı askerle iyi geçinmeye çalışması akıllı bir yöntem ve anlaşılır gerekçesi var.

Fakat hem aldığı oyları satmadan bu ilişki ve dengeyi kurmak hem de oyun kuran, oyun bozan proaktif siyaset yapmak kolay iş değildir. Karizma ise bu başarıların sonucudur.

Nevzat TARHAN
ntarhan@gmail.com


Ahmet HAKAN
Başbuğ’dan açık rica
31 Ekim 2008
Hürriyet

SAYIN General...

Bilmiyorum farkında mısınız?

Milli bayramlarımızda bazı Anadolu kentlerinde pek vahim bir "askeri yetkili/türbanlı kadın" koşuşturması yaşanmakta...

Kazara bir türbanlı kadın, bir askeri yetkilinin bulunduğu tören alanına girmeyiversin...

Büyük, hem de çok büyük arıza çıkmakta...

"Askeri yetkili", bir hanımefendiye karşı yapılmaması gereken bütün hareketleri yapıp, nezaket kurallarını bir tarafa bırakarak, "Ya türbanlı kadın çeker gider/Ya da ben çeker giderim" tavrı koymaktadır...

Böylece olan, askerimizin o dillere destan centilmenliğine olmaktadır...

Askerimizin meşhur nezaketi epey yara almaktadır...

* * *

Sayın General...

Bilmiyorum, bu konuda size ait, "Parola: Sıkmabaş... İşareti: Hemen kaç" diye bir talimatname mi var?

Komutanlarınıza, "Türbanlı bir kadınla aynı ortamda bulunmak zinhar yasaktır... Böyle bir durumda kaldığınızda elinizle, olmuyorsa dilinizle müdahale ediniz" şeklinde bir emirname mi yayınladınız?

Eğer böyle bir durum söz konusuysa...

Lütfen buna son veriniz...

Çünkü...

Hem çok komik oluyor, hem de çok ayıp...

Çünkü...

"Türbana karşı olmak" ile "türbanlı kadın görünce öcü görmüş gibi olmak" arasında en azından mahiyet farkı var...

* * *

Sayın General...

Siz ki "bin yıl sürecek" zannedilen akreditasyon uygulamasını kısmi de olsa gevşeterek ezber bozdunuz...

Siz ki "Koskoca Genelkurmay Başkanı, seçilmişlerin ayağına mı gidermiş" şeklinde özetlenebilecek burnu büyüklüğü yere çaldınız... Bakanlar Kurulu’nun ayağına gidip brifing vererek fark yarattınız...

Siz ki yıllardır erbaş psikolojisine gark olmuş meslektaşlarımıza "Bana paşa demeyin" diyerek sivilden bile sivil bir tutum aldınız...

Bunlar çok güzel hareketler...

Hadi gelin, bir güzel hareket daha yapıp, Anadolu’daki astlarınıza türbanlı kadınlara karşı biraz nazik olmaları gerektiğine dair bir genelge gönderiniz...

****

Ahmet Hakan - Hürriyet

ahmethakan@hurriyet.com.tr


Subayların Türban Tepkisi
30 Ekim 2008 10:47

Manisa'da düzenlenen Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda gerginlik yaşandı. Manisa Belediye Başkanı türbanlı eşiyle salano girince askerler tepkiyi koydu.

Manisa Belediye başkanı Bülent Kar başı örtülü eşi Selma Kar ile resepsiyona gelince Manisa Birinci Piyade Er Eğitim Tugay komutanlığı ile İl Jandarma Alay komutanlığından Cumhuriyet balosuna katılan üst düzey rütbeliler eşleri ile birlikte salonu aşamalı bir şekilde terk ettiler.

Manisa valisi Celalettin Güvenç eşi Turan Güvenç ile birlikte Manisa valililiği parkında ki Polis lokalinde bu akşam düzenlediği Cumhuriyetin 85.yıl dönümü nedeniyle verdiği resepsiyonda yaşanan bu olay katılanlar tarafından üzüntü ile izlenildi.

Saat 19.30 başlayan resepsiyonda 19.45 te salona eşi Naime Babüroğlu ile birlikte giren 1. Er Eğitim Tugay Komutanı Tuğgeneral Naim Babüroğlu ile birlikte İl Jandarma Alay Komutanı Kıdemli Albay Mürsel Şahin ve 1. Er Eğitim Tugay komutanı ile İl Jandarma Alay komutanlığından oluşan 15 kişilik gurup, saat 19. 55 Salona Belediye başkanı Bülent kar ın türbanlı eşi Av. Selma kar ile birlikte salona girince birbirinin yüzlerine bakan Askeri erkanda hareket görüldü önce alt kademedeki albay yarbay ve binbaşı seviyesinde askeri erkan eşleri ile birlikte kapıdan ayrılırken kapıda gelenleri karşılayan Vali Celalettin Güvenç ile eşi askerlerin topluca salondan ayrılmasını anlayamadı ancak askerlerin 'Sigara molasına gidiyoruz' sözleri duyuldu.

Salondan daha sonra İl Jandarma Alay Komutanı ayrılırken salona vali girdikten sonra bir süre vali ile birlikte görünen Tugay Komutanı Naim Babüroğlu ile eşi de salonu terk etti.

Valilik parkındaki polis lokalinden ayrılan askerleri aynı parktaki İl Jandarma Alay Komutanlığı'nın gazinosuna gittikleri görüldü.

Olayla ilgili Manisa Belediye başkanı Bülent Kar, basın mensupların, 'Askerler salonu eşinizin başörtülü olmasından dolayı mı resepsiyonu terketti?' sorusuna 'Ben bu saatten sonra eşimi değiştiremem, bu benim sorunum değil onların sorunu' cevabını verdi.
aktifhaber

ASKERE "GAYRI CİDDİ" DEDİ

07 Kasım 2008 07:42
Org. Başbuğ ile Cemil Çiçek arasındaki Ergenekon diyaloğu, sert bir noktaya geldi.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, salı günü Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda G-3 piyade tüfeğiyle yapılan atışlardan geriye kalan iki boş kovanı hatıra olarak alması üzerine, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, “Aman dikkat et, iyi sakla, Ergenekon’dan içeri girersin” diyerek yaptığı espriye yanıt verdiğini söyledi.

Akşam gazetesinde yer alan haberle ilgili dün TBMM’de gazetecilerin sorularını yanıtlayan Çiçek, Başbuğ’un esprisine kendisinin de güzel bir yanıt verdiğini belirterek, şunları kaydetti: “Ama ben bunu söylemeyeceğim. Onu kim aktardıysa gidip ona sorun.”

HABERİ SIZDIRAN ASKERE "GAYRI CİDDİ" DEDİ

Çiçek, dün Show TV Ana Haber Bülteni’nde ise konuya ilişkin şunları kaydetti:

“Ben, dar kapsamlı bir ziyarette olup biteni dışarıda açıklamak gibi bir gayrı ciddilik içinde olmam. Eğer böyle bir latife olduysa, muhakkak karşılığında da bir şeyler verilmiş olabilir. O haberi kim verdiyse, fikir namusu gereği geri kalan kısmını da söylemiş olması gerekir. Dışarıya verilmemesi gereken bazı ayrıntılar veriliyorsa, ortada düşündürücü bir husus vardır. Ben hâlâ o ziyaretin sorumluluğunu üzerimde taşıyorum.”

HABERİ SIZDIRAN ASKER

Başbuğ'la Çiçek arasındaki diyalogda sadece Başbuğ'un sözlerini sızdıran kişinin bir asker olduğu öğrenildi. Hem sözkonusu haberi yapan Akşam Gazetesi Muhabiri'nin Genelkurmay Muhabiri olması, hem de diyaloğun Başbuğ'u ön plana çıkartacak şekilde tek taraflı olarak verilmesi bu sonucu doğuruyor.

Burada Cemil Çiçek'in "“Ben, dar kapsamlı bir ziyarette olup biteni dışarıda açıklamak gibi bir gayri ciddilik içinde olmam." sözleri önemli. Çünkü Çiçek, sözkonusu haberi sızdıran askere "gayrı ciddi" dedi.

ERDOĞAN BU KONUDA ÇOK KATI

AKP'de Hükümet&Asker ilişkilerinde konuşulanların sızdırılmaması konusunda çok katı kurallar uygulanıyor.

Başbakan Erdoğan'ın Hükümet&TSK ilişkilerinde dışarıya bilgi sızmaması konusundaki aşırı hassasiyeti biliniyor. Eskiden her MGK toplantısı sonrası içeride olanlarla ilgili sayfa sayfa haber çıkarken, Erdoğan bunu durdurmak için ilginç bir taktik izlemişti.

Erdoğan, kanunen de yasak olan MGK toplantısından bilgi sızdıranlarla ilgili vatan haini imalarında bulunmuştu. MGK toplantıları sonrası özel haberleri yine Genelkurmay muhabirleri yapıyordu. Haberlerde özellikle MGK'daki askerlerin Hükümeti sıkıştırdıkları bölümler veriliyordu.

Ancak Erdoğan'ın vatan hainliği vurgusu şeklindeki sert tavrını sürdürmesi üzerine MGK toplantılarından bilgi aktarımı bıçak gibi kesilmişti.

Erdoğan'ın yine Org. Büyükanıt'la yaptığı Başbakanlık Resmi Konutu ve Dolmabahçe Zirvesi'nde konuşulanlar da hiçbir biçimde dışarıya sızmamıştı.
aktifhaber

Mehmet ALTAN
Atatürk başka, Kemalizm başka, demokrasi bambaşka
10 Kasım 2008 08:09
Star

‘Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bu yana 59 yıl gibi... Çok uzun bir süre geçtiği halde, Türkiye, Atatürk’ün ‘tarihsel kimliği’...

...Tek parti döneminin egemen ideolojisi olan ve en çok ordu yönetimi tarafından benimsenen ‘Kemalizm’ ve çoğulculuğu temel alan ‘demokrasi’ arasındaki farkları kalın kalın çizgilerle birbirinden ayırmış görünmüyor.

Tabii bu farklı kavramların birbirinden ayrılmamasından medet umanlar da var...

Ancak, ‘demokrasi’ ile Kemalizm’i ‘aynı şeylermiş gibi göstermek’ bizi düzlüğe çıkarmaz, daha derin bir bunalıma iter.

***

Kriterlerini, Türkiye’nin de imzaladığı Paris Şartı’nda bulan ‘demokrasi’yi devletin içine sindirmesi; içinde ‘demokrasinin’ yer almadığı Kemalizmin ‘Altı Ok’unu bunu sahiplenen partiye devretmesi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kişiliğinin politik tartışmalardan arındırılarak, bu toprakların yetiştirdiği tarihsel liderlerden biri olarak tabulaştırılmadan benimsenmesi bizi 1930 şartlarından çıkararak, 1997 yılının gerçeklerine götürür. Bu ise, ülkenin bedenine dar gelen bir elbisenin genişlemesini, rahatlayıp özgürleşmesini sağlar...

***

Geçmişi rahatça ve özgürce tartışamadığımız için, bugünün sorunlarını da çözemiyoruz.

Geçmişi, olumlulukları ve olumsuzlukları bir arada görüp değerlendirmeden, aklın ölçüsüne vurmadan sadece tapınma vesilesi yapmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin eski hastalıklarının tedavisini zorlaştırdığı gibi bunları sürekli de canlı tutuyor.

Halbuki, toplumun özgürce tartışabildiği bir ülkede, toplum geçmişinin avantajlarını sahiplenirken, eksiklerinin de önünde engel olarak durmasını önler. Zaafa düşmez.

Biz, tek parti döneminin ideolojisini ve şartlarını sürekli sahiplenerek nasıl demokrasiye varabiliriz?

***

Çağdaş demokrasilerde ‘serbest seçimle işbaşına gelen ve giden partiler’ vardır... Askeri darbeler yoktur...

Çağdaş demokrasilerde ‘politik rekabet’ vardır... Herkesin resmen Atatürkçü olduğu, liberalizmden Marksizm’e her türlü siyasal düşüncenin siyasal partiler kanunu ile yasaklandığı bir tekelcilik yoktur...

Çağdaş demokrasilerde ‘ifade ve basın özgürlüğü’ vardır... Resmi söylem dışında konuşan herkesin başının belaya girmesi, tehdit edilmesi, yargılanması, hapisleri boylaması, kitapların toplatılması, bilim ve düşün adamlarının süründürülmesi gibi durumlar yoktur...

Çağdaş demokrasilerde ‘hukukun üstünlüğü’ vardır... Cinayet sanığı, soygun sanığı, rüşvet sanığı olanların ‘bürokratik kimliklerine’ göre yargı önüne çıkıp, çıkmamaları gibi bir ayrım yoktur...

Darbelerin sıradanlaştığı, ifade ve fikir özgürlüğünün hiçbir zaman hayata geçmediği, hukukun üstünlüğünün devletin görevlerini kapsamadığı bir ülkeye ‘demokratik’ diyemeyiz.

Hele Siyasal Partiler Yasası ile Seçim Kanunu da, askeri darbe ürünüyse, seçilmiş gibi duran parlamento aslında parti liderleri tarafından atanıyorsa, ‘halk oyunun’ da mevcut durumu onaylamanın dışında bir işe yaramadığı aşikárdır...

***

Biliyoruz ki, 1930’lar Türkiyesi’nde ‘egemen olanlar’ bugün de egemenliklerini sürdürmek için Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihsel kimliği, tek parti dönemi ideolojisi Kemalizm ve halkın kendini rahatça ifade etmesini olanaklı kılacak olan ‘demokrasi’ arasındaki farklılıkların altını çizmeyecektir.

Ama bu bize yarar sağlamıyor.

Atatürk’ün 59. ölüm yıldönümünde hálá ‘zenginlik’ ve ‘özgürlük’ üretemiyorsak, bu, demokrasiyi inkár edip yerine Kemalizm’i koymamızdan ve bu çarpıklığı Atatürk’ün görüntüsünün arkasına saklamaya çalışmamızdandır.

Devleti ve yönetenleri kutlayıp, halkı ve yönetilenleri yadsımanın bedelidir bu... Ve, bir halk tarafından ağır bir şekilde ödenmektedir.’

***

Bu yazıyı...

Tam tamına on bir yıl önce...

10 Kasım 1997 yılında Sabah Gazetesi’nde yazmışım...

Sizce...

Eskimiş mi?

Mehmet Altan - Star
mehmetaltan@stargazete.com


En son Ekim tarafından Çrş Ksm 26, 2008 6:43 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ksm 12, 2008 7:22 pm    Mesaj konusu: Asker Devleti Kurmak istiyorlar Alıntıyla Cevap Gönder

Vicdanlı ol sayın orgeneralim...
04 Aralık 2008
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Haber 7

Yüksek Askeri Şura toplantısı yapıldı. TSK’dan ihraç edilen subay astsubaylar arasında yine irtica suçu (!) nedeniyle yargısız infaz edilen personel var.

Geçtiğimiz günlerde bir şehit annesi feryat etti. “Oğluma namaz kıldığı için günde 12 saat nöbet tutturdular” diyordu. Bu güne kadar ‘Yanlışlık var’ veya ‘Yapanlar hakkında soruşturma açtık’ gibi bir açıklama bekledik.

Bırakın açıklamayı Ergenekoncuların suçlarını örtmek için kullandıkları ‘irtica’ çamurunu yargısız infazla beş masumun üzerine fırlattılar. Muhtemelen eşinin çağdaş olmayan kıyafet giymesi suçu ile.

Sayın Generalim....
Şehit olan kısa dönem askerimiz düşmanın mıydı, yoksa oh olsun mu dediniz? Annesine cevap verme tenezzülünde bulunmadınız, toplumu rahatlatacak iki söz söylemediniz? Vicdanınız sızlamadı mı?

Şehitlik dünyasal bir kavram değil, Tanrısal bir kavramdır. Öldükten sonra yok olacağını düşünen bir insana savaşma motivasyonu veremezsiniz.

Tanrısal olan herşey laikliğe aykırı ise şehitlikten söz etmekte laikliğe aykırıdır. Din işini devlet işine karıştırmaktır. Vicdanınız bu çelişkiye ne diyor Sayın Generalim? Bu inadınız ordumuzun savaş gücünü zayıflatıyor.

Tek Parti Cumhuriyeti döneminde Aşık Veysel kıyafeti nedeniyle Ankara’ya girememişti. Şimdi anneler kıyafetleri nedeniyle asker oğlunun yemin törenine giremiyor. Vicdanın hiç rahatsız olmuyor mu Sayın Generalim?

Ana Muhalefet Lideri Deniz Baykal bile toplumun kararlı, ısrarlı ve tutarlı talebi karşısında kıyafet açılımı yapmak zorunda kaldı. Sen sağır ve dilsiz rolüne devam mı edeceksin? Vicdanın bu sesleri duymayacak mı Sayın Generalim?

Sen 14 yaşında bir genci askeri liseye alıyorsun, 30 yıl hizmet ettiriyorsun albay yapıyorsun, sonra da ‘Affedersin senin yaşam tarzını beğenmedim sen irticacıymışsın’ diyorsun. Elini vicdanına koy, o insan uzaydan mı geldi? O değişmedi sen değiştin. Kendi kadronu oluşturmak için tasfiye yaptın. İnsaflı ol Sayın Generalim. Alemi kör herkesi sağır mı zannediyorsun.

Kendi yetiştirdiğin evladını uydurma istihbarat dosyaları ile etiketliyorsun, sahte raporlarla damgalıyorsun. YAŞ denilen Politbüro benzeri bir kurulda yargısız infaz yapıyorsun.

Kendi askeri savcılarına bile güvenmiyorsun. Hukuk denetiminden kaçırarak insanların ekmeği ile oynadığın için hiç mi vicadanın sızlamadı Sayın Orgeneralim?

Güneydoğu’da terörle savaşırken evine roket isabet etmiş bir yüzbaşını eşi kanser tedavisi görürken YAŞ kararı ile ne olduğu belirsiz bir irtica uydurması ile sokak ortasında bırakıyorsun. Hiç mi vicdan taşımıyorsun Sayın Orgeneralim?

Osmanlı Padişahlarını halkı teba yaptıkları için küçük gördün. O Padişahlar ‘Mağrur olma sultanım senden büyük Allah var’ dedirtiyorlardı. Sen irticacı diyecekler diye Allah demedin. Bunun için mi mağrur oldun ve kendini yeryüzü tanrısı yaptın. Biraz özeleştiri yap Sayın Generalim.

Hala özgürlükçü olmayan, çağdışı gerici bir laiklik anlayışını benimsiyorsan dinden arınmış bir toplum, inançtan yoksun bir hayat hayal ediyorsan ve kendine topluma çeki düzen verecek bir misyon yüklüyorsan, sana ancak modern görünümlü mürteci denilir. Aynaya bakman yeterlidir.

Bu memlekette insanlar göğsünü gere gere ben kürdüm, ben müslümanım diyeceklerdir.
İster kabul et, ister etme.

Kimsenin generallerin makamında gözü yok. Sayın Deniz Baykal halkla barışmaya çalışıyor, doğru devam ederse iktidara yürüyecek, bunu kimse engelleyemez.

Siz de halkın değerleri ile barışmalısınız. Bu toplumdini değerlerle kavgalı bir orduyu kabul etmez. Zamanı algılayın, zihinsel dönüşüm yaşayın yine general olun kimse size karışmıyor.

TSK’da sessiz çoğunluğun benim gibi düşündüğünü biliyorum. Bu nedenle siyaset meraklısı, lobilerin etkisinde kalan, dünyalarında en önemli konu askeri ihaleler olan bir kısım generali muhatap alıyorum.

Eğer bu inat devam ederse Türkiye Turuncu değil ama Turquaz bir devrime doğru gider. İnanmayan halkın arasına girsin, askerlik algını araştırsın.

ntarhan@gmail.com

Gözler 16 Numaralı CD'de
01 Aralık 2008 10:14

Ergenekon Davası'nın bugünkü duruşmasında 16 Numaralı CD konuşulacak. CD'de TSK'nın zirvesindeki komutanlarla ilgili bilgiler var.

Eski polis Yüksek’in bugün, Tekin’in evinde çıkan CD’nin içeriği ve nereden alındığıyla ilgili sorulara cevap vermesi bekleniyor.

Ergenekon terör örgütü davası duruşmasının 22’nci oturumu bugün İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’ndeki salonda yapılacak.

Bugünkü oturumda 21 yıldan 44 yıla kadar ağır hapis talebiyle tutuklu yargılanan eski polis memuru Aydın Yüksek savunma yapacak. Duruşmaya ‘16 nolu CD’nin damga vurması bekleniyor. Ergenekon soruştarması kaüpsamında Muzaffer Tekin’in evinde ele geçirilen ve ‘16 nolu CD’ olarak kayıtlara giren dökümanda gizli ibareli askeri ve siyasi bilgilerin yer aldığı iddia ediliyordu.

Genelkurmay Başkanlığı bilgisayarlarından çıktığı tespit edilen CD’deki bilgiler arasında Milli Güvenlik Kurulu öncesi Kuvvet komutanlarının kendi aralarında yapmış oldukları toplantıyla ilgili bilgilerin de yer aldığı belirtiliyordu.

Muzaffer Tekin CD’yi kendisine eski polis Aydın Yüksek’in verdiğini söylemişti. Yüksek’in bugünkü oturumda CD ile ilgili açıklama yapması bekleniyor. ‘16 nolu CD’ ile ilgili olarak savcıların dışında Tekin’in de Aydın Yüksek’e çapraz sorguda detaylı sorular yöneltilmesi bekleniyor.

O KONUŞMALAR


Komutanların MGK öncesi toplantıdaki sözleri CD içerisinde şöyle yer alıyordu:

Fevzi Türkeri: Hükümet şimdilik TSK’yı açıkça karşısına alma cesaretini gösterememektedir.

İbrahim Fırtına: Önümüzdeki 1-1,5 sene içinde çok radikal kararlar almak veya kadere razı olmak mecburiyetindeyiz. Hükümet yol almaktadır. Değiştirme şartlarını bulmamız lazımdır. Bu hükümetten halkın ümidinin kalmaması lazımdır. Medya patronları denetim altına alınmalıdır.

Özden Örnek: Bu hükümetin düşünceleri eski düşüncelerinin devamıdır.

Çetin Doğan: Bunlarla bir yere varamayız. Ayrıca YÖK başkanı, İstanbul Üniversitesi rektörü gibi laik kesimin önde gelenleri desteklenmelidir. Basının içinde iyi olanları kullanmalıyız.
aktifhaber

Asker Devleti Kurmak İstiyorlar
14 Ekim 2008 13:03
Müthiş keyfilik getiriyor. Asker, canı istediğinde istediği birliği valiye bildirmeden hareket ettirecek.

“Yarın konuşulacak olan yeni yasalar 28 Şubat’tan daha şiddetli bir askerî yönetimi hedefliyor. Müthiş keyfilik getiriyor. Asker, canı istediğinde istediği birliği valiye bildirmeden hareket ettirecek.”

"Kalıcı askerî yönetimin adımları bunlar... Askerin isteklerine söylenecek tek söz var: Terörle mücadeleyi siz yapmayın. Siz gidin asli işinizle uğraşın. Sınırları koruyun.”

“Düşmanlar birbirinden beslenir. Teröre karşı ne kadar çok askerî önlem alınırsa PKK o kadar büyür. PKK ne kadar çok terör yaparsa asker yani güvenlik birimleri o kadar yetki alır ve güçlenir.”

NEŞE DÜZEL: Türkiye gene ölüm haberleriyle sarsılıyor. Karakol baskını, polis otobüsüne saldırı... Ne oluyor? Neden terör gene böyle yükseliyor?

MÜMTAZER TÜRKÖNE: Terör birkaç nedenden ötürü tırmanıyor. Yerel seçimler yaklaşıyor. AK Parti’nin bölgedeki belediyeleri kazanma ihtimali yüksek. Bu, PKK’nın sonu olur. Devletin terör gerekçesiyle sertleşmesi ise PKK’ya yarar. DTP’nin oylarını kemikleştirir. AK Parti’yi geriletir.

Terörün artması sadece PKK’ya mı yarıyor?

Seçim sonuçları açısından öncelikle PKK’nın ve DTP’nin işine yarar. Bir de askerin yani güvenlik birimlerinin işine yarar. Çünkü PKK’nın varlığı ve güvenlik sorunun büyümesi, PKK’yla mücadele eden güvenlik birimlerinin devlet içindeki gücünü artırır. Bu hep böyledir. Düşmanlar birbirlerinden beslenir. Terörle mücadele için ne kadar fazla askerî tedbir alınırsa, PKK o kadar çok halktan destek bulur ve büyür. Ne kadar çok PKK terörü yaşanırsa, terörle mücadele eden birimler de o kadar çok yetki kazanır.

PKK son saldırılarla tam olarak ne elde etmek istiyor? Amacı ne?

Bu saldırılar dışla da alakalı. Gürcistan savaşı başladığında PKK anında Erzincan’a gelen doğalgaz boru hattını havaya uçurdu. Tekrar başlayan Amerikan-Rus rekabetinde PKK, Rusya’nın dikkatini çekmeye çalışıyor. Rusya’ya, ‘Ben buradayım. Senin işine yarayabilirim’ mesajını vermeye ve kendisine uluslararası bir hami bulmaya çalışıyor. Bir de artan terörün 20 Ekim’de başlayacak Ergenekon davasıyla da bağlantısı olabilir. Ergenekon davasının sulandırılması ve ‘bakın bizden bağımsız da terör var’ denilmesi için ülkede terörün tırmandırılması lazım.

17 askerin öldüğü Aktütün baskını aynı Dağlıca baskını gibi aydınlığa kavuşmadı. Bu baskından da daha önceden haberdar olunduğu ortaya çıktı. Neden bu baskınlar önlenmiyor?

Düzenli ordu birlikleriyle terörle mücadele edilemez. Çünkü bu yapı çok hantal ve geleneksel. Üç ay eğitim almış askerlerin eline silah verip onları teröristlerin karşısına çıkartıyorsunuz. Olmaz bu. Ayrıca biz, askerin devletteki ve siyasetteki ağırlığını hep bir demokrasi sorunu olarak ele alıyoruz.

Askerin siyasetteki gücü, çok temel bir demokrasi sorunu değil mi ?

Öyle ama bu sorun aynı zamanda bir bürokrasi sorunu. Bizim ciddi bir güvenlik bürokrasisi sorunumuz var. Türkiye’de çağa uygun bir askerî bürokrasi yok. Askerin siyaset üzerindeki ağırlığı, şeffaf, denetlenebilir ve hesap verebilir bir güvenlik bürokrasisinin oluşmasını engelliyor. Tersine, tam anlamıyla ‘geri, statükocu, akıldışı, denetimsiz, sadece kendi çıkarlarını gözeten ve bu çıkarları korumak için her aracı kullanan’ bir bürokratik yapı yaratıyor. Mesela dünyanın bütün orduları çağa uygun ‘operatif’ yapılanmaya geçtiler. Kara, deniz ve hava gibi ayrı ordular yok artık. Ama TSK bürokratik direnç yüzünden yirmi yıldır çağa uygun bir askerî yapılanmaya geçmedi.

Dünyanın önde gelen ordularının terk ettiği klasik yapıyı niye sürdürüyor TSK?

Siyaset üzerindeki müdahale araçlarını koruyabilmek için sürdürüyor. Bakın... Bizde askerlik mesleğinde olanlar iki şeyle ilgilenir. Siyasetle ve borsayla. Borsaya inanılmaz ilgileri var. Hepsi borsa uzmanıdır. Hâlâ güvenlik reformunu gerçekleştirememiş bir ordu bizimkisi. Çünkü ayrıcalıklarını devam ettirmek istiyor. Bu yüzden de Türkiye’nin en geri, en hantal, en akıl dışı, en geleneksel bürokratik kurumu Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.

Aksine ordunun en çağdaş, en modern yapı olduğu kanaati hâkim değil midir toplumda?

Bu inancın gözden geçirilmesi gerekiyor. Böyle bir yapıyla Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak ve güvenlik sorunlarını çözmek imkânsız. Zaten bu arkaik yapı sonucunda terörle mücadele sorunu bizde hâlâ askerî bir sorun olarak ele alınıyor ve asker bu konuda bir tekel oluşturuyor ve kimseyi bu alana sokmuyor. ‘Terör benim sorunum’ diyor. Düşünün... Başka ordularla savaşmak üzere oluşturulmuş koskoca bir orduyu terörle mücadele için kullanıyorsunuz. Bir iş makinesiyle vida sıkmaktır bu!

Silahlı Kuvvetler, Dağlıca, Aktütün gibi saldırılardan sonra, bir askerî hata olup olmadığı konusunda hiçbir açıklama yapmıyor. Ama kamuoyunun bu konuda ciddi kuşkuları olduğu da açık. Genelkurmay niye hiç özeleştiri yapmıyor?

Asker, Kürt meselesinin ve terör sorununun çözümünü siyasetçiye devretmeye hiç niyetli değil. Ordu kendi terörle mücadele biçimini tartışmıyor, aksine aynı mücadeleyi sürdürebilmek için daha fazla imkân ve yetki istiyor. Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda yarın karara bağlanacak konu da bu zaten. Türkiye’de askerî cenah değişmedi. Toplum değişti. Toplum, Silahlı Kuvvetleri’nin terörle mücadele biçimini artık tartışmaya başladı. Ordunun özellikle terörle mücadelede mesleki körlüğü var. Terörle mücadeleye hiç kimseyi karıştırmaması, tekelinde tutması ve askerî yöntemlerde ısrar etmesi Türkiye açısından çok kritik bir hata.

Siyasi iktidarlar yapılan hatalarla ilgili olarak askerden niye hesap soramıyorlar?

1991-2002 arasında koalisyon hükümetleri vardı. Hesap sormaya kalktığınızda, asker müdahale ediyor ve koalisyon hükümetinin ortakları arasında dengeler sarsılıyordu. Tansu Çiller Kürt sorunuyla ilgili Bask modelini önerdiğinde onu bunu söylediğine pişman ettiler. Başbakan Erdoğan iki yıl önce Diyarbakır’a gidip ‘Kürt sorunu’ dedi ve o da hemen çark etti. Türkiye’de daima sivil çözümlerin yolu kapatıldı. Askerin tekeli tartışılamadı. AKP’nin de, askerin Kürt sorunu üzerindeki tekeline son vermesi mümkün değil. Sivil anayasa yapmaktan vazgeçmiş bir hükümetle karşı karşıyayız biz bugün.

Geçen hafta hükümetle askerler arasında bir terör zirvesi yapıldı ama sonuçsuz kapandı. Yeniden toplanacakları açıklandı. Terör zirvesinden nasıl kararlar çıkmasını bekliyorsunuz?

Askerin taleplerinin akıl ve mantık ölçüleriyle açıklanabilir bir tarafı yok. Bu kadar naif ve kaba bir talep olamaz. Bunların zirvede kabul edileceğini düşünmüyorum. Hangi yüzyılda, nerede yaşıyoruz? Şehirlere jandarmayı yerleştireceksiniz. Gözaltı sürelerini uzatacaksınız. Dünyada kimsenin tartışmadığı en temel hak ve özgürlükleri tartışacaksınız. AB sürecinde geriye gideceksiniz...

Genelkurmay, jandarmanın yetkilerinin artırılmasını ve özgürlüklerin sınırlanmasını istiyor. Neden askerî hataları düzeltmek yerine hemen özgürlükleri kısıtlamayı düşünüyor?

Çünkü asker hatasını hukuku ve özgürlükleri sınırlandırarak kapatmaya çalışıyor. Asker hatalarını kabul etse, Türkiye özgürlükler konusunda bu kadar kıyıcı olmaz. Asker bir sorunu çözemedi mi, ‘bana daha fazla yetki verin’ diyor. Biz 24 yıldır PKK terörü yaşıyoruz. Genelkurmay Başkanı think-tank kuruluşlarını ve üniversite hocalarını topladı geçenlerde. Onlara ‘terör örgütü neden hâlâ adam toplayabiliyor?’ diye sordu.

Bu sorunun sizce cevabı nedir?

Siz evrensel hukuka uymadığınız için hâlâ dağa adam topluyor. Siz temel hak ve özgürlüklere riayet etmediğiniz için, askerî kolluk gücünü getirip halkın başına bela ettiğiniz için hâlâ adam topluyor. Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’na getirilen bu önerilerin ve yaklaşımların yüzünden hâlâ adam topluyor.

Peki, özgürlüklerin kısıtlanması Dağlıca ve Aktütün gibi PKK baskınlarını önler mi?

Baskı kurarak terörü önlemeye çalışmak ilkel bir yaklaşım. Postal kafalılık bu. Karşına çıkan her sorunu kasaturayla çözmeye çalışmak askerlerin kendi tabiriyle ‘postal kafalılık’ oluyor. Her sorunun asker mantığıyla emir komuta zinciri içinde çözüleceğini düşünenlere, bağımsız akıl yürütme yeteneği olmayanlara askerlerin kendisi ‘postal kafalı’ diyor. Güneydoğu’ya tekrar Olağanüstü Hal’in getirilmesi cinayet olur.

Ne yaşanır?

Geçmişte yaşananlar yaşanır. Ayrıca kendi ayağınıza da kurşun sıkmış olursunuz. Çünkü AB sürecinde getirilen temel hak ve özgürlükler Kürtlerin kendilerini bu ülkenin özgür ve medeni bir mensubu olarak hissetmelerine katkıda bulundu. Dolayısıyla terörü azalttı. Oysa AB süreci öncesinde bu temel hak ve özgürlükler yoktu. Ve herkeste Türkiye’nin Güneydoğu’sunda ayrılıkçı hareketin başarıya ulaşacağı endişesi, korkusu vardı. Askerler arasında bile ‘ver-kurtulcular’ vardı.

Genelkurmay’ın taleplerine dönersek... Arama yapılmasında savcılık izninin kaldırılmasını talep ediyor. Bu talep kabul edilirse ne olacak?

Güneydoğu, hukuksuzluğun egemen olduğu, insan haklarının hiçbir şekilde tanınmadığı ortaçağdaki gibi ilkel bir yer olur. Üstelik bugün asker, geçmişte OHAL döneminde olmayan bazı yetkileri de talep ediyor. Mesela sadece savcının yetkisini değil hâkimin yetkisini de istiyor. Hâkim kararı olmadan yapılamayacak işlerle ilgili yetki istiyor.

Askerler, jandarmanın polis bölgesinde de görev yapabilmesini istiyor. Bununla neyi amaçlıyorlar?

Polisin yetkilerini üzerine almak, polisi etkisiz hale getirmek demektir. Polisin, ordu içindeki çeteleşmeye karşı çok başarılı takipleri, operasyonları oldu. Jandarmanın yetki talebi, Ergenekon davasıyla ilgili bence.

Anlamadım...

Polisin Ergenekon deşifresiyle ilgili olarak askerin rahatsızlığının bir tezahürü bu. Türkiye’de çift başlı bir iç güvenlik bürokrasisi oluştu ve bu çok ciddi bir sorun. Bir tarafta orduya bağlı jandarma, diğer tarafta polis var. Asker şimdi, jandarmanın daha da güçlendirilmesini istiyor. ‘Jandarmaya şehirlerde operasyon yapma yetkisi verilsin’ diyor. Yani jandarmaya polisin yetkilerinin verilmesini istiyor. O zaman hemen sorulmalı. Jandarma şehirlerde hangi operasyonu sürdürmek istedi de polis buna engel oldu? Asker, ‘Savcı yerine arama yapabileyim’ diyor. Sormak gerekir. Hangi savcı ne zaman yapılmasını istediğin bir aramaya engel oldu?

Jandarma, İçişleri’ne bağlı değil mi?

Hikâyedir o. Bugün Türkiye’nin yüzölçümünün yüzde 92’sinden jandarma sorumludur. Yüzde 8’inden de polis sorumludur. Şimdi jandarma yüzde 8’lik alanda da operasyon yapma yetkisi istiyor. Ayrıca adli kolluk yetkisi de istiyor ki...

Peki bu ne anlama geliyor?

Jandarma, doğrudan doğruya savcının yetkilerini istiyor demektir bu. Böyle devlet olur mu? Asker, polisi kendisine rakip olarak görüyor. İki başlı devlet var burada. Jandarma sonuç itibarıyla kır polisidir. Köylerde, tarlalarda görev yapması gereken bir birimdir. Ama bizde jandarmanın polisinkine paralel olarak trafik birimi de var, istihbaratı da var, laboratuarları da var. Jandarma polisin yaptığı her işi yapmak istiyor.

Niye?

Bu sadece mesleki bir rekabet değil. Jandarmaya polisin yetkilerini verdiğinizde, askerin bütün toplum üzerindeki gücü ve kontrolü artıyor. Mesela 28 Şubat sonrasında Genelkurmay’la İçişleri Bakanlığı arasında EMASYA diye bir protokol yapıldı. Bu protokolün mantığı şöyle işliyor. Asker, ‘Şehirlerde toplumsal olaylar çıkması halinde benden yardım istenecek’ diyor ve sonra da isteklerini sıralıyor. ‘Benim yardım edebilmem için bazı birimlerimi toplumsal olaylar konusunda eğitmem, uzmanlaştırmam lazım. Bazı birliklerimi sadece bu işe ayırmam lazım. Ayrıca benim tıpkı polis gibi istihbarat yapmam lazım’ diyor.

Genelkurmay, jandarmanın gücünü artırmayı mı hedefliyor?

Evet. Jandarmanın yetkilerini artırması demek, askerin toplum üzerindeki kontrolünü ve gücünü artırması demektir. Çünkü jandarma bir iç güvenlik kolluk kuvveti olarak ordunun uzantısıdır. Üstelik bu taleplerle OHAL durumu da aşılıyor. Silahlı Kuvvetler, şehirlerde polis teşkilatına alternatif bir iç güvenlik birimi oluşturuyor. EMASYA, Türkiye’deki sistemin askerîleşmesinin zirvesidir. Şu anda yapılmak istenen ise EMASYA’yı daha da geliştirmek ve güçlendirmek. Zaten kaymakamlıklarda ve valiliklerde her ay EMASYA toplantıları yapılıyor.

Bu toplantılarda ne görüşülüyor?

Mesela Kadıköy ilçesindeki toplantıya garnizon komutanı geliyor. Milli eğitim müdüründen tarım müdürüne herkesten her türlü talepte bulunuyor. Kaymakama filanca öğretmenin tayinini soruyor asker. Kaymakam ‘bunun sizinle ne alakası var’ diyemiyor.

Sorguda avukat bulundurulmasına da karşı çıkıyor Genelkurmay. Bu çok önemli bir kazanımdı hukuk açısından. Ayrıca Genelkurmay, askerin somut bir delil olmadan da operasyon yapabilmesini istiyor. Bütün bu geriye gidişlerin terörü önlemekte nasıl bir yararı olacak?

Bu ülkede hukuktan vazgeçelim o zaman. Askerin şehirde yapılacak bir operasyonda ne işi var? İl İdaresi Kanunu’na göre jandarma dışındaki askerî birliklerin operasyon yapması için valilikten izin alması gerekiyor. Bu izin alma şartını da kaldırmak istiyorlar. Bundan da rahatsızlar. Tam anlamıyla bir askerî devlet kurmak demektir bu. O zaman canı istediği zaman istediği askerî birliği hiç kimseye haber vermeden hareket ettirecek. Vali, hükümete bu hareketi bildiremeyecek. İnanılmaz bir keyfilik getiriyor bu talep. Zaten bütün bu taleplerin kabul edilmesi demek AB’yi unutmak demektir.

Gözaltı süresinin uzatılması da Genelkurmay’ın talepleri arasında. Sanki bütün hukuksal kazanımların geri alınmasını istiyorlar. Bir baskı rejimi kurulmasını mı amaçlıyorlar?

Kalıcı bir askerî yönetimin adımları bunlar. Her konuda, her alanda, her sorunda askerin bütün su başlarını tutmasını anlamına geliyor bu. Bir İngiliz siyaset bilimci, ‘Kasaturayla her şeyi yapabilirsiniz. Elma soyabilirsiniz. Adam öldürebilirsiniz. Ama üstüne oturamazsınız’ der. Bunlar kasaturanın üzerine oturmaya kalkıyor. Kasatura üzerine iktidar kurmayı istiyorlar. Bu taleplerde bulunanlara söylenecek tek söz var. Terörle mücadeleyi siz yapmayın kardeşim. Siz gidin asli işinizle uğraşın. Gidin sınırları koruyun. Bu kadar. Asker bu mantıksız taleplerle kendisini işte bu noktaya sürüklüyor

Bunu hükümetin demesi gerekiyor. Sizce hükümet bu isteklere uyacak mı?

Sanmıyorum. 27 Nisan bildirisine direnebilen bir hükümetin buna da direnebileceğini düşünüyorum. AK Parti’nin ve hükümetin toplum nezdinde bir intiharı olur bu. AK Parti’nin itibarı, sivil görüntüsü zedelenir.

Bu tür baskı yöntemleri artarsa AB’nin tepkisi ne olur?

AB, müzakereleri kesme tehdidinde bulunur. Kopenhag Kriterleri’ni önümüze koyar.

Bu ülkenin Kürt vatandaşları baskının artmasını nasıl yorumlar?

Baskıların artması Kürt sorunun çözümünü zorlaştırır. Baskı artarsa Kürt siyaseti keskinleşir, şiddet yayılır. Türkiye’nin etnik sorunları, bu ülkede insanların kendilerini onurlu ve eşit paydaşlar olarak görmeleriyle aşılabilir. Bunun aksinin yapılması faciayla sonuçlanır. Sorunu çözmek için insanların kalplerinin kazanılmasından, rızalarının alınmasından başka yol yok. Ayrıca Kürtler atılan olumlu adımlara ve entegrasyona çok açıklar. Onlara bir adım atana, karşılığında onbeş adım yaklaşıyorlar. Haklarının geri alınması, askerler üzerinden devlete karşı bir tepki ve düşmanlık yaratır.

Bir yanda DTP’yi kapatma davası, bir yanda getirilmek istenen baskı yasaları. Kürt sorunu, siyaset dışı sertliğe mi sürüklenmek isteniyor?

Evet.

Sizce bu yeni terör ve baskı yasaları sıkıştırmasından Türkiye nasıl kurtulur?

Mahalli seçimler çok sıkıntılı olacak. Yapılmasına daha altı ay var. Genel seçim öncesinde olduğu gibi terör gene tırmanacak. Terörün tırmanmasını engellemenin yolu baskı yasalarına direnmektir. Yoksa bu baskı yasaları, 28 Şubat’tan daha şiddetli bir askerî yönetimi Türkiye’ye getirmek istiyor. Bu baskı yasalarına AK Parti hükümeti içinde sıcak bakanlar vardır ama... Bu partide bu işe tepki gösterecek bir akıl da var. 75 tane Kürt milletvekili var AK Parti’de. Bence bu baskı yasalarına geçit vermezler. Çünkü sonra bunlar seçim bölgelerine giremezler. Aslında hükümetin dağdakileri indirmek için bir genel affı çıkarması lazım ama...

AKP Hükümeti bunu yapabilir mi?

Hükümetin böyle bir kararı verecek ve buna sahip çıkacak bir donanımı, arka planı yok. Aslında Kürt sorununun çözüleceğini bu ülkede herkes biliyor ama... Bir duvar var ve herkes bir iki hamle sonra kafasını o duvara tosluyor. Kürt sorununun çözümü, her Kürdün kendini Kürt hissetmesidir. Kürt olarak yaşamasının önündeki bütün engellerin kaldırılmasıdır. Ona eğitim hakkını vereceksiniz. Köyünün, çocuğunun adına kendisi karar verecek. Diyarbakır’ın adını Amed yapıp yapmamaya o karar verecek.

Diyarbakır’ı Amed yapmak istiyor mu?

İstemiyor ama buna biz karar vermeyeceğiz. Bu insanlar ayrılmak istemiyorlar. Ama baskıyı sürdürmek istersen ayrılacaklar. Çünkü adam baskı ortamında kendisini ifade edemiyor, onurlu bir şekilde yaşayamıyor, bir insan olarak kendini bütün hissedemiyor.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Arl 25, 2008 8:26 pm    Mesaj konusu: Özkök’ten ‘savunma’ Alıntıyla Cevap Gönder

Gülay GÖKTÜRK
Bugün Ordu burnunu eğitime sokunca
18 Ocak 2009

Dün haberlerde duydum. YÖK üniversite giriş sisteminde değişikliğe hazırlanıyormuş.

Düşünülen değişikliklerden biri, herkesin çok yakından bildiği katsayı meselesi... Diğeri de yeniden çift aşamalı sınav sistemine geri dönüş olacakmış. Bildiğiniz gibi bu değişiklikler 28 Şubat döneminde, 1998'in Temmuz ayında generallerin Gürüz'e talimatıyla gerçekleşmiş değişikliklerdir.

Ve ordunun ülke yönetimine burnunu sokmasının ne kadar tahrip edici olduğunu göstermesi bakımından ibretlik bir örnektir. O günleri çok iyi hatırlıyorum; çünkü benim oğlum da o yıl üniversite sınavına girecekti. Bir sabah kalktık ve öğrendik ki, YÖK katsayı sistemini değiştirmiş.

Ayrıca ÖYS'yi de kaldırmış, tek sınav sistemine geçmiş. Çok yazdık çizdik; çok feryat ettik; "Yanlış yapıyorsunuz, bütün sistemi berhava ediyorsunuz, pişman olacaksınız" dedik, fakat kulakları 28 Şubatçıların talimatlarından başka her şeye kapalı olan YÖK'e hiçbir şey anlatamadık. Katsayı meselesini artık hepiniz biliyorsunuz.

YÖK'ün tamamen politik nedenlerle- İmam Hatip mezunlarının önünü kesmek için- yaptığı değişiklikle (orta öğrenim başarı puanı katsayısını 0.5'ten 0.2'ye indirilivermesiyle) son on yılda on binlerce meslek okulu mezunu "ağızlarıyla kuş tutsalar" dört yıllık bir fakülteye giremez hale geldiler, Bu, hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği kadar büyük bir haksızlıktı. Meslek okullarının "rejim kavgalarına kurban edilmesiydi. "

Yapılan diğer değişikliğin sonuçları ise birincisi kadar iyi bilinmiyor; birçok kimse iki aşamalı sınavdan tek aşamalı sınava geçişin eğitim sistemimizde ne kadar büyük bir tahribata yol açtığının hâlâ farkında değil. Şu kadarını söyleyeyim ki, sınavın tek aşamaya indirilmesiyle, liselerde matematik ve fen eğitiminin ölüm fermanı imzalanmış oldu.

O yıldan beri liselerin matematik ve fen hocaları saçını başını yoluyor, çünkü Lise 3 müfredatında olan konuları (sınav kapsamı dışında kaldığı için) hiçbir öğrenciye öğretmek, çalıştırmak mümkün değil. Üniversite hocaları, bu kadar zayıf temelle gelen öğrencilerle ne yapacaklarını düşünüyor kara kara...

On yıl önce, tek aşamalı sınava geçilirken, dersanelere bağımlılığın azalacağı, lisenin öneminin artacağı ve öğrencilerin okula bağlanacağı öne sürülüyordu.

Aradan geçen zaman, bu iddiaların hepsini birden çürüttü. Tek aşamayla birlikte; alan dışı dersler, alan dersleri kadar önem kazandığından ve öğrenciler bu dersleri okulda görmediklerinden, dersaneye iyice bağımlı hale geldiler, bu bir...

Lise son sınıf müfredatı büyük ölçüde ÖSS kapsamı dışında kaldığından, son sınıf öğrencileri neredeyse okula uğramadılar ve hiçbir derse çalışmadılar, bu da iki... Yani tek aşamalı sınav beklenen hiçbir etkiyi yapmadı. Yaptığı tek etki, sınavı bir yarışma olmaktan çıkarıp kumara dönüştürmek oldu. Nasıl mı? Bütün eğitimciler bilir ki, sağlıklı bir ölçüm için hem sınav sayısının artması, hem de her bir sınavda zorluk derecesi farklı eleyici soruların olması gerekir.
Oysa ÖSS bu nitelikte bir sınav değil. ÖSS çıtayı öyle aşağılarda bir yere koyuyor ki, sağlıklı bir sıralama yapmayı imkansız hale getiriyor. Herhangi bir yarışmada, çıtayı ne kadar aşağı koyarsanız, daha çok kişinin o çıtaya ulaşmasına yol açar, ayrıca o çıtayı aşabilecek kapasitede olanların düzeyini de tespit edemezsiniz. Yani aslında farklı düzeyde olanları "eşitlemiş" olursunuz.

İşte, daha üst düzey bilgi ve yetenek gerektiren ÖYS'nin kaldırılması öğrenciler arasında böyle zahiri bir eşitlik yarattı ve sağlıklı sıralamayı imkansızlaştırdı. Gerçek performans ölçümü imkansızlaşınca da, iş büyük ölçüde şansa kaldı... Bu sınav için yıllardır emek veren öğrencilerin kaderi bazen tek bir soruya, bazen küçük bir dalgınlığa ya da uyanıklığa bağlandı.

İşte şimdi, on sene sonra YÖK hatadan geri dönmeye çalışıyor. Peki bu on yılda yol açılan zarar ziyanı kim nasıl tazmin edecek? Bu on yılda mezun olan lise mezunlarının düzey düşüklüğünün üniversitelere ve iş hayatımıza maliyetini kim nasıl hesaplayacak? Bunun faturası kime çıkartılacak? Gürüz'e mi? Yoksa Çevik Bir'e mi?


Gülay GÖKTÜRK / Bugün
gokturkgulay@yahoo.com


Komutanı emekliye götüren içki
23 Aralık 2008
Nevzat TARHAN / Haber 7

TSK'yı hangi çizgi temsil ediyor?

Sayın Ertuğrul Özkök’ün gazetecilik becerisi yeni açılımlar sağladı. İki emekli Orgeneralin tartışmasını kastettiğimi anlamışsınızdır. Sayın Hilmi Özkök ve Sayın İlhami Erdil.

TSK’da iki geleneksel çizgi vardır. Birincisi Büyük Atatürk’ün 15 yıl Genelkurmay Başkanlığını yapmış Fevzi Çakmak çizgisi. Meşruiyetçidir, itaat sırrı ile hareket eder. Halkın değerlerine saygılıdır. Siyasete karışmaz.

Tasavvuf ehli olan Fevzi Paşa geldiğinde Atatürk ayağa kalkarmış. Fevzi Paşa da onun içkisine hiç karışmamıştır. Bu çizgi Silahlı Kuvvetlerdeki Çanakkale ruhunu temsil ediyor. Günümüzde bu çizgiyi Hilmi Özkök Paşa temsil etmişti.

İkinci geleneksel çizgi İsmet İnönü’nün temsil ettiği çizgidir. Atatürk’ün son yıllarında İsmet İnönü’ye karşı çıktığını, başbakanlıktan uzaklaştırıldığını, Atatürk’ün vefatından sonra Fevzi Paşa’nın saflığı nedeniyle ve İsmet İnönü’nün de meclis çoğunluğunu ele geçirmesiyle Milli Şef olduğu bilinmektedir.

Bu çizgi baskıcı, eleştiriden rahatsız olan halkı küçük gören, orduevinden çıkmayan, çoğulculuktan nefret eden, kendisine benzemeyeni tehdit olarak algılayan, statükocu değişimden korkan bir karekter gösterir.

Hatta İsmet İnönü Atatürk’ün içki sofrasına karışırdı ve verdiği kararları içki sofrasında verdiği için itiraz ederdi. Atatürk’ün bile içtiği içkiye karışan bu düşünce yapısı şimdi içkiyi laikliğin sembolü yaparak istismar etmektedir. Hüseyin Kıvrıkoğlu ve İlhami Erdil bu zihniyetin son uzantısıdır.

Siyaseti seven askercilik, siyasi kulis yapma ve darbecilik, kim ne derse desin bin yıl sürmeyecek çünkü bitmiştir. Bu zihniyet darbeyi ve hukuksuzluğu hep bir seçenek olarak düşünmüştür.

27 Mayıs ruhu denilen bu ruhu taşıyan generaller askeri ihaleleri çok severler, haram yemek gibi bir kaygıları yoktur. Zenginlerin masasında sık sık gördüğümüz emekli generallere dikkat edelim. Bu generaller servet beyanlarını göğsünü gere gere veremezler. Cezaevinde bile olsalar devlet ihaleleri ile zenginleşmiş iş adamları tarafından ziyaret edilirler. Bir futbol maçında askeri ihalelerdeki yolsuzluk nedeniyle mahkum olan bir müteahhit ile E.Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın ‘Çak’ yaptığını Sabah gazetesinden Ergun Babahan yazdı.

İlginç kirli ilşikilerden rahatsız olmayan bu anlayış darbecidir. Bu kişiler ordu içinde kendine çalışan tipler olarak bilinir. İlkeli, dürüst olmayan ‘Komutancı’ olarak bilinen tipleri zaten mevcut terfi sistemi de desteklemektedir.

Atamalarda çoğu zaman kolay yerlere atanırlar. Kadro tasfiyesini çok yaparlar. 27 Mayıs sonrası ordu içinde gücü elinde bulundurdular. En son 28 Şubat’ta irtica bahanesi ile ciddi bir kadrolaşma içine girdiler. Bu ruha 27 Mayıs ruhu diyebilirsiniz. Atatürkçülüğün arkasına sığınıp Tek Particilik yaparlar. Demokrasi ile alay ederler, demokrasiyi halk popülizmi olarak tanımlarlar.

Ergenekon konusunda sessiz kalma bu çizginin tercihidir. Kaç gündür Bugün gazetesi Zeli kampında yaşanan skandalı anlatıyor. Bu skandala göre TSK’nın içerisinde bir damar terör’ün kontrollü bir şekilde sürmesini istemişti. Bu iddia çok ciddi bir iddiadır. Maalesef TSK içindeki darbeci 27 Mayıs ruhu terörün devam etmesini istiyor.

Kıvrıkoğlu’nun Hilmi Paşaya yaptığı ‘Oğlum Hilmi’ye şarap getir’ cümleleri ile belirgenleşen mahalle baskısı aslında TSK içindeki bir grubun kadrolaşma ve tasfiye için kullandığı bir yöntemdir. Albay rütbesine kadar kullanıldığını çok görüyorduk ama Orgeneral düzeyinde de var olması çok utandırıcı bir davranıştır. ‘İçki içersen severim içki içmiyorsan benim için şüphelisin.’ Ne kadar gerici bir yöntem, ilkel bir baskı örneği.

Hatta GATA’dan emekli Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol hocamızın bir hatırasını duymuştum. Yanılıyorsam düzeltirim. Belçika’da NATO görevinde kokteylde General Çevik Bir, Tabip Binbaşı Kahramanyol’a içki içmesi konusunda ısrar ediyor. Binbaşı Kahramanyol tarihi bir cevap veriyor. “Ben bu yaşa gelmişim, belli bir rütbeye ulaşmışım ne içip içmeyeceğime ben karar veririm, lütfen ısrar etmeyiniz.” Sayın Çevik Bir’in ikinci Başkan iken Kahramanyol hocamızın YAŞ kararı ile emekli edilmesinde bu hatıranın rolü olduğu bilinir.

Hilmi Paşanın Mevlana’dan aktardığı ‘...bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım, adam mı diye...’ sözünü görevdeki bazı generallere söylememesini dilerim. Yoksa kendisini orduevine almazlar, alırlarsa da yalnız bırakırlar.

Emekli generallerin mahalle baskısı üzerinde araştırma yapabilecek yiğit araştırmacılar olacak mı acaba? O günleri görebilecek miyiz? Orduevleri fildişi kulelerine Açık Toplum Enstitüsü girip bir araştırma yapsın.

Sayın Prof. Binnaz Toprak’ın yüreği varsa bu sosyolojik hazineleri keşfe cesaret eder. Gerçi son istatistiği istatistikçiler için geçerli ‘İstatistik bikini gibidir, görülmesi gerekeni gösterir, görülmesi gerekmiyeni başarı ile gizler’ kuralına çok uyuyordu. Sayın Toprak 401 kişiden hareketle bütün Anadolu’yu faşist olarak gösterebildi.

Bu mahalle baskısı konusu Çorum hamuru gibidir çok su götürür.

ntarhan@gmail.com


25 Aralık 2008
Murat Yetkin/Radikal

Özkök’ten ‘savunma’: Beni 28 Şubatçılar gibi davranmamakla suçladılar

Hilmi Özkök, Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli olmasının üzerinden üç yıl geçmiş olduğu halde hâlâ üzerine geliniyor olmasının nedenini, görevdeyken 28 Şubat sürecindeki gibi bir yöntem izleyip hükümetle alenen kavga etmemiş olmasına bağlıyor.
Bilindiği üzere emekli Orgeneral Özkök, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’in açtığı ‘içki içiyordu-içmiyordu’ tartışması üzerine görevdeki tutumu nedeniyle yeniden gündeme getirilmişti. Özkök, günlerce süren haberleşmemiz sonucunda Erdil olayı ve iddiaları konusunda daha önce Milliyet’te Fikter Bila’ya yaptığı açıklamaları biraz daha genişletti; Erdil’in davranışını anlamaya çalıştığını ve ‘hoş gördüğünü’ söyledi.
Ancak çok daha önemli ve yakın geçmişimizi biraz daha aydınlatmaya yarayacak bir şey daha yaptı: Neden her siyasi tartışmada kendisinin üzerine gelinmeye çalışıldığının gerekçelerini tahlil etti ve bunu bizimle yazılı olarak paylaştı.
Özkök’ün yazdığı, kendi deyimiyle ‘savunma’, 28 Şubat süreci, asker-hükümet ilişkileri ve askerin ‘irticaya’ bakışı ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde bu konudaki farklı yöntem anlayışlarının varlığı açısından çok önemli.
Özkök’ün sorularımız üzerine yaptığı değerlendirme açıklama (arabaşlıklar tarafımızdan konulmuş halde) aynen şöyle:

‘Sıradanlığa sığınmadım’
“Ben yaratılışım, aldığım terbiye ve eğitimim itibariyle hiçbir zaman sıradanlığın kolaylığına sığınmadım. Herkesin dediğini desem, herkesin yaptığını yapsaydım kimse bana sataşmazdı. Rahat bir emeklilik yaşardım.
Ama sıradan olmadım. İyi bir gözlemci olmayı, başkalarını en az kendim kadar akıllı bilip onların yaptıklarından dersler çıkarmayı, iyi bulduklarımı daha da ilerletmeyi, yetersiz bulduklarım için yeni yöntemler aramayı yeğledim.
Hep çağdaş bir Türkiye’ye ve onun şanlı ordusuna layık olan hedefleri arayıp bulmaya ve onları gerçekleştirmeye çalıştım. Uluslararası karargâhlarda çalışmak bana birçok farklı yaklaşımları görme fırsatı bahşetti. Geçmişin uygulamalarıyla yetinmek kolaylığı yerine, onları bu günün merceğinde inceleyip, yarınlara yakışacak hale getirmeye çalıştım.
Bunların hiçbirini sırf farklı görünmek için yapmadım. Ama sanırım kendimi iyi ifade edemediğim için bazılarınca anlaşılmadım, hatta yanlış anlaşıldım, kendilerine ters düştüğümü sanarak beni suçlamalarına sebep oldum. Belki de bazıları beni gerçekten anlamadılar. Bazıları anlasalar da ‘aslan terbiyecisi’ rolüne devam etmek için anlamazlığa geldiler.

‘Hükümetle alenen kavga’
Ettiğim yemine sadık kalarak siyaseti TSK’ ya sokmamaya gayret ettim. Kanunların yapmamamı söylediklerini yapmadım, ama yap dediklerini hakkıyla yapmaya çalıştım. Ne yaman ironidir ki hükümetle alenen kavga etmediğim için benimle kavga edenler, demokrat olduğum için kınayanlar oldu. Koruma kollama görevimi kapalı kapılar ardında saygın bir şekilde tartışıp, bu görevi, muhataplarımı ikna yoluyla gerçekleştirmemden memnun kalmayanlar oldu.
Alenen söz düellosu yapsaydım beni coşkuyla alkışlayacaklar vardı. Ama ben kendimi kimseye dalkavukluk yapmak zorunda hissetmedim. Halkımı, ekonomiyi, dış politikalarımızdaki dengeleri olumsuz etkilemekten kaçınmamı suskunluk ve pasiflik olarak niteleyenler, gerektiğinde (Yüksek Askeri) Şura kararlarına şerh koyanları (Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’nı kastediyor) ‘Bu hareket irticayı cesaretlendirir’ diye alenen uyardığımı duymazdan geldiler.

‘28 Şubat zorunluydu ama...’
“28 Şubat’ı ‘Bu bir sebep sonuç ilişkisidir, sebep ortadan kalkmadıkça sonuç değişmez’ diye değerlendirdiğimi görmezden gelenler, beni 28 Şubat’takiler gibi davranmamakla, suskun olmakla suçladılar.
Oysa ki 28 Şubat o günün koşullarının gerektirdiği zorunlu bir hareket tarzıydı. Asla suçlamam. Üstelik o kadroların ders alabilecekleri geçmişte bir 28 Şubat deneyimi yoktu. Ama benim vardı.
Ben iyi niyetlerle ne yapıldığını, kimleri göndermekle kimlerin yollarının asfaltlandığını gördüm. Evvelki olayları incelediğimde asker elinin dokunmasının siyasetçiler için ne kadar ‘hayırlara vesile’ olduğunu öğrendim. Bu nedenle benim tarzım farklı oldu.
Ben ulusun bütün dinamiklerinin harekete geçmesinin ve yapılacak işin, yapması gerekenler tarafından yapılmasının daha doğru olacağını değerlendirerek hareket ettim. Demokrasinin erdemine, onun zor, ama çok güvenli bir yol olduğuna daima inandım.

‘Erdil konusu farklı’
“Sayın İlhami ERDİL’in (Zamanının Deniz Kuvvetleri Komutanı) beni olumsuz bir yaklaşımla ve karakterim hakkında yanlış anlamalara yol açacak imalarla gündeme getirmesinin sebebi diğerlerinden farklıdır. Kendisiyle bir yıl birlikte çalıştım. Hem emir komuta hem de arkadaşlık bağlarımız sorunsuzdu.
Ancak bir idari soruşturmanın bulgularına göre kendisi hakkında savcılık soruşturmasına müsaade ettim. Bilindiği gibi General ve Amirallerin adli soruşturmasına izin verme yetkisi Genelkurmay Başkanını’ndır ve bu yetkiyi hiçbir komutan keyfi olarak kullanamaz. Durumu inceletir, inceler ve ne bir kimseyi haksız yere zan altında bırakacak soruşturma açtırır, ne de ciddi bulguları göz ardı ederek durumu örtbas eder.
Kol kırılır yen içinde kalır düşüncesi böyle konularda doğru olmadığı gibi bir mesleki ihanettir de. Sonuçta dava açıldı, adli işlemler yapıldı, mahkûmiyetle sonuçlandı ve hüküm uygulandı. Bu durumun sorumlusunun kim olduğu herkesin kendi takdiridir. Ancak Sayın ERDİL suçlu olarak kendini değil beni takdir etti ve beni asla affetmeyeceğini ilan etti. Durumuna ben de üzülüyorum. Bu nedenle derin acısını bana yansıtarak hafifletmek istemesini eski bir komutanı olarak anlayışla karşılıyor ve onu hoş görüyorum.”

Neden savunma?
Özkök’ün yakın tarihimize ışık tutan, daha iyi anlamamız için yeni kapılar açan değerlendirmesini, savunma olarak adlandırmamızın bir gerekçesi var.
O da sayın Özkök’ün değerlendirmesinin sonuna eklediği bir not. Bütün değerlendirmeyi daha doğru bir açıya yerleştireceği inancıyla bu notu da Radikal okurlarıyla paylaşmakta fayda var. Not şöyle:
“Murat bey,
Bu bir cevaptan ziyade bir savunma oldu. Görev süremde sevenim de kızanım da çok oldu. Ama umarım emekliliğimin üçüncü yılına başlarken bu savunmayı yapmayı hak ettim. Beni haksız suçlamalarıyla o kadar çok incittiler ki, artık sükûtun altın olduğunu bana unutturdular. Tesellim o ki bütün bunlara rağmen kendime, fikirlerime ve beni olduğum gibi sevenlere ihanet etmedim. Doğrularımı yapmaktan ve inandıklarımı söylemekten korkmadım. ‘Ahlakı ahlaksızlar yapar’ diye bir özdeyiş vardır. Bakarsınız bir gün bana kızanlar yaptıklarımın sonuçlarını beğenir, beni hoş görürler. Ben onları hoş gördüm. Çünkü inanıyorum ki onlar da ulusu ve vatanı en az benim kadar sevmektedirler. Çözümlerimin onlarınkinden farklı olması nedeniyle bana yüklendiler. Hepsi sağ olsunlar.”

Yakın geçmişi anlamak için
Okununca anlaşılabileceği gibi, sayın Özkök’ün (biraz da ısrarlı) sorularımız üzerine yaptığı değerlendirme sonundaki notla daha gerçekçi, kendi amaçlamadığı yönlere çekilmeye kapalı algılanmaya izin veriyor.
Özkök’ün değerlendirmesi üzerine yakın geçmiş ışığındaki olgulardan da yararlanarak tahliller yapma ihtiyacı var. Özkök 28 Şubat süreci ve sonrasındaki hangi gelişmelere atıfta bulunuyor. Asker-siyaset ilişkisi üzerine ne gibi sakıncalara dikkat çekmeyi amaçlıyor. Son zamanlarda ne anlama geldiğini bilmeden ‘şifre kırma’ deyimi kullanmak adeti çıktı. Şifre kırma işine girmeden bu değerlendirmenin ne anlama geliyor olabileceği konusundaki tahlilleri, okurlara da aynı imkanı tanımak için yarına bırakıyoruz.

‘Şarap içmedi’ iddiası ve Mevlana’lı yanıt

İlhami Erdil, yolsuzluktan mahkûm olunca rütbeleri geri alındı.

Emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün adı son dönemde ihaleye fesat karıştırmak’ suçundan hapis yatan ve rütbesi geri alınan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’in Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e yaptığı açıklamalarla gündeme geldi. Ertuğrul Özkök, geçen hafta köşesinde eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’le yaptığı bir sohbeti aktardı. ‘Sözü tekrar Erdil’e veriyorum:
“Masaya şarap servisi yapıldı. Herkesin önündeki kadehte kırmızı içecekler duruyordu. Bir ara galiba Aytaç Paşa (Dönemin Jandarma Genel Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman) Hilmi Özkök’e seslenerek ‘O Hilmi, sen de şarap içiyorsun’ dedi. O da ‘Evet biz de heyete uyduk içiyoruz’ cevabını verdi.
Buraya kadar normal. Ancak tam o sırada Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu söze giriyor ve herkesi şaşırtan şu sözleri söylüyor: şarap içiyormuş? Önündeki şarap değil, kola.’
Tabii masaya bir sessizlik çöküyor.
Kıvrıkoğlu kimsenin tepki vermesine izin vermeden hizmet yapan garsona dönüyor ve ‘Oğlum şuradan bir şarap getir. Hilmi de doğru dürüst içki içsin’ diyor.”
Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın bu iddiayla ilgili sorusunu yanıtlayan Özkök, ‘Yanıtımı size Mevlana’dan bir şiirle vereyim’ dedikten sonra şu şiiri okudu: asaletimdendir
Her lafa verilecek bir cevabım var,
Lakin;
Bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye.”
Bu arada İlhami Erdil’in sözünü ettiği yemekli ilgili bazı ayrıntıları öğrendiğini de belirten Fikret Bila köşesinde şunları aktardı:
“Komutanlar yemeğe geçmeden önce, küçük bir kokteyl veriliyor. Hilmi Özkök Paşa da kokteyl aşamasında viski içiyor. Yemekte ise şarap ikram ediliyor. Özkök Paşa midesinden rahatsız olduğu için bira, şarap gibi içkiler içemiyor. O nedenle yemekte kola söylüyor. Ama yemeğe oturmadan önce viskisini içiyor.”
,
Murat Yetkin

Özkök'ün 28 Şubat tespiti, 27 Nisan'la doğrulandı

Emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 28 Şubat sürecinde askerin elinin

siyasete değmesiyle AK Parti’nin 2002 seçimlerindeki oy desteğinin tepkisel olarak arttığı saptamasında bulunduğunu, 26 Aralık’taki Radikal’de tahlil etmiştik. Özkök bu tahlilin üzerine kurulduğu değerlendirmesinde (25 Aralık 2008, Radikal) Türk siyasi edebiyatına geçecek “yolun astfaltlanması” deyimini kullanıyordu.

Yolu açan 28 Şubat olmamıştı yani. O yol, yani AK Parti’nin birinci parti olma potansiyeli vardı; ama 2002 seçimlerinde 28 Şubat sürecinin Tayyip Erdoğan ve hareketini ‘mağdur ve mazlum’ hale getirmesi ‘astfaltlama’ etkisine yol açmış, parti daha hızlı yol alabilmiş, yükselebilmişti.

Özkök, işte bu nedenle 28 Şubat’tan askerin alenen siyasete müdahalesinin siyasi dengelerde ters teptiği dersini çıkardığını söylemiş oluyordu.

Özkök, 28 Şubat’tan bu dersi çıkarmış ve ne yapmıştı? Sonucu ne olmuştu? Yine kendi sözlerinden okuyoruz: “Ettiğim yemine sadık kalarak siyaseti TSK’ ya sokmamaya gayret ettim. Kanunların yapmamamı söylediklerini yapmadım, ama yap dediklerini hakkıyla yapmaya çalıştım.

Ne yaman ironidir ki hükümetle alenen kavga etmediğim için benimle kavga edenler, demokrat olduğum için kınayanlar oldu. Koruma kollama görevimi kapalı kapılar ardında saygın bir şekilde tartışıp, bu görevi, muhataplarımı ikna yoluyla gerçekleştirmemden memnun kalmayanlar oldu.”

Bu sözlerin meali şöyle: Özkök, Genelkurmay Başkanlığı’nı aldıktan kısa süre sonra yapılan seçimlerde AK Parti yüzde 34 oyla tek başına hükü-met, CHP de yüzde 20 oyla tek başına muhalefet oldu. Özkök, dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu‘nun 2002 Ağustos Yüsek Askeri Şûrası’nda ani bir manevrayla Edip Başer’i emekli edip, Aytaç Yalman ve onun 27 Mayıs 1960’ın Harbiye son sınıfından arkadaşı (bugün Ergenekon davası tutuklusu) Şener Eruygur’un önünü açmasıyla tam olarak kontrolde zorlandığı bir komuta kademesiyle çalışmaya başladı.

AK Parti iktidara gelir gelmez, TSK bünyesindeki gruplaşmalar, daha bir önceki sene Ecevit’i hükümetten uzaklaştırmak için yapılan çalışmaları (31 Ekim 2001, Radikal) bir üst boyutta (Tayyip Erdoğan henüz yasaklı olduğu için) Abdullah Gül hükümetine karşı uygulamaya koymak istediler.

Özkök buna izin vermedi. İzin vermeyince -ki bu ABD’nin Irak taleplerinin reddedildiği 1 Mart tezkeresi günlerine ve ilk Kıbrıs görüşmelerine denk geliyor- Özkök aleyhine (ilk olarak Mayıs başında ABD’de Paul Wolfowitz tarafından tetiklenen) müthiş bir yıpratma kampanyası açıldı. Kampanya ‘Genç subaylar rahatsız’ yayınıyla (23 Mayıs 2003, Cumhuriyet) doruğa çıkınca Özkök 26 Mayıs’ta meşhur ‘Demokrat olmak suç mu?’ basın toplantısını yaptı. Ankara’da birileri Vaşington’daki birilerine ‘Sizin asıl adamınız biziz’ mesajını, medyada ters bir köşeden vermek istiyordu belki de. Ama işler Irak’taki sürat nedeniyle farklı gelişti ve 4 Temmuz Süleymaniye felaketi bir ‘iç temizliği’ gerekli kıldı. (20 Şubat 2007, Radikal) Özkök 2003 Ağustos’undaki YAŞ ardından ipleri ele geçirmeye başladı. Bu süreç kolay olmadı. Özkök, bir ara “sağlık nedenleriyle” yeneğini evinden getirme tedbirliliğini gösterdi. (13 Temmuz 2008, Radikal)

Özkök’ün kendi çizgisini hâkim kılmasında ve 28 Şubat derslerini hayata geçirip siyasete aleni müdahale etmemesinde kendisine en yakın destek olan iki komutan, dönemin (önce 1’inci Ordu daha sonra) Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve dönemin (önce Genelkurmay İkinci Başkanı, sonra) 1’inci Ordu Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ olmuştu. (Bu süreçte, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, kendisine atfedilen ve ‘günlük’ adı’ verilen metinler nedeniyle müdahale yanlısı ekip içinde sayıldı. Elimde hiçbir kanıt olmadan ama farklı bir bakışla ilk defa söylüyorum ki, ileride Örnek farklı rolüyle gündeme gelebilir, bugün onu suçlayanlar mahçup olabilir.)

Şimdi sorularımıza başlayabiliriz:

Özkök, 28 Şubat’tan çıkardığı asker-siyaset derslerini yakın destekçileri ve astları Büyükanıt ve Başbuğ ile paylaşmadı mı? Paylaşıysa, 27 Nisan 2007’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına CHP yasal yollardan itirazını Anayasa Mahkemesi’ne yaptıktan birkaç saat sonra e-muhtıra diye anılan

o açıklama neden yapıldı? O açıklamanın 1- Siyasi muhalefetin gücünü zayıflatacağı, 2- Hükmetin mağdur ve mazlum konuma geçerek rest çekmesine, 3- Erken seçim ilan etmesine yol açacağı, 4- İşin ters teperek ‘Dindar cumhurbaşkanı seçtirmiyorlar’ propagandasıyla AK Parti’nin bir kez daha “yolunun asfaltlanmasıyla” sonuçlanacağı kestirilemedi mi?

Kestirildi ise Büyükanıt akşam saatlerinde Genelkurmay karargâhında generaller toplantısıyla başlayıp gece yarısına doğru Komutanlık Konutu’nda sonuçlanan yazım süreci sonunda hangi etkenleri değerlendirip imzasını koydu e-muhtıraya? Ertesi gün, 28 Nisan’da Cemil Çiçek tarafından okunan hükümetin karşı muhtırası ile Büyükanıt’ın 4 Mayıs’ta Dolmabahçe’de Erdoğan’ın davetiyle gerçekleşen toplantısı arasında neler oldu? Bunları bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, 28 Şubat’tan Özkök’ün çıkardığı dersin 27 Nisan’da uygulanmaması, hem askere itibar getirmemiş, hem AK Parti’ye oy getirmiştir. 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde AK Parti genel merkezinde yapılan yüzde 42-43 oranını aşıp 47’ye dayanan destek gelmiş, üstelik Gül MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ‘Bu oyunda yokuz’ diyen desteğiyle Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

AK Parti’nin, Özkök’ün deyimiyle ilk kez 28 Şubat’ta “asfaltlanan yolu”, 27 Nisan’da bir kez daha asfaltlandığı söylenebilir.

Radikal

Radikal'den TSK'ya 5 Zor Soru
14 Ocak 2009 10:15

Radikal Gazetesi, TSK'ya çok zor 5 soru yöneltti. Hem de manşetinden.

Ergenekon örgütünün görevli askerlerle bağlantısı olduğu öne sürülen ‘Karargâhevleri’ toplantılarıyla ilgili İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, bazı muvazzaf asker ve sivillere ulaştı. Kimi isimler tutuklandı. Ancak Genelkurmay Başkanlığı’nın yürüttüğü soruşturmada şimdiye kadar ne kadar yol alındığı, askeri savcılığın kimlere ulaştığı meçhul. Kamuoyu, Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın yürüttüğü ‘Karargâhevleri’ soruşturmasıyla ilgili gelişmeleri merak ediyor.

MİT askeri bilgilendirdi
Şimdiye kadar ortaya atılan bilgilere göre, ‘Karargâhevleri’ oluşumu 2005 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından saptandı. İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek’in bazı asker ve sivillerle toplantı yaptığı bilgisinden yola çıkan MİT, konuyu araştırdı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı da bilgilendirdi. Buna göre İşçi Partisi ve Alevi kesimin yanı sıra bazı Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensupları ve memurların da katılımıyla toplantılar yapılıyordu. Bu toplantılarda çekirdek kadroların oluşturulmasının öngörülüyordu. Amaç ise özellikle harp akademileri ve Hava Harp Okulu’ndaki genç askerleri örgütlemekti. Bilgilerin yer aldığı belgede bazı toplantılara askeri öğrencilerinde katıldığı öne sürülüyordu. Belgeyle birlikte bir de şema vardı. Oluşumun tepe noktasında bir işadamının adı yazılıydı. ‘Askeri kesim’ ve ‘Alevi kesim’ başlıkları altında da bazı asker ve sivillerin isimlerine yer veriliyordu. Genelkurmay Başkanlığı MİT aracılığıyla haberdar olduğu belgeyle ilgili o dönem inceleme başlattı.

1 Genelkurmay Başkanlığı, ‘Karargâh-evleri’ denilen toplantılara katıldığı öne sürülen askerlerle ilgili soruşturma yaptığını doğruluyor. Askeri savcılık soruşturmaya başladığı zamandan bugüne ne kadar yol aldı? Karargah Evleri toplantılarına katıldığı saptanan askerler oldu mu?


2 Ergenekon savcısı, Mart 2008’de ‘Karargâhevleri’ belgesine ulaştı, eylülde toplantılara katıldığı öne sürülen bazı askerleri gözaltına aldı. Bazı askerler tutuklandı. Askeri savcılık bu isimlere ulaşmış mıydı, bu askerler sorgulandı mı. Askeri savcılık yeni isimlere ulaştı mı?

3 Ergenekon savcısının ulaştığı ve en son bir yarbayla iki albayın tutuklandığı ‘Karargahevleri’ sürecinde, Genelkurmay’ın yürüttüğü idari soruşturmada ne aşamaya gelindi? Örneğin geçen yıl eylülde yakalanan teğmenlere dair işlem var mı? Disiplin cezası alan asker oldu mu?

4 MİT’in, 2005 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nı bilgilendirdiği rapor ve belge, Ergenekon soruşturması çerçevesinde 2008’de İP’ye ve lideri Perinçek’e yönelik aramalarda çıktı. Bu belgenin sızdırılmış olup olmadığı soruşturuldu mu? Herhangi bir isme ulaşıldı mı? Yaptırım uygulandı mı?

5 MİT’in belgesinde bir şema yer alıyor. Bu şemada, ‘Askeri Kesim’ başlığı altında, ‘Harp Akademisi’ ve ‘Hava Harp Okulu’ başlıkları altında çok sayıda askerin ismi yazılı. Askeri savcılık şemadaki isimleri sorguladı mı? Basında da isimleri yazılan askerler aklandı mı, ceza mı aldı?
aktifhaber

Eser KARAKAŞ
Star
TSK baştan aşağıya yenilenmeli
19 Ocak 2009

Ordumuzun acilen ve baştan aşağıya şeffaflaşmaya ve yeniden yapılanmaya ihtiyacı var.

Bu ihtiyaç demokrasi için gerekli, hukuk devleti için gerekli ama emin olunuz herşeyden önce militer anlamda etkinlik için gerekli.

Siyasete, Türkiye’yi duvar atlatmaya, kamp değiştirmeye bu kadar odaklanmış komutanların, subayların yönettiği bir ordunun militer etkinliğinden bahsetmek gerçekten zorlaşabilir.

Oysa Türkiye’nin 21. yüzyılın küresel siyasal ve güvenlik belirsizlik ortamında asli işine odaklanmış, siyasete değil ama siyasi otoritenin mutlak emrinde militer etkinliğini nasıl maksimize edebileceğine odaklanmış bir TSK’ya çok ihtiyacı var.

21. yüzyıl askeri darbelerin, vesayet rejimlerinin değil ama bir kamu hizmeti olarak değişen bir küresel güvenlik konseptinin öne çıkacağı yüzyıl olacak; umarım bu basit gerçek bir gün TSK komutanlarının da temel gündem maddesi olur.

Çok da gerilere, 1960 darbesine, 12 Mart muhtırasına, hatta 12 Eylül rejimine bile gitmeye gerek yok; 28 Şubat süreci ve sonrasında, 2002 seçimlerini izleyen dönemde TSK komutanlarının içine girdiği ilişkileri hatırlamakta büyük fayda var.

Cuma günü Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak haftalık basını bilgilendirme toplantısında ‘masuniyet karinesi’, ‘adil yargınma hakkı’ gibi çok kutsal hukuki kavramlara gönderme yaparak Ergenekon kelimesini kullanmadan bu süreci eleştirdi ve temel hukuki hakların çiğnendiğini ifade etti.

Ergenekon adı verilen soruşturma sürecinde temel hukuki ilkelerin çiğnenip çiğnenmediğini bilemiyorum, umarım herşey usulüne uygun yapılmaktadır ve yapılır.

Ancak, anlamakta çok zorlandığım mesele Genelkurmay basın sözcüsünün böyle açıklamayı neden yaptığıdır; amaç bu süreçte gözaltına alınan ya da tutuklanan muvazzaf ya da emekli subayları korumak ise yargı sürecinde bu tür bir müdahale kabul edilebilir bir şey zaten değildir.

TSK yargı sürecine yönelik yorumlar yapmak yerine kanımca çok radikal bir özeleştiri yapmak zorundadır ve çok da uzun olmayan bir vadede bu noktaya gelinecektir, gelinen bu nokta da Türkiye’nin güvenliği için çok yararlı olacaktır.

28 Şubat döneminde o çok çirkin andıçları hazırlayan paşalara TSK kurumsal olarak ne gibi bir yaptırım uygulamıştır?

Bu paşalar emeklilik dönemlerinde hala TSK hizmetlerinden mesela ordu evlerinden yararlanabiliyorlar mıdır?

2003-2004 döneminde Sarıkız, Ayışığı, Eldiven gibi darbe projelerini yapan paşalara yine TSK kurumsal olarak ne yapmıştır?

Bugün artık Özden Örnek’in günlüklerinin sahte olduğuna inanan pek kimsenin de kalmadığı biliniyor; öyleyse TSK’nın en tepesinde yaşanan bu hukuksal, siyasal, askeri skandal karşısında kurum ne gibi bir müeyyide uygulamıştır?

27 Nisan muhtırası saçmalığı için kurumsal hangi disiplin mekanizması devreye sokulmuştur?

Bu muhtırada belirli bir yurtaşlık anlayışını benimsemeyen Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için ‘düşman’ ifadesi kullanılarak hem büyük bir hukuk skandalı yaratılmış, hem de yine büyük bir hukuk cehaleti sergilenmiş idi ama o cümleyi oraya koyan hakkında ne gibi işlem gerçekleşti, bir bilgimiz yok.

Geçen hafta ortalıkta tanınmamak için sakal uzatan, ülkeye gizli giriş yapan, bağlı olduğu Genelkurmay Başkanı’nı dinleten bir emekli general dolaşıyor idi.

Yine aynı hafta toprak altında, parklarda, apartman kapılarında ordunun depolarında olması gereken patlayıcılar, silahlar ele geçirildi.

TSK’nın bir kurum olarak bu ortamda Ergenekon soruşturmasında olan ya da olmayan usul hatalarını eleştirmekten başka işinin olup olmadığını okurların izanına bırakmak gerekebilir.

TSK yurttaşların vergileriyle faaliyet gösteren bir kamu hizmet birimidir ve bu kamu kurumlarında yaşanan hukuk dışı olayların kurum içinde çözüleceği diye bir ilke, çift başlı yargı hukuk devletlerinde olamaz.

TSK hemen askeri liselerde, harp okullarında, harp akademilerinde müstakbel subay öğrencilerine ve subaylara aşılaya geldiği ideolojiyi değiştirmek, askerliğin özünün siyaset üzerinde vesayet kurmak değil, militer etkinlik olduğunu anlamak ve anlatmak zorundadır.

ESER KARAKAŞ - STAR

ekarakas@stargazete.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Oca 23, 2009 7:17 pm    Mesaj konusu: 'Genç Subaylar RahatsIz' Dedi Alıntıyla Cevap Gönder

Ali ÇAKIROĞLU
Milli Menfaatlerimiz (!) ve İsrail

Türkiye-İsrail ilişkilerinde “Türkiye’nin milli menfaatleri esas alınır”mış!

Neymiş bakalım bu milli menfaat denen şey-ler?

Ve kimler karar verirmiş bakalım bu ülkenin milli menfaatinin ne olduğuna?

Her şeyden öne TSK milli menfaat tanımı, bu ülkenin ve halkın milli menfaat tanımı ile uyuşuyor mu acaba?

Eğer uyuşmuyorsa buna “Milli” menfaat mi denilir, yoksa “İsrail’i” menfaat mi denilir acaba?

Yakın bir geçmişte Genelkurmay Başkanlığı makamını işgal etmiş olan bir kişi halkın seçerek iktidara getirdiği bir siyasi partiyi asker gücü ile “temizlemekten” ve “halletmekten” söz ediyorsa böyle bir ordunun “milli menfaat” tanımı ne kadar milli olabilir ki?

Türkiye’nin Genelkurmayı İsrail ile sıkı-fıkı ilişikliler içinde olduğuna göre Türkiye’nin topraklarının büyük bir kısmının Yahudilere “vaat edilmiş vatan” yani bir gün ele geçirmeleri gereken ülke olarak gördüğünü de biliyordur herhalde.

Türkiye’nin topraklarının bir kısmında gözü olan ve uzun dönemde hak iddia eden bir ülkenin ordusu ile çok sıkı-fıkı olması Türkiye’nin gerçek milli menfaatleri ile ne kadar bağdaşır acaba?

Türkiye’nin milli menfaatlerinden dem vuran TSK-üst yönetimi İsrail ile olan sıkı-fıkı askeri ilişkilerin ve ordumuzun tehlikeli bir düzeyde İsrail’e bağımlı olmasının milli menfaatlerimize ileride doğuracağı tehditlerden haberdar mıdır acaba?

***

Vatandaşın ensesine dipçiği dayayarak “Sevileceeek! Sev!” diye bağırarak, emir-komuta ile TSK’ni sevdirmek dönemi çoktan geçmiştir.

TSK’nin üst yönetimi, tıpkı Türkiye’nin Başbakanı gibi, kendi halkının duygu ve düşüncelerine tercüman olarak halkın sevgi ve desteğini kazanıp sürdürebilir ancak.

Vatandaşın sevdiğini sevmeden, nefret ettiklerinden de nefret etmeden nasıl kazanacaksınız Türk halkının sevgi ve desteğini?

TSK’nin üst yönetimi son yıllarda gırtlağına kadar siyasete girerek halk gözündeki itibarını çok ciddi şekilde zedelemiştir.

TSK’nin çok üst düzey mensuplarından çok sayıda kişi darbe hazırlığı içinde olmak suçundan tutukludur.

TSK’nin halen görevde olan üst düzey yönetimi ise “demokrasiye bağlılığını” ve “darbeciliğe karşı olduklarını” açıkça deklare ederek Türk halkını rahatlatacak herhangi bir açıklama yapamamıştır henüz.

***

Bir de İsrail ile iyi geçinmemizin neden milli menfaatimiz olduğunun açıklığa kavuşması lazım.

İsrail ile iyi geçinmek bizim için bir “tercih” meselesi midir, yoksa mahkûm olduğumuz bir durum yani bir “zorunluluk” mudur?

Bu bir tercih ise neden?

İsrail ile aramızda, insan olmanın ötesinde, “kan bağı” mı, yoksa “din bağı”mı vardır?

Eğer aramızdaki tek ortak nokta “insan olmak” ise aynı bağ Filistinlilerle de yok mu?

Biz, Sayın Genelkurmay başkanının geçen yıl medyaya yansıyan sakallı bir Yahudi ile ağlama duvarında çekilmiş samimi resimlerinin dışında başka bir akrabalık ve yakılık emaresinin varlığını bilemiyoruz.

Yok, İsrail ile iyi geçinmemiz milli menfaatlerimiz açısından bir “zorunluluk” ise şayet, bu “bağımlılık” boyutundaki “zorunluluk” kimler tarafından ve nasıl oluşturuldu?

70 milyonluk bu ülkenin binlerce yıllık geçmişi olan ordusunu, daha yarım asırlık bir geçmişi bile olmayan 3-5 milyon nüfuslu İsrail’in ordusuna bağımlı hale getirenler kimlerdir?

Hangi Türk’tür Türk ordusunu İsrail ordusuna bağımlı ve mahkûm duruma düşüren!

Eğer ordumuz İsrail ordusuna bağımlı ise ve bu bağımlılıktan dolayı İsrail’e mahkûm duruma düşmüşsek bunun sorumlusu evlatlarını davul-zurna ve tekbirlerle askere gönderen anne babalar mıdır, yoksa TSK’nin tepesini işgal eden sayın generaller midir?

İsrail ile iyi geçinmenin milli menfaatlerimizin gereği olduğunu söyleyenler ağızlarından çıkanın farkındalar mı acaba?

Bu sözleri ile milleti tehdit mi ediyorlar yoksa kendi suçlarını itiraf mı ediyorlar?

aktifhaber

GENELKURMAY RADİKAL’E KIZACAĞINA...
ORAL ÇALIŞLAR
14 Şubat 2009

Genelkurmay'ın İbrahim Şahin'in ifadelerinin haber yapıldığı Radikal'in akraditasyonunu askıya almasının ardından gazetenin bir yazarı 'bizi de anlasınlar' dedi.
Genelkurmay Radikal’e kızacağına...

Türkiye bir heyecan ülkesi. Kalp ameliyatım nedeniyle olayları yazmak ve yorumlamak yerine 15 gün boyunca yalnızca izlemek durumunda kalınca gördüm ki, ‘biz 15 güne bir asrı sığdıracak kadar yetenekli bir milletiz.’ Ameliyat olduğum gece Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos zirvesindeki ünlü tartışmasını izledim. Tabii ki yine toplumsal bölünme paranoyalarını da... ‘Bunun hesabını sorarlar’ diye korku yaratmak isteyen korkak politikacı eskisi mi ararsınız, yoksa düne kadar ‘Batı karşıtı’ olmakla övünürken birden ‘Bakın şimdi bize günümüzü gösterecekler’ diye Batı korkusu yayanları mı sorarsınız şaştım kaldım. Sonuç olarak vaziyette bir değişiklik yok. Herkes durduğu yerde duruyor.

Şener Eruygur’un eşinin, bir askeri doktorla konuşmaları medyanın önemli bir bölümünde nedense önemsenmedi. İki mahkemenin kendilerinden olduğunu söylüyordu bayan Eruygur. Nitekim bu ‘bizden’ mahkemelerdeki hâkimlerden birisi ‘akla ziyan’ bir gerekçeyle Hurşit Tolon’u tahliye etmişti. Bu dinlemenin nasıl yapıldığı, ortamının nasıl düzenlediği tartışmalarını ön plana çıkarmak isteyenler, bu konuşmanın içerdiği ağır ‘hukuk dışı’ durumu görmezden gelmeyi tercih ettiler.

Bayan Erugyur’un dinlenmesi doğru mudur, değil midir? Çok tartışmalı da olsa bence doğru değildir. Buraya kadar tamam. Ancak Mukaddes Eruygur’un kendisinin de doğruladığı konuşmanın içeriğinin ortaya koyduğu tablo şekil tartışmalarıyla örtülemeyecek korkunçlukta bir durumu yansıtıyor. Bazı kesimler -ki bu kesimlerin gücünü küçümsemek mümkün değildir- Ergenekon davasının sonuçsuz kalmasını istiyorlar. Ellerindeki bütün güçleri bu amaçla seferber ediyorlar. Bu durumu anlıyorum. Türkiye’nin yakın tarihiyle hesaplaşmasının bir sonucu olarak devlet içinde cinayet işleyen, iktidar için her türlü acımasızlığı göze alan bir yapılanma Ergenekon davasıyla sarsılıyor.

Bu sarsıntı yabana atılacak bir sarsıntı değil. Direniyorlar. Direnecekler de... Ancak unutmayalım ki bu direnişin ne hukukla, ne demokrasiyle, ne de hukuk devletiyle ilgisi var. ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ diye slogan atarak, her türlü yasadışılığı meşru göstermek isteyen çevreler, artık bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde ‘geçmiş’i temsil ediyorlar. Yenilip tarihe karışacak olanı.

Örneğin İbrahim Şahin. O bir mahkûm. Ancak bir zamanlar kartaldı. Bu devletin en çok güvendiği elemanlardan birisiydi. O ‘devlet’ başka bir devlet değil, bu devletti. Ancak koşullar değişiyor, devlet de değişiyor. İbrahim Şahin’le olmayacağı belli. Buna rağmen o birilerini kendisine inandırıyor, ölüm listeleri yapmaya devam edebiliyor. Başı sıkışınca da ‘Benim Genelkurmay’la bağım var’ iddiasıyla kendisini savunuyor. Olmayınca, “Genelkurmay bana mı güvenecek” diyor. Bir düşüş bir yuvarlanma söz konusu.

Bu yazıyı yazarken Genelkurmay’ın Radikal gazetesinin akreditasyonunu askıya aldığını öğrendim. İbrahim Şahin haberlerine kızdıkları bildirilerinden belliydi. İbrahim Şahin’in kendisini Genelkurmayla ilişkilendiren açıklamaları onları sinirlendirmiş. Ancak bizi de anlasınlar.

O İbrahim Şahin, yıllarca Güneydoğu’daki birçok kanunsuz olayın arkasında değil miydi?

Hâlâ listeler yaparak bizlerin adreslerini fotoğraflarını dosyalama cesaretini nereden alıyor?

O kadar da değil. Türkiye’nin ciddi bir demokratikleşmeye ihtiyacı bulunuyor. Ergenekon davası bu açıdan tayin edici bir noktaya gelmiş durumda. Genelkurmay’ın bu dava sürecine ‘hukuk devleti’ noktasından katkıda bulunması gerekiyor. Savunma reflekslerini bir yana bırakarak, sivil demokratik bir devlet çabasının bir parçası olarak rol oynaması gerekiyor.

Soğuk savaş dönemi bitti. Bunu Genelkurmay’ın hepimizden daha iyi gördüğünü sanıyorum. Bu nedenle haklarında ciddi ‘darbe’ iddiaları bulunan eski askerlerin yaptıklarının hesabını vermelerine katkıda bulunmaları, ülkenin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geleceği açısından hayati önem taşıyor.

Radikal’a kızarak, Genelkurmay’ın sorunu çözülemez...

- RADİKAL


Erbakan'ı öyle değil böyle indirmişler!

Demokrasi tarihimizi baltalayan 28 Şubat sürecinin yeniden tartışıldığı bu günlerde Erbakan'ın iktidardan nasıl indirildiğine dair çok ilginç bir bilgi çıktı ortaya...
31 Ocak 2009 01:30


Ersin Çelik'in haberi
ersin.celik@haber7.com

Türkiye’de siyasi iktidarların sonlandırılması dahil dönen bir çok olayın arkasında hep ABD, İsrail ve gizli servisler aranır. Refahyol Hükümeti'nin istifaya zorlanarak bir nevi iktidardan düşürüldüğü 28 Şubat döneminin baş aktörleri olarak asker, iş dünyası, STK'lar ve medya gösterilir. ABD, İsrail ve AB karşıtı politikası ile 'İslam milliği' oluşturma yolunda önemli adımlar atan Erbakan, bugünlerde değişim sürecine giren ABD tarafından iktidardan düşürülmüş. Hem de olası bir bir askeri darbe de engellenerek...

DİNK CİNAYETİ KİTABINDAN İLGİNÇ DUYUM

Bu bir iddia değil. Çok ciddi bir kaynaktan elde edilen duyum. Konuyla çok alakalı olmayan Hrant Dink cinayeti ile ilgili, Mehmet Altan, Avni Özgürel, Etyen Mahçupyan ve Yasemin Çongar ile yapılmış röportajların yer aldığı kitapta açıkça geçiyor. Cem Küçük'ün editörlüğünde Profil yayınlarından çıkan ve Hrant Dink cinayetini tüm boyutlarıyla inceleyen kitapta ülke gündemine ışık tutacak çok önemli bilgiler de var.

"Hrant Dink Cinayeti" ismi ile geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini alan kitaba konuşan Prof. Dr. Mehmet Altan, Dink’in neden katledildiğine dair düşüncelerini aktarırken bunu yanı sıra demokrasiyi sekteye uğratan olaylara da dikkat çekiyor. Dink’in ilk kadın pilotumuz Sabiha Gökçen’in aslında Ermeni olduğunu söylediği için suikaste uğradığını ifade eden Altan’ın 28 Şubat döneminde dair anlattığı bir duyum ise çok çarpıcı.

ABD ASKERE ENGEL OLDU AMA...

Türkiye’de tek patronun asker olduğunun altını çizen Altan, Erbakan karşıtı iki kurum olan Ordu ve ABD’nin 28 Şubat’taki rolünü de aktardı. Altan’a göre, ABD izin vermeden asker kafasına göre darbe yapamaz ve 28 Şubat’ta da öyle oldu. Darbe yapılmasını ABD engelliyor… Burada kafalar bir karışmış olabilir. “O zaman Erbakan’ı kim indirdi? ABD mi ordu mu?” diyecekseniz sıkı durun. Ve Prof. Dr. Mehmet Altan’ın şu sözlerini okuyun: “Amerika önledi o darbeyi. Amerika Refah Partisi’ni istemedi. Birebir dinlediğim bir olay bu. Refah Partisi’nin G-8 istikametinden çıkmasının bir karşılığıydı 28 Şubat, ama fiili bir darbeye dönüşmedi. Hem Necmettin Erbakan’ı iktidardan düşürdüler hem de klasik darbeye yol açmadılar. Buna eski Dış İşleri Bakanı Madeline Albright başkanlığındaki bir dış işleri bakanları toplantısında karar verildiğini ve uygulamaya konulduğunu dinledim.” (Mehmet Altan / Hrant Dink Cinayeti / S. 79-80)

ŞAHİT CENGİZ ÇANDAR

Bu sözler önümüzdeki günlerde 11’inci yılına girecek olan 28 Şubat sürecine farklı bir bakış açısı getiriyor. Bir anlamda Türk ordusunun ABD’nin tekelinde olduğu anlamını da taşıyor. Kitaptaki bu ifadeleri üzerine görüşlerine başvurduğumuz Mehmet Altan, ABD eski Dış İşleri Bakanı Madeline Albright’ın yer aldığı toplantıda söylenenlere yakın dostu gazeteci Cengiz Çandar’ı da şahit tuttu.


HABER 7

'Genç Subaylar Rahatsız' Dedi
23 Ocak 2009

Şubat sürecinde andıçlanarak hedef tahtasına oturtulan Mehmet Ali Birand, resmen 'Genç subaylar rahatsız' dedi.

28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Çevik Bir ve Genel Sekreter Erol Özkasnak tarafından hazırlanan andıç belgesi yüzünden işinden atılan Mehmet Ali Birand, resmen ‘Genç subaylar rahatsız’ dedi.

Dün akşam Kanal D Ana Haber’de 32. Gün Programı’nın anonsunu yapan Birand, JİTEM’ci Abülkerim Kırca’nın intiharı üzerine askerin çok öfkeli olduğunu iddia etti.

İtirafçı Abdülkadir Aygan’ın bir çok kişiyi öldürmek ve ölüm emrini vermekle suçladığı Eski JİTEM’ci Albay Abdülkerim Kırca’nın intiharını 32. Gün’de işleyen Mehmet Ali Birand ana haberde, programın anonsunu yaparken ilginç sözler sarfetti.

Kırca’nın arkadaşı Emekli Albay Aziz Ergen’i konuk eden Birand, Ergen’in gösterdiği öfkenin tüm orduya hakim olduğunu söyledi.

İşte Birand’ın o sözleri…

“Bu gece 32. Gün Programı var ve 32. Gün Programı’nın konuklarından biri Emekli Jandarma Albayı Aziz Ergen. Aziz Ergen Pazartesi günü hayatına son veren Emekli Albay Kırca’nın arkadaşı. Dolayısıyla duygusal konuşması doğal ama Kırca’nın ölümü sonrasında yaşananlara bakarak söylüyorum o duygusal tepki, öfke askerin büyük bölümüne de hakim.

Bu öfke genelde silahlı kuvvetlerin mensupları arasında paylaşılan bir öfke.”

Birand daha sonra bu konuda Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü de konuşturdu.
aktifhaber[/b]

Fatih BAYHAN
Haber 7
Başgil'in Köşk'e çıkışı nasıl engellendi? 24 Şubat 2009

Bu aralar tarihin derin kayalıklarında geziniyorum. Bazen uçurumlar, bazen düz yollar çıkıyor karşıma. Kara bulutlar nedense hiç gitmiyor. Evet, okuduğum yakın, çok yakın dönem hatıratları belki de ondandır…

Süreyya İlmen Paşa’nın hatırat kitabından sonra şimdide bir çırpıda okuduğum başka bir hatıra kitabı var elimde. Müellifi Dr. Sadettin Bilgiç. Evet, işte o “Koca Reis” lakaplı, Demokrat Parti ve Adalet Partisinin kahrını çekmiş, Menderes, İnönü, Demirelli dönemin en yakın canlı tanığı…

Üstelik o dönemin en kritik kararlarının alındığı kavşakta bulunmuş bir siyasetçimiz Sayın Bilgiç…
Hatıralarını kaleme aldığı kitabında benim kuşağımın son dönemine şahit olduğu ama etkileri hala konuşulan olayların gizli kalmış yanlarını açıkça, korkusuzca açıklıyor Koca Reis… Hatıralar 1950-60-70-80’li yılların gölgesinde…

***

Dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının büyük sancılar çektiği, askeri darbelerin her on yılda bir meclisin kapısını çalıp, idareye el koyduğu yılları anlatıyor…
Kitapta, Sayın Demirel’in Adalet Partisi Genel Başkanlığının nerelerde planlandığından tutunda, onun hakkında çıkan “Mason” iddialarının parti içinde nasıl dalgalanmalar yarattığına, kongrede dönen dolaplardan, Demirel’in Köşk’e çıkışına ve tabiî ki Refahyol döneminde Demirel’in DYP’li vekilleri nasıl istifada ettirip Cindoruk’un başkanlığındaki DTP’ni kurdurmasına kadar gizli kalmış bir çok tarihi tanıklık var…

Ama bugün benimde çok merak ettiğim bir konuya dair Koca Reis’in hatıratından çok önemli bir detayı paylaşacağım sizinle… O da 15 Ekim 1961 seçimlerinde AP listesinden bağımsız Samsun Senatörü seçilen Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in AP Tarafından Cumhurbaşkanlığı'na adaylığını koymasıyla başlayan sürecin detaylarıdır…

Bugün, üzerinden 48 yıl geçmiş bir “Cumhurbaşkanlığına adaylıktan çekilme” hikayesinin perde arkasını öğreneceğiz…Koca Reis Sadettin Bilgiç’in hatıralarına yansıyan bu önemli nokta Ali Fuat Başgil Hoca’nın İstanbul’dan Ankara’ya gelişiyle başlıyor…
Yıl : 1961…1960 Askeri darbesinin üzerinden bir yıl geçmiş…Ülke henüz Milli Birlik Komitesince idare ediliyor, seçimler yapılmış, kapatılan Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi demokrasi devam edecek ama Askerin mühim bir isteği vardır. O da Cumhurbaşkanlığına Cemal Gürsel’in seçilmesi…
İşte bu günlerde Ankara’da bir evde çok hararetli toplantılar yapılıyor, ev sanki bir parti merkezi gibi dolup taşıyordu. Evet, o ev’in sahibi Koca Reis Sadettin Bilgiç’ten başkası değildir…Seçimlerden sonra Ankara’da gidip oturacak yer bulamayan vekiller genellikle bugün İzmir caddesi denilen mekanda bulunan Anadolu Kulübüne giderler ve orada bir araya gelirlerdi. Kimide bazı kahvelere giderdi.

Durumu gören Bilgiç, vekilleri birer ikişer kendi evinde toplamaya başlar.

Gerisini ondan dinleyelim:
“Bu toplantılar öğleden önce, öğleden sonra ve akşam olmak üzere üç seans yapılıyor, bazen 70-80, bazen 130’a varan sayıda değişik partilere mensup milletvekili ve senatörü bir araya getiriyordu. Konuşmaların ağırlık merkezini parlamentonun kendi istediği kişiyi Cumhurbaşkanı seçmesi ve kendi istediği hükümeti kurması oluşturuyordu. Ama o günlerde ve izleyen günlerde, Cemal Gürsel ve kumanda heyeti partilerin yetkilileriyle sürekli toplantılar yapmakta ve bu toplantılarda Cumhurbaşkanlığı’na tek aday olarak Cemal Gürsel’in gösterilmesi, hükümetin de İnönü’nün başkanlığında AP ile CHP arasında kurulması telkin edilmekteydi…” diyordu. Peki bu kadar Vekilin bir araya geldiği ev’den Köşk için hangi isimde karar kılınmıştı? Bilgiç onuda şöyle anlatıyor: “Ancak bizim evdeki toplantılar devam ediyor ve Cumhurbaşkanlığına Ali Fuat Başgil Hoca’yı seçmemiz gerektiği konusunda görüş birliğine varılmaya çalışılıyordu.

***

Ve sonunda Samsun senatörü Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil Hoca’nın yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde Aday olarak adı öne çıkartılır. İşte ne olduysa bu saatten sonra olacaktır. Cemal Gürsel’in dışında hiç kimsenin aday olmasına razı olmayan Milli Birlik Komitesi derhal harekete geçecektir. Ama görüyoruz ki Sadettin Bilgiç’in evinde toplanan bu vekil heyeti de olanların farkındadır ve Hoca’nın İstanbul’dan derhal Ankara’ya gelmesi ve otel yerine evde misafir edilmesini ve Ankara tren garından kendilerinin oluşturduğu bir vekil heyetince karşılanmasını karara bağlanacaktır.

Her şey planlandığı gibi gelişir, kararlar alınır; İzmir, Samsun, Trabzon, Kayseri ve K. Maraş mebuslarından oluşan bir heyet Hocayı Ankara tren garında bekleyecektir. Gün gelir, 25 Ekim 1961 heyet, Polatlı’daki gar’da Hocayı beklemektedir. Ancak tren bir türlü saatinde gelmez. Bir arıza nedeniyle akşam 16’.00’da Polatlı’da olacaktır. Hoca’yı Gar’da karşılayan Vekiller beraberce kendisi için ayrılan eve götürmek isterler, durumu anlatırlar. Ancak Ali Fuat Hoca ne hikm etse ev’de kalma teklifini kabul etmez ve Barikan Otel’de kalır. İşte Hoca için sonun başlangıcı da bu kararından sonra başlayacaktır.


Koca Reis Hatıralarında diyor ki, “Hocayı ikna edememiştik…Otel’de ziyaretine gittik, baktıkki onu Otel’de çok değişik isimlerde ziyarete geliyor. Nihayet akşam 20:00’de hocayı Başkanlığa davet etmişler. Orada Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay’la bir görüşme yapmış. Moralsiz bir şekilde çıktığı Başbakanlıktan gece geç saatlerde Gümüşpala ve Bölükpaşa’yı ziyaret etmişti…” Peki bu görüşmelerden sonra ne olmuştu?

***.

İşte Koca Reis onu da anlatıyor hatıratında ve o gece yaşananların Hoca’nın Köşk hayatını sonlandırdığını anlatarak: “Hoca, aynı gece Samsun Senatörlüğünden istifa etti, Köşk’e adaylıktan da çekildi. Sabah ilk trenle de İstanbul’a tekrar dönecekti…”

Peki o gece ne olmuştu?

Hoca nasıl bu kadar radikal bir karar almıştı? Onun cevabı da kitapta…
Meğer 24 Ekim 1961 gecesi Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından götürüldüğü Başbakanlık'ta bazı Milli Birlik Komitesi üyesi subaylarıyla da görüştürülmüş ve onlardan "hayatınızı garanti edemeyiz" denilerek tehdit edilmiş sonra da Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi istenmiş…
Ali Fuat Başgil Hoca aynı gecenin sabahında İstanbul’a gitmekle kalmaz, derhal ülkeyi de terk edecektir. Yurda dönüşü Adalet Partisi'nin %52 oy oranıyla tek başına kazandığı 1965 seçimlerinden sonra olacaktır. Başgil olayını böyle karara bağlayan Milli Birlik Komitesi aynı gün çok kızmış olacakki “TSK’nin Talepleri” başlıklı bir bildiri yayınlar.
O Bildiride şunlar vardır:
- Cumhurbaşkanlığına Cemal Gürsel’in seçilmesi,
- Bütün partilerin Atatürk devrimlerine bağlılık göstermesi,
- 27 Mayıs Devrimine bağlılık gösterilmesi,
- Milli Koalisyonun gerçekleştirilmesi,
- Yassıada kararlarının Meclis içinde ve dışında istismar edilmemesi,
- Orduya ilişkin kanunların istismar edilmemesi,
- Gericiliğe taviz verilmemesi

***.

İşte Ali Fuat Başgil Hoca’nın Köşk Adaylığı meselesi de böyle kapanmış oldu. Sonrası malum Cemal Gürsel tek aday olarak köşk’e çıktı…Peki şunu düşündünüz mü? Ali Fuat Hoca o gün Gar’da kendisini karşılayan vekilleri dinleyip evde kalsaydı, bu baskılara maruz kalmayarak arkasındaki vekil desteğine şahit olsaydı tarihin akışı nasıl değişirdi?

***.

Bu yazı Ali Fuat Başgil’in “Gençlere Öğütler”adlı eserinden bir öğüdüyle bitmeli… Diyor ki Hoca; “Bir işi yapmaya koyulduğunda telaşlanıp sabırsızlanma. Sakin ve metin ol. Yol al, fakat acele etme. Sindirerek çalış ve öğren. İşinde ve dersinde herhangi bir fikir ve noktayı ihmal edip geçme. Küçük ihmalden bazen büyük zararlar doğduğunu unutma.” Ne dersiniz, bu nasihata uyulmuş mu?

FATİH BAYHAN – HABER 7
bayhanfatih@mynet.com

Yakın tarihe ışık tutucak ses kaydı

27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat dönemlerinde aktif görev aldığını anlatan ses, Erbakan'ın görevden nasıl alındığını, Mesut Yılmaz'la yapılan pazarlığı anlatıyor.27 Şubat 2009 00:55


Daha önce İsmail Hakkı Karadayı'ya ait olduğu iddia edilen üç ses kaydı video paylaşım sitelerine düşmüştü. Haber 7'ye linkleri gönderilen yeni ses kayıtları gündemi sarsacak nitelikte.

Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya ait olduğu iddia edilen ses yakın tarihle ilgili oldukça çarpıcı bilgiler veriyor. Bütün darberelerde bir şekilde aktif görev aldığını belirten ses, Necmettin Erbakan'ı iktidardan nasıl düşürüldüğünü, Mesut Yılmaz'a iktidarın altın tepsiyle sunulduğunu anlatıyor.


İlk defa Haber 7'nin yayınladığı videodaki ses 27 Mayıs Darbesi’ne fiilen dahil olduğunu söylüyor. 27 Mayıs darbesi döneminde yaşanan olayları Üniversitelerin verdiği desteği anlatan ses Kemal Alemdaroğlu’nun o dönemde okuldan alındığını söylüyor.

12 Eylül darbesinde de fiili olanak görev aldığın aktaran sesin sahibi, Mamak’ta görev yaptığını ve Ankara’daki operasyonu yapan adam olduğunu anlatıyor.

“HOCA’YA AYRIL DEDİM AYDILDI”

Kayıttaki ses 28 Şubat döneminde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile ortak hareket ettiğini belirterek, dönemli ilgili şunları aktarıyor; “Hocayı Demirel ile konuştum, dedim mutlaka gitmesi lazım. (…) Ne dersem onu yaparlardı, Hocaya ayrıl dedim, ayrıldı. Daha ne olsun?”

Aynı bölümde parti kapatılmasıyla ilgili şu sözler dikkat çekiyor. “Biz partiyi kapattık yavv. Valla aynı kafadan gidiyorlar. Kafaların değişmesi lazım.”

ONUR ÖYMEN BİZDEN HABERSİZ SİYASİ ADIM ATMAZ

Onur Öymen’le ilgili bölümde ise, “Ben Genelkurmay Başkanı iken o Dışişleri Bakanı Mesteşarıydı. Devamlı birlikte çalışırdık. Bizim gizli karargahta, bizim ikinci başkan oradaydı. Gider gelirdi, irtibat sağlardık ve birbirimizden haberimiz olmadan hiçbir siyasi şeylik yapmaz. O zaman çok iyi işledi işler.”

MESUT YILMAZ’A ALTIN TEPSİDE İKTİDAR TESLİM ETTİK

Kayıttaki ses 28 Şubat’tan sonra Mesut Yılmaz’la bodrumda görüştüğünü ve Yılmaz’a şunları söylediğini aktarıyor; “Mesut Bey, size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Altın tepside önünüze kondu. Bunu iyi değerlendirin”

İKTİDARA KARŞILIK 8 TALEP

Konuşmanın devamında bazı taleplerin olduğu belirtilerek talepler sıralanıyor, “ Siyasi partiler kanunu değiştireceksiniz. 2-Seçim kanunu mutlaka değişecek. 3 – Sekiz yıllık eğitimi mutlaka sağlayacaksınız. 4- Milletvekilliği dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığına çevireceksiniz… Ondan sonra 7 tane şey saydım, siyasi parti kanunu. (…) 8 tane, 7 tane şey söyledim, hepsini sırıtarak dinledi. ”

8 YILLIK EĞİTİM ŞARTI

Cumhurbaşkanı, Mesut Yılmaz ve İsmail Hakkı Karadayı’nın zaman zaman toplandığı ve çeşitli konularda konuştukları da kayıtlarda dikkat çekiyor. Toplantılardan birinde 8 yıllık eğitim konusunun açıldığını aktarılıyor; “8 yıllık eğim konusu açıldı. Çocuklara ilkokul talebelerine Kur’an kursu yarışması yaptırıyorlar, hanginiz iyi okuyacak hanginiz. Öyle şey olur mu yavv. Çocuk o zaman Kur’an’a düşecek, Kur’an ezberlemeye kalkacak. Elinde bir dosya var, şu kadar ince bir şey, dosya şöyle boyuna çeviriyor ben konuşurken, dedi ki ‘bunu yaparsak şu kadar dersliğe ihtiyaç var, şu kadar şeye dershaneye ihtiyaç var’ Yapamayacaksanız dedim hocadan ne farkınız var…Ondan sonra neyse geldik, 8 yıllık eğitime karar verdik. 8 yıllık eğitime değişecek diye.”

“MESUT YILMAZ DA KAYPAK”

“Komisyondan geçti, bana dediler ki, istihbarattan geldiler efendin bunlar 8 yıllık eğitimi 5+3 yapacaklarmış, önerge vermişler. Sahtekar bunlar. Burada karar veriyoruz, bir milletvekili kalkıyor önerge veriyor, hemen onu mecliste ayarlıyorlar, Yaşar Tüycü…(…) Sonra 8 yıla zor çektik. Onlar bu kadar adi adam, şimdi, Mesut Yılmaz da kaypak.”

ÇİLLER’İ KABUL ETMEDİM

Kayıtlarda Tansu Çiller’in İsmail Hakkı Karadayı’yı emekliye sevk etmek istediği, ancak Karadayı’nın bunu haber aldığı şeklinde konuşmalar yer alıyor. Tansu Çiller’in kendisini ziyaret etmek istediğini ancak bunu da kabul etmediğini söyleyen ses, Çiller’in ikinci randevu talebini Kuvvet Komutanları’na danıştığını aktarıyor. Konuşmada, Tansu Çiller’e hakaretler edilirken daha sonra yapılan görüşmedeki konuşmalar aktarılıyor. Tansu Çiller’in kendisine ‘Ne yapmamız lazım?’ dediğini aktaran şahıs, “Şimdi dedim istifa etmeniz lazım dedim. Ondan sonra şimdi deniz bitti istifa etmeniz lazım dedim. Sonra kakacaktı, ben dedim hepsini söyledim şimdi şeyiniz yok. İstifa etmeniz lazım dedim, bundan sonra masadan şeyi aldım… Bir dakika, masadan kalkıyordu, bir dakika dedim, merkez karar yönetim kurulunun verdiği kararı şöyle tuttum buna ne diyorsunuz dedim. Daha okumadan şöyle baktı, bu yanlış dedi. Bu yalan dedi, okumadan, bu yalan dedi.”


İsmail Hakkı Karadayı’ya ait oluduğu iddia edilen ses, daha sonra Cumhurbaşkanı ile görüştüğünü aktararak, “Bu adamların saçma şeyiyle sizin emeklilik şeyinizi nasıl onaylarım falan dedi. Demirel cumhurbaşkanlığını fevkalade iyi yaptı. İlişkilerimiz fevkalade iyiydi. Hatta bir gazeteye beyanat verdi, ‘darbeyi Karadayı önledi falan’ diye.”


NOT: YOĞUNLUK NEDENİYLE VİDEOLAR GEÇ AÇILABİLİR.
http://www.haber7.com/haber/20090227/Yakin-tarihe-isik-tutucak-ses-kaydi.php

Genelkurmay Başkanlığı'nın 28 Şubat dönemindeki faaliyet planı: "Subay eşleri irticaî okul, dershane ve kursların kontrolü için buralarda görevlendirilmeli"

28 Şubat 2009 Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in 6 Mayıs 1997 tarihinde "Batı Harekat Konsepti" adı altında tüm birimlere gönderdiği emrin yanı sıra, Genelkurmay Başkanlığı adına "Kişiye Özel Gizli" damgasıyla "Faaliyet Planı" başlığıyla ikinci bir emir daha yayınlanıyor. Taraf gazetesinin haberine göre; plan dört bölümden oluşuyor. Konu/faaliyet, alınacak tedbirler/önlemler, icra makamı ve icra zamanı. İcra makamı bölümünde askeri savcılık, askeri mahkeme, adli müşavirlik başta olmak üzere hemen hemen tüm askeri birimler var. İcra süresi olarak da "Sürekli takip edilecek" notu düşülmüş. İşte o rapordan da bazı satır başları...

- Laiklik konusunun dinsizlik olmadığı, uygun radyo, televizyon, yazılı basın ve neşriyatla halka doğru şekilde anlatılması sağlanacak. Erkek ve kadının modern giyimini özendirmek. Yasalara aykırı giyimi menetmek.

- Tarikatlara bağlı ve onların kontrolünde olan özel yurt, vakıf, okul ve dershanelerin amacı, öğrenci miktarı ve yöneticilerini tespit etmek. Bunları finanse eden kurumları ve yöneticilerini belirlemek. Bunları haberli habersiz denetlemek. Bu kuruluşların zayıf ve hassas yönlerini ve zararlarını medyayı kullanmak suretiyle afişe etmek.

- Tüm yurtta mevcut olan dini tesis ve derneklerin, yer ve amaçlarını tayin etmek. Varsa olumsuz faaliyetlerini tespit etmek. Mali destek ve kaynaklarını belirlemek.

- İrtica faaliyetleri nedeniyle, YAŞ kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ilişkileri kesilen personelin kamu kurum ve kuruluşlarında işe alınmaları suretiyle, istismar edilmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerini dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınların önlenmesi.

- Yerel basın ve yayınlarda dahil olmak üzere bütün basın ve yayın organlarını izlemek ve yasalara göre suç teşkil eden konularda gerekli işlemlerin yapılmasını sağlamak.

- Basın yayın organlarında "Aczmendi", "Üfürükçü hoca" vb. konular sürekli gündemde tutularak bunların gerçek yüzlerinin bütün topluma gösterilmesini sağlamak.

Sıkıyönetim planları bile hazır
Çevik Bir imzalı gizli belgede olası bir darbeden bahsediliyor ve bu durumda yapılması gerekenler sıralanıyor. Belgede şöyle deniyor: "EMASYA ve sıkıyönetim planlarının uygulanmaya konulması halinde, takip edilecek hareket tarzları, kontrol altında tutulması gereken kritik noktalar ve topluluklar iyi analiz edilerek muhtelif hareket tarzları belirlenmeli ve hakiki Müslümanlara karşıymış pozisyonuna düşürmeyi, bu suretle halkla karşı karşıya getirmeyi planlayacakları bir faraziye olarak dikkate alınmalıdır."

Gazeteciler kullanılacak
"İrticaî unsurlar ve basın ve yayın organlarıyla doğrudan polemik yerine Atatürkçü dernek, basın ve yayın organlarının devreye girmesi sağlanacak. Gericiliğe şiddetle karşı olan ancak ilmî yetersizlik ve yol yöntem bilmeme nedenleriyle tepkisini gösteremeyen kuruluş temsilcileri ile basın mensupları yönlendirilecek"

Dernekleri kullanalım
İrticai unsurlar ve onların sözcüsü durumunda olan basın ve yayın organları ile doğrudan tartışma ve polemiğe girmek yerine, Atatürkçü çizgide olan kurum, kurtuluş, dernek, basın ve yayın organlarının devreye girmesini sağlamak ve onlara destek vererek halkın bilinçlenmesine katkıda bulunmak bir yöntem olarak tercih edilmelidir.

Basına brifing
Fikir ve düşünce yapısı olarak gericiliğe şiddetle karşı olan ancak ilmi yetersizlik ve yol yöntem bilmeme nedenleriyle tepkisi gösteremeyen veya yanlış yöntemlerle hareket ederek fayda sağlamak yerine irticanın daha fazla değer kazanmasına sebep olan kişi kurum ve kuruluş temsilcileri ile basın ve organları mensupları aydınlatılmalı ve yönlendirilmelidir.

Bilim adamları kullanılmalı
Basın ve yayın organları ile laik Türkiye Cumhuriyetinin yetişdirdiği mumtaz bilim ve din adamlarının yönlendirilmeleri ve yüreklendirilmeleri halinde mücadeleye çok büyük fayda sağlayacakları ve irticacıları kendi silahlarıyla vuracakları değerlendirlmektedir. Bu nedenle mahalli basın ve yayın organları da dahil olmak üzere üniversite öğretim üyeleri, aydın din adamları ve halk arasında itibar sağlamış değerli şahsiyetlerle samimi ilişkiler içinde bulunulmalı ve onlardan yararlanma yolları araştırılmalıdır.

Subay eşlerine casusluk rolü
İrticai faaliyetlerin beşiği durumundaki okul, dershane ve kursların kontrol altında tutulabilmesi için subay/astsubay ve güvenilir devlet memurlarının öğretmen eşlerinin gönüllü olarak bu okullar ve dershanelerde görev almaları sağlanmalıdır. İrticai örgütlerin kontrolündeki öğrenci yurtları, özel okullar dershaneler takip edilmeli cumhuriyet ilke ve niteliklerine aykırı tutum ve faaliyetleri mutlaka yargıya intikal ettirilerek en azından takip ve kontrol edildikleri izlenimi uyandırılmalıdır.

netgazete

28 Şubat'ın 12. yıldönümü! Taraf gazetesi, başta Çevik Bir olmak üzere dönemin generallerinin Refahyol hükümetini devirme ve toplumu biçimlendirme planlarını içeren resmî yazışmaları yayınladı

28 Şubat 2009 Bundan 12 yıl önce, 28 Şubat 1997'de Milli Güvenlik Kurulu toplantısında irtica ile mücadele kapsamında 18 maddelik kararlar alınmış ve tarihe "postmodern darbe" olarak geçen bu süreçle ilgili olarak Taraf, 28 Şubat süreciyle ilgili bugüne kadar kamuoyuna yansımayan çok önemli bir belgeye ulaştı. Belge 28 Şubat sürecinin en önemli aktörlerinden biri olan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in imzasını taşıyor. 6 Mayıs 1997 tarihli "Gizli" damgalı 12 sayfalık rapor, 28 Şubatın yol haritası niteliği taşıyan karar ve emirlerden oluşuyor. Gazete, bu raporun yanı sıra başta Jandarma Genel Komutanlığı olmak üzere Genel Kurmay Başkanlığı içerisindeki birçok birim arasındaki "Gizli" damgalı yazışmalara ve belgelere de ulaştı.

"Zamanında harekete geçilmesi..."
28 şubat sürecinin yol haritasının belirlendiği ve kamuoyuna ilk kez yansıyan belgelerde, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi'nin oluşturulduğu ve Batı Harekat Konsepti'nin yayımlandığı belirtilip, Türkiye genelinde "Her türlü gelişmenin sürekli takip edilerek ilgili makamların zamanında harekete geçirilmesi" "sorumluluk bölgesi ayrımı gözetilmeksizin" isteniyor. Kişilerin, kurumların, ticari firmaların, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların fişlenmesinin istendiği belgede, "Jandarma Genel Komutanlığı'nın yurdun en ücra köşesine kadar ulaşan yaygın teşkilat yapısı ve vatandaşlarla olan ilişkileri nedeniyle her türlü gelişmeyi anında tespit edebilecek imkanlara sahip olduğuna" da vurgu yapılıp, jandarmanın nasıl bir yol izleyeceği de anlatılıyor.
İşte 28 şubat sürecinin perde arkasına ışık tutacak, irtica ile mücadele yöntemlerin anlatıldığı, o dönem basında çıkan pompalı silahlar başta olmak üzere kuran kursları başta olmak üzere, sekiz yıllık eğitim kararlarına giden süreçle ilgili resmi raporlardan çarpıcı satır başları...

Darbenin 'gizli' emirleri
Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından hazırlanan 6 Mayıs 1997 tarihli "Batı Harekat Konsepti" başlıklı 12 sayfadan oluşan gizli belgede "irtica" ile mücadele adı altında yapılması gerekenler ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Sivil toplum örgütleri, aydınlar ve Atatürkçü çizgideki kurum ve kuruluşların mücadeleye ortak edilmesi istenen belgedeki ayrıntılar 28 Şubat dönemine ışık tutuyor. Belgenin "Mücadele Esasları" başlıklı bölümünde şu maddeler dikkat çekiyor:

Mücadele zarureti doğmuş
Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısına, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne yönelen terör tehdidi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarı ile sürdürdüğü iç güvenlik harekatı sonucu büyük çapta etkisiz hale getirilmiş ve terörist gruplar baskı altına alınmış, buna karşılık devletin laik ve demokratik yapısını hedef alan irticai faaliyetler ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamış ve terörle mücadelede olduğu gibi bu tehdide de Türk Silahlı Kuvvetlerinin birinci önceliği vererek bilinçli ve kararlı bir mücadele başlatma ve ısrarla sürdürme zarureti doğmuştur.

Köklü tedbirler
İrticai faaliyetlerinin daha fazla gelişmesini önlemek ve ulaştığı bu seviyeden daha alt seviyelere çekerek Cumhuriyetin temel nitelikleri olan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olma özelliklerini ilelebet muhafaza etmek maksadıyla, köklü tedbirler alınmasına ihtiyaç duyulmuştur.

TSK polemiğe girmesin
Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerini koruma ve kollama yükümlülüğünün bilincinde olarak, siyasi çatışma ve polemiklerin üstünde kalmak suretiyle yüce Türk milletinin büyük çoğunlugunun beklentileri ve duyarlığı paralelinde, bütün ağırlığını irticanın daha fazla mesafe katetmesini önlemede kullanılacaktır.

Aydınlar göreve
Türk aydının halktan kopukluğuna karşılık din elitinin halkla yakınlığıda İslam hareketinin güç kazanmasında önemli bir etkendir. Laik aydınların halkla paylaşılacak ortam temalar bulması, yakınlaşması ve onun hizmetinde olduğunu hissettirmesi son derece önemlidir. Şüphesizki eğitimdeki atılımlar, fikri paylaşımı ve dolayısıyla bütünleşmeyi hızlandıracak ve Türk insanının bu milletin ferdi olmaktan onur duymasını kolaylaştıracak bir yoldur.

Lâik kesim aymazlık içinde
Ülkenin sürüklendiği karanlığı gören laik kesim Türk Silahlı Kuvvetlerinin varlığından ve bir gün mutlaka bu gidişata dur diyeceğinden emin olmanın rahatlığı ve aymazlığı içindedirler. Türk toplumuna bir taraftan TSK'nın anayasa ve kanunlarla kendisine verilen Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini yapacağını doğal bir şekilde izah ederken, diğer tarafdan özellikle irtica ile mücadeleye TSK'nın siyasi polemiklerin içine çekmenin sakıncaları hatırlatılmalıdır.

Psikolojik harekât
İrtica ve mücadelede kullanılacak en güçlü öğe psikolojik harekettir. Batı çalışma gruplarından ve konuyla ilgili görevlerde çalıştırılacak personelin bir plan dahilinde Psikolojik Hareket Kursu'ndan geçirilmeleri sağlanmalıdır. İrticai görüş yanlısı basın ve yayın organları ile irticai görüşü benimsenmiş şahıslar her platformda Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve ebedi önderimiz Atatürk'ün dine karşı olduğu temasını işlemekle ve halkımızın nazarında Atatürk'ü ve Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmak için korkunç bir psikolojik hareket icra etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Türk milletinin bağrından çıktığı kesinlikle dinsiz olmadığı gibi, dini inançların korunmasına ve en iyi şekilde yaşanmasına hizmet ettikleri gerçeği daima göz önünde bulundurulacaktır.

netgazete

28 Şubat'ın perde arkası! Çevik Bir'den kendi el yazısıyla Jandarma bölge komutanlıklarına uyarı: "Darbe emirlerini gizleyin, asla çoğaltmayın, okunduktan sonra derhal imha edin"


28 Şubat 2009 Taraf gazetesinde yayınlanan darbe belgeleri, Genelkurmay'ın "Batı Çalışma Konsepti" adı altında dindar kesimin cemaatlerini, derneklerini, okullarını, yurtlarını, mahallelerini ve köylerini fişlediğini kanıtlıyor. Belgelerde "irticacıların" orduya sızmasının önlenmesi, sızanların tasfiyesi ve tasfiye sonrasında sivil hayatta iş bulmalarının engellenmesine yönelik ayrıntılı talimatlar yer alıyor. İrticaî kesimin "şeriat" düzeni getirmek için silahlanmaya başladığı endişesine yer veren belgelerde, bunu önlemek için pompalı tüfek ruhsatlarının yeniden düzenlenmesi kararı var.
Çevik Bir'in 29 nisan ve 6 Mayıs 1997'de gönderdiği emirlerle ilgili olarak 12 Kasım 1998'de Jandarma Genel Komutanlığı "İrticai faaliyetlerin takibi ve rapor edilmesinde görülen aksaklıklar" başlığı ve "gizli" damgalı bir yazıyla tüm Jandarma Bölge Komutanlıklarını uyarıyor. Aksaklıkların yerine getirilmesini müteakip "emrin imha edilmesi" isteniyor.

Tatil günlerinde rapor gelmiyormuş
Dönemin Kurmay Başkanı Korgeneral Çetin Haspişiren imzalı belgede "Ağrı Belediye Başkanı'nın Atatürk hakkındaki konuşmasını medyadan öğrendik. 2. Jandarma Komutanlığı'nın duyarsız kalması dikkat çekmiştir" denilerek, bölge komutanlıklarının daha dikkatli olmaları uyarısı yapılıyor. Aynı belgede tatil günlerinde raporların Ankara'ya iletilmesinde de aksaklıklar olduğuna dikkat çekilerek bunun giderilmesi isteniyor. İşte Çevik Bir'in gönderdiği emirden sonra, aksaklıklarla ilgili Jandarma Genel Komutanlığı'nın alt birimlere gönderdiği yazıdan satır başları...

Batı Hareket Konsepti

1- "İrtica tehdidinin daha fazla büyümesini önlemek amacıyla ülke düzeyinde meydana gelebilecek her türlü gelişmeyi sürekli takip ederek alınması gereken tedbirler bakımından ilgili makamları zamanında harekete geçirmek üzere Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi oluşturulmuş ve ilgi (b) ile Batı Hareket Konsepti yayınlanmıştır.

2- Bu duruma göre irticai unsurların faaliyetlerinin sorumluluk bölgesi ayrımı gözetmeksizin devamlı olarak takip edilmesi, elde edilen bilgiler ve meydana gelecek gelişmelerin, vakit geçirilmeksizin üst makamlara bildirilmesi gerekmektedir.

3- Bununla birlikte konu hakkında alınan bazı duyumlar ve meydana gelen bir kısım gelişmeler, önemsiz olduğu düşüncesiyle Jandarma Genel Komutanlığı'na rapor edilmemekte, durum medyadan ve diğer kaynaklardan öğrenilmektedir. En son olarak Ağrı Belediye Başkanı'nın Atatürk aleyhine yaptığı konuşmayla şehirdeki bazı cadde ve meydanların isimlerinin yandaşlarına mesaj verecek şekilde değiştirildiği basından izlenmiştir. Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmaya yönelik faaliyetlerin alanen yapılması karşısında 2. Jandarma Komutanlığı'nın duyarsız kalması dikkat çekmiştir.

4- J. Gn. K'lığının yurdun en ücra köşesine kadar ulaşan yaygın teşkilat yapısı ve vatandaşlarla olan ilişkileri nedeniyle her türlü gelişmeyi anında tespit edebilecek imkanlara sahiptir. Bu nedenle;

a. Sıralı birlik komutalarınca ilgili personel tekrar uyarılacak, sorumluluk bölgesindeki gelişmelerin yakınen takip edilmesi ve konu hakkında üst makamların zamanında bilgilendirilmesi sağlanacaktır.

b. Polis bölgesinde meydana gelen irticai nitelikli olaylar dahil, önemli olaylar emniyet müdürlükleri/amirlikleri ile koordinede bulunarak rapor edilecek, bu hususta özellikle tatil günlerinde görülen aksaklıklar giderilecektir.

c. Raporlar açık ve anlaşılır şekilde hazırlanacaktır.

5- Her amir tarafından astların bu konuda sözlü olarak uyarılmasını, yukarıda belitilen hususların yerine getirilmesini müteakip emrin imha edilmesini rica ederim."

İvedi olarak bildirin
7 Kasım 1997 tarihli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fikret Ö. Boztepe imzalı 5 sayfadan oluşan el yazısıyla yayınlanan bir genelgede de "irticanın birinci öncelikli tehdit olma özelliğinin devam ettiği" vurgulanıp, "Batı Eylem Planı" doğrultusunda alınacak önlemlerin ve derlenen bilgilerin üst makamlara "ivedi" olarak bildirilmesi emrediliyor. Toplam 7 maddeden oluşan emrin son maddesi ise oldukça ilginç: "Bu emir okunduktan sonra imha edilecek, imha edildiği bildrilecektir."

Çevik Bir'in elyazısıyla
Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in el yazısıyla 12 Eylül 1997'de daha önce Hava, Deniz, Kara, Jandarma ve Harp Akademilerine gönderdiği yazılı emirlerle ilgili olarak bu emirlerin yerine getirilmesinde izlenecek yöntemle ilgili altı maddelik talimatname:
1- Hiçbir kademeye yayınlanmayacak.
2- Kesinlikle fotokopi yapılmayacak.
3- Hiçbir kimseye gösterilmeyecek.
4- Devamlı kilitli kasada bulunacak.
5- Yapılması gereken hususlar bizzat Bölge Komutanı tarafından yapılacak.
6- Yapılan bütün çalışmalar bu dosyanın ekinde bulundurulacak.

Generallerin fişleme formu
Fişlemelerle ilgili bir de form hazırlanıp, tüm Türkiye çapındaki alay düzeyindeki komutanlıklara gönderilmiş. Form iki bölümden oluşuyor. "İrticai faaliyetler içerisinde bulunan kuruluşlar" ve "Yasalara aykırı görülen tesisler." Bu formda özel okullar ve özel dershanelerde çalışanların ve okuyanların isim isim tespit edilmesi, öğrenci kapasitesi gibi bilgiler istenip, Ankara'ya gönderilmesi emrediliyor. Yasalara aykırı görülen tesisler bölümü ise kendi arasında üçe ayrılıyor: Kuran kursları, özel öğrenci yurtları ve özel eğitim kurumları.

Gizli belgede irtica paranoyası
Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in imzaladığı 6 Mayıs 1997 tarihli gizli belgenin "İrtica faaliyetlerinin hali hazır durumu" başlıklı bölümünde Türkiye Cumhuriyeti'nin "büyük bir irtica tehditi ile karşı karşıya kaldığı" savunularak, Milli Görüşçüler, radikal İslamcılar ve tarikat gibi grupların şeriata dayalı İran benzeri bir İslam Cumhuriyeti kurmak istediği ileri sürülüyor. İrticai grupların hedeflerine ulaşmak için büyük bir kararlılık ve inançla ilerlediği belirtilen belgede, "İrticai grupların, amaçları doğrultusunda insan gücünün yetiştirilmesi ve bu insanların devletin kilit noktalarında görev alarak kadrolaşma gayretlerini organize etmesi yönünde aldıkları mesafe dikkat çekmektedir" ifadelerine yer veriliyor.
Çevik Bir imzalı gizli belgede şöyle deniyor:

Hedef TSK
"İrticai kesim; amaçlarına ulaşmada en büyük engel olarak TSK'yı görmektedir. Bu nedenle TSK'ya sızma girişimlerini büyük bir gizlilik içerisinde ve inatla sürdürmektedir. İrticai kesim, belirtilen hedefin tahakkuku amacıyla bir taraftan İmam Hatip Okulu mezunlarının Harp Okullarına girmesi yönünde yasa değişikliği dahil çeşitli alanlarda mücadele verirken, diğer taraftan askeri öğrencilere, astsubaylara ve uzman erbaşlara el atmaktadır.

Basını kullanıyorlar
Ülkemizdeki özgürlük ortamı irticai kesim tarafından en üst düzeyde kullanılmak suretiyle amaçları doğrultusunda yayın yapan görsel ve yazılı basın vasıtasıyla halkın dini duyguları istismar edilmekte ve kitleler etki altına alınmaya çalışılmaktadır.
Bahse konu gruplar, iktidarın silahla ele geçirilmesi gerektiğinde ihtiyaç duyacağı silahlı gücü yaratma ve silah temin etme yönünde büyük atılımlar göstermekte ve bu maksatla başta radikal İslami gruplar olmak üzere hızla silahlanmakta, irticai görüşür benimseyen personelin bu konuda eğitilmesi için Milli Gençlik Vakfı tarafından inşa ettirilen öğrenci yurtları içerisinde atış poligonlarına yer vermekte ve "özel koruma timleri" teşkil ederek irtica ordusununun alt yapısını oluşturmaya gayret etmektedir.
Sonuç olarak; Atatürk'ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiç bir döneminde görülmeyen irticai bir tehdit ile karşı karşıya bulunmaktadır."

Devlet kuşatılıyor
Belgenin "İrticai faaliyetlerin yakın gelecekteki durumuna dair değerlendirme" başlıklı bölümünde ise milli gelir ve işsizlik oranları verilerek buradan doğabilecek olası "tehditlere" dikkat çekiliyor. İrticai çevrelerin çocukları kendi istekleri doğrultusunda eğitmek için büyük gayret içinde olduğu ileri sürülen belge, "Bu kapsamda, 561 İmam Hatip Lisesi'nde; kabiliyetli, zeki, çalışkan ve fakat çoğu yoksul ailelerin çocuğu yaklaşık 493 bin öğrenci şeriat esaslarına göre yetiştirilmektedir. Bu okullardan mezun olanların sayısı 1995 yılı için (53 bin 553) ihtiyacın (1995 yılı için 2 bin 288) 23 katıdır. Şeriatçı görüşe göre yetiştirilen bu personel, özellikle hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri ile Polis Akademilerine yöneltilmekte ve kamu kurum ve kuruluşlarına yerleştirilerek devlet kuşatılmaya çalışılmaktadır" ifadeleri kullanılıyor.

'2005'te yüzde 67 oy alacaklar' tahmini
Çevik Bir imzalı gizli belgede "irticai kesim" adı verilen siyasi partilerin alacağı oy oranları da tahmin ediliyor. Belgede şu ifadeler yer alıyor: "Mevcut seçim yasası ve eğitim sisteminin devam etmesi halinde; 2000 yılı Milletvekili Genel Seçimlerinde milli görüşçü partilerin din eğitimli seçmenin etkisiyle toplam oyların yüzde 34'ü ile tek başına iktidara gelerek, ülkede dine dayalı devlet düzenini kurabilecek her türlü değişikliği yapabilecekleri, 2005 yılı genel seçimlerinde ise yaklaşık 6,5 milyon ilave din eğitimli seçmenin etkisiyle toplam oyların yüzde 67'sini alarak her konuda mutlak çoğunluğu elde edebilecekleri değerlendirilmektedir."

netgazete

BAŞBUĞ'A SALDIRI BAŞLADI
06 Mart 2009 09:00Ergenekon Terör Örgütü, Başbuğ'a en yıpratıcı baskıyı kurmaya başladı...

Cevheri Güven/Aktifhaber

Ve Başbuğ'a dokundular...

Ergenekon Davası’ndaki delillere ve dinleme kayıtlarına bakıldığında, ulusalcı hareketin tepedeki isimlerinin Org. Büyükanıt’a bir misyon yükledikleri ortaya çıkıyor.

Büyükanıt’ın göreve geldikten sonra Nisan 2007’de Köşk seçimlerinden önce, Hükümeti devirecek birşeyler yapacağına inanmışlar. Büyükanıt, umduklarını yapmayınca da aynı çevrenin hedefi olmuş, Tuncay Özkan’ın başlattığı bir kampanyayla saldırıya uğramıştı.

Ergenekon Operasyonu’nun muvazzaflara uzaması Büyükanıt’ın son dönemine denk gelmiş ve Büyükanıt anti kampanyaya rağmen hukuka saygılı davranmıştı.

Şimdi Ergenekon operasyonu daha derinleşmiş durumda. Aynı çevre bu sefer içeride… Ve beklentilerini daha da artırarak Org. İlker Başbuğ’a yöneltmiş durumdalar.

Bugüne kadar “genç subaylar” psikolojisinden hareketle Genelkurmay Başkanları üzerinde oluşturulan baskı, Org. Başbuğ’a karşı evrim geçirdi. Org. Başbuğ’a baskı, “Emekli muvazzaf askerlere sahip çıkmamak, devletin diğer kurumlarına karşı onları yalnız bırakmak, savcılar ve emniyete teslim etmek, TSK’nın onurunu korumamak” üzerinden yürütülüyor.

Ergenekon tutuklusu emekli paşaların, GATAKULLİ yöntemiyle birer birer lüks hastane odalarına transferi, Org. Başbuğ’un bu baskıya tavizi görüntüsü veriyor.

Öyle veya değil… GATAKULLİ’nin yetmeyeceği bilinmeli. Kıvrıkoğlu ve Karadayı gibi her alanda kendileriyle paralel hareket etmeyen Genelkurmay Başkanları tek tek hedef olacaklardır. Bunun en ağır bedelini Org. Hilmi Özkök ödedi… Org. Büyükanıt da görevden ayrılırken eşi bile karıştırılarak pek çok iftiraya maruz kaldı. Üstelik bunlar bir Doğan Grubu gazetesinde manşete taşındı.

Ergenekon’un Org. Başbuğ’u hedefe alması beklenenden erken başladı. Org. Hurşit Tolon’a ait olduğu belirtilen ses kaydında, Genelkurmay Başkanı’na açıkça “mıymıy” deniyor. Üstelik de, cezaevini basıp içerideki TSK mensuplarını kurtarmadığı için.

Ses kaydı Türk yargısından “düşman” olarak bahsediyor : “Kendi doğurduğu bebeği yetimhanenin önüne vermektir teğmeni düşmana teslim etmek diyorum. Teğmeni götürüp bunlara teslim etmek; teğmenini teslim eden ordu olmaz! Aşiret bile olmaz!”

Ses kaydı çevik kuvvet polisini düşman görüyor: “Bunların hepsi duyuyor, gidin söyleyin diyorum komutanlarınıza. Ordu komutanına diyorum ki o paşayı orda tutmak demek ihanet demektir. Müsaade edin bana beş dakika makamınıza geleyim yedinci dakikada alırım diyorum onu ben. Alırım, almazsam namerdim bilir bütün dünya. Şuraya oturtun tekrar Selimiye’ye beni kurmay başkanı gel buraya, aç telefonu Cengiz Aykut’a, de ki ben şimdi, biz şimdi Gata’dan bir heyet gönderiyoruz buraya de emrimi ilet, buranın komutanına da emrimi ilet. Bir ekip hazırlasınlar doğru Koşuyolu’na. Hastamızı almaya geldik desinler. Sen de Cengiz Aykut’a söyle. Ekip çıktı yola alıp gelecek de. Hadi şimdi o çevik kuvvetle durdursun. Hadi gücünü göreyim bakayım. Bakan, başbakan, gelsin durdursun. “

Ses kaydı Star Gazetesinin akreditasyonunu iptal etmeyen Org. Başbuğ’a hakaret ediyor: “Kararı vereceksiniz karar, karar. Yüreğinizle karar verilir. Bizimkiler mıy mıy mıy mıy teğmeni ver, yarbaya kelepçe tak, mermiler bizim mi sizin mi belli değil. Star gazetesiyle uzlaşma yap. Star gazetesiyle Genelkurmay uzlaşmış. Ne demek yav. Nasıl ne demek uzlaşmak? Biz uzlaştık! Olur, mu öyle şey.”

Ses kaydı Cumhuriyet Savcısını tanımıyor: “Mesela savcı yazı yazmış, ne savcısı, kim oluyor lan sen kim oluyorsun, sen kimsin? Sen kimsin lan bana yazıyorsun. Sen kimsin?”

Tablo bu…

İşte, tutuklanınca “TSK’nın saygın bir komutanına bu nasıl yapılır” denilen “saygın komutan” bud


[siz
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Mar 10, 2009 9:37 pm    Mesaj konusu: Hem darbe hem ticaret Alıntıyla Cevap Gönder

Genelkurmay neyi soruşturuyor
Murad Salih

08.03.2007 tarihli haber şöyle:

Genelkurmay'dan Andıç(*) Soruşturması

"Basın değerlendirme raporu iddiaları için soruşturma başlatıldı"

Genelkurmay Başkanlığı, bazı yayın kuruluşları ile basın mensupları hakkında değerlendirme raporu hazırlandığı yolundaki haberlerle ilgili soruşturma başlattı.
Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinde yer alan açıklamada, "8 Mart 2007 günü Genelkurmay Başkanlığı'nın basın yayın organları hakkında değerlendirme raporu hazırladığı şeklindeki haberlere medyada yer verilmiştir. Konu ile ilgili adli soruşturma başlatılmıştır."denildi.


(*)Bu belgenin bize hatırlattıkları:

1-GKB personelinden birileri yasadışı BÇG geleneğini sürdürüyor.

2-Gırtlağına kadar siyasete batmış olan bu GKB personeli o kadar fütursuz veya beceriksiz ki, GKB binası içinde hazırlanıp bir odadan diğer odaya veya bir katttan diğer kata yola çıkan ‘çok gizli’ damgalı bir belge, daha varacağı yere varamadan ortalığa düşüyor. Kendine ait "çok gizli" damgalı bir belgeyi kendi binasında koruyamayan bu askerî personel, kanunlarla kendisine verilen tek görev olan 'vatanı koruma' görevini nasıl yerine getirecek?

3-Bu belge GKB’nin bir kısım personelinin askerlik hizmeti yapıyor oldukları için kendilerine ödenen maaşları cebe atıp, mesailerini askerlikle uzaktan veya yakından ilgisi olmayan işlere harcayarak, en azından ‘görevi suistimal’ suçunu işlediklerini gösteriyor ama hiç bir savcı onlar için soruşturma açmıyor.

4-Bu kepazeliklerin bir daha yaşanmaması için kışlaya hukukun girmesi şart, ama hukukun gücü -brifing almaya gitmek dışında-buna yetmiyor. Çünkü bu iş, kuruluş günlerinde laiklik nutukları atmak kadar kolay değil, adamların elinde silah var. Misal: Şemdinli Savcısı.

5-Peki kışlaya hukuk ne zaman girer? Devlet gibi bir devlet, hükümet gibi bir hükümet, adliye gibi gibi bir adliye, meclis gibi bir meclis olmadan nu işin oluru yok... (İşte devrim bu yüzden de açık ve acil bir gereklilik.)

6- Bu belgede iyi, pekiyi ve üstün başarı notları verilen medya kuruşlarının, Türkiye'nin en büyük ticarî holdiglerinden biri olan OYAK ve iştiraklerinin (OYAK BANK, ERDEMİR, ETİ, RENAUALT, TAT vb.) yüzmilyonlarca dolarlık reklâm pastasının ne kadarını cebe indirdiklerine, kırık not alanlarısa ellerinin niçün boş kaldığına bakmayı ihmal etmemek de gerekir. Böyle bir bakış, OYAK'ı acilen devletleştirmekte sayısız faydalar olduğu gerçeğini de ortaya çılarabilir.

7- Son olarak bir soru: GKB neyin soruşturmasını yapıyor? Askerlikle ilgili olmayan politik bir belge hazırlayan personelinin mi, yoksa bu yasadışı belgeyi dışarıya sızdıranların mı? Bir de bunu öğrensek diyorum; ama bunu asla öğrenemeyeceğimizi de biliyorum.



Emre Aköz

[b]Sanılanın aksine ordu yeteri kadar 'profesyonel' değil


Ergenekon şebekesi delik deşik oldu. Darbeci zihniyet umudunu giderek yitiriyor. Genelkurmay Başkanlığı emir komuta zincirini ve hiyerarşiyi bozan çürük elmaları kurumdan temizlemeye çalışıyor. Bu arada darbecilerle ilişkiye giren gazeteci ve işadamı gibi siviller de deşifre oluyor.

İşte böyle bir ortamda, şu soruyla sık sık karşılaşıyorum: Türkiye'de yeniden darbe olur mu?

Cevabım şudur: Kısa vadede böyle bir ihtimal göremiyorum. Ancak orta/uzun vadede tetikte olmak zorundayız. En az bir atımlık barutları daha var.

Demek istediğim şu:

Dünyada ordular, iki biçimde sivillerin denetimi altında olmuştur:

1) Siviller orduyu doğrudan denetlemiştir.

Bu örneklere Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya'sında rastladık. Her iki rejimde de, iktidar partisi orduyu komiserleri, müfettişleri, iç ajanları aracılığıyla bire bir denetlemiştir.

' Kızıl Ekim' adlı filmi izleyenler hatırlayacaktır: Batı'ya sığınmak isteyen Sovyet denizaltı mürettebatı, komutanları ( Sean Connery ) öncülüğünde, ilk olarak gemideki KGB subayını/komiserini öldürüyordu.

KGB'nin gemide ne işi vardı? Çünkü önemli bütün askeri birimler, istihbarat tarafından denetleniyordu.

2) Askerler mesleki profesyonellik gereği, bilerek, isteyerek sivillerin denetiminde olmuştur.

Profesyonellik, bir görevi harfiyen yerine getirmeyi ve başka işlere, özellikle de mesleği zaafa uğratacak işlere bulaşmamayı gerektirir.

ABD ordusu İkinci Dünya Savaşı'ndan beri kürenin en güçlü ordusudur. İngiliz ordusu da hiç fena değildir.

Ancak bu iki orduda da, hiçbir ciddi darbe hamlesine şahit olunmamıştır.

Çünkü bunlar, profesyonellik seviyeleri yüksek ordulardır. Subaylar, yasal kanallar haricinde siyasete bulaşmaz. Hele hele, "Biz bu ülkeyi sivillerden daha iyi yönetiriz" vehmine hiç kapılmazlar.

Bu açıdan bakıldığında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin genel profesyonellik seviyesi düşüktür.

Çünkü profesyonellik, sadece kendi işini iyi yapmayı değil, başkasının işine de karışmamayı gerektirir.

Başa dönersek:

Maalesef TSK bünyesinde, tarihten gelen bir kurum kültürünün sonucu olarak, tam profesyonel olmayan subaylar var.

Bu subaylar, yaklaşık on yılda bir, çeşitli bahanelerle vatandaşın oyuyla seçilmiş hükümeti devirmeye ve iktidara el koymaya kalkışıyorlar.

Ancak bu gruptaki subay sayısının azaldığını tahmin ediyoruz. Demokrasiye, hukukun üstünlüğü ilkesine ve Avrupa Birliği hedefine bağlı, çağdaş subay sayısı giderek artıyor.

Ancak olay bundan ibaret değil.

Yani profesyonelleşen subay sayısının artması ve darbecilerin peşine düşülmesi yetmiyor.

Toplumda, beğenmediği hükümetin, askeri müdahaleyle düşürülmesini arzulayan bir kesim var.

Orta ve üst sınıftan olan, kentli, beyaz yakalı, eğitimli kişilerden oluşan bu kesim; işadamları, bürokratlar ve medyacılar aracılığıyla, TSK mensupları üzerinde provokatif bir rol oynayabiliyor.

( Örneğin: Genelkurmay'ın kapısını aşındırarak, "Daha ne bekliyorsunuz, hadi müdahale edin" diye bastırmalar, "Ordu göreve" diye pankartlar açmalar, "Komutanım, bir duruş sergilemeyecek misiniz" diye kışkırtmalar, vb.)

Evet, bu kesimin nüfusu (sayısı) ve nüfuzu (etkisi) giderek azalıyor. Ancak Türkiye, AB yolunda hızla ilerlemezse, bu kesim, önümüzdeki yıllarda bir hamle daha yapabilir.

http://www.sabah.com.tr/akoz.html

A. İhsan KARAHASANOĞLU
Vakit
Gürak komutan TSK’ya hakarete sessiz!
14 Mart 2009

Önce emekli bazı generallerin basına yansıyan telefon konuşmalarından bölümler aktaralım: “Kendi doğurduğu bebeği yetimhanenin önüne vermektir; teğmeni düşmana teslim etmek diyorum. Teğmeni götürüp bunlara teslim etmek!..

Teğmenini teslim eden ordu olmaz! Aşiret bile olmaz! Kararı vereceksiniz karar, karar. Yüreğinizle karar verilir. Bizimkiler mıy mıy mıy mıy teğmeni ver, yarbaya kelepçe tak, mermiler bizim mi sizin mi belli değil.”
Aynı emekli komutan devam ediyor konuşmasına: “Mesela savcı yazı yazmış, ne savcısı, kim oluyor lan sen kim oluyorsun, sen kimsin? Sen kimsin lan bana yazıyorsun? Sen kimsin?”

TSK’ya üstü kapalı olarak, “bu uygulamaları aşiret bile yapmaz” diyerek kendince hakarette bulunan, “mıy mıy mıy yapıyorlar” sözleri ile hakaretlerini devam ettiren Hurşit Tolon’un hakettiği cevabı, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç şöyle vermiş: “Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah’a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş!”

Hemen devamında da, TSK adına dün konuşan Tuğgeneral Metin Gürak’ın, Hurşit Tolon’un sözleri için hiçbir değerlendirme yapmadan, Bülent Arınç’a yönelik sarfettiği sözlere bakalım:

“Aslında bu tip kişilerin önyargılı, saptırıcı düşünce ve ifadeleri üzerinde fazla durulmasına da gerek yok. Çünkü bu tip konuşmalar hiçbir zaman doğruları değiştirmez. Ancak bu konuşmalarda önemli bir husus var, o da Hukuk Fakültesi mezunu bir kişinin yargı kararı olmadan hiçbir kimseyi suçlamaya, dolaylı olarak da bir kurumu hedef almaya hakkı ve yetkisi olmadığını hâlâ anlayamamış olmasıdır.”

Önce şunu tesbit edelim..
Hurşit Tolon, TSK’ya hakaret ediyor!
Evet, şu komutanı, bu komutanı değil.. Şu uygulamayı bu uygulamayı değil. Yaptığı; resmen ve alenen “genel bir değerlendirme”.. “Teğmenini düşmana veren, ordu değil, aşiret bile olamaz” diyor. Böylelikle, teğmenin savcılığa teslim edilmesini, aşiretin bile yapmayacağı bir davranış olarak yorumlayıp, saygısız bir şekilde, TSK’ya “aşiret” benzetmesinde bulunuyor!

Tabii bu arada, savcılığa da “düşman” hakaretinde bulunmuş oluyor!
Sadece düşman hakaretiyle de yetinmiyor, “Sen kimsin lan” diyor!
Bu çerçevede, Genelkurmay’ın görüşlerini açıklayacak olan Metin Gürak komutan, dün ne yapmalı idi?
Hurşit Tolon’un, “aşiret” hakaretine bir cevap vermeli idi!
Nasıl vereceğini tabii ki kendisi takdir etmeli.. Ama bu hakarete mutlaka bir cevap verilmeli idi!
Gürak komutan, bu hakarete bir cevap vermedi.. Sessiz kaldı..

Tolon’un “bizimkiler mıy mıy mıy yapıyorlar” sözlerine bir cevap var mı?
Ona da cevap yok!
Yargı kurumu niteliğindeki savcıya yönelik “düşman” nitelemesine ise, hiçbir değerlendirme yok.. Hatta, savcıya yönelik “Kimsin sen lan” hakaretini de, Gürak komutan ne duymuş, ne de biliyor!
Peki, dünkü konuşmasında, Gürak komutan, bu tartışmada hangi safta yer aldı?

TBMM eski Başkanı’nı eleştiren safta..
Haydaaa!

TSK’ya hakaret edene ses yok! Yargıya hakaret edene ses yok!..
TSK ve yargıya hakaret edeni eleştirene ise “önyargılı, saptırıcı düşünce” değerlendirmesi!
Hayret ki ne hayret!

Yoksa Gürak komutan, Tolon’un sözlerini duymamış olabilir mi?
TSK’ya “aşiret” nitelemesinde bulunulduğunu, bilmiyor olabilir mi?
Duymamışsa, bilmiyorsa bu daha büyük bir kabahat! Bilmediği bir konuda yorum yapmak, savunma yapmak, eleştirileri suçlamak daha büyük bir kabahat!
Madem bir değerlendirme yapıyorsunuz, önce değerlendireceğiniz konuşmaları bir okuyun! Bir okuyun da, ondan sonra değerlendirin!

Komutanımız bir de kalkmış, “Hukuk Fakültesi mezunluğu-yargı kararı olmadan kimsenin suçlanamayacağı” vesair konularda edebiyat yapıyor!

O konulara hiç girmeyin isterseniz, Gürak komutan! Çok borçlu çıkarsınız..
Sayın Arınç’ın bahsini ettiği “Manisa’da asker annelerinin kapı önünde bekletilmeleri”nden tutun, iki gün önce “başörtülü öğrenciler var diye konferans salonundan ayrılan subaylar”a kadar nice yanlış uygulamaların sorgulamasını yapmaya kalkarsak, verilecek cevap bulamazsınız!
“Buluruz” diyorsanız, buyrun söyleyin: “Çocuğunu askere göndermiş olan, çocuğunun bu ülke için şehadetine bile şimdiden gönüllü bir anneyi, siz hangi suçu sebebi ile yemin törenine almıyorsunuz?”
Söyleyin, “başörtülü annelerin, başörtülü kızların suçu nedir komutan?”

Haftalardır basını bilgilendirme toplantıları ile tecrübe kazanmıştır komutanımız, “Biz başörtülü anneleri suçlamıyoruz ki. ‘Onlar suçludur’ demiyoruz ki.. Sadece askeri alana almıyoruz” diye cevap verebilir.. Hileli bir şekilde.. O zaman da sayın Arınç’ın muhtemel şu cevabına diyecek bir şeyi kalmaz Gürak komutanın: “Ben emekli generallere bir şey demiyorum ki.. Suçlu ilan etmiyorum ki, sadece ‘Bu komutanla savaşa girseydik, mahvolmuştuk’ değerlendirmesinde bulunuyorum!”

Evet Gürak komutan.. Buyrun cevaplayın: Sizin başörtülü annelere reva gördüğünüz engellemeleriniz, Arınç’ın Tolon için sarfettiği sözlerden çok daha ağır değil mi?

Ali İhsan karahasanoğlu - Vakit
akarahasanoğlu@vakit.com.tr



Ahmet Altan/Taraf

Hem darbe hem ticaret

Doğrusu ya Savcı Öz’ün mahkemeye gönderdiği yedi sayfalık rapora dikkatimizi Hürriyet çekti. “Öldürülmedi, şüpheli oldu” başlığıyla verdiği Toygun Atilla imzalı haberde, “Dost Tarikatı lideri” İhsan Güven’in öldürülmesiyle ilgili olarak mahkemeye gönderilen rapora değiniyordu Hürriyet.

Rapor, cinayetin Ergenekon örgütü tarafından işlendiğini ileri sürmüştü.
Hürriyet’in biraz da alaycı bir şekilde verdiği raporu merak ettik biz de.
Bahar Kılıçgedik raporu buldu.

Bir ihbar mektubuna dayanan raporda çok ciddi iddialar vardı.

Öldürülen İhsan Güven’in çok yakını olduğu bilinen şarkıcı Çelik’in sık sık Ankara’ya gelerek “Kürşat” kod isimli biriyle buluştuğu söyleniyordu.
“Kürşat”, Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı’nın “dinlemeden” sorumlu yetkilisi Albay Atilla Uğur’un kod ismiydi.

Uğur, şimdi Ergenekon sanığıydı.
Bir gece şarkıcı Çelik’e rastladığımı hatırladım.
Çok sevimli, saygılı, kibar genç bir adamdı.
Daha önce gazetelerden okuduğum haberler sayesinde “tarikatla” ilişkisini bildiğim halde aklıma hiçbir şey gelmemişti.

Hürriyet’in haberini ve raporu okuyunca “acaba biz kimlerle karşılaşıp konuşuyoruz” diye geçirdim içimden.

Düşünsenize saygılı genç bir adamla ayaküstü sohbet ediyorsunuz ve onun çok karmaşık ilişkiler içinde olduğuna dair iddialar var.

Ürkütücü bir ülkede yaşıyoruz.

Tabii o yedi sayfalık raporda Hürriyet’in pek ilgisini çekmeyen çok ciddi başka iddialar da yer alıyor.

Şu anda Ergenekon sanıkları arasında bulunan emekli General Levent Ersöz’ün hükümet üyelerini dinlettiği de savcıya gönderilen ihbar mektubunun söyledikleri arasında.

Ersöz emir veriyormuş ve Kürşat adamlarına “hükümeti” ve başbakanı dinlettiriyormuş.

Sonra topladıkları bu “bilgileri” Ergun Poyraz’a verip AKP aleyhinde kitaplar yazdırıyorlarmış.

Bu kitaplar, Harp Okulu mezunu olan bir avukata okutturulduktan sonra bastırılıyormuş.

Raporun bunlardan daha fazla ilgimi çeken bir bölümü var.
Anladığım kadarıyla “Kürşat” kod isimli istihbarat albayı bir şirketin gizli ortağıymış.

Bu şirket askerî malzemelerle ilgili ihalelere katılıyormuş.
Bu şirketin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihale almasını “Kürşat” bizzat takip ediyormuş.

Eğer bu iddia doğruysa gayet garip bir durumla karşı karşıyayız.

Bir yandan başbakan ve bakanlar dinlettiriliyor.
Bir yandan darbe hazırlıkları yapılıyor.
Bir yandan hükümeti zor duruma düşürtecek kitaplar yazdırılıyor.
Bir yandan cinayetler işleniyor.

Bir yandan da şirketler kurulup ordudan ihaleler alınıyor.
Ve, iyi para kazanılıyor.

Devletin içinde bir örgüt kurmanın, gizli bir iktidar oluşturmanın elbette parasal bir karşılığı var.

Bizim ordunun neredeyse bütün işleri kapalı kapılar ardında yapılıyor.
Ne bu ordunun gerçek bütçesini biliyoruz, ne de paraların nereye, nasıl harcandığını.

Böyle olunca ordunun “şaibe” altında kalmaması mümkün değil.
Savcının gönderdiği raporda, “Kürşat”la birlikte ordudan ihale alan şirketin ortağının adı var.

O adamın şirketi gerçekten ihale almış mı ordudan?
Almışsa kaç paralık ihale almış?
En iyi teklifi o mu vermiş?
Yoksa çok güçlü birileriyle birlikte çalıştığı için mi ihaleleri ele geçirmiş?
Bunları aydınlatmak zor değil.

Türk Silahlı Kuvvetleri, son on yılda yaptığı bütün ihaleleri açıklayabilir.
“Devlet sırrı” diyeceklerini biliyorum ama ben de “hangi devlet sırrı” diye soracağım.

Çünkü alınan malzemelerin büyük çoğunluğu zaten “yabancı” menşeli silahlar.
Bu silahların neler olduğunu herhalde Türkiye ile ilgilenen bütün devletler biliyor.

Ya da “giyecek” veya “yiyecek” ihaleleri.
Bunların da “sır”la alakası yok.
Hangi yiyeceklerin kaça alındığının sırrı mı olur?
Bizim ordumuzu şeffaflaştırmamız lazım.
Bu fikirden ordunun hiç hoşlanmadığını biliyoruz.
Sadece halkın değil, bizzat devletin de orduyu denetlemesini istemiyorlar.
Devletin içinde, kimsenin denetlemediği, hesap sormadığı, sorgulamadığı bir kurum olarak kalmak istiyorlar.

Ama “gizlilik” kaçınılmaz olarak “kirlilik” getirir.

Şaibe yaratır.
Yaratıyor da.

Mahkemelere gönderilen böyle cinayet raporlarında, “darbecilerin” desteklediği şirketlere ihale veren bir kurum haline düşüyor ordu.
Bir ordunun şeffaflaşmasında nasıl bir sakınca bulunuyor?
Eğer gizli ihaleler yapıp, gizlice para dağıtmak istemiyorsanız hiçbir sakınca yok.

Bakın bu ülkede bütün gariplikler dönüp dolaşıyor sonunda gelip orduya dayanıyor.

Bir cinayet davasında “ordunun” ne işi var?
Niye o “raporda” sözü edilen adamları ordu daha önceden yakalamadı, yargılamadı?

Sadece Ergenekon’dan dolayı değil “şaibeli” ihale iddiaları dolayısıyla da onları soruşturması gerekmiyor muydu?

Ben şuna inanıyorum.
Darbe iyi para kazandırıyor.

Bazıları için darbeciliğin bu kadar çekici olmasının altında yatan nedenlerden biri de bu sanırım.



TSK'DA ÇOK KRİTİK DEĞİŞİKLİK
10 Mart 2009 08:56TSK'da subaylara yönelik "sınav" şartının kaldırılmasındaki kritik ayrıntı..

Hakan Aygün/Bugün

Şeytan, ayrıntıda gizlidir.

TSK, yıllardır sürdürdüğü generalliğe yükselmek için kurmay subaylığa geçiş sistemini değiştiriyor...
Eskiden, subaylar kurmaylık için sınava girer, Harp Akademisi'nde okuyarak kurmay olurlardı. Sonra da gelsin, Genelkurmay Başkanlığı'na dek uzanabilen yarış...

Yeni uygulamada ise kurmaylık sınavı kalkıyor. "Siciline göre başarılı" üsteğmen ve yüzbaşılar, sınavsız olarak akademiye davet edilecek.

Bunun bence anlamı şu: Her başarılı subaya generalliğe geçemeyecek. Sınav gibi nispeten objektif bir yarışma kriteri yerine daha subjektif kriterlerle seçilecek.

Baştan dedik ya, şeytan ayrıntıda gizlidir:

"10 yıl sonra eşi başörtülü genelkurmay Başkanı" fantezisi böylece sona erdi.

UZMANLAR NE DİYOR?

Uzmanlar, sınav sisteminin by-pass edilmesiyle birlikte objektiflik kriterinin kaldırıldığını böylece, üstlerinin inisiyatifiyle ilerlemenin önünün açılmış olduğunu belirtiyorlar. Böylece subayların özel hayatlarındaki durumları ve fikri yapıları üstlerinin istediği gibiyse başarısız olsalar bile önleri açılabilecek...

Kredi kartı ile Genelkurmay ilişkisi

Genelkurmay, kredi kartı dolandırıcılığının suç olmaktan çıkarılmasını neden ister? Etyen Mahçupyan, gazetelerin satır arasında geçiştirdiği ilginç bir ayrıntıya dikkat çekiyor.10 Mart 2009 21:00


Kredi kartı dolandırıcılığının suç olmaktan çıkarılmasını isteyen ilginç bir merciden söz ediyor. İşte o yazı...

Niyetten siyasete

Zamanın hızlı aktığı, kaçınılmaz değişimlerin kokusunun alındığı dönemlerde gözlerimiz hep yapılanların, bizi istediğimiz noktalara taşıyacak adımların üzerindedir. Bunların bir an evvel gerçekleşmesine yönelik isteklilik entelektüel enerjiyi o yöne çekerken, yapılması gerektiği halde yapılmayanları da eleştiri merceği altında tutarız. Bu cevvaliyet yararlı olmakla birlikte bir miktar yüzeyselliğe de neden olur. Çünkü hızlı değişim dönemleri aynı zamanda direnç de üretir ve toplumu 'anlamak' bu direncin genel stratejisini de takip etmeyi gerektirir. Öte yandan söz konusu direnç zamanın ruhuna ters düştüğü ölçüde, kendi 'ürünlerini' vermekte zorlanır. Diğer bir deyişle söz konusu direnç siyasetini sadece gerçekleşen sonuçlar üzerinden takip etmek mümkün olmaz. Bunu anlamak için 'niyete' bakmak, gündemin arka planında kalsa ve sonuca ulaşmasa da neyin hedeflendiğini anlamaya çalışmak gerekir...

Cumartesi günkü gazetelerin bazılarında küçük bir haber vardı. Anayasa Mahkemesi önüne gelen iki iptal davasını reddetmiş, yani mahkemelerin daha önce vermiş olduğu kararları onaylamıştı. Gündem açısından ilginç olan, bu davalardan birinin Genelkurmay Askerî Mahkemesi tarafından açılmış olmasıydı ve Türk Ceza Kanunu'nun 245. maddesinin iptali istenmekteydi... Söz konusu madde 'başkasına ait kredi veya banka kartlarını ele geçiren ve kart sahibinin rızası olmadan kullananlara' altı yıla kadar hapis cezası öngörüyor.

Anlaşılan askeriyede bu suçu işlemiş olan belirli insanlar var. Ayrıca bu kişilerin sıradan erat arasında yer almadığını da rahatlıkla varsayabiliriz. Öyle olsaydı herhalde Genelkurmay Askerî Mahkemesi bunların cezasını ortadan kaldırmak gibi bir gayret içinde olmazdı. O halde epeyce rahatlıkla şu önermeyi yapabiliriz: Orduda başkasına ait kredi veya banka kartlarını ele geçirip kart sahibinin rızası olmadan kullanan en az bir, ama gerçekçi olarak bakıldığında herhalde birçok muvazzaf subay bulunuyor. Dahası bunlar 'kişisel suç' bağlamında kolayca feda edilebilir kişilere de pek benzemiyorlar. Bunların korunması gerekiyor... O kadar ki Genelkurmay Askerî Mahkemesi konuyu Anayasa Mahkemesi'nin önüne kadar getirebiliyor ve bu gazetede Adnan Keskin'in haberinde olduğu üzere kendini kamuoyu önünde deşifre etme riskini göze alabiliyor.

Şimdi TCK'nın 245. maddesinde isnat edilen suça daha yakından bakalım... Burada son kertede bir hırsızlık veya evrak sahtekârlığı ima ediliyor. Diğer bir deyişle bilinçli bir eylemden söz ediyoruz. Ne var ki bunun ordu içinde önemli yeri olan muvazzaf subayların yapmasını düşünemeyeceğimiz bir eylem olduğu da ortada. Belirli bir kariyeri ve saygınlığı olan, Genelkurmay tarafından sahiplenilmeye değer askerlerin böyle bir suç işleyebileceklerine kim inanır?

O zaman başa dönüp yeniden soralım: Acaba Genelkurmay Askerî Mahkemesi 245. maddenin iptalini niçin istedi? Bu maddeden 'yararlananlar' acaba kimler? Kariyer hiyerarşisi açısından kişi olarak önemsiz olmalarına karşın, böylesine üst bir makamca korunmaya çalışılmalarından hareketle ne söyleyebiliriz?

Doğal olarak elimizdeki bilgi şimdilik sadece tahmin yürütmeye yetiyor, ama bu suçu işleyen ordu mensuplarının söz konusu eylemi kişisel çıkar için değil, bir 'proje' bağlamında yaptıklarını öne sürmek epeyce mantıklı gözüküyor. Böylesi bir durumda Genelkurmay Askerî Mahkemesi'nin girişimini de anlamlandırmak mümkün gibi... Çünkü eğer bu kart suistimalleri, bazı kişilerin kimliklerini veya kullanılan paranın kaynağını gizlemek için yapılmışsa; ve eğer bu kişiler 'vatan için' bir eylemin içinde iseler, cezanın kaldırılması talebi de anlaşılır hale geliyor.

Belki de karşımızda JİTEM'vari bir örgütün dağarcığında bulunan adi suçlardan biri var. Formel hiyerarşinin dışında duran, devlet memurlarına resmî görevleri dışında 'işler' veren ve bu eylemlerin kaynağını da gözükmeyen mecralardan edinen bir teşkilat için, herhalde en kritik unsur elemanların kimliklerinin ve kullandıkları para kanallarının deşifre olmamasıdır. Düşünün ki JİTEM'in varlığı bile uzun süre inkâr edilmiş, kimliklere ve ücret bordrolarına karşın bu tutum savunulabilmişti. Bir örgüt olarak deşifre olduğunda ise anında kâğıt üzerinde ortadan kaldırılarak yerine yine muhtemelen aynı ağ ve imkânlar üzerinden JİT kurulmuştu...

Kısacası yaşadıklarımızın ışığında bakıldığında, Genelkurmay Askerî Mahkemesi tarafından Anayasa Mahkemesi'nde açılan ve reddedilen iptal davasının ima ettikleri bu. Yukarıdaki muhakemenin gerçekliği ne denli yansıttığını bilmesek de, açıkça suç olan bir eylemin suç olmaktan çıkarılmasını istemenin ardında ilginç sebeplerin yattığı açık.

Öte yandan Genelkurmay'dan gelen bu isteğin Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmesi, yaşadığımız günlerin değişmekte olan siyasi ibresine de işaret ediyor olabilir. Belki Yüksek Mahkeme üyeleri kendilerini kamuoyu önüne korunmasız biçimde atacak böyle bir tasarrufu 'fazla' buldular.

Ancak bu olayda en değerli bilgi sonuçta değil niyette gizli... Çünkü siyaset elde ettiği sonuçlardan öte, hedeflediği amaçlarla anlaşılır. Askerin siyaseti de diğer siyasetlerden farklı değil... Söz konusu maddenin iptalini istemek, o maddeye giren eylemi kullanmaya açık olmayı da ima eder. Herhalde ordunun bu şaibeden bir an evvel kurtulmasında ve bu iptalin niçin istendiğinin kamuoyuna anlatılmasında yarar var...

ZAMAN

GATAKULLİ'nin Bir Vukuatı Daha
12 Mart 2009 10:41

Ergenekon sanığı generallere tahliye yolunu açan GATA'yla ilgili yeni bir iddia daha ortaya çıktı. Bakın GATAKULLİ'nin ortaya çıkan vukuatı ne...

"Kanser tedavisi gören eşim GATA'dan atıldıktan 20 gün sonra hayatını kaybetti"

Yüzbaşı Sadık Güray Balatekin, 1999 yılında eşi başörtülü diye TSK'dan ihraç edildi. Beylik tabancası, TSK kimlik kartı ve sağlık karnesi elinden alındı. GATA'da mide kanseri tedavisi gören eşi hastaneden çıkarıldı. Aliye Balatekin, 20 gün sonra hayatını kaybetti.

Sadık Güray Balatekin 1988 yılında Kara Harp Okulu'ndan 'topçu teğmen' olarak mezun olur. 1989 yılında Diyarbakır'a tayin edilir. Aynı yıl hayatını matematik öğretmeni Aliye Hanım'la birleştirir. Körfez krizinin çıktığı 1991 yılında geçici görevle Silopi'de çalışır. 17 Kasım 1992'de gerçekleşen bir çatışmada iki yaşındaki oğlu ve 7 aylık hamile eşi ölümün eşiğine gelir. Balatekin ailesinin kaldığı lojmana isabet eden roket mermisi, çocuk odasının duvarını delerek infilak eder. Olaydan çok etkilenen Aliye Balatekin girdiği duygusal durumdan kurtulamaz ve mesleğine ara verir. Balatekin'in tayini 1993'te Çorlu Topçu Alayı'na çıkar. Aynı süreçte eşinin başörtüsü sebebiyle baskılara maruz kalır. Atamalarda dikkate alınmak üzere şahsının, eşinin ve 12 yaşından büyük çocuklarının fotoğrafları istenir. Fotoğraflarda eşlerinin başı kapalı olanlar takibe alınır. Başörtüsü, atamalarda etkisini gösterir. Topçu sınıfında olmasına rağmen 1998 yılında piyade taburu bünyesindeki bir bölük komutanlığında görev yapmak üzere Ardahan'a tayin edilir. Yüzbaşı Balatekin, PKK'ya karşı silahlı mücadele verirken Ardahan'da bulunan eşi başörtü baskısına maruz kalır. Subay eşleri ile birlikte kantinin bahçesinde otururken, garnizon komutanının talimatıyla nöbetçi subay tarafından uzaklaştırılır.

1999 yılının baharından itibaren eşinde karın ağrıları baş gösterir. İstanbul'da yapılan tetkikler sonucunda Aliye Hanım'a mide kanseri teşhisi konulur. GATA, 16 Ağustos 1999 tarihli raporunda 'hastalığın hayati önemi haiz olduğunu' belirterek, 'hastanın takip ve tedavisi için onkoloji kliniklerinin bulunduğu bir merkezde ikameti uygundur' kararı verir. Rapora dayanılarak yüzbaşının tayini Ankara'ya çıkarılır. Eşi GATA'da kemoterapi tedavisi görmeye başlar. Kasım 1999'a kadar 6 kürlük tedavinin 4'ünü tamamlar.

Her şeyin yolunda gittiğini düşünen Güray Balatekin 29 Kasım 1999'da üzerinde yüzbaşı üniforması ile görev yaptığı birliğin kapısından girdiğinde ihraç edildiğini öğrenir. TSK kimlik kartını, beylik tabancasını ve sağlık karnesini teslim etmesi istenir. Yüzbaşı, ihraç edildiğini ölüm döşeğindeki eşinden ilk başta saklar. Bir hafta sonra Aliye Hanım da durumdan haberdar olur. Yüzbaşı Balatekin, TSK'dan ihracıyla birlikte tüm sosyal haklarını kaybettiği için GATA'da kanser tedavisi gören eşinin tedavisi yarım kalır. Talihsiz kadın, 15 Aralık'ta vefat eder. Balatekin en çok eşinin durumu bilindiği halde ihraç edilmiş olmasına içerlenir.

Kanser hastası eşimin, Ergenekon sanıkları kadar değeri yokmuş

Aradan geçen 10 yıl boyunca yaşadıklarını içine atan Balatekin, GATA'nın Ergenekon sanıklarına karşı koruyucu muamelesi üzerine konuşmaya karar verdiğini söylüyor. Balatekin, GATA'nın şimdiki tutumuna isyan ediyor. Kendisine reva görülenlerle terör örgütü kurma iddiasıyla tutuklananlara gösterilen ihtimamı karşılaştırmadan edemiyor: "Biz vatan için gerektiğinde canımızı tehlikeye attık. 20 yıl boyunca çatısı altında bulunduğum TSK'da hiçbir soruşturma geçirmedim. 21 tane takdirname aldım. Eşimin başörtülü olması nedeniyle ihraç edildim. Tedavisi yarım kaldı. Ama şimdi, bakıyorsunuz örgüt üyesi olmaktan yargılananlar GATA'da farklı bir muamele görüyor."
aktifhaber

Komutanlar, ''türbanlı var'' diye salonu kaçtı
17:45 - Diyarbakır'da İstiklal Marşı'nın kabulünün 88. yıldönümü münasebeti ile düzenlenen etkinlikte türban krizi yaşandı. Türbanlı bayanların protokolün arka koltuğunda oturduğunu gören askeri erkan, program başlamadan salonu terk etti. Vali Hüseyin Avni Mutlu askeri erkanın salonu terk etmesiyle ilgili soruları cevapsız bıraktı. Törene, Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak, kamu kurum temsilcileri ve çok sayıda öğrenci katıldı. Askeri erkanın katılmadığı törende öğrenciler İstiklal Marşı okudu, şiir ve kompozisyon dalında dereceye giren öğrenciler eserlerini okudu.

TSK'dan Arınç'a Sert Cevap!
13 Mart 2009 11:51Genelkurmay, ''İyi ki bu paşalarla savaşmamışız'' diyen Meclis eski Başkanı Bülent Arınç'ın sözlerini 'önyargılı' ve 'saptırıcı' bulduğunu belirtti.

"TSK'ya dair görüşleri zaten bilinmektedir"

Genelkurmay Karargahı'nda yapılan basını bilgilendirme toplantısında İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, ''Bu kişinin TSK hakkındaki görüşleri zaten bellidir. Bu tür konuşmalar doğruları değiştirmez. Hukuk fakültesi mezunu biri yargı kararı olmadan kişileri suçlayamayacağını öğrenmeli'' dedi.

ARINÇ NE DEMİŞTİ?

"Bakın bugün bir davanın yeni bir iddianamesi hazırlandı ve açıklandı. Neler var neler. Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Aman Allah'ım neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah'a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş."

aktifhaber

Arınç'tan TSK'ya Daha Sert Cevap
13 Mart 2009 16:27

Bülent Arınç, Genelkurmay Başkanlığı'nın kendisine yönelik tepkisine daha sert biçimde ültimatom gibi cümleleri sıralayarak cevap verdi...


TBMM Eski Başkanı Bülent Arınç, TSK İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak'ın "Bu kişinin TSK hakkındaki görüşleri zaten belidir. Bu tür konuşmalar doğruları değiştirmez." şeklindeki açıklamalarına partisinin bir dizi programına katılmak üzere geldiği Adana'da cevap verdi.

Seyhan Kültür Merkezi'nde düzenlenen basın toplantısında Arınç, Gürak Paşa'nın yanlış bir açıklama yaptığını savundu.

Bu sözlerin kendi muhatabı olamayacağını belirten Arınç, "Kendisine bugüne kadar sorulan pek çok soruya -direk kendileri ile ilgili olmasına rağmen- cevap vermediğini de biliyorum.

Ama benim herkesin önünde yaptığım ve kısmen de basında yer alan konuşmalarımın karşılığı bu açıklamalar değildir." dedi.

"Ben Sayın Paşamın ve tüm Türkiye'nin bir kere şunu bilmesini arzu ediyorum." diye devam eden Arınç, 'haksız' diye nitelendirdiği suçlamayı hiçbir şekilde kabul etmediğini dile getirdi. Arınç, şunları söyledi:

"Ben sözünü bilen, sözünün arkasında duran, nerede ne konuşulması gerektiğine inanan bir insanım.

Öncelikle bir asker çocuğuyum. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak, benim için hiçbir zaman düşünülemez. Ben böyle bir olayın içinde hiç olmam.

İkincisi, TSK ve orduyu sevmek hiç kimsenin tekelinde değildir. Türk milleti, ordusunu sever, onun başarıları ile gurur duyar. Ulusun egemenliğini Türk ordusun temin ettiğini bilir. Dolayısı ile bir iki konuşma vesilesi ile birlerini TSK karşıtı göstermek, aslında bu kurumu yıpratmanın tam karşılığıdır."

Böyle bir açıklamanın hukuk ile ne bağlantısının olduğunu anlayamadığını ifade eden Arınç, avukatlık yaptığını ve hukuğu bildiğini hatırlattı.

Gerçek demokrasi ve gerçek hukuk devleti olmanın 'olmazsa olmaz' koşullarını bildiğinin altını çizen Arınç, "Ama ben hukuk namusunu veya hukuk devleti olmanın gereklerini günlük çıkarlar açısından satacak bir insan değilim.

Başkalarına benzemem. Benim anladığım hukukun içerisinde onun ilkelerine tamaman sahip çıkmak vardır. Bir zamanlar 27 Mayıs darbesinden sonra, bu darbeyi lanetliyerek orada savunduğu insanların sırtında meclise girmiş siyasetçilerin bugün darbe şakşaklığı anlamına gelebilecek, cümleler söylemesi gibi bir hukukçu olmadığımı ifade etmeliyim." şeklinde konuştu.

GÜRAK NE DEMİŞTİ?
Tuğgeneral Gürak, eski TBMM Başkanı, AKP Manisa Milletvekili Bülent Arınç'ın, "Ergenekon" davası şüphelileri olan emekli generaller ile ilgili sözlerinin hatırlatılması üzerine, "Eğer gerçekten bu sözler söylenmiş ise söz konusu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri personeline ilişkin düşünce ve görüşleri çok iyi bilinmektedir" dedi.

Tuğgeneral Gürak şöyle devam etti: "Aslında bu tip kişilerin ön yargılı, saptırıcı düşünce ve ifadeleri üzerinde fazla durulmasına da gerek yok. Çünkü bu tip konuşmalar hiçbir zaman doğruları değiştirmez. Ancak bu konuşmalarda önemli bir husus var, o da Hukuk Fakültesi mezunu bir kişinin yargı kararı olmadan hiçbir kimseyi suçlamaya, dolaylı olarak da bir kurumu hedef almaya hakkı ve yetkisi olmadığını hala anlayamamış olmasıdır."

ARINÇ NE DEMİŞTİ?

Eski TBMM Başkanı ve AK Parti Manisa Milletvekili Bülent Arınç, Van'da yaptığı açıklamada şunları söylemişti:

''Bakın bugün bir davanın yeni bir iddianamesi hazırlandı ve açıklandı. Neler var neler... Konuşuldukça bu ülkede neler varmış, kimler ne yapmış, kimler kimlerle işbirliği yapmış, Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü kimler dinamitlemiş, siyasi suikastlerin arkasında ne varmış, Türkiye'yi karıştıran güçler neyi hesaplamış ve AK Parti iktidarı bütün bunlara karşı nasıl dimdik ayakta kalmış bunu görüyoruz.

Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Aman Allah'ım neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah'a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar. Siyasetle uğraşmışlar, darbelerle uğraşmışlar. Memlekette kendi kafalarına göre uygun buldukları işleri yapmak için maalesef yasa dışı güçlerle bile iş birliği yapmaktan çekinmemişler. Bu çok yanlış bir şey, ama eğer Türkiye'de AK Parti iktidarı olmasaydı, bunlara karşı hiçbir hükümet ayakta kalamazdı. Bizi biz yapan bunlarla mücadele etme noktasıdır.''

aktifhaber

Berat ÖZİPEK
Genelkurmay, adalet ve adil yargılanma hakkı
17 Mart 2009
Star

Tarihi bir dönemeçteyiz. Ortada darbe suçlamasıyla yargılanan generaller var, JİTEM’e ve 20.000’e yakın faili meçhul cinayete ilişkin iddialar var.

Böyle bir ortamda, en büyük sorumluluk TSK’ya düşüyor. Adil yargılamanın gerçekleştirilebilmesi, suçlanan mensuplarıyla ilgili soru işaretleri uyandıracak tutum ve işlemlerden kaçınmasını zaruri kılıyor.

İşte TSK’ya yönelik eleştiriler de bu noktada belirginleşiyor.

Önce darbe suçlamasıyla yargılanan bazı generallere seçici bir ‘aile ziyareti’ yapıldı ve dahası bunun ‘kurumsal ziyaret’ olduğu ifade edildi. Ardından Genelkurmay, ‘adil yargılanma hakkı’ ile ilgili ilk basın açıklamasını Ergenekon Davası’ndan yargılananlar için yaptı. Sonra, Ergenekon tutuklularının ısrarla GATA’ya sevk istemeleriyle, kamuoyunda kuşkuyla karşılanan ve ‘GATAkulli’ veya ‘hapishaneden GATA’ya yatay geçiş’ olarak tanımlanan sevkler gerçekleşti. Şener Eruygur’un eşinin ses kaydı, Eruygur, Tolon ve Ersöz paşaların tahliyeleri hakkındaki kuşkuları pekiştirdi.

Bu kaydın yasa dışı yollarla elde edilmiş olması hukuki bakımdan incelemeyi gerektiren bir suçtu, ama bu hukuk dışılık, söz konusu kayıttaki konuşmanın vahim içeriğini gözardı etmek için yeterli değildi.

Oysa öyle olmadı. Masumiyet karinesi, yargılanan generallerle mesafeli olmaya ve onlara sahiplenildiği kanaatini doğuracak tutum ve işlemlerden kaçınmaya elbette mani değildi.

Ama Genelkurmay, bu vahim iddialar karşısında Ergenekon davasında suçlananları himaye ettiğine ilişkin kuşkuları gidermeye çalışmadığı gibi, son olarak bu suçlamaları dile getirenlerle polemiğe girmeyi tercih etti.

Ne demişti Bülent Arınç?

‘Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Aman Allah’ım neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah’a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar. Siyasetle uğraşmışlar, darbelerle uğraşmışlar’.

Bu sözler Genelkurmay’ı kızdırmış.

Genelkurmay İletişim Dairesi Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, ‘Eğer gerçekten bu sözler söylenmiş ise söz konusu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri personeline ilişkin düşünce ve görüşleri çok iyi bilinmektedir’ demiş.

‘Eğer bu sözler gerçekten söylenmiş ise’ o zaman Arınç’ın düşünceleri çok iyi biliniyormuş. Peki söylenmemiş olsaydı? O zaman çok iyi biliniyor olmayacak mıydı?

Gürak devamla, ‘aslında bu tip kişilerin ön yargılı, saptırıcı düşünce ve ifadeleri üzerinde fazla durulmasına da gerek yok. Çünkü bu tip konuşmalar hiçbir zaman doğruları değiştirmez’ demiş.

Sahi kimdir bu ‘TSK ile ilgili görüşleri çok iyi bilinen’, ‘önyargılı’ ve ‘saptırıcı’ fikirlere sahip kişiler? Sakın böyle bir ‘kolektif grup algısı’nın kendisi önyargı olmasın? Tarafsızlık esasına göre çalışması gereken bir kamu kurumu böyle bir algıya sahip olabilir mi?

Bülent Arınç, konuşmasında gayet açık biçimde, siyasetle darbeyle uğraştığı gerekçesiyle tutuklanan ve yargılanan generallerden söz ediyor. Yani O, suç işlediğini düşündüğü subaylardan söz ediyor, beriki kurum adına O’na cevap veriyor. Ali Bayramoğlu da haklı olarak şöyle soruyor:

‘Tutuklu ve sanık general ve subayları TSK’yla, kurumla özdeşleştirecek cümleler kuruyor, Genelkurmay Başkanlığı sözcüsü... Ergenekon davası, sözcüsünün savunduğu generalleri mahkum ederse, ne diyecek ordu?’

Bir an için Arınç’ın darbecilikle suçlanan generalleri değil TSK’yı eleştirdiğini varsayalım. Böyle bir durumda da, demokratik bir rejimde bir kamu kurumunun, kendisiyle ilgili bir eleştiri getirildiğinde, yapacağı tek açıklama eleştiri konusuyla ilgili olabilir. O kurumun sorumluları da, eleştirenin niyetine ilişkin yargıları ne olursa olsun, ‘ben senin nelerini bilirim’ veya ‘biz sizi biliriz’ gibi bir cevap veremezler. Örneğin onlara ‘sözde vatandaş’ diyemezler veya ‘bu tip kişiler’ diye vatandaşların bir bölümünü ötekileştirici bir dil kullanamazlar.

Aslında ordu ile ilgili konular hariç, Türkiye’de epeyce anlaşılmış bir durumdur bu. Örneğin Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne yönelik bir yolsuzluk eleştirisine karşı, kurum adına biri çıkıp bu tür bir açıklama yapsa halkı olarak kıyamet koparılır ve sorumlu görevden alınır. ‘Canım ikisi aynı mı? TSK ile o bir mi?’ diye soruyorsanız, demokratik bir hukuk devletinde bunun cevabı ‘evet’tir; orada bırakın kurumları, devletin kendisi de kıyasıya eleştirilir ve kimse de bunu garipsemez. Devlet ve kurumları alıngan olamaz, kurumları rencide etme suçu olmaz, çünkü herkes bilir ki, kurumunun yüzü kızarmaz.

Tuğgeneral Gürak, ‘Hukuk Fakültesi mezunu bir kişinin yargı kararı olmadan hiçbir kimseyi suçlamaya, dolaylı olarak da bir kurumu hedef almaya hakkı ve yetkisi olmadığını hala anlayamamış olması(nı)’ da eleştirmiş.

Ne diyelim? Keşke, masumiyet karinesiyle hakkıyla ilgili bu duyarlılık her zaman, mesela 27 Nisan’da da gösterilmiş olsaydı.

Adil yargılanma hakkı tek boyutla ilgili değildir. Genelkurmay bu tutumuyla ona gölge düşürdüğünün farkında mı bilmiyorum. Ama olmalı.

Berat ÖZİPEK - STAR
berat@stargazete.com

BALBAY'IN LİDERLİĞİ İÇİN MUTABAKAT
19 Mart 2009 09:35

"Yazlıktaki paşalar Mustafa Balbay'ın sola lider olmasında mutabık"

Ergenekon sanığı Engin Aydın’ın savcılık ifadesine göre, kendisini arayan eski TRT Genel Müdürü Yücel Yener, aralarında general ve paşaların da bulunduğu bir topluluğun Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi ve Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan Mustafa Balbay’ın liderliği üzerinde uzlaştığını haber veriyor

Engin, ifadesinde, “Söz konusu olan Balbay’ın yeni bir parti kurması, mevcut Bağımsız Cumhuriyet Partisi’ne katılması veya Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde bir hareket başlatmasıdır” diyor.

Ergenekon’da en sıcak konulardan biri Mustafa Balbay’a ait olduğu öne sürülen ve darbe planlarını içeren günlükler. ‘Ergenekon’ kapsamında tutuklanıp daha sonra tutuksuz yargılanmak üzere salıverilen emekli bürokrat Engin Aydın’ın savcılık ifadelerinde de Mustafa Balbay’ın adı ‘lider’ olarak geçiyor. 10 Ocak 2009’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda 26 sayfalık ifade veren Aydın’a savcı eski TRT Genel Müdürü Yücel Yener ile yaptığı bir telefon görüşmesini soruyor.

İkili arasında 12 Eylül 2008’de yapılan telefon görüşmesinde gazeteci Mustafa Balbay’a ilişkin şu diyaloglar geçiyor:
Yener: Abi burada üç tane general var, üç paşa, bir albay, doktor üç-dört kişi de. Balbay üzerinde tam mutabıkız. Aynen çok desteklediler fikrimizi.
Aydın: İyi o zaman ben yarın uğrayacağım ona.

Yener: Valla ‘süper olur’ dediler. Onun tasına sermaye bulalım, çıksın gelsin. Türkiye’yi gezecekse biz de yanında gezeriz.
Aydın: Tamam bu ona büyük bir moral olur, söyleyeyim ona.
Yener: Müthiş destek var.
Aydın: Yani bir şeyler olacak zaten o noktaya gelindi artık bir yerden patlayacaktı.
Yener: Ya bu işin öncülüğünü biz ikimiz yapmış olalım abi.
Aydın: Öyle abi öyle, bu iş de bize düşer abi.

Savcı Nihat Taşkın, bu diyalog üzerine Engin Aydın’a, “Yener’in birlikte olduğunu belirttiği askeri şahıslar kimlerdir ve hangi projeyle ilgili olarak Mustafa Balbay üzerinde mutabık kalınmıştır” sorusunu yöneltti. Aydın, bu soruya şu yanıtı verdi: “Sosyal demokratların birleştirilmesi için genç ve dinamik bir kişinin öncülük etmesinden hep bahsedilir. Yener, eski TRT Genel Müdürü’dür. Bodrum’da yazlık arkadaşları olan askeri kişilerle görüşmesinde Balbay’ın bu misyonu üstlenebileceğini konuşmuşlar. Bu konuyu bana söyledi. Görüştüğü kişilerin kim olduğunu bilmiyorum. Ben de destek verdim. Söz konusu olan Mustafa Balbay’ın yeni bir parti kurması, mevcut Bağımsız Cumhuriyet Partisi’ne katılması veya Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde bir hareket başlatmasıdır.”

Aydın bazı gazeteci ve paşaların destek için CHP lideri Baykal ile görüştüklerini ancak destek alamadıklarını öne sürüyor.

aktifhaber

19 Mart 2009
Mehmet Tezkan/Vatan
Eruygur Paşa’nın dernek merakı!

Ergenekon, darbe günlükleri, Jitem, faili meçhuller, asit kuyuları derken kafalar iyice karıştı..

Bazı parçaları yerli yerine oturtmak lazım..

Bu da zamanla olacak herhalde..

Mustafa Balbay’ın tuttuğu notlara bakarsak bazı şeyler yerli yerine oturuyor..

İki ana darbe planı iddiası var.. Biri kuvvet komutanlarının da yer aldığı, diğeri Jandarma Genel Komutanı Eruygur’un tek başına planladığı..

Sarıkız ve Ayışığı..

Yıl 2003-2004..

Tabii darbe dediğiniz pat diye yapılacak bir şey değil.. Ortamın da hazır olması gerekir..

Türkiye’de böyle bir hava var mıydı?

Yoktu..

*

Balbay’ın notlarından öğrendiğimize göre, Eruygur 10 Şubat 2004’te iki gazeteciyle buluşuyor..

Ve şöyle diyor:

“Benim düşüncem şu... Birçok dernek var, gazeteciler var, memlekette olup bitene duyarlı birçok insan var... Bunları bir araya getirmek gerekiyor... Mesela siz öncülük etseniz, burada üç kişi bir araya geldi, on olur, sonra yirmi olur... Derneklere yön verilir.”

Jandarma Genel Komutanı üniformasıyla derneklere yön vermekten söz ediyor..

Vahim..

Gazeteci diyor ki; (kim bilmiyoruz) “Valla paşam bu dediğiniz zor.”

*

Eruygur, aynı yılın ağustos ayında emekli oldu.. Sonra sivil toplum işlerine el attı.. ADD Başkanı seçildi..

ADD’yi aktif, örgütlü muhalif bir güç haline getirdi..

Hakkındaki iddiaları bir kenara koyuyorum.. Komutanken söylediklerine bakınca aklıma şu geliyor..

ADD üyelerinin dışında Paşa’nın, ‘başkan olarak’ gizli bir gündemi mi vardı?

Ne diyeyim..

Görev zamanında bulamadığı ortamı hazırlamak gibi!

ASKER "FİİLEN" ÖZÜR DİLEDİ
03 Nisan 2009 09:48

Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesinde tarihe geçecek "fiili özür"

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesinde en dikkat çekici isim Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'du...

Muhsin Yazıcıoğlu, 12 Eylül darbecileri tarafından 7.5 yıl hakkında iddianame bile hazırlanmadan hapse atılmış, sonra da suçlanmadan serbest bırakılmıştı.

Darbe ve darbecilerle savaşa ömrünü adayan Yazıcıoğlu'nun "Tankların önünde boyun eğmem" lafı dillere pelesenk olmuş ve Yazıcıoğlu, 28 Şubat'ta kendisine önerilen üst düzey makamlara rağmen, adeta tankların önünde durmuştu.

Yazıcıoğlu 27 Nisan E-Muhtırasına karşı durmuş ve Köşk seçimlerinde Meclis'e girmekte bir an bile tereddüt yaşamamıştı.

İşte böyle bir siyasi profil çizen ve ömrünün 7.5 yılı darbeciler tarafından çalınan Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesine TSK'nın en üst düzeyde katılımı bu açıdan önemliydi.

Hayata erken veda eden Yazıcıoğlu'nun altın yılları için "resmi" özür gelmese de "fiili" özür cenaze töreninde yaşandı. Böylece; Org. İlker Başbuğ, 12 Eylül mağdurluğuyla simge olmuş ve darbe karşıtlığını ana profili haline getirmiş bir insanın cenazesine katılarak, fiili bir durum oluşturdu.

Konuylla ilgili Bugün Gazetesi Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt'un yazısı şöyle:

Normalleşme sürecine önemli bir katkı da, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenaze töreninde yaşandı.

Her kesimden yüz binlerin katıldığı son yolculuğa uğurlama, adeta Türkiye'yi birleştirdi.

Sadece halk değil, siyaset ve devlet bürokrasisinin de bütün yelpazesini temsil eden isimler vardı cenazede.

En çok dikkatimi çeken isim ise Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ oldu.

Yazıcıoğlu, 1980 darbesi sırasında tutuklanmış, 7 yıl isnat edilen suçlar nedeniyle "suçsuz" yere yatmış ve sonunda tahliye edilmişti.

Mamak Askeri Cezaevi'nde iken yapılan işkencelerin izlerini halen ayaklarında taşıdığını bizzat kendisi anlatmıştı.

Başbuğ'un cenazeye katılımını bu sebeple fazlaca önemsedim.

Bir yönüyle özür anlamı taşıyordu.

Bir yönüyle darbelerle arasına mesafe koyuyordu.

Bir yönüyle de toplumsal barış adına güzel bir adım atıyordu.

Yazıcıoğlu veda ederken 'büyük birliği" sağlıyordu.

aktifhaber

ŞOK! ÖLÜMÜNE AKREDİTASYON
15 Nisan 2009 10:29

Komutan tipide dağ başında -15 derecede gazeteciyi akredite olmayan bir kurumdan olduğu için helikoptere almadı, Doğan Haber Ajansı'nın muhabirini aldı. ŞOK...

Cihan Haber Ajansı Genel Müdürü Abdühlamit Bilici'nin Zaman Gazetesi'nde yazdığı şok yazının ilgili bölümü:

Cihan Haber Ajansı'nın yöneticisi sıfatı ile kendi yaşadığım bir tutarsızlığı paylaşayım. Malum, geçen ay Türkiye Rahmetli Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının kazasına kilitlenmişti. Muhabir ve kameraman arkadaşlarımız da ağır şartlarda bölgede çalışıyordu.

Rahmetli meslektaşımız İsmail Güneş'in naşının bulunduğu haber üzerine, arkadaşımız Lütfi Aykurt, gazeteci refleksiyle 4,5 saat yürüyerek bölgeye ulaştı. 15.30'da işi bittiğinde 2500 metre yüksekte hava iyice soğumuş; orada sadece birkaç köylü ile Lütfi kalmıştı. Sağolsunlar, Jandarma Arama Kurtarma ekipleri "Seni burada bırakamayız. Hava soğuyor ve buradan inmen zor, helikopterle götürelim" diyor. Lütfi, helikoptere binmeye hazırlanırken, bir komutan hangi kanaldan olduğunu soruyor ve ajansın adını öğrenince, 'sivil olduğu için helikoptere alamayacaklarını' söylüyor. Lütfi, helikoptere alınan DHA muhabirinin de sivil olduğunu nazikçe hatırlatınca, komutan tersleyip "Nasıl geldiysen öyle inersin" diyerek arkadaşı dağ başında bırakıyor.

Evet, çektiği kurtarma çalışmaları gün boyu ekranlarda dönen bir gazeteciye yapılan bu. Salonları anladık, hayati tehlikenin olduğu bir yerde de malum akreditasyon uygulanıyor. Olay bize intikal ettiğinde, sansayon oluşturmak çok kolaydı. Ama "Kişisel bir hatadır, Mehmetçik bunu yapmaz" dedik. Lütfi, kendisiyle gurur duyduğumuz bir personelimizdi. Ama daha önce bir vatandaş ve bir insandı. Genelkurmay Başkanımız evrensel demokrasi standartlarından söz açmışken, bunu samimi kabul edip sormak istedim: Paşam, dağda kalsam beni kurtarır mısınız?

aktifhaber

BAŞBUĞ'A HÜKÜMETİ GÖTÜRME TAKTİĞİ

18 Nisan 2009 13:26
Org. Başbuğ'a "hükümeti götürme" taktiğini Org. Yalman söylemiş.

Org. Aytaç Yalman, Org. Başbuğ'a Hükümetle ilişkileri konusunda verdiği ve Başbuğ'un da buna göre konumunu belirlediği taktiği itiraf etti.

Org. Aytaç Yalman'ın internete düşen ses kaydında Org. İlker Başbuğ'la yaptığı diyalogları anlatan bölüm oldukça ilginç.

Org. Yalman bu bölümde, Org. Başbuğ'un Hükümetle kamuoyu önünde çatışmasız olarak yürüttüğü ilişkilere atıfta bulunuyor.

HÜKÜMETİ GÖTÜRECEK AMA NASIL?

Org. Yalman, Org. Başbuğ'a ya kanun çerçevesinde hareket etmesi gerektiğini ya da Cumhuriyet'in değerlerini korumak için mücadele eden bir bir tarzda hareket etmesi gerektiğini söylüyor.

Kanun dairesi ya da klasik TSK çizgisi arasında seçim yapması gerektiğini, bir ondan bir bundan gibi gelgitler yaşamasının hata olacağını Org. Başbuğ'a söylediğini belirten Org. Yalman, bu hatayı Org. Yaşar Büyükanıt'ın yaptığını belirtiyor. Org. Yalman, bu nedenle "Yaşar'ın dönemi çok talihsiz bir dönem oldu" diyor.

Yalman, bu sözleri üzerine İlker Paşa'nın konumunu belirlediğini ve Hükümeti "ortaya çıkmadan sessiz sakin götüreceğini" söylüyor.

Org. Yalman'ın sözkonusu sözleri şöyle:

İlker Paşa'ya konumunuzu belirleyin dedim
İlker Paşa şeyini belirledi. Bir dedim ki bak, bir dedim
yapamayacağınız hiçbir şeyi söylemeyin. Yapamayacağınız hiçbir şeyi,
arkasında duramayacağınız hiçbir şeyi söylemeyin bir. Bir de
konumunuzu belirleyin dedim. Nedir silahlı kuvvetlerin konumu? Silahlı
kuvvetlerin konumu, yani işte iç hizmet kanunundaki, 15. Madde mi,
yoksa Cumhuriyetin değerlerini korumak için mücadele eden bir silahlı
kuvvetler vardır, bir de demokratik bir ülkede demokratik bir
hükümetin ordusu olarak konumlanır. Ya bu ya o olur. Bir gün burada
bir gün orada, işte Yaşar'ın en büyük talihsizliği o oldu. Yani
Yaşar'ın dönemi çok talihsiz bir dönem oldu çünkü işte komutan dedi
birisi, komutanım dedi birisi eli, selam verdi birisi eli sıktı... yani
bunlar konumunu belirleyememekten kaynaklanıyor. Konumun
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Nis 18, 2009 6:40 pm    Mesaj konusu: ORG. YALMAN'IN SES KAYDI Alıntıyla Cevap Gönder

ORG. YALMAN'IN SES KAYDI
18 Nisan 2009 10:35

Org. Aytaç Yalman'ın ses kaydı internete düştü. Ama çok farklı. Çünkü sözleri Org. Başbuğ'un bu hafta yaptığı açılımların kaynağı gibi.. İşte o kayıt...

Emekli Jandarma Genel Komutanı Org. Aytaç Yalman'a ait olduğu belirtilen bir ses kaydı video paylaşım sitelerine düştü.

Ses kaydında Org. Yalman, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a "konumunu belirle" dediğini belirtiyor ve Yaşar Büyükanıt'ın en büyük hatasının sürekli duruş değiştirmesi olduğuna dikkat çekiyor.

Ancak en önemli kısım, Org. İlker Başbuğ'un Harp Akademileri'nde tartışmaya açtığı "Türkiye Halkı" kavramı. Ses kaydında Org. Başbuğ'la görüştüğünü belirten Yalman, bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunuyor.

Yalman Türkiye halkı, Türkiye'nin etnik yapısıyla ilgili TSK'nın bugüne kadarki ezberlerini bozacak açıklamalar yapıyor. Org. Başbuğ'un Türkiye Halkı çıkışına bu sözlerin kaynaklık edip etmediği merak konusu.

Kayıttaki ses, Başbuğ'a "Milliyetçilik duygularının katı olmaması gerektiğini söylediğini" ifade ediyor. Kayıtta, "Milliyetçilik, Türkiye Türklerindir dersen diğer insanları ötekileştirmiş olursun. Diğer insanlar kim? Aleviler, Lazlar, Çerkezler, Araplar" sözleri yer alıyor.

Yine Org. Başbuğ'un Harp Akademileri'ndeki konuşmasında "bazı devlet görevlilerinin Kürtele karşı yanlış tutumları"ndan bahsetmesi de ilkti. İşte bu konuda da Org. Yalman ses kaydında flaş açılımlar yapıyor. Org. Yalman Ziya Gökalp'lerin ortaya çıkmasından sonra bu sorunun doğduğu üzerinden Milliyetçilikle ilgili sözleri aynı paralelde.

Org. Yalman'ın Askeri Liselerdeki tek tip eğitimle ilgili ağır eleştirileri de oldukça dikkat çekici.

İŞTE VİDEO GOOGLE'DA YAYINLANAN O SES KAYDI:

http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=218205

İŞTE SES KAYDININ TAM METNİ

İlker Paşa'ya konumunuzu belirleyin dedim
İlker Paşa şeyini belirledi. Bir dedim ki bak, bir dedim
yapamayacağınız hiçbir şeyi söylemeyin. Yapamayacağınız hiçbir şeyi,
arkasında duramayacağınız hiçbir şeyi söylemeyin bir. Bir de
konumunuzu belirleyin dedim. Nedir silahlı kuvvetlerin konumu? Silahlı
kuvvetlerin konumu, yani işte iç hizmet kanunundaki, 15. Madde mi,
yoksa Cumhuriyetin değerlerini korumak için mücadele eden bir silahlı
kuvvetler vardır, bir de demokratik bir ülkede demokratik bir
hükümetin ordusu olarak konumlanır. Ya bu ya o olur. Bir gün burada
bir gün orada, işte Yaşar'ın en büyük talihsizliği o oldu. Yani
Yaşar'ın dönemi çok talihsiz bir dönem oldu çünkü işte komutan dedi
birisi, komutanım dedi birisi eli, selam verdi birisi eli sıktı... yani
bunlar konumunu belirleyememekten kaynaklanıyor. Konumunu belirle
derim, ona göre hareketini yap. Şimdi bana göre konumunu belirledi o.
İşte yani, ortaya çıkmadan hükümeti sakin sessiz götürecek.
Türkiye'deki ve Dünya'daki dönüşümü anlamalıyız, farklılıkları kabul etmeliyiz.

Yani bunlar zor değil. Ya bu iş bitti artık yani. Türkiye'deki bu
dönüşümü bir defa bir anlayıp bu küreselleşmede toplumsal ve işte
idari anlamdaki dönüşümün hem global anlamda hem de ülke genelinde
nasıl olduğunu bir görüp ona göre kendimizi nasıl adapte edicez,
kendimizi, değerlerimizi nasıl koruyarak -buna adapte olucaz bizim
buna kafa yormamız lazım. Yoksa ben bunu kabul etmiyorum, bunu
etmiyorum noktasını aştık. Bu çok hassas bir konudan bahsettik çok
hassas. Bunu düşünmek lazım. Yani insan eğer farklılıkları kabul
ederse kendi kafasında, o zaman dünyaya farklı bakar. Şimdi siz
Anadolu'nun bir kasabasından bir çocuğu alıp onun subay yaparsanız,
işte o, devamlı ona da Atatürkçülük , Cumhuriyetin temel değerleri,
devamlı o fikirleri aşılarsanız cumhuriyetin muhafızı olarak - çok
doğal olarak ta öyle olması lazım- öyle yetiştirirseniz Türkiye'de
yalnız Türklerin var olduğunu ona öğretirseniz bunun dışında hiçbir
etnik unsurdan bahsetmezseniz birdenbire bir de bakar ki yahu
Türkiye'de 27 etnik grup varmış, hepsinin dili varmış, örfü varmış,
değerleri varmış, yerel değerler diye bir şey varmış, ulusal değerler
varmış bilmem ne böyle şaşkına döner. Şaşkına döner.

Milliyetçilik duygularının kaba ve katı bir şekilde oluşmaması lazım
Yani bir defa milliyetçilik duygularının kaba ve katı bir şekilde
oluşmaması lazım insanın kafasında. Milliyetçilik, eğer sen Türkiye
Türklerindir, vatandaş Türkçe konuş diye efendim bu ülkeye bayrağı
alıp çıkarsan ortaya, o zaman diğer insanları ötekileştirmiş olursun.
Diğer insan dediğin kim? Aleviler, Çerkezler, Lazlar... geriye bir şey
kalmaz, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, yani Arap kökenli çok var.
Hatay'ın yüzde ellisi Arap'tır. Munis insanlardır yani kavga etmezler,
sakindirler falan yani. Benim hayatım onlarla geçti. Bu coğrafyada
insanların tamamını kucaklayan bir anlayışın hâkim olması lazım. Başka
türlü bu coğrafyada tutunamayız. Osmanlı'da da işte Osmanlı'nın şeyi
bu. Yani hiçbir etnik grubu ön plana çıkartmadı. Yani son işte 19.
Yüzyılın başlarına kadar hep öyle gitti. Ne zaman işte Namık
Kemallerin, Ziya Gökalpların falan Türkçülük hareketi başladı
Jöntürkler gibi Avrupa'da onun da ötesinde Avrupa Osmanlı yerel
değerleri ve etnik grupları çok özgür bıraktı. Yani din, yaşam biçimi,
kıyafeti, her şeyi serbestti. Ve o zaman tamam oldu. Yoksa, biz tabi
bütün bu etnik, Osmanlının bakiyesi 5 milyon km2'lik bir toprak
kaybetti Osmanlı. İşte bu, buradaki bütün bu etnik grup Anadolu'nun
içerisine üşüştü. Öyle hepimiz buraya toplandık. Yani herkes bir
yerlerden gelmiş, sonra bu ülke meseleye böyle bakmak lazım. İşte
Osmanlının ötesinde Selçuklular var, Bizans var. Bir Bizans, biz doğu
romanın, biz doğu romanın mirası üzerindeyiz yani. Nereyi kazarsan
İstanbul'da bir Roma çıkıyor. Nereyi kazarsan Roma çıkar.
Subaylarınıza generallerinize bunu öğretirseniz o zaman dünyaya farklı bakarlar

Yani bu toprakları, zenginliği böyle görmek lazım, hem insan yapısını
hem toprak yapısında bu coğrafyayı böyle görürseniz ve de böyle
öğretirseniz subaylarınıza generallerinize o zaman olaya dünyaya
farklı bakar. Yani diyeceksin ki komutanım peki sen niçin böyle
bakıyorsun da peki falanca şahıs böyle mi bakıyor? Ben adalarda
büyüdüm, Büyükada'da. Ecnebi denilen insanların içinde büyüdüm. Bende
şiddetten uzak bir hoşgörü kültürü onlarla beraber büyüdüm, yani onun
da vatanı olduğunu daha o zaman idrak ettim. Yahu biz burayı
paylaşıyoruz. Rumlarla, bilmem ne Ermenilerle.

Alevi aleviyim diyemiyor. Kürt kürdüm diyemiyor. Ve böyle bir baskı,
böyle bir yapı içerisinde huzur olmaz ki!

Bize hiç Kürt'ten bahsetmedi kimse. Yani Harp Okuluna geldik, ne
Kürt'ü yahu Kürtçe yasak! Kürtçe konuşulur mu? Adam kendisinin Kürt
olduğunu söyleyemiyor ki çocuk. Alevi aleviyim diyemiyor. Kürt kürdüm
diyemiyor. Ve böyle bir baskı, böyle bir yapı içerisinde huzur olmaz
ki. Huzur olmaz, ben açıklama yaptım işte Bila'nın kitabında var. Yani
bunları serbest bırakmak lazım dedim bakın ben bir yıl evvel söyledim.
Bunun şimdi bütün televizyonu Kürt dili edebiyatını hepsini çıkartın
dedim. Bu kadar 71 yılından beri ben bu Kürtlerin içinde yaşıyorum.
Ben o zaman binbaşıydım, Diyarbakır'da sıkıyönetimde çalıştım 3 sene.
Şimdi daha güzel bir ortam oluşacak. Bu coğrafyada bu insanları başka
türlü tutamazsınız. Yoksa kaybederiz yani. Artık o dönemi geçtik.
İnşallah arkadaşlar bunu anlarlar.
aktifhaber

ÇYDD'DEN KIZ SERVİSİ
18 Nisan 2009 08:21

Tuğamiral O.S.K.'nın Türkan Saylan'la şok ilişkisi

Ergenekon operasyonu çerçevesinde ÇYDD'nin Kadıköy Şubesi'nde bulunan mektupta çarpıcı bilgiler yer alıyor.
Ergenekon soruşturmasıyla ortaya çıkarılan Hava Kuvvetleri'ndeki Karargah Evleri yapılanmasının bir benzerinin de Deniz Kuvvetleri'nde olduğu ortaya çıktı.

Ergenekon'un 12'nci dalgası kapsamında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin İstanbul Kadıköy Şubesi'ndeki aramalarda bilgisayarın hard diskinde bir mektup ele geçirildi.

Saygıdeğer Hanım Efendim

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda planlamaya ilişkin stratejik bir görevde bulunan muvazzaf askerin kaleme aldığı iddia edilen mektup, "Saygıdeğer Hanım Efendim" ibaresiyle başlıyor. Altındaki imza ise Tuğamiral O.S.K'ya ait. Cumhuriyetin geleceği ve korunması için Deniz Eğitim Öğretim Komutanlığı'na bağlı okullarda okuyan öğrencilerin ne kadar önemli olduğunun vurgulandığı mektupta, Deniz Eğitim Öğretim Komutanlığı ile ÇYDD'nin ortaklaşa yürüttüğü 'Deniz Yıldızı' projesinin başarısı vurgulanıyor.

Ata Evleri ve CTP

Mektupta, 12'nci dalgada gündeme gelen Ata Evleri yapılanması ve 'CTP' rumuzlu yapının canlandırılması için taleplerde bulunuluyor: “Denizyıldızı projesi, çok başarılı bu projeye atanan bahriyeli danışmanlarla beraber daha aktif çalışmalar bekliyoruz. Ata evleri ve CTP'nin canlandırılması gibi alternatiflerin oluşturulması gerekmektedir.”

Askeri okullara liste

Aksaklıklar başlığı altında "Askeri Okullara Giriş Aşaması" ve "Askeri Okullarda Okuyan Öğrenciler" in durumu ele alınıyor. Askeri okullara giriş aşamasının ele alındığı bölümde, askeri okullara giriş için hazırlanan listelere sızmaların olduğu, ‘hanımefendi'nin aracılığı ile bu listelere giren öğrencilerin sağlık problemlerinin bulunduğu ve mülakatlara iyi hazırlanılmadığı, bu nedenle de mülakatlarda elenmelerin yaşandığı iddia edililiyor. Metinde şu görüşler yer alıyor: "Bu listelere alınacak olan öğrencilerin sizlere yardımcı olacak personel yardımıyla mülakattan geçirilmesi ve eksiklerin mülakat aşamasından önce tespit edilerek tarafımıza bildirilmesi gerekmektedir."

"Dava" sözcüğü ile Ergenekon'a atıfta bulunduğu anlaşılan mektupta, Deniz Lisesi öğrencileri ile ilgili olarak "Listemizdeki öğrencilerin dava başladıktan sonra konferans ve toplantılara katılımlarında aksamalar olduğu tespit edilmiştir. Öğrencilerin psikolojisinin düzeltilmesi için toplantıların artırılması ve grupların 3 kişiye geçmemesine dikkat edilmesi gerekmektedir."

Kontrol altında tutmanın yolu 'tanıdık kızlar'

Şok mektubun Deniz Harp Okulu, Deniz Astsubay Meslek Yüksekokulu ve Genç Teğmenler başlıklı bölümlerinde şu yorumlar yapılıyor:

DENİZ HARP OKULU:

* Harp okulu öğrencilerin gruplar halindeki faaliyetlerinin devamı için sorumlu öğrencilere yapılan yardımların aksatılmaması,

* Öğrencilerle tanıştırılan kızların, öğrencilerle olan irtibatlarını aksatmamaları,

* Öğrencilerin ders ve İngilizce başarılarının artırılması adına verilen destekte aksama olmaması,

* Harp okulu öğrencilere verilen konferansların artırılması,

* Öğrencilerin morallerinin düzetilmesi için tanıdık gazeteci, bürokrat ve akademisyenlerle gruplar halinde görüştürülmesi gerekmektedir.

DZ. ASTSB. MES. YÜK. OKULU:

* Ast. Subay olacak olan bu öğrencilerden liste dışında tespit edilen isimlere verilen parasal desteğin aksatılmaması,

* Bu öğrencilere yönelik yapılan partilerin arttırılması,

GENÇ TEĞMENLER:

* Yeni mezun olmuş ve kurs aşamasındaki teğmenlere bürokrat, gazeteci ve öğretim görevlisi tanıdıklarla görüştürülmesinin aksadığı,

* Okudukları süreçte tanıştıkları kızların teğmenlerin evlerine sıksık giderek veya Kocaeli üniversitesinde tanıdık kızlarla tanıştırılarak kontrol altında tutulması gerekmektedir.

Dosyaların gizliliğine dikkat!

Mektubun son kısmında ise aksaklıkların giderilmesi ve isimlerin gözden geçirilmesi için halen eğitim gören kız ve erkek öğrenciler ile mezunların adlarının yer aldığı çeşitli renklerle tanımlanan 7 adet liste de yer alıyor.

Bu listelerin başlarına çeşitli notların düşüldüğü de aktarılıyor. Bu notlarda öğrencilere referans askeri personel ve ortak çalışma yapabilecekleri öğrencilerin de isimlerine yer veriliyor. Mektupta ayrıca Personel Listesi adı altında Kurmay Kıdemli Albay L.G., sorumlu subay Yarbay A.T'nin ve O.Ç. isimli bir kişinin cep telefonları ile email adresleri verilerek bu yolla öğrencilere ulaşılabileceği vurgulanıyor. Tuğamiral S.O.K. muhatabından özür dileyerek şu hatırlatmada bulunuyor ve mektubuna son veriyor: Söz konusu dosyaların her zamanki gibi ne kadar gizli ve özel olduğunu biliyorsunuz. Özeninize teşekkür ederim."

Ergenekon'daki muvazzaf askerler

Yeni Aktüel dergisi önceki sayılarında, Savcı Zekeriya Öz'ün Ergenekon ile ilişkisini saptayarak Genelkurmay Askeri Savcılığı'na isimlerini ilettiği ve iddianamesinde yer verdiği 5 muvazzaf askerin kimliğini yazmıştı.

Hiyerarşik sorumlu

Derginin haberine göre Savcı Öz'ün, Genelkurmay Askeri Savcılığı'ndan haklarında işlem yapılmasını talep ettiği muvazzaf askerler Korgeneral Bekir Kalyoncu, Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü, Tümamiral Ali Deniz Kutluk, Tuğamiral Cem Gürdeniz ve Albay O.S.K. Haberde, Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki organizasyonun yöneticisi olarak tanımlanıyor ve bu yapının hiyerarşik sorumluluğunu üstlenen kişi olarak gösteriliyor.

Raporları hazırlamak

Tümamiral Ali Deniz Kutluk ise örgüt adına yargı ve siyasi erkleri arasında manipülasyon yaparak gündem yaratma ve Ergenekon yapılanması kapsamında gözaltına alınan bir kısım isimlerle diyaloğa geçme suçlamasıyla karşı karşıya. Tuğamiral Cem Gürdeniz ve Albay O.S.K hakkında ise Yeni Aktüel'de şu ifadeler kullanıldı: "Ergenekon örgütünün yapılanması içinde aktif rol oymamak ve Ergenekon örgütünün hedefleri doğrultusunda bir cuntaya zemin hazırlamak için icra edilmesi gereken faaliyetleri içeren ve raporları bizzat hazırlamak."
Haber: Güngör Ergün/Bugün

İki Belge ve ÇYDD Operasyonu
18 Nisan 2009 12:01

Nokta'da Yayınlanan Genelkurmay'ın STÖ'lere emir yazısı ve Taraf'ta yayınlanan Lahika-1.... Bu iki belge ışığında ÇYDD operasyonu tekrar okunmalı..

Emre Aköz/Sabah

'Sivil ve demokrat' maskeli diğer darbe örgütleri hangileri?

Nokta dergisi Nisan 2007'de çok önemli bir belgeyi yayınlamıştı. GK Harekât Başkanlığı'na gönderilen Eylül 2004 tarihli bu belgede 'sivil toplum örgütleriyle' (STÖ) ilgili yapılacaklar anlatılıyordu.
Toplumu yönlendirmek için dost STÖ'lerle işbirliğine gidilecek, söz dinlemeyen yöneticilerin yerine hazır olda duracakların geçmesi sağlanacaktı.
Belge büyük gürültü kopardı. Çünkü hem içeriden sızmıştı, hem de cumhuriyet mitinglerinin gerçek yüzünü ortaya koyuyordu.
Yani sivil ve demokrat maskeli birçok örgüt, aslında askeriyenin uzantısıydı.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) de, 2007 baharında mitingcilerin önde gideniydi.
Mitinglerin bayraktarlığını ise Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) yapıyordu.
ADD'nin Başkanı, orgenerallikten emekli olduktan sonra da darbecilik ateşi sönmeyen Şener Eruygur idi.
İzmir mitingine kadar ADD ile ÇYDD işbirliği yaptı. Ama sonra araları bozuldu.
Çünkü ÇYDD Başkanı Türkan Saylan, "darbecilerle el ele çalışıyorsunuz" suçlamasına karşı, 'Ne şeriat, ne darbe' sloganının atılmasını istiyordu.
Eruygur ve şürekâsı ise buna karşıydı: İzmir mitinginde Saylan'ın konuşma yaparak, "darbeci ruhu sulandırmasını" engellediler.
ADD, 1960 ya da 1980 türü bir 'açık askeri darbe' olmasını isteyen kesimin temsilcisiydi.
ÇYDD ise AKP'nin iktidardan uzaklaştırılmasını arzulayan, ancak bunun açık darbe yoluyla yapılmasına karşı çıkan kesimi temsil ediyordu.
Yani ÇYDD, dost ve müttefik STÖ'ler arasında yer alıyordu ama onlar '28 Şubat' benzeri, nispeten yumuşak bir müdahaleyi tercih ediyordu.

Gelelim bugüne.
Ergenekon soruşturmasına ÇYDD'nin de dahil edilmesi birçok kişiyi rahatsız etti.
Türkan Saylan gibi yaşlı bir kadın nasıl Ergenekoncu olabilirdi? Hasta yatağından kalkarak darbe mi yapacaktı?
Bunlar makul gibi gözüken yanlış sorular. Asıl şunları sormak gerekir:
ÇYDD, Ergenekon şebekesinin neresinde? Ergenekoncular, derneğe ne derecede nüfuz etmiş durumda? Derneği Ergenekon'un emelleri için kullananlar var mı?
Bu soruları başka STÖ'ler için de sormak gerek: Faraza suyla, toprakla, ağaçla uğraşan kimi dernekler de Ergenekon'un etki alanında mı?
Dışarıdan bakıldığında son derece faydalı işler yapan bazı STÖ'ler, acaba Ergenekoncular tarafından kullanılıyor mu?
Asıl sorular işte bunlar.
Çünkü, hem Nokta'daki STÖ belgesi, hem de Taraf gazetesinin yayınladığı 'Lahika-1' adlı belge, ordunun toplumu şekillendirmeye çalıştığını apaçık gösterdi.
Ergenekon ise darbe yapmak ve en az 15 yıl iktidarda kalmak amacıyla, ordunun yaptığı toplum mühendisliğini kullanmaya çalışan bir şebeke.
Bunların ortaya çıkması gerek.

Ancak savcıların işi kolay değil.
Çünkü bizzat şahit olduğum için biliyorum:
'Kentli, eğitimli, modern' olmasına rağmen, Ergenekon'la ilgili haber ve kitapları okumayan, bu konuda kendisini bile isteye cahil bırakan bir orta sınıf var.
Bunlar bilgiyle değil imajlarla ve kanaat önderlerine bakarak tepki gösteriyor:
"Değerli bir komutan nasıl tutuklanır?.. Hasta ve yaşlı kadını niye taciz ediyorsunuz?.. O işadamı benim arkadaşım; çok tatlı bir insandır..."
Vaziyetlerini anladıkları dilden ifade edeyim: "Ignorance, like knowledge, is purposefully directed."

LAHİKA'YA SADAKAT ŞEREFİMİZDİR
20 Nisan 2009 12:32

LAHİKA deşifre oldu ama sapmadan ilerletilmeye devam ediliyor. Hayret edeceksiniz..

Her şey planlandığı gibi

Türkiye bundan bir yıldan az bir zaman önce Taraf’tan arkadaşımız Mehmet Baransu’nun bir haberini konuşmaktaydı.

Haberi “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı” manşetiyle vermişti Taraf.

“Lahika” desem belki bu kafa karışıklığında bir yerlerden çıkarırsınız.

Lahika ya da “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” Genelkurmay Başkanlığı tarafından Eylül 2007’de yürürlüğe koyulan bir plandı.

Planın yürürlüğe konulduğu tarih çok önemliydi.

27 Nisan’da e-muhtıra vererek yeniden kışladan sahaya inen asker 22 Temmuz’da halktan büyük bir ders almıştı. Ordu için işlerin iyi gitmediği, askerin imajının kamuoyu nezdinde sarsıldığı günlerdi. Anlaşılan ordu bir imaj düzeltme ihtiyacı duymuştu ve bu plan hazırlanmıştı.

Lahikanın amacı giriş bölümünde anlatılırken “Kamuoyunu TSK’nin hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek”, “TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ” gibi maddeler sıralanıyordu. Ve bu amaçlara ulaşılırken “diğer kurumlarla çatışmaya girilmemesi ve günlük siyasete müdahale ediyor görüntüsü verilmemesi” gerektiğinin altı özellikle çiziliyordu.

Bu haberle ilgili olarak Genelkurmay’dan önce “Komuta katında onaylanmış böyle bir plan yoktur” açıklaması geldi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Taraf’ı kastedip “O gazetenin arkasında kim var bakmak lazım” diyerek havayı bulandırmaya çalıştı. Tepkiler artınca ve orduya yakın merkez medyadan bile “Nedir bu” sesleri yükselince “Böyle bir plan hiç yoktur ve söz konusu gazeteye de dava açılacaktır” açıklamasını yaptı Genelkurmay.

Benim takip edebildiğim kadarıyla “Söz konusu gazeteye” Genelkurmay’dan Lahika haberiyle ilgili henüz bir dava açılmadı.

Aslında Mehmet Baransu hatırlatmasa benim de tümüyle aklımdan çıkmıştı Lahika.

Paşaların darbe teşebbüslerinin “Aa ne ayıpmış” denilip geçildiği, şık olmayan bir gözaltının ise “sivil darbe” denilerek en mühim mevzu yapılabildiği bir ülkede bu unutkanlıklar doğal.

Sahiden de Lahika’ya bugün olan bitenler çerçevesinde yeniden bakınca TSK’nın askerî vesayeti güncelleme planının adım adım ve başarıyla uygulandığını görüyorsunuz.

Mesela Eylül 2007 tarihli Lahika’da “Medyada amacı gerçekleştirecek şekilde yer alınmasını sağlamak için profesyonel destek alınmalıdır. Bu bağlamda TSK’nin temel değerlerini savunan ve koruyan niteliklere sahip sivil personelden oluşan bir kadro ile sözleşme yapılmalıdır” deniyordu.

İlker Başbuğ göreve gelir gelmez sivil halkla ilişkilerci danışmanlarla çalışmaya başladı.

Lahika’da “Basını bilgilendirme toplantıları gibi iletişim vasıtaları etkin olarak kullanılacaktır” yazıyordu. Genelkurmay haftalık basın toplantıları düzenleme kararı aldı.

Peki, Başbuğ’un “Memlekete demokrasi lazımsa onu da biz getiririz” diye özetlenebilecek son konuşması da Lahika’da muştulanmış mıydı?

“İcra Edilecek Faaliyetler” bölümünde bu konuşma tarif edilmiş adeta:

“Kamuoyu oluşturma gücüne sahip üniversiteler, sivil toplum örgütleri, sanatçılar ve basın mensupları ile temasın muhafaza edilmesi. Seminer, tatbikat gibi etkinliklerden istifade ederek bahse konu kişi ve kuruluşlarla iletişim kurulacak.”

Konuşmadaki pek çok mesaj da Lahika ile paralellik gösteriyor. Hatta Başbuğ’un konuşmasındaki sıra ile Lahika’nın esaslar bölümündeki maddelerin sırası bile aynı.

Mesela Lahika’da sırasıyla “İç dış mihraklar tarafından TSK’nın nasıl mağdur edildiği anlatılacak”, “TSK’nın din karşıtı olmadığı hedef kitlelere hissettirilecek” ve “TSK’nın çağdaş Batı demokrasilerinde yer alan sivil-asker ilişkilerini benimsediği vurgulanacak” deniyor.

Başbuğ’un konuşmasında da bu sıra bozulmuyor. Konuşmanın başında “Demokratlık kisvesi altına TSK’yı yıpratanlardan” bahsettikten sonra Başbuğ, hemen bu paragrafın ardından “Ordunun din düşmanı olmadığından” dem vuruyor, onun hemen ardından da Huntington referanslarıyla Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin Batı standartlarında olduğunu anlatıyor.

“Asıl düşman cemaatler” vurgusunun da Lahika’da benzer tınılarla yer aldığını söylemek gerek.

Lahika’da bir bölüm var ki Başbuğ’un Kürt sorunu ve demokrasi ile ilgili görece ılımlı mesajlar verdiği konuşmasını ve o konuşmayı dinlemek üzere bugüne kadar orduya yönelik eleştirel tutumlarıyla bilinen isimlerin davet edilmesinin anlamı hakkında ciddi ipuçları veriyor.

Şöyle deniyor Lahika’da “TSK’yı hedef alan gruplar içindeki bazı kişilerin desteklenmesi: Hedef kitle olarak tanımlanan siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı desteklemek ve birliği bozmak maksadıyla bu grup içindeki bazı kişilerle iletişim kurulacak, hedef kitlenin gücü azaltılarak TSK’yı yıpratma çabaları etkisiz kılınacaktır.”

Karşımızda iktidarını korumak için ciddi ve usta planlar yapan bir güç var.

Bakın bu kişilerle ilişkiler kurulurken dikkat edilecek hususlar nasıl anlatılmış:

“Gelişkin kişilikler olması nedeniyle bu tip kişiler genelde kendi gündemlerini kendileri belirlemekte ve yönlendirilmeye müsait olmayan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle, faaliyet, amacını aşabilecektir. Kamuoyu ilgisinin bu kişilerin üzerinde olması nedeniyle faaliyet, daha ilk adımda karşı propagandaların hedefi olacaktır. İcrasına karar verilmesi halinde çok ayrıntılı bir hazırlık yapılmasına ihtiyaç vardır”

“Davet ettiler, gittik” diyenlere önemle duyurulur.
Yıldıray Oğur/Taraf

Cüneyt Ülsever
Cemaat ve TSK!

DÜN Obama’nın Türkiye’ye Müslüman ve laik-demokrat ülke olarak özetlenebilecek bakış açısının Ilımlı İslam bakış açısından çok da farklı olmadığını ama Güneydoğu seçimlerinin bazı denklemleri altüst ettiğini yazdım.

Obama yönetimi için Ortadoğu’da ABD çıkarlarını savunma konusunda en güvenilir ülke: i) Müslüman yapısı, ii) çok güçlü ordusu, iii) laik-demokrat ağırlıklı rejimi ve vi) Batı’ya en yakın duran ülke olma sıfatı ile Türkiye’dir.

Ancak, 29 Mart seçimi Müslüman yapıyı (ümmetçilik) kutsayan cemaatlerin bölgede o kadar etkin olmadığını, Ulusalcıların ise zaten bölgede hiç olmadığını, PKK’ya yakın duran bir DTP’nin etkinlik açısından en güçlü unsur olduğunu ortaya koymuştur.

Ancak, ABD Türkiye’ye Kuzey Irak’ta bütünüyle ihtiyaç duymaktadır. PKK, genel dengeler ele alındığında, denklem bozucudur.

* * *
İşte ortada böyle bir kaos var iken, hemen 29 Mart’ın ardından Genelkurmay siyaseten çok önemli bir çıkış yaptı ve bence içeriden çok ABD’ye mesaj verdi. Bazı aklı evveller "Türkiye halkı" sözünü "Türkiyelilik" diye okuma zırzopluğuna sapsalar da Başbuğ’un konuşması Güneydoğu’ya çok yumuşak bakan, zımmi de olsa "genel ve sınırlı af"fa hayır demeyen, bölgede eğitime kapıları açan, mütedeyyin Müslümanları içleyen ama illa ki "cemaatleri" (Fethullahçıları) dışlayan bir konuşma idi.

Bence Başbuğ ABD’ye "Kuzey Irak’ta seninleyim ama bölgede cemaate eskisi gibi bel bağlanmaması şart!" ile demeye getiriyordu.

* * *
Aynı dönemde "cemaat" de aktif propaganda yapma ihtiyacı duymaya başladı. Yıllardır takip ettiğim Fethullah Hoca, çok saygı duyduğum siyaset üstü kimliğinden sıyrıldı ve önce "gatakulli" söylemini çıkardı, hadi o özel bir sohbetti, tüm bilimsel veriler tersini söylemesine rağmen, Yazıcıoğlu’nun trajik ölümünün suikast olduğunu, ülkede yeniden kaos çıkacağını iddia etmeye çalıştı.

Adeta, yeni bir komploya dikkat çekmek için uğraştı.

Birileri hızlarını alamadılar, 28 Şubat döneminde Hoca’cılara kök söktüren Türkan Saylan ve ekibini hedef aldılar ve zannımca en büyük taktik hatalarını yaptılar.

* * *
Tam TSK Güneydoğu’ya "barış eli" uzatırken TRT-Şeş’ten Rojin’i kopardılar, belli ki kanalı bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışacaklar, Savcılar ile Emniyetçiler birleştiler, Güneydoğu’da Kürdistan Demokratik Topluluğu’na (KCK) yönelik operasyonlara soyundular.

TSK yeni bir konum almaya çalışırken birileri de Güneydoğu’da devlet katında hiçbir şeyin değişmediğini göstermeye çalışıyor.

* * *
Maalesef, cemaatlerin de, TSK’nın da siyasetin içinde yüzdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Hükümet ayrı telden çalıyor, ona bağlı Emniyet, Adalet başka telden çalıyor.

Kimin ne kadar aklı başında olduğunu, kimin stratejisi olduğunu çözmek çok zor.

Belli ki, Obama ile başlayan yeni dönemde Bush döneminde, yanlış doğru, yerine oturmuş taşlar yeniden düzülecek, herkes yeni durumdan yeni vazife çıkarmaya çalışacak.

Biz yeni durumda yeni görev alma gayretlerinin sadece bazılarını görebiliyoruz.

Yukarıda özetlediğim iki gayret bana çok açık görüntü veriyor:

Fethullahçı cemaat/hareket yeni dönemde Bush döneminde kazandığı mukayeseli avantajı kaybetmek istemiyor.

TSK Bush döneminde kaybettiği mukayeseli avantajı yeniden kazanmak istiyor.

İkisi de kozlarını öne sürmeye devam edecekler!

hürriyet

29 Nisan 2009
Ergenekon'un ikinci iddianamesinin ek klasörlerinde, 2006'daki Güvenlik Toplantısı'nda Erdoğan'ın generallerle yaptığı tartışma da var...

İkinci Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerinde 4 Ocak 2006’daki Güvenlik Toplantısı’nda Başbakan Erdoğan’ın generallerle yaptığı tartışma da var. ORG. CÖMERT: Her sözümüze karşı çıkıyorsunuz. ERDOĞAN: Dinle! Ben kurulun başkanıyım. Benimle aynı düşünmeyebilirsiniz. ORG. BÜYÜKANIT: Din ulusun oluşumunda söz konusu değildir. ERDOĞAN: Burada size kesinlikle katılmıyorum. CÖMERT: Ümmetçi yaklaşım sergiliyorsunuz. ERDOĞAN: Dinle o zaman. Siz başka bir dünyada yaşıyorsunuz. ORG. IĞSIZ: Diyarbakır Belediye Başkanı gitmeli. ERDOĞAN: Bizim almamız yanlış anlaşılır. Hem bir tane değil ki 56 tane..

Ergenekon iddianamesinin 248 klasörlük eklerinde Başbakanlık’ta 4 Ocak 2006’da gerçekleşen güvenlik zirvesi toplantısının kayıtları da yer aldı. 204’üncü klasörde yer alan belge gazeteci Mustafa Balbay’ın bilgisayarından çıkmış. Başbakanlık’taki güvenlik zirvesi toplantısına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra hükümet üyesi bakanlar katılmış. Askerlerden ise toplantıda dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, Hava Kuvvetleri Komutanı Faruk Cömert ve Jandarma Genel Komutanı Fevzi Türkeri’nin de olduğu kuvvet komutanları bulunmuş. Kayıtlardan, komutanlar ile Erdoğan arasında başlayan karşılıklı diyalogların, zaman zaman sert tartışmalara dönüştüğü anlaşılıyor. Erdoğan’ın “dinleyin” diye uyarı yapmak zorunda kaldığı toplantı, askerlerin “irticai tehdit” ve “bölücü faaliyetler” maddeleriyle yaptığı sunumla başlıyor. İşte o toplantının kayıtları:

Milli Savunma Bakanı: Belirtilen konuların bir kısmı asayişe müteallik konulardır. Türkiye’de hiçbir avrupa ülkesinde olmadiği kadar savcılar bağımsızdır. Bu müşahhas suçlar savcılıklara iletildi mi acaba.

Deniz Kuvvetleri Komutanı: Gölcük’teki olay iki sene önce oldu. Savcıya intikal ettirildi. Fakat hiçbir işlem yapılmadı.

Başbakan: İrtica konusu hassastır. Sizinle hemfikirim. Bu konuda ortak dil geliştirilmelidir. Cumhuriyetin ilk döneminde irtica vardı. Fakat bugün yok. “Cumhuriyet halkla kucaklaşamadı” denilmemeli. Bugün büyük bir çoğunluk laiklikle barışıktır. (...)
Tek parti döneminden yakın zamana kadar irtica malzeme olarak kullanılmıştır. 82 Anayasası’nda yer alan laiklik tanımı parti programına kondu. Atatürk’ün din eğitiminde öncelikli hedefi aydınlatılmış din adamlarının yetiştirilmesi olmuştur. Atatürk, Elmalılı Hamdi’ye zira tefsir yazdırmıştır. İlahiyat, İmam Hatip Atatürk’ün fikridir.

Dini de laikliği de istismar yalnış
Burada üzülerek izliyorum ki, İmam Hatip konusunda rahatsızlık var. Bu okulların olmayışı merdiven altı din eğitimine sebep verir. Rejim karşıtı aşırı uçlar var. Bunu kabul ediyorum. Bunlara mücadele hukuk içerisinde yapılmalıdır. (...)
Din istismarı yanlış olduğu gibi, laiklik ve irtica üzerinden de prim yapılması, bunların malzeme olarak kullanılması da yanlıştır. Atatürkçülük herkesin ortak malıdır. Kimsenin tekelinde değildir. Dindarlara suçlu muamelesi yapılmamalıdır. (...)
Ben tabii ki YAŞ’ta askeri konuların konuşulmasını isterim. MGK var. Biz neden o toplantıları yapıyoruz. Burada sadece TSK ile ilgili konuları görüşmemiz lazım.

Askerin İmam Hatip şikayeti

Genkr. Başkanı: Kutlu doğumun mülki amirlerle ilgisi yok. MEB yönetmeliğinde böyle bir konu yok. Kendi yönetmeliğinde yer almamasına rağmen internet sitesine bu konuyu koymuştur. Sunumda İmam Hatiplere karşı bir tavır yok. İmam Hatip okullarını farklı açılara çekmek isteyenler var. İmam Hatipler’de yapılan anketlere göre öğrencilerin yüzde 85i laikliğe inanmıyor. Dolayısıyla, maalesef İHO’ları aydın din adamı yetiştirmiyor. Bazılarının istismar ettiği okullar haline geldi bu okullar.
(Atatürk’e hakaret ile ilgili) toplumda şöyle bir eğilim var. Atatürk’e kim hakaret ederse toplumda Atatürk’e teveccüh artıyor. O kişinin (Yayla) isminin önünde Prof. olabilir. Ama bu kadar cehalet ancak okumakla olur.

Başbakan: Yayla, orada sorular üzerinde cevap veriyor. Soruyu soran gazeteci. Başka Prof.lar da başka şeyleri eleştiriyor. Bunlar da yaşanan şeyler. Tabii, “bu adam” ifadesinin kullanılmaması lazım idi.

Gnkur. Başkanı: Şimdi müsaadenizle bir ara veriyorum.

Kara Kuvvetleri Komutanı: Müzakereye devam etmeyecekmiyiz?

Gnkur Başkanı: Ama programın çok gerisinde kaldık. (Ara verildi)

(15 dakikalık arada 3. Ordu Komutanı Orhan Yöney ile KKK arasında şu diyalog geçti.)

Orhan Yöney: Her sene bu konuyu açıyoruz. Hep top bizde kalıyor.

KKK: (Gnkur.bşk.nın sözüne atfen) zaman kalmadı olur mu?

Orhan Yöney: Akşam Cumhurbaşkanına gidilecek.

KKK: Ya bana ne. Giderlerse gitsinler.

(Kendi aralarına İmam Hatiplerin mevcut oranlarını görüştüler. TESEV’in raporu üzerinde söz ettiler.)

KKK: Bunu söylersek (Başbakan) morarır. Bak şimdi buna ne diyecek bakalım.

(Aradan sonra KKK söz aldı.)

KKK: Bu konuya biraz üst seviyede baksak iyi olur. Anayasa 2. maddesinde Atatürk milliyetçiliğine bağlılık niteliği var. Bizim en büyük kabahatimiz bu konuyu anlatamamızdır. Ülkü, dil, kültür birliği ulusun oluşmasında temel unsurlardır. Din konusu ulusun oluşumunda söz konusu değildir.

Başbakan: Burada size katılmıyorum.

KKK: Belki de farklılığımız buradan kaynaklanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin iki temel tehdidi mevcuttur. Bölücü terör ki bunun altında etnik milliyetçilik vardir. İkinci tehdit olan irticada ise devletin esasını din temelleri üzerine oturtmak vardır. (...) Din konusuna saygılıyız. Tartışılacak bir noktası yok. Ulus devletin üç temel niteliğinden başka bir niteliğin ön plana çıkmasına irtica diyebiliriz.
Elimde bir araştırma var. Bilimsel olduğu iddia edildiğinden bilimseldir diyebiliriz. (TESEV’in raporu) Soru şu: Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Yüzde 44.6’sı öncelikle Müslüman olarak tanımlıyor.
Atatürk’ten sonraki bütün nesillerin suçudur bu. Bu bizi rahatsız ediyor.

Kendisine ‘Türk’ diyenler azalıyor
Kendini öncelikle Türk olarak tanımlayanların oranı 1999’da yüzde 20.8 iken 2006’da yüzde 19.4’e inmiştir. Öncelikle Türk vatandaşı olarak tanımlayanların oranı 1999’da yüzde 34 iken 2006 yılında bu oran yüzde 29’a inmiştir. Bizi rahatsız eden boyut bu. Sizce Türkiye parti sistemi içinde temelinde din olan parti yer almalı mı sorusuna 1999’da yüzde 25 evet derken 2006’da bu oran yüzde 41’e çıkmıştır. Üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur bu. Bu gelişmeler bizi rahatsız ediyor. Endişelendiriyor.
2003 yılında yüksek öğretim kurulu ve diyanet işleri başkanlığından alınan rakamlara göre diyanet işleri başkanlığının kadro ihtiyacı 5500’dür. İmam Hatip Lisesi mezunlarının sayısı ise 25.000’dir.

Başbakan: Bu mümkün değil

KKK: Kimse İHL ve ilahiyat fakültelerine karşı değil.

Başbakan: Bu sayıları Milli Eğitim Bakanlığı ile bir check edin. Bu rakamları nereden aldınız?

KKK: Bekir Kalyoncu paşadan.

Başbakan: Bekir Bey nereden aldıysa yanlış almış.

Korg. Bekir Kalyoncu: RTÜK’ten aldım.

Başbakan: Sıkıntı zaten orada

Gnkur. Başkanı: Bu rapor TESEV’in bunun bilimsel bir tarafı yok.

Başbakan: Kendisinin tarikat şeyhi apaçık belli olan, sakalı olan bir kişinin başkanlığını yaptığı partiye karşı bir uygulama yapıldı mı?

KKK: Biz hukuk devleti diyoruz. Siz tavır alırsanız birileri etkilenir.

Başbakan: Savcılar niçin müdahale etmiyorlar.

Hava Kuvvetleri Komutanı: Hukuk devletinde savcı yasa neyse onu yapar. Siz hangi kanunu çıkarırsanız savcı onu uygular.

Başbakan: Sayın Cömert! Yoruma göre değişiyor.

Hava Kuvvetleri Komutanı: Biz hukuk sistemini de suçlamayalım.

Başbakan: Ama şunu da bileceğiz. Hukuk matematik değildir. Bana şeytan diyorlar. Bütün bunlara rağmen savcılık birşey yapmıyor.

‘Siz hangi dünyada yaşıyorsunuz’

Hava Kuvvetleri Komutanı: Bizim her söylediğimize siz karşı çıkıyorsunuz.

Başbakan: Dinle! Ben bu kurulun başkanıyım. Siz üye olarak benim sizinle aynı şeyi düşünmediğimi söylüyorsunuz. Ben de başkan olarak kendi düşüncemi söylüyorum.

Hava Kuvvetleri Komutanı: Açık olarak söylüyorum. İktidarınızda öyle şeyler yaşanıyor ki büyük değişimler var ülkemizde. Okullar, TV’ler din ağırlıklı. TRT dini yayınlar yapıyor.

Başbakan: Siz hangi dünyada yaşıyorsunuz. Nerede yaşanıyor bunlar.
Hava Kuvvetleri Komutanı: TR 2’de her sabah dini program yayınlanıyor. Bir milli eğitim bakanlığı var ki bütün meselesi İHL, dini konular vesaire vesaire.

Başbakan: Katılmıyorum.

Hava Kuvvetleri Komutanı: MEB’in o kadar sorunu varken Millilikten uzaklaştırılan bir eğitim sistemi var. Kısacası, hükümet başı olarak partinizin hassas olması, üniter devlet yapısına sahip çıkmasını istiyoruz. Ümmetçi yaklaşım sergiliyorsunuz.

Başbakan: Dinle o zaman beni. Siz başka bir dünyada yaşıyorsunuz. Size birileri birşeyler getiriyor, onlarla konuşuyorsunuz. Biz okullara bilişim teknolojilerini getiriyoruz. (örnekler veriyor) Doğuda Güneydoğuda (şunları şunları) yapıyoruz. Tabi siz oralarda fazla dolaşmıyorsunuz. Siz bunları takip etmiyorsunuz. Benden başka o bölgeye giden lider yok. TC vatandaşlığı üst kimliğini ben dile getiriyorum. Eğer takip ettiyseniz görürsünüz. Laiklik konusunda tavrımız bellidir. Davet edin MEB bakanını konuşsun. “Milli Eğitim Milli değildir” yaklaşımını kabul etmiyorum. Ama kafatasçı yaklaşıma da sahip değildir.
Kadrolaşmalardan bahsediyorsunuz... Personelden sadece 52 tanesi İmam Hatip menşelidir. Bunlar da bizden önceki dönemde devlete girmişler.
Şu anda KPSS ile memur alıyoruz. Bu sınavı biz çıkarmadık, rahmetli Ecevit zamanında uygulamaya başlandı.
Adalet bakanlığına hakim alacağiz. Yıllar yılı hangi sistemle alınıyorsa o sistemle alacağız. Ama daniştay alamazsınız dedi. Yüksek Askeri Şura’da bu konuların yeri olmamalı. Milli Güvenlik Kurulunda bu konuları görüşebiliriz. Şeklinde ifadelerin yer aldığı görülmüştür.

Hükümete “Osman Baydemir’i görevden alın” baskısı
Aynı toplantıda kuvvet komutanları Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in görevinden alınmasını istiyorlar:
Devletin tüm organları terör konusunda kararlılığını ortaya koymalı. Bizim iki beklentimiz var. Birinci beklentimiz şudur: Diyarbakır Belediye Başkanı suç işlemektedir. İç İşleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılma şartları oluşmuştur. Talep hukuk dış bir uygulama değildir. Hoşgörü devam edecek olursa, terör örgütü faaliyetlerini şehre taşıyacaktır. İkinci beklentimiz ise, köy korucuları terör örgütü sempatizanlarının hedefi konumundadır, korucuların güvenlik kuvvetlerine katkısından faydalanıyoruz. Bu konuda 2 sorun bulunmaktadır. Birincisi: Koruculardaki zayiatları telafi edemiyoruz. Talebimiz, 2000 yılında çıkarılan genelge ve eylem planının yeniden gözden geçirilmesidir. İkincisi de GKK sisteminin ıslahı ile ilgilidir.

Milli Savunma Bakanı (MSB): Diyarbakır Belediye Başkanı’nın görevden alınması konusunu İç İşleri Bakanlığı düşündü. Fakat, yargıyla ilgili problem sahaları tespit edildiği için (kararın geri dönmesi gibi) bundan vazgeçildi.

Başbakan: Diyarbakır Belediye Başkanı konusunu malumunuz MGK’da da görüşmüştük. Bu konuda yargı ile ilgili problemler var. İki kez cenazenin belediye araçları ile taşınması mahkemeye intikal etti. Ancak, mahkeme onların lehinde karar verdi. Mahkemenin görevden alması farklı şey, bizim görevden almamız farklı şey. Bizim görevden almamız yanlış anlaşılır. Bu Belediye Başkanları bir tane değil ki, 56 tane. Son afet olaylarında birşeyler yapmak istediler. Ama devlet olarak onların önünü kestik.
Geçici köy korucuları ile ilgili bir çalışma yapıyoruz. Bununla ilgili yasa çıkaracağız. Başbakan ile yapılan toplantının ardından komutanların kendi arasında yaptığı toplantıda Baydemir hakkında dikkat çekici diyaloglar geçiyor:

J. Gn. K.: Belediye Başkanı dışarı çıkarken validen İzin almalı. Diyarbakır valisi Baydemir’in gidişine müsaade etmesin.

Gnkur. Bsk.: Belediye başkanlarının (Özellikle Baydemir’in) DTP’ye sormadan dışarı gitmesinden, parti aslında rahatsız. Bunları birbirine düşürecek nifak tohumları bulunabilirse, zayıflatmak daha kolay olur.

KKK. Org. Yasar Büyükanıt: Hükümetin samimiyetine inanmıyorum. Bu konuda J. Gn. K’na katılıyorum. Başbakan’ın danışmanlarının çoğu bölge kökenli, terörle mücadeleyi olumsuz etkileyen hususlar arasında.
Kaynak: Taraf

Ordu içindeki darbeci kanat, Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün AKP hükümetiyle ilişkisini adım adım takip ettirmiş

29 Nisan 2009 İkinci Ergenekon iddianamesinin eklerine konan ve Mustafa Balbay ait evraklar arasında çıkan bir belge, Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ile AKP hükümeti arasındaki ilişkinin askeriye içindeki bir grup tarafından adım adım izlendiğini ortaya koyuyor.
Balbay’ın dizüstü bilgisayarından silinmiş olan ve ancak hardiski üzerinde yapılan çalışma ile ortaya çıkarılan “KEMAL.doc” adlı kim tarafından yazıldığı belli olmayan istihbarat raporuna göre; 8 Ocak 2003 tarihinde dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök medya organlarının temsilcileriyle Gazi Orduevi’nde yaptığı toplantı öncesinde dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e haber yollayarak Gül’den “Kuvvet komutanlarından baskılar geldiği için bu konuşmayı yapacağım. Ciddiye alıp, kamuoyu önünde tartışma konusu etmeyin” ricasında bulunuyor.
Taraf gazetesinin haberine göre; Özkök’e hükümet ile yakın ilişkileri dolayısıyla suçlayıcı ifadelerin yer aldığı, bir takım dinleme ve izlemelere dayanarak hazırlandığı belli olan belgede o günlerde henüz AKP Genel Başkanı koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan ile Hilmi Özkök’ün Ege Ordu Komutanlığı’nda görevli bir Kurmay Albay aracılığıyla görüştükleri iddiasına da yer veriliyor.
İşte Balbay’ın sildiği evrakları arasından çıkan askerin Hilmi Özkök-AKP istihbarat raporundan bazı bölümler...

HABERLEŞMEYİ AZİZ AKGÜL SAĞLIYORDU
“Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök tarafından medya organlarının temsilcilerine 5 Ocak 2003 günü Gazi Orduevi’nde yapılan konuşma, aynı günün sabahı Başbakan Abdullah Gül’e ulaştırılmıştır. Elde edilen kesin bilgiye göre, Genelkurmay Başkanı’nın koruma astsubaylarından biri, Emek 7. Cadde girişinde AKP Diyarbakır Milletvekili ve aynı zamanda emekli albay olan Aziz Akgül’ü alarak, doğrudan Orgeneral Özkök’ün konutuna götürmüştür. Burada Akgül ve Özkök arasında yapılan görüşme yaklaşık 25 dakika sürmüştür. Akgül, görüşme sonunda aynı yöntemle geri götürülmüştür. Görüşmede, Org. Özkök’ün, Akgül’e, Askeri Şûra üyelerinden gelen baskı nedeniyle söz konusu konuşmayı gerçekleştireceği, konuşmanın ciddiye alınarak kamuoyunda tartışma yaratılmaması ricasında bulunduğu bizzat Akgül tarafından Başbakan’a iletilmiştir.
Genelkurmay Başkanı’nı Kara Harp Okulu’nda görev yaptığı dönemde tanıyan Aziz Akgül’ün kasım, aralık, ocak ve şubat aylarında en az dört kere konuta getirilerek Org. Özkök’le görüştürüldüğü de öğrenilmiştir. Ege Ordu Komutanlığı Karargahı’nda görevli bir Kurmay Albay’ın AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök ile sık sık görüştüğü, karşılık olarak gönderilen mesajları ulaştırdığı ve Genelkurmay Başkanı’nı bazı orgeneraller aleyhinde yönlendirdiği öğrenilmiştir. Nitekim, söz konusu albayın yılbaşına yakın bir dönemde AKP Genel Başkanı’nın ve hemen sonrasında da Genelkurmay Başkanı’nı ziyaret ettiği öğrenilmiştir.

GÜL'E ŞÛRA MESAJI
Genelkurmay Başkanı org. Hilmi Özkök, Başbakan Abdullah Gül’e, “Ordu içinde bana direnenler var. Bunları küçümsemiyorum. Direnen bu kişiler genelde din karşıtlığında radikal davranan kişilerdir. Benim gücüm Ağustos 2003 Yüksek Askeri Şûrası’nda bunların bir çoğunu pasifleştirme, terfi ettirmeme ve emekli etmeye yetmez. Ben bunların önemlilerini size önceden bildireceğim. Şûra’da gördüğünüzde bu isimlere karşı direnirseniz yararlı olur” demiştir. Teklif, Abdullah Gül tarafından olumlu karşılanmıştır.

KIVRIKOĞLU BENİ ENGELLEDİ
Genelkurmay Başkanı’nın aynı konuşmada Başbakan’a, "28 Şubat hatadır. Müslüman’a zarar vermiştir. Orduya da zarar vermiştir. Ben Genelkurmay 2. Başkanlığım sırasında bazı hataları düzeltmek istedim. Ama Kıvrıkoğlu’nun engellemeleriyle karşılaştım. Şimdi ise düşündüklerimi yapabileceğime inanıyorum" demiştir.”
Ergenekon tutuklusu Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’da çıkan belgede, Özkök’ün irticayla mücadelede sergilediği tavır da eleşitiriliyor. Özkök’ün karargahtaki ilgili birimlere bir talimat verdiği belirtilen raporda şu ifadeler dikkat çekiyor: Genelkurmay Başkanı tarafından verilen söz konusu talimatla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 28 Şubat sürecinde türban konusunda izlediği kararlı tutumun değişebileceği, irticai unsurların bu kez de türban yerine peruğu siyasi simge olarak kullanacağı, imam hatipliseleri ve üniversiteler yanında kamu kuruluşlarında da çok sayıda bayanın peruk takma yöntemini izleyeceği, hatta AKP iktidarının tutumuna göre peruk takmayanlara baskı yapılabileceği anlaşılmaktadır.
netgazete

Emekli Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu kesinleşen "Darbe Günlükleri"nin hiç yayınlanmayan bölümleri de Ergenekon davasının ekleri arasına girdi

01 Mayıs 2009 Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen “Darbe Günlükleri”nin daha önce yayınlanmamış bölümleri de, 13. Ağır Ceza Mahkamesi’nde duruşmaları devam eden Ergenekon denilen dava hakkında hazırlanan ikinci iddianamenin ek delil klasörleri arasında yer aldı.

İLK KEZ NOKTA’DA YAYINLANMIŞTI

İlk kez 2007’nin Mart ayında Nokta Dergisi’nde Alper Görmüş tarafından gündeme taşınan “Günlükler” in, 2003 ve 2004’te tasarlandığı iddia edilen Ayışığı ve Sarıkız darbe planları ile ilgili bölümleri yayınlanmıştı.

Örnek’in, 1957’den beri düzenli olarak tuttuğu 3 bin sayfalık günlüğün geri kalanı ise sır olarak kaldı. Özden, kamuoyunda geniş yankı uyandıran ve Nokta’nın kapanmasına neden olan bu “Günlükler”in kendisine ait olmadığını iddia etti ve Alper Görmüş hakkında “hakaret” ve “iftira” davası açtı.

Açılan davadan beraat eden Görmüş, 7 Mart 2008 tarihinde elektronik ortamdaki günlüklerin bir kopyasını CD halinde Ergenekon soruşturmasını yürüten Savcı Zekeriya Öz’e verdi. Günlüklerin kime ait olduğuna dair tartışma devam ederken Alper Görmüş, savcılığın (Zekeriya Öz) yaptırdığı araştırma sonucunda günlüklerin Özden Örnek’in bilgisayarından çıktığını tespit ettiğini açıkladı.

ERUYGUR VE BALBAY’DA ORTAYA ÇIKTI

2007’den beri “darbe” konulu her tartışmanın odağına oturan “Günlükler”, 5 Temmuz 2008’deki 6. Dalga Operasyonu kapsamında gözaltına alınan eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur ile Cumhuriyet Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’da ele geçirildi.

Eruygur ile Balbay’daki günlükler Özden Örnek’in bilgisayarından çıktığı kesinleşen günlüklerle karşılaştırıldı. Günlüklerin aynı olduğu anlaşılınca da soruşturma savcıları tarafından geçtiğimiz Pazartesi günü avukatlara CD halinde sunulan ek delillerin 208 nolu klasöründe yer aldı.

Daha önce kamuoyuna yansımayan bölümleri içeren bu günlüklerde Özden Örnek’in, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na atanmayı beklerken geçirdiği gerilimli süreci, komutanların kendi aralarındaki çekişmeleri ve Örnek’in bazı işadamlarıyla ilişkileri tüm detaylarıyla yer aldı.

VATAN, 13. Ağır Ceza Mahkamesi’nde duruşmaları devam eden ve adına “Ergenekon” adı verilen davanın ek delil klasörleri arasında yer alan günlüklerin çarpıcı bölümlerini derledi.

Asker: Bize meydan okudunuz
Erdoğan: Bu tabir doğru değil

Özden Örnek’in ek klasörlerde yer alan günlüklerinin en çarpıcı bölümlerinden biri 2003’teki YAŞ toplantısında askerlerle Başbakan Erdoğan arasında geçen sert tartışma...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2003’te katıldığı ilk Yüksek Askeri Şura Toplantısı’nda 18 subay irticai faaliyette bulunduğu gerekçesi ile ihraç edilmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bu kararlara şerh koymuştu. Toplantının gergin geçtiği kamuoyuna yansısa da detaylar pek konuşulmamıştı. Daha ilk dakikasında tavırlı başlayan YAŞ’ta, dönemin kuvvet komutanları ile Başbakan Erdoğan arasında geçen sert tartışmalar ve gerilim dozu yüksek toplantının atmosferine dair detaylar Özden Örnek’in günlüklerinde en ince ayrıntısına kadar yer aldı. Şener Eruygur’dan ele geçirilen 1 Ağustos başlıklı Özden Örnek’e ait günlüğe o günün gerilim dolu atmosferi satırlara şöyle yansıdı:

SELAMLAMADIK

1 Ağustos 2003

. RTE (Başbakan Recep Tayyip Erdoğan) Genelkurmay Başkanı (Orgeneral Hilmi Özkök) ile beraber salona girdi. Salonda bulunan tüm orgeneraller ve amiraller kendisine ne selam verdiler ne de ayağa kalktılar. Başbakan ilk olarak açılış konuşmasını yaptı. Adamın bütün konuşması bir takiyye idi. Anayasa’nın değiştirilemeyen maddelerine gönderme yaptı ve Atatürk’ten bahsetti. Bunun üzerine ordudan ihraç edileceklerin görüşmesine geçildi. 18 kişinin durumu görüşülmeye başlandı.”

İKİ MEKTUP

MSB. (Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül) Geçen şurada olduğu gibi bu Şura’da da çekince koyacağını ve bu çekinceyi tüzüğün 24.inci maddesine göre doğal hakkı olduğunu ifade etti.

Arkasından Başbakan da kendisinin de çekince koyacağını açıkladı. Bunun üzerine üyelerden bazıları söz alarak konuşmak istediler.

Asporuk Paşa (Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur Asparuk) iki mektup okudu. Genel teması irtica nedeni ile ihraç edilmiş olan iki astsubayın pişmanlık duygularına dair olan mektuplardı. Hükümete mesaj ise bizim yaptığımız iyidir, atılanlar bile bizi teyit ediyor.

DOĞAN ÇIKIŞTI

Çetin Doğan General ise “Siz Aralık Şurası’nda da çekince koydunuz (Abdullah Gül Başbakan olarak katılmıştı 26 Aralık 2000’deki YAŞ toplantısına) ve o günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Bizim yaptığımız işlem tamamen yasaldır. Eğer yapılan bu yasal ile işlemi beğenmiyorsanız bugüne kadar yasalı değiştirseydiniz. Tabanınıza hitap edeceğim diye yaptığınız iş ülkeye değil partinize yaramak ve yaranmak üzere yapılmaktadır. Bu nedenle de samimi olduğuna inanmıyoruz ve bunu silahlı kuvvetler bir meydan okuma olarak kabul ediyoruz” dedi.

GÜVEN SORUNU

Söz alan Kara Kuvvetleri Komutanı (Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman) ise “Hükümet ile silahlı kuvvetler arasında büyük bir güven sorunu vardır” dedi. Bilahare söz alan MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç ise, “Atılan askerlerin devlette veya bazı siyasi partilerin hakim olduğu belediyelerde iş bulmaları bizi gücendirmektedir. Bir çeşit bizimle alay edilmekte ve siz atarsanız bizde alırız denmek istenmektedir” dedi. Söz alan Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ise, “Biz çok dikkatli davranıyoruz ve çok esaslı bir elemeden geçiyoruz hata yapma olasılığımız az” dedi ve bir örnek verdi.

TAVSİYE

Yansı ile Genelkurmay Başkanı (Orgeneral Hilmi Özkök) söz alarak, “Şerh koymak yasal hakkınız ancak eğer koymazsanız bu dışarıya bizim bir bütün olduğumuz şeklinde yansıyacaktır ve bu dönemde ihtiyacımız olan konuda budur” dedi.

SIRA ERDOĞAN’DA

Bunun üzerine RTE söz alarak “Bir güven bunalımı yoktur. Bu konuyu abartıyorsunuz, din istismarına bizde karşıyız. Ama anlamadığımız şey güzide silahlı kuvvetlerimiz acaba neden bu sorununu yargı yolu ile halletmiyor. Biz diğer kararların örneği terfilerin yargıya kapalı olmasından yanayız ama atılanlara da ses çıkarmıyoruz. Onların bunu hak ettiğine inanıyoruz ama atma işleminin hukuk yoluyla ve yargıya açık olarak yapılmasını istiyoruz. Silahlı kuvvetlerimiz aca
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt May 02, 2009 12:43 am    Mesaj konusu: Tugamiral’den "SaygIdeger HanIm Efendi" ye Alıntıyla Cevap Gönder

Hakkı Adil

Tuğamiral’den "Saygıdeğer Hanım Efendi" ye Mektup Üzerine

Bugün Gazetesi’nin 18.04.2009 tarihli haberine göre, Ergenekon'un 12'nci dalgası kapsamında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin İstanbul Kadıköy Şubesi'ndeki aramalarda bilgisayarın hard diskinde, Tuğamiral O.S.K'ya ait ilginç bir mektup ele geçirilmişti. "Saygıdeğer Hanım Efendim" ibaresiyle başlayan mektupta ÇYDD ile birlikte yürütmekte oldukları projelerden bahsediliyor, özetle Hanım Efendiden üç talepte bulunuluyordu.

Bunlardan bir tanesi askeri okul öğrencileri ve mezun olmuş teğmenlerin kontrol altında tutulmalarıyla ilgiliydi. Diğeri, “Denizyıldızı projesi” ne atanan bahriyeli danışmanlarla beraber daha aktif çalışmalar yapılması, Ata evleri ve CTP'nin canlandırılması yönündeki talepti. Üçüncü olarak, dosyaların gizli ve özel olması dolayısıyla muhafazasına özen gösterilmesiydi.

Mektupta açıklanan ilişkiler aşağıda bahsedileceği üzere, dudak uçuklatacak nitelikteydi.

Askeri Öğrencilerin Kontrol Altında Tutulması Meselesi

Mektubun “Askeri Okullara Giriş Aşaması” nın değerlendirildiği bölümde; askeri okullara giriş için hazırlanan listelere sızmaların olduğu, ‘hanımefendi'nin aracılığı ile bu listelere giren öğrencilerin sağlık problemlerinin bulunduğu ve mülakatlara iyi hazırlanılmadığı, bu nedenle de mülakatlarda elenmelerin yaşandığı belirtiliyor. Mektubun devamında, “bu listelere alınacak olan öğrencilerin sizlere yardımcı olacak personel yardımıyla mülakattan geçirilmesi ve eksiklerin mülakat aşamasından önce tespit edilerek tarafımıza bildirilmesi gerekmektedir." ifadesine yer veriliyor.

Mektubun bu bölümündeki ifadelerden, askeri okullara girecek öğrencilerin isminin önceden ÇYDD tarafından belirlendiği, bu isimlerin liste olarak Tuğamiral O.S.K'ya verildiği anlaşılmaktadır. Mektuptaki ifadelerden, Tuğamiral ve arkadaşlarının mülakat aşamasında yeterince müdahil olamadıkları, mülakatlarda yaşanan elemeler dolayısıyla listenin delinmesinden çok rahatsız oldukları ortaya çıkıyor. Durum hakikaten böyleyse, ortada Türk Silahlı Kuvvetleri ve hukuk adına vahim bir durum söz konusudur.

Bir defa ortada açık bir hukuk ihlalinin mevcut olduğu meydandadır. Bu mektup, askeri okullara giriş imtihanında, eşitler arasında bir yarışın yapılmadığını, ÇYDD tarafından hazırlanan listede yer alan isimlerin, diğerlerine göre önceliğe sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hatta liste haricinde imtihanı kazananlardan rahatsızlık duyulduğu mektupta alenen belirtilmektedir.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus bir derneğe, askeri okullara alınacak öğrencileri tespit edip, hazırlama yetkisini kimin verdiğidir. Ordunun müstakbel personelini seçme hakkını bir derneğe devretmesi, herhalde TSK tarihinde ilk defa karşılaşılan bir durumdur.

Mektubun "Askeri Okullarda Okuyan Öğrenciler" in durumunun ele alındığı bir diğer bölümünde; Harp okulu öğrencilerin gruplar halindeki faaliyetlerinin devamı için sorumlu öğrencilere yapılan yardımların aksatılmaması, öğrencilerle tanıştırılan kızların öğrencilerle olan irtibatlarını aksatmamaları, öğrencilerin ders ve İngilizce başarılarının artırılması adına verilen destekte aksama olmaması, Harp okulu öğrencilere verilen konferansların artırılması, öğrencilerin morallerinin düzetilmesi için tanıdık gazeteci, bürokrat ve akademisyenlerle gruplar halinde görüştürülmesi gerektiği bildirilmektedir. Yine Dz.Astsb.Mes.Yük.Okulu öğrencileri ile ilgili olarak; Ast. Subay olacak olan bu öğrencilerden liste dışında tespit edilen isimlere verilen parasal desteğin aksatılmaması, bu öğrencilere yönelik yapılan partilerin arttırılması talep edilmektedir.

Burada, bir kısım harp okulu öğrencilerinin niçin bir sivil derneğin bursuna muhtaç bırakıldığı, öğrencilerin ders ve İngilizce başarılarının artırılması için sivil bir dernekten destek talep etmek yerine, eğer varsa, eğitim eksikliğinin neden harp okulu bünyesinde giderilmeye çalışılmadığı, harp okulu öğrencilerinin moral bozukluğunu düzeltmek için neden “tanıdık” gazeteci, bürokrat ve akademisyenlerle gruplar halinde görüştürülmesine ihtiyaç duyulduğu cevaplanmaya muhtaç sorulardır.

Hele dernek tarafından harp okulu öğrencileriyle tanıştırılan kızların, öğrencilerle olan irtibatlarını aksatmamalarına ilişkin talep, oldukça manidardır. İşin ahlakiliği bir yana, kız-erkek arkadaşlığı neticede kişisel tercihlerle ilgilidir. ÇYDD’nin kızlarla erkekleri bir araya getirip irtibatlarını sağlama ve devam ettirme fonksiyonu herhalde dernekler kanununa da uygun olmalıdır.

Bu konuda, yeni mezun olmuş ve kurs aşamasındaki teğmenler için de dernekten (ÇYDD) benzer bir talepte bulunulmaktadır. Komutan "Saygıdeğer Hanım Efendi" den okudukları süreçte tanıştıkları kızların teğmenlerin evlerine sık sık giderek veya Kocaeli üniversitesinde tanıdık kızlarla tanıştırılarak kontrol altında tutulması gerektiğini bildirmektedir.

Bir komutanın kadın erkek ilişkilerinin devreye sokularak, kendi personelinin kontrol altında tutulmasını bir "Saygıdeğer Hanım Efendi" den rica etmesi dehşet verici bir taleptir. Eğer bu talebe uygun cevap verilmişse, bu ÇYDD’nin yönlendirdiği kızlara cinsel meta muamelesi yapmakla suçlanmasına neden olacaktır.

Yine söz konusu mektupta, yeni mezun olmuş ve kurs aşamasındaki teğmenlerin bürokrat, gazeteci ve öğretim görevlisi “tanıdıklarla” görüştürülmesinin aksatılmaması istenilmektedir. ÇYDD bir bakıma, askeri öğrenciler ve yeni mezun olan teğmenlerin dış dünyaya, sivil hayata açılan kapısı rolünü oynamaktadır. Bunlara kız arkadaş temin etmekte, “tanıdık” bürokrat, gazeteci ve öğretim görevlileri ile tanıştırarak onların sivil dünya ile irtibatlarını biçimlendirmekte ve en önemlisi “kontrol altında” tutmaktadır.

Mektupta geçen “Ata Evleri” isimli projeye gelince; Projenin Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (USTKB) Sözcüsü Hamdi Gökhan Ecevit (Aynı zamanda TSK Mensupları Çocuklarının Dayanışma Derneği (TAÇ-DER) Başkanı) tarafından ÇYDD desteğinde hayata geçirildiği, 1 sene içinde yaklaşık 80 tane ev açıldığı iddia edilmektedir. Basına yansıyan iddialara göre, bu evlerde ÇYDD'den burs alan öğrencilerin kız-erkek ikamet ettirildikleri, evlerde kalan bazı kız öğrencilerin özellikle askeri okul öğrencileri ile ilişki geliştirmeleri yönünde yönlendirme yapıldığı öne sürülmektedir.

Denizyıldızı Projeleri de Nedir?

Mektupta bahsedilen “Denizyıldızı Projesi”, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV)tarafından yürütülmekte olan iki farklı projedir.

Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) tarafından yürütülen “1800 Deniz Yıldızı” projesinin mahiyeti ve amaçları vakfın kendi internet sitesinde anlatılmaktadır.(http://www.cev.org.tr/ /Default.aspx?pageID=18&nID=114 ). Bu proje, Jandarma Genel Komutanlığı tarafından yapılan bir çağrıya cevap olarak, Eylül 2003 yılında ortaya çıkmıştır. Jandarma Genel Komutanlığı "1800 Deniz Yıldızı" sloganıyla, çağdaş ve bilimsel eğitim olanaklarını Türkiye'nin tüm ilçelerinde yaşayan gençlere ulaştırmayı hedeflemektedir. Amaç, orta öğretim kurumlarında eğitim gören ihtiyaç sahibi öğrencilere öğrenim bursları vererek, onların yüksek öğrenimlerini tamamlayıp meslek sahibi bireyler olarak topluma katılmalarını sağlamaktır.

Bu projeye göre, Türkiye’de mevcut 900 ilçede lise ya da meslek okullarında okuyan ikişer öğrenciye burs verilecektir. Burs verilecek öğrenciler bizzat o bölgede ki Jandarma Komutanlıkları vasıtası ile seçilmektedir. Çağdaş Eğitim Vakfı Jandarma tarafından tespit edilip seçilen bu öğrencilere üniversite hayatı bitene kadar burs temin edecektir. Projeye göre Jandarma sadece bursa ihtiyacı olanları seçmekle kalmayacak, öğrenimleri süresince öğrencileri takip etmek, ilgilenmek, aileleriyle iletişim kurmak da Jandarmanın görevleri arasında olacaktır.

Öğrencilerin sıcak bir aile ortamını hissetmeleri, her türlü sorunlarını jandarma personeli ile paylaşmalarını sağlamak amacıyla, her öğrenci için bir personel gönüllü veli, bir personel eşi de gönüllü annelik görevini üstlenmektedir. Öğrencilerin Jandarma personeli ile kaynaşmaları için, aileleriyle birlikte Jandarma Genel Komutanlığı'nca işletilen askeri gazino ve sosyal tesislerden yararlanmaları sağlanmaktadır.

Ayrıca, Jandarma Genel Komutanlığı'nca açılan Mehmetçik Dershanelerinde ücretsiz üniversiteye hazırlık kursları verilmekte, üniversite seçme sınavında başarılı olan öğrencilerin okul tercihlerinin sağlıklı bir şekilde yapılmasına katkıda bulunulmaktadır.

Jandarma tarafından seçilen, her birine veli ve anne olarak bir jandarma personeli ve eşi görevlendirilen, askeri gazino ve sosyal tesislerde ağırlanan, eğitim hayatı boyunca jandarma tarafından takip edilen bu öğrencilerin “çağdaş ve bilimsel eğitimle yetişmeleri, onların Cumhuriyet aydınlanmasının ışığı ile; bilinçli, ülke ve ulus sorunlarına karşı duyarlı, çok yönlü düşünen, araştıran, düşündüklerini ifade edebilen, bireyler olarak yetişmeleri için” ÇEV her türlü imkanı sağlamaya çalışmaktadır.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD)’nin yürüttüğü “Denizyıldızı” Projesi daha farklıdır. Denizyıldızı Projesi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ nin çeşitli alan çalışmalarında görev alacak genç gönüllüleri, “proje liderleri” olarak yetiştirmek için hazırlanmış bir eğitim programıdır. Amaç topluma liderler, önderler hazırlamaktır. (http://www.cydd.org.tr/?sayfa=proje&proje=sta)

Bu eğitim programının katılımcıları, dernek çalışmalarında yer alan ya da çalışmaya istekli, burslu ya da burssuz üniversite öğrencileridir. Bu programa; Demokratik Toplumcu Çağrı’yı benimsemiş, proje sorumluluğu üstlenebilecek, kararlı, istekli, zamanını planlayabilen ve öncelikler sıralaması yapabilen, sağlam sonuçların, kısa değil uzun erimde alınacağını bilen ve benimseyen ve programa katılmaya istekli gençler alınmaktadır.

Tuğamiral O.S.K’nın yazdığı mektupta, Deniz Eğitim Öğretim Komutanlığı ile ÇYDD'nin ortaklaşa yürüttüğü 'Deniz Yıldızı' projesinin başarısı vurgulanmakta, “Denizyıldızı projesi” ne atanan bahriyeli danışmanlarla beraber daha aktif çalışmalar yapılması ÇYDD'den talep edilmektedir.

Netice olarak, bu mektupta anlatılan ilişkiler çerçevesinde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın askeri okullara giriş listeleri hazırlayarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin müstakbel kadrolarını oluşturma, askeri okul öğrencilerini “tanıdık” bürokrat, gazeteci ve akademisyenlerle küçük guruplar halinde temas ettirmek suretiyle sivil hayatla tanıştırma, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin organize ettiği ilişkiler aracılığıyla harp okulu öğrencilerinin kız arkadaş edinmelerini sağlama, yine derneğin yönlendirdiği kızların kurduğu ilişkiler aracılığıyla yeni mezun olmuş ve kurs aşamasındaki teğmenleri kontrol altında bulundurma fonksiyonları bulunduğu ortaya çıkmıştır.

haber10

Darbe Günlükleri Resmi Belge
02 Mayıs 2009 10:1

0Artık "Oramiral Örnek'e ait olduğu iddia edilen" denilemeyecek...

Taraf'ın haberine göre 'Darbe Günlükleri' tartışmasına son noktayı bilirkişi heyeti koydu: Günlüklerin kaynağı 'Donanma Komutanı'nın Bilgisayarı', yazarı 'Özden Örnek', son kaydedeni de 'Dz.K.K'

Sarıkız ve Ayışığı isimli darbe girişimlerinin anlatıldığı 'Darbe Günlükleri'nin, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral özden Örnek'in bilgisayarından çıktığı kesinlik kazandı. Ergenekon sanığı eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur'un Atatürkçü Düşünce Derneği'ndeki (ADD) genel başkanlık odasında bulunan yedi numaralı CD'den, özden Örnek'in bilgisayarındaki belgelerin kopyalan çıktı. CD'deki belgeler arasından, Örnek'in Darbe Günlükleri de bulundu. Böylece Darbe Günlükleri 2. Ergenekon iddianamesi'nin ekleri arasına girmiş oldu.


Şener Eruygur'un ADD Genel Merkezi'ndeki genel başkanlık odasında bulunan CD'ler, Bekir Peker, İsa Akyüz, Mustafa Katırcı ve Serhat Kılınç isimli dört bilirkişi tarafından incelendi. CD'lerden çıkan belgeler, Ahmet Uğurlu ve Zafer Ketenci isimli iki kişilik değerlendirme kurulu tarafından değerlendirdi.

Dört bilirkişi, Eruygur'un ADD'deki odasında bulunan yedi numaralı CD'nin içinde, Örnek'in bilgisayarından kopyalanan çok sayıda belgeye rastladı. Bu

belgelerden birinin de Örnek'e ait Darbe Günlükleri olduğu anlaşıldı. Darbe Günlükleri ve Örnek'in bilgisayarından kopyalanan diğer belgeler ise 2. Ergenekon İddianamesi'nin ekleri arasında yer alan 150. klasörde yer aldı.

Yedi numaralı CD'yi teknik yönden inceleyen dört bilirkişi, Darbe Günlükleri'nin kaynağını; 'Donanma Komutanının Bilgisayarı', yazarını; 'Amiral Özden Örnek', son kaydedenini de; 'Dz.KK' (Deniz Kuvvetleri Komutanı) olduğunu saptadı.

Yedi numaralı CD'den yine Özden Örnek'in bilgisayarından kopyalandığı belirlenen onlarca belge de çıktı. Bunlardan 'ankara.pdf isimli belgenin şifreli olduğu ve şifresinin henüz çözülemediği belirtildi.

aktifhaber

Ya yargı süreci sonuçsuz kalırsa - Alper Görmüş

Nokta'da yayımlanan Darbe IV Günlükleri'nin sahih olduğunun belgelenmesi, Türkiye'nin müstakbel darbe girişimcilerini ürkütecek sonuçlara yol açabileceği gibi, tam tersine onları cesaretlendirebilir de... Hangi sonuca yol açacağını, yargının Günlükler'de adı darbe girişimine karışan generallerle ilgili vereceği karar gösterecek. 2003-2004'teki darbe planlarını yapanların yargı önünde mahkûm olmaları ve hak ettikleri cezaya çarptırılmaları, bundan sonra yeni darbe girişimlerinde bulunmaya tevessül edecekler için caydırıcı bir rol oynayacak. Şimdiye kadarki 1 darbelerin muzaffer komutanlarının hiçbir bedel ödemediklerini düşünürsek, bu sonucun yeni darbeleri imkânsız kılacağını bile söyleyebiliriz.

Tersine, yani yargı sürecinin işlememesi ya da işleyip de mahkûmiyetle sonuçlanmaması durumunda bizi büyük bir risk bekliyor. Bu durumda darbe planı yapmak, toplantılar düzenlemek, ayrıntılı harekât planları geliştirmek suç sayılmayacaktır ki, müstakbel darbe girişimcilerimiz için böyle bir şey büyük bir kazanım anlamına gelecektir. Çünkü bu durumda darbenin belli aşamaları hiçbir risk taşımadan gerçekleştirilebilecektir. Hukukun, gelişmekte olan bir darbe girişimini durdurabilmesi için "düğmeye basılmasını" beklemesi gerekecek, fakat o zaman da iş işten geçmiş olacak, o andan itibaren darbecilerin hukuku geçerli olacaktır.

Şimdi böyle yazınca, sanki bir fanteziden söz eder gibi oluyorum belki ama, unutmayın, bu ülkenin anlı şanlı hukukçuları darbe girişiminin ne zaman suç oluşturacağını tartışırlarken işte bu argümanları kullanıyorlar ne zamandır. Bunlardan biri, "Eee, ne yapmış bu komutanlar, oturup plan yapmışlar, peki tankları yürütmüşler mi?" sorusunu sorarak ortada bir suçun olmadığını ispata çalışmamış mıydı?

özetlersem: Darbe Günlükleri artık pimi çekilmiş bir bomba gibidir. Darbecilerin elinde de patlayabilir, demokrasi güçlerinin elinde de...

Taraf

Hurşit Paşa Mason Mu?
02 Mayıs 2009 09:01

Atatürk Mason Locaları'nı yasaklamıştı ama ETÖ Yöneticisi olmakla yargılanan Org. Tolon Moson toplantılarına katılmış. Belge kendilerinden çıktı.

Ergenekon sanıklarından emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un masonların toplantılarına katıldığı ortaya çıktı. İsmi Karargah Evleri yapılanmasında geçen Kemal Aydın'da ele geçirilen bir not, ikinci iddianameye girdi. Notta, "Mart-20 Kent Otel'de Atatürkçü masonlar, Hurşit Paşa da vardı." yazıyor.

Aydın, ifadesinde, notta yazan 'Hurşit Paşa' sözü ile Tolon'un kastedildiğini söyledi. Böylece, ulusalcıların toplanma merkezlerinden biri olan Kent Otel'de masonik toplantıların yapıldığı da tespit edildi. TSK'da ordu komutanlıkları yapmış bir ismin Atatürk'ün yasakladığı mason localarına nasıl üye olabildiği merak konusu.

İlk iddianame, Ergenekon'un masonik yapılanmaları kendisine örnek aldığını açıkça ortaya koymuştu. Ergenekon belgelerinde de bu husus var. İddianamede, "Örgütün sivillerle bazı askerî şahısların yönetiminde masonik yapılanma benzeri bir yapılanma olduğu, bizzat örgütü tarif eden ve prensiplerini belirleyen Ergenekon dokümanından anlaşılmaktadır." deniyordu. İkinci iddianamede de bu bilgileri destekleyecek ayrıntılar var. Hurşit Tolon dışında diğer mason Ergenekonculara da yer verildi. Bunlardan biri, emekli Tuğamiral İlker Güven. Evinde yapılan aramada, kendisine ait 15 Haziran 1996 tescil tarihli masonik diploma bulundu. Güven'in 1994 yılında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'na üye olduğu, 1998 yılında da üstad seviyesine yükseldiği tespit edildi. Güven, Güney Locası'nın kurucu üyesi.
aktifhaber

Paşa'nın Öldürülmesini Anlattı
02 Mayıs 2009 10:33

" 'Paşa büyük bir operasyon oldu' denilerek Lice'ye getirildi. Ve helikopterden iner inmez bir asker tarafından vuruldu..."

Ergenekon soruşturması kapsamında ifade veren gizli tanıklar, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın cinayetini anlattı: Suikast, PKK’nın işi değildi. Paşanın o gün geleceğini Fikri Karadağ ile birkaç kişi biliyordu.

Ergenekon soruşturmasıyla birlikte Türkiye’de bir dönem yaşanan subay cinayetleriyle ilgili yeni iddialar ortaya çıktı. Ergenekon savcılarına ifade veren gizli tanıklar, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastiyle ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı. PKK terör örgütü içinde bir dönem üst düzey yönetici olarak faaliyet gösteren gizli tanık ‘Deniz’, 4 Haziran 2008’de verdiği ifadede, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın cinayetini anlatırken, şu iddialarda bulundu:

‘GERİ ÇEKİLİN, PAŞA VURULDU ‘

‘1993’TE TSK, PKK’ya yönelik operasyon düzenledi. Türk askerlerinin telsiz konuşmalarında, ‘geri çekilin paşa vuruldu’ şeklinde haberler geliyordu. Paşanın PKK’lılar tarafından vurulup vurulmadığıyla ilgili çatışmalara katılan PKK’lılarla görüştüm. PKK’lılar, paşanın ‘büyük bir operasyon oldu’ denilerek Lice’ye getirildiğini ve helikopterden iner inmez bir asker tarafından vurulduğunu söylediler. Vuran askerin de bir başka asker tarafından vurulduğu, ikisinin birlikte helikopterle Diyarbakır’a getirildiğini anlattılar. Bu olayı kesinlikle PKK yapmadı.’

KOMUTAN ‘TERÖRİST İŞİ DEĞİL’ DEDİ

BİR diğer gizli tanık ‘Kıskaç’ın Bahtiyar Aydın cinayetiyle ilgili iddiaları şöyle: ‘Ben Elazığ Jandarma Komando taburuna gittikten bir ay sonra suikast düzenlendi. O dönem PKK’ya büyük bir operasyon yapılıyordu. Operasyona gitmeden önce Lice Komando Bölüğü’nün önünde beklerken Jandarma Asayiş Bölge Komutanı ve Bahtiyar Aydın UHŞ1 tipi helikopterden indi. Kürsüde konuşurken sağ gözünden vuruldu. Paşanın o gün geleceğini Fikri Karadağ ile birkaç kişi biliyordu. Suikastin ardından bulunan Kanas marka silahı tabur komutanı ‘bu terörist işi değil’ diyerek bana verdi. Ben de silahı jandarma yarbaya teslim ettim. Bu yarbay daha sonra televizyonlarda kurşunun saplandığı yeri gösteren kişiydi. Sonra suikast silahı kaybedildi.’’ PKK’nın üst düzey yöneticilerinden Bülent Dumlu da 4 Aralık 2008’de savcılara verdiği ifadede ‘Bahtiyar Aydın’ı öldürenler Ergenekon yapılanmasıdır’ iddiasında bulundu.
aktifhaber

Enis BERBEROĞLU
Hürriyet
Yaşar Paşa'ya çapraz ateş
02 Mayıs 2009
ANKARA 2006 yılının bahar ayları çok zor geçti. Siyasetin üzerinden Şemdinli gölgesi kalkmadan Danıştay saldırısı patlak verdi, ardından Atabey operasyonu geldi. Sinirler gerildi, gözler Genelkurmay’daki nöbet değişimine çevrildi.

AKP çevrelerinden Yaşar Büyükanıt’ın ismine ciddi itiraz vardı.

Aynı günlerde internet üzerinden çamur kampanyası başlatıldı. Büyükanıt’ın dedesi, sağlık durumu, hatta yıllar önce cinayete kurban giden kardeşi... Hepsi karalama amaçlı olarak kullanıldı.

Ben dahil çok kişi bu kampanyayı AKP ve cemaatin eseri saydık. Başbakan’ın Yaşar Paşa’yı askeri şûra toplantısı bitimini beklemeden atamasını bu iftiralara anlamlı yanıt olarak yorumladık.

Ne var ki, Ergenekon İddianamesi’nin eklerinde, 34. klasörde öyle belgeler var ki... Yaşar Paşa’ya dönük tacizin ve haysiyet infazının adresi konusunda acaba yanıldık mı?

* * *

Ergenekon savcılarına göre 34 numaralı klasördeki belgeler, Jandarma eski genel komutanı Şener Eruygur’dan çıktı. Savcılar endekse, "M. Şener Eruygur’dan elde edilen Org. Büyükanıt isimli klasörün içindeki önemli belgelerin dökümü" diye not düştü.

Baştan söyleyelim, bu belgelerin çoğu özel yaşama dönük ve ayrıntıya girmemize gerek yok.

Ama sadece başlıklar halinde sıralarsak;

Büyükanıt Paşa’nın damadının ortak olduğu şirketin para hareketleri ve vergi kayıtları. Personel listesi, araç filosunun dökümü... Diğer ortakların adeta fişleme anlamına gelebilecek kişisel bilgileri.

Yaşar Paşa’nın uzun süre yönetiminde bulunduğu Ankara’daki Övgü Konut Kooperatifi’nin 1992-2003 yılları arasındaki genel kurul toplantı zabıtları, banka hesap durumu. (Aynı kooperatifte Hurşit Tolon da yönetici.)

Büyükanıt’ın sağlık durumuna ilişkin raporlar, yazılan ilaçlar, doktor ziyaretleri.

* * *

Ama klasörün büyük bölümü yaklaşık 20 yıl önce görülen bir davanın zabıtlarına ayrılmış durumda. Yaşar Paşa’nın, baba bir annne ayrı kardeşi Binbaşı Mednan Büyükanıt 1990 yılında evinde cinayete kurban gitti.

O gece alkollü olduğu, boşanma davası açmak üzere olduğu eşiyle kavga ettiği...

Öğretmen eşi Ayşe Hanım tarafından meyve bıçağıyla yaralandığı ve öldüğü dosyada yazılı.

Olaydan sonra Ayşe Büyükanıt’ı karakolda ilk görenler arasında Yaşar Paşa’nın eşi de vardı.

Filiz Büyükanıt, Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada tanık olarak ifade verdi.

Klasördeki dava dosyasının yanı sıra özel istihbarat çalışmalarına da rastlandı...

Mesela davada dinlenilen diğer tanıkların kişisel bilgileri... Ve Filiz Büyükanıt’ın "yakın çevresi" olarak anılan bazı kişilerin subjektif, bol sıfat kullanılan biyografileri.

* * *

Belli ki Yaşar Büyükanıt ile uğraşanlar birileri var.

Neredeyse 20-30 yıllık geçmişi irdelenmiş, iz sürülmüş.

Galiba tek mevziden açılan ateşle yetinilmemiş.

Ortada çapraz ateş, hatta dost ateşi durumu var.

Enis BERBEROĞLU - HÜRRİYET
eberber@hurriyet.com.tr

BÜYÜKANIT'IN HEDEFİ EMNİYET
04 Mayıs 2009 07:51

Org. Büyükanıt Emniyet İstihbarat Dairesi'ne açık ve net sözlerle yüklendi.

Büyükanıt: "Devlette kurumlar arasında güvensizlik varsa, şüpheler varsa o devlet sorunludur. Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor. Bunlar gerçek vakalar. Adalet Bakanlığı İçişleri Bakanlığı’na, MİT Emniyet’e, Emniyet MİT’e güvenmiyor. O zaman bu devlette hastalık var."

Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, MİT-Emniyet, Emniyet-Asker gibi kurumlar arasında güvensizlikten dolayı devletin hasta olduğunu söyleyerek, "Bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor" dedi. Orgeneral Büyükanıt, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından düzenlenen Siyaset ve Devlet Yönetimi Sertifika Programı’nda "Politikacı ve Ordu" konulu ders verdi. Emekli Orgeneral Büyükanıt politikaya meraklılara şunları anlattı:

Cumhurbaşkanı uyumdan sorumlu

Devlette kurumlar arasında güvensizlik varsa, şüpheler varsa o devlet sorunludur. Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor. Bunlar gerçek vakalar. Adalet Bakanlığı İçişleri Bakanlığı’na, MİT Emniyet’e, Emniyet MİT’e güvenmiyor. O zaman bu devlette hastalık var. Bu kurumların uyumlu çalışmasından anayasa gereği başbakan değil cumhurbaşkanı sorumlu.

Bakana palto tutan komutanlar

Askerliğin içine politikayı sokmak istiyorsanız, orduyu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayın. Bu, Demokrat Parti döneminde yaşanmıştır. Biz, Savunma Bakanı’nın paltosunu tutan komutanlar da gördük. Genelkurmay Başkanlığı, anayasa gereği başbakanlığa bağlı. Savunma Bakanı’na bağlı olmasıyla Başbakan arasında şekil açısından fark yok. Başbakan da sivil.

İki payda da sözde değil özde birleşim

Politikacılar, siyasetçiler değişir ama askerin iki mülahazası (düşüncesi) değişmez. Birincisi anayasada ifadesini bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti olma gerçeğidir. İkincisiyse Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal ve üniter yapısının korunmasıdır. Bu iki payda da asker ve politikacı birleştiğinde sorun olmaz. Ama sözde değil özde. Hizmetteyken yaptığım konuşmaların yüzde 99’u bu iki temel prensibe dayanıyor. Bunların korunması bize yasayla verilmiştir. Bu siyaset değil. Günlük siyaset, askerin işi değil. Siyaset, Silahlı Kuvvetler’e girdiği zaman, ister yakın ister uzak tarihimize bakın, hep felaketle sonuçlanmıştır. Asker, bu tip politikanın içine kesinlikle girmemeli. Girdiğiniz zaman o ülkeden hayır gelmez.

Askerin sığınacağı bir tek yer var

En ağırıma giden, askeri dinsiz gibi göstermeleri. Bu iğrenç bir şey. Operasyona gidiyorsunuz, sığınacağınız bir tek yer var. Askerin dine karşı olması mümkün mü? Asker, dinin siyasete alet edilmesine karşı.

Kaynak: Hürriyet

Erdoğan&Başbuğ Çarpışması
05 Mayıs 2009 16:00

Genelkurmay’ın 2004’te verdiği birifingde, İlker Başbuğ, Başbakan Erdoğan'la sert bir "siyasi" polemiğe girmiş. İkisi de geri adım atmamış..

Başbuğ: ‘Tecrübelerimden ders aldım, değişiyorum’ demiştiniz. İcraatlarınız bu sözünüzü doğrulamıyor.
Erdoğan: Ben gelişerek değiştim. Basın çarpıtıyor. Beyaz siyah oluyor. Laiklik tanımına saygılıyız.

Başbuğ: Türk olmak üzerinde durmayıp Türkiyelilik kavramını getirmeniz son derece tehlikelidir.
Erdoğan: Türkiye’nin temel nitelikleri ile sorunumuz yok. Bundan endişe etmeniz bizi üzüyor.

Başbuğ: Demokrasiyi Türkiye’yi ılımlı İslam ülkesi yapma aracı gibi mi gördüğünüzü merak ediyoruz.
Erdoğan: İrtica tehlikesini kabul etmiyoruz. İslam, partinin değil benim şahsi referansımdır.

Başbuğ: Kamu Yönetimi, YÖK tasarısı, Belediye sınırlarını değiştiren yasa tasarısını bize sormadınız.
Erdoğan: Uyarı ve taleplere karşı değiliz. Kamu Yönetimi Yasası ile ilgili görüşlerinize uyduk.

Başbuğ: Ayrılıkçılığı cesaretlendirmekten kaçınmalı. Avrupa Birliği üyeliğinde yavaş hareket edilebilir.
Erdoğan: Aralık 2004’te üye olamazsak B planını devreye sokarız. Olmazsa Rusya ile görüşüyoruz.

Başbakan Tayyip Erdoğan’a Genelkurmay Karargâhı’nda “Ulusal Güvenlik Brifingi” veren askerlerin, Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik yolunda yapılan reformların yavaşlatılmasını istediği ortaya çıktı. Erdoğan’dan TSK aleyhinde medyada çıkan haberlerin önüne geçmesini de isteyen askerlerin, toplantıda Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’ndan, YÖK Kanunu’na, Kur’an Kursları Yönetmeliği’nden İl Milli Eğitim Müdürlükleri’ne atanacak kişilere kadar, neredeyse bütün alanlarda, AKP hükümetinin iki yıllık icraatlarını masaya yatırdığı anlaşıldı. Askerlerin sadece hükümetin icraatları ile de sınırlı kalmadığı toplantıda Erdoğan’dan parti programında yer alan “Türkiyelilik” kavramıyla ilgili maddenin çıkarılması istendi.

‘Söylemleriniz çelişkili’
15 Ocak 2004’te gerçekleşen toplantının kayıt belgeleri Şener Eruygur’da ele geçti. 177 nolu klasörde yer verilen belgelere göre “brifingi” dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ sundu. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ile birlikte dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ile kuvvet komutanları da Genelkurmay Karargâhı’nda hazır bulundu. Başbakan’a ise Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül eşlik etti. AKP hükümetinin iktidara gelişinin ikinci yılında gerçekleşen bu toplantının ardından Genelkurmay Başkanlığı Genelsekreterliği Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Basın Bilgi Merkezi’nden yapılan yazılı açıklamada “Toplantıda Erdoğan’a ülke güvenliğine ilişkin brifing sunulmuştur. Brifingde Erdoğan’a Irak’taki federasyon girişimlerine, İncirlik Üssü’nün yabancı güçler tarafından kullanımı, Afganistan, terör ve irticai faaliyetler gibi sunumlar yapıldı” dendi.
Sunumu yapan Orgeneral İlker Başbuğ, Erdoğan’ın hükümete gelmeden bir yıl önce, 23 Ağustos 2001’de AKP Genel Başkanı sıfatıyla Kalyon Otel’de yaptığı “Ben değişmeyi erdem sayıyorum” sözlerini hatırlatarak “İfade ettiğiniz değişmin ne derece gerçeği yansıttığını değerlendirmek istiyoruz” diyerek başladı. TSK’nın “Laiklik ve Atatürk milliyetçiliği” ile ilgili hassasiyetine değinen Orgeneral Başbuğ, Erdoğan’a, hükümetin bazı icraatları ile basında yer alan bazı konuşmaların “Ben değiştim” ifadesiyle çeliştiğini öne sürdü. Erdoğan’a “Şimdide icraatlarınız değerlendirilecektir. Söylem ve icraatlarınıza, yöneten demokrasi değil, yönetemeyen demokrasi fikri hakimdir” diyen İlker Başbuğ, şu başlıklarda değerlendirmelerde bulundu:

‘Haberlere müdahale edin’
“Cumhurbaşkanlığı’nın yetkilerini daraltmaya çalışıyorsunuz, MGK danışma organı iken, alt organ olan MGK Genel Sekreterliği’nin yapısı ve fonksiyonunu değiştirerek etkisini azaltmaya yönelik düzenlemeler yaptınız, YÖK Yasa Tasarısı’yla kurumun üzerinde siyasi otoritenin hakim kılınmak istenmesi, iç istihbaratın MİT’ten alınarak, İçişleri Bakanlığı’na bağlanmaya çalışılması, TC İç Güvenlik Stratejisi belgesi karşı görüşe rağmen onaylandı, Jandarma Genel Komutanlığı’nın görev, yetki ve sorumluluk alanının daraltılarak etkisiz hale getirilmesi çalışması, yasaların hazırlanmasında usule uygun hareket edilmemesi, görüş alınmaması ve bir çoğunun Cumhurbaşkanı tarafından veto edilerek iade edilmesi, Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı bize sorulmadı, YÖK sorulmadı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çıkardığı Kur’an Kursları değişikliği sorulmadı. Büyükşehir Belediye sınırlarını değiştiren yasa sorulmadı....”
Başbuğ’un, TSK ve hükümet ilişkileri kapsamında yaptığı değerlendirmeler de dikkat çekti: “Medyada TSK’yı yıpratmaya yönelik faaliyetler sürmekte. (...) Basın üzerinde olduğunu bildiğimiz etkinizi kullanmanızı müdahale edemiyorsanız tavrınızı koymanızı bekleriz.
Toplantıda “TSK açısından hassasiyet arz eden” başlıklar altında şunlar sunuldu:
“TSK üzerinden politika yapılmamalı, 28 Şubat kararlarının gerektiği şekilde uygulanması ve takip edilmesi, Milli Görüş genelgesinin geri çekilmesi, türbanın kamusal alana çekilmesinin gayretlerinin sürmemesi, Kur’an Kursları Yönetmeliği ile eğitim birliği ilkesinin aşındırılmak istenmesi, İl Milli Eğitim Müdürleri’nin türbanı denetim altına alma arzusu olmayan, göz yumanlar arasından seçilerek atandırılması, YÖK Yasası’nda İHL (İmam Hatip Lisesi) mezunları için değişiklik yapılmak istenmesi..”
AB’ye üyelik yolunda yapılan reformlar konusunda şu uyarılar yapıldı: “AB’ye sosyal ve siyasal alanda üye olma durumunu düşünmeksizin birçok düzenleme yapılmıştır. Ayrılıkçı düşünceleri cesaretlendiren, destek sağlayıcı düzenlemelerden kaçınmalı, üyelik konusunda gerekirse yavaş hareket etmeyi de kapsayacak birçok tedbir düşünülmelidir.”

‘Türkiyelilik tanımı tehlikeli’
İlker Başbuğ, hükümetin siyasi icraatlarının yanı sıra AKP’nin programına yönelik uyarılarda da bulundu: “Parti programında Türk olmak üzerinde durulmayıp, tanım değiştirilerek ‘Türkiyelik’ kavramı getirilmektedir. Bu tanım son derece yanlış ve tehlikelidir.”
PKK’ya yönelik “tavır alınması”nı isteyen askerlerin bu konudaki görüşleri ise şöyle: “Irak’ta yeniden yapılanma çalışmaları sürmekte olup, birbiriyle ilişkili bu faaliyet ve gelişmeler konusunda politikanızın bizimle paylaşılması önem arz etmektedir. PKK faaliyetlerine yönelik tavır koymazsanız endişemiz daha da artacaktır.”
İlker Başbuğ’un Erdoğan’dan ilginç bir talebi daha oluyor: “Güneydoğu’da siyasi bir kararlılığa ihtiyaç var. Mesela HAK-PAR’ın tutumu ve olan olaylar karşısında tavır takınmalıydınız ki kendilerine gelsinler. Takdir sizin.” (Taraf’ın notu: Aynı tarihlerde Hak ve Özgürlükler Partisi, programında ‘Federasyon’ tezine yer verdiği için tartışmalara neden olmuştu. Brifing toplantısından bir hafta önce, 07 Ocak 2004’te, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Yasası’na muhalefetten parti hakkında inceleme başlatmıştı.)
Orgeneral İlker Başbuğ’un sunduğu brifingin ardından kuvvet komutanları da söz alarak görüş belirttiler. Komutanlar, “TC Anayasası’nda belirlenmiş devlet yapısında öngörülen yapıya ters düşen uygulamalardan, tüm teşkilatlarımız tedirginlik duymaktadır” açıklamasında bulundular.

İslam şahsi referansım
Başbakan Erdoğan’ın, “brifing” ile ilgili olarak kendisi de söz alarak tek tek açıklamalarda bulundu. “Takdimde bazı yorumlar var, bunlar kimlerin bakış açısını yansıtıyor bilmiyorum” diye sözlerine başlayan Erdoğan, YÖK, Kamu Yönetimi Temel Yasası, Milli Eğitim Müdürlükleri, Kur’an Kursları düzenlemesi konularında Genelkurmay Başkanı’nın görüşlerini dikkate aldıklarını vurguladı.
Milli Görüş düşüncesi ve Erbakan ile birlikteliği konusuna da değinen Erdoğan, “Erbakan ile birlikteliğim gençlik dönemime rastlar, Hoca benim Büyükşehir Belediye Başkanı olmamı istemedi. Uzun zaman sonra birlikte çalışamayacağımızı anladık ve ayrıldık” açıklamasında bulundu.
Basında yer alan bir haberde kendisine atfen “Refah Partisi’nin referansı İslam’dır” yazıldığını ancak bunun doğru olmadığını belirten Erdoğan, şunları söyledi: “İslam Refah Partisi’nin değil, benim şahsi referansımdır. Cumhuriyet’in temel niteliklerine, Anayasa’nın laiklik tanımına saygılıyız. İrtica tehdidini kabul etmiyoruz, Gonca Kuriş olayı hiçbir zaman kabul edilemez. TC’nin temel nitelikleri ile sorunumuz yoktur. Ayrıca laiklik anlayışı ile bizim anlayışımız tam uyuşmaktadır. Konuşmalarıma bakın dini referans vermedim. Aslında dini referans veren, dini kullanan Baykal’dır, seçim propagandası döneminde Yaşar Nuri Öztürk’ü yanından ayırmadı.”
Erdoğan “AB’ye üyelik sürecini yavaşlatın” diyen askere şu yanıtı verdi: “Aralık 2004’te AB’ye giremezsek B planını uygularız. Ama Türkiye muhakkak güçlü bir organizasyonda olmalı veya bir teşkilatın başını çekmelidir. Bush’a AB’ye üye olmazsak NAFTA’ya alın demiştim. Oraya girmezsek Türki Cumhuriyetlerin içinde olduğu bir organizasyona gireriz. Rusya ile görüşmelerimiz var.”

Niyetimiz iyi dikkate alın
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de ilk konuşmasında “Yapılan değerlendirmelerin gerginlik yaratmak maksadını taşımadığını ancak TSK’nın düşünce ve endişelerini yetkili makama iletilmesi ana düşüncesinden kaynaklandığını” kaydetti. Erdoğan’ı dinledikten sonra yeniden söz alan Hilmi Özkök, şunları dile getirdi: “Rahatsız olduğumuz konuları aktarmak için bugün bir araya geldik. Umarım iyi niyetle yaptığımız bu değerlendirmelerden sonra TSK, ülkenin temel değerlerinin korunmasında tavır almaya zorlanmaz. Aramızda mevcut güvensizlikler önlenmelidir. Bu açıklamalarımız ve zaman zaman yaptığımız uyarılarımız dikkate alınmalıdır.”

Kaynak: Taraf

Camidekiler "Estağfurullah" Dedi
05 Mayıs 2009 09:05

Jandarma'ya ait izleme ve takip dökümanları Ergenekon'un ek klasörlerinde bol bol var. Bakın Kayseri Jandarması Kadir Gecesi nasıl fişleme yapmış?

Ergenekon davasının ek klasörlerinde ilginç bir fişleme olayı yer aldı. Kayseri Melikgazi Müftüsü Avni Şahin'i takibe alan jandarmanın, müftünün 2002 yılında katıldığı Kadir Gecesi programını rapor ettiği ortaya çıktı.

Emekli Orgeneral Şener Eruygur'da ele geçirilen skandal belgeye göre; Hunat Camii'nde düzenlenen mevlit programında duanın öneminden bahseden imam konuşmasında sık sık 'estağfurullah' diyor. Camide bulunanlara topluca "La ilahe illallah" tekrarı yaptırıyor. Cemaatle birlikte yüksek sesle 'Allah' kelimesini söylüyor. Camideki fişleme raporu 3 Şubat 2003'te Kayseri Bölge Jandarma Komutanlığı'na iletiliyor.

İkinci iddianamenin ek klasörlerinde yer alan bilgilere göre skandal fişleme olayı şöyle gerçekleşti: Müftülükte çalışan Gürsel Kafa isimli bir memur, 22 Ekim 2002'de Avni Şahin hakkında şikâyetçi oluyor. Müftünün, yetkili makam onayından fazla memur çalıştırdığını ileri sürüyor. 16 Aralık 2002'de Melikgazi kaymakamlığı, Şahin hakkında soruşturma açılmasına izin veriyor. Bu arada, Kayseri İl Jandarma Komutanlığı, Kayseri Melikgazi Müftüsü Avni Şahin'i takibe alıyor. 1 Aralık 2002 tarihli jandarma raporunda, Hunat Camii'nde yapılan Kadir Gecesi görüntülü olarak kaydediliyor. Daha sonra kayıt yazıya dökülüyor.

Söz konusu vaazda müftü Şahin'in hitap ettiği topluluğu galeyana getirme doğrultusunda aralıksız 'Allah Allah' ve 'estağfurullah' kelimesini kullandığı aktarılıyor. Söz konusu raporla birlikte Kadir Gecesi'nde yapılan dualar ve müftünün konuşması da döküm olarak yer alıyor. Cami imamının duanın önemine ve abdest alınırken yapılan duaların güzelliğini anlattığı ifade edilen raporda, imamın "Günahlarımız için, farzları yerine getiremediğimiz için, haramdan kaçınmadığımız için, Kur'an'a teslim olmadığımız için, dilimizi yalandan koruyamadığımız için, Peygamber Efendimiz, rehberimizi kâmil manada tanıyamadığımız için" şeklindeki her cümlesinden sonra sürekli "estağfurullah" dediği belirtiliyor.

Daha sonra cemaatle birlikte topluca "La ilahe illallah" tekrarı yapıldığı anlatılıyor. Daha sonra imamın cemaat ile birlikte yüksek sesle "Allah" kelimesini söylediği belirtiliyor. Devamında yaklaşık 30 dakika boyunca "estağfurullah, Allah, La ilahe illallah" kelimelerinin tekrar edildiği ve vatandaşların yapılan dua sonrası dağıldığı bildiriliyor. Bu takipler bir albay tarafından 3 Şubat 2003'te Kayseri Bölge Jandarma Komutanlığı'na bildiriliyor. Yazıda, Şahin hakkında dava açılması için kaymakamlığın soruşturma izni verdiği bildiriliyor.

aktifhaber

Ahmet Altan/Taraf
Bir devletimiz bile yok...

Şu Ergenekon davası hiç bir işe yaramadıysa, Türkiye’nin “gerçek” yüzünü görmemize yaradı.

Her belgeyle bir kez daha anlaşılıyor ki burada “devlet” yok.

Burada bir “devlet taklidi” var.

Devletin her yanı dökülüyor.

Temeli yanlış, inşası yanlış, malzemesi yanlış.

Bir ucube bu.

Bu ülkenin en “yüce” mahkemesi olan Anayasa Mahkemesi’nin halini gördük.

Nasıl hukuk dışı kararlara rahatça, fütursuzca ve “beni eleştireni de yargılatırım” diyerek imza attıklarını gördük.

Ergenekon soruşturması bize, bu kararları verenlerin insanların içyüzlerini, ilişkilerini, düzeylerini gösterdi.

Yeryüzünün neresinde eşi bir “çeteye yataklıktan” yargılanan bir yüksek mahkeme yargıcı olur?

Yeryüzünün neresinde, bir yüksek mahkeme üyesinin eşi, o mahkemenin kararlarını daha açıklanmadan öğrenip yayabilir?

Gerçek devletlerde böyle mahkemeler de, böyle yargıçlar da bulunmaz.

Böyle bir yargıç çıkarsa, o yargıç o mahkemede çalışmayı sürdüremez.

Burada sürdürüyor.

Peki, o yargıcı oraya kim atadı?

Eski cumhurbaşkanı.

Niye atadı?

Düzeyini mi çok beğendi, hukuki bilgisine mi çok güvendi, yargıçlık haysiyetine sahip olduğuna mı inandı?

Yoksa “özel amaçlarla” kullanılacak, siyasi partilerin gerektiğinde yolunu kesebilecek, hukuki bir kaos yaratabilecek birilerini aradığı için mi o yargıcı oraya koydu?

Bunu bir sormamız gerekiyor herhalde.

Bence o cumhurbaşkanının da bir cevap vermesi gerekiyor.

Mesela kalkıp, “hayır, çok yanılıyorsunuz, o zat çok değerli bir yargıçtır” diyebilir, biz de o cumhurbaşkanının “değerden” ne anladığını görürüz.

Bütün bunlar niye oluyor peki?

Niye böyle yargıçlarımız var?

Neden, birbirinin ayağını kaydırmaya çalışan generallerimiz var?

Neden darbe yapmak için yanıp tutuşan paşalar çıkıyor?

Bu saçmalıklar gelip gelip aynı noktaya dayanıyor.

Türkiye’nin “siyasileşmiş” bir ordusu bulunuyor ve bu ordunun generalleri ülkeyi kendi bildikleri gibi yönetmek istiyorlar.

Ne Türkiye’yi, ne de dünyayı doğru dürüst izlemedikleri, gerçeklerin dışında “soyut” bir zihinsel iklim yarattıkları için de ülkeyi allak bullak ediyorlar.

Bugün, gene Ergenekon belgeleri arasında yer alan bir toplantının tutanaklarını yayınlıyoruz.

Generaller bir başbakandan hesap soruyorlar.

Biliyorum, bu ülkede bunu “normal” bulanlar da çıkıyor.

Dahası bunun böyle olmasını arzulayanlar da bulunuyor.

Bundan bir utanç da duymuyorlar.

Hatta biraz daha arsızlaştıklarında “demokrasi için bunu istediklerini” bile söyleyebiliyorlar.

Onlar için yapılabilecek bir şey yok.

Ama Türkiye için yapılabilecekler çok fazla.

Önce devletin yapısını tümden değiştirmek gerekiyor.

(..)

Ama generaller “burada yaşayan insanların” özgür olmasını istemiyorlar, onlar bu “devlet taklidinin” korunması, sürdürülmesi ve asla sorgulanmaması için gerekli yasakların devamını talep ediyorlar.

Avrupa Birliği için yapılan değişiklikler “ayrılıkçı düşünceleri” cesaretlendiriyormuş.

Herhalde daha önceki yasaklar çok “bütünleştirici” olduğu için yirmi beş yıldır iç savaş sürüyor burada.

Bir ülkede “gizli” bir iktidar bulunduğunda saçmalamanın da sınırı kalmaz.

O gizli iktidarın sahipleri, iktidarlarını sürdürebilmek için istedikleri gibi saçmalarlar ve bir de medyadan bunun için alkış beklerler.

Genellikle de o alkışı da alırlar.

Generaller, bir siyasi partiye “programını” değiştirmesi için baskı da yapabiliyorlar.

Üstelik o parti, “iktidarda” gözüken parti.

Zaten sahtekârlığın özü burada yatıyor, bu ülkede “seçimi kazanan” partinin “iktidar” olduğu söyleniyor ve o partiye muhalefet ediliyor.

Okuyun generallerle bu ülkenin başbakanının konuşmalarını, bakın bakalım hangisi “gerçek” iktidar.

Başbakan onlara askerlikle ilgili hesap soramıyor ama onlar başbakana siyasetle ilgili hesap sorabiliyorlar.

“Programınızdaki Türkiyelilik kavramını değiştirin” diyebiliyorlar.

Buranın gerçek yüzü açığa çıkıyor ve bu ülkenin devleti olmadığını anlıyoruz.

Neden bir türlü zengin ve özgür olamadığımız da böylece anlaşılıyor.

Generaller tarafından yönetilen hangi ülke zengin ve özgür olmuş ki burası olsun?

04 MAYIS 2009, PAZARTESİ


‘Eruygur utanılacak senaryolar peşinde’

EMEKLİ Orgeneral Özden Örnek, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, Şener Eruygur’un başka işler peşinde olduğunu anlattığını söylüyor:
“BİLHASSA Şener’in (Eruygur), Yaşar’ın?(Büyükanıt) önünü kesmek için hükümet dahil her türlü angajmana girdiğini ve utanılacak senaryolar peşinde olduğunu anlattı”

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükler Ergenekon’un ek klasörleri arasında önemli bir yer tutuyor.
Birden fazla klasörde yer alan metinlerde, 2002’den 2005’e kadar TSK içerisinde yaşanan görüş ayrılıkları, çekişmeler, komutanlar ve ailelerinin özel hayatıyla ilgili bilgiler de yer alıyor. Bazen günlük, bazen de haftalık periyotlar halinde tutulduğu anlaşılan notlar, soruşturma kapsamında tutuklanan emekli Orgeneral Şener Eruygur ve gazeteci Mustafa Balbay’ın bilgisayarlarında da bulunmuştu.

Peker’in Aytaç Paşa’nın korumasıyla irtibatı var
Suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla yargılanan Sedat Peker’in 2004’te tutuklandığı süreçte basında, Peker’in adamlarının eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın emir subayıyla ilişkide olduğu iddiası yer almıştı. Örnek’in günlüklerinde bu konuyla ilgili notların bir bölümü şöyle:

16 Ekim 2004
Fenerbahçe’ye, Aytaç Paşa’ya gittim.(...) Geçen hafta Sedat Peker ile ilgili olarak yayımlanan haber konusunda görüştük. Bana ‘Her şeyi öğrendin mi?’ dedi.
Ben de ‘Bazı şeyler öğrendim, ama her şey mi bilmiyorum’ dedim. Sedat Peker’in adamlarının aradığı kişi jandarma astsubayı ve Aytaç Paşa’nın korumasıymış. Adam aynı zamanda Rasim Paşa’nın (emekli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Rasim Betir) yeğeni. Sedat Peker’in adamları 2-3 yıldır bu kişiyle irtibattaymışlar. Aytaç Paşa’yı çok üzgün gördüm. Anlamadığı ve izah edemediği konular vardı. Hiçbir ilişkisi olmadığı halde neden bu işin içine çekilmişti? Sedat Peker ve adamları neden Rasim Paşa’nın yeğeniyle temastaydılar? Bu ilişkinin derecesi neydi ve nerelere kadar gidiyordu?

Özkök her şeyi biliyor
15 Mart 2004
Sabah bir ara beni Jandarma Genel Komutanı aradı. ‘Genelkurmay Başkanı her şeyi biliyor, biraz önce beni aradı, ‘Hemen öğleyin bir araya gelmemiz lazım’ dedi. Kendisine neleri bildiğini sordum, ‘Jandarma tesislerinde Ömer İzgi’yle yemek yediğimizi biliyor, hemen hemen her şeyi biliyor’ dedi.

Özden’e takdirname
31 Mayıs 2005
Sabah özel sekreterim bana Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelen özel bir zarfı getirdi. Zarfın içerisinde Genelkurmay Başkanı’nın bana yazdığı çerçeveli bir takdirname çıktı. Doğrusu böyle bir jesti beklemiyordum.

‘Eruygur, Büyükanıt’ın önünü kesmek istiyor’
29 Şubat 2004
İlginç bir toplantı yaptık. Jandarma’nın Beytepe’deki tesislerinde kuvvet komutanları ve eski Meclis Başkanı Ömer İzgi’yle bir araya geldik. Oraya gitmeden önce Kara Kuvvetleri Komutanı (Aytaç Yalman) beni telefonla arayarak toplantıya gitmeden önce bir süre görüşmek istediğini söyledi. Gittim, dün yapılan toplantıdan çok rahatsız olduğunu, Şener’in (dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur) başka işler peşinde olduğunu, İbrahim’in (dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına) ise saf, ne istediğini bilmez halde olduğunu anlattı.
Bilhassa Şener’in, Yaşar’ın (dönemin 1. Ordu Komutanı Yaşar Büyükanıt) önünü kesmek için hükümet dahil her türlü angajmana girdiğini ve utanılacak senaryolar peşinde olduğunu, sadece hükümetle değil diğer bazı yollardan da aynı teşebbüsünü devam ettirdiğini anlattı.

Ömer İzgi: Darbeyi seçimden önce yapın
Beytepe’ye gittik. Amacımız 3 Mart günü yapılacak ‘Ulusal Hareket’ toplantısına MHP’den bol destek sağlamaktı. Ama konu ‘darbeyi seçimden önce mi sonra mı yapalım’a döndü. Ömer İzgi, ‘Gayet tabii, bir şey yapacaksanız hemen yapın, seçimden sonraya kalırsanız bu iş olmaz, karşınızda diğer partileri de bulabilirsiniz. Bu adamlar seçimden kuvvetlenmiş olarak çıkacaklar.
Ama ileriki senelerde kendilerini yıpratacaklar, bu nedenle o zaman hiçbir parti sizi desteklemez ama başa kim gelirse gelsin ülkeyi de parçalanmaktan kurtaramaz’ dedi. Kendisi aynı lafları 4 Kasım 2002 günü de Kara Kuvvetleri Komutanı’na söylemiş. İşin zaman geçtikçe ne kadar karmaşık hale geldiğini anlattı. Ben bu fikrin bu kadar açık, bir siville konuşulmasından çok rahatsız oldum. Olayı da buraya getiren hep Şener ve İbrahim... Halbuki bizim evde ve dün bir karar aldık. Üstelik de kimseye söylemeyecektik.

Komutanlar arasında ‘fişleme’ çatlağı
13 Mart 2004
Bugün sabah işlerimi toplayıp yoluna koyduktan sonra yokluğumda yayımlanan bazı makaleleri okumaya başladım. Öğleden sonra Kara Kuvvetleri Komutanı beni aradı ve ‘Konuşalım’ dedi. 15.30’da onların evine gittim. Çok sıkıntılıydı, önce evvelce kararlaştırdığımız gibi yapmış olduğu gezi hakkında bilgi verdi.(...)
Diğer bir konu da gazetelerde yer alan fişleme konusuydu. Bu konuda çok rahatsızdı. O da benim gibi Genelkurmay Başkanlığı’nın yapmış olduğu açıklamadan son derece rahatsız olmuştu. Bu, açıklamadan ziyade saçmalamak gibiydi. Haberin doğru olduğunu vurguluyordu. Zaten gazetede evrakın fotokopisi vardı. Sanki üst yöneticilerin bundan haberi yokmuş da yeni öğrenip konuyu araştırıyorlarmış gibi... Halbuki yapılması gereken açıklama bu yazının yasal olarak yazıldığnı ve bazı maddelerde konunun amacının dışına çıktığını belirtip yapanlar hakkında gerekli işlemlerin yapılacağını belirterek bu işi bitirebilirlerdi.

‘Hilmi Özkök korkak bir adam’
(...) Ama böyle yapacağına, Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı’na, “Burada beni suçluyorlar. Ben halkımdan özür dileyeceğim” demiş. Tüm gazetelerde son üç gündür bir kere dahi onun adı geçmedi. Adamın karakterini bu cümleler ortaya koyuyor. Korkak bir adam, komutan olarak olayı göğüsleyeceğine korkak ve pısırık davranıyor. Sanki kendini ipe çekecekler.”

İlhami Erdil: “Beni Heybeliada’ya gömün”
Görevli olduğu dönemde yaptığı iddia edilen yolsuzluklar nedeniyle yargılanan ve ceza alan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’le yaptığı görüşmeyi de günlüklerine alan Örnek, bütün rütbeleri alınan ve bir süre hapis yatan Erdil’in psikolojik durumunu anlatıyor:

8 Nisan 2004
(...) Sonra Yaşar’ı aradım ve MGK toplantısının ayrıntıları ile gizli alınan kararı söyledim. (...) O da bana İlhami Paşa ile görüştüğünü ve durumunu hakikaten iyi görmediğini anlattı. Sonra ben de İlhami Paşa’yı aradım. Telefonda sesi çok kötü geliyordu. Bana başına gelenleri anlattı. Bülent’e kızgınlığı sonsuzdu, devamlı küfrediyordu. Kendisini mümkün olduğu derecede yatıştırmaya çalıştım. Beni ziyaret etmek istediğini söyledi. Ben de ‘gelebilirsiniz’ dedim. Atilla’yı terfi ettirmediği için son derece pişmandı.Hiç sokağa çıkmadığını ve hatta tıraş bile olmadığını söyledi. Vasiyetini yazmış ve mezarını satın almış. ‘Sana vasiyet ediyorum’ dedi. ‘Beni mütevazı bir törenle Heybeliada’ya gömersiniz’ dedi.
Akşam

b]Evlilik Cüzdanında Eşi Başörtülü[/b]
06 Mayıs 2009 08:27

Eruygur'da ele geçirilen ve ek klasörlerde yer alan belgede, kimlik kontrolünde evlilik cüzdanında eşi başörtülü olan subaylar tespit edilerek sürgün edilmiş.

Ek klasörlerde yer alan Şener Eruygur'da ele geçirilen 7 Şubat 1997 tarihli ve 'Kars İl Jandarma Komutanlığı' başlıklı gizli belgenin altında, dönemin il jandarma komutanı Halil Ayan imzası bulunuyor. Belge, Erz
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş May 06, 2009 8:16 pm    Mesaj konusu: evlilik cüzdanInda eşi ba$örtülü olan subaylar Alıntıyla Cevap Gönder

Serdar DEMİREL
Ne laiklik biliniyor, ne de din!
06 Mayıs 2009

Dine her türlü olumsuz anlamı yükleyenler, dindar halkı pasivize etmek üzere 150 yıldır “irtica” kavramını tavzif ettiler. Din ve laiklik konusu bu nedenle hiç gündemden düşmedi, düşürülmedi.

Din ve laiklik meselesi bu kadar gündemi teşkil ediyorsa, doğal olarak bu kavramlar hakkında karşıt tarafların yeterli malûmata sâhip olması gerekir. Sıradan bir aklın varacağı hüküm budur.

Ama ne gezer!.. En fazla tartışılan konu din ve laiklik olsa da, en az bilinenler de bunlar...

En üst düzeylerde görev yapmış ve ülkenin beyin takımı sayılan kişilerden din hakkında öyle yorumlar duyarız ki, şaşırıp kalırız ve “Acaba burası Müslüman Türkiye mi?” tepkisini vermekten kendimizi alıkoyamayız. Dinin karşısına da öyle ucûbe bir laiklik yorumu geçiriyorlar ki, laikliğin anavatanında bile arasan bulamazsın!
Sâbık Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Ramazan günü, hem de canlı yayında oruçlu halkın önünde su içmeyi laikliğin gereği sanıyordu. Kişisel bir tercihi konuşmuyoruz burada; isteyen oruç tutar, isteyen tutmaz. Lâkin, laikliği halkın inançlarına saygı duymama gösterisine çevirmenin, laiklik olarak algılandığı garip bir durumdan bahsediyoruz.

Dine karşı çıkabilirsiniz. Allah’a inanmak zorunda da değilsiniz. Bunlar Allah ile kulları arasındadır, hesap da O’na verilecek. Ama insan, hele kanaat önderleri, aydınlar, toplumun öncüleri, bir şeyi reddediyorsa eğer, neyi reddettiğini de bilmek zorundadırlar. Hassaten bu durum geniş toplum kitlelerinin hayatına yön veriyorsa, cehâlet mâzeret olamaz.

Ergenekon soruşturmasından basına düşen bir belgeye göre, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, Başbakan Tayyip Erdoğan’a ülkedeki gelişmelere itiraz mahiyetinde şöyle demiş:
"Anayasa'nın 2. maddesinde Atatürk milliyetçiliğine bağlılık var. Bizim en büyük kabahatimiz bu konuyu anlatamamamızdır. Ülkü, dil, kültür birliği ulusun oluşmasında temel unsurlardır. Din konusu ulusun oluşumunda söz konusu değildir."

Burada dinden kastedilenin İslâm olduğunu belirtmeme gerek var mı! Yukarıdaki buyurgan kanaati okuduğumda çok hayıflandım. İçimden; “Oryantalistlerin derinliğine paralel bir İslâm okumasından vazgeçtim. Hiç olmazsa son onyılların ürünü yüzeysel İslâm okumaları yapan İslamologlar düzeyinde bir din bilgisine sâhip olsaydı ya emekli Org. Büyükanıt. Ya da sosyolojinin penceresinden bakacak kadar din-kimlik ve din-toplum ilişkisine dair bilgi birikimine hâiz olsaydı. O zaman bu kadar dine karşı önyargılı olmazdı herhâlde.” diye geçirdim.
Sonra da, sosyoloji ve teoloji bilgisine bu söylemdeki katı pozitif duruşu esnetebilir endişesinden dolayı müracaat edilmeyeceğine kanaat getirdim. Bunu da 28 Şubat günlerinde dönemin muktedir komutanı Çevik Bir ile gazeteci Taha Akyol arasında geçen bir diyalogtan istidlâl ettim.

Dini ulusa tehdit gören zihniyeti ve darbe çılgınlığını ele vermesi açısından önemsediğim ibretâmiz bir diyalog bu.

Çevik Bir, Aydın Doğan'ı eleştirip; “Gazetendeki bazı yazarlar türban konusunda, genç kızların başörtüsü konusunda yanlış yazıyor.” diyormuş. Doğan da Çevik Bir'e; “Gel kendileri ile konuş.” dâvetinde bulunmuş. Bunun üzerine Çevik Bir Milliyet gazetesine geliyor ve yazarlarla toplantı yapıyor.
Taha Akyol kendisine soruyor: “Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye'de çok değerli sosyologlar var. Niye onlara danışmıyorsunuz?”
Çevik Bir de; “Eğer sosyologlara danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır.” diyor.

Başka söze hâcet var mı!? Kendisini şartlandırmış bir zihin gerçeği aramıyor, vehimlerini bilimsel veriler ışığında test etmekten kaçınıyor. Öyle olmasa toplumun bir kesimine en acımasız yöntemlerle savaş açabilir miydi?
Bir’e sorsanız, laiklik adına bunları yaptığını söyleyecek. Laiklik adına bilim adamlarına danışmamayı, yani konuyla ilgili câhil kalmayı tercih ederek...

Bizim din karşıtı duygularla yüklü kesimlerimiz dine bakınca ne görüyorlar dersiniz?
Ülkenin büyük devletler muvâzenesinde geri kalmasının kaynağını mı? Yoksa halkla paylaşmak istemedikleri iktidarlarının önünde bir engeli mi?

Eğer birincisi ise, gerçekleri göremiyorlar demektir.
14 asırdır ait olduğumuz kültür havzasında yetişmiş cins kafa filozoflara, şâirlere, hekimlere ve birçok alanda yetişmiş bilim adamları listesine bakıldığında, onların dindar kimliği bu yargıyı tarih tecrübesi bağlamında çürütmeye yeterlidir.

Bugün de üniversite kapılarına yığılan ama eğitim hakkını elde edemeyen başörtülü genç kızların eğitimsiz kalmasının kaynağı din değildir, bilâkis laikliği koruduğunu iddia eden yasakçı zihniyettir.

Dini, dinin bu coğrafyada oynadığı rolü, dindarların bilime katkısını bilmeyen bu insanlar, maalesef dindar insanla empati yapamayacak kadar da özüne yabancılaşmış durumdadırlar...
Yok eğer asıl sebep bu değil de, iktidarı halkla paylaşmamak ise, birileri din ve laiklik çatışması üzerinden zümre çıkarlarını koruyor demektir.

Serdar DEMİREL - VAKİT
serdar22@hotmail.com

Evlilik Cüzdanında Eşi Başörtülü
06 Mayıs 2009 08:27

Eruygur'da ele geçirilen ve ek klasörlerde yer alan belgede, kimlik kontrolünde evlilik cüzdanında eşi başörtülü olan subaylar tespit edilerek sürgün edilmiş.

Ek klasörlerde yer alan Şener Eruygur'da ele geçirilen 7 Şubat 1997 tarihli ve 'Kars İl Jandarma Komutanlığı' başlıklı gizli belgenin altında, dönemin il jandarma komutanı Halil Ayan imzası bulunuyor. Belge, Erzurum Jandarma Bölge Komutanlığı'nın 5 Şubat 1997 tarihinde çıkardığı mesaj emrinin tebliği anlamını taşıyor.

Söz konusu belgede, eşlerine sağlık fişi ve askeri kimlik kartı çıkarmak isteyen askerlerin müracaatları sırasında yanlarında getirdikleri 'evlilik cüzdanları'na yapıştırılan fotoğrafların kayıtlara geçirildiği yer alıyor. Bununla birlikte eşleri tesettürlü subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş kimlik ve görev yerlerinin bildirilmesi de isteniyor.

Aynı klasörde yer alan 'gizli' başka bir belgede ise askerlere eşlerinin giyimi konusunda baskı yapılması ifadeleri yer alıyor. İzmit'te bulunan, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı 15. Kolordu Komutanlığı'na ait belgede tarih kısmının üzeri çizilmiş. Ancak belgenin içeriğinden 28 Şubat sürecinin temellerinin atıldığı 1996 yılına ait olduğu anlaşılıyor. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Bayar'ın 23 Nisan 1996 tarihinde 3. Kolordu Komutanlığı'nın 1., 26. ve 66. Zırhlı Tugay komutanlıklarını denetlemesi sırasında gördüğü noksanlıklara binaen, üzerinde durulmasını emrettiği konuları içeren belgenin C fıkrasında şu ifadelere yer verilmiş: "Görevinde başarılı personelden eşleri çağdaş kıyafette olmayanlar, önce amirlerince çağrılarak nasihat ve ikaz edilecek. Büyüklerin örnek olması konusunda telkinlerde bulunulacak. Durumunda değişiklik olmadığı takdirde ise alınacak tedbirlere ilaveten atama teklifleri yapılacaktır."

Şener Eruygur'a ait 32. klasörde yer alan 'personel durum takip çizelgesi', 28 Şubat sürecinde asker eşlerine yönelik takibatın ne denli baskıcı olduğunu ortaya koyuyor. 1996 yılında kullanıldığı anlaşılan çizelge; giyim-kuşam tarzı, sosyal faaliyetler, propaganda faaliyetler ile müspet-mengi gelişmeler ve kanaat başlıkları altında dört ana maddede oluşturulmuş. İşte belgedeki bazı ifadeler: "Karşı cins ile tokalaşma, birlikçe yapılan aile toplantılarına katılıp katılmadığı, bayramlaşmalara katılıp katılmadığı, çay, kermes vb. sosyal faaliyetlere katılıp katılmadığı, aile ziyaretleri ve misafirliklerde haremlik-selamlık uygulaması olup olmadığı, evinde süs eşyası, biblo, resim olup olmadığı."

Evlilik cüzdanındaki fotoğraftan fişleme

Ek klasörlerde yer alan bir diğer 'gizli' belgenin içeriği ise şöyle:

1- BÖLGE Komutanlığı bağlılarında görevli bazı subay, astsubay ve özellikle uzman çavuşların, evlenme cüzdanlarına yapıştırılan eşlerinin fotoğraflarının tesettürlü olduğu tespit edilmiştir.

2- BU durumdaki personel eşlerine askeri kimlik kartı almak için müracaat ettiklerinde eşlerinin çağdaş görünümlü fotoğraflarını bu belgelere yapıştırmakta, ancak günlük yaşamında yine tesettür giymeye devam etmektedirler.

3- YAPILACAK bir çalışmaya esas olmak üzere bizzat birlik komutanlarınca; a) Evlenme cüzdanlarında tesettürlü fotoğrafı bulunan ve bu kıyafet ile yaşamlarını sürdüren subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş kimlik ve görev yerlerinin b) Bu durumdaki subay, astsubay, uzman jandarma çavuş kimliklerinin tespit edilmesi, istendiğinden 12 Şubat 1997 tarihine kadar bildirilmesini rica ederim.
aktifhaber

Eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur, Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'ü "Fethullahçı" diye fişlemiş


06 Mayıs 2009 Ergenekon davasının 2. iddianamesinin ek klasörleri arasında, eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un Atatürkçü Düşünce Derneği’ndeki odasında ele geçirilen ilginç bir belge de yer aldı. Milliyet gazetesinin haberine göre; el yazısıyla hazırlanan, “FGT Hâkim Yapılanması” başlıklı 2 sayfalık notlarda, Fethullah Gülen cemaatine bağlı olduğu iddia edilen hâkim, savcı ve bazı kamu görevlilerinin isimlerine yer verildi. Zekeriya Öz, hazırladığı iddianameye kendini "Fethullahçı" gösteren notu da koydu. Eruygur’dan çıkan notta, ayrıca Öz’ün çocukları ve okudukları okullarla ilgili bilgiler de yer aldı. 30. klasörde yer alan “FGT Hâkim Yapılanması (Cemaat)” başlıklı el yazılı notta şu iddialar yer aldı...

İŞTE FİŞLENEN İSİMLER

1- Aziz Gürcan: Doğu Anadolu Bölge Cemaat Müfettişi (eski), Konya Selçuk mezunu tarih öğretmeni. Ergenekon operasyonundan 15 gün önce ABD çıkışı var. Türk Hukukçular Derneği Başkanı.
2- Kadir Tekgül: Albaylar Ünitesi sorumlusu, İstanbul’da ikamet ediyor, Zirve Yayıncılık Genel Pazarlama Sorumlusu.
3- Halil İbrahim Okur: Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü (9 Eylül Hukuk mezunu)
4- Sefa Mermerci: Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı.
5- Fatih Tok.
6- Selim Aker: İstanbul Bölge Adalet Müfettişi

ŞEMANIN BAŞINDA PERSONEL GENEL MÜDÜRÜ VAR

Notlarda, “Ergenekon operasyonu emrini veren” başlığı altında, basit bir şema ve şemanın başında da Halil İbrahim Okur ismi yer alıyor. Okur’un isminin karşısında, “Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü” yazıyor.
Okur’un altında, Ergenekon soruşturması savcısı Zekeriya Öz ismine yer veriliyor. Öz’den sonra şemada Metin Çelik (9 Eylül Hukuk 1991 mezunu) yazıyor. Şemanın altında ise, Öz’ün çocuklarının okuduğu kolejin adı veriliyor.
Şemadan sonraki bölümde, “Tüm talimatlar kurye aracılığıyla geliyor” şeklinde başka bir not daha bulunuyor.

1 NUMARA MERSİNLİ ARAP

“Yargıtay Örgütlenmesi” başlığı altında 1 numara olarak, “Av. Rasim Kuseyri (Mersinli Arap)” ismi yazıyor. Ondan sonra “Yargıtay 10.Dairesi Başkanı (Denizlili) ve Ali Muhlis Karakuş (C. Savcısı Yargıtay C.Başsavcılığı Ankara) notları yer alıyor.
Bu bölümün sonunda, “Talimatları ABD’den getiren Aziz Gürcan (Türk Hukukçular Derneği Başkanı)” notu yer alıyor.
“Emniyet Teşkilatı Sorumlusu (Cemaat)” başlığı altında ise “Prof. Dr Remzi Fındıklı (Polis Akademisi’nde görevli)” yazıyor.
Belgede ismi geçen Halil İbrahim Okur şu anda Adalet Bakanlığı’nda “Müşteşar Yardımcısı”; Sefa Mermerci “Adalet Bakanlığı Müfettişi”; Ali Muhlis Karakaş “Yargıtay Üyesi”; Prof. Dr. Remzi Fındıklı “Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri Fakültesi Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı” olarak görev yapıyor. Avukat Rasim Kuseyri ise, yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in eski avukatı. Kuseyri, AKP Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın avukatlığını sürdürüyor.

netgazete

Paşa Ev Koleksiyonu Kurmuş
07 Mayıs 2009 11:12

Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerine konulan Örnek'in günlüklerinde, Salim Paşa'nın yolsuzluklarına yer veriliyor. Günlüklerde "Seks partisi" de var...
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Ergenekoncular Birbirine GirdiTaraf'ta Ergenekon HaberleriETÖ Hesaplarına Şok KıskaçStar'da Ergenekon HaberleriSabah'ta Ergenekon Haberleri

28 Şubat'ın emlak getirisi: Salim Paşa'ya 5 yılda 11 ev ve arsa

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu ileri sürülen ve Ergenekon iddianamesinin ekleri arasında yer alan günlüklerde 1997 - 1999 döneminde görev yapan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu'nun adının karıştığı yolsuzluk iddialarına yer verildi.

İddianamenin ekleri arasına konulan "günlük'lerdeki ifadeler şöyle:

1 FEVKALADE LÜKS BİR BİNA: 23 ARALIK 2000

(Em. Yüzbaşı Suat Hızarcıoğlu'ndan alınan bilgiler)

- Salim Paşa 1995ten bu yana 11 ev, 4000 metrekare arsa, 3 otomobil satın almış, 1 Eylül 99, 1 Eylül 00 arasında 17 kez yurt dışına gitmiş. Evlerden Acarkent'te yapılanın resmini gördüm, fevkalade lüks.

- Remzi ağabey ile Salim Paşa kavga etmiş, Paşa bir miktar parayı Remzi ağabeyin kızı Selva'ya iade etmiş. Selva da parayı Salim Paşa'ya, 'Bu para Fransızlarla yapılan son işten sana düşen payın son taksidi, diyerek iade etmiş.

- Salim Paşa'nın parası Switzerland Union Bank'taymış.

RÜŞVET SÖZLEŞMESİ: ARALIK 2002-OCAK 2003

- 31 Aralık'ta müteahhit Feridun Toydemir geldi. Bir sözleşme kopyası verdi. Toydemir, Suat Hızarcioğlu, Ahmet ve Mehmet Dervişoğlu 24-01-2000'de imzalamış. Deniz Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik'le yapılacak tüm ihalelerde ortak hareket edeceklerine kârı eşit olarak böleceklerine dair bir sözleşme.

MOLDOVA'DA SEKS PARTİSİ: 17-18 MAYIS 2001

- Moldova'ya gitme meselesini tekrar duydum. Bana gidenlerin Tayfun, Tanju, Cengiz, Yalçın, Çanakkale'de 2000'de ikmal destekte görev yapanlar ve müteahhitler olduğunu, Şubat 2000'de orada bir ev tutulduğunu, seks partisi düzenlendiğini belirtti.

- Alb. Cengiz, Alb. Tayfun, Yzb. Yalçın hafta sonlarında Host Hotel'de ve geceliği 5000 dolar olan mankenler ile, organizeyi Ayhan Çarıkçılar yaparsa kendi evinde Rus kızları ile alem yapmaktadır.

ON BİN DOLARI BASTIRAN: 29 KASIM 1999

- Yzb. Yalçın'ın para karşılığı asker ataması yaptırdığına dair bazı bilgiler var. Ben daha Dz. K.K. Kurmay Bakanı iken Burak'ın (Örnek'in oğlu) arkadaşları Ömer ve Metin Usta 10.000 dolar karşılığı askerliklerini hiç birliklerine uğramadan yaptıklarını söylediler... İstanbul'a atama yapıldığını tespit ettim ama parasal ilişkiyi tespit edemedim.

Kaynak: Habertürk

ANIT GİBİ İTİRAFLAR...
08 Mayıs 2009 09:15

Org. Büyükanıt 32. Gün'de ordunun içinden dışından Ergenekon'dan anlattı da anlattı...


Yaşar Büyükanıt 27 Nisan Bildirisini şöyle savundu: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde laik-antilaik tartışmaları bizi rahatsız etti. Bildiriyi bizzat ben yazdım. Anayasa Mahkemesi'nin kapatma davasından sonra haklılığımıza daha da emin oldum.

Genelkurmay eski başkanı Yaşar Büyükanıt, 32. Gün programında 27 Nisan Bildirisi'ni bizzat kendisinin kaleme aldığını açıkladı ve bildirinin arkasında durdu. İşte o söyleşi:

Mehmet Ali Birand: 27 Nisan Bildirisi nasıl oldu?
Yaşar Büyükanıt: Şimdi şunu söyleyeyim, silahlı kuvvetin görevi yasalarla veriliyor. Bu yasalarla size verilen görevlerin ben bir kısmını yaparım, bir kısmını yapmam deme lüksümüz yok. Neyse gereği eğer bu bildiri yayınlamaksa bildiri yayınlanır, bu da bir önlem. Darbeye kadar götüremezsiniz beni. Benim meslek hayatım boyunca basınla hep yakın ilişkim oldu, bir gün bile basının önüne çıkıp 'beni yanlış anladılar' demedim. Yanlış anladılarsa siz yanlış anlatmışsınız demektir.
MAB: 27 Nisandaki sert açıklamanızı, keşke yapmasaydım diyor musunuz?
YB: Hayır, görüyoruz, izliyoruz... Zaten yaşanan her şeyi bu açıklamaya koymadık. Daha pek çok yaşanan olay var. Örneğin Kutlu Doğum Haftası, Millî Eğitim Bakanlığı'nın hangi günleri kutlayacağı yönetmelikte vardır, yönetmelikte Kutlu Doğum Haftası yok ama bakanlığın sitesine girdiğinizde yönetmelikte olmayan şey sitede var. Ben de saygı duyuyorum, anlamlı gün ama neden kuralları çiğniyorsunuz? O zaman yönetmeliğe koyun kutlayın. Anaokullarına kadar yayılıyor bu.
MAB: AKP'nin genel seçimlerde ki başarısı askeri erozyona uğrattı mı?
YB: Asker de insandır,
YB: Bu rejimin tek muhafızı asker midir? Her kesim üzerine düşeni yapsa, şiddete başvurmadan yasal yollarla tepkisini gösterse, başarılı bir sonuç alınılabilirdi. Ama bu yapılmayınca iş askere kalınca, askerin de yapacağı tek şey kalıyor: Silahı eline almak.
Rıdvan Akan 27 Nisan açıklamasından sonra başbakanın sizi aradığı ama sizin telefona çıkmadığınız rivayet edildi, doğru mu?
YB: Ertesi sabah ben gittim, Ankara'da değildim, İstanbul'dan kendisiyle konuştum.
MAB: Ne gerek vardı böyle bir şeye diye sordu mu başbakan size?
YB: Neden sebep olduğunu sordu medeni bir şekilde konuştuk.
MAB: Bütün sebepleri anlattınız mı?
YB: Zaman zaman anlattım ben başbakana. Bakın ben MGK'da konuşmadığım bir şeyi kamuoyuna açıklamam.
RA: 27 Nisandan sonra başbakanlığın yaptığı açıklamada' Genelkurmay Başbakanlığa bağlı bir kurumdur' minvalindeki sözlere ne diyorsunuz?
YB: Genelkurmay başbakanlığı başbakana karşı sorumludur.
RA: Satır arasını okursak?
YB: Hatırlatmış oluyor ama biz biliyoruz zaten.
MAB: Genelkurmayda subayları en çok ne kızdırır? Subay darbe düşünür mü?
YB: İzin verirseniz kızdırma lafını üzer diye değiştirelim. Kızdığı da olabilir tabi, TSK iki başka üye de kalkıp 'Obama Türkiye'ye gelince, Güneydoğu konuda hassastır, birincisi; anayasada tarif edilen cumhuriyetin tarifleri, ikincisi devletin üniter yapısı, bu konularda bir zafiyet varsa mesela PKK terörü yada anti-laik hareketler gibi bunlar tabii ki rütbeli insanları üzer.

27 Nisan bir muhtıra değil

YB: 27 Nisan bildirisi, muhtıra değil.
MAB: Muhtıra değil diyorsunuz ama dili ve şekli muhtıra olarak algılandı. Bunu siz kendiniz mi yazdınız?
YB: Evet bunu ben kendim yazdım. Cuma akşamıydı. Oturup bizzat kendim yazdım. Neden Cuma akşamı verdik? Ertesi gün Ankara'dan ayrılmam gerekiyordu. Dolayısıyla gitmeden önce yayınlanmasını arzu ettim.
MAB: Neden istediniz?
YB: 27 Nisan Bildirgesi TSK'nin laiklik karşısındaki hassasiyetini vurgulayan bildiridir. Laikliğin zedelenmekte olduğu kuvvetli şekilde ortaya çıktı. Bildiri de bir de laiklik vurgusu vardı. Cumhurbaşkanlığı seçimi değildi. Cumhurbaşkanı ile ilgili olarak tek bir cümle vardı.
RA: İzin verirseniz o kısmı okuyayım? Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde laiklik karşıtı faaliyetlerde vahim bir artış vardır diyorsunuz.
YB: Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci Laik-Anti laik tartışmalarına odaklanmıştır.
MAB: Yani sizi bu bildiriyi yazmaya iten Türkiye'deki laiklik aleyhtarı gelişmelerdir.
YB: Evet. Parti kapatma davası genelkurmayın bu hassasiyetini teyid etmiştir.
MAB: Peki Genelkurmay fişeklemiş olmadı mı o süreci?

Parti kapatılmasına karşıyım

YB: Hayır, ben yanı o parti kapatılan şu parti kapatılmasın. Böyle bir düşünce içinde olmam mümkün değil. Kaldı ki parti kapatıldıktan sonra o malzeme duruyorsa tekrar kuruluyor. Ben çocukluğumdan hatırlarım, Aziz Nesin'in hazırladığı muhalif bir "Kara Kedi" yayını vardı. Tabi ben o zaman çocuktum, bilmezdim muhalifin ne olduğunu. Her hafta kapatılırdı, sonra Kapkara Kedi"diye tekrar çıkartılırdı. Dolayısıyla parti kapatmaların genel gidişata pek bir katkısı olmuyor.

Güneydoğu hassas noktamız

Yaşar Büyükanıt: Asker de insandır, basından da televizyon yayınlarından da etkilenebilir. Etkilenmemesi mümkün değil, mesela PKK'ya yakın bir organizasyonun mensubu çıkıp diyor ki: '29 mart seçimleri Kürdistan'ın hududunu çizmiştir'. (DTP Milletvekili Pervin Buldan) Şimdi terörle mücadele eden insanlarımızı düşünün. Bu söz karşısında mutlu mu olur? Hayır olamaz. Bir başka üye de kalkıp 'Obama Türkiye'ye gelince, Güneydoğu için özerklik isteyeceğiz' diyor. Şimdi bunlar askeri üzmez mi? Sadece askeri değil vatandaşı da üzer. Asker de etten ve kemikten yaratılmıştır.

BİLDİRİNİN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ İLE ALAKASI YOK

RA: Cumhurbaşkanlığı sürecinde TSK'nin sürece müdahale ettiğine dair çok ciddi kanı vardı kamuoyunda.
YB: 27 Nisan bildirisinin Cumhurbaşkanlığı seçimiyle yakından uzaktan ilgisi yok. Ondan önce sizi 12 Nisana götüreyim. 12 Nisanda genelkurmayda basın toplantısı düzenledik. Orda bir soru üzerine Cumhurbaşkanı'nın aynı zamanda bir başkomutan olduğunu, dolayısı ile TSK'yi yakından ilgilendirdiğini, seçilecek cumhurbaşkanının Laik, demokratik, hukuk üstünlüğü kelimelerine uygun olacağını umut ediyorum dedim. Umut kelimesi var.
RA: bir sözünüz daha var. Cumhuriyete sözde değil özde sahip çıkan bir kişinin cumhurbaşkanının seçilmesini arzu ederiz. Böyle bir kaygınız mı vardı?
YB: Bundan başka bir şey düşünülebilir mi? Yani seçilecek Cumhurbaşkanının anti laik-faşizan biri olmasını umut ediyorum denebilir mi?
RA: Akıllara karpuz kabuğu düşürdü efenim bu deyim. Siz özde ve sözde ayrımı ile sözde laikliğe sözde sahip çıkan bir Cumhurbaşkanı'nın varlığını topluma uyarmış oluyorsunuz. Şimdi siz Laikliğe özde sahip çıkan bir Cumhurbaşkanı'nın olduğunu düşünüyor musunuz?
YB: Ben Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden bir kişi için yorum yapmak en azından kişisel terbiyem açısından müsait değil. O makamı Atatürk'ün makamıdır. Taktir edersiniz ki yorum yapmam doğru değil.
MAB: Cumhurbaşkanı'nın eşinin türbanlı olması gerilim yarattı mı?
YB: hayır ama şu oldu. Sosyal hayatta bir takım kısıtlamalar oldu. Şimdi türban ile başörtüsünü karıştırmamak lazım. Arada çok büyük fark var.
MAB: bu bildiri ak partiye çok oy kazandırdığı izlenimi oldu. Sayın Gül'de meydanlara çıktığında beni cumhurbaşkanı seçtirmediler dedi. Pişman oldunuz mu bu bildiriyi yayınladığınız için?
YB: hayır. Bir kere anayasa mahkemesinin kararı bizi haklı çıkardı. Ne kadar isabetli bir şey yaptığımızı düşündük. Ayrıca aylara göre eğilimleri Tahran Erdem bey çıkarmıştı, ocak 2007 den itibaren sürekli artış var. 27 Nisan bildirisinden önce yüzde 45'ti. Tesir etmiştir, etmemiştir onu ben bilemem.

Dolmabahçe'de Erdoğan'la her şeyi konuştuk. Hepsi aramızda kalacak

Dolmabahçe görüşmesi hakkında bir sürü efsane üretildi. Şaşırdım çünkü bu gizli bir toplantı değildi. Gizli görüşmek istesek öyle imkânlarımız da var, gider görüşürüz. Orada her şeyi konuştuk. Bunları anlatmak bize yakışmaz.
RA: Ben kritik ve herkesin merak ettiği bir sorudan başlamak istiyorum; ünlü Dolmabahçe görüşmesi, Sayın Başbakan ile yaptığınız. Ne konuştunuz efendim, çok merak ediyoruz ? YB: Teşekkür ederim bu suali sorduğunuz için, ben de zaten tahmin etmiştim.
MB: Baş başa olan bir görüşmeydi, yani hiç kimse yoktu değil mi?
YB: Yoktu, yoktu hayır.
MAB: Şimdiye kadar belki ilk görüşmedir ki kimse birşey söylemedi.
RA: Tutanak da mı tutulmadı?
YB: Ben tutmadım. Sayın Başbakan'ın da not aldığını görmedim.
MAB: Sonrası ne oldu? Bir gazeteci merakıyla soruyorum.
YB: Bir sürü şehir efsanesi türetildi. Ben biraz şaşırdım. Çünkü bu gizli bir toplantı değil. Neden değil? Çünkü Dolmabahçe'deki Başbakan'ın çalışma ofisine resmî üniformam, forsum bir sürü basın ordusunun arasından geçtim girdim. Genel Kurmay Başkanı Başbakan'la çeşitli kereler görüşür. Şimdiki Gen. Kur Bşk. da programı müsait olduğu sürece her hafta başbakanla görüşüyor. Ben neden bu kadar merak edildiğini anlamıyorum. Her başbakanla görüşüldüğünde dışarı çıkıp biz şunları görüştük demek bir kere uygun olur mu? Uygun olmaz. Hassas konulan baş başa konuşuyorsunuz. O size bir sürü önemli şey söylüyor, siz ona söylüyorsunuz. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında bir sürü hassas şey konuşuluyor; ama bir bildiri yayınlanıyor, o kadarla yetiniliyor. Peki o kadar mı konuşuluyor? 4 saat 5 saat. Her şey. Yani gizli görüşme olsa öyle imkânlarımız da var. Gidersiniz bir yerde oturursunuz baş başa, ki öyle görüşmelerimiz de oldu. MAB: Ama bu görüşmelerin sonunda bu görüşmedekiler aramızda kalsın diye bir mutabakatınız oldu değil mi?
YB: Olabilir tabii.
RA: Biz merakla bu görüşmenin içeriğini öğrenmek istiyoruz.
YB: Ben Başbakan ile çeşitli kereler baş başa görüştüm. O görüşmelerde de hassas konular gündeme geldi. Ben kendi düşündüklerimi söyledim. Başbakan kendi düşündüklerini söyledi. Ama hiç birinden çıktıktan sonra da biz şunu konuştuk, bunu konuştuk, böyle bir şey olmaz. Bu devlet terbiyesinde olmaz. Tabii çok çirkin, affedersiniz bu kelimeyi kullandığım için, çok çirkin iddialar da öne sürüldü. Efendim ben görüşmeye gittiğimde sayın başbakan önüme dosya atmış. Ne dosyası, eşimin evdeki harcamaları. Ben de eyvah demişim. Durum kötü. Ben artık konuşmayayım demişim. Bir köşe yazarı bunu dedikoduya dayalı olarak yazdı. Manevi tazminat davası açtık. Hem ben, hem de eşim. İkimiz de kazandık. MAB: Ama hiçbir açıklama yapılmayacak havası yüzünden çıktı bu. Başbakan en çok neyin üstünde durdu orada? YB: Ben bir şey söyleyemem. Peki, şunu da düşünmek lazım. Neden hiçbir şey sızmadı? Yani şu da var, Türkiye'de hiçbir şey sır kalmıyor. Ama şu da var. Bu o şantajın yapıldığı anlamına mı geliyor?

27 Nisan ve TSK dahil her şey ele alındı

RA: 27 Nisan süreci sonrasında bu görüşmede TSK'nin AKP ve laiklikle ilgili kaygıları, hükümetin de TSK'nin konumu ile ilgili kaygıları konuşuldu mu?
YB: Yanılmıyorsam 2 buçuk saate yakın bir süre her konu konuşuldu. Her şey konuşuldu. Ama her konuşulanı da dışarıya açıklamanın şeyi yok.
MAB: Başbakan yahu neden bu muhtırayı yayınladınız diye sormadı mı? 27 Nisan'ı Başbakan'la daha önce konuştuk
YB: Onu daha önce konuştuk. Dolmabahçe konuşmasından önce. Anlattım. Bunu yayınlamamıza neden olan şeyleri açık açık anlattım.
RA: örneğin şöyle bir cümleniz var mı efendim: Biz TSK olarak AKP hükümetini şöyle algılıyoruz, laiklikle ilgili şöyle bir kaygımız var; AKP hükümetinin de.... böyle bir cümleniz var mı?
YB: Şimdi bakın öyle bir cümle değil, öyle brifinglerimiz var. Askeri şura 2 kez toplanır. Biri ağustos şurasıdır, terfiler vs. Bir de kış şurası vardır, şubatta. Biz buralarda bu konudaki görüşlerimizi çok da açık şekilde belirttik. Geçmişte olduğu gibi. Bununla Dolmabahçe'yle bağlantı kurmak bana göre çok mantıklı değil.
RA: Peki bir mutabakat çıktı mı toplantıdan? Yani biz bundan sonra işi e maillerle, basın önünde açıklamalarla götürmeyelim diye. Sorun olduğuna görüşelim diye
YB: Çok normal olarak. Yani usul bu zaten
RA: Ama 27 Nisan bunun dışındaydı. Bu teamüllere dönelim gibi bir mutabakat sağlandı mı?
YB: Devlette kurumlar arasında uyum olması lazım. Bu uyumun sağlanmasından da Cumhurbaşkanlığı kurumunun sorumlu olması lazım. Çok saygı duyduğum halde Sayın Cumhurbaşkanı Demirel bir demeç vermiş, "görevdeyken düzeltselerdi" diye. Bundan Genelkurmay başkanı sorumlu değildir ki. Yetkili değildir ki. Bundan Cumhurbaşkanı yasal olarak sorumludur.

Eşimle ilgili iddialar tamamen hayal ürünü

Sayın Fikri Sağlar. Yani öyle bir şeye getirmiş ki, ceza davası da açıldı. Dava hâlâ devam ediyor. Tazminat davası temyiz aşamasında. Bu zihniyet, başbakanı şantajcı yapıyor. Genelkurmay başkanına yani Genelkurmay başkanı da bu şantaja boyun eğiyor. Hepiniz yakından bilirsiniz. Ben hizmet sürem boyunca düşündüklerimi hep söyledim. Ama her gün de bir düşünceyi ifşa edemezsiniz. Bunun manası da yok. Böyle bir şeyi hem başbakana yakıştırmak çok çirkin, hem de genelkurmay başkanına.

ERGENEKON DOPİNG ETKİSİ YAPTI

2003-2004 yıllarında kendisiyle ilgili inanılmaz bir karalama kampanyası başlatıldığını, rahmetli ablasının cep numarası ile iki saat içinde 15 bin mail atıldığını söyleyen Genelkurmay eski Başkanı Büyükanıt "Ergenekon'un gerçek mağduru benim. Bu çeşit girişimler bende aşı etkisi yarattı. Direncim arttı" dedi...

Genelkurmay eski Bakanı Büyükanıt, Ergenekon çevrelerince kendisinin de hedef alınarak mağdur edildiğini söyledi.

MAB: Ergenekon sizce bir komplo mu?
YB: Bilemiyorum
MAB: Algılamanız ne? Nasıl yorumluyorsunuz?
YB: Tabii tam bir algılama yapamıyorsunuz. Samimi söyleyeyim değerlendirme de yapamıyorsunuz çünkü bilgilere sahip değilsiniz. Yani o bilgiler bende yok. Ben basına yansıyan yönleri ile biliyorum. Bir de tam o ilk tutuklanmalar görevi bırakmamdan kısa süre önce, temmuz başında yanılmıyorsam..
MAB: Engelleyemez miydiniz, komutanlarınızı koruyamaz mıydınız?
YB: Peki... Çok güzel bir sual ama cephanelerim var... Bakın bu bana çok söylendi haklısınız. Özellikle emekli orgeneraller gidip lojmanlarından alınıyor. Niye Genelkurmay Başkanı buna mani olmuyor.
MAB: Kendi arkadaşını korumuyor, silah arkadaşını korumuyor...
YB: Silah arkadaşını korumuyor. Bakın TCK'ye ek olarak çıkartılmış bir yönetmelik var. Bu adli ve önleme aramaları. Bir şeyi ya bir adli savcı gelecek ya da bir önleme araması yapacaksınız. Yani efendim şuradan gelecek, kamyonun içinde terörist var diyecek, jandarma önleme alacak. Bu yönetmeliğin 14. maddesi bunu yorumluyor. Askeri mahallerde yapılacak arama. Askeri mahal nedir? Orduevi nedir? Askeri lojmanların olduğu diyelim ordu evindeki bir konut. 14. madde şöyle diyor: Askeri mahallerde yapılacak arama cumhuriyet savcısının talep ve katılımı ile askeri makamlar tarafından yerine getirilir. Bir inisiyatif vermiş mi askere. Hayır.
MAB: Yapamazdım diyorsunuz yani.
YB: Yapamazsınız ki. Kanun bu yani, durum böyle iken niye korumadın? Yani şunu diyebilir mi bir Genelkurmay Başkanı ya da yüksek rütbeli bir subay. 'Ben kardeşim kanun manun anlamam giremezsin içeri'. İki tane de tank götürür. E nasıl hukuk devleti, nasıl hukuk devleti. Bu kadar açıkken maalesef. E rahmetli Uğur Mumcu'nun bir lafı vardır: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan... Söylüyor geçen gün sizinle de sohbet ederken de söyledim. Bir beyefendi de sordu bir yanında oturuyordu. Dedim ki açın hukuk okuyun dedim.
MAB: Bu konuda hiç size niye korumadınız, niye şey yapmadınız diyenler oluyor mu?
YB: Tabii. Ben de izah ediyorum
MAB: Bu bir problem mi?
YB: Problem değil.
MAB: Yani TSK'nın içinde yaralanıyor mu insanlar?
YB: Mesela benim onların içinde yıllarca beraber çalıştığım insanlar var.
MAB: Bu konuda size; niye korumadınız, niçin?
YB: Tabii. Ben de izah ediyorum.
MAB: Bu bir problem mi?
YB: Hayır problem değil.
MAB: Ama TSK'nin içinde.
YB: Tabii, tabii.
YB: Çünkü mesela benim onların içinde yıllarca beraber çalıştığım insanlar var.
MAB: Ergenekon'u nasıl görüyorsunuz? Düşmanca bir hareket mi? Emniyetin komplosu olarak mı görüyorsunuz? Birçok masum insanın da bütün bu hengamenin içine çekildiği...
YB: Şimdi Ergenekon o kadar genişlemiş durumda ki suça gerçekten bulaşmış insanlar olabilir.
MAB: Mesela Veli Küçük sizin için nedir?
YB: Emekli bir generaldir.
MAB: Peki suça bulaşmış vs.
YB: Şimdi bakın hukuki süreçte ben onu bilemem. Ne ifadesini gördüm ne de başka bir şey... Yani bakın vatan millet diye toplanmış, daha sonraysa başka yerlere gitmiş küçük gruplar olabilir. Bunların hepsini çözecek olan yargı.
RA: Bakın şu belge Ergenekon iddianamesinin eklerinden. El yazısını tanıdınız mı?
YB: Benim el yazım bu. İşte bakın ne alakası var bunun iddianameyle. Ablamın ölüm şeysi.
RA: Ergenekon iddianamesinde Şener Eruygur'un ADD'deki odasında bulunan bir CD'de sizinle ilgili dosyalar çıkıyor? Bakın eşinize ait sağlık bilgileri bile var. Neden?

Eruygur'dan bunları beklemezdim

MAB: Toplamış mı bunları? YB: Valla ben bilmem bunu. Onu Şener Paşa'ya soracaksınız. Bakın daha önce de çeşitli karalama kampanyalarında benim gelmişimi geçmişimi döktüler. Ben de hiç tanımadığım akrabalarıma rastladım. Tabii kişisel verilerin toplanması yasal olarak suçtur.
MAB: Bekler miydiniz Eruygur'dan böyle bir şey?
YB: Hayır. Hayır.
MAB: Şaşırdınız mı?
YB: Çok şaşırdım. Yani ne alakası var. Kızımın arkadaşları, ablamın rahatsızlığı. Yani ne alakası var. Ben anlayamadım.
MAB: Eruygur Paşa ne yapmak istemiş?
YB: Özden Örnek günlüklerine göre sizin Kara Kuvvetleri Komutanı olmanızı ve sonrasında Genelkurmay Başkanı olmanızı engellemek için yapılmış. Sizin pasifize edilip yerinize bir korgeneralin geçirilmesi gibi bir senaryo var.
YB: Evet, evet. Ben de okudum onları. 1. Ordu Komutan'ıydım o ara. 'Bu adamdan bize hayır gelmez. Altından bir Kor. Gen çıkartalım' diye.
MAB: O zaman mı başladı kampanya? Çünkü size karşı müthiş bir kampanya başladı.
YB: Şöyle söyleyeyim, ben 1. Ordu Komutanlığı'na gelene kadar hakkımda en ufak bir şey çıkmamıştı. Sonra birdenbire, Allah Allah o adam ben miyim, bu kadar çıt çıkmayan, milyarlarca dolarlara imza atmış bir insan, birden bire bir kampanya. Yani bakın tekrarlıyorum benim bilmem mümkün değil ama o dönemde başladı. 2003'te başladı.
RA: Örnek günlüklerinde Aytaç Yalman, Özden Örnek'e diyor ki: Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanlığı'nın önlenmesi için Eruygur Hükümet ile işbirliği yapmaya hazır.
YB: Evet. Yani ben de basından okudum.
RA: O dönemde sizin çevrenizde böyle bir mekanizmanın harekete geçtiğini hissediyor muydunuz? önlem alıyor muydunuz?
YB: Hissetmeyi bırakın, yaşıyordum. Yaşıyordum. Bakın bir gün internette bir haber dolaşmaya başladı. Bütün Türkiye'deki o patlamaları, çatlamaları yapan benim. Suyum, buyum, böyle karalamalar falan. Gönderen kim biliyor musunuz? Yani sim'i. Rahmetli ablam. Yani bu kadar. Onun ismini yazmışlar. Ablam. İş buraya kadar gitti. Yani bakın iki saat içinde 15 bin tane mail atıldı diyorum.
MAB: Yani siz bir anlamda Ergenekon mağdurusunuz.
YB: Evet, hakikaten öyle. Bu çeşit girişimler Allah'tan bende aşı etkisi yarattı. Direncim arttı.
RA: özden Örnek günlüklerinden.... Aytaç Yalman, Örnek'e Yaşar'la ilgili yapabileceğim bir şey varsa bilgim olsun diyor. Eruygur'a karşı. Sn Genelkurmay Başkanı'na sizin terfiniz konusunda herhangi bir telkinde bulunuldu mu efendim? YB: Benim bilgim dahilinde, hayır.
MAB: O dönemde böyle hareketler olunca duyulmaz mıydı? Yani sonuçta siz ordu komutanısınız.
YB: Bakın şunu söyledim. Birşeyler olduğunun farkındaydım. Ama ne yapanı biliyorum, ne edeni biliyorum. Hissediyordum tabii, hissetmez miyim? Tabii bu kuvvet komutanı olmamla birlikte kısa bir sükunet döneminden sonra Genelkurmay Başkanı olacak mı diye, sonra tavan yaptı.
MAB: O zaman bunun ciddi olduğunu düşünüyorsunuz?
YB: Yani bakın ben hukuk anlamında kendimi eğittim. Ciddi bir şey söylerken özellikle kimseyi delil olmadan suçlamamayı öğrendim.
RA: Günlükten sizi ilgilendiren bir başka

'Genç Subaylar enjekte edildi'

Rıdvan Akan 2003'te meşhur 'genç subaylar rahatsız' açıklaması var. Bu genç subaylar sıkıntılarını, üstlerine yansıtırlar mı?

YB: 'Genç subaylar rahatsız' ibaresi üretilmiş bir haberdir, birileri tarafından enjekte edilmiş.
RA: TSK içinden birileri mi?
YB: Hayır... Sadece bu kadarını söylüyorum ama enjekte edilmiştir.
MAB: Neden?
YB: Genelkurmay Başkanlığı üzerinde baskı yaratır mı düşüncesiyle üretilmiş bir şeydir. Tabi bunu bu kadar açık söylediğime göre itimat buyurun böyledir. Yoksa subayın genci yaşlısı yok. O zamanın Genelkurmay Başkanı Sayın Özkök tarafından da, hatta o onun zarif üslubunu aşan bir tepkiyle cevap vermiştir.
RA: Bunu yapmalarının amacını TSK'yı siyasete sokmak, bir askeri darbe olmasını sağlamak olduğunu düşünebilir miyiz?
YB: Yani darbe demeyeyim ama baskı hani tam sağ pres diyorlar ya.
MAB: Peki bu durumlarda Genelkurmay'ın radarları nasıl işler?
YB: TSK'ya bir sistem anlayışı içinde bakmak lazım, bir sistem bütünlüğü içinde baktığınızda bugün artık sistem mühendisliğinde ön plana çıkmış bilim dalıdır..

Andıç olayı büyük bir hataydı

Genelkurmay eski Başkanı Büyükanıt 32. Gün programında andıç'ı da anlattı:

MAB: Andıç olayını nasıl yorumluyor sunuz? Hâlâ kimse çıkıp da kimse o olayın yanlış olduğunu söylemedi, sanki çok normal bir şeymiş gibi.
YB: Andıç olayı ortaya çıktığında ben Genelkurmay 2. Başkam'ydım. Kıvrıkoğlu Paşa Genelkurmay Başkanıydı. Hakikatten imzasız bir taslaktı andıç. İsimler sıralanmış ama imza yoktu (hiçbirinin).
MAB: Andıç hata mıydı?
YB: Evet evet evet...

Karadayı'nın ses kayıtları

RA: Sayın Karadayı'nın illegal olarak dinlenmiş bir ses kaydı var. Cumhurbaşkanlığı sürecinde farklı siyasi parti temsilcilerinin bu seçime girmemesi yönünde kendisinin telkini olduğunu anlatan ses bandı var. Sizin arka arkaya 12 Mart açıklaması, 27 Nisan açıklamanız, ardından Sayın Karadayı'nın girişimi. Bunlar siyaset değil mi efendim?
YB: Benim Karadayı komutanımın olayına bir şey demem mümkün değil. Ne olduğu da belli değil. Dolayısıyla onları alt alta koymak elma ile armudu alt alta koymak gibi bir şey oluyor. Kusura bakmayın..

Kimse darbenin yararlı olduğunu iddia edemez

Büyükanıt, 27 Nisan bildirisini değerlendirdikten sonra askeri darbelere ilişkin şunları söyledi:


RA: Darbeler askere ve demokrasiye zarar verdi mi?
YB: Çatışmalar sona erdi, sükûnetin sağlanmasında yararlı oldu. Sigara, benzin, yağ bulamıyordunuz, nasıl ortaya çıktı? Bunlar darbenin yararlı yönleri. Ama genel anlamda darbelerin (ki ben darbe lafını kullanmayı pek sevmem) darbelerin pek yararlı olduğu söylenemez. Bunu ifade etmek dürüstçe bir söz olur.

Karargahta darbe planı bulamadım

RA: Sayın Büyükanıt Sarıkız ve Ayışığı'ndan haberdar oldunuz mu?
YB: Ağırlıklı olarak 2003-2004 periyodunda 1. Kuvvet Komutan'ıydım. İstanbul Selimiye'deydim. Böyle her zaman dedikodular olur, her zaman.
MAB: Ama bunları duydunuz mu, bu dedikoduları?
YB: Böyle Sarıkız-Yeşilkız diye dedikodu duymadım. Çünkü orduda olduğunuzda ilgi alanınız çok farklı. Orda kıtalarla ilgilisiniz. Benim de en sevdiğim işlerden bir tanesi. Dolayısıyla Ankara'da değildim. Onun için ben açık söyleyeyim. 12 Mart'da da 12 Nisan'da da basın toplantısında açıkladım. Genelkurmay'da da, Genelkurmay Başkanı olduğumda bir daha baktırdım.
MB: Baktırdınız mı ?
YB: Evet, baktırdım.
RA: Özden Örnek'e izafe edilen ve mahkeme kayıtlarından da büyük ölçüde doğrulanan günlüklerden bir bölüm okuyayım;
MAB: Bir saniye çok önemli, araştırttınız yani?
YB: Evet. Mümkün değil araştırmamak. Var mı bir şey, bilgi belge. Hiç bir şey bulamadım. Nitekim Sn. Genelkurmay Başkanı da yaptığı basın toplantısında (Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u kastediyor) benim 12 Nisan'daki sözlerime referans yaparak aynı şeyleri söyledi.
MAB: Ama bilgi belge olmaz ki, şu olmaz mı; istihbarat görevlileriniz çağırıp böyle günlükler yayınlanıyor bir araştırın bunu?
YB: Tamam, bir şey yok, belge yok. MAB: Ama dergide yayınlanmış.
YB: Ben de dergiden okudum.
RA: Sayın kara kuvvetleri komutanının ağzından Sn. özden Örnek'e böyle bir konuşma yaptığı günlükte yer alıyor ve diyor ki; önceden nabız yoklandığı için hiç bir çatlak ses çıkacağını zannetmiyorduk. Hatta Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar ile de görüşmüş. Burada sizi kastettikleri yer alıyor. Ben de bu konuyu çok merak ediyordum. Zira Yaşar ilerde 'g' olabilecekti. (Genelkurmay Başkanı olabilecekti). Ama o da kendinden beklendiği şekilde, önümüzde iki seçenek var; ya bu iktidar'a hiç sesimizi çıkarmayacağız ya da sopa zoruyla istediğimizi yaptıracağız demiş. Kendisinden ben de bunu beklerdim, ama gene de onu takdir edip mümkün olduğu kadar kendisini korumamız lazım, diyor...

Böyle bir konuşma oldu mu efendim?

YB: Şimdi şöyle söyleyeyim; özden Örnek çok yakın arkadaşım. Yurtdışında da beraber hizmet yaptık. Ailece çok yakınız. Böyle bir konuşmayı gördüm, basına da yansıdı. Hatırlamadım inanın. Hatırlayamadım, çıkaramadım.
MAB: Normal olarak bakıldığında birçok kişi; mantıklı diyor. Konuşmalar filan oturuyor, pek bir üfürülmüş değil. Size gerçekçi mi geldi yoksa dikkate bile alınmayacak gibi mi? Günlüklerde beni zehirliyorlar bile...
YB: Tabii bakın bir karara varmak için belge lazım. Şimdi ben otururum sizin adınıza bugünlük yazarım. Bu kadar detaylı yazabilir miyim, yazamam. Ama yazabilirim yani teknik olarak mümkün. Dolayısıyla bir yargıya varmak çok zor.
RA: Günlüklerden sizi ilgilendiren bir başka bölüm okuyabilir miyim?
YB: Çok var beni ilgilendiren bölüm, beni zehirliyorlar bilmem ne yapıyorlar.
RA: Bir Türkiye tablosu çiziyorsunuz. Türkiye ve dünya tahlili yapıyorsunuz. Onu özden Örnek günlüklerine almış. Ortaya koyulan stratejinin, bazı gerekli parametrelerin ilavesiyle gözden geçirilmesi uygundur. Vahim bir tablo jeopolitik açıdan ABD ve AB ülkemize Ortadoğu'da yeni bir rol biçmeye çalışmaktadır.

Yeni model bir Türkiye yaratmaya çalışmaktadırlar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ABD'ye gittiğinde Fethullah Gülen ile buluştular. Ak ismi bilerek ve kasıtlı olarak Bediüzzaman yazılarından alınmıştır. ABD, AB ve Türkiye'yi manipüle etmektedir.

Direnmenin başladığı yerde ekonomi bir silah olarak kullanılmaktadır. Pozitif davranmalıyız. Acaba zaman mı geçti, bence geçti death line seçimlerdir. Eylem planında tedbirleri sıralamak kolay ama uygulanabilir olmalıdırlar. Kamuoyu desteği için en önemli kaldıraç basın-yayındır bunu kullanmalıyız. Bu tahlili yaptınız mı?

YB: Şunu yaptım, bu çok eklenmiş ama AK Parti çözümü doğrudur. İfade ettim.
aktifhaber

Org. Başbuğ'dan İlginç İstek
08 Mayıs 2009 06:51

Ergenekon sanığı Eruygur’dan ele geçirilen Genelkurmay görüşme zabıtlarında, Başbuğ'la tartışan Erdoğan'ın ilginç bir isteği var...
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Yunus Emre Vakfı AçılıyorBaykal ETÖ'ye Bariyer Oluyor

Biz Ak Parti’yiz, AKP demeyin üzülüyoruz

Emekli Org. Şener Eruygur’dan ele geçirilen Genelkurmay görüşme zabıtlarında, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. İlker Başbuğ’un Ömer Dinçer ve Ömer Çelik hakkında sert eleştiriler getirdiği, Erdoğan’ın da ‘Sizinle görüşsünler, orta yolu buluruz’ dediği görülüyor

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2004 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ve kuvvet komutanlarıyla Genelkurmay’da yaptığı görüşmenin zabıtları, Ergenekon ek klasörleri arasından çıktı. Emekli Orgeneral Şener Eruygur’dan ele geçirilen belgeler arasında bulunan tutanaklar, “Başbakan’la yapılan görüşmenin zabıtları, 15 Ocak 2004” başlığını taşıyor.

Zabıtlara göre komutanlar adına konuşan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, hükümetin icraatlarını ve Erdoğan’ın söylemlerini değerlendiriyor. Başbuğ, ayrıca Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan tarafından yazılan “Muhafazakâr Demokrasi” kitabına, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’e ve AKP milletvekili Ömer Çelik’e ağır eleştiriler yapıyor. Daha sonra söz alan Erdoğan da Başbuğ’un eleştirilerine cevap verdikten sonra kendi şikâyetlerini dile getiriyor. “Bazı konularda bizi üzen ifadeler oldu. Mesela siz devamlı AKP dediniz. Halbuki partinin kuruluş kayıtlarındaki ismi AK Parti’dir” diyen Erdoğan, Çelik ve Dinçer ile ilgili eleştirilerle ilgili olarak da, “Size gelsinler, görüşsünler, orta yolu buluruz” diyor.

‘Muhafazakâr Demokrasi’ kitabı
Tutanaklarda, Başbuğ’un Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan tarafından yazılan ve “AKP’nin siyasi manifestosu” olarak değerlendirilen “Muhafazakâr Demokrasi” isimli kitaba çok ağır eleştiriler yönelttiği görülüyor. Tutanaklara göre Başbuğ, kitabın çeşitli sayfalarında yer alan ve AKP’nin laiklik anlayışını belirten bölümlerle ilgili olarak, “Anayasa’daki laiklik anlayışı ile AKP’nin laiklik anlayışı arasında fark vardır” diyor. Başbuğ ayrıca, AKP’nin laikliği “dindarları esas alacak şekilde” yorumladığını da ifade ediyor.

Başbuğ: Demokrasi araç mı?
Tutanaklara göre Başbuğ, Erdoğan’ın danışmanı ve AKP milletvekili Ömer Çelik’in 2003’te yayımlanan bir yazısından da alıntı yaparak Çelik’in ifadelerinin ABD’nin “ılımlı İslam” tanımı ile paralellik gösterdiğini vurguluyor. Başbuğ, “Ilımlı İslam modelindeki, Anayasa’nın laiklik anlayışı ve cumhuriyetin temel niteliklerine aykırı olduğunu düşünüyor ve sınırsız demokrasiyi bir araç olarak mı gördüğünüzü merak ediyoruz” diyor. Başbuğ, Ömer Dinçer’in makalesiyle ilgili ise şöyle konuşuyor:
“Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer bir makalesinde, ‘İslam bir hayat tarzıdır ve hayatın bütün yönlerini kapsayan bir sistemdir’ şeklinde tanımlamakta ve iki İslami hareketi kültürel öncelikli İslami hareketler ve siyasi öncelikli İslami hareketler olarak ifade etmektedir.
Siyasi öncelikli İslami hareket olan Refah Partisi ile kültürel öncelikli İslami hareket olan Fethullah Gülen, Nurculuk, Süleymancılık gibi tarikatların birleşerek, laikliğin İslam’la bütünleşmesini ve cumhuriyetin İslami bir düzene sokulmasını siyasal İslam modelinin gerçekleşmesini öngörmektedir. Dinçer’in bugünkü uygulamaları da bu düşüncelerinin geçerli olduğunu doğrulamakta olup, ‘Ömer Dinçer’in arkasındayım’ şeklindeki açıklamanız düşündürücüdür, bu açıklama sizin ‘Değiştim’ açıklamanızla bir çelişkidir.” Tutanaklara göre Başbuğ’un ardından söz alarak eleştirilere cevap veren Erdoğan, Dinçer’i savunarak, “Kendisi bir bilim adamıdır. Yorumları o açıdan ele alınmalıdır. Kendisinden millet istifade etmektedir” diyor. Erdoğan ayrıca bir öneride bulunarak, “Ömer Dinçer ve Ömer Çelik size gelsinler, sizinle görüşsünler, orta yolu buluruz” diyor.

‘Dinçer’in konuşması korkunç’
Erdoğan’ın ardından tekrar söz alan Başbuğ, Dinçer’le ilgili eleştirilerini tekrarlayarak, “Siz yaptığı konuşmanın tamamı olan 7 sayfayı okudunuz mu? Kabul edilemez korkunç hususlar ihtiva ediyor. Bilim adamı vasfının çok ötesinde bir söylemdir.
‘Düşüncelerimin arkasındayım’ ifadesi çok düşündürücüdür. Genelkurmay olarak düşüncelerimizi sunduk, takdir sizindir” diyor.

‘Erdoğan’la yemeğe gittik, işi sulandırdık’
Tutanakların sonunda ise görüşmeye katıldığı anlaşılan bir komutanın şöyle bir notu bulunuyor: “Biz adama ‘Bakın Sayın Başbakan, biz sizi dinci bir parti olarak görüyoruz. Yaptığınız her işlemde de bu faktörü arıyoruz, bu nedenle size itimadımız yok’ diyemedik. Bence bir gün önce aldığımız konuşmama kararı yanlıştı. Adam bize kendi bildiklerini anlattı ve tartışmadık bile. Bu toplantıdan çıkınca yemeğe gittik. Böylece işi de iyice sulandırmış olduk. Yemekte doğal olarak sohbete başladık ve adam da yemekten ayrılırken bizim sorunlarımızı dinleyip ve onlara çözüm bulmayı vaat eden bir siyasetçi kimliğiyle ayrıldı.”
aktifhaber

'Paşa Gazetesi' İçin Verilen Emir

10 Mayıs 2009 11:33
Balbay ve Paşalar'ın,Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajını artırmak için üniversitelerde ve kışlalardaki çalışmaları. Düşman ilan ettikleri Zaman Gazetesi ile mücadeleleri.
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Milliyet'te Ergenekon HaberleriMilliyet'te Ergenekon HaberleriERUYGUR'UN BAŞBAKANLIK KÖSTEBEĞİT. ÖZKAN: O NAMUSSUZ YALANCIGazetecilere Davanın Arkasından Eruygur Çıktı

Ankara temsilcisi Mustafa Balbay, gazetenin haber ve tiraj değerlendirmelerini Şener Eruygur, Levent Ersöz, ve Atilla Uğur'la birlikte yapıyormuş. Mümtaz Soysal'ın ifadesiyle tirajı 'silah' olarak nitelendiren Balbay, "Şimdi bu gazeteyi 100.000 sattırırsak gündemi bir başka türlü etkileriz." Diyor. Balbay'la defalarca görüştüğü anlaşılan Eruygur, Jandarmaya ait birimlerde Cumhuriyet'in satılması için birlik komutanlarına emir verileceğini söylüyor. Eruygur, verilen emirlerde farklı bir taktiğin olduğunu şu cümlelerle anlatıyor: "Cumhuriyete kapıyı açarken, diğerlerine de hissettirmeden hafif hafif kısın. Adam orada cumhuriyeti görecek. Bakacak ki, Hurriyet yok Milliyet yok, neyse alacak. Yani çift taraflı olarak yönlendireceğiz."

İddianamede yer alan bilgelere göre, Ergenekon sanıkları yaptıkları her şeyi kayıt altına almış. Mesela Mustafa Balbay'ın günlüklerinde tam anlaşılamayan bir olay Levent Ersöz ve Şener Eruygur'un kamera kayıt dökümlerinde var. Bu üç ismin cumhuriyet gazetesi için özel çalışma içinde olduğu görülüyor. Kitap promosyonu için Şener Eruygur'dan yüz milyarlık bir destek isteyen Balbay bunun önemini anlatırken 'Birincisi tirajı arttırır, ikincisi iktidara karşı bir mücadele zemini gelişir." Diyor.

Mustafa Balbay, gazetenin GATA'da da satılabileceğini belirtiyor. Bu konuda fiyat indirimi yapabileceklerini teklif ediyor. Bazı üinversite ve yurtlarda indirimli gazete sattıklarını anlatıyor. Şener Eruygur hangi üniversiteler olduğunu sorunca Balbay şöyle diyor: "ODTÜ, Dil tarih coğrafya fakultesi orası fena değil. Gazi'ye giremedik." 'Bursa Uludag yok mu?' diyen Eruygur desteğini şöyle devam ettiriyor: "Biz tanığımız rektörler vasıtasıyla diğerlerine de bu konuyu anlatırız. Dolayısıyla onlarda da bir hareketlenme sağlarız."

'Erler eskisi gibi cahil değil' sözleri ile konuşmaya katılan Levent Ersöz, cumhuriyet'in askeri birliklerde satılmasının önemine dikkat çekiyor: "Şimdi bu o kadar önemli ki, bu asker 2 ay sonra tezkere alıyor. Burada ufacık bir alışkanlık kazanması, bu gazete eskiden babamın dediği gibi komünist değilmiş diyecek." Eruygur ve Ersöz, Jandarma'dan sonra diğer birliklerin de cumhuriyet alması için uyarılıcağını anlatıyor.

2003-2004 yılında Kıbrıs'ta yaşanan gelişmeler konusunda gazete haberlerinin etkisi de konuşuluyor. Balbay bunu şöyle anlatıyor: "Hep konuşuyoruz ya bu medya gücüne karşı çıkmamız gerekiyor. Mümtaz hoca (soysal) onlarla başa çıkabilmemiz için onların silahlarıyla karşı koymalıyız, onların tirajı 500.000 ise sen de çıkaracaksın, televizyonları varsa senin de olmalı diyor."

Tiraj planlarının yapıldığı toplantılarda Zaman Gazetesi'nin satışları da gündeme gelmiş. Ekip burada çirkin ifadeler kullanıyor. Askerlerden promosyon için para isteğini tekrarlayan Balbay şöyle konuşuyor: "Mesela o işe ilk başladığımızda bize İş bankası yardımcı oldu. Alparslan ışık'ın bu Fethullah Gülen ile ilgili bir kitabı vardı. Ona vermiştik. Zamancılar İş Bankası'na öyle bir yüklendi ki İş Bankası ürktü ve geri çekti sponsorluğunu. Yani böyle bir deneyim yaşadık. Şimdi bu deneyimi dikkate alarak kitaplarda Fethullah Güleni vermedik. Onunla gazete sayfalarında zaten uğraşıyoruz. Atatürk kitapları verere
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr May 10, 2009 6:24 pm    Mesaj konusu: 'TSK'nIn CanIna Okudunuz' Alıntıyla Cevap Gönder

Sinan Tavukçu

27 Mayıs Darbesi, TSK’ ya Yönelik Bir Operasyon muydu?



27 Mayıs askeri darbesi genellikle Türk siyasi hayatı ve demokratikleşme açısından ele alınıp değerlendirile gelmektedir. Halbuki, bu darbenin bir de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik boyutu vardı ve belki de en köklü ve kalıcı tesiri Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde olmuştu. Darbeci subayların teşkil ettiği Milli Birlik Komitesi tarafından yayınlanan 2 Ağustos 1960 günlü 42 sayılı kanunla, Türk ordusundan 275 general ve 7.000 subay emekliye sevk edilmişti. Bu emsali az görülen bir tasfiye operasyonuydu. ABD Büyükelçisi Fletcher Warren’in 11 Ağustos tarihli raporuna göre, generallerin % 90’ı, albayların % 55’i, yarbayların % 40’ı, binbaşıların da % 5’i emekliye sevk edilmişti.

Ordu subaylarının gençleştirilmesi, rütbe enflasyonun önlenmesi, kadro fazlalığının giderilmesi ve orduda piramidin yeniden kurulması 42 sayılı kanunun gerekçeleri olarak sıralanıyordu. Emekliye sevk edilen generallerin yerine albaylar atanmış, ordunun üst kademesi şu şekilde düzenlenmişti; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Genelkurmay İkinci Başkanı Tuğgeneral Şefik İlter, Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral İrfan Tansel, Jandarma Genel Komutanı Tümgeneral Nurettin Onur, Birinci Ordu Kumandan Vekili Tümgeneral Cemal Tural, İkinci Ordu Kumandan Vekili Tümgeneral Ali Keskiner ve Üçüncü Ordu Kumandan Vekili Korgeneral Celal Alkoç.

27 Mayıs darbesinden sonra tasfiyeye uğrayan subaylar, Emekli İnkılâp Subayları Derneği kurarak orduya tekrar dönme mücadelesi verdiler. Ancak, Dernek 6 Eylül 1961 tarihinde süresiz olarak kapatıldı. Bu tasfiye hareketi Emekli İnkılâp Subayları (EMİNSU) olarak tarihte yerini aldı.

Darbeci subaylar, görünüşte anti-amerikancı bir çizgiye sahip olmakla birlikte, bu tasfiye operasyonu, tamamı Amerika Birleşik Devletleri’nden hibe olarak temin edilen para ile gerçekleştirilmişti. Gerek kendileriyle yapılan röportajlarda, gerekse yayınladıkları hatıratlarda pek çok Milli Birlik Komitesi mensubu, 1947’lerden itibaren Amerika ile kurulan aşırı ilişkiden rahatsız olduklarını ifade ediyor, Amerika’ya mesafeli durmaya çalışıyorlardı. 1960 Haziranında yapılan ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Toplantılarında da bu hoşnutsuzluk tespit edilmiş, Milli Birlik Komitesi’nin 38 mensubunun ABD’deki askeri okula gitmiş olmalarına rağmen, ABD’li yetkililerin yeni rejimle yakın ilişkiler kurmada başarılı olamadıkları toplantı notlarında belirtilmişti. (1)

Amerika, Milli Birlik Komitesi ile iyi ilişkileri NATO üzerinden kurmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuştur. NATO Başkomutanı Norstad, bu hususta önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Norstad 24 Temmuz 1960 tarihinde Türkiye’ye yaptığı bir günlük gezide, 38 kişilik komitenin bütün üyeleri ile tanışmayı başarmış, “Hepsini çok parlak, sadık ve heyecanlı subaylar bulmuştur.” Ziyaretinde, TSK’da yapılacak geniş kapsamlı tasfiye operasyonu da ele alınmış, General Norstad Geçici Hükümet’in emeklilik konusundaki planına ABD’nin yardım edeceği sözünü vermiştir. Norstad ”Planın sorumluluğunu üstlenen genç subayların ABD’ye karşı tavrı iyidir; ABD’de eğitim gördükleri için, çoğu İngilizce bilir. Çoğu bir Amerikan önderliği umduğu, beklediği izlenimini veriyor ve bu aşamada devreye girmek çok önemlidir.” ifadesiyle, darbeci subaylar hakkındaki kanaatini bildirmiştir. (2)

ABD Büyükelçisi Warren, Cemal Gürsel’in daveti üzerine 13 Temmuzda askeri danışmanlarla birlikte MBK üyelerinin ziyaretine gider. Görüşmede emekliye sevk edilecek subayların durumu ve bu hususta Amerikan yardımı ele alınır. Büyükelçi Warren, bu tasfiyenin siyasi amaçlı olduğunu, aynı zamanda Türk Ordusunun savaş gücünü azaltacağını, Amerika’nın bu işe karışmaması gerektiği düşüncesini 13 Temmuz tarihli telgrafıyla Washıngton’a bildirir.(3) Ama Washıngton bu görüşe katılmaz. Bunu bir fırsat olarak değerlendiren Washıngton yönetimi, General Norstad’ın “bu aşamada devreye girilmesi gerektiği” görüşüne katılarak, tasfiye için gerekli parayı sağlar.

1958–61 yılları arasında Ankara'da ABD Büyükelçiliği’nde yarbay rütbesiyle askeri ataşelik görevini yapan Fred Haynes’ın, 10 Temmuz 2000 tarihinde Hürriyet’te yayımlanan röportajında, emekliye sevk işlemleri ile ilgili olarak anlattıkları bu tasfiyeye ilişkin ilginç ipuçları veriyordu. Darbenin hemen ertesi günü (28 Mayıs), saat 09.00 sularında MBK Başkanı Cemal Gürsel'in isteği üzerine Haynes ve ABD Büyükleçisi Warren birlikte, MBK Başkanı'nı görmek üzere başbakanlığa gitmişlerdi. Haynes röportajında, kendilerini başbakanlıkta Albay Alparslan Türkeş’in karşıladığını, Türkeş’in Ordu'dan dört bin subayı emekliye ayıracaklarını ve yeterli miktarda paraya gerek duyduklarını söylediğini kaydeder. (Büyükelçi Warren, MBK üyeleriyle yapılan 13 Temmuzlu görüşmede, Cemal Gürsel’in 2.900 civarında albay ve daha üst rütbeli subayın emekliye sevk edileceğini söylediğini belirtir.)

Haynes, ''Türkeş, sonra para talebinde bulunduklarını inkâr etti. Ama istedi. Ve bu para onlara verildi. Hiçbir resmi kayıtta yer almıyor. Paranın hangi kalemden aktarıldığı belli değil. Ama cömert bir para yardımını kesinlikle verdik. Görüşmeden sonra Büyükelçi Washington'u aradı ve resmen para istedi. Para verildi ve subaylar emekliye sevk edildi.'' sözleri ile TSK da yapılan tasfiye operasyonunun finansal boyutunu açıklamıştı. Haynes, röportajın devamında başbakanlıkta yapılan görüşmeyi aşağıdaki gibi anlatmıştı.

“MBK Başkanı Cemal Gürsel ile dörtlü bir görüşme gerçekleşti.

Cemal Gürsel, ABD ile müttefik olunduğunu söyledi ve Ankara'nın Amerikan politikasının kesinlikle değişmeyeceğinin güvencesini verdi. Aynı görüşmede, ABD Büyükelçisi, süvarilerin elçilik çevresinden çekilmesini istedi. Öğleden sonra süvari birliği çekildi.” (4)

Albay Alparslan Türkeş’in ihtilalin hemen ertesi günü, tasfiye operasyonu için Amerikalılardan para istemesi ve tasfiye edilecek subay rakamı telaffuz etmesi, bu konuda ihtilal öncesi ön bir hazırlığın bulunduğunu ortaya koymaktadır. Ancak, emekliye sevk edilecek subay sayısı 2.900–4.000 olarak konuşulurken, daha sonra hangi sebeple bu sayının 275 general ve 7.000 subay olarak gerçekleştirildiği meçhulümüzdür. 13 Temmuzda 2.900 olarak belirlenen sayının hemen 20 gün sonra yedi binin üstüne çıkarılması ya emekliye sevk işleminin bir plana bağlı olmadan keyfi olarak gerçekleştirildiğini, ya da başka bir müdahalenin olduğunu düşündürtmektedir.

Hulusi Turgut'un kaleme aldığı “Şahinlerin Dansı Alparslan Türkeş Anlatıyor” isimli kitapta Alparslan Türkeş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek rütbeli subaylarının çok arttığını, piramidin altının tıkandığını, sağlığı elverişsiz, mesleki bilgileri yetersiz yüksek rütbeli subayları tasfiye ederek, orduyu gençleştirmek ve modernleştirmek istediklerini anlatır.

Kitabın “İhtilalciler de Amerika’dan Para Aldı” başlıklı bölümünde Türkeş, Milli Birlik Komitesinin subayların dosyalarını incelemeye alarak sağlık durumları, askerlik san’atına yeterlilikleri ve ahlaki durumları itibariyle tek tek değerlendirdiğini anlatır. Neticede, 275 general ve amiralle, 7.000 albay, yarbay ve binbaşının ordudan tasfiyesine karar verilir. Türkeş, bu araştırma ve tespit yapılırken, muhtemelen yüzde üç, yüzde beş hata yapılmış olunabileceğini yahut bir takım nefret ve kıskançlıkların da rol oynamış olabileceğini sözlerine ilave eder. Aslında, MBK üyelerinin bir kısmı, bütün generallerin tasfiye edilmesini, orduda komuta kademesinin genç albay ve yarbaylardan oluşmasını istemekteydi. Ancak, Cemal Gürsel’in “Generalsiz ordu mu olur?” itirazı karşısında, 30 general ve amiral hizmette bırakılmıştı.

Alparslan Türkeş tasfiye planının finansman boyutunu aşağıdaki gibi anlatır. Anlattıkları, Fred Haynes’ın açıklamaları ile örtüşmektedir.

“Ordunun, gençleştirme hareketinde de yine paraya ihtiyaç vardı. O sırada, NATO’nun Paris’teki Başkomutanı Hava Orgenerali Norstad, Türkiye’ye gelmişti. Projemizi kendisine anlattık. Bize yardım edin, dedik. Bu iş için 12 milyon dolara ihtiyaç vardı.

Para, Amerika Birleşik Devletleri’nden temin edildi. Bu, NATO parası değildi. Bundan sonra, tasfiye hareketine girişildi. O gün için yüksek sayılan bir ikramiye verildi. Bu arkadaşlar kişi başına 36’şar bin lira ikramiye aldılar. Ayrıca, kendilerini yüksek maaşla emekliye sevk ettik.”

Emekli edilen subayların ikramiyesinin niçin Amerika Birleşik Devletleri’nden geldiği sorusuna Alparslan Türkeş, “Dost ve müttefiktik. Çok yakın münasebet içindeydik.” cevabını vermiştir. Röportajında Amerikalıların bu tasfiyeye karşı olduğunu ifade eden Türkeş, Amerikalıların karşı oldukları bir iş için niçin para gönderdikleri sorusuna karşılık olarak, General Norstad’ın “ Madem böyle düşünüyorsunuz, bu sizin bileceğiniz iştir. Amaç, Silahlı Kuvvetlerinizi güçlendirmek olduğuna göre, biz size her hususta yardımcı olmak isteriz.” dediğini aktarır.

NATO Başkomutanı Norstad’ın 1960 yılının ağustos ayında yaptığı bir değerlendirmede, bu tasfiye operasyonuyla ilgili olarak, “Ruslar, bir atom bombası atsaydı, bir hamlede, bu kadar Türk Generalini saf dışı bırakamazdı.” dediği rivayet edilmektedir.

Milli Birlik Komitesi’nin darbe bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını ilan etmesi, diğer taraftan Cemal Gürsel’in darbenin hemen ertesi günü ABD Büyükelçisi ile yaptığı görüşmede, ABD ile müttefik olunduğunu söylemesi ve Ankara'nın Amerikan politikasının kesinlikle değişmeyeceğinin güvencesini vermesi ABD ve NATO bakımından çok önemli taahhütlerdi. Zira devrilen Menderes hükümeti, ABD ve NATO’nun izni ve bilgisi dışında, Sovyetlerle ilişkilerini geliştirmeye teşebbüs etmekle kalmamış, 15 Temmuzda bir de Moskova ziyareti planlamıştı. NATO, CENTO ve ABD’ye bağlılık açıklamaları, darbecilerin 30 Mayıs 1960 tarihinde ABD tarafından tanınmasıyla ödüllendirilmişti.

Türkiye’nin ABD çizgisi dışına çıkması ve Sovyetlerle bağımsız ilişki geliştirmesi, ABD tarafından kabullenilemeyecek bir durumdu. Nitekim 5 Ekim 1960 tarihli ABD’nin Türkiye Politikası konulu, ABD Ulusal Güvenlik Raporunda bu çizgiler net şekilde belirtilmişti (5). Raporda;

“ABD’nin ekonomik savunma politikasına uygun olarak, Sino-Sovyet bloku için gerekli stratejik mallarının ihracını sınırlandırma ve yasaklama konusunda Türkiye’yi zorlamak ve Türkiye’yi;

a) Belli bazı duyarlı alanlarda Sino-Sovyet blokunun yardımını kabul etmeme,

b) Bu bloka ekonomik bağlılık yaratacak şekilde Sino-Sovyet bloku ile ticari ilişkiler geliştirme ya da ABD çıkarlarını ciddi biçimde tehdide yönelik ilişkiler geliştirmeme konusunda uyarmak.” gerektiği belirtilmişti.

Türkiye’nin NATO inisiyatifi dışına çıkmaması için, ordunun NATO konseptine bağlanması, Amerikan harp doktrinlerine göre biçimlendirilmesi gerekiyordu. 18 Şubat 1952’de resmen NATO’ya üye olan Türkiye’nin ordusu, hem teşkilat yapısı bakımından, hem de tarih ve düşman algısı bakımından NATO standartlarına uygun değildi. NATO Başkomutanı Norstad’ın aracılık etmesiyle ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki tasfiye operasyonunu karşılıksız finanse etmiş, 27 Mayısçılar Türk Ordusu’nun NATO ordusu haline getirilmesi için yapılması gereken her şeyi yapmışlardı.

NATO ordusu olmanın ne demek olduğunu, Emekli Binbaşı İsmail Tansu “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu?” adlı hatıra kitabında en güzel biçimde anlatıyordu.

“Atatürk’ün “Türkü Koru” anlamında soyadı verdiği Korutürk, bizim açımızdan bu soyadına uygun bir davranışta bulunmamıştır. Kıbrıs milli davamız için örgütlenen gizli teşkilatımızı silahlandırmak için çırpınan T.M.T. (Türk Mukavemet Teşkilatı) mücahitlerini, Akdeniz dalgaları ile boğuşurken ve şehit olurken onları korumamış, yalnız bırakmıştır. T.M.T.’ nin kuruluşunda en önemli konumuz olan silah sevkiyatı operasyonlarında donanması ile uzaktan yakından destek vermemiştir. Hem de; Başbakan’ın, Genelkurmay Başkanı’nın, Milli Savunma ve Dışişleri Bakanlarının yardım etmesi için telefonla ricada bulunmalarına rağmen Korutürk destekten kaçınmıştır. Korutürk; bağlı olduğu üst makam Genelkurmay Başkanlığı ile kendi hükümetine karşı olan sorumluluklarına duyarlı olmak yerine, NATO başkomutanına karşı olan sorumluluğunda duyarlı olmayı tercih etmiştir. Bu nedenle de, Korutürk bizi hayal kırıklığına uğratmıştır.” (shf. 98)

NATO başkomutanına karşı sorumluluğuna sadık kalan zamanın Donanma Komutanı Fahri Korutürk, 42 sayılı kanunla tasfiye edilen generaller arasından sıyrılmış, bilahare, 1973 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

(1) Cüneyt Akalın, “Askerler ve Dış Güçler-Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayları”, Cumhuriyet Kitapları, 2000, shf.348. (Belge No.35)

(2) A.g.e, shf.349 (Belge No.36)

(3) Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı, Belleten Sayı: 227, shf.219-220.

(4) “İdamlar çok büyük hataydı etkileri bugüne dek geldi”, Hürriyet Gazetesi, Kasım CİNDEMİR, Fred Haynes’ la Ropörtaj; http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/07/10/221797.asp

(5) Hulusi Turgut, “Şahinlerin Dansı Alparslan Türkeş Anlatıyor”, ABC Yayınları, 1995.

(6) İsmail Tansu, “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu?”, 2001.

sinantavukcu@yahoo.com.tr
Haber10

CEVAP VERMEYİN İSTİHBARAT TOPLAYIN
24 Mayıs 2009 09:37

Askerin, Gül çiftinin kitap kampanyasıyla ilgili birliklere gönderdiği 'Gizli' damgalı emir yazısı.

İkinci bir emre kadar Gül’e cevap vermeyin

Kara Kuvvetleri’nin Abdullah Gül ve eşinin himayesinde yürütülen ‘Türkiye Okuyor’ kampanyasıyla ilgili isteklere cevap verilmemesini gizli bir yazıyla emrettiği ortaya çıktı.

Cumhurbaşkanlığınca Ocak 2008’de tüm Türkiye’de başlatılan “Türkiye Okuyor Kampanyası”na askerlerin destek vermediği ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Köşk’e çıkmasının ardından kampanyaya start vermiş ve tüm mülki amirliklere bir yazı yazarak kampanyayla ilgili çalışmalar yapmalarını istemişti.


“Üst makamların emri alınmadan”
Kara Kuvvetleri Komutanlığı ise (KKK) birliklere gönderdiği “Gizli” damgalı bir yazıyla

“Cumhurbaşkanlığı Makamınca organize edilen Türkiye Okuyor Kampanyası hakkında mülki makamlar tarafından gelen taleplere üst makamların emri alınmadan cevap verilmeyecektir” emri verdi.

Aynı emirde, askerlerden konuyla ilgili istihbarat toplayıp üstlerine bilgi vermeleri de istendi. KKK’nın tüm birliklere gönderdiği bu emir yazısı, İstanbul Küçükyalı İkmal Maliye Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı’na da iletildi.

26 Şubat 2008 tarihli 2270/220 sayılı emirde ilginç ifadeler yer alıyor: “Birlik Komutanlıklarınca bu husus bilmesi gereken prensibine göre personele tebliğ edilerek, elde edilecek bilgi ve belgeler İkmal Maliye Okul ve Eğitim Merkez Komutanlıkları’na bildirilecektir.” Emir yazısında bağlantı noktası olarak da İstihbarat Altı S. Söylemezoğlu gösteriliyor. Türkiye Okuyor Kampanyası’yla ilgili “bilmesi gereken prensibine göre personele tebliğ edilecek” ibaresinden neyin kastedildiği ise emirde açıkça yer almıyor.

Amaç herkesin okuması
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayesinde başlatılan kampanya, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Bilişim Derneği’nin iş birliğinde kamu, özel kurum ve kuruluşlarının katılımlarıyla yürütülüyordu. Kampanya kapsamında, il ve ilçelerde farklı faaliyetler düzenlenmekte, oluşturulan alt projelerle özgün ve yaratıcı uygulamalar hayata geçirilmekteydi. Kampanyada toplumun her kesimine okuma alışkanlığının kazandırılması, bu alışkanlığın geliştirilmesi ve hızla yaygınlaşan bilgisayar kullanımının etkin ve verimli hale getirilmesi hedefleniyordu. Bu amaçla Köşk’ten tüm mülki amirliklere yazı yazılmış ve çalışmalar yapmaları, hayata geçecek kampanyaların da raporlaştırılması istenmişti.


Her ilde farklı kampanya
Kampanyaya start verilmesiyle birlikte kamu kurum ve kuruluşları başta olmak üzere birçok sivil toplum örgütü yüzlerce kampanya düzenleyerek okuma programları yapmıştı. Birçok kahvehaneye, sağlık ocağına, devlet dairelerine kütüphaneler yapılmış, hatta bazı illerde valilikler devlet memurlarının mesaiye başlamadan yarım saat önce kitap okumasını kararlaştırmıştı.

Kampanya çerçevesinde sivil toplum örgütleri, metrolar başta olmak üzere toplu taşıma araçlarında kitap okunmasını özendirmek için etkinlikler de düzenlemişti. Aynı kampanya kapsamında birçok köy okuluna yeni kitaplar gönderilmiş, yeni kütüphaneler oluşturulmuştu. Bazı yerel gazeteler de bürolarını okurlarına açarak, günlük bir saat kitap okuma programı tertiplemişti.

Kaynak: Mehmet Baransu/Taraf



Umur Talu/Sabah

Askere almak... Askere yazılmak

Birkaç gün önce İngiliz Times gazetesi, biraz da müjdeyle karışık, bir haber verdi:
"İngiltere'de askere yazılanlarda ciddi artış".
Türkiye'de bu haberi "okuma" nın bir zorluğu var.
Sistem farklı! Birinde "askere alma" devletin iradesi, "vatandaşlık görevi" ve "zorunlu" iken, hatta yaygın deyişle "herkes asker doğar" iken; diğerinde "mektepli meslekten askerler" dışında, çok büyük ölçüde (ve olağanüstü dönemler dışında) "vatandaşın iradesi", başvurusu, tercihi, o gün için mesleki, profesyonel tercihi.

Tam kuvvet
Nitekim, Times'ın haberi aslında şöyle:
"Ekonomik kriz yüzünden askere yazılanlarda ciddi artış".
Gazetenin tam başlığı şu: "Binlerce insan, krizi atlatmak için orduya katılıyor."
İşsiz kalma, iş bulma umudunun azalması sonucu daha çok sayıda İngiliz genç "orduya başvurmuş."
Başvuranların sayısı geçen yıla göre yüzde 14 arttığı gibi, başka işlerde çalışmak üzere ordudan ayrılanların sayısı da yüzde 8.3 daha az olmuş.
Gazete, "bu gidişle", İngiltere Kara Kuvvetleri'nin, "full strength" yani "tam kuvvet" hedefine 2011'de ulaşacağını yazıyor.
Eski bir imparatorluk ve büyük sömürgeci olan, hâlâ sömürge bakiyeleri bulunan, sanırım Afganistan ve Irak işgallerine katılan, nüfusu 60 milyon olan, silah altına alınabileceklerin sayısı 20 milyon dolayında denen İngiltere'de "tam kuvvet" hedefi şu:
101 bin 790 asker.
(Sanırım Silahlı Kuvvetler'in toplam personel sayısı da 195 bin kadar.)
Açık 2 bin 500 asker kadar kalmış!

Meslek
Times, askere başvuruların Afganistan'da ölümlerin artmasına rağmen olduğuna da dikkat çekiyor ama sonra diyor ki, "Askere başvuran herkes zaten savaş alanına gitmiyor... Çünkü kimileri de profesyonel olarak mesleklerini, mesela aşçılık, berberlik yapıyor."

Şartlar
Karşılaştırmalar her zaman mantıklı, manalı olmayabilir.
Her ülkenin, devletin şartları farklı olabilir.
Bazılarının "dört bir yanı denizlerle" değil, yani denizleri olsa bile, "dört bir yanı düşmanlarla çevrili" de olabilir yahut hep öyle görülebilir.
"Asker millet" de olabilirsiniz; dünyada "liberal ayaklanma" finansörü olarak bilinen spekülatör Soros' un buyurduğu üzre, "En iyi ihraç malınız askeriniz" diye de görülebilirsiniz.
"Cumhuriyeti kuran ordu" da olabilirsiniz; "NATO'nun ileri karakolu" da.
Dünyanın en büyük ordularından biri olmakla gurur da duyabilirsiniz; bu ordunuzla ABD üssünde onca nükleer bombaya sessizce arazi sağlamayı sessizce geçiştirebilirsiniz de.
Cumhuriyete, demokrasiye, hukuk devletine bağlı da olabilirsiniz; birkaç darbe yapmış da olabilirsiniz.
Bunlar tabii "her ülkenin kendi şartları"na girer.

Ne?
Lakin, geçmişe göre biraz azalsa da, 600 bine yakın bir mevcutla, hepsi sizden daha çok nüfuslu, en az beşi çok daha varlıklı yedi ülke ardından dünyanın en kalabalık 8'inci Silahlı Kuvvetleri iseniz;
"Mecburi askerlik" gibi bir kaynağınız varsa...
"Terör ve terörle mücadele" yüzünden asker ihtiyacınız olduğunu söylüyor, açığınız bulunduğunu vurguluyor iseniz...
Evlatlarını "seve seve" de, öpüp koklayıp helalleşerek de askere yollayan, kara haber geldi mi tevekkülle cenazesini kaldıranlara da açıklama borçlusunuzdur:
Askerlerin kaçta kaçı hakikaten askerlik yapıyor?
Kantinlerde, kamplarda, gazinolarda, misafirhanelerde, "eğitim tesisleri"nde, geri hizmetlerde, özel hizmetlerde çalıştırılanların sayısı ne?
Torpilli veya açıkça angarya işlerde çalıştırılan askerlerin niteliği ne?

Bağlı
Daha önce bu minvaldeki bir yazıya gelmiş çok sayıda mektuptan biriyle bitireyim:
"Umur Bey, sizi tebrik ederim. Ben piyade tabur direk destek takımı komutanı astsubaydım. Üç er ile bir tabur tank yürütmeye çalışırken her subayın peşinde bir haberci asker dolaşır. En verimli, en tecrübeli yaşımda emekli oldum. Derdimizi kimseye anlatamadık ki."
Bu konular hiç konuşulmayacak, tartışılmayacak, sorgulanmayacaksa...
Sadece Genelkurmay değil; Meclis, hükümet, muhalefet, medya, sivil toplum örgütleri suspus kalacaksa...
İstediğiniz kadar "cumhuriyet, demokrasi ve hukuk devletine bağlı" olun...
Sonuçta, "cumhuriyet, demokrasi ve hukuk devleti"ni "bağlı" tutmuş olursunuz!
Not: "Kantin" deyince, bir "askeri mektup" daha. Genelkurmay'ın, hükümetin, Cemiyet'in ilgisine: "Eşim astsubay. Yazılarınızı ailece takip ediyoruz. Bunun için her sabah gazetenizi alıyoruz. Lojmanlarda oturuyoruz. Ancak gazetenizin ... lojman kantininde satılması yasaklandı. Bu olaydan sonra özellikle her gün dışarı çıkıp iki gazete alıyorum. Demokratlığınıza, cesaretinize, kaleminize kuvvet. Yaşasın hür, eşit ve temiz toplum."
İş; akreditasyon gevşetilmesi, kimimizin nihayet Genelkurmay tarafından davet edilince huzura ermesiyle bitmiyor yani!


'TSK'nın Canına Okudunuz'

10 Mayıs 2009 10:38
Dönemin Donanma Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu ile Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in kavgaları ve hep özür dilemek zorunda kalan taraf...

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklerde 28 Şubat döneminde bazı komutanlar arasında yaşanan bazı kavgalar da anlatılıyor.
Emekli Orgeneral Şener Eruygur’da bulunan ve Ergenekon davasının ek klasörlerine giren günlüklerde, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir ile dönemin Donanma Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu arasında yaşanan iki kavga ayrıntılı olarak anlatılıyor.

‘Dervişoğlu Çevik Bir’den özür diledi’
Günlüklere göre birinci kavga şu şekilde yaşandı:
Oramiral Salim Dervişoğlu ile (Çevik Bir’in) aralarının gergin olduğunu ve hatta kavga ettiklerini biliyordum. Bu gerginliğin nedenini ben Salim Paşa’dan hem de Çevik Paşa’dan aşağıdaki gibi dinledim. Çevik Paşa’ya göre aralarındaki gerginlik Güven Paşa tedavi için ABD’ye gittiğinde Salim Paşa’nın deniz kuvvetlerine vekâlet ettiği sırada meydana geldi. Bu sırada Gölcük’te yapılan bir tören için Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Gölcük’e gelişinde, Salim Paşa onun yerine Refah Partisi Milletvekili Şevket Kazan ve iki milletvekili ile ilgilenmiş ve Genelkurmay Başkanı o sıralarda yapılacak olan komutanlar toplantısında, “Kendisinin bu konudan çok alındığını ve 28 Şubat hareketi ile mücadele edilen bir anlayışın temsilcilerine karşı, emrindeki bir komutanın bu kadar ilgi göstermesini içine sindiremediğini” dile getirmesini istedi.
Nitekim bir ara boşluk olunca, “Bu mücadelenin herkes tarafından aynı şekilde desteklenmesi gerektiğini ve 28 Şubat’ın bu maksatla yapıldığının çok iyi bilinmesi gerektiğini” söylemiş ve “ama buna rağmen bazı komutanların hala Refah Partisi milletvekillerini mücadele edilen zihniyetin temsilcileri olarak görmek yerine, onlara çok yakın tavır aldıklarını” söylemiş. Ve örneği Refah Partili Şevket Kazan ve arkadaşlarını davet etmesi ve onlara yakınlaşması olarak göstermiş.
Tabii birden kızılca kıyamet kopmuş. Salim Dervişoğlu, “Ben onları oraya komutanın emriyle davet ettim” diye bağırınca Çevik Paşa da, “Ama o zaman sen komutandın, niye davet ettin?” demiş.
Bunun üzerine yüksek sesle tartışma devam edince Genelkurmay Başkanı toplantıya ara verip Salim Paşa ile özel görüşmüş ve bu görüşmede Genelkurmay Başkanı, “Çevik Bir’e konuyu gündeme getirmesi için ben emir verdim, yaptıkların hatalıydı. Bu nedenle Çevik’ten özür dile” demiş. Salim Paşa da Çevik Bir’e gitmiş. O da kendisini misafir odasında bir saate yakın bekletmiş. Sonra kabul etmiş, Salim Paşa özür dilemiş.”

Dervişoğlu: Doğru değil
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu: “Çevik Bir Paşa’yla gayet tabii ki fikir ayrılıklarımız vardı. Ama tartışıp bunları Genelkurmay Başkanı’na kadar intikal ettirmemiz yoktur. İğrenç bir şey olarak görüyorum. Bir genelkurmay başkanı gelecek, bir kuvvet komutanına ‘Gidin barışın, özür dile’ diyecek. Biz çocuk muyuz? Milyon kere doğru değil, diyorum.”

Silahlı Kuvvetler’in canına okudunuz’
Dervişoğlu, ikinci kavgayı bu kez 28 Şubat döneminin etkin isimlerinden Genelkurmay Adli Müşaviri Tümgeneral Erdal Şenel yüzünden yine Çevik Bir’le yaşadı. Bu olay, günlükte şöyle anlatıldı:
“Diğer bir olay ise, Deniz Kuvvetleri’nden bir subayın ihracı ile ilgili bir belge nedeniyle patlak verdi. Bu subayın ihracıyla ilgili olarak herkes olumlu oy vermesine rağmen, bir kişi çekimser kalmış ve bir süre daha bu kişinin denenmesini istemişti. Salim Paşa da hiçbir mütalaa yazmadan yazıyı olduğu gibi göndermişti.
Halbuki ihraç için herkesin olumlu oy vermesi gerekiyordu. Bu nedenle Genelkurmay Adli Müşaviri Erdal Şenel durumu görüşmek üzere Deniz Kuvvetleri karargâhına geldi. Salim Paşa bir müddet sonra Erdal Paşa’ya hakaret ederek ‘Silahlı Kuvvetler’in canına okudunuz, aklınızı başınıza alın’ diye bağırır ve kovar. O da gidip Çevik Paşa’ya rapor eder. Çevik Paşa, Salim Paşa’yı telefonla arar ve yaptığının doğru olmadığını söyler. Tam bu sırada ben Salim Paşa’nın odasına girdim, önceleri sakin bir şekilde konuşuyordu. Sonra birden kıpkırmızı oldu ve bağırıp çağırmaya başladı. Ağzına geleni söylüyordu. Sonunda telefonu kapattı.
Bana dönüp ‘Çevik’le görüşüyordum’ dedi. Çevik Paşa da durumu gidip Genelkurmay Başkanı’na rapor etmiş. Bundan sonrası kişiye göre değişik hikâye... Genelkurmay Başkanı, Salim Paşa’yı çağırır ve konuyu bildiğini, Çevik Paşa’nın kendi bilgisi dahilinde hareket ettiğini ve özür dilemesini söyler.

aktifhaber

Prof. Nevzat TARHAN
Haber 7 Dost ve düşmanını karıştıran general
11 Mayıs 2009 06:27 YAZARIN DİĞER YAZILARI
Genelkurmay Başkanı korucu gibi davranamaz.

Elinde silah olmayan bir kişinin dost ve düşmanını karıştırması en çok kendisine zarar verir ve yalnız kalmasına sebep olur.

Elinde silah olan dostunu düşmanını karıştırmış kişi köy korucusu ise en fazla Mardin köy katliamını yapar. Süt annesini öldürür.

Ancak dostunu düşmanının karıştırmış kişi ülkenin en güçlü koltuklarından birinde oturuyorsa bu felaket işaretidir. İç savaş çıkartır.

Eski Genel Kurmay Başkanımız Yaşar Büyükanıt’ın 32. Gün programında M Ali Birand ve Rıdvan Akar’la yaptığı söyleşiyi kastettiğimi anlamışsınızdır.

Sayın Büyükanıt 27 Nisan e-muhtırayı ben yazdım dedi. Doğrudur ve büyük ihtimalle darbe yapması ile ilgili gizli odakların baskısına kerhen verilmiş bir taviz gibi gözüküyor.

Fikri namus nerede?

Birinci çelişki; “Derin devlet olsaydı 53 yıldır muhakkak görürdüm. Ben Türkiye’de böyle bir yapı görmedim” sözünü ve “Bende Ergenekon mağduruyum” sözünü aynı röportajda kullandı.

“Genç subaylar tedirgin haberi üretilmiş bir haberdir” dedi. Derin yapılanma hem var hem yok demek çelişki değil mi? Sayın Büyükanıt ya Ergenekonu bilmiyor ya derin devleti görmemezlikten geliyor ya da özü sözü bir değil.

Kendine yönelik iddialarda hukuku hatırlayıp mağdurum demek ama TBMM’yi etkilemeye ve kapatmaya yönelik iddialarda askerin siyasete müdahalesi doğrudur diyerek hukuk dışı davranması tam bir çifte standart değil mi?

Eğer derin devletin kimlerden oluştuğunu öğrenmek istiyorsa 27 Nisan 2007 e-muhtırasını yayınlamak için kendisine baskı yapanlara baksın yeter.

İkinci çelişki ‘27 Nisan bildirisi Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili değil’ diyor.

Tam 367 oylaması yapılacak günün gecesi saat 23.17’de bildiri tesadüfen o güne denk gelmiş. Kargalar bile güler. Özü sözü bir vurgusu yapan kimseye böyle saptırma yakışmadı. Çünkü o muhtıra sayesinde Anayasa Mahkemesi üyeleri ve bazı siyasi parti liderleri 367’yi çıkardılar.

Burada hesaplanmayan şey hükümetin askerin şapkasını görünce kendi şapkasını alıp giden eski siyasiler gibi davranmamasıydı. Amaç 12 Mart benzeri bir durum oluşturmaktı.

Sayın Büyükanıt hani ‘özü ve sözü bir’ olmak vardı?

Üçüncü çelişki; “Böyle sarıkız-yeşilkız diye dedikodu duymadım... o tarihlerde Selimiye birinci orduda idim... çok sevdiğim kıtalarla ilgiliydim” sözünüz ile “Şimdi ben oturup sizin adınıza bir günlük yazarım. Bu kadar detaylı yazabilir miyim yazamam... dolayısıyla bir yargıya varmak çok zor” ifadeleri çelişkili.

Hem siz bir ordu komutanı olacaksınız ve ordu içinde bir TBMM’yi kapatmaya yönelik darbeci örgütlenme olacak haberiniz olmayacak. Ya doğru söylemiyorsunuz ya da iyi bir komutan değilsiniz.

Yapay iç düman oluşturarak iç iktidarı devam ettirmek.

Dördüncü çelişki; 27 Nisan bildirisinde Kutlu Doğum haftasını kutlama etkinliklerinin irticai eylem olarak tanımlanması askeri tehdit algısı açısından tam bir çelişkidir.

Çevrenizde ve altınızda güçlü koltuklarda oturan kişiler darbe planları yapıyorlar. Demokrasiyi ve Cumhuriyetin bize en büyük mirası olan TBMM’yi kapatmaya çalışıyorlar tehdit olarak algılamıyorsunuz ama dinini yaşamak isteyen siyasetle ilgisi olmayan grupların ve çocukların kutlamalarını irticai tehlike olarak algılamaya devam ediyorsunuz.

İşinize gelmeyen tehditle işinize gelen tehditi ayırdetmemek fikri namusa uyuyor mu, nerede kaldı özü sözü bir olmak.

Dinini yaşamak ne zamandan beri tehdit oldu? İrtica ile mücadeleyi dinle mücadele etme olarak algılayan dost ve düşmanını karıştırmış bir Genelkurmay Başkanı yakın ve gerçek demokrasi tehdidi oluşturur.

Bir Genelkurmay Başkanının toplumun bir bölümünü diğer bölümünden kuşkulandıran, yapay iç düşman oluşturarak iç iktidarlarını devam ettirmek isteyen güç odaklarının oyununa gelmesi çok acı. Kendi ayağına ateş eden general tipi bu olmalı.

Çok şükür ki ordumuz bu algı sapmasından gittikçe uzaklaşıyor.

PROF. NEVZAT TARHAN
ntarhan@gmail.com

Avrupa Birliği'nden Türk ordusuna sert eleştiri

15 Mayıs 2009 Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Alman Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliğini reddetmesine ilişkin tartışmalar sürerken Türkiye ile AB arasında en üst düzey organ olan bakanlar düzeyindeki Ortaklık Konseyi, Salı günü Brüksel’de toplanacak. AB, toplantı için hazırlanan ortak pozisyon belgesinde "en ciddi eleştiri"nin TSK'nın rolü konusunda yapıldığı belirtiliyor. Belgede ordunun yasalara aykırı bir şekilde siyasi nüfuz kullandığı öne sürülüyor.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki en yüksek karar organı olan, bakanlar düzeyindeki Ortaklık Konseyi toplantısı, 19 Mayıs'ta Brüksel’de yapılacak.
ABHaber’e göre, AB'nin bu toplantıda Türk tarafına sunmaya hazırlandığı ortak pozisyon belgesinin taslağı şekillendi.
Avrupa Birliği, gelecek hafta Ortaklık Konseyi toplantısı için hazırlanan ortak pozisyon belgesinde, ordunun kanunlara aykırı bir şekilde siyasi nüfuz kullandığını savunuyor.
Taslak Ankara'ya çeşitli konularda uyarı, öneri ve övgülerden oluşuyor. En ciddi eleştiri ise Türk Silahlı Kuvvetleri'nin rolü konusunda getiriliyor. Belgede ordunun kanunlara aykırı bir şekilde siyasi nüfuz kullandığı, üst düzey komutanların hem iç hem de dış politika konularında yetkilerini aşan açıklamalar yaptıkları öne sürülüyor.

netgazete

Şehit Cenazesinde Bir İlk
30 Mayıs 2009 13:06

Başbuğ döneminde yaşanan ilklere bir yenisi eklendi. Şehit cenazesinde bir manga asker Ankara'nın göbeğinde sloganlarla yürüdü..

Tören bölüğündeki askerler silahlarını havaya kaldırdı ve slogan attı
Hakkari'nin Çukurca ilçesinde mayın patlaması sonucu şehit olan Piyade Er Deniz Demirci için dün Ankara'da tören düzenlendi.

Törene Meclis Başkanı Toptan, CHP lideri Baykal ve kuvvet komutanları da katıldı. En dikkat çeken ayrıntı ise tören sonrası Kocatepe Camii önünden araçlarına kadar yürüyen Merkez Komutanlığı Tören Bölüğü'nün hep bir ağızdan akan kana isyan edercesine silahları havada ''Vatan sana canım feda'', ''Şehitler ölmez vatan bölünmez'' ve ''akan kan bayrak için'' şeklinde slogan atmaları oldu. Askerler başlarında komutanları bulunur şekilde beraber yürütüldü.

aktifhaber

Başbuğ Neden ABD'ye Gitti?
31 Mayıs 2009 11:27

Orgeneral Başbuğ'un Amerika ziyaretiyle ilgili ayrıntıları bilmiyoruz. Ancak Pek tartışılmayan CSIS'ın Türkiye raporu ve diğer gelişmeler bize ipucu verebilir...

Washington'ın etkili düşünce kuruluşlarından Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi'nin (CSIS) yayımladığı raporun özünde şu vardı: "Genelkurmay'ın siyasî rolünün artması Türk-Amerikan ittifakını bitirmez." Türkiye'den SAREM ve TEPAV gibi düşünce kuruluşlarının verdiği destekle hazırlanan raporda Obama yönetimine tavsiyelerde bulunuluyor, onların da tıpkı eski Amerikan yönetimleri gibi Türkiye ile ilişkileri 'askerler' üzerinden kurmalarının yararlı olacağı görüşü dile getiriliyordu. Yani, AK Parti döneminde siviller üzerinden işleyen mekanizma bitirilmeli, bunun yerine askerlerin belirleyeceği yeni yol haritası benimsenmeliydi. Böyle bir değişiklik iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerini asla zedelemezdi.

Mehmet Yılmaz/Zaman

Başbuğ'un Amerika ziyaretini nasıl okumalı?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ resmî bir ziyaret gerçekleştiriyor ABD'ye. Başbuğ, 30 Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen ve Pentagon yetkilileriyle bir araya gelecek. Ayrıca, Türk Amerikan Konseyi toplantısına Mullen'la birlikte katılarak.

En son 2005'te, genelkurmay ikinci başkanı sıfatıyla ABD'yi ziyaret etmişti Başbuğ. Dört yıl aradan sonra bu kez genelkurmay başkanı olarak 'önemli' temaslarda bulunacak Washington'da. Kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadığı için ajandasında neler olduğunu bilmiyoruz. Ancak kamuoyuna yansıyan bilgiler Başbuğ'un Amerikalı muhataplarıyla, iki ülke arasındaki ilişkilerin önümüzdeki dönemde nasıl seyredeceği hususunda görüş alışverişinde bulunacağını gösteriyor.

Şüphesiz burada altı çizilmesi gereken bir husus var. Modern dönemde bağımsız iki devlet arasındaki ilişkilerin ana çerçevesini genelde hükümetler ve devlet başkanları belirler, bürokratlar da bu temel stratejiyi uygulamaya çalışır. Demokratik ve çağdaş rejimler açısından bu kural hayatî öneme sahiptir. İstisnai durumlar söz konusu olmaz, olamaz. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin tarihî seyrine bu açıdan bakıldığında söz konusu kuralın çoğu zaman ihlal edildiğini söyleyebiliriz. Özellikle de Soğuk Savaş döneminde.

Biliyorsunuz Türkiye 1952'de NATO üyesi olarak devletin bekâsını ve güvenliğini güvence altına almaya çalıştı. Bu tarihten itibaren Sovyet yayılmacılığına karşı Batı Avrupa'nın güneydoğu kanadını koruyan bir karakol hüviyetine büründü. Bu görev her ne kadar Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin sağlam bir zemine oturmasını sağlasa da bazı önemli sorunların çözüme kavuşmasını da engelledi. Bunlardan en önemlisi tabii ki iki ülke arasındaki ilişkilerin ana eksenini askerlerin belirlemesi ve bunun sonucu olarak da Türkiye'deki demokrasinin her on yılda bir askerî darbelerle kesintiye uğramasına Washington'ın göz yummasıdır.

1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Soğuk Savaş'ın bitmesiyle bu dönem kapandı. Ancak eski alışkanlıklar bir süre daha devam etti. Sanırım bu konuda verilebilecek en güzel örnek 28 Şubat sürecidir. Türkiye, 1993'te merhum Turgut Özal'ın vefatıyla başlayan ve AK Parti'nin 3 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelmesiyle yaklaşık 10 yıl süren bu dönemde, çevresinde olup biten gelişmelere bigâne kalarak içine kapanmayı tercih etti. Zayıf koalisyon hükümetleriyle yönetilen Türkiye, tarihin altın tepside sunduğu fırsatları da görmezden geldi. ABD ile ilişkiler de Özal döneminde olduğu gibi yakın bir ilişki içinde olmadı, genelde askerler üzerinden yürütülen temaslarla sınırlı kaldı.

Bu süreç 2000'lerden itibaren köklü değişime uğradı. Kasım 2000'de George W. Bush ABD'nin 43. başkanı seçildi. Ardından 11 Eylül 2001 tarihinde New York'taki İkiz Kulelere terör saldırıları düzenlendi. 3 Kasım 2002'de de Türkiye'de genel seçimler yapıldı ve AK Parti tek başına iktidar oldu. Bu gelişmeler hem ABD'de hem de Türkiye'de önemli siyasî değişiklikler meydana getirdi. Farklı bir zemine oturan Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini artık askerler değil sivil politikacılar belirlemeye başladı. 1 Mart 2003 tarihinde TBMM, Irak'ı işgal etmeye hazırlanan Amerikan askerlerinin Anadolu topraklarını kullanmasına imkân veren yasal değişikliği kabul etmeyerek bu yeni zeminin parametrelerini de belirlemiş oldu.

O tarihten bu yana Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler sivil siyasetçilerin belirlediği ana çerçeve üzerinden yürütülüyor. Askerler de bu temel stratejiyi esas alarak kendi ilgi alanlarına giren konulardaki görüşlerini bağlı oldukları hükümetlere ileterek üzerlerine düşen vazifeleri yerine getiriyor. Bu noktada sorulması gereken kritik soru şu: "Orgeneral Başbuğ'un Washington ziyareti bu süreçte ne anlama geliyor?" Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle Ocak 2009 tarihinden itibaren Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin seyrini etkileme potansiyeline sahip bazı gelişmeleri zikretmek ve bunlar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini irdelemek gerekiyor.

Hem Türkiye hem de dünya için en önemli gelişme Barack Obama'nın ABD'de başkan seçilmesiydi. Kasım ayında 44. başkan seçilen Obama, 20 Ocak'ta işbaşı yaptı. Gerek seçim kampanyası sırasında gerekse göreve geldikten sonra Bush döneminde yıpranan Amerikan değerlerini tamir etmeye yönelik politikalara yöneleceğinin sinyallerini vermesi; konuşmalarında sık sık demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi temel kavramlara vurgu yapması Washington'ın bundan sonra izleyeceği politikalar hakkında yeteri kadar ipucu veriyordu. Hemen her ülke Obama'yı dikkatle takip etti ve ona göre pozisyon belirlemeye başladı.

Türkiye de onlardan biriydi. Hükümet, diplomasi alanında yetkin en önemli isimlerini ABD'ye göndererek yeni yönetime Türkiye'nin duruşuyla ilgili bilgiler verdi. Görüşmeler neticesinde Obama tarihî bir karar aldı ve 6 Nisan'da Türkiye'ye ziyaret edeceğini açıkladı. Bu sırada Başbakan Erdoğan 29 Ocak'ta Davos'ta yapılan bir panelde, diplomatik nezaketi aşan bir üslupla konuşan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e sert bir cevap verdi. Tarihe 'One Minute' olarak geçen bu hadise Türkiye'nin son yedi yılda devletler nezdinde kazandığı teveccühün bu kez bölgedeki insanlara da sirayet etmesini sağladı. Böylece, Türkiye'nin bölgesel bir aktör olduğu ve çevresindeki problem alanlarıyla yakından ilgilendiği tescillenmiş oldu.

Ancak bu tarihten itibaren devranın farklı bir zeminde dönmeye başladığının emareleri çıktı ortaya. Şubat ayından itibaren Türkiye 29 Mart'taki yerel seçimlere kilitlenirken bu gelişmeler yeteri kadar tartışılmadı. Onlardan biri seçimlerden bir gün sonra, yani 30 Mart'ta yayımlanan bir rapordu. Washington'ın etkili düşünce kuruluşlarından Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi'nin (CSIS) yayımladığı raporun özünde şu vardı: "Genelkurmay'ın siyasî rolünün artması Türk-Amerikan ittifakını bitirmez." Türkiye'den SAREM ve TEPAV gibi düşünce kuruluşlarının verdiği destekle hazırlanan raporda Obama yönetimine tavsiyelerde bulunuluyor, onların da tıpkı eski Amerikan yönetimleri gibi Türkiye ile ilişkileri 'askerler' üzerinden kurmalarının yararlı olacağı görüşü dile getiriliyordu. Yani, AK Parti döneminde siviller üzerinden işleyen mekanizma bitirilmeli, bunun yerine askerlerin belirleyeceği yeni yol haritası benimsenmeliydi. Böyle bir değişiklik iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerini asla zedelemezdi.

CSIS'ın raporu Washington ve Ankara'da ne kadar karşılık buldu bilemeyiz. Ancak Obama'nın Türkiye ziyaretinden bir hafta önce neşredilmesi oldukça manidardı. Nitekim nisan ayında peş peşe yaşanan bazı gelişmeler, mezkûr raporun 'öylesine' yayımlanmadığını da gösterdi. 6 Nisan'da Türkiye'ye gelen Obama, Ankara'da önemli temaslarda bulundu. Meclis'te tarihî bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı dinleyenler arasında İlker Başbuğ ile kuvvet komutanları da vardı. Askerler, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde milletvekili seçilen DTP'lileri protesto etmek için Meclis'e gelmiyorlardı. Öyle ki, Meclis'in yeni yasama yılının açış konuşması yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü dinlemek için de TBMM'ye gelmemişlerdi.

Askerler uyguladıkları bu ambargoyu 6 Nisan'da Obama için kaldırdılar. Ancak istifhamlar da zihinleri kurcalamadı değil. Acaba askerlerin Meclis'e gelmesi ambargonun kalktığı anlamına mı geliyordu? Yoksa bu ziyaret Obama'ya verilen bir mesaj niteliği mi taşıyordu? Galiba ikincisi daha ağır basıyordu; çünkü 14 Nisan'da Harp Akademileri'nde konuşan Başbuğ, tam 5 kez Obama'ya atıf yaparak bu niyetini ortaya koymuş oldu. İşin doğrusu CSIS raporu İlker Başbuğ'a da bir meşruiyet alanı açtı. Ne de olsa Washington'ın nabzını tutan isimlerin kaleme aldığı rapor, bundan sonraki süreçte iki ülke arasındaki ilişkilerin askerler üzerinden sürdürülmesinin Türk demokrasisine zarar vermeyeceğini, Genelkurmay'ın siyasî rolünün artmasının Türk-Amerikan ittifakını bitirmeyeceğini söylüyordu. Başbuğ da aynı kanaatte olmalı ki 14 Nisan'daki konuşmasında sık sık Obama'ya atıfta bulunarak böyle bir ilişki için zeminin müsait olduğu izlenimi verdi.

Aslında Başbuğ'un ABD'ye mesaj verirken bir başka yöntemi daha denediği de bu konuşmanın muhtevası dikkatle okunduğunda anlaşıldı. Genelkurmay Başkanı, kendi asli vazifesinin dışında yer alan hemen her konuya değindi. Sivil-asker ilişkileri, laiklik ve terör ana başlıkları altında sosyal değişimler ve toplumsal dönüşümlerden bahsetti; devletin amaç ve görevlerini sıraladı; ulus devletlerin niteliğinden söz etti; din ve tarih konusunda sosyolojik değerlendirmelerde bulundu. Türk-Amerikan ilişkilerini yakından ilgilendiren ve askerin esas görev alanı olan güvenlik meselelerine ise değinmedi. İran'ın nükleer silah peşinde koşması hakkında görüş beyan etmedi. ABD'nin Afganistan'a ek asker talebine nasıl karşılık verileceğini açıklamadı. Enerji güvenliği, NATO'nun yeni dönem misyonu, ABD'nin Irak'tan çekilmesi ile oluşacak güvenlik boşluğunun nasıl doldurulacağı gibi hususlarda ne düşündüğünü anlatmadı. Türkiye'yi yakından ilgilendiren Rus-Gürcü, Ermeni-Azeri, İsrail-Filistin ihtilaflarıyla ilgili olarak görüş beyan etmedi. Türkiye'nin bekâsını ilgilendiren tehdit değerlendirmesini PKK ile sınırlı tuttu. Kısacası, ABD'yi de yakından ilgilendiren bölgesel ve küresel pek çok meseleyle ilgili stratejik değerlendirme ve öngörülerde bulunmadı.

İlginçtir bu konuşmadan iki gün sonra (16 Nisan) eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt İstanbul'da önemli bir 'güvenlik' değerlendirmesi yaptı. ABD ve NATO'nun Türkiye'den sürekli asker istediğini, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bir asker deposu olarak gördüklerini söyledi. Bu çıkış, yeni dönemde ABD ile 'temas' kurmak isteyen askerler için pek de takdir edilecek bir analiz değildi. Gelen bu eleştiriler üzerine Başbuğ, Milli Güvenlik Toplantısı'ndan bir gün sonra, yani 29 Nisan'da medya mensuplarının karşısına geçti ve dış güvenlikle ilgili "sınırlı" açıklamalarda bulundu. Bu sırada ilginç bir çıkış da yaptı. "Madem siz sormuyorsunuz ben cevaplayayım." diyerek ABD Genelkurmay Başkanı Mullen ve Obama'nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General James Jones'la özel görüşmeler yaptığını açıkladı. Ardından da sanki Büyükanıt'a şu sözleriyle cevap verdi: "Türkiye'de bir şey var. İlla, birisi geldiği zaman Türkiye'den bir şey ister. Niçin böyle görüyoruz? Türkiye illa bir şey istenecek ülke midir? Bunu silelim artık. Benim görüştüğüm iki Amerikalının Türkiye'den ne Afganistan ne Irak'la ilgili hiçbir somut isteği olmamıştır."

Gazeteciler sormadığı halde Başbuğ'un Mullen'le 4 saat özel bir görüşme yaptığını açıklama ihtiyacı hissetmesinin sebebi pek anlaşılamadı. Türkiye'nin kendisinden sürekli bir şeyler istenen ülke olmadığını vurgulaması ne anlama geliyor acaba? Bu sorunun cevabı sanırım Başbuğ'un Mullen'le Ankara'da ve 6-7 Mayıs tarihlerinde Brüksel'de yaptığı görüşmelerde saklı. Tabii bir de Washington'da yapacağı temaslarda...

Başbuğ'un konuşmasından anlaşılıyor ki ABD'nin Türkiye'den herhangi bir talebi yok. Peki, genelde Türkiye'nin özelde de Başbuğ'un Washington'dan bir talebi olabilir mi? CSIS raporu bu konuda askerin talep edebilecek bir konumda olduğunu söylüyordu. Bu durumda, ikili ilişkilerdeki mütekabiliyet esası baz alındığında, Başbuğ'un sözlerinden askerin Amerikalılardan herhangi bir talepte bulunmayacağı anlamı çıkarılabilir mi?

Sanırım bu soruların cevaplarını Başbuğ'un temaslarından sonra yapacağı açıklamalara ve ortaya çıkacak gelişmelere bakarak öğrenebileceğiz.

Askere Sansürsüz Göndermeler
01 Haziran 2009 10:08

Bülent Arınç, çetelerle mücadeledeki başarıları, başka bir partinin bu dönemde düşeceği durumları, Cumhurbaşbanlığı seçimi öncesi oyunları anlattı.
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Milli Görüş Çizgisindeki BakanlarGörevli Askerleri Kene Isırdı İspanya İhmalkar Askerlere AcımadıAsker Artık Düşünce OkuyacakArınç'tan Ergenekon Dersi

Sakarya'nın Akyazı ilçesinde 7 Haziran'da yenilenecek belediye başkanlığı seçimleri öncesinde ilçeye gelen Arınç, partisinin ilçe teşkilat binası önünde halka hitap etti.

Bazı kesimlerin AK Parti iktidarının gitmesi için uğraştığını belirten Arınç, "Biz bir aileyiz, biz bir bütünüz. Bu bütünlük içinde kimsenin delik açmaya gücü yetmez. Her oyun bizim üzerimize oynanıyor. 'Nasıl olur da AK Parti iktidardan gitmeli. Bu geldi düzenimiz bozuldu. Bu geldi tezgahımız bozuldu.'" diye konuştu.

Silivri'de süren Ergenekon duruşmalarını hatırlatan Arınç, "Bunun iddianamesinde gazetelerde boy boy sayfalar halinde çıkan bir takım konuşmalar, bir takım planlar ve bir takım organizasyonların tek bir hedefi var. Çeteler, Türkiye'de AK Parti iktidarını devirmeye çalışıyor" dedi.

Bülent Arınç, "Biz de devrilmiyoruz, hamd olsun. Ayakta duruyoruz. AK Parti'den başka bir parti iktidarda olsaydı ve bu tezgahlar böylesine planlanmış olsaydı, ayakta kalmamız mümkün değildi. Rüzgarından bile giderdik. Ama AK Parti var. Yerinde sabit, dimdik duruyor. Tek gücünü Rab'bimin lütufundan, milletin takdirinden alıyor. Bu yüzden 6,5 yıldır iktidardayız, 7 yıla yaklaştı" ifadesini kullandı.

Arınç, 55 adet çıkar amaçlı suç örgütünü çökerttiklerini ve tümünün yargının önünde olduğunu dile getirerek, "Saunasından, neşterine kadar ne kadar sülük varsa milletin kanını emen, milletin zenginliğini perişan eden, hepsinin hakkından geldik. Şimdi de artık büyüklerle uğraşıyoruz" dedi.

Çetelerin amacının AK Parti'yi yıkmak olduğunu kaydenen Arınç, Türkiye'de AK Parti iktidarı olduğunu ve meydan okuduklarını söyledi.

Arınç, "Türkiye'de AK Parti iktidarı var. Meydan okuyoruz. Ateşi Nemrut'tan korkar mı İbrahim olan, hodri meydan, hodri meydan, hodri meydan. Bir zamanlar iştahı doymak bilmeyen bozguncular tekrar Türkiye'de iktidar sahibi mi olsunlar, onların dedikleri mi olsun, Türkiye eski karanlık günlerine mi gitsin, yoksa o karanlıkların üzerine çok şükür bir ışık gibi doğan AK Parti iktidarı gücünü eskitmeden yoluna mı devam etsin?" diye sordu.


Cumhurbaşkanlığı seçimi

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birçok engel çıkarıldığını savunan Arınç, önlerine bir çok engel çıkarıldığını kaydetti.

"Siyasi engellerin hepsini aştık, ama hiç aklımıza gelmeyen bir hokkabazlıkla karşı karşıya geldik" diyen Bülent Arınç, 367 tartışmasını hatırlattı.

Arınç, "367 diye birisi bir şey uydurdu. Anayasa Mahkemesi de bunu kabul etti ve biz seçimi yapamaz hale geldik. Bir de ne görelim, 27 Nisan akşamı internet sitesine bir şey konulmuş. Adeta tehdit ediyor. 'Bu adamı Cumhurbaşkanı seçmeyin, bir de izin vermeyin' diyor. Tam bir imtihan ve kırılma noktası. Geçmişte siyasetçilerin böyle muhtıralar ve bildiriler karşısında elleri titreyerek, okumaya çalıştıkları özür ve af dileyen konuşmalardan birisini mi yapacaktık, yoksa millete sahip mi çıkacaktık? Hamd olsun, milletin hukukuna sahip çıktık" dedi.

Arınç, "27 Nisan'da bunu söyleyenlere, 28 Nisan'da 'Oturun oturduğunuz yerde, bu milleti bu devleti hükümet yönetiyor, hükümet de halkın seçtiklerinden oluşuyor, biz hükümetiz' dedik" diye konuştu.

İktidarların halktan başka bir güce dayanmadığını bilmeleri gerektiğini dile getiren Arınç, "Halen gözlerini hırs bürümüş, ihtirastan başka bir şey görmeyen zavallı bazıları var ki, 'Türkiye bizden sorulur' diyorlar. Artık milletin onlara bakacak hali yok. Millet kendinden olanı, kendine yakışanı daha çok seviyor ve onla birlikte yola devam ediyor" ifadesini kullandı.

Kaynak:Milliyet

Mayın AKP'nin başında nasıl patlatıldı

Mayın işini hükümetin başına Genelkurmay nasıl ördü? Sorunun fazla iddialı olduğu söylebilir. Siz önyargılı olmayın ve içeriğin başlığı ne kadar taşıdığına okuduktan sonra karar verin.

01 Haziran 2009 15:00

Mayın işini hükümetin başına Genelkurmay nasıl ördü? sorusunun fazla iddialı olduğunu söylemeliyim.

Siz önyargılı olmayın ve içeriğin başlığı ne kadar taşıdığına yazıyı okuduktan sonra karar verin.

***

Dünyada 64 ülkede 100 milyon kara mayını var. Döşenen mayınların patlaması yüzünden her yıl binlerce sivil can veriyor ya da hayatının kalan kısmını sakat geçirmek zorunda kalıyor.

Bunu dikkate alan ülkeler, 4 Aralık 1997’de bir sözleşme imzaladı. “Anti-Personel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin ve Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme” Kanada’nın Ottawa kentinde imzalandığı için adına “Ottawa Sözleşmesi” dendi.

4 Nisan tarihi dünyada “Mayın bilincini geliştirme günü” olarak tanındı. Türkiye, sivil ölümlerine neden olan bu ölüm düzeneğinin (Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un tanımından sonra silahın diyemedim) önüne geçmek amacıyla bir tasarı hazırladı. Türkiye, 2003’te Meclis’te Kabul edilen bir tasarı ile 1 Mart 2004’ten itibaren Ottawa Sözleşmesi’ne resmen taraf oldu.

Buraya kadar bir çoğumuzun bildiği bir süreç yaşandı. Ancak Türkiye Ottawa Sözleşmesi’ne resmen taraf olmadan önce bir dizi ön hazırlık yaptı.

ASKER 9 YIL BOYUNCA HİÇBİR ŞEY YAPMADI

Türkiye kara mayınlarının temizlenmesi için dünyada ilk harekete geçen ülkelerden oldu. Suriye sınırında devam eden kaçakçılığı önlemek amacıyla 1957-1959 yılları arasında 610 kilometrelik sınıra döşenen 650 bin mayının temizlenmesi için daha 1992’de ilk adımı attı.

Bununla ilgili olarak Bakanlar Kurulu, 1992’de Genelkurmay’a görev verdi. Ne var ki görev verildiği tarihten 2001 yılına kadar asker, nerede ise hiçbir şey yapmadı. 1997’de Paris’te bir trafik kazasında hayatını kaybeden Galler Prensesi Lady Diana’nın hayatta iken kara mayınlarının temizlenmesi ile ilgili başlattığı çabalar, ölümünden sonra hız kazandı.

Dünyadaki bu kampanya üzerine Genelkurmay Başkanlığı ancak 2001’de bu konu ile ilgili bir ofis kurdu. Buna ilişkin talep ettiği bütçeyi dönemin hükümetine iletti. İstenilen bütçe AK Parti iktidara geldikten Genelkurmay’a aktarılmaya başlandı.

Toplam istenen bütçe 44.7 milyon dolar iken ilk planda bunun 17 milyon dolarlık kısmı tahsis edildi.

Özel donanımlı cihazlarla yapılması gereken bu çalışmalar için bazı cihazlar alındı. Her biri 5 milyon dolar civarında olan bu makinaları üreten firma, Türkiye’nin talebini görünce rakamları hızla yukarı çekti ve her birini 14 milyon dolardan satmaya kalktı.

Bunun üzerine askeri kanat, 2004’te mayın temizleme işini “hizmet alma” şeklinde yürütmesi gerektiği görüşünü ortaya attı. 25 Mayıs 2004'te hükümete, "Mayın temizleme faaliyetlerinde hizmet alımı yönteminin bir alternatif olarak değerlendirilmesi uygun bulundu" diye rapor sundu.

HÜKÜMETİN, YANLIŞ YERDE OLDUĞU NOKTA

Bunun üzerine hükümet, taraf olduğu Ottawa Sözleşmesi gereği 2014 yılına kadar mayınların temizlenmesi için neler yapılabileceği araştırmasına girdi. Görev, Maliye Bakanlığı’na verildi. 23 Kasım 2005’te Resmi Gazete’de şartları yer alan ihaleler yapıldı.

610 kilometrelik sınırın temizliğini tek bir şirkete verme yerine sınırı il il ayrı ihalelerle temizletme yoluna gidildi. 6 ili kapsayan ihale sürecinde ilk ihale Mardin için yapıldı ve bu ihaleye Türkiye’den iki firma katıldı. Şırnak ili sınırları için teklif veren olmadı. Öteki iller için ise toplam 14 firma teklif sürdü.

Temizleme için firmaların verdiği toplam rakam 530 milyon lira ile 2 milyar lira arasında değişiyordu.

Bu sırada Danıştay, mayın temizleme işinin kanun çıkarmadan yapılamayacağı gerekçesiyle ihaleleri iptal etti.

Bunun üzerine hükümet, bir kanun tasarısı hazırlayıp Meclis’e sundu. İşte kıyamet de buradan koptu. “mayınlı arazi hizmet alınmak suretiyle temizlenir” hükmü, haklı olarak muhalefeti ayağa kaldırdı.

Tasarı aynen yasalaşsa idi, hizmet alımının tek bir firmadan yapılması ve 44 yıllığına o toprakların aynı firma tarafından işletilmesinin önü açılacaktı.

Bölgede kendine yeni topraklar arayan İsrailli firmaların girmesinin önü açılacaktı. Baykal'ın haklı ifadesi ile Suriye sınırımız, 44 yılılğına kiralanmış olacaktı. Tasarının bu şekilde geçmesine, muhalefetten olduğu kadar iktidar partisinin Meclis Grubu'ndan da direniş geldi. Tasarıyı bu şekilde geçiremeyeceğini anlayan hükümet geri adım atmak zorunda kaldı.

Kamuoyunda tartışmalar sürerken, işi yapması gereken Genelkurmay cenahı, bu kez adres şaşırtmak için olsa gerek, bir açıklama yaptı. Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Metin Gürak, kimin yapması gerekiğine ilişkin adres gösterdi.

Tuğgeneral Gürak, ''Mayın temizliğinin, bedeli ödenmek kaydıyla hizmet alımı yöntemiyle yapılması ve bu kapsamda uluslararası deneyime sahip NATO İkmal ve Bakım Teşkilatı NAMSA'nın öncelikli olarak dikkate alınması uygun bir hareket tarzı olarak düşünülmüş ve bu görüşler, zamanında ilgili mercilere gönderilmiştir" dedi.

Haber 7 yazarı Prof. Nevzat Tarhan, mayın temizleme işini üzerinden atmak isteyen askerlerin tavrını, “hastasını ameliyat eden ancak yarasının dikişini alamayan” doktora benzetti.

GENELKURMAY KENDİNİ BÖYLE ELE VERDİ

Eleştirilerin kendine yöneldiğinin farkına varamaya başlayan askeri kanat, el altından Hürriyet’e belgeler ulaştırdı. “Hürriyet, Genelkurmay’ın 25 Mayıs 2004 ve 14 Nisan 2005 tarihlerinde iki ayrı mayın raporuna ulaştı” diye pazarlanmaya çalışılan haber, aslında Genelkurmay’ın bu konudaki açıklarını ortaya koyan rapor gibi.

1992-2001 arasında hiçbir adım atılmadığını ortaya koyan Genelkurmay’ın “sızdırılan raporu”nda, bu döneme ilişkin tek cümle yok. Yeni hükümetin kurulması ve konu ile harekete geçilmesinden sonraki döneme ilişkin neler yapıldığı ortaya konuyor.

Aslında söz konusu iki raporu, “askerin elini taşın altına koymadan kaçması” diye yorumlamak daha doğru.
Son bir notu da temizlenecek arazi ile ilgili paylaşayım.

Temizlenecek araziden elde edilecek tarım alanının ne kadar olduğu açık artırmaya çıkarılmış durumda. Abartmada sınır tanımayanlar, alanı “2 Kıbrıs adası”na kadar çıkardılar.

Kıbrıs adasının yüzölçümü, 9 bin 251 kilometrekare. İki Kıbrıs 18 bin 500 kilometrekare eder.

Gelin bir hesap yapalım. Sınırın bir bölümü temizlendiği için şimdi temizlenmesi gereken bölümün uzunluğu 510 kilometre. Mayınlı alanın genişliği ise coğrafyaya gore daralıp genişlemekle birlikte ortalama 350 metre.

Çarpın bölün sonucu siz bulun. Ben hesabı Hazine kayıtlarından size aktarayım 176 kilometrekare. 18 bin 500 kilometrekare nere, 176 kilometrekare nere?

Ünal TANIK / Haber 7
tanik@haber7.com

Prof. Nevzat TARHAN
Haber 7
Askerlik ve değişime karşı direnç
01 Haziran 2009 06:14

İleri yaşlarda rastlanan bir klinik durum yardır. Neofobi olarak tanımlanır. Yani yenilikten korkma. Odalarındaki eşyaların yerini değiştirme dahil hiçbir eşyasını atamama tarzı bir davranış sorunu yaşanır.

Çöp ev içinde yaşayabilmenin mantığında eşyaları, kuralları, yöntemleri kutsallaştırma eğilimi yatar. Kişi sevgi yatırımını onun için hatırası olan eşyalara yatırmıştır ve kişiliği ile bütünleştirmiştir.

Değişim talep edenlere çok kızan hatta düşmanı gibi gören zihin alt yapısı olan kişi bir ailede karar verici olabilir.

Değişimden korkan kişi aile şirketinin yetkili büyüğü ise aile birliğini koruyamaz. Çocuklar mutlu ve üretken olamazlar ve şirket ya dağılır ya da küçülür. Çünkü değişimden korkan kişi bütün gücünü ve enerjisini mevcudu korumaya harcar ve yenilikleri kaçırır.

Eğer değişime direnen Genelkurmay Başkanlığı ise neler olur?

Memluklular ve Karamanlılar geçmiş büyüklüklerinin ve saadet asırlarının verdiği gururla eski askeri yönetim sistemlerini yeterli gördüler. Kendilerini geliştirmediler. Sonuçta Osmanlıların teknik üstünlüğüne yenik düştüler.

Bugün bir askeri birliğe bakalım. Amerikan helikopteri, Alman tankı, Doğu Almanya hibesi G3 ler ve miğferler, sadece kıyafetler yerli.

Mayını döşeme yeteneği olmadığını itiraf etme ayrı bir fecaat. Emekli istihkam subaylarının kuracağı bir kaç şirket, Türk dedektör sanayii ve futbol metaforu ile ‘topu taca atmayan topa girme kararlılığı gösteren’ askeri bürokrasi mayınları rahatlıkla temizler.

Birincil görevi hudutlarımızı korumak olan Türk askeri gücünün sınırlara hakim olamaması mümkün ve kabul edilebilir değildir.

Dışa bağımlı ve çevik olmayan geri teknolojiler kullanmak ve sonra da kışlanın kapısına ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazmak. Övünme ile mutlu olmaya çalışmak bilimin yol göstericiliğine inanmakla örtüşmez ki.

Memlukluler ve Karamanlılarla yer değiştirmiş gibiyiz. Çünkü ordumuz 1940’ları saadet asrı olarak görüp kendisini yenilemiyor. Asıl işini bırakıp Kur’an Kursları ve ilahi okuyan çocuklarla ilgilenmiş. İslamofobia Bush’a uyar ama Başbuğ’a uymaz.

Askerlik süresini uzatmak gerçekçi mi?
İkinci övünme asker sayısı ile övünmedir. Orduyu güçlü yapan asker sayısı değil savaşma gücüdür. Kızılordu kendini yenileyemediği ve zamanın ruhunu okuyamadığı için yenildi. Yoksa sayı olarak dev bir güç halindeydi.

1979 yılında Işıklar Askeri Lisesi’nde görevde iken Teoman Koman paşa komutanımız idi, o tarihte Kurmay Albay idi. Bir sözünü hiç unutmadım; ‘Çocuklar 27 Mayıs’ın faturası polise çıktı, o tarihte polisi zayıflattık, şimdi de anarşiyi önleyemiyoruz’ demişti. Mamafih 12 Eylül 1980’den sonra her tarafa polis okulları açılmıştı.

Devletin iki silahlı gücü vardır polis ve asker. Güvenlik için ikisinin yardımlaşması gerekir.
Ancak askerlik kanununa bakıyorsunuz öğretmene 18 günlük askeri eğitimden sonra askerliğini kamu hizmetinde tamamlatıyorsuz ama polise veya doktora tamamlat mıyorsunuz, anlaşılır bir şey değil.

Eğer ordunun asıl görevi güvenliği sağlamak ise yapılacak şey polisi er yaparak verimsizce kullanmak değildir. Ama polisi askerin karşısında ezik yapmak istiyorsanız polisin maaşını kesip er yapıp kıtalarda yazıcılık yaptırırsınız.

Ancak amacınız ülke güvenliğine katkı sağlamaksa askerlik çağı gelmiş polisleri öğretmenler gibi 18 gün eğitimden sonra kamu hizmetine gönderirsiniz.

Böylece kaynağı verimlilik ilkesine uygun olarak kullanmış olursunuz. Eğer parasal kaynağa ihtiyacınız varsa yurt dışında çalışan işçilerimize tanınan hakları tanıdığınız bir sistem oluşturursunuz, kontenjanınızı ve yaş sınırını, belirlersiniz. Böylece parası olanın parası ile ordunun savaşma gücünü sürekli biçimde artırırsınız.

Eğer niyet Milli Güvenlik hizmeti değil bazılarının kızılelması olan 1940’ların saadet asrı ise durum değişir. Bu niyete göre düşünce kafalardaki despotizmi Kemalizm ile meşru kılmaya çalışmak yani Atatürk istismarcılığı ile kendi saltanatlarını devam ettirmek olabilir.

Eğer Ayışığı Sarıkız darbe girişimleri başarılı olsaydı, darbecilerin polisi jandarmanın emrine verip zayıflatacaklarını tahmin etmek zor değildi.

MSB’lığının inisiyatif alabilmesi
Sonuç olarak mayın temizleme konusunda Genelkurmayın suskunluğu çok anlamlıdır. İlk defa toplumda her kesimce canlı bir şekilde eleştirildi.

Aynı tarz da askerlik süresi konusunda hata yapılmamalı. Milli Savunma Bakanlığı inisiyatif kullanıp üç çeşit askerliği sistematize etmelidir. Kamu hizmeti, yurtdışı işçilerin verdiği hizmeti yurt içinde de standardize etmek ve klasik er eğitimi ile askerlik hizmetini yapmak gibi.

Genelkurmayın fikri alınır son kararı TBMM verir, herkese de ona uymak düşer. Ordumuz böyle daha güçlü olur.

Toplumu ile arasında duvar olan orduların güçlü olduğu nerede görülmüş ki?

Askeri liderlik önde gitmek değil yol açmaktır. Tarihte askeri topluluk hem kendisine hem de topluma böyle öncülük etmişti ve yeniliklerin öncüsü olmuştu. Değişimden korkan subay istemiyoruz.
NEVZAT TARHAN - HABER 7
ntarhan@gmail.com

Emre Aköz/Sabah

Halkına karşı harekât yapmak göreve dahil mi?

Hatırlarsınız: Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, geçen 14 Nisan günü İstanbul'daki Harp Akademileri Komutanlığı'nda çok sayıda medya mensubunun katıldığı bir konuşma yaptı.
Bu konuşmada, Kürt meselesiyle ilgili önemli ifadeler yer aldı.
Ertesi gün, tüm gazetelerin ve köşe yazarlarının bu temayı işleyeceklerini düşünerek, konuşmanın başka bir bölümü hakkında yazdım:
'Org. İlker Başbuğ, Gülen Cemaati'ni niye hedef aldı' başlıklı yazı şu cümlelerle bitiyordu:
"İyi haber aldığı söylenen Hocaefendi, geçen hafta, '28 Şubat benzeri bir irtica yaygarası, yeni aktörlerle başlayabilir' demişti.
"Baskı görmemek için kanunlara aykırı bir iş yapmamaya özen gösteren Gülen Cemaati, Kürt meselesinden, yeni psikolojik operasyonlarla mı uzak tutulacak? Göreceğiz." (15 Nisan, Sabah)

***
Bu yorum bazı arkadaşlarımın ilgisini çekti. "Nasıl bir psikolojik operasyon yapılır" diye sordular.
"Gülen Cemaati'nin destekçisi çok" dedim: "İnsanın olduğu her yerde çürük elmalar da olur.
Birkaç kişinin yanlışı, medya kanalıyla, sanki bütün cemaat böyleymiş gibi kamuoyuna yansıtılır."
"Hakikaten yaparlar mı" diye mırıldandı bir arkadaşım. "28 Şubat darbesinde yapmışlardı, yine yapabilirler."

***
Taraf gazetesi aracılığıyla dün kamuoyuna yansıyan belge, kuşkularımızın yersiz olmadığını ortaya koydu.
Genelkurmay Harekât Dairesi'nde hazırlanan plan, Hükümet'i düşürmek, Gülen Cemaati'ni de etkisizleştirmek için nelerin yapılacağını ayrıntılı bir biçimde gösteriyordu.
İşte bunlardan birkaçı:
AKP içindeki ajanlar harekete geçirilerek parti bölünmeye çalışılacak.
Ergenekon sanığı subaylar savunul
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Hzr 14, 2009 11:18 pm    Mesaj konusu: Eşkıya ve asker farkı Alıntıyla Cevap Gönder

Yiğit Bulut/Vatan

Türk Subayı’na açık mektup!

Belge sahte mi! Değil mi! Varılan sonuç; sahteyse de durum vahim, değilse de vahim! Sevgili dostlar, sahte mi, değil mi bilmiyorum ama bildiğim bir gerçek var; Türk subayı rahatsız! Ve bu rahatsızlık, ortada tartışılandan çok daha derin ve köklü “sonuçlar” doğurmuş olabilir!

Hep birlikte bir şeyler yapmalıyız! Açıkça bazı mesleleri tartışmalıyız!

Peki “subayımız” neden rahatsız ve en önemlisi bu haklı bir rahatsızlık mı?

Kendilerine göre mutlaka haklı oldukları, hatta bizim asla anayamayacağımız birçok “gerekçeleri” var! Var ama “bize de bir kulak vermeliler”!

Bu köşede defalarca 1997 sonrası “TSK’yı yıpratma” planlarını, dışarıdan içeriye yazdım!

Tekrar ediyorum; mutlaka “haklılar” ama bazı detayları özellikle “irtica” diye bağırarak her ayağa kalktığımızda “emperyal güçlerin” üzerimizde nasıl oyunlar oynadıklarını asla unutmamalılar! Gerçek “düşmanın” bizi birbirimize düşürüp, kendini saklamasına izin vermemeliyiz!

Sevgili Türk Subayı, ben asker değilim, sizin kadar “bazı meseleleri” askeri açıdan göremem ama 1875’den başlayarak “ekonomik anlamda kanımızı emenlerin”, gerektiğinde Silahlı Kuvvetlerimizi de sahneye tahrikler ile dahil ederek, nasıl oyunlar oynadığını çok iyi görebilirim..

Şimdi bana bir imkan verin, anlatayım...

Ekim 1875. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Osmanlı’nın kurtuluş yolunda en önemli adımı olan ‘faizde tenzilat’ kararını açıkladı. Yabancıların tuzağına düşmüş Osmanlı Devleti faiz borçlarının beş yıl süreyle ancak yarısını ödeyeceğini ve ödeyemediği kısım için yüzde 5 faizli tahviller vereceğini açıkladı. O yıl bütçe toplamı 25 milyon, iç ve dış faiz ödemesi 30 milyon liraydı...

Mart 1876. Osmanlı Devleti, borç ödemelerinin tamamını durdurduğunu açıkladı. “Ödemekle bitmeyen faiz-borç sarmalında” alınmış en doğru karardı... Yok edilme süreci Osmanlı sanayi yapısını tamamen çökerten 1838 Baltalimanı Anlaşması ile başlamıştı. 1838 yılında Reşid Paşa, ilk olarak Lord Stratford ve Avrupa’nın diğer devletleriyle serbest ticaret anlaşmasını imzalamış, Osmanlı, devletçi ekonomiyi rafa kaldırarak gümrük vergilerini İngiltere ile saptamayı kabul etmişti. Bu adım ile Osmanlı, ucuz mallar cenneti haline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum haline de gelmiş ve en verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçmişti. 1814 yılında bir sterlin 23 kuruş iken, 1839’da 104 kuruş oldu. Avrupa devletleri, Osmanlı’ya “Hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz” diyerek baskı yapmaya başladı. Bu arada dünya “petrol servetlerinin” hazırlığını yapmış ve Osmanlı süratle borçlandırılırken, petrol yatakları yabancılar tarafından paylaşılmaya başlanmıştı...

Mayıs 1876. Borç ödememe kararı ilk sonuçlarını vermeye başladı. “Başkaldıran boyunduruk altındaki Osmanlı”ya ilk isyan kışkırtmalar sonucu Balkanlar’da başladı. Bulgarlar ve Sırplar isyan etti. Aynı günlerde İstanbul’da medrese öğrencileri ayaklandı ve borç ödememe kararını alan Sadrazam Nedim Paşa azledildi. Ayaklanma Harbiye öğrencileri arasında da yayıldı, Dolmabahçe Sarayı sarılarak Sultan Abdülaziz tahttan indirildi... Sonuç: 1878-1881 Osmanlı Hazinesi Düyun-u Umumiye’ye teslim oldu...

1950-1970: Emperyal güçler Türk ekonomisini hatta Kore Savaşı-NATO üyeliği çizgisinde Türkiye’yi “esir etme” planını harekete geçirdi. 1960 öncesi Rusya kartı ile bu oyuna karşı “hamle yapan” siyasi otorite, Sadrazam Nedim Paşa’nın kaderinden kurtulamadı! “İrtica” diye ayağa fırladık, emparyal güçlerin “kucağına düştük”!

1978-1980: Türkiye’de halen de süren hâkim politikaların temeli, 1978’in Temmuz ayında, Dünya Bankası’nca hazırlanan raporla atıldı. Raporun imzalayıcıları Kemal Derviş ve Sherman Robinson idi. Hükümetler bu rapora uymayı kabullenmezken, 1980 darbesiyle uygulamaya konulan bu raporla, Türkiye’nin 1978’e kadar başarıyla süren kalkınmacı, bireysel ve küçük ölçekli sermaye birikimlerine dayalı yapısı, büyük ölçekli çokuluslu sermaye ilişkilerinin kontrolünde serbestleşmeyi savunan bir dinamiğe dönüştü. Ekonomide bu yanlış programın izlenmesiyle verilen yüksek faiz, sıcak para girişi gibi ödünler Türkiye’nin varlıklarının yurt dışına kaçmasına sebep oldu. 1977 yılında düşünülen kalkınma hamlesi böylece engellenmiş ve “Cumhuriyet ile yırtılan borç gömleği” yeniden Türkiye’ye giydirilmiş oldu...

1980-2007: 1980’de yok denecek kadar az olan borç stokumuz, her yıl bütçenin yüzde 40-50’sini vermemize rağmen 300 milyar doların üzerine çıktı. Türkiye, 70 milyonu ile çalışıp 3-5 bin gerçek-tüzel (iç-dış) kişiye gelirinin yüzde 50’sini aktarır hale geldi. 2001 yılında borsa ve kurdaki hareket sonrası, Türkiye IMF tarafından atanan “1978 raporu yazarına” teslim edildi ve dünya üzerinde görülmemiş bir dolar faizini tefecilere aktarmaya başlarken, IMF’ye en borçlu üç ülkeden biri oldu...

Sevgili Türk Subayı, belge sahte mi, gerçek mi “onu bilmem” ama birşeyi bilirim “1876’dan beri” bizi bize düşüren “gerçek düşmanlarımız” kendilerini çok ama çok iyi saklıyorlar... Gerektiğinde “demokrasimizi” katledip, hangi “yönetim gelirse gelsin” her şeyimize hakim oluyorlar... Gelin “sivil-asker” el ele verelim ve DEMORASİMİZİ daha da güçlendirerek, gerçek düşmanlarımız karşı birlikte duralım...


Asıl Hedef Genelkurmay Başkanı

16 Haziran 2009 12:51Bülent Orakoğlu'ndan bomba gibi iddia!.. Görünürdeki Hedef: AKP ve Gülen Cemaati Asıl Hedef: Genelkurmay Başkanı...

Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkanı Bülent Orakoğlu, Genelkurmay'da hazırlandığı iddia edilen eylem planının görünürdeki hedefinin AK Parti ve Gülen cemaati olduğunu, asıl hedefte ise Genelkurmay Başkanı'nın bulunduğunu savundu. Bu belgeyi hazırlayan cunta grupları ile Ergenekon sanıkları arasında bir organik bağ olduğuna dikkat çeken Orakoğlu, Ergenekon sanıklarının bir 'B Planı'ndan bahsettiğini hatırlattı.

Orakoğlu, kötü bir olay gibi gözükse de bunun bir şans olarak değerlendirilmesini istedi. Orakoğlu, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) içerisinde demokrasiyi hazmedemeyen, eski soğuk savaş döneminin katı, tutucu, komplocu yapısı içerisinde bulunan bir damar olduğunu ve bu olaya ciddi bir neşter vurulması gerektiğini vurguladı. Orakoğlu eylem planını, Genelkurmay ve hükümetin arasını açmaya yönelik psikolojik bir hareket olarak değerlendirdi.

Bülent Orakoğlu'nun ismi, özellikle Refahyol hükümetinin ardından patlak veren 'köstebek' skandalıyla duyuldu. 'Devletin gizli belgelerini almakla' suçlanan Orakoğlu, askeri mahkemece tutuklanıp 56 gün hapis yatmıştı. Cihan muhabirine açıklamalarda bulunan Orakoğlu, eylem planını duyduğunda bu ülkede demokrasi isteyen, insan hakları, özgürlüğü, yani bu ülkede insanca yaşamak isteyen, faili meçhul cinayet işlemeyen, darbeler istemeyen her insan gibi üzüntü duyduğunu söyledi.

28 Şubat sürecini yaşayan biri olarak Türkiye'nin geriye götürülmesi gibi bir üzüntü içerisine girdiğini anlatan Orakoğlu, 28 Şubat sürecinde Toplumsal İlişkiler Başkanlığı (TİB) denilen ve daha sonra kaldırılan başkanlığın Türk milletine tamamen psikolojik bir hareket uyguladığını hatırlattı.

28 Şubatın temel dayanağının da bu psikolojik hareket olduğuna dikkat çeken Orakoğlu, "Bu psikolojik hareket 28 Şubat'ı haklı gösterecek, medya, sivil toplum kuruluşları, iş dünyasının kullanılması; devletin başındaki cumhurbaşkanından tutun birçok bakanın bu işte kullanılması, millet iradesine, demokrasiye bir tuzak kurulması. Bu tuzağın da bir takım psikolojik hareketlerle haklı gösterilmesi gibi bir plandan bahsedildi. Batı Çalışma Grubu'nu deşifre ettiğimizde Askeri mahkemede yargılanırken 'Bu nedir' diye sorduk. Şöyle cevap verildi: Türkiye'deki irticai faaliyetlerin resmini çıkartmak. Cevap Genelkurmay Adli Müşavirliği'nden gelmişti. O dönem başında bulunan kişi, Ergenekon kapsamında gözaltına alındı. Bu psikolojik harekatı yalnızca bugün için değerlendirmemek gerekiyor. 28 Şubat'ı çok iyi anlamak gerekiyor. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) içerisinde demokrasiyi hazmedemeyen, eski soğuk savaş döneminin katı, tutucu, komplocu yapısı içerisinde bulunan bir damar mevcut. Bu olaya ciddi bir neşter vurulmalı. Bu damarın bulunarak bir daha böyle Türkiye'de hukuk dışı, demokrasi dışı davranışlara, milletin iradesini yok sayan bir takım komplocu teorilere yol açmamak bakımından, bu ülkenin huzuru ve güvenliği açısından bu damarın tespit edilip tamamen bitirilmesi gerekir. Bu kötü bir olay gibi gözükse de bunu bir şans olarak değerlendirmemiz gerekir." dedi.

"TÜRKİYE'DE ÇİFT BAŞLI YARGI VAR"


Türkiye'de çift başlı bir yargı olduğunu dile getiren Orakoğlu, bundan bir an önce kurtulmak gerektiğini vurguladı. Genelkurmay'ın açıklamalarına bakıldığında, kurumsal bir bilginin olmadığının açıkça görüldüğünü ifade eden Orakoğlu, Ergenekon zanlılarının birbirleriyle kavga etmesine karşın, ortak hedefin, TSK'yı dahil etmek olduğunu söyledi.

"Bana göre bu olayların arkasında üçüncü iddianame var. Çünkü çok vahim bir takım iddialar ortaya atılacak." diyen Orakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "Buradaki hedef Genelkurmay Başkanı'nın bizzat kendisi. Hedef, hükümet ve Gülen cemaati görünse de. TSK'daki cuntacı damar bulunarak yargının önüne çıkarılmalıdır. Askeri yargı ile bu mümkün değil. Sadece Genelkurmay'ın inisiyatifine bırakılmayacak bir olaydır. Bu belgeyi hazırlayan cunta grupları ile Ergenekon sanıkları arasında bir organik bağ var. Bunu çok net biçimde görebiliriz. 28 Şubat'ı yapan ana damar ile şu anki Ergenekon damarının bir olduğu çok açık ortaya çıktı. Bu bir albay ile de sınırlı değil. Kurumsal kimlik dışında cunta bir faaliyet söz konusu. Buna Genelkurmay Başkanı'nın tek başına müdahale etmesi kolay değil. Hükümetin bu olayın üzerine çok ciddi gitmesi gerekiyor. Kesinlikle Genelkurmay ve hükümetin arasını açmaya yönelik psikolojik bir hareket. Herkes çok dikkatli olmalı. Bu bir fırsat olmalı. Bundan sonra yapılabilecek Ergenekon operasyonlarını engellemeye yönelik bir hareket. Toplumun birlik beraberliğini bozmaya yönelik bir davranış olarak gözüküyor."

"ERGENEKON DENİLEN YAPI FAALİYETTE"


Ordunun, işlevleri açısından 'böyle bir belge vardır, yoktur' demesinin çok zor olduğuna dikkat çeken Orakoğlu, bu tür belgelerin yine çıkabileceğini belirtti. Ergenekon sanıklarının bir 'B Planı'ndan bahsettiğini hatırlatan Orakoğlu, operasyon sonrası "Ergenekon bitirildi, çökertildi" gibi bir takım yorumlar yapıldığını söyledi.

Devletin her yerine sızmış bir örgütü bitirmenin kolay olmadığını vurgulayan Orakoğlu, benzer bir operasyonun İtalya'da 6 sene sürdüğünü ifade etti. Ergenekonun B takımı olduğunu savunan Orakoğlu, "Direk bununla ilişkilendirilebilinir. Ergenekon denilen yapının faaliyette olduğu çok açık. Huzuru bozmaya yönelik bu örgütün yapacağı eylemler, daha deşifre edilmemiş. Bu plan, Ergenekon'un gelecekte yapılacak operasyonlarının engellenmesine yönelik psikolojik bir hareket olarak gözüküyor. Ergenekon soruşturması bu ülkede daha uzun süre devam edecek. Ama birileri kendilerine gelmesin diye Ergenekon soruşturmasını yok sayıyorlar." diye konuştu.

"CEMAATLER TÜRKİYE'NİN KÜLTÜREL ZENGİNLİĞİDİR"


Eylem planına gösterilen tepkileri de yetersiz gören Orakoğlu, Türkiye'de birlik beraberliğin bozulmak istendiğini söyledi. Cemaatlerin Türkiye'nin kültürel zenginlikleri olduğunu dile getiren Orakoğlu, cemaatlere böyle bakılması gerektiğini vurguladı. 28 Şubat döneminde çok ciddi anlamda cunta tarafından birlik beraberliğin bozulduğunu anlatan Orakoğlu, Ortadoğu'da güçler dengesi belirlenirken, birçok ülke bölgesel güç olma yolunda ilerlerken, Genelkurmay Başkanı'nın o dönem, "Gerekirse millete karşı silah kullanırız." dediğini, bu düşünce ve zihniyetten ülkenin kurtulması gerektiğini vurguladı. Bugün bu sancıların yaşanmasının, Ergenekon soruşturmasının yönünü gövdeye doğru yönelttiğinin işarete olarak yorumlayan Orakoğlu sözlerini şöyle tamamladı:

"Ergenekonun gövdesine doğru gidiliyor, bundan dolayı da Ergenekon içerisinde çok üst düzeyde bulunan bir takım kişiler de çok büyük rahatsızlığa kapıldılar. Yine bunlar toplumu germek, toplum içerisinde sıkıntılar yaratmak, kaos oluşturmak, birlik beraberliği bozmak amacıyla böyle bir yola girmiş olabilirler. Genelkurmay Başkanı, Ergenekon operasyonlarına tam destek verdiğinde üst yapılanmalara kadar gider. Örgüt tarafından Genelkurmay Başkanları da bir hedeftir, kendi emelleri doğrultusunda kullanamadıkları takdirde direk hedef alınır. Genelkurmay Başkanı, bu yapılanmayı ortaya çıkaracak iradeyi ortaya koymalı. Herkes destek vermeli, deşifre edilmeli."
aktifhaber

Mümtaz'er Türköne
Eşkıya ve asker farkı

Durum, bir millet olarak sahip olduğumuz her şeyi tepeden tırnağa gözden geçirmemizi gerektirecek kadar vahim. Genelkurmay'ın koridorlarında hazırlanan bir komplolar zinciriyle, bir darbe teşebbüsüyle, bir hukuksuzluk örneği ile değil, devleti ve bizi bir arada yaşatan hukuku bütünüyle "yok" hükmüne sokacak bir sapkınlık hali ile karşı karşıyayız. Düpedüz devlet gücü ile eşkıyalık bu.

Hırsız malınıza kasteder; katil canınıza. Bir başkası ırza düşmandır. Eşkıya dağda ve şehirde örgütlü biçimde, bu suçların tamamını işler. Silahla mala, cana, ırza saldırır. Eşkıyanın en amansızı ise asker kaçağıdır. Cihan Harbi ile Kurtuluş Savaşı yıllarında dağları tutan asker kaçakları bize cephede savaştığımız düşmandan daha fazla zarar vermişti. Üzerinde üniforması, elinde silahı ile yağma yapan, cinayet işleyen, ırz-namus bırakmayan bu askerden bozma eşkıya zümresinin yol açtığı dehşet Anadolu'da hâlâ anlatılır.

Şu popüler türküyü, bu gözle yeniden okuyalım: "Zaptiye dağı sarar/Dağda kaçaklar arar/Eşkıyadan da beter/ Saklan be Halil İbrahim." Bizde Halil İbrahim'ler de, Halil İbrahim'e medhiyeler düzenler de çok.

Varınızı yoğunuzu ortaya koyarak, dişinizle-tırnağınızla bir kurtuluş mücadelesi veriyorsunuz. Yunan ordusu Ankara'ya dayanmış. Millet her şeyini Balkan Savaşları ile başlayan ve on yılı aşan savaşlar boyunca tüketmiş. Ve sizin başınızdaki en büyük bela neredeyse cephedeki ordunuz kadar yekun tutan dağlardaki asker kaçakları. Cephede düşmanla savaşan askerinizin geride bıraktığı ve uğruna savaştığı sevdiklerinin karşısına, devletin verdiği üniforma ile çıkıyor; devletin verdiği silahı doğrultuyor. Çetelerden mahallinde hükümetler kurup kendilerince nizamlar tesis ediyorlar. Hangi düşman daha tehlikeli? Cephedeki düşman mı? Halkı soyan, sizi arkadan vuran, sırtında üniforma, elinde orduya kayıtlı silahla eşkıyalık yapanlar mı?

Türkiye zorlu bir ekonomik krizden geçiyor. Gencine iş bulmanın, yoksulunu doyurmanın tasasını yaşıyor. Dünya dağılıp yeniden kurulurken bölgesinde bir istikrar ve güven merkezi oluşturmaya çalışıyor. Avrupa Birliği içinde, Kıbrıs için Yunanlılara karşı soğuk bir savaş yürütüyor. Ermenistan'ı dize getirmek için kurulu dengelerle oynuyor. 25 yıldır ülkeyi kan gölüne çeviren Kürt Sorunu'nu çözmek, ülkenin birliğini ve dirliğini yeniden tesis etmek için hamle yapmaya hazırlanıyor. Toplumdaki Alevî-Sünni düşmanlığını sona erdirmek için dikkatli ve özenli adımlar atıyor. Türkiye ekonomisiyle, toplumuyla, siyasetiyle ve diplomasisiyle her cephede dişiyle-tırnağıyla bir savaş veriyor.

Birileri çıkıyor, devletin verdiği üniformayı giyerek, orduya kayıtlı silahı kullanarak Türkiye'nin boğuştuğu her sorunu içinden çıkılmaz hale getirecek, attığı her ileri adımı baltalayacak entrikalar ve komplolar tezgâhlıyor. Devletin silahı ile devletin kendisine, halkına ve alî çıkarlarına kurşun sıkıyor. Ne için? Kendi iktidar hesabı için. Kendi çıkarı için. Eşkıyalık suçuyla yargılanan ortaklarını kurtarmak için.

Hükümete, halka, hatta kendi silah arkadaşlarına komplolar kuran, her millî soruna bir komplo malzemesi olarak bakan bu adamların Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu dağlarında düzen kurmuş asker üniformalı eşkıyadan ne farkı var?

1826'da yeni bir ordu kurup, eski merkezî ordumuzu topa tutarak imha ettik. Mondros'ta ordumuz lağvedildi. Erzurum'da yenisini kurup, hem İstanbul'daki ordu merkezine (Kuvva-yı İnzibatiye'ye), hem dağlardaki askerden eşkıyaya, hem de Yunan ordusuna karşı Büyük Millet Meclisi'nin emir ve komutasında savaştık ve bir zafer kazandık.

Şimdi ise, askerden eşkıyanın peşinde olduğu eşkıyalık düzenine Türkiye'yi teslim etmemek görevi, başta hükümet olmak üzere bu ülkenin gerçek sahiplerinin; yani hepimizin.

zaman

AKP'ye "İ..ne" Diyen Ses Kaydı
20 Haziran 2009 16:19

İnternete düşen ses kayıtlarına bir yenisi eklendi. Bu seferkinde AKP'ye "i..ne" halka "aptal" gibi küfürlerin yanında üstlerine de çok ağır suçlamalar yeralıyor...

MARKA AMİRAL: İ..NE AKP / TÜRK HALKI SADECE GÜÇTEN ANLAR

İnternete düşen ses kayıtlarına bir yenisi eklendi. Üst düzey denizci bir subaya ait olduğu iddia edilen ses kaydında, hem üstlerine, hem yeni görevlendirmesine, hem iktidar Partisi AKP’ye hem de Türk halkına yönelik çarpıcı ve ağır değerlendirmeler var.

AKP için “i..ne” gibi ağır bir tabirin kullanıldığı ses kaydında, Türk halkı için de “sadece güçten anlar” gibi ifadeler yeralıyor. AKP’ye oy verenler ise “yüzde 46’lık aptal kesim” olarak niteleniyor.

Ses kaydında C.G olduğu iddia edilen Denizci subay, kendisinin emrine istediği gemilerin verilmemesi nedeniyle Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç dahil pek çok ismi sert biçimde eleştiriyor.

Kendisinin Türk Dış Politikası’na yön verdiğini söyleyen ses kaydındaki kişinin sözleri şöyle:

“Ben bir C. G.’im, ben bir markayım. Ben bir Amiral değilim ben bir yani amirallik amacım olsaydı o zaman kalırdım. Benim amacım tek amacım vardı; Marka bir isim yaratmak! Ben o ismi yarattım. O ismi şimdi ben Amirallik uğruna şey yapmam, zedeleyemem. Ben kimsenin bu akşamki veya yarın akşamki masasına meze olamam, Tamam dedikodusuna da malzeme olamam. Beni pamuklara sarıp koruması gerekenler düşünsün, onlar onlar zannediyorlar ki amirallerin hepsi çok bilgili; Çok fikirli, Onları kendi kültürsüz gruplarıyla baş başa bırakıyorum!

Ben yeterince katma değerimi verdim bu Bahriye’ye Gaziantep’i getirdim, plan perensiplerde 4 sene Türkiye’nin dış politikasını şekillendirdim. Ve bazı şeyleri öğrettim Deniz Kuvvetleri’ne. Halen benim şanlarımı benim kopyalarımı kullanıyor herkes. Yeter onlara tamam insanda bak meslek onuru denen bir şey vardır, sende de o var. Meslek onuruyla kimseyi oynatmam. Ben beni beşinci lig bir göreve, pırlantayı alıp yere attı herifler ya! Bunu ben kabul edemem. Sanki biz de çocuğuz yani nedicede ben de çok yoruldum. Benim ödülüm o görevdi tamam mı? Bugünkü teamülde, bugünkü gelenekte prestijli görevlerin başında o geliyor, benimki on numara son. Şimdi ben bu darbeleri yedim ve hemen içeri girdim. Kuvvet komutanına efendim dedim, “Benim çok sevdiğim gemilerimi niye vermediniz bana?” “Her görev kutsaldır” dedi. “Kişiler görevi kutsallaştırır, büyütür” dedi. “Ona şüphe yok” dedim ama “O gemilere ben hayatımı verdim” dedim.

Sonra Kuvvet Komutanının girdim yanına. Efendim dedim ikna oldum gibi göründüm. Tamam dedim. Sonra bir daha çağırdı. Üzücü bir gündü yani.

Neyse Allah sağlık versin, hepsi hallolur. C. G.’e de bu yakışır. Bunu halkın kamuoyunun bu şeyini değerlendirmemiz gerekirdi. Ben sıradan bir amiral değilim diyeceğim!. Benim çektiğim stresi falan hiç biriniz bilmiyorsunuz yani. Selamı vericem ve gidicem. Bu intihar etmek gibi bir şeydir tamam mı? İntihara karar verdim çekicem kurşunu öyle yarım olmaz, ben gidiyim gitmiyim! Bana yakışmaz düşünmeleri gerekirdi. Onlar da C. G.'i kaybetmenin tarihi sorumluluğunu üstlensinler bakalım. Onları da öyle cezalandırıyorum.

AKP’YE AÇIK KÜFÜR

Şimdi bu Türk halkı öyle karaktersiz ki size ne diyorum en büyük sorun İslamizasyon, al işte İslamize ettiler. Halk yaptığı hatayı anlayacak o yüzde 46’lık aptal kesim ne yaptığını görecek. Ya sen şu Cumhuriyet Gazetesi’ni okumuyorsun öyle üzülüyorum ki o kadar iyi makaleler çıkıyor ki beklide eyleme dönüşmeden evvel fikirlerin hazır olması lazım anlatabiliyor muyum?

Dinin fanatizmi ve doğmayı kullananlar tek şeyden anlamış abi, Devrimlerden. Güçten başka bir bokla olmaz bu ama işte bu ibne AKP mahvetti.

BU SEFER DOWNLOADLI SES KAYDI

Sözkonusu ses kaydı bu sefer video paylaşım sitelerine konmak yerine indirme sitesi olarak tabir edilen Rapidshare’ye kondu. Yüzlerce adrese forwardlandığı tahmin edilen sözkonusu ses kaydının indirildiği adres şöyle: http://rs322.rapidshare.com/files/246364968/GURDENIZ.avi

Kaynak: Habervaktim

'Savcılık Sahte Belge Hazırladı'

20 Haziran 2009 11:23komplo planı belgesinin gerçek mi, sahte mi olduğu tartışılırken, Orakoğlu, askeri savcılığın haklarında sahte belge hazırladığını söyledi...
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Arınç'tan Ergenekon DersiZirve'de Ergenekon NakliKılıçdaroğlu Arınç'ı İstifaya Davet EttiBülent Uygun'a Teklif Var

Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, 'Köstebek Davası'nda belgenin aslının verilmemesinden dolayı askeri savcının sahte belge hazırlattığını ve bu belgeyle kendilerinin suçlandığını söyledi.

Ellerinde belgenin aslının bulunduğunu açıklayan Orakoğlu, operasyon yetkisi olmayan Genelkurmay İstihbaratı'nın hukuksuz bir şekilde Kadir Sarmısak'ı gözaltına alıp fıçının içinde elektrik vererek ifadesinin alındığını dile getirdi. Orakoğlu, cuntayla işbirliği yapan Süleyman Demirel'in ise Tunsu Çiller'i yok etmek amacıyla siyasi menfaat uğruna olayı kullandığını belirtti. Genelkurmay'da hazırlandığı iddia edilen eylem planının 'gerçek mi, sahte mi?' tartışmasının psikolojik bir hareket olduğuna dikkat çeken Orakoğlu, olayın üstünün kapatılması için yapılmış bir tuzak olduğunu vurguladı.

Bülent Orakoğlu'nun ismi özellikle Refahyol hükümetinin ardından patlak veren 'köstebek' skandalıyla duyuldu. 'Devletin gizli belgelerini almakla' suçlanan Orakoğlu, askeri mahkemece tutuklanıp 56 gün hapis yatmıştı. Orakoğlu, Genelkurmay'ın 'Köstebek Davası'nda askerî mahkemeden sakladığı belgeye ilişkin CİHAN muhabirine konuştu.

28 Şubat döneminde hem siyasetin hem de askerin demokrasiye tuzak kurduğunu anlatan Orakoğlu, bazı siyasetçilerin 'gel darbe yap' dediğini aktardı. Türkiye'de siyaset mekanizmasının 28 Şubat'ı anlamadığını savunan Orakoğlu, 28 Şubat'ın sonradan yaşananların anası olduğunu söyledi. "O dönem cunta yapan damarı bulabilseydik bu tür belgeler ortaya çıkmazdı." diyen Orakoğlu, 28 Şubat döneminde resmen Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine tuzak kurulduğunu belirtti.

DARBEYİ ÖNLEMEKLE SUÇLANDIM

Batı Çalışma Grubu'na ait belgenin aslının imzalı olarak kendilerinde bulunduğunu açıklayan Orakoğlu, askeri savcının hakkındaki iddiasını şöyle özetledi: "Bülent Orakoğlu Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin darbe yapmasına karşı gizli bir oluşum yaparak darbeyi önlemeye yönelik bir takım hareketlerde bulunmuştur. İddianameye bu yazıldı. Gizli oluşum kurmaya gerek yok, zaten faaliyetlerimizin çoğu gizli."

Batı Çalışma Grubu belgesinin yanında Türk Silahlı Kuvetleri içinde bazı askerlerin PKK'nın üst düzey yöneticileriyle görüştüğünü de tespit ettiklerini dile getiren Orakoğlu, "Bu konuyla ilgili iki dosya hazırlayıp dönemin Emniyet Genel Müdürüne verdik. İçişleri Bakanı Meral Akşener de daha sonra belgeleri Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller'e iletti. Çiller ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e gönderdi. Bu belgenin aslı üç yerde var. Deniz Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı'nda, Genelkurmay İstihbaratı'nda, bir de Güven Erkaya'da. Cumhurbaşkanı Demirel, görevini yapmayıp cuntayla işbirliği yaparak bu belgeyi cuntaya geri verdi. Bu işlerin içinde kimlerin olduğunu bilemediğin için Genelkurmay Başkanı'na veremezsin. Çok daha vahim bir belgeydi." dedi.

Orakoğlu, o dönem yaşananları ise şöyle anlattı: "Belgeyle ilgili Deniz Kuvvetleri İstihbarat'ta çalışan Kadir Sarmısak gözaltına alınıyor. Bir sürü ifade alınıp yırtılıyor. Bir sürü kanunsuzluklar, diz boyu. Deniz Kuvvetleri İstihbarat, daha sonra Kadir Sarmısak ile bir anlaşma yapıyor. 'Sen bu işi çok karıştırma. Komutanlardan emir aldık, bu işi disiplin mahkemesinde halledeceğiz. Sana 35 gün oda hapsi vereceğiz. Dolayısıyla bu iş kapanacak.' Hakikaten Refah-Yol gidene kadar böyle bir süreç izlendi. Belgeyle ilgili hiçbir şey yapılmıyor, kapatılmaya çalışılıyor. Hükümet değişikliğinden sonra bu olayı yeniden canlandıran askerler değil, başta Demirel olmak üzere siyaset mekanizmaları. Sayın Çiller'i yok etmek amacıyla, siyasi menfaat, siyasi rant uğruna bu olayı tekrar canlandırıyorlar. Daha sonra Kadir Sarmısak'a askeri mahkemenin verdiği 35 günlük oda hapsini Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin yazılı emir yoluyla bozuyor. Sarmısak, Genelkurmay İstihbaratı tarafından gözaltına alınıyor. Tamamen hukuksuz bir gözaltı, istihbaratların operasyon yetkisi yoktur. Akıl almaz işkencelerden geçiriliyor. Fıçının içine konup elektrik verilmiş. İfadeler 'Gen1, Gen 2' diye yer aldı. İsim dahi yoktu. İşkenceyle ilgili Kadir Sarmısak 'Türk Polis Teşkilatı'nda da işkence yapanlar oldu ama böyle birşey görmedim' demişti. Siyasi mekanizmalar o dönem bazı askerlerle de birleşerek askeri kullandılar."

BİZİ SUÇLAMAK İÇİN SAHTE BELGE HAZIRLADILAR

Belgenin aslının kendilerinde bulunduğunu dile getiren Orakoğlu, askeri savcıya belgenin verilmediğini, dosyada olmadığını söyledi. Askeri savcının ise Deniz Kuvvetleri'ne "Bu belgenin aynısını yapın" talimatını verdiğini anlatan Orakoğlu, "Sahte bir belge yapın dendi. Belgeyi yazan astsubay 'Biz savcımızdan belge istiyoruz' dedi. Savcı ona 'uygun bir belge yapın' dedi. Bizi suçlamak için sahte bir belge ortaya konup, bu belge üzerinden bizlere suçlama yapılıyor. Cumhurbaşkanına gönderdiğimiz belge yoktu. Sahte bir belge tanzim edildi." diye konuştu.

28 Şubat'ın bitmediğini ve kendisinin bunu iliklerine kadar hissettiğini vurgulayan Orakoğlu, belki bunu Başbakan ile bakanların hissetmeyebileceğini söyledi. Kendisine bir parti liderinin geldiğini anlatan Orakoğlu, "İkinci iddianamenin eklerinde darbe olsa başbakan olacağı belirtilen belge var. Cuntacılardan izin alıp geldim, 'Siz eğer bu kafadan giderseniz, ne siz, ne sizin çocuklarınız bundan sonra devlet içinde hiçbir önemli göreve gelemezsiniz.' dedi. Bu yüzden 28 Şubatı iliklerime kadar hissediyorum. AK Parti, Şemdinli'de gerekli direnci gösterememiştir. Ama 27 Nisan bildirisi ile bu belgeye direnç gösteriyor. Cunta damarını besleyen kaynakları kurutamazsak, bunları biz çok konuşuruz. Bunları besleyen EMASYA'dır, çift başlı yargıdır, darbecilerin yargılanamamasıdır. 60'tan bu yana darbeciler yargılanamadığı için bir darbe görüntüsü oluşmuş. Destekleyen, menfaatlenen gruplar oluşmuş. Darbe zihniyetinin uzantısıdır." şeklinde konuştu.

aktifhaber

GATA'nın Mason Listesi
22 Haziran 2009 11:55

Vakit, Ergenekon'un kilit isimlerine tahliye yolunu açan raporlarıyla gündeme gelen GATA'daki görevlilerden Mason olanların isimlerini yayınladı...

Ergenekon soruşturmasının kilit adamlarına verdiği sağlık raporlarıyla tahliye yolunu açan GATA, çok farklı iddialarla gündemde. GATA'da görevli bazı askerlerin yasak olmasına rağmen Rotaryen ve Masonlarla ilişkili oldukları belirlendi.

Vakit'in ele geçirdiği belgelere göre GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Hematoloji servisinde görevli Yrd. Doç. Dr. Tbp. Yb. Alev Erikçi ile eşi Dr. Hakan Erikçi Ataşehir Rotary Kulübü üyesi. Alev ve Hakan Erikçi'nin Rotary Kulübü'nde faaliyetler sırasında çekilmiş görüntüleri bulunurken, Ataşehir Rotary Kulübü'nün çiftin aralarına katılması sebebiyle merasim bile yaptığı anlaşıldı.

GATA'DA MASON OLMAYAN YÜKSELEMİYOR

GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi'nde son iki yıldan beri mason olmayan kişiler öğretim üyesi olamazken, mason olanların hiçbir bilimsel kritere bakılmaksızın öğretim üyesi olmasının sağlandığı iddia ediliyor. Hematoloji servisinde görevli Yrd. Doç. Dr. Tbp. Yb. Alev Erikçi ve eşi Hakan Erikçi'nin Ataşehir ROTARY kulübüne üye olduktan sonra üyelik belgelerini diğer hastane görevlilerine göstererek onların da üye olmalarını teklif ettiği kaydedildi.

GATA SORULARIMIZI CEVAPLAYAMADI

Üst düzey bir mason olduğu ileri sürülen GATA Baştabibi Tbp. Tuğg. Yusuf Ziya Yergök'ün ise Haydarpaşa'da Caddebostan Lions Kulübü için bağış topladığı iddia edildi. Söz konusu iddialar hakkında soru sorduğumuz GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Komutanlığı'nın ise sorularımızı cevaplamaktan kaçınması dikkat çekti. GATA Komutanlığı'na Tuğgeneral Yusuf Ziya Yergök ile ilgili 3 gün önce geçtiğimiz yazılı sorular cevaplandırılmadı. Sorular, “Tuğgeneral Yusuf Ziya Yergök'ün mason olduğuna dair iddialar doğru mudur? Tuğgeneral Yusuf Ziya Yergök'ün Haydarpaşa Caddebostan Lions Kulübü için bağış topladığı doğru mudur? Doğruysa herhangi bir işlem yapılmış mıdır?” şeklindeydi.

MASONLARIN TSK'YA SIZMA ÇALIŞMALARI İDDİANAMEDE VAR

Ergenekon tutuklusu Doç. Dr. Ümit Sayın'ın 1997'de Amerika'da iken yazdığı bir mektubu iddianameye alan savcılar, mektubu masonların Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sızmasına delil olarak gösterdi. Masonluğun "Üstad"lık makamında bulunduğu ve masonik faaliyetlerini yürütebilmek için demokrasiyi, laikliği ve Atatürkçülüğü maske olarak kullandığı ortaya çıkan İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ümit Sayın'ın bir mektubu daha çarpıcı bir gerçeği gözler önüne seriyor. Ergenekon savcıları, Sayın'ın 1995 ile 2001 yılları arasında Amerika'da Wisconsin Üniversitesi Nöroloji Bölümü'nde bilimsel araştırma yaptığı sırada yazdığı mektupları delil olarak Ergenekon iddianamesine koydu. Ümit Sayın, GATA'da çalışan, mason olduğunu iddia ettiği Prof. Dr. İ. Tayfun Uzbay'a gönderdiği mektupta kendisini başarılarından dolayı tebrik etti.

GATA MASON ÜSSÜ GİBİ

Ayrıca Ümit Sayın, Ergenekon sanığı Adnan Akfırat'la Messenger yazışmasında GATA'da çok masonun olduğunu ileri sürmüştü. Soruşturmayı yürüten savcılar, 339. delil klasörünün 443. sayfasındaki mektubu Masonların TSK'ya sızmasına delil olarak değerlendirdi. Belgenin başına not düşen savcılık, şu ifadelere yer verdi: "Aşağıdaki masonik içerikli mektup, Ümit Sayın tarafından GATA'dan Tayfun Uzbay'a yazılmıştır ve masonların ordumuza nasıl sızdıklarını göstermektedir." Mektubunda Türk akademisini tembelliğin ve verimsizliğin hakim olduğu ve Bizans entrikalarına benzeten Sayın, ileri sürdüğü gibi bir ortamda Uzbay'ın GATA'da başarılı çalışmalara imza atmasını takdire şayan buldu. İstanbul'un bilim konusundaki ciddiyetinden şüphelendiğine dikkat çeken Sayın, Uzbay'a 1995'te İstanbul Tıp Fakültesi Deneysel Tıp Araştırma Merkezi'nin (DETAM) müdürlüğüne Prof. Dr. Hikmet Koyuncuoğlu'nu kendilerinin getirdiğini belirtiyor. Sayın, mektubunun sonunda Amerika'da Kemalist, laik ve demokratlar olarak örgütlendikleri bilgisini veriyor.

MESSENGER'DAN MASON YAZIŞMASI

Ümit Sayın ile Adnan Akfırat'ın GATA'daki Masonlar üzerine 18.02.2001'de Messenger'dan yaptıkları yazışma şöyle:
Ümit Sayın: Çetin Yetkin ve Işıklı mason locaları Türkiye'de çok gerekli
Adnan sys: Rumeliler grubu konusunda bilgin var mı?
Ümit Sayın: İsimler var ama bunları konuşmamak lazım (...)
Ümit Sayın: Ertaç Tinar'ı mahfilde Yalım Erez'le kol kola dernekte gördüm
Ümit Sayın: Yani tüm iş dünyasının kilit noktaları
Adnan says: Ali Şen, Çevik Bir, İzzettin Doğan ekibi için Rumeliler deniyor?
Ümit Sayın: Çevik Bir mason
Adnan says: Hangi locada
Ümit Sayın: Bazılarını ABD'deki locaya kaydediyorlar
Ümit Sayın: Ömer Şarlak, mason, eski GATA komutanı
Ümit Sayın: Tüm basın elimizde ama Kıvrıkoğlu GATA'daki bazı kardeşlerimize zarar verdi
Adnan says: GATA'da tanıdığın var mı senin
Ümit Sayın: Elbette GATA'daki masonların çoğunu biliyorum. Ananı ve babanı gözden çıkaracak kadar davamıza sahip olduğunda iç grubumuza girebiliyorsun, çekirdek grup çok gizlidir. Doğu Bey de çekirdekte, o iyi bilir
Adnan says: Bana bile bugüne kadar hiç belli etmedi.

Kaynak: Vakit

Fikri Sağlar/Birgün
CHP'de Fişlemişler!

Günler geçti “Türkiye Cumhuriyeti” bir belgenin üzerindeki imzayı çözemedi.
Doğru mu? Sahte mi?
Albaya ait mi? değil mi?.
Hani, çağ atlayan bir ülkeydik!..
Hani, kurumlarımızın sahip olduğu teknoloji müthişti!..
Gelişmişlik sözde!..
Esasta, geri kalmışlığımız devam ediyor!..
• • •
Haftalardır, “Ergenekon Davasında” yer alan bir belge yeni bulunmuş gibi tartışılıyor.
Ben şahsen bu tartışmadan hoşnutum...
Bu vesileyle geçmiş, bir kez daha hatırlanıyor!
Unutulanlar ya da unutturulmaya çalışılan olaylar, film şeridi gibi tekrar gözler önüne seriliyor.
• • •
Önce kamunun, TSK’nin bu tip belgeleri sürekli ürettiği konusunda, gelişmiş bir kanısının olduğunu biliyoruz.
Bunu bazı örneklerde olduğu gibi, kendileri de kabul ediyor...
• • •
Yıllardır, benzeri belgeler ya da andıçlar, ortalıkta dolaşıyor...
Hukuku çiğneyen bir yapı süre gelip gidiyor.
Halk TSK’yi her zaman, en “saygı duyulan kurum” olarak değerlendiriyor.
Ancak, TSK içinde birileri bu güveni farklı kullanarak, üstüne vazife olmayan her konuda, özellikle siyasete müdahale etmek de dahil olmak üzere, çokça ülke yönetimini ilgilendiren konularda görüş üretme, rapor yazma, andıç hazırlama alışkanlığını sürdürüyor.
Hatta “hak" olarak görüyor.
Bu bilindiği için “TSK yıpratılıyor yaygarası,” çok haklı bir tepki değil!...
Üstelik artık, fazlaca itibar da görmüyor!..
TSK zaten yaptıklarıyla dünyanın gözünde “başka” bir yerde duruyor.
• • •
Evet;
TSK bizim gözbebeğimiz!..
Halkın çocuklarının canları pahasına görev yaptığı, ülkemizi dış düşmanlara karşı koruyan ve sınırlarımızın güvenliğini sağlayan en önemli kurumumuz.
Ancak TSK’nin “misyonu” iyi anlaşılmalı.
Emperyalizme karşı verilen “Kurtuluş Savaşı'nda” zafer kazanan Silahlı Kuvvetlerimizin adı; “TBMM Ordularıdır.”
En kritik dönemde bile Atatürk ve arkadaşları, “Ordunun” komutanı olarak “Halkı” görmüştür.
Savaşırken de, yeni bir ülkenin temelleri atılırken de ve Cumhuriyet kurulurken de Silahlı Kuvvetler, hep halkın temsilcilerinin bulunduğu TBMM yönetiminde olmuştur.
Yani TSK, parlamenter demokrasinin emrindedir.
Ve parlamenter demokrasiyi kollamak zorundadır.
Demokrasiye, darbeler ve muhtıralarla “ara vermek,“ hakkına sahip değildir.
• • •
Siviller, özellikle siyaset, bu doğruyu iyi anlamadığı, silahtan korktuğu ve asıl önemlisi demokrasiyle özdeşleşemediği için bu ayrımın farkında olamamıştır.
Ve siyaset, böyle çarpık düzenin içinden gelen kadrolarla yönlendiği için de hep korkak kalmış, hep yönlendirilmiştir…
• • •
Boşluk öyle bir noktaya geldi ki; TSK içinde cuntalar belirdi.
Bu yapılar, “derin ilişki ağı” içinde diğer kurumları etkiyerek, “devletin kutsal olduğu” anlayışını, demokrasinin önüne koymaktan çekinmediler...
İkili hukuk sistemi bir kaçış yolu.
Bu dünya dışı uygulama, bu oluşumlara “Yasalara ve sivil hukuka” uymama yetkisini veriyor.
• • •
Bazı “dar kadrolar”, TSK’nin yetkilerini kullanarak, “siyasi partileri” bile kontrol altında tutmaktan, yapılan faaliyetleri yönlendirmekten, kendileri gibi düşünmeyenleri “fişlemekten” hatta siyasetin dışına atmaktan geri durmadı.
Parti içlerinde genel başkanlar ve yöneticiler belirlemiş, bir zaman sonra bunlardan memnun kalmayınca da değiştirme teşebbüsünde bulunmaktan geri durmuyor.
Halkın tercihlerini “göz ardı” edebilme pervasızlığını gösterebiliyor.
Yakın tarihimizde yaşadığımız benzeri “örnekleri” hep birlikte tekrar anımsıyoruz!..
• • •
Nazlı Ilıcak’ın yazdığı “Sert adımlarla her yer inlesin!” adlı kitabında da açıklanan bir “belgeyi” dikkatinize sunuyorum.
Haziran 2000 tarihli ve Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Fevzi Türkeri tarafından kaleme alınmış bir belge!..
CHP Genel Başkanı Altan Öymen zamanında, CHP’nin “Halkla Birlikte Çözüm Projesi” adı altında yaptığı çalışmaları “gizli” ibaresiyle MGK'ya rapor eden bir belge!..
CHP’nin “Kürt sorununu çözmeye yönelik önerileri ve bu önerilerin halk, baro, sendikalar, diğer sivil toplum örgütleri, uzmanlar, yazarlar ve partililerle birlikte yapılan Diyarbakır toplantısını “yasadışı” gibi gösteren bir belge…
Aklınız alabiliyor mu?.
Meşru, ülke yönetiminde etkin yer almış bir parti, CHP, TSK tarafından “illegal" bir örgüt gibi takip ediliyor, MGK gündeminde “gizli” ibaresi ile yer alıyor…
Bu nasıl demokrasi?
Bu nasıl hukuk devleti?
Bu nasıl cüret?..
• • •
Sonra bakıyorsunuz!..
Birden CHP karışıyor.
Meclis dışı kalan ama Altan Öymen ve yeni yönetimiyle büyük atılım yapan, o sırada tekrarlanan ”Bilecik Belediye” seçimlerinde yüzde 70’lere varan oy alan, yükselişte olan CHP Olağanüstü Kurultay'a gidiyor.
30 Eylül'de yapılan yeni parti yönetimi seçimlerinde Altan Öymen, Genel Sekreter Tarhan Erdem, ben ve birçok arkadaşımız dışlanarak CHP farklı bir yapıya dönüşüyor.
Süreç daha da kızışıyor.
Başta Erdal İnönü, Karayalçın olmak üzere birçok partili, ya partiden ihraç ediliyor, ya da istifa etmek zorunda bırakılıyor…
Öyle bir dönem yaşanıyor Genel Başkan Altan Öymen, İstanbul’da delege bile yapılmıyor.
• • •
CHP belgesi, demokrasinin vazgeçilmezi olan siyasi partilere yapılan bir hukuksuzluğun, bir “tasallutun” ortaya çıkışıdır!..
• • •
Türkiye’nin tam “Kürt sorununu” çözmede önemli bir noktaya geldiği bir anda, gündemin değiştirilmesinin arkasında mutlaka başka bir şey var!.
Hiç kuşkunuz olmasın!

24 Haziran 2009 Çarşamba
1 numara, 2 numarayı nasıl mat etti?

Avni Özgürel, 'Plan'la ilgili yaşananlara farklı bir pencereden baktı. Özgürel, yaşananları ve olabilecekleri 28 Şubat günlerinden bir anekdotla aktardı


Avni Özgürel: Alta tükürsek sakal üste tükürsek bıyık!.


İki haftadır belge tartışıyoruz ve ortada sonuç diyebileceğimiz bir şey yok... Ya da, eskilerin alta tükürsek sakal üste tükürsek bıyık dediği türden bir durum var.


Olabilecek en kaba haliyle tasarlanıp o şekilde kurgulanmış bir tuzağın, 'kör parmağım gözüne' üslupla kaleme alındığı metin ilk bakışta insanda ister istemez ' sahte' olduğu hissini uyandırıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin stratejik karar odağı Genelkurmay'ın çatısı altında çalışan ve herhalde kendisinden beklenen hizmete uygun vasıfları dolayısıyla özel olarak seçildiğini düşünebileceğimiz bir albayın, demokratik rejime açıktan saldırı planlayıp bunu proje diye kaleme alabileceğine inanmak zor.

İnanmak zor, zor olmasına; lakin geriye dönüp bugüne kadar yaşadıklarımıza baktığımızda İsmet Berkan'ın 'Schrödinger'in Kedisi' hatırlatmasındaki duruma benzer bir halin olması ihtimalini kaale almaksızın akıl yürütmek de pek kolay değil.

Geçmişte neler olduğunu, üzerine kitaplar yazılmış hadiseleri uzun uzadıya sıralayacak değilim burada...

28 Şubat demem yeter herhalde.

İzin verirseniz olabilecek şeylerin boyutunu göstermesi bakımından o günlerden bir anekdot aktarayım.

10 yıl önce Genelkurmay, MİT, emniyet dahil pek çok kamu kuruluşunda ne bugünkü gibi ciddi seviyede belge sızıntısı kuşkusu, ne de buna bağlı ileri teknoloji ürünü güvenlik duvarları vardı. Bilgisayar ve internetin sunduğu imkânlardan yararlanılıyordu yararlanılmasına ama her görevlinin kendi şifresiyle sisteme giriş yapıp yetki sınırları dahilinde dosyalar üzerinde çalışabildiği, iş bittikten sonra 'disc'i kapatmak suretiyle istenmeyen erişimin engellediği ortam mevcuttu ve 'sil' komutuyla hafızadaki kayıtlı bilginin tamamen yok olduğu varsayılıyordu. Haliyle kişisel e-mail erişim imkânlarının sıradan şahsi şifre engeli dışında merkezi sistemle ilintilendirilip kopyalanması falan da düşünülmemişti...Bunları anlattım, zira nakledeceğim anekdotun zemini teknoloji.

Olayın kahramanı çalıştığı kurumda her ne kadar ikinci adam mevkiinde olsa da kamuoyunda ' birinci' sayılan, fizik yapısıyla girdiği her ortamda dikkat çeken bir kişiydi. Yanı sıra kurumun gücünün kendisinde tecessüm ettiğine inanılan, tehditkâr, pervasız, etkili, belirleyici, kararlı v.s... Nihayet, bu kişinin geçmişte yurtdışında önemli görevlerde bulunduğunu, Ortadoğu'da söz ve iddia sahibi ülkelerin askeri karar vericilerinin gözünde 'en muteber şahıs' sayıldığını ve ' Güç elimdeyken neden herkesi saf dışı edip Türkiye'yi ben idare etmeyeyim' düşüncesiyle hareket ettiğini de kaydedeyim.

Söz konusu kişinin bir dönem zirvesinde çalıştığı kurumun bilgisayar güvenliği konusunda ne durumda olduğunu yukarda yazdım. Ama o dönemde önemli ve sadece kurumun 'bir numara'sının bilgisi dahilinde bir tedbiri uygulaya geldiğini söylemem gerek...

Tedbir şuydu: Akşamları herkes kurum dışına çıktıktan sonra bilgi işlem birimi elemanları istihbarat personeliyle birlikte bütün bilgisayarlarda kimin hangi dosyalar üzerinde çalıştığını kontrol edip ister kayıtlı ister silinmiş olsun, mutadın dışında bir şey gördüklerinde bunu ertesi sabah ' bir numara'nın önüne koyuyorlardı.

İstisnasız bütün personeli kapsayan izlemeye kahramanımızın bilgisayarı da tabiydi elbette.

Bir akşam elemanlar 'İkinci Adam'ın bilgisayarında mailleri kontrol ederken Ortadoğu ülkelerinden birinin en üst düzey askeri yetkilisiyle yazışmaya rastladılar. "Benim bu ağustosta İstanbul'a gitmem söz konusu. Aksi halde Ankara'ya işin başına gelmem mümkün değil. Sonrasında büyük kulis dönecek haliyle. Ertesi sene emekli de edebilirler. İki ihtimale göre planımı yaptım. Şayet emekli ederlerse cumhurbaşkanı olmayı düşünüyorum..."

Bu notu okuduğunda 'Bir numara'nın yerinden sıçradığını söylememe gerek yok sanırım.

Hikâye şöyle sonlandı: Kahramanımız beklendiği gibi ve teamüle uygun olarak İstanbul'a gitti. Gitti gitmesine ama ertesi yıl işler beklediği gibi gitmedi. Bir numara ve onun destek aldığı diğer önemli kişiler 'Bundan kurtulmamız lazım' dediler ve onu emekliye sevk etmeye karar verdiler.

Ancak tam bu sırada 17 Ağustos günü İstanbul büyük bir felaket yaşadı. Merkez üssü Adapazarı olan deprem İstanbul'u da vurdu... Önemli kurumun böylesi durumda derhal ve bütün imkanlarıyla kurtarma faaliyetine katılması beklenirdi ama bağlı birimler kahramanımızın emriyle yerlerinden kıpırdamadılar.

Onbinlerce insan enkaz altında yardım beklerken bir zamanlar kurumunun göz bebeği olan kişi ' fırsat bu fırsat' diyerek Ankara'ya sıkıyönetim ilanı için şantaj yapıyor ' Sıkıyönetim ilan edin kurtarayım İstanbul'u' diyordu.

Dediği yapılsa olağanüstü halin gereği olarak hakkındaki emeklik kararı yürürlükten kalkacak önü bir daha engellenemeyecek şekilde açılacaktı. Köşeye sıkışmıştı 'Bir numara' ama kısa bir tereddütün ardından resti görmeye karar verdi. Kahramanımızın emeklilik tebligatı yazılıp zarflandı ve görevi devralacak kişinin eline verilip yollandı.

Gerisini hatırlayan çoktur... Mutad devir- teslim töreni bile yapılmadı onun için. Elbisesini çıkardıktan sonra adı hâlâ gazetelerin birinci sayfalarındayken Cumhurbaşkanı olmayı denedi... Sonra... Sonra ödüller aldığı ülkelerin himayesinde hiçbir şart altında üzerine gelinmeyeceği güvencesiyle köşesine çekildi...

Engin ARDIÇ
Sabah
Çabalama kaptan ben gidemem
29 Haziran 2009

Komiser Kolombo'yu hatırladınız mı, hani bir gözü takma Peter Falk oynardı, görünürde döküntü ama külyutmaz bir adam... Amerikan devlet memuru...

Bu komiser, o televizyon dizisinin bir bölümünde, cinayet işlediğini kanıtladığı bir albayı, evet, bir muvazzaf Amerikan albayını kolundan tuttu, içeri tıktı... Adalete teslim etmek üzere!

Albay çamura yatmadı, Pentagon'da kimse de çıkıp "elinizi üstümüzden çekin" demedi.
Biz de şaşmıştık. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Alt tarafı bir komiser, koskoca albayı... İkisi de devlet memuruydu.


Artık bizde de buna benzer birşeyler olacak. Mı? CHP, "CHP'liğini" göstermeyecek mi? Yeteneksiz Internet sitecisi ağzıyla "yaptı gene yapacağını" denmeyecek mi? Bu "geceyarısı kanunu" yüce mahkemeden nasıl geçecek bakalım? Bürokrasi yutacak mı bu devrimi? .

Geçer ya da geçmez. Ama bak hemşerim... Avrupa Birliği'ne, onlar seni istemeseler de, sen ille girmek mi istiyorsun? Bu senin devlet politikan mı?

.O zaman, Avrupa Birliği'nin kurallarına uymak zorundasın. Oraya "kendi kurallarınla" giremezsin.
Devlet politikası olduğuna göre, en başta da devlet memuru uymak zorunda.

.O kurallar arasında "üç korner eşittir bir penaltı" yoktur. O kural senin kenar mahallenin arsasında geçerlidir. O maçlar da gazozuna ya da baklavasına oynanırlar.

.Avrupa'da, ordunun devleti koruma ve kollama şeklinde "özel" bir görevi yoktur. Ordu, siviller emir verirlerse savaşır, o kadar.

.Örneğin Fransız ordusu "Beşinci Cumhuriyet'in kurucusu ve yüce önderi General De Gaulle ilkelerini" savunmakla yükümlü değildir.

.O ülkelerde ordular savunma bakanlıklarına bağlıdırlar.

.Almanya'da da çocuklara "varlığım Alman varlığına armağan olsun" diye yemin ettirilmiyor artık.
Egemenliğin bir kısmını da onlarla paylaşmak zorunda kalacaksın. "İstiklal-i tam" olmayacak. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları senin mahkemelerinin kararlarının üstünde olacak. Bugün de öyle değil mi?
Savcın da avukatla eşit olacak hâkime oranla, hâkimin yanında değil aşağıda avukatın karşısında oturacak duruşmalarda.

.Beğenmiyor musun? Kendi açından haklısın. Ayrıcalığını bırakmak işine gelmiyor.

.Avrupa Birliği'ne girmek istemiyorsun ama bunu açıkça da söyleyemiyorsun.
Neden? Dürüst ol.

Faşistler açık açık söylüyorlar, sen niçin söylemiyorsun? Niçin "evet, ama" diye laf kıvırtıyorsun?

Burası kendine özgü bir ülkedir, de... Biz farklıyız, de... Biz bize benzeriz, de... İstersen, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz diye yalan söyle... Avrupa bize uymaz, biz de Avrupa'ya uyamayız, de... Henüz o kadar gelişmedik, de... Hiçbir zaman gelişmeye ve değişmeye niyetim yok, de...
"Çabalama kaptan ben gidemem" de ki rahatlayasın.

Şu memlekette "Avrupa Birliği'ne girmek istemiyoruz, Apo'yu da asacağız" diyen bir parti kurulsun da biz de rahatlayalım yahu... Bıktık ikiyüzlülükten.

Engin Ardıç - Sabah
eardic@sabah.com.tr

Çevik Bir'in İsrail'e Yolladığı Mail
30 Haziran 2009 13:20

Org. Karadayı'nın makam odasının içerisine 'kozmik oda' inşa ettirmesi, akıllara Çevik Bir'in İsrail'in en üst düzey askeri yetkilisiyle yaptığı yazışmaları getirdi...
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Öcalan'ı Bir Mi Kurtardı?Yahudileri Memnun Edemedi Büyükelçiden Açıklama GeldiBu Ziyarette Tahrik mi Var?Polisler Bugün Oh Diyor!

Yeni Şafak'tan Taha Kıvanç'ın yazısının ilgili bölümü...

Dün bizim gazetede çıkan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın makam odası içerisine kendisinden başkasının girmesine izin vermediği bir 'kozmik oda' inşa ettirdiği haberini okuduğumda, aklıma hemen Avni Özgürel'in geçen hafta Radikal'de yazdığı 'olay' geldi. Adını vermediği 'Bir' asker kişiyi anlatıyordu yazısında; “Ortadoğu'da söz ve iddia sahibi ülkelerin (herhalde 'İsrail' kast ediliyor, TK) askeri karar vericilerinin gözünde 'en muteber şahıs' sayılıyor” imiş o 'Bir' asker kişi...

'Kozmik oda' inşa ettiren komutan, kurum içi iletişimi de denetim altına almış; hem de bir altındaki komutana bile haber vermeden... “Herkes kurum dışına çıktıktan sonra” diyor Radikal yazarı, “Bilgi işlem elemanları istihbarat personeliyle birlikte bütün bilgisayarlarda kimin hangi dosyalar üzerinde çalıştığını kontrol edip ister kayıtlı ister silinmiş olsun, mutadın dışında bir şey gördüklerinde bunu ertesi sabah '1 numara'nın önüne koyuyorlardı.”

Kuşkulu ortamlar için yerinde bir tedbir... Dönemin güçlü 'Bir' komutanının bilgisayarında 'Ortadoğu ülkelerinden birinin en üst düzey askeri yetkilisi' ile yazıştığı fark edilmiş denetimlerde... Gönderdiği notta şu yazıyormuş: ? Bu ağustosta İstanbul'a gitmem söz konusu; aksi halde Ankara'ya işin başına gelmem mümkün _değil. Sonrasında büyük kulis dönecek haliyle. Ertesi sene emekli de edebilirler. İki ihtimale göre de planımı yaptım. Şayet emekli ederlerse cumhurbaşkanı olmayı düşünüyorum..."

Gönüllerde ne aslanlar yatıyor, görüyorsunuz...

Yazıda bir ayrıntı daha var ki, işte o müthiş: Güçlü 'Bir' komutan emekliliğe hazırlanırken 17 Ağustos (1999) depremi olmuş... Kafasında daha yüksek bir koltuk ve oradan da Çankaya var ya, bunu fırsat bilmiş o komutan...

Gerisini Avni Özgürel'den okuyalım: “Onbinlerce insan enkaz altında yardım beklerken bir zamanlar kurumunun göz bebeği olan kişi ' fırsat bu fırsat' diyerek Ankara'ya sıkıyönetim ilânı için şantaj yapıyor, 'Sıkıyönetim ilân edin, kurtarayım İstanbul'u' diyordu. Dediği yapılsa olağanüstü halin gereği olarak hakkındaki emeklik kararı yürürlükten kalkacak, önü bir daha engellenemeyecek şekilde açılacaktı.”

Karargâh restini görmüş ve emeklilik yazısı elden gönderilmiş; kendisi için 'devir-teslim' töreni de yapılmamış... Sonra? “Sonra ödüller aldığı ülkelerin himayesinde hiçbir şart altında üzerine gelinmeyeceği güvencesiyle köşesine çekildi” diyor Radikal yazarı...

'Demokrasi' vurgusu yapanlar, aslında, 'kozmik oda inşası' ve 'sefertasıyla işe gitme' ihtiyacını ortadan kaldırmak istiyorlar...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Tem 02, 2009 8:31 pm    Mesaj konusu: TSK'ya karşı 'asimetrik psikolojik harekât'ı kim yapıyor Alıntıyla Cevap Gönder

TSK’ya karşı “asimetrik psikolojik harekât”ı kim yapıyor?
Ali Haydar Can



GKB Başbuğ Taraf’ın yayınladığı “belge/kâğıt parçası” hakkında düzenlediği basın yoplantısında şöyle dedi: “ (..) TSK’nın komutanı olarak açıkça söylüyorum ki; artık TSK üzerinden elinizi çekiniz. TSK üzerinden kendinizi siyasi tanımlama düşüncesinden ve gayretlerinden vazgeçiniz. TSK’ya karşı medya üzerinden asimetrik bir psikolojik harekat yürütmeye son veriniz. (..)Bu konunun önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu ve buna benzer olayları devlet, bu millet ve ordu içinde fitne ve fesat çıkartma eylemleri olarak görüyoruz. TSK (..) kendisine karşı asimetrik olarak medya üzerinden yürütülen psikolojik harekata her zaman ve özellikle kamuoyu önünde cevap vermekten kaçınmaktadır.”
Başbuğ’a göre “Son dönemlerde artan bir şekilde ve örgütlü olarak gerçekleştirdiği değerlendirilen kurgulanmış bazı olaylar, TSK’yı yıpratma ve karalama kampanyasına dönüştürül”erek sürdürülen bir “asimetrik psikolojik harekat” sözkonusudur...

Peki nedir bu “asimetrik psikolojik harekât” denilen şey?
[“Asimetrik savaş; güçsüz olan askeri birliklerin daha güçlü olan askeri birliklere karşı yürüttüğü ‘Gayri Nizami Harp’ unsurlarını da barındıran savaş yöntemidir. özellikle 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan bir kavramdır. Genelde taraflardan biri diğerinden daha zayıfsa taraflardan birinin yeri belli değilse taraflardan birine zaiyat verdirilebilecek zayıf noktaları var ise ortaya çıkması mümkündür.”
Psikolojik savaş; açıklanan bir olağanüstü durum veya harpte, iletişim araçları ve diğer psikolojik vasıtaların düşman üzerinde psikoloji baskı yaratmak ve düşman kontrolu altındaki bölgelerdeki düşman gruplarının ve diğer hedef alınan toplulukların tutum ve davranışlarını olumlu yönde etkilemek amacıyla kullanılması. Bunun temel amaçları, düşmanın herke veya muhasatama devam isteğini zayıflatmak ve savaşı sürdürmekteki kapasitesini azaltmak amacı güden bütün çabaları desteklemektir.]
(1)

Bu tanımlara göre “asimetri”, savaşan/çatışan tarafların güçleri arasında çok açık bir eşitsizlik olduğunu ve bu sebeple savaşın/çatışmanın düzensiz/kuralsız/her yol mübah anlayışı ile gerçekleştiğini işaretlerken, psikolojik olması da silahlar kullanılmadan insan psikolojisinin bütün zaaf/zayıf noktalarına reklâm, propaganda,yalan haber, çarpıtılmış bilgi, düzmece belgelerle hücum etmek suretiyle gerçekleştirildiğini göstermektedir.

Demekk ki; “asimetrik psikolojik harekât” denk olmayan güçler arasında ateşli silahlar kullanılmadan telkin ve propaganda yoluyla üstünlüğü elde etmek gayesiyla yapılan bir savaş türüdür.

İşin “psikolojik” kısmı malûm; bunun en elverişli vasıtasının da yazılı ve görsel medya olduğu da...

Ama işin “asimetrik” kısmı biraz karışık...

Burada gerçek taraflar kimdir?

Güçlü olan taraf kimdir? Zayıf olan taraf kimdir?

Konuşmasından anladığımız kadarıyla GKB Başbuğ, nicelik/kemmiyet olarak dünyanın en büyük ordularından birinin komutanı olarak, burada güçlü tarafın TSK , zayıf olanınsa “karşı taraf/düşman” olduğunu düşünüyor...

Çünkü “karşı taraf/düşman”ın “AKP-Fetullah Cemaati”, olduğunu, bu ikilinin eline geçirdiği medya gücü vasıtasıyla “TSK’yı tacize yeltendiğini” zannediyor...

Biz niçin bu medyaya hep “AB-D/AKP-Fetullah medyası” diyoruz...

Çünkü bu medya, gücü göründüğü kadar olan ve ardında sadece AKP-Fetullah semayesi olan zayıf bir oluşum değildir...

Onların ardındaki AB-D emperyalizmini hesaba katmazsanız fena halde yanılırsınız...

GKB Başbuğ da aynı hataya düşüyor. “Düşman”ı eksik tanımlıyor.

Tanımlamadaki bu eksiklik onun gücü hakında da kendisini yanıltıyor...

Bu savaşın tarafları AB-D Emperyalizmi ile TSK’dır...

“AKP ve Fetullah cemaati” ise, medyası ve bütün örgütsel gücü ile “karşı taraf/asıl düşman”ın basit birer piyonu...

Düşmanı, düşmanın “nihaî hedefi/asıl amacı”nı, bu amaca ulaşmak için izlediği stratejiyi, bu stratejiyi uygularken kullandığı taktik ve tekniklerini doğru çözümleyemezseniz o savaşı nasıl kazanacaksınız?

TSK’nın ağır bir “asimetrik psikolojik harekât”la karşı karşıya olduğu doğrudur...

Ama bu, bugünün işi değildir...

Lozan’dan beri durum budur...

Gelin görün ki; Batı emperyalizmine bir avuç toprak karşılığı teslimiyetin tarihi belgesi olan Lozan Antlaşması, TSK tarafından bir zafer belgesi olarak kabul edilmekte ve her yıl bu “Zafer” için törenler düzenlenmektedir...

Yani hata “yığınakta” yapılmıştır ve Carl Von Clausewitz ’e göre bu hata ”muharebenin sonuna kadar devam ede”cektir..

Artık muhaberinin sonuna gelinmek üzeredir...

TSK komuta kademesi çok radikal bir kararlar zinciriyle tarihi hatalarını gözden geçirebilir, bu hatalardan dönebilir, ve “bağrından çıktığı millet”iyle arasına koyduğu mesafeleri/çitleri kaldırabilir, halkının yüzde 99’unu “iç düşman” ilan etmekteki ve AB-D’yi dost kabul etmekteki saçmalığını farkedebilir. TSK’yı tarih içinde Mete Han’a uzatırken gösterdikleri bonkörlüğü, binlerce yılın birikimini değerlendirmek şekline dönüştürebilir ve dünyayı topyekün işgale yeltenen sömürgecelerin tetikçiliğini yapmak konumuna düşmek yerine, bütün mazlum halkların umudu olacak güçlü bir ordu haline dönüştürebilirlerse ne alâ...

Yoksa...

[BATI DÜNYASI, MURADINA ERMİŞTİR… Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak bizi çürütmek, İSLÂMÎ RUH NESCİNDEN AYIRMAK VE ÇÖKERTMEK MURA DI… Ba tı Dünyası, 1980’in şu günkü ne tice si meydana gelsin diye bize hürriyet ve demokrasi aşıladı… Netice, en zengin mikyasta işte:

- “Din, ahlâk, aile, cemiyet, terbiye, anane, kanun, nizâm, ilim, idrak, hiç bir zabıta tanımayan başı boş bir nefs hürriyeti… Birbirini yiyen, kemiren, mıncıklayan, tartaklayan, yağmalayan, parçalayan, hayvanî sürüleşmelerden hiç bir içtimaî bağı ve hiç bir üstünlük kademesine saygısı olmayan, hakikatsiz ve samimiyetsiz bir kalabalık… Bu kalabalık bu hâle zorla getiril di; üstünde ki baskı kalkınca da hâlini kolayca ortaya döktü!”]
(2)

Bu hale gelmiş/getirilmiş bir millettin ordusu olsa ne olur, olmasa ne olur?

Meselenin özü ise şu:

[YAŞAN MA YA DEĞER HAYAT HANGİSİ?

Ölçümüz bu olmadığı, bunun ne olması gerektiği tartışılmadığı takdirde, maddi ve manevî her şeyi tarumar ettikten sonra, fahişeler vasıtasıyla millî gelirimizin şu kadar artmasıyla övünen adama döneriz. Bu misâl, bir dünya görüşü nün ne olması gerektiği yanın da, tabiî olarak ona âit olması gere ken tarihî seçme mevzuunda da bir ölçü olmalıdır. Tarihte ki şahıs ve hadiselerin böyle değerlen dirilmesi gerekir.]
(3)

Böyle olmazsa, ne olacağını ise Mehmet Altan TV TV dolaşıp çok açık/çok kabaca söylüyor: “Kardeşim biz bu koca orduyu niçin besliyoruz? Girelim AB’ye... İndirelim Ordunun mevcudunu kırk-elli bine, onlar da Brüksel’in gösterdiği yerlerde bekçilik, tetikçilik yapsınlar... Kalan parayı da biz yiyelim”

Atatürk-laiklik-çağdaşlık nutuklarıyla varılacak yer ancak burasıdır...

Bu yol bitmiş, çıkmaz bir yol olduğu görülmüştür.

Bundan sonra yola devam etmek içinse; yeni şeyler söylemek/yeni yollar bulmak lâzım...

Dipnotlar:

1-Vikipdya-Özgür Ansiklopedi
2-Salih Mirzabeyoğlu, Tarih Anlayışımız, Aylık Dergi, Sayı 57, İstanbul.
3-Agm.


Kaynak Baran dergisi

Asimetrik Psikolojik Savaş!
Nurullah Aydın

Türkiye’de tüm alanlarda asimetrik psikolojik savaş yöntemleri uygulanıyor.

Hatırlanacağı üzere muvazzaf subaylarla ilgili medyanın yoğun suçlamaları karşısında TSK kendine yönelik asimetrik psikolojik savaş açıldığından bahsetmişti.

Bünyesinde “psikolojik harp dairesi” bulunan tek kurumun asimetrik bir psikolojik savaşın sonuçlarından şikâyetçi olması gerçekten çok garip bir durumdu. Garipliğin nedeni ise bir değil, iki değil daha çok...

Bir defa, genellikle savaşın asimetrik niteliğinden şikâyet etmek için bir savaşın varlığını ve o savaşın bir tarafı olduğunu, ardından da o savaştaki adil olmayan bir güç dağılımının mağduru olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Psikolojik savaş, neresinden bakarsanız hile ve entrika boyutunun karakteristik olarak belirleyici olduğu bir savaş biçimidir.

Asimetrik savaştan, yine kendini bu savaşın mağduru olarak görerek ilk bahseden kişinin George W. Bush olduğunu hatırlayalım.

ABD istihbarat örgütlerinin, film endüstrisinin, insani yardım kuruluşlarının örtülü etki altına almalara zemin hazırlamak üzere psikolojik harbin hiçbir sınır tanımayan uygulamaları biliniyor. Bu uygulamalar; gözümüzün önünden tek tek geçtiğinde söz konusu garabet bir an önce uyanmak istediğimiz bir kâbusa dönüşüyor.

İktidar ve güç için kamuoyu nezdinde bir meşruiyet veya haklılık kazandırılabilmesi için girişim öncesi ve sonrası başvurulan akıl almaz ahlak kaldırmaz yöntemler her geçen gün daha iyi görülüyor.

Türkiye’yi kontrol altında tutma uğruna; 12 Mart'a giden süreçte NATO Gladiosu’nca başvurulan yöntemler yüzlerce masum gencin hayatına mal olmuştu. Polonya Gdansk başkaldırısı ve İran devrimi ile endişeye kapılarak, Türkiye’de batı karşıtı yapılanma iktidara gelebilir endişesi duyan NATO Gladiosu, 12 Eylül'e giden süreci haklılaştırmak üzere verilen psikolojik savaş uğruna beş bin Türk gencinin kurban olması gerekmişti.

İyice yerleştirilen ve stabilize edilen ABD vesayet rejiminin Türk devletini kilitlemesi daha ne kadar devam edecek?

ABD-İngiltere’nin bölge egemenliği için Türkiye’den çatlak ses çıkmamasını istemesi ve gereğini yapması kaçınılmazdı! Ahlaksız ekonomik ve siyasi iktidarın sürdürülebilmesi için her şeyden önce çok etraflı bir psikolojik savaşın verilmesi gerekiyordu ve bu savaş uğruna birçok kişi itibardan düşürüldü, ötekileştirildi. Türk halkından, gelinen noktada birbirinden nefret eden zümreler, taraflar, kesimler yaratıldı.

Türk halkında derin sancılara yol açan bütün kitlesel olayların bugün bu psikolojik savaş çerçevesinde tezgâhlandığını öğrenmek büyük bir psikolojik travmaya yol açıyor. Bu travma aynı zamanda toplumun bazı düzeylerde bir miktar rehabilite olmasını da sağlıyor. Özel bir müdahale olmadan halkın birbirine bu kadar kem gözlerle girişmediğini öğrenmek eminim Türk halkının birçoğuna acaba dedirtiyor, büyük ihtimalle halkın kendi bütünlük algısını psikolojik olarak yeniden tesis ediyordur.

Türkiye’de ortaya serilen sayısız örneklerle bir yönetim biçimi olarak benimsenmiş olan psikolojik savaş alanında bugün bir mağduriyet söyleminin ifade ediliyor olması gerçekten garip değil mi?

Bu mağduriyetin giderilebilmesi için psikolojik savaşın hangi simetrik koşullarda cereyan etmesi gerekiyor acaba?

Bunun için öncelikle şu soruya biraz daha açık cevap vermek gerekmiyor mu?

Bu psikolojik savaşın tarafları açıkça güçlerini kullanmıyor mu?

Yapılan açıklamalara ve kullanılan dile bakıldığında dönemsel öncelikler değişse de bir düşman tanımlaması var.

Peki, girişilen psikolojik savaşta halkın simetri duygusunu karşılayabilecek nasıl bir güç dengesi olabilir?

AKP’nin artık kendi savaşını, öteki tarafı olarak gördüğü kesimlere yönelik devlet gücünü tümüyle kullanırken, vazgeçmeye başlamasını beklemek olanaklı mı?

Yabancı istihbarat örgüt mensuplarının değişik kimlikle ülkede cirit attığı bir dönemde yaşananlar normal mi diyeceğiz!

Asimetrik psikolojik savaş; ABD ve AB’ın tüm gücüyle destek verdiği AKP’li işbirlikçilerle, devletin ve milletin bekasını düşünenler arasında sürerken tarafsızlık ve suskunluk olur mu?

Günün Sözü: Ne yapıldığını iyi anlarsan, ne yapacağına doğru karar verebilirsin.

www.acikistihbarat.com 25.08.2009


Hem Sünnî Türk, Hem Köylü, Hem de Amiral Olmak İstiyor: “Yok Artık!...”

Murad Salih



Önce Doç. Dr. Cengiz Şişman’ın, Sabetaycıların Türkiye'de kurmak istedikleri düzen, yönetimdeki nüfuzları, sayıları hakkında Akşam Gazetesine verdiği röportajdan küçük bir iktibas yapalım:

[ (..) 400 yıldır kentsoylu bir yaşam süren, dolayısıyla ortalamanın üzerinde bir eğitim ve refah düzeyine sahip bu kesim, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren önemli konumları işgal etti.
(..)
'SABATAYİSTLERİN yaşadığı en büyük kırılmalardan biri 19. yüzyıldan itibaren etkisi altında kaldıkları aydınlanmacı fikirler, ikincisi Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi. Sabatay kökenliler zaman içinde 3 alt gruba (Yakubi, Karakaş ve Kapancı) bölündü. 20. yy'da sekülerleşip dini bağlarını kopardıklarını görüyoruz. Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında, büyük şehirlerde önemli roller oynamışlar. Ticarette, bürokraside akademide, gazetecilikte ve eğitimde aktifler. Selanik'ten gelirken Feyziye ve Terakki Mektepleri, Yeni Asır Gazetesi gibi birçok kurumlarını da beraberlerinde getirmişler. Jön Türkler ve İttihat Terakki'nin diğer elitleri ile birlikte devrimci bir ruh ile Osmanlı toplumunu ve erken Cumhuriyet toplumunu seküler ve kozmopolit bir toplum haline getirmek için gayret etmişlerdir. Çünkü hem bir kısım Türk entelijansiyasının hem de Sabatayist kökenli insanların çoğunun en büyük amaçlarından biri, İslam'ın kamusal alan dışında olduğu seküler bir ulus devlet yaratabilmekti.
(..)
Başta İstanbul ve İzmir'de olmak üzere 60-70 bin kadar Sabatay kökenli bulunuyor.]


Doç Dr. Cengiz Şişman’’ın yukarıdaki sözleri yaklaşık 150 yıllık Batılalşma maceramızın damardan girilerek yapılmış özeti gibi...

Osmanlıda 400 yıl zengin/şatafatlı bir hayat süren dolayısıyle toplum ortalamasının üstünde bir eğitim ve refah düzeyine sahip küçük bir dini-ırkî azınlık; önce İttihat ve Terakkî Fırkası içinde önemli yerleri işgal ediyor, daha sonra bu partinin önderliğinde yapılan bir ihtilalle Osmanlı yönetiminde ve sivil ve askerî bürokrasisinde önemli mevkileri ele geçiriyor ve , “Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren önemli konumları işgal” ediyor. Bunların bütün dertleri; Dindar ve ahlâkî değerlere sahip bir yapıya sahip “Osmanlı toplumunu ve erken Cumhuriyet toplumunu seküler(/laik/dinsiz) ve kozmopolit(/millî-ahlakî değerlerini kaybetmiş) bir toplum haline getir”erek “İslam'ın kamusal alan dışında olduğu seküler(/laik/dinsiz) bir ulus devlet yaratabilmekti.”

-Muradlarına erdiler mi?

Erdiler ermesine de..

Bunları, sağdan saysan da soldan saysan da topu topu “60-70 bin” kişi...

70 Milyonluk bir ülkeye ilanihaye nasıl hakim olacaklar?

Din ve ahlâk eğitim ve öğrenimi ortadan kaldırmak için “Tevhid-î tedrisat (eğitim öğtetrimin birleştirilmesi) Kanunu”nu çıkararak. Osmanlıdan kalan bütün medreseleri/üniversiteleri kapatarak, onbinlerce öğrenci ve ve binlerce müderris/akademisyeni bir gecede sokağa attılar... Gelin görün ki bu “eğitim birliğin”i askeri ve sivil eğitim ayrılığında da kaldırmak hiç akıllarına gelmedi...

Yeni kurulan laik mekteplerde halkın çocuklarına “ailelerinin kendilerine öğrettiği bütün dinî, ahlâkî, millî, tıbbî, kültürel her türlü bilginin gericilik, cahillik, softalık ürünü, yalan, yanlış ve uydurma şeyler olduğu... Zira annelerinin babalarının dedelerinin ve ninelerinin orta çağ karanlıkları içinde yaşayan ilkel insanlar oldukları.. Gazi Musatafa Kemal Hazretleri’nin Kurduğu Cumhuriyet sayesinde bu karanlıklardan artık kurtularak aydınlanacakları” ezberletildi...

Bu yolda devşirebildiklerini yanlarına alarak onlarla birlikte toplumu yönetmeye başladılar...

Bu yüzden de kritik mevkileri teslim edecekleri halk çocuklarına (sünnî müslüman kökenlilere) asla güvenmediklerinden... Onları dinleri, ahlâkları ve kültürlerinden tam olarak ve gerçekten kopup kopmadıklarını anlayabilmek için çok sayıda, çok sinsi ve çok ağır testlerden geçirdiler... Sünnî kökenli halk çocukları Avrupa Yakası’nın “İdare Müdürü Burhan Altıntıntop”u gibi onlardan biri olmak için, ne kadar yaranmaya çalışsa, bütün şahsiyetini kaybetme pahasına kendinden tavizler verse bile; hep bir “şüpheli şahıs” muamelesi gördü ve o bunun niye böyle olduğunu bir türlü anlayamadı...

Burhan’ın anlamadığ;ı şey şuydu: O, ne yaparsa yapsın asla onlardan biri olamayacağı, onlar tarafından asla tam bir kabul görmeyeceği idi; çünkü “kökenleri farklı”ydı...

Burhan onlara “idare müdürü” olabilir... Onların hayatlarını kolaylaştıracak her hizmeti kendini paralarcasına yapabilir... Ama... Asla onlardan biri olamazdı... Lütfedip uygun bir maaş ödüyorlardı ya bu bidon kafalı, göbeğini kaşıyan cahil, görgüsüz adama... Bir de aralarına mı alacaklardı?

“Yok artık!”

***

Taraf Gazetesi’nin "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı"nı manşetiyle yayınladığı ve “çok gizli askerî belge” olduğunu öne sürdüğü fotokopide imzası bulunduğu iddia edilen Dz. P Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek’i artık herkes tanıyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası’nın özel harpçi kalem esnafına göre o, “ETÖ’cü, darbeci, çuntacı çok tehlikeli bir asker”..

Albay Çiçek “ben böyle bir belge hazırlamadım oradaki imza başka bir yerden kopyalanarak yapıştırılmış” diyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası koro halinde “yalaaan” diyor...

GKB org. Başbuğ “Araştırdım bu belge kesinlikle bizim karargâhta hazırlanmadı, bu belge değil bir kâğıt parçasıdır” diyor,

AB-D/AKP-Fetullah Medyası koro halinde “inanmayıııız” diyor...

Genel Kurmay Askerî savcılığı “Karahgahtâki bütün kayıtları ve bilgisayarları inceledik, Albay Çiçek’in bilgisayarına baktık böyle bir belgenin izine rastlamadık” diyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası koro halinde “bu doğru olamaaaz” diyor...

GKB başkanı 4 kuvvet komutanı ile birlikte 36 generali yanına alarak basın toplantısı düzenliyor.

“Bu belge değil bir kâğıt parçasıdır. Ortada delil olmadan ben albayımı size yedirmem” diyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası koro halinde “vaay hani nerede demokraasi” diye bas bas bağırıyor...

Ergenekon savcısı, Albay Çiçek ’i ve aniden yanına kattığı biri emekli 8 kıdemli kurmay albayı gün boyu sorguladıktan sonra Albay Çiçek’in bu defa “örgüt üyeliği”nden tutuklanmasını talep ediyor... Hakim tutukluyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası koro halinde “işte demokraasi bu, yaşasın adalet ” diye sevinç çığlıkları atıyor...

Ertesi gün Albay’ın avukatları tutukluluğa itiraz ediyor; Mahkeme “bu delillerle insan tutuklanır mı?” diyerek Albay’ın tahliyesine karar veriyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası koro halinde “Olur mu böyle şey? Savcım o kadar uğraşıp adamı tutuklatsın, mahkeme ertesi gün serbest bıraksın bu ne biçim hukuk” diye ağıtlar yakıyor...

Ne Albay Çiçek’i tanırım, ne de onu tanıyan birini... Onun adını Taraf Gazetesi’nden öğrendim...

Ama..

AB-D/AKP-Fetullah Medyasını iyi tanıyorum...

Her gün bu toplumun bütün kültürel kodlarını tahrip ederek, yerine adına “liberal demokrasi” dedikleri, bizi Batı Emperyalizmi’nin gönüllü ve uysal köleleri haline getirecek zehirli kodları şuurumuza nasıl sinsice zerkettiklerini biliyorum.

Bunların içinde “bir çift kadın memesine bütün bir vatanı; içindeki insanları, onların bütün maddî ve manevî zenginlikleri ile birlikte gözünü kırpmadan satabilecek” kadar yoz/çürümüş/kokuşmuş/bencil/ahlâksız/vicdansız yaratıkların olduğunu da biliyorum...

Bu yüzden de “Koskoca AB-D/AKP-Fetullah Medyası, bir albayı linç ederek tutuklatmak için niye bu kadar hevesle çalışıyor? Bunların asıl derdi ne? Ne istiyorlar bu Albay’dan?” diye düşünmekten kendimi alamıyordum...

Sabah gazetesinin “Albay Çiçek'in Köyü ve Köylüleri” başlıklı haberinin zihnimde dolanıp duran soruları çözmemi sağlayacak, meseleyi aydınlatacak ipuçlarını taşıdığını farkettim:

[Albay Çiçek'in memleketi Tokat’ın Reşadiye ilçesine bağlı Umurca Köyü'nde tam anlamıyla bir şaşkınlık var. Son seçimlerde AK Parti'nin 225 geçerli oyun 202'sini aldığı, CHP'ye sadece bir oy çıkan köyde albayın sınıf arkadaşı Köy Derneği Başkanı Sıtkı Yıldız, şunları söylüyor: "Biz Dursun'un paşalığını bekliyorduk, böyle bir şey yapacağına ihtimal vermiyoruz...." 13 saatlik sorgudan sonra tutuklanan Albay Çiçek'ün köyünde geçmişten bugüne kadar seçimlerde hep sağ partiler tulum çıkarmış. Umurca'da isminin açıklanmasını istemeyen bir köylü, şunları anlatıyor: " Kendi halinde yaşayan bir köyüz. Hayvancılık yaparak hayatımızı kazanıyoruz. Küçük bir köyüz ama, İstiklâl madalyalı dört gazimiz var. Dursun'un ailesi ve köyde yaşayan akrabalarının tamamına yakını AK Parti'li. AK Parti'den önce Doğru Yol, ANAP ve Adalet Partisi'ne oy verilirdi." İstanbul Bağcılar'da bulunan Umurca Köyü Sosyal Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği'nin Başkanı Sıtkı Yıldız, Albay Çiçek'in çocukluk arkadaşı. İlkokula beraber gitmişler. Yıldız, şöyle konuşuyor: "Kendi halimizde yaşayan bir köyüz. Açıkçası kimse bu duruma anlam veremiyor. Dursun'un haricinde köyden çıkmış iki askerimiz daha var. Biz Dursun'un paşalığını bekliyorduk, hayal kırıklığına uğradık" diyor. Yıldız şöyle devam etti: Köyümüzde 2009 İl Genel Meclisi seçim sonuçları her şeyi ortaya koyuyor. 225 geçerli oyun 202'sini AK Parti aldı. Sandıktan MHP'ye 16, CHP'ye 1, İşçi Partisi'ne, BBP'ye ve bağımsız adaya da 1'er oy çıktı. Kendimi bildim bileli bizim köyden hep sağ partilere oy çıkmıştır. Adalet Parti, Doğru Yol Partisi, ANAP ve şimdi de AK Parti'ye ağırlıklı oy veren bir yapı var köyümüzde.." Dursun Çiçek'in amca oğlu ise Yozgat Valisi Amir Çiçek. Dursun Çiçek'in ve Amir Çiçek, 1976'da Sivas Pamukpınar Öğretmen Okulu'nda birlikte okumuşlar.]

Yukarıda özetlediğimiz bu haberde ne görüyoruz?

Albay Çiçek “Selânik dönmeleri”nden değildir. “Alevî” değildir. Onların yozlaştırdığı “(Türk, Kürt, Yahudi, Rum, Ermeni,Mason, Roteryan, Lions) büyük şehir sosyetesi” mensubu bir aileden de değildir... Geçirdiği laik eğitim süreci ve laik meslekî hayatı lboyunca kendisinde “Sünnîlik” ve “Türklük”ten bir şey kaldı mı bilemem ama, onun Hem “Sünnî” hem de “Türk kökenli” olduğu bu haberde açıkça görülmektedir...

Böyle bir kumpas “Alevî” bir albaya kurulsa; bütün Alevî örgütler ve AB ortalığı birbirine katardı... Aynı şekilde Bir “Kürt” albayın başına böyle bir şey gelse bütün Kürt örgütleri ve AB tozu dumana katardı...

Bu ülken nüfusunun yüzde 85’’dan fazlası teşkil eden “Sünnî Türkler”se bu ülkenin şamar oğlanları... Ne arayanları var, ne soranları... Gelen vuruyor giden vuruyor...

Sünni tabana dayanan iki örgütten legal AKP ile illegal FTÖ ise bir emme basma tulumba gibi Sünnî tabandan emdikleri bütün imkânları AB-D ve onun içerideki mutemet şebekelerine basmaktan başka bir fonksiyon ifa etmerdikleri halde, Sünnî kesimin bu öndrersiz ve örgütsüzlüğü kendilerini onlara mecbur ve mahkûm hissettiriyor... Denize düşen adamın yılana sarılması gibi...

Anadolu’da fakir bir köylü ailesinin evlâdı olarak dişiyle tırnağıyla çok eşitsiz şartlarda başladığı “hayat mücadelesinde” yatılı olarak okuduğu öğretmen okulundan sonra, Harp Okulu imtihanını da kazanarak TSK’ya katılmış... Çalışmış çabalamış Harp Akademesi’ni de bitirerek kurmay subay olmuş. Yetmemiş bir de sivil bir üniversitede doktora yaparak Dr. Ünvanı da elde etmiş...
Bütün güvenilirlik testlerinden başarıyla geçebildiği için TSK’nın kalbi olan GKB Merkez Karargâh’ında görev yapıyor.

Rütbesini alnını teri ve gözünün nuruyla haketmiş bir kıdemli kurmay albay olarak görevini yaparken sıra amiralliğe terfi etmeye gelince ortalık birden bire karışmış...

Sadece o olsa, yine de insanın içinde bir “acaba” kalır ama...

Onunla birlikte aynı gün ve aniden hepsi amirallik bekleyen 7 “deniz kurmay kıdemli albay” daha “Ergenekon şüphelisi” sıfatıyla Beşiktaş’taki adliye getirilince...

İşin acabası macabası kalmıyor...

Anlaşılan o ki; içten veya dıştan; veya ikisi bir arada yürütülen bir kumpasla “Sünnî Türk kökenli” Dz. Kıdedemli Kurmay Albayları bir çırpıda ekarte edip, yerine kendi “aşiretlerinden/localarından/derneklerinden/mezheplerinden” olanları amiral yapmak istiyorlar...

Sanki TSK içinde, ileride çıkarılacak fitnelerde kullanılacak yeni “Çevik Bir”ler veya “Güven Erkaya”ların önü açılmak isteniyor...

Bu yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda Kaç Kıdemli Kurmay Albay, Amiral olmak için YAŞ’a girecek? Bunlardan kaçı Amiral olacak? Kaçının bekleme süresi uzatılacak? Kaçı emekli edilecek?

Bunların dikkatle takip edilmesi gerekiyor...

AB-D/AKP-Fetullah Medyası amirallik yarışındaki 8 Kıdemli Kurmay Albay’ı faullü bir şekilde saf dışı etmeye bu kadar canla başla çalıştığına göre; var bu işin içinde büyük bir pislik...

Bugüne kadar bu albayların arkasında bir komutana yakışır şekilde duran Org Başbuğ ve Org Iğsız’ın Ağustostaki YAŞ’ta da “Hiç kimse bağımsız mahkemeler karşında yargılanarak, kesin olarak mahkum edilmedikçe suçlu sayılamaz” diyen temel hukuk normu “masumiyet karinesi”ne uygun hareket etmelerini ve hükûmeti de bu karineye uygun davranmaları gerektiğini hatırlatmalarını bekliyoruz...

Malûm: “Hukuk herkese lâzım”

Kaynak: Baran dergisi

Prof. Dr. Hacı Duran
Uydurulan yalanın gladyatörleri(*)




Türkiye son birkaç haftadır orijinalinin mevcut olup olmadığı belli olmayan bir belgenin, yani İrtica ile Mücadele Belgesinin, sanal olarak çoğaltılmış olan kopyalarını tartışmaktadır. Bu kopyalar öyle bir etki bıraktı ki günlerdir devletin tepesi bu belgeye kilitlendi. Muhalefet ve iktidar çevreleri kopyanın kopyası, çerçevesinde düzenlenmiş olan deliller ve görüşler etrafında kutuplaştı. Mahkemeler bu kopya belgenin hangi hukuki kriterlerle değerlendirileceğini çözümleme noktasında ciddi açmazlarla karşılaştı. Sorun hala tartışılmaya devam ediyor. Gündem bu belge etrafında şekilleniyor.

Ortada gösterime konan bir belge var. Bu belgenin orijinali ise mevcut değil. Belgenin, bürokratik olarak emir komuta zinciri esasına göre yapılanmış olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bazı birimlerince, hazırlandığı iddia edilmektedir. Belge olduğu iddia edilen bu metnin, Genel Kurmay Başkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşleri ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığını, Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ heceleyerek açıkladı.

Gazete sütunlarında bu metnin Genel Kurmayın görüşlerini yansıttığını var sayarak, Türk Silahlı Kuvvetlerini darbe planı yapmakla suçlayanlar oldu. Hükümet yetkilileri TSK’yı darbe ve psikolojik hareket planları yapmakla suçladı. Muhalefet Hükümeti bu belgeyle ilgili varsayımları esas alarak eleştirdi. Yargının konuyu nasıl ele alacağı bir muamma olarak ortada duruyor. Çatışan tarafların görüşlerinin sahihliğini veya sahteliğini bir yana bırakalım. Onlar üzerinde bir söylentinin belgeye dönüşmüş biçimi, çatışmanın muharrik gücü olarak etkisini gittikçe arttırmaktadır. Asıl önemli olanda burasıdır.

Mevlana; “Eğer her görünen şey, göründüğü gibi olmuş olsaydı, o kadar keskin ve aydın görüşlü Peygamber (a.s) :Allah’ım bana eşyanın gerçeğini olduğu gibi göster, diye feryat etmezdi, dua etmezdi.” Der.[1] Mevlana’nın bunu söylediği şartlarda, sanal olarak gerçeği olmayan bilgilerin üretilip dolaşıma sokulduğu bir durum mevcut değildi. İnsanlar tabii bir ortamın inşa ettiği iletişim kanalları ile bilgileniyorlardı. Hakikat arayışına katılıyorlardı. Ancak buna rağmen yine de insanın gerçeği görmesi sorun olmuştur. Bundan dolayı Resul-u Ekrem (a.s) “Allah’ım bana hakikati olduğu gibi göster”, diye dua etmiştir.

Yukarıda anlatılanlar kadim geleneğin mevcut olduğu şartlarla ilgilidir. Günümüzde kadim gelenek maalesef sadece metne dayalı bir değer taşımaktadır. Mevcut toplumsal ilişkiler, kanaatler, iletişim kanalları ve söylemlerin bu kutsal ve kadim gelenekle bir alakası nerdeyse kalmamıştır. Yani günümüzde insanların bizzat eşyaya ve tabiata bakarak hakikati görme şartları ortadan kalkmıştır. İnsanların bir çoğu tamamen yapay bir evrenle, bilgi alanı ile, kültürle karşı karşıyadır. Bu yapay evren ve kültür ise uzmanlar, örgütlü güçler ve muktedirler tarafından –kendilerince?- mantıksal olarak düzenlenmiş bir evrendir. Yani görme ve bilme alanı özgürce her kesin kendi seçimine bırakılmış değildir. Muktedir güçler tarafından yönetilen ve gösterilen bir evrendir. Şu anda gösterime konan bu belge de özel olarak bu amaçla hazırlanmış bir belgedir

Bilgi kaynağı olarak yapay bir evrenle muhatap olma durumu, aynı zamanda zaten yapay olan bilgilerimizin ve kanaatlerimizin yine yapay bir malzemeden bize yansıdığına delalet eder. Yapayın yapayı olan bir bilgi yığını yükü altındayız. J. Baudrillard, “Bir köken ya da gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesine hipergerçek yani simulasyon”[2] demektedir. Simulakr, orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan kendisi zaten kopya olan bir şeyin kopyası anlamına gelmektedir. Simulasyon ise, bu kopyanın dolaşımda tutularak yeniden üretilmesi demektir. Baudrillard özetle, günümüz insanının davranışlarını, tutumlarını ve tepkilerini yönlendiren, etkileyen ve biçimlendiren şeyin, insanın kendi görmesi ve anlaması olmadığını, yapay olarak profesyonelce inşa edilen, gerçekle alakası olmayan bir simulasyon evreni olduğunu iddia etmektedir.

Son günlerde ortaya çıkarılan “İrtica ile Mücadele Belgesi” etrafında inşa edilen gündemin gerçeklikle ilgisi ne düzeydedir? Onu ortaya çıkartmak gerekir. Örnek olsun diye söylüyorum: 1970 li yıllarda bu ülkede insanlar sağcı ve solcu diye kutuplaşmışlardı. Sağcılar, sağcılığa ilişkin değerlerin gerçek olduğuna, solcular ise solculuğa ilişkin değerlerin gerçek olduğuna inanarak mücadele ediyorlardı. Ancak sonradan anlaşıldı ki solculuğa ilişkin ve sağcılığa ilişkin değerlerin hepsi birer yanılsama imiş. Kurgulanmış yalanlar üstüne taraftar olma her zaman önemli bir tehlikedir.

Öte taraftan siyasi iktidar çekişmeleri ve çatışmalarının doğasında, her zaman gerçekle alakası olmayan söylentiler araçsal bir değer olarak kullanılmıştır. Bizans veya saray entrikası denilen entrikalar ve kulisler, genel olarak bu söylentiler üzerinden yürütülür. Söylenti; sahibi, kaynağı ve sorumlusu belli olmayan fikirler, görüşler ve ilişkiler demektir. Gerçekliği şüpheli olan bu görüşler, bu duruma rağmen gerçek çatışmalara, tartışmalara ve eylemlere yol açabilir. Tarihte bu tür çatışmaların örnekleri de bilindiği gibi çoktur. Bakara(102) süresinde Hz. Süleyman’ın iktidarı hakkında “uydurulan yalanların” dolaşıma sokulmasından bahsedilmektedir. Hz. Süleyman’la ilgili olan bu temsil, iktidar çevreleri arasında uydurulan yalanların ne gibi çatışmaları körüklediği açıkça belirtilmektedir. Şunu da belirtelim: Yalan bir gerçeği gizlemektir. Bundan dolayı yalan yine gerçekle ilgilidir. Ancak uydurulan yalanın gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Uydurulan yalanın inşacıları, ağızlarıyla karınlarından konuşanlardır.

Günümüzde kontrollü kriz, olarak tanımlanan söylentiye dayalı çatışma kurguları, saray entrikası denilen krizlerden bir çok yönden ayrılmaktadır. Güncel siyasi krizler ve çatışmalar bilgi ve iletişim teknolojileri aracılığı ile şişirilmiş birer gerçeklik(hipergerçeklik) alanı olarak işlem görmektedir. Kurgusal olarak düzenlenmiş olan söylenti, yani uydurulan yalanlar(ki bu artık bir söylenti ve yalan olmaktan çıkmıştır, çünkü taraftarları var, yani gerçektir.), propagandanın, somut suçlamaların ve atışmaların gerekçesi olmaktadır. The Good Shepherel/Kirli İlişkiler adlı Amerikan yapımı ve CIA, ajanlarının çalışmalarını gösterime sokan filmde, “yalanlarla gerçek yaratmak” CIA casuslarının ve teşkilatının uzmanlık alanı olarak ifade edilmektedir. Romalılar halkı uyutmak için glatyatör yetiştirirdi. Amerikalılar ise anlaşılan “yalan uyduran uzmanlar” yetiştiriyorlar.

Söylentiler bilgi teknolojileri kullanılarak belgeye dönüşmektedir. Söylentiye dayalı propaganda bu yol ile yeniden üretilen bir belge olmaktadır. Belge üzerinde yapılan medyatik yorumlar ise propagandanın yeniden üretimini süreklileştirmektedir. Böylece ilk ve orta çağlarda kuytu saray köşelerinde konuşularak çoğaltılan, dolaşıma sokulan propaganda malzemeleri, (Hz. Süleyman döneminde olduğu gibi) günümüzde belgelere ve yazılı metinler dönüştürülerek, resmi iktidardan bağımsız özel bir iktidar alanı da üretmektedir.

Medyatik iktidar denilen iktidar, bu yöntemle kurumsal ve resmi bir statü kazanmış olmaktadır. İletişimi sağlama adına üretilen cansız kitle iletişimi yani iletişim araçları, araç olmaktan çıkıp amaç olmaktadır, iletişimden bağımsız bir otorite olmaktadır. Bu durum, kilise bürokrasisinin kendini Tanrı yerine kaim kılması sürecine benzemektedir. Ancak önemli bir fark da vardır. Kilise kutsal olduğuna inanılan bir tanrı tasarımına göre kendini ilahlaştırırken, günümüzün kurumsal olarak örgütlenmiş olan medyatik iktidarı orijinali olmayan bir kopyayı, yani Hz. Süleyman dönemindeki gibi, “uydurulan bir yalanı” gösterime sokarak kendine bir iktidar alanı oluşturmaktadır.

Söylentinin yeniden üretimi ve belgeye dönüşümü yöntemi ile inşa olunan bu simulasyon iktidarları, geleneksel iktidarın yayılarak dağılmasını sağlamaktadır.Ülkenin geleneksel bürokrasiyi kullanarak malum klasik yöntemlerle yönetebilirliğini de imkansız bir sürece sokmaktadır. İktidarın simülasyona dönüşümü gibi bir süreç yaşanmaktadır. Üstat Necip Fazıl, liberalizmin ve kapitalizmin kazanma hırsı, için “yaşasın kefenimin kefili karaborsa” demişti. Sanırım bizler medyatik iktidar ve uzantılarının inşa ettiği, “uydurulan yalanların” gösterimine kendini kaptırmış Romalı kölelerin durumuna düşmekteyiz. Uydurulan yalan üstüne kurgulanan bu medyatik iktidar ortamında kendimizi nasıl bileceğiz? İyi düşünmek gerekir.


[1] Mevlana, Fihi Mafih, çev. Meliha Ü. Ambarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. İstanbul 1990 sh. 10

[2] Baudrillard Jean, Simulakrlar ve Simulasyon, çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı yay. Ankara 2005, sh 14

duranhaci@gmail.com

(*) Kaynak: Haber10

'İrtica ile Mücadele Eylem Planı' soruşturuluyor
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 'İrtica ile Mücadele Eylem Planı' soruşturması kapsamında 3 kişinin ifadesini aldı.
Çarşamba, 19 Ağustos 2009 20:25

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, ''İrtica ile Mücadele Eylem Planı'' belgesine ilişkin ''gerçeğe aykırı belge düzenlemek''ten başlattığı soruşturma kapsamında 3 kişi ''tanık'' sıfatıyla ifade verdi.

Memur Suçları Soruşturma Bürosunca yürütülen soruşturmada, ''Ergenekon'' soruşturması kapsamında tutuklanan avukat Serdar Öztürk'ün bürosunda çalışan avukat Gizem Ulusoy ve stajyer avukat Bahar Özgüner'in ifadelerine başvuruldu. Öztürk'ün bürosunda yapılan arama sırasında, yasa gereğince Ankara Barosu'nu temsilen bulunan avukat Bayram Özkan'ın da ifadesi alındı.

Bu kişilerin ''tanık'' sıfatıyla dinlediği belirtildi.

Soruşturma kapsamında, önümüzdeki günlerde, bazı avukatlar ile Öztürk'ün bürosunda yapılan aramada görevli polislerin de ifadelerine başvurulacağı öğrenildi.

Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, Taraf gazetesinde yayımlanan ''böyle bir belgenin mevcut olmadığı, fotokopideki imzanın sahibi Albay Dursun Çiçek'e ilişkin delil bulunmadığı'' sonucuna ulaşarak, ''olay ve Çiçek hakkında kavuşturmaya yer olmadığına'' karar vermişti. Askeri savcılık, konu hakkında adliye mahkemelerinin yetkili olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı da vermişti.

Soruşturma dosyası, önce İstanbul Başsavcılığına, buradan da ''yetkisizlik'' kararıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmişti.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da avukat Serdar Öztürk'ün bürosundaki aramada bulunduğu iddia edilen ''İrtica ile Mücadele Eylem Planı'' adlı belgeye ilişkin, ''gerçeğe aykırı belge düzenlemek'' suçu kapsamında soruşturma başlatmıştı.
Dünya Bülteni

Umur TALU
Sabah
Emrah'ın öleceğini söylemiştim size!
10 Temmuz 2009

Ben size bir dört yıldır hiç olmazsa işte bunu da anlatmak istedim. Kimse anlatmak istemediği için daha çok anlatmak istedim.
Hamaset paçalardan aktığı, hakikatler asla görülmediği, görülmek istenmediği, gizlendiği için daha da çok anlatmak istedim.
Şanlı derken, onbinlerce, mevcudun neredeyse yüzde 90'ının nasıl acılar çektiğini öğrendiğim, duyduğum, dinlediğim, binlerce mektuplu, elektronik postalı, sms'li, telefonda canlı sesli tanığım ve tanışım olduğu için çok çok anlatmak istedim.
Pohpohlanan ama hep kol kırıp yen içinde bırakıldığı için, insan acıları asla fark edilmek istenmeyen, şehitlerine devlet ve millet törenleri düzenlenirken, onbinlerce görevlisi sık sık yerin dibine sokulan bir kurum, bir durum kavranılsın diye sık anlatmak istedim.
Bunalımları, intiharları, acı çeken aileleri, ayrımcılığa uğrayan çocukları, aşağılamaları, yasakları, onca kıdeme iki dudak arasında hakaret veya cezaları bilmezsiniz diye durup durup anlatmak istedim.
Bunun da demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk meselesi olduğu hiç akıllara gelmiyor diye bir daha anlatmak istedim.
Ve esasta...
En cumhuriyetçi kurumun...
Bize en çok cumhuriyet dersi veren kurumun...
Cumhuriyeti en çok koruyup kolladığını iddia eden kurumun...
Cumhuriyetin adalet, eşitlik, kardeşlik ilkeleriyle nasıl derinden çeliştiğini...
Cumhuriyetin zümre egemenliğine, imtiyazlara, ayrımcılığa karşı idealleriyle nasıl çatıştığını, bizzat kurumun içindeki yüz binlerce insanın tanıklığıyla belki nihayet anlarsınız diye anlatmak istedim.


***

Şimdi, birçoğuyla aynı siyasi görüşleri paylaşmıyor olsak da, aynı insani hislerde buluştuğumuz, şu dört yılda birbirimize fikir ve duygu kattığımız onbinlerce asker dostum var.
Bazen tehdit, bazen dava, bazen küfürlere, bazen alaylara, bazen sivil ve askeri büyük vaatlere, yalanlara ve dolanlara, ama ille de Meclis'teki, siyasetteki, hükümetteki, medyadaki sessizliğe, tabutlara ve tabulara karşı ısrar ve inatla işte bu yüzden de anlatmak istedim.

***

Şimdi siz de düşünün:
Liseli genç...
Babası profesyonel asker...
Asker çocuğu arkadaşlarıyla askeri kamptan denize girmek istiyor...
Onu içeri almıyorlar...
Çünkü babası uzman çavuş... Çünkü babası şehit düşerse, duruma göre, tabutu başına koşuşuyor komutanlar, bakanlar, başbakanlar...
Ama canlı ise, ne eşin dostun sokulduğu orduevi kapısına bir öğün yemek için yanaştırılıyor, ne eş, dost dolu askeri kampın kumuna, denizine kavuşturuluyor...
22 yıllık asker çocuğu gizlice girmek, arkadaşlarının yanına gidebilmek istiyor...
Orada elektrik var...
Elektrik de biliyor, kim girer, kim giremez...
Bedenine çarpıveriyor 16 yaşındaki Emrah'ın...
Yere cansız seriveriyor!
Kimine göre, derler ya, Emrah zayiat...
Lakin ille de Emrah artık askeri kamp şehididir!

***

İşe bakın ki ey ahali...
Ey hükümet...
Ey Genelkurmay...
O duvar, o duvarınız, o cumhuriyet, demokrasi karşıtı yasaklarınız...
Aynı şehit töreninin sessiz tabutlarında olduğu gibi...
Cansız Emrah'a artık vız geliyor...
Canlı, hayat dolu, umutlu bir çocuk, bir genç olarak sokmadığınız o kıymetli askeri kampınızın hudutları dahiline, handiyse inadına, ceset olup düşüyor...
Hadi kovun o cesedi de oradan...
Misal olmasın, emsal olmasın, kuralları, töreleri bozmasın...
Rütbeleri çiğnemesin, yerini, haddini, nizamını, babasını bilsin.
Hadi bir oda hapsi sallayın 16 yaşında bir cesede.

***

Ya da...
Yapıyorsunuz ya arada...
İşte Ey Türk Gençliği...
Şimdi, bu kez utanmadan değil, utanarak, sıkılarak da olsa gidin...
Cenazesinde saf tutun...
Başı açık ya da kapalı, hiç fark etmiyor ya o anda, annesine, ninesine sarılın...
Söz verin millete...
Ayrımcılığın, cumhuriyet ve demokrasi ve de insan hakları ihlallerinin bu kadarı da artık yetecek, artık bitecek diye!

***

İşte bunları anlatmak istedim en az bir dört yıldır.
Yaşayanlar zaten hemen bildi...
Ölenler zaten yaşayarak gitti.
Günahı...
Anlamak, görmek, bilmek istemeyenlerin; saklamak, gizlemek, bastırmak, susturmak, bu düzen böyle gider diye kusmak, kusturmak isteyenlerin boynuna!
Sözde yok ama...
Bu da bir nevi bedelli askerlik işte!
Bedeli evladının canıyla ödeneni.


En son Ekim tarafından Sal Ağu 25, 2009 10:30 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Tem 17, 2009 8:42 pm    Mesaj konusu: Kıvrıkoğlu vurulsaydı Çevik Bir komutandı Alıntıyla Cevap Gönder

Kıvrıkoğlu vurulsaydı Çevik Bir komutandı

Kıbrıs olayının yaşandığı tarihlerde bir başka olay daha vardır günlerce akıllarda kalan... Bir emekli kurmay yarbayın devrin Cumhurbaşkanı Demirel’e yazdığı mektup. Bu mektup, Cumhurbaşkanlığı tarafından “kişiye özel” olmasına rağmen Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş, bu yüzden mektubun sahibi yarbay hapse atılmıştı.
Mektup’ta çok önemli iddialar vardı.
Bunların arasında da, “KKTC’deki tatbikatta, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na suikast düzenlendiği” konusu yer alıyordu.
Mektubun altında, satırları yazan emekli yarbayın imzası da vardı.
Yavuz Yıldar...
“28 Şubat” yılı dolmuş, Mart ayı sürüyordu bu mektup yazıldığı zaman. Güya bir sivil iktidar ve Çankaya vardı ama asıl olan, Çevik Bir ve adamlarıydı her tarafta... Ve tabii bu durumda Çankaya’ya yazılmış bile olsa “kişiye özel mektup” söz konusu olamazdı yani!..
Kaldı ki; Emekli Yarbay Yavuz Yıldar’ın mektubu öyle “sıcaktı” ki Demirel elini değdirse kül olacağını hissedecek kadar tecrübeliydi zaten!..
Yarbay Yıldar’ın mektubunda Türk Silahlı Kuvvetlerinde bir yapılanma-kadrolaşmadan söz ediliyor, “ürkütücü” boyuta gelen mezhep kadrolaşması iddiası bulunuyor, Cumhurbaşkanı olarak konudan haberdar olması isteniyordu Demirel’in..
Mektupta, GATA, Okullar Dairesi Başkanlığı, Tayin Daireleri Başkanlığı gibi yerler işaret ediliyordu...
İşte o satırlar arasında bir de şu yazılıydı..
“Orgeneral Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kurtulması mucizedir!..”

Kıvrıkoğlu’nun kurtulması

Kurmay Yarbay Yavuz Yıldar, Cumhurbaşkanı Demirel’e gönderdiği mektubunda Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na, Kıbrıs’ta düzenlenen suikastın “Allah’ın bir lütfu ile atlatıldığını” yazıyordu..
Yarbay çok önemli iddialarla Cumhurbaşkanı’nın huzuruna ulaşmayı göze almıştı ve beyanı çarpıcıydı...
“Orgeneral Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanı olması için ya Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ortadan kaldırılacağı ya da Karadayı’nın görev süresinin bir yıl uzatılacağını öne sürüyordu”.
Mektupta, “Millet olarak duamız her iki teşebbüsün de başarısızlıkla sonuçlanması olduğudur” diyordu..
Yarbay Yıldar mektubunda, “İkinci teşebbüsün Cumhurbaşkanı’nın katkısını gerektirdiği belirtilerek, bu senaryonun engellenmesini istemek için de yazdığını” anlatıyordu. (Bu mektup Demirel’de kalmadı, o dönem Çevik Bir’in adamı olarak ünlenen Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’a ulaştı.. Yarbay Yıldar hapse girdi ama sonra beraat etti.)
Sözün özü, 28 Şubat’ın en hızlı günlerinde, Çevik Bir’in yıldızının en parlak döneminde, bir muharip Kurmay Yarbay, Kara Kuvvetleri Komutanı’na “suikast” teşebbüsünü dillendiriyordu..

Kıvrıkoğlu’nu tasfiye!..

Yarbay Yavuz Yıldar, KKTC’deki “olayı” anlatırken uzmanlığını da kullanıp, kesin ifadelerde bulunmuştu. Tatbikat sırasında, Kıvrıkoğlu’nu sıyırıp Albay Vural Berkay’ı bulan kurşunun “sekme” olmadığı, direkt hedefe geldiği iddiasındaydı;
“Seken mermi, omlet gibi olur; dağılır. 100-150 metre uzaklıktan hedefi vuramaz. Koca bir top parçası olsa, gülle gibi isabet eder ama, burada seken mermiden söz edemeyiz...” diyordu.
Mermi, Kıvrıkoğlu’nu bulsaydı!?.
Bulmadığı için o dönemin kapalı kapıları ardında “başka senaryolar” hep konuşuldu... Yarbay Yıldar’ın bahsettiği “2. seçenek, Karadayı’nın görev süresinin bir yıl uzatılması” konusu çok yoğunlaştı. Ama tutmadı, çünkü sonrasında Karadayı’nın Demirel sonrası Köşk telaffuzu vardı. Mesut Yılmaz ve Demirel bu işe ustaca taş koydular, Çevik Bir’in “atakları” onları aslında çok rahatsız ediyordu...
Sonra?.. “Ağustos 1999’da Hava Kuvvetleri Komutanı İlhan Kılıç, Deniz Kuvvetleri Komutanı Salim Dervişoğlu, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Çevik Bir, Harp Akademileri Komutanı Necati Özgen ve Batı Çalışma Grubu’nun başı olduğu ileri sürülen Ege Ordu Komutanı Doğu Aktulga emekli oldu...”
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu dönemi başladı...
Bu dönem ise bir başka “çekişme-kadrolaşma” yaratacaktı!..
İlerde!..

İşte Genelkurmay'a Siyasete Müdahale Etmeden Siyaset Üretme Fırsatı

Açık İstihbarat

17.07.2009


AB'nin devlet statüsünde taraf olduğu Nabucco anlaşması, BTC projesi ile birlikte gündeme gelen sınır geçen enerji hatlarının güvenliği konusunda ciddi bir yol ayrımına gelindiğini gösteriyor.

Bu proje bir yandan ABD'ye; İran'la gerekli pazarlık kartlarını Türkiye üzerinden masaya serme fırsatını tanırken, diğer taraftan AB'ye Türkiye üzerindeki yönetim hakkı vermeden kontrol projesinde bir adım daha katetmesine fırsat tanıyacak gibi.

Bu haberi dikkatine sunduğumuz Genelkurmay'ın tavrıda burada önem kazanıyor.

Doğrudan güvenliği ve güvenlik siyasetini ilgilendiren bir konu.

Bu konuda da Genelkurmay mayın konusunda olduğu gibi önce AKP hükümetinin işine gelen ve "bunu da yapamazsınız neyi yaparsınız?" sorularına muhatab kalmasına sebep olan bir "biz yapamayız" tavrına mı bürünecek yoksa uzun süredir atıl tuttuğu kurmay zekasını bir güvenlik siyaseti üretmek için kullanabilecek mi? Yoksa her zamanki gibi önce AKP'nin işine gelen bir siyasetsizlik tavrı sergileyip daha sonra tepkiler üzerine dostlar alışverişte görsün mealinde bir çıkış mı yapacak?

Genelkurmay'ın kendisine en damardan dokunan konularda dahi dişe dokunur (Bkz. Çuval olayı) bir siyaset üretemediğini; meşru bir faaliyet olan siyaset üretmekle gayr-ı meşru bir faaliyet olan siyasete müdahale etmek arasındaki farkı hala kavrayamadığını ve bu atıllığın sonucu polis bülteni olarak çıkan gazetelerin bile binlerce yıllık bir kurumu köşeye sıkıştırabildiğini gördükten sonra bu konuda ümitli olmak için fazla sebebimiz yok.

Yine de; atıl ve paralize olmuş kurmaz zekasının Türkiye'nin ortasında bir AB güvenlik ordusu kurulmasına fırsat vermeyeceğini ümit etmek istiyoruz. Borsa düşer diye açıklama yapmayan, çürümüş iktidarlara yaşam nefesi veren gece yarısı muhtırası hazırlamakta beis görmeyen , askerinin başına çuval geçirenlere bir nota bile veremeyenlere rağmen....

Not : Burada siyaset üretmekle mevcut parametreler içerisinde olasılık senaryoları oluşturmayı kastetmiyor, siyaset üretmenin aynı zamanda mevcut parametreleri altüst eden alternatifler üretmek olduğuna dikkat çekiyoruz.

Açık İstihbarat

------------------ Bizim Anadolu Gazetesi'nden Nazım Güvenç'in Yazısı ---------------------

“Asrın anlaşması”, “yüzyılın projesi” vb şişirme laflarıyla pazarlanan iğreti Nabucco projesinin başı sonu belli olmayan bir proje olmasından daha tehlikeli maddeler içerdiği öğrenildi.

Hükümete yakın Star gazetesi’nin Ankara muhabiri Hüseyin Özay imzasıyla 15 Temmuzda yayınlanan haberde aslında büyük bir skandal özelliği taşıyan bilgiler sanki çok doğalmış gibi sunuldu!


İşte o haber:

Nabucco’ya özel ordu!


Asrın projesi Nabucco’da hattın güvenliği ile ilgili tarihi bir karar alındığı ortaya çıktı. Boru hattının güvenliğini AB’nin oluşturacağı özel güvenlik birimi sağlayacak.

“21. yüzyılın projesi olarak nitelendirilen Nabucco Projesi’nde, projenin güvenliği ile ilgili tarihi bir karar alındığı ortaya çıktı. Tarihi karar projenin güvenlik maddesinde gerçekleştirildi. AB, proje kapsamında inşa edilecek olan boru hattının güvenliğini, hattın geçeceği ülkelerdeki ‘güvenlik güçlerine’ bırakmama kararı aldı. Buna göre, Nabucco Projesi’nin boru hatlarının güvenliği AB’nin oluşturacağı özel bir güvenlik birimi tarafından sağlanacak. Halen, Türkiye’de tüm boru hatlarının güvenliği, jandarma tarafından sağlanıyor. Star’ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kaynaklarından edindiği bilgiye göre, projenin güvenlik maddeleri, hükümetlerarası anlaşmanın ardından imzalanacak olan ‘ev sahibi ülke’ anlaşmasında yer alacak. Söz konusu anlaşmanın da taslağı hazırlandı. Taslağın hazırlanması sırasında, boru hatlarının güvenliğinin ülkelerde kim tarafından sağlanacağı AB ile ev sahibi ülkeler arasında tartışma konusu oldu.

EV SAHİBİ ÜLKE ANLAŞMASI

Projenin sahibi konumundaki AB, boru hattının güvenliğinin, ülkelerin askerleri tarafından sağlanmasına karşı çıktı. AB, boru hattının güvenliğinin, kendi bünyesinde oluşturulacak olan özel bir güvenlik birimi tarafından sağlanmasını talep etti. AB’nin, konuyla ilgili ısrarcı talebi üzerine, ev sahibi ülke anlaşmasında yer alacak olan güvenlik maddesi, AB’nin talebi doğrultusunda hazırlandı. Ev sahibi ülke anlaşması, boru hattının geçeceği ülkelerin yetkili makamlarına sunuldu. Eğer, söz konusu ülkeler tarafından da ev sahibi ülke anlaşması onaylanırsa, hattın tüm güvenlik hizmetleri AB’nin sorumluğu altında olacak. AB’nin Nabucco güvenliğini, özel bir birim tarafından sağlanmasına ilişkin talebinde, Rusya’nın geçtiğimiz yıl Gürcistan’a yönelik operasyonu sırasında yaşanan sıkıntıların etkili olduğu belirtildi.

Tazminat yükümlülüğümüz yok

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kaynakları, AB özel güvenlik birimine olumlu bakıyor. BTC Boru Hattı’nda güvenliğinin Türkiye tarafından sağlandığına dikkat çeken Bakanlık yetkilileri ‘Ancak hatta yönelik yapılacak her saldırının bir tazminat yükümlülüğü var. AB’nin talep ettiği düzenlemede ise tazminat yükümlülüğü olmayacak’ dedi.

PKK sabotaj yaparsa AB’ye saldırı sayılacak

AB boru hattının özel bir güvenlik birimi tarafından sağlanması, Türkiye açısından da bir ilk olacak. Halen BTC, Şahdeniz, başta olmak üzere Türkiye topraklarında inşa edilen tüm petrol ve doğalgaz boru hatlarının güvenliği jandarma ve Botaş’ın özel güvenlik elemanları tarafından sağlanıyor. AB’nin, Türkiye topraklarından geçecek olan boru hattını, bölücü terör örgütü PKK’nın saldırmasından endişe ettiği öğrenildi. Hattın güvenliğinin AB tarafından sağlanması halinde, boru hattına yapılan her türlü saldırı AB’ye yönelik saldırı olarak değerlendirilecek. Öte yandan, Avrupa Birliği kapsamında Türkiye’de sınır polisi uygulamasına geçilmesi gerekiyor. Türkiye’de halen sınırları asker korurken Nabucco çerçevesinde yapılacak düzenleme bunun ilk adımını oluşturacak.”

****

Parça parça parselleyip satış!

2003 yılından buyana ve son aylarda hızlanan bir tempoda Türkiye bugüne dek hiç tanık olmadığı olaylara, aslında düpedüz skandallara tanık oluyor. Gerçekte skandal demek tek başına yeterince anlamlı değil. Çünkü bu kez daha uygun bir sıfatı yazmaya elimiz varmadığı için “skandal” diye nitelediğimiz gelişme sıradan bir bürokratik şapşallık, yahut magazinsel bir vukuat veya bir hukuk faciası değil. Çok daha elim ve vahim bir şey, zira falan, filan kişileri değil doğrudan doğruya ve düpedüz devletin güvenliğini, vatanın bütünlüğünü, ulusun egemenliğini hedef alan ve tam anlamıyla satışa çıkartmayı öngören bir “proje” söz konusu. Bir AB ortak yapımı.

Daha 900 km.lik Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin mayından temizlenmesi karşılığında 49 yıllığına yabancı bir şirkete devri girişimin (bu da bir başka skandaldı) -şimdilik- durdurulmasının mürekkebi kurumadan, bu kez, en az onun kadar vahim bir başka skandala hükümet imza attı.

Nabucco denen ve Türkiye dışında görünürde sadece 5 AB ülkesinin de katıldığı ve imzaladığı bu doğalgaz boru hattı projesi ile ilgili anlaşma zaten ortada daha kesinleşmiş bir doğalgaz satıcısı kaynak olmadığı için bir garipti. Derken aniden torbadan tombala çıkar gibi Irak devreye girdi. Muhtemelen ABD tarafından itildi. Irak’ın kuzeyindeki doğal gaz yataklarının işletilmesi ve Türkiye üzerinden bu borudan pazarlanması gündeme getirildi. Buna kukla Barzani yönetiminin de heveskar olduğu ortada bir şey.

Fakat asıl maksadın, içinde AKP - AB - ABD olan her türlü girişimde olduğu gibi, görünürdeki güya çekici birtakım dekorların arkasında saklı birtakım oyunlar, tertip ve tezgâhlar olduğu da bu kez de projenin henüz gizli ve kesinleşmemiz maddelerini hayata geçirmek olduğu anlaşılıyor.

Eğer gerçekleşirse, AKP bunu da yaparsa, Anadolu’yu tam ortasından boydan boya geçecek bir boru hattının iki yakasına silahlı yabancı “güvenlik güçleri” konumlanacak! Jandarma uzaklaştırılacak.

Düşünebiliyor musunuz, aynen 1919’da mütareke aylarındaki gibi, Türk Ordusu birtakım topraklardan çekilmeye ve yerini yabancı işgal güçlerine bırakmaya mecbur edilecek. Tek fark bu kez sıcak bir savaş sonuncunda yabancı işgali yok. AKP sayesinde, “anlaşmayla” tek silah atmadan gelecekler!

Güneydoğu zaten PKK / DTP – AKP yönetiminde. Suriye sınırı İsrail şirketinin. Anadolu’nun tam ortası da Avusturya’yı vekil olarak kullanan Almanya’nın paralı askerlerinin devriyeliğinde …



Ört ki ölem ….

Ama bilmiyorlar ki Türk milleti daha ölmedi!

Zaten onun için Ne mutlu Türküm demeyi bile yasaklamaya, Atatürk’ü silmeye kalkıyorlar. Zaten onun için TSK’yı bir bostan korkuluğuna çevirmeye çalışıyorlar …

Ama bilmiyorlar ki teslim olmayacağız. Trakya dahil, Anadolu bizimdir. Kimseye pay etiirmeyeceğiz.

NAZIM GÜVENÇ

www.acikistihbarat.com

ORDUNUN HAYRUNNİSA GÜL ÖNLEMİ
31 Temmuz 2009 12:01

Genelkurmay'ın Hayrunnisa Gül hakkında hazırladığı belge...

Gül’ün Köşk’e çıkmasının ardından Genelkurmay, türbandan nasıl uzak duracağına ilişkin yeni protokol kuralları belirlemiş.
‘ÇAĞDAŞ KIYAFET YOKSA GİREMEZ’
14 Ekim 2007 tarihli belgede, Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül’le birlikte askeri hastaneyi ziyaret etme talebi olması halinde, buna “çağdaş kıyafetli olmayan giremez” denilip olumsuz yanıt verilmesi isteniyor.
YAVER DE ALTERNATİF YER ÖNERSİN
Gül’ün eşiyle birlikte yolu üzerindeki güzergahta bulunan askeri tesislere mola için uğrayabileceği belirtilen emirde şu uyarı yapılıyor: Bu durumda Gül’ün askeri yaveri, alternatif yer önersin.
TÜRBANI VAR, KIŞLAYA ALMAYIN
Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Genelkurmay tarafından hazırlanan yeni protokol kurallarında türbanlı olduğu için Hayrunnisa Gül’ün askeri tesislere alınmaması emrediliyor.
Genelkurmay’ın, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesinden iki ay sonra resepsiyon ve törenler için yeni bir protokol kuralı hazırladığı ortaya çıktı.
Tüm birliklere gönderilen protokol kuralında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül ima edilerek, türbanlıların askeri hastane ve tesislere alınmaması isteniyor. Protokolde, türbanlı eşlerin ve DTP’lilerin davet edileceği belirtilerek, 29 Ekim, 23 Nisan ve 19 Mayıs resepsiyonlarına gidilmemesi emrediliyor.
TÜRBANI HATIRLATIN
Taraf, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 14 Ekim 2007’de hazırlanan yeni protokol kurallarının yer aldığı rapora ulaştı.
Raporun en önemli kısmı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Hayrunnisa Gül’ü ilgilendiriyor. Raporda, herhangi bir askeri hastane ve rehabilitasyon merkezindeki gazi, hasta veya bir yakınını ziyaret talebinde bulunduğunda şunların yapılması isteniyor: “Çağdaş kıyafetli olmayanların girişine izin verilmemesi, bir yakınını ziyaret edecekleri zaman türban konusunun kendilerine hatırlatılması, kabulün çok zorunlu olduğu durumlarda en alt seviyedeki protokol görevlisi ile refakat edilmesi.”
ASKERİ TESİSLERE GELMESİN
Raporda Gül çiftinin, karayolu üzerindeki askeri tesislerden mola maksadıyla yararlanması halinde devreye yaverin girmesi emrediliyor: “Ani durumlar için başyaverin bu tür molaların önüne geçmek üzere, güzergah üzerindeki daha uygun mola yerlerini önermesi. Planlı bir faaliyet ise koordinasyon aşamasında olumsuz cevap verilmesi.”
Bilindiği gibi başyaver Cumhurbaşkanı ve eşine eşlik ediyor. Türkiye’de sadece Cumhurbaşkanları ve askeri tesislerden yararlanabiliyor.
EŞSİZ GİDİN, HEMEN AYRILIN
Raporda en geniş bölüm, Köşk ve valiliklerde düzenlenen 29 Ekim resepsiyonuna ayrıldı. Eşli ve eşsiz davet olmak üzere iki bölüme ayrılan raporda, eşli davetlere askeri personele dört hareket tarzı emrediliyor.
Bunların ilki “Resepsiyona Garnizon Komutanı dışında hiçbir seviyede katılım olmaması ve garnizon komutanının eşsiz (Bu kelimenin altı raporda çizilmiş) olarak kısa bir süre için katılıp ayrılması. Bu maddenin hemen yanına “Bu hareket tarzının uygun gerekçelerle halka izah edilmesi” gerektiği notu da düşülmüş.
DİKKAT TÜRBANLI EL SIKABİLİRSİNİZ
Rapordaki ikinci hareket tarzı ise; “Sadece Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Orgenerallerin eşli (Bu kelimenin altı da raporda çizilmiş) olarak çok kısa bir süre için katılmaları ve tebriği müteakip ayrılmaları.”
Üçüncü hareket tarzı da “Cumhuriyete sahip çıkıldığının göstergesi olarak, davetli bütün askeri personelin eşli (altı çizili) olarak geniş katılımın sağlanması ve personelin kısa süre sonra topluca resepsiyondan ayrılması.”
Bu üç hareket tarzı için rapora bir de not düşülmüş: Yukarıdakilerin hepsinde el sıkma sıkıntısı yaşanır.”
Raporun en ilginç bölümü ise dördüncü maddede belirtilen hareket tarzı. “Hiçbir seviyede katılımın olmaması” maddesinin hemen yanında parantez içerisinde “Karargah teklifidir” uyarısı yer alıyor.
AMAN HA DTP’LİLERİ UNUTMAYIN
“Eşsiz davetler” başlıklı bölümde de yine dört hareket tarzı belirlenmiş. Akşam resepsiyonu veya gündüz Cumhuriyet Kokteyli’nde, DTP’lileri de göz önünde almaları” gerektiği hatırlatılan hareket tarzları ise şu şekilde sıralanmış:
“Sadece Garnizon Komutanı seviyesinde katılım olması, Garnizon Komutanının tebriklerini sunup kısa sürede ayrılması.
Garnizon komutanı ile birlikte Genelkurmay ve Kuvvet Komutanları personel başkanlıklarının da katılması. Hiçbir seviyede katılım olmaması (Karargah düşüncesi.) Eşsiz sınırlı katılım ve kısa süre katılıp ayrılma.”
MECLİS’TEKİ RESEPSİYONA GİTMEYİN
Yeni protokol kuralları arasında “Sivil makamların sorumluluğunda stadyumlarda icra edilen bayram kutlamalarına eşli davet edilme, 23 Nisan/19 Mayıs” başlıklı bir bölüm de yer alıyor.
Raporda şöyle deniyor: “Meclis’teki tebrikata az sayıda personelin iştirak etmesi. (%10-15), Stadyumdaki törenlerde katılımın, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinde uygulanan H/T (Hareket Tarzları) ise aynı olması. TBMM’deki resepsiyona gidilmemesi.”
Bu bölümdeki “Düşünceler” kısmında da yine bu törenlere “Türbanlı eşlerin yanı sıra DTP’li milletvekillerinin de davet edileceği” uyarısı yapılıyor.
TÜRBANLI EŞLERİ İÇERİ ALMAYIN
Türk Silahlı Kuvvetleri sorumluluğunda icra edilen törenler başlıklı bölümde ise şu ifadeler dikkat çekiyor: “Eşi türbanlı olanlara eşsiz davetiye gönderilmesi. Buna rağmen eşli gelenlerin kesinlikle eşleri ile içeri alınmaması. Sadece yemin törenlerinde başı kapalı ailelerin, baş örtülerini çene altından bağlamalarının sağlanması. Diğer törenlerde başörtüsüne/türbana hiçbir şekilde izin verilmemesi.”

İLK RESEPSİYONDA KRİZ ÇIKMIŞTI
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra düzenlenen ilk 29 Ekim resepsiyonunda askerin katılmaması nedeniyle kriz çıkmıştı.
Gül de daha önceki yılların aksine iki ayrı Cumhuriyet resepsiyonu düzenleyerek çıkış yolu bulmuştu. 29 Ekim’de verilen ilk resepsiyona TBMM Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, yüksek yargı mensupları, siyasi parti liderleri, Milletvekilleri, üst düzey bürokratlar “eşsiz” olarak davet edilmişti.
Cumhurbaşkanı Gül, ikinci resepsiyonu ise 30 Ekim’de vermişti. Bu resepsiyona, işadamı, sanatçı, gazeteci, sivil toplum örgütü temsilcileri davet edilmiş ve davetiyeler “eşli” olarak gönderilmişti.
Kaynak: Mehmet Baransu/Taraf


ORDUNUN HAYRUNNİSA GÜL ÖNLEMİ
31 Temmuz 2009 12:01

Genelkurmay'ın Hayrunnisa Gül hakkında hazırladığı belge...

Gül’ün Köşk’e çıkmasının ardından Genelkurmay, türbandan nasıl uzak duracağına ilişkin yeni protokol kuralları belirlemiş.
‘ÇAĞDAŞ KIYAFET YOKSA GİREMEZ’
14 Ekim 2007 tarihli belgede, Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül’le birlikte askeri hastaneyi ziyaret etme talebi olması halinde, buna “çağdaş kıyafetli olmayan giremez” denilip olumsuz yanıt verilmesi isteniyor.
YAVER DE ALTERNATİF YER ÖNERSİN
Gül’ün eşiyle birlikte yolu üzerindeki güzergahta bulunan askeri tesislere mola için uğrayabileceği belirtilen emirde şu uyarı yapılıyor: Bu durumda Gül’ün askeri yaveri, alternatif yer önersin.
TÜRBANI VAR, KIŞLAYA ALMAYIN
Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Genelkurmay tarafından hazırlanan yeni protokol kurallarında türbanlı olduğu için Hayrunnisa Gül’ün askeri tesislere alınmaması emrediliyor.
Genelkurmay’ın, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesinden iki ay sonra resepsiyon ve törenler için yeni bir protokol kuralı hazırladığı ortaya çıktı.
Tüm birliklere gönderilen protokol kuralında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül ima edilerek, türbanlıların askeri hastane ve tesislere alınmaması isteniyor. Protokolde, türbanlı eşlerin ve DTP’lilerin davet edileceği belirtilerek, 29 Ekim, 23 Nisan ve 19 Mayıs resepsiyonlarına gidilmemesi emrediliyor.
TÜRBANI HATIRLATIN
Taraf, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 14 Ekim 2007’de hazırlanan yeni protokol kurallarının yer aldığı rapora ulaştı.
Raporun en önemli kısmı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Hayrunnisa Gül’ü ilgilendiriyor. Raporda, herhangi bir askeri hastane ve rehabilitasyon merkezindeki gazi, hasta veya bir yakınını ziyaret talebinde bulunduğunda şunların yapılması isteniyor: “Çağdaş kıyafetli olmayanların girişine izin verilmemesi, bir yakınını ziyaret edecekleri zaman türban konusunun kendilerine hatırlatılması, kabulün çok zorunlu olduğu durumlarda en alt seviyedeki protokol görevlisi ile refakat edilmesi.”
ASKERİ TESİSLERE GELMESİN
Raporda Gül çiftinin, karayolu üzerindeki askeri tesislerden mola maksadıyla yararlanması halinde devreye yaverin girmesi emrediliyor: “Ani durumlar için başyaverin bu tür molaların önüne geçmek üzere, güzergah üzerindeki daha uygun mola yerlerini önermesi. Planlı bir faaliyet ise koordinasyon aşamasında olumsuz cevap verilmesi.”
Bilindiği gibi başyaver Cumhurbaşkanı ve eşine eşlik ediyor. Türkiye’de sadece Cumhurbaşkanları ve askeri tesislerden yararlanabiliyor.
EŞSİZ GİDİN, HEMEN AYRILIN
Raporda en geniş bölüm, Köşk ve valiliklerde düzenlenen 29 Ekim resepsiyonuna ayrıldı. Eşli ve eşsiz davet olmak üzere iki bölüme ayrılan raporda, eşli davetlere askeri personele dört hareket tarzı emrediliyor.
Bunların ilki “Resepsiyona Garnizon Komutanı dışında hiçbir seviyede katılım olmaması ve garnizon komutanının eşsiz (Bu kelimenin altı raporda çizilmiş) olarak kısa bir süre için katılıp ayrılması. Bu maddenin hemen yanına “Bu hareket tarzının uygun gerekçelerle halka izah edilmesi” gerektiği notu da düşülmüş.
DİKKAT TÜRBANLI EL SIKABİLİRSİNİZ
Rapordaki ikinci hareket tarzı ise; “Sadece Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Orgenerallerin eşli (Bu kelimenin altı da raporda çizilmiş) olarak çok kısa bir süre için katılmaları ve tebriği müteakip ayrılmaları.”
Üçüncü hareket tarzı da “Cumhuriyete sahip çıkıldığının göstergesi olarak, davetli bütün askeri personelin eşli (altı çizili) olarak geniş katılımın sağlanması ve personelin kısa süre sonra topluca resepsiyondan ayrılması.”
Bu üç hareket tarzı için rapora bir de not düşülmüş: Yukarıdakilerin hepsinde el sıkma sıkıntısı yaşanır.”
Raporun en ilginç bölümü ise dördüncü maddede belirtilen hareket tarzı. “Hiçbir seviyede katılımın olmaması” maddesinin hemen yanında parantez içerisinde “Karargah teklifidir” uyarısı yer alıyor.
AMAN HA DTP’LİLERİ UNUTMAYIN
“Eşsiz davetler” başlıklı bölümde de yine dört hareket tarzı belirlenmiş. Akşam resepsiyonu veya gündüz Cumhuriyet Kokteyli’nde, DTP’lileri de göz önünde almaları” gerektiği hatırlatılan hareket tarzları ise şu şekilde sıralanmış:
“Sadece Garnizon Komutanı seviyesinde katılım olması, Garnizon Komutanının tebriklerini sunup kısa sürede ayrılması.
Garnizon komutanı ile birlikte Genelkurmay ve Kuvvet Komutanları personel başkanlıklarının da katılması. Hiçbir seviyede katılım olmaması (Karargah düşüncesi.) Eşsiz sınırlı katılım ve kısa süre katılıp ayrılma.”
MECLİS’TEKİ RESEPSİYONA GİTMEYİN
Yeni protokol kuralları arasında “Sivil makamların sorumluluğunda stadyumlarda icra edilen bayram kutlamalarına eşli davet edilme, 23 Nisan/19 Mayıs” başlıklı bir bölüm de yer alıyor.
Raporda şöyle deniyor: “Meclis’teki tebrikata az sayıda personelin iştirak etmesi. (%10-15), Stadyumdaki törenlerde katılımın, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinde uygulanan H/T (Hareket Tarzları) ise aynı olması. TBMM’deki resepsiyona gidilmemesi.”
Bu bölümdeki “Düşünceler” kısmında da yine bu törenlere “Türbanlı eşlerin yanı sıra DTP’li milletvekillerinin de davet edileceği” uyarısı yapılıyor.
TÜRBANLI EŞLERİ İÇERİ ALMAYIN
Türk Silahlı Kuvvetleri sorumluluğunda icra edilen törenler başlıklı bölümde ise şu ifadeler dikkat çekiyor: “Eşi türbanlı olanlara eşsiz davetiye gönderilmesi. Buna rağmen eşli gelenlerin kesinlikle eşleri ile içeri alınmaması. Sadece yemin törenlerinde başı kapalı ailelerin, baş örtülerini çene altından bağlamalarının sağlanması. Diğer törenlerde başörtüsüne/türbana hiçbir şekilde izin verilmemesi.”

İLK RESEPSİYONDA KRİZ ÇIKMIŞTI
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra düzenlenen ilk 29 Ekim resepsiyonunda askerin katılmaması nedeniyle kriz çıkmıştı.
Gül de daha önceki yılların aksine iki ayrı Cumhuriyet resepsiyonu düzenleyerek çıkış yolu bulmuştu. 29 Ekim’de verilen ilk resepsiyona TBMM Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, yüksek yargı mensupları, siyasi parti liderleri, Milletvekilleri, üst düzey bürokratlar “eşsiz” olarak davet edilmişti.
Cumhurbaşkanı Gül, ikinci resepsiyonu ise 30 Ekim’de vermişti. Bu resepsiyona, işadamı, sanatçı, gazeteci, sivil toplum örgütü temsilcileri davet edilmiş ve davetiyeler “eşli” olarak gönderilmişti.

aktifhaber

Peki vatandaş bu işe ne diyo

kadın modasını ordu mu belirliyor?
selim
bu ne böyle. ordu kadın modasına mı girdi?
31 Temmuz 2009 Cuma 12:15
bu ne?
suat
bu nasıl bir kin,nefret ve gayz ki bu milletin milli ve manevi değerlerine yani kutsala ait tüm değerleri elinin tersi ile itmeyi gerektiriyor.ordu resmen millet ile savaşıyor be kardeşim.selanik dönemsi ve pkk sever sezere duyulan saygının milyonda birini sn güle göstermemek ancak bu şekilde açıklanabilir.
31 Temmuz 2009 Cuma 12:30
Israil ordusu
HUSEYIN DENIZ
Bu ordu benim ordum olamaz, bu olsa olsa Israil ordusu.Türkiye isgal altinda. Iste hakikat.
31 Temmuz 2009 Cuma 12:34
Bu nasıl bir vaziyet hamiyet
ayşe kuralbozan
Asker savaş nasıl yapılır tank tüfek silah savaş barış cephe....Bunlarla ilgili konuşur benim bildiğim. Bizimkiler türban el sıkma tesisi gelin giidin ..Bular mahalle dedikodusun konuları değil mi
31 Temmuz 2009 Cuma 12:36
bence askerler alinmasin
demokrat
bence cumhurbaskanligi ve hukumet karsi talimatname cikararak bir cok torene askerlerin girmesini yasaklasinlar.
31 Temmuz 2009 Cuma 12:37
hiç
olmamış
sonuçta cumhurbaşkanının eşi,,, bir kamu kurumuna giremez ne demek yaw...tamam "ninja" ları sınırlamanızı anlarızda, türbanlı diye olunca..yanlış olmuş..olmmıaş
31 Temmuz 2009 Cuma 12:55
komedia trajedia
projektör
Aman aman dikkat edin pasalarım, sakin ezdirmeyin vatan topragini dusmana, sey pardon turbanliya. İsin garip tarafi ne biliyor musunuz; 15-20 yil sonrasinin gencleri "yahu Turkiye'de bunlarda mi yasanmis" diye sasip kalacaklar. Ben, eger yasarsam, gorduklerime isin aslini anlatmasina anlatirim da, cocuklarin vakitlerine yazik ederiz birsuru sacmaliktan bahsederek... Ugrasilan islerin capi da beynin ve vizyonun genisligi ile dogru orantili oluyor...
31 Temmuz 2009 Cuma 12:58
milletin vergisiyle
süleyman cuval
millete kefen bicmeye devam ediliyor,artik cankaya köskü sivillesse,cumhurbaskani muhafizalayi,zaten her darbede,en basta,elleri,kaldirip,teslim olan tek türk birligi,yani ciddi bir is olsa bu birlikten zaten fayda yok,dünyadaki askeri kanuna göre bu birlik kaldirilmali,hep teslim oldugu icin,mizika törenlerindede universitelerden okestra getirilirse ,ögrencilerden güzel olur
31 Temmuz 2009 Cuma 13:04
pkk bile böyle yapmaz
alice
dahasi yok son nokta bu. bu kin bu nefret oldugu sürece siz ve sizin gibileri sevmeyecegiz.yaziklar olsun bizeki size 18 ay köle gibi askerlik yaptik.bas örtüsü düsmani olanlar sütcü imami agzina aliyorlar.ermenistan ordusu bile böyle düsünmez birakin pkk yi. hem pkk yida bitirmeyin istemiyoz.en azindan dine saygililar.zaten niyetiniz yokya bitirmeye. allah sizi islah etsin umarim hepiniz ayni fikirde degildirdisniz.apdullah gül bas komutaniniz.sevemesenizde. ya ss ya ss kanunu
31 Temmuz 2009 Cuma 13:05
ŞEHİT ANALARINI DA ALMAYIN
CANPOLAT
BU ORDU KİMİN ORDUSU? MADEM BAŞÖRTÜSÜNDEN BU KADAR KORKUYORSUNUZ, BAŞÖRTÜLÜ ŞEHİT ANALARINI DA CENAZE TÖRENLERİNE ALMAYIN.. BOŞUNA DEMEMİŞLER: ASKERLİKTE MANTIK YOKTUR, DİYE.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:05
KINIYORUM
haso
ASKERLERİN BAŞÖRTÜSÜNDEN RAHATSIZ OLMASININ HİÇBİR HUKUKİ VE İNSANİ BOYUTU YOKTUR. BAŞÖRTÜSÜNE BU ŞEKİLDE YAKLAŞMASINI ASKERİN KINIYORUM
31 Temmuz 2009 Cuma 13:06
Cesaret
Abdullah
Mehmet Baransu'yu tebrik ediyorum. Haddini bilmeyenleri deşifre ediyor. Bazıları kendilerinin uzaydan indiğini mizannediyor? Bu milletin değerlerine neden bu kadar düşman oluyorlar? Demirpede parçalandı, ama bazılarının kafasındaki demir hala duruyor. Kafasını kumdan çıkarıp etrafına basınlar. Düğünlere, cenazelere ve hastanelere gidip milletin nasıl barış içerisinde yaşadığını görsünler.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:09
BÖLÜCÜLÜK DEĞİL Mİ?
GARAPAPAQ
TUTARSIZLIĞA BAK.. TÜRKİYE\'DE KADINLARIN YÜZDE 60\'ININ BAŞI KAPALIDIR.. BU DURUMA GÖRE ASKERLERİMİZN YÜZDE 60\'I POTANSİYEL TEHLİKEDİR.. AİLESİNDE BAŞÖRTÜLÜ OLANLARI KOMUTAN YAPMIYORSUNUZ, ASKER DE YAPMAYIN OLSUN BİTSİN.. SİZLER AHKAM KESECEKSİNİZ, ANADOLU ÇOCUKLARI ÖLECEK ÖYLE Mİ? SEVSİNLER SİZİ...
31 Temmuz 2009 Cuma 13:10
!!!!
Karagümrüklü
Yazıyı okuduktan sonra çok düşündüm ne yazayım diye ama yazacak birşey bulamadım.O yüzden vatandaş olarak elimden gelen bu kadar olduğundan kınamakla yetiniyorum bu çarpık zihniyeti.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:12
BEN DEMİŞTİM DEĞİLMİ
OĞUZ UÇAR
Sayın Obama'nın TBMM deki konuşması esnasında TSK üst düzeyi de TBMM deydi ve eleştirilere konu olmuştu hatırlarsanız,normalde neden TBMM ye gelmiyorlarda Obama gelince geldiler diye,ben o zaman demiştim,DTP bahanesi filan hikaye,bu adamlar asıl Türbanlı bir eşi olan Başkumandanı ve onları seçip başlarına gönderen TBMM ye kıl oldukları ve bunu sindiremedikleri için gelmiyorlar diye,bu tezimde bu şekilde otomatikman doğrulanmış oluyor işte!!!Allah kahretsin,yazıklarki yazıklar olsun,lanet olsun!
31 Temmuz 2009 Cuma 13:15
vatan hainleri
Vatan haini sevmez
Musluman bir ulkede basortusune karsi kimler karsi tutum takiniyorsa bu kisiler vatan hainidir ve bolucudur.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:16
....
maatonifi
Lanet olsun böyle zihniyete.. Bu milletin ordusu mu bu?
31 Temmuz 2009 Cuma 13:20
kışla
sevilay
o kışlalar babalarından miras kaldı herhalde...
31 Temmuz 2009 Cuma 13:21
tek kelimeyle kınıyorum
adem
yazıklar olsun biz askerlik yaparken vatan borcu diyoruz peygamber ocağı diyoruz öyle gidip askerliğimizi yapıyoruz ama çağdaşlık kisvesi altında din düşmanlığınada müsade etmeyiz kendilerini düşürmekten başka birşey yapmıyorlar ordu bu milletin bağrından çıkıyor ozaman millete yakışır birşekilde davransın annelerimizin bacılarımızın eşimizin dostumusun nasıl giyindiği ile uğraşacaklarına nasıl daha iyi ve modern olunur nasıl daha demokrat olunur onun için uğraşsınlar
31 Temmuz 2009 Cuma 13:26
bence
..
türbanlı anaların çocukları doğuda askerlik yapmasın ne olur ne olmaz cumhuriyetci ve laik annelerin çocukları doğu da askerlik yapsın, türbanlının doğurduğu askere güven olmaz değil mi?
31 Temmuz 2009 Cuma 13:29
yesil
asi
yesil kiyafetlerinizide degistirin cünkü yesil islami tumsil ediyor.cagdas kiyafetmis yahudi biri geleneksel kiyafetiyle gelse almayinda göreyim.aglama duvarina yaslanip aglarsiniz ama bir müslümana camiyi cok görürsünüz sizin cagdas anlayisiniz bu.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:32
peygamber
rasid ziya
peygamber ocağını adamlar gazinoya çevirdiler.inşallah bi gün bi cumhurbaşkanı gelir bunların alayını görevden alır.bunlarda milletin vergilerinden geçinip milletin değerlerine yan çizemezlker.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:35
kurallar var.
musa çelebi
evet askeri tesislerin bazı kuralları var. bi keresinde beni kıravatım yok diye almamışlardı.sinekkaydı sakal traşı istiyorlar mesela.baş örtüsündede yaşlıysa girebiliyo.bazı tesislerde kıyafetin çok açıksa uyarıyorlar..cumhurbaşkanı diye karısına ayrıcalık yapmıyorlar..
31 Temmuz 2009 Cuma 13:38
Bu mu Yani?
Apankuvan
Bu mu Türk Milletinin bağrından çıkan ordu? Bu mu en güvenilen kurum?? Bu mu cephede savaşıp milletini koruyacak olan ordu? Bu mu peygamber ocağı? Bu mu yani??
31 Temmuz 2009 Cuma 13:39
kışla
uğur
kışla senin banın malımı ora cumhurun cumhurbaşkanı giremeyecekte senmi gireceksin hadi ordan
31 Temmuz 2009 Cuma 13:44
hilmi özkök
ökkeş
genel kurmayın başına, dini inançal arımıza saygılı, kültürümüze uygun, halkını seven, ağlama duvarlarında cirit atıp ergenekoncu tutuklu komutanları ziyaret ettirmeyen, halktan kopuk olmayan bir komutanın geçme zamanı geldide geçti.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:47
cumhurbaşkanımıza
sahip
sayın cumhurbaşkanım bunları üzme bakın türbandan kURTULMAK İÇİN NELER YAPIYORLAR, bunları sizde görevden alın adamların canı sıkılmasın, türban bunlardan kurtulsun.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:48
tsk ya
hesap
kuzu kuzu kuzu hatta yine kuzu bu milletin dinii değerlerine saygı duymayı, halkın ordusu olmayı öğreneceksiniz, yakındır.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:49
eşi şehit olursa alın
eczacı
şehit olan askerin annesi veya eşini taziye için törene alıyorlar.şehit eşi isen başötülü ol.babasının sırtını sıvazla.yok öyle yağma.3 köfte 5 kuruşa değil artık.
31 Temmuz 2009 Cuma 13:51
musa çelik belliki kendinde inanmıyorsun
metin demir
ama yutarlar diye bize atıyorsun sana birşey söyleyim askeri kurallar yemin etme törenini seyretmek için gelen inancım geregi başımı örtüyorum diyen bir anneyi içeri almazken yada hacca giddiği için peygamberimizin sünnetini yerine getirmek isteyen ve bu nedenle sakal bırakan bir babayı oğlunu ziyaret etmesini engellemek misyonumu içerirken aynı kurallar pörsümüş olmasına rağmen nerdeyse 18lik kızlardan daha açık giyinen hiç olmasa görüntü kirliliği yapan o kokonaları kapsamıyor galiba dimi
31 Temmuz 2009 Cuma 13:55
biz de sizi
dutçulu-1
Eğer sizler bu ülkedeki insanları böyle bir ayırıma tabi tutuyorsanız,bizler de sizi tanımıyoruz.Siz bu halinizle %90'ı müslüman olan bir ülkede,böyle bir tasnif yapıyorsanız,biz de sizi tanımıyoruz.Biz de sizi kendimizden görmüyoruz.O başı bağlı ananın oğlunu mevzide,lojmanlarınızın kapısında,Ordu Evlerin d hizmet ettirmeyi iyi biliyorsunuz.Ama,anasının başı örtülü diye ona düşmansınız.Siz bu müslüman,inanan insanların Ordu'su herhalde olamazsınız.Artık bu insanlar sizleri bu halinizle
31 Temmuz 2009 Cuma 13:59
saçma
cengizhan asiltürk
ya bu kesinlikle komedii olmaz böyle birşeyyy hayretle ve ibretle okudumm bir harp çıksa diyorum iyi olacak bakalım bu kendi insanının kahramanları orada neyapacaklarr kimden yardım isteyeceklar
31 Temmuz 2009 Cuma 14:01
neden
mehmet
Askeri tesisler Türkiye Cumhuriyeti topragi degil mi.Ya da Cumhurbaskani ve ailesi Türkiye Cumhuriyetini Cumbabasi degil mi.Artik bazi seyleri asmak gerekiyor.Bölücülere gösterilen serbestlik, basörtülülere neden gösterilmiyor.Kemiklesmis islam düsmanligi bu kadar olur.DTP li hainler devleti bölmek icin her türlü faaliyetleri meydanda iken devlet olarak bir sey yapilmamakta.Ama islami inanc adina yapilan her sey siddetle yasak.Kominizmde bile görülmeyen düsmanlik ne icin acaba..
31 Temmuz 2009 Cuma 14:01
Yorumlar akıldan uzak olunca..
zeki.ç
Yapılan yorumları okuyunca askere bazı dincilerin ne büyük kini varmış ta haberimiz yokmuş diye düşünüyorum.HERKES AMA HERKES YASALARA UYMAK ZORUNDADIR.AKP nin cumhurbaşkanı A. Gül ün eşide olsa bu böyledir.Türban konusunda anayasa mahkemesine, avrupa insan hakları mahkemesine gittiniz haksız çıktınız. YAPILACAK ŞEY YASALARA SAYGILI OLMAK...Geriye bu cumhuriyeti yıkıp yerine islam cumhuriyeti kurmak kalıyor.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:04
erhalde
dutçulu-2
kabul edemezler.'Allah'ın emirlerine cephe alanları,'Allah' yüzükoyun süründürür.Sizin hakkınızdan demek ki gelenler bir şeyler biliyorlarmış.Siz bizi inançlarımızdan dolayı dışlıyorsanız biz de sizi dışlıyoruz.Yapamıyorsanız bırakın gidin.Sizin yerinize o görevi en iyi şekilde yapacak vatan evlatları çok var.Hem sizden iyi yaparlar hem de bu Yüce Millete saygı gösterirler.Siz bulunmaz Bursa kumaşı değilsiniz.Bu milleti hem parasını yiyin hem de bu Millete küfredin.Bu millet sizi kabul etmez.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:07
DÖNME MISINIZ, NESİNİZ ?
CÜNEYT YILDIZ
BUNLARI YAPAN İNSANLAR EN HAFİF TABİRİ İLE TÜRK ONUR VE ASALETİNDEN ZERRE NESİPLENMEMİŞ İNSANLARDIR.BEYLER, DÖNME MISINIZ YOKSA SABETAİST MI? HANGİ ORDUYA MENSUPSUNUZ? PEYGAMBER OCAĞI OLAN TÜRK ORDUSUNA MI YOKSA BAŞKA BİR ORDUYA MI? İÇİMİZDEKİ AJANLARMISINIZ? HANGİ ORDU ADINA HAREKET EDİYORSUNUZ. YAKINMAYA BAKIN Kİ, BİR DE BEYEFENDİLER DİN DÜŞMANI GÖSTERİLİYORLARMIŞ. BUNA KARŞI ÖNLEM ALINMALI İMİŞ. DİNSİZ VE DİN DÜŞMANI OLDUĞUNUZ AYAN BEYAN ORDADA...
31 Temmuz 2009 Cuma 14:07
6
5
ÇOKMU ÖNEMLİ ASKERİ HASTANELER, BÜYÜK TÜRK MİLLETİNİN İRADESİNİN TEMSİLCİSİNİN KIYMETLİ HANIMEFENDİSİ GELECEK; ŞEREF DUYULMASI GEREKİRKEN ŞUNLARIN YAPTIĞINA BAK NE AKILA SIĞAR NE DE FİKİRE SADECE ŞAŞIRMIŞLIĞIN EZİKLİĞİN BİR GÖSTERGESİDİR. YANİ BU ASKER TÜRK ASKERİ Mİ DEĞİLMİ DİYE DE KUŞKULANIYORUM.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:16
VAY BEEEEEE
ilke
bunlar handi ülkenin askeri
31 Temmuz 2009 Cuma 14:19
SÜTÇÜ İMAM
ilker
bütün bunlar şakamı, yoksa ülke istilamı edildi
31 Temmuz 2009 Cuma 14:21
sıkarr
...
cumhuraşkanı bi yere gitmek isteyecek de yaveri ora olmaz diyecek baska yer tavsiye edecek giderse de almamaya calısacaklar:D sıkarrrrrrrr...
31 Temmuz 2009 Cuma 14:22
zeki.ç
moon
saçma sapan geri kalmış yobazca fikirlerini kendine sakla!o zaman şehit törenlerine hiçbir asker katılmasın,annelerinin bacılarının başı kapalı!zaten orduda öyle yasalara saygılı ki bu ülkede ,darbeleride dedem yapmıştı!
31 Temmuz 2009 Cuma 14:25
ZEKİ Ç. GİBİ AKLI KISALARA
A. BÜLENT YILMAZ
ZEKİ Ç. İSİMLİ SAFTORİK, HEMEN ORDU DÜŞMANLIĞI NUMARASINA SAZAN GİBİ ATLAMAYIN. ORDUDAKİ BİR KISIM ONURSUZLARA TEPKİ KOYMAK İLE ORDU DÜŞMANLIĞI FARKLI ŞEYLERDİR. PSİKOLOJİK HARP NUMARALARINIZI ARTIK KİMSE YUTMUYOR.AYRICA HİÇ BİR YASA BAŞÖRTÜSÜNÜ YASAKLAMIYOR. BU YASAK TAMAMEN KEYFİ BİR UYGULAMADIR.HUKUKÇULARIN NE HALDE OLDUĞU ERTOSUN İLE İYİCE ORTAYA ÇIKTIĞI İÇİN BÖYLE KEYFİ UYGULAMALAR MAALESEF RUTİN HALE GELDİ.TÜRKİYE GERÇEK DEMOKRATİK CUMHURİYET OLDUĞUNDA PİSLİKLER TEMİZLENECEK.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:28
kimse
maho
eger bu yazılanlar dogru ise bazen yorumcular yok efendim askeriyeyi yıpratmaya calışılıyor diye söylüyorlar şimdi haber gercekse kimse yorumlada askeriyeyi yıpratmayın diye laf yapmasınlar
31 Temmuz 2009 Cuma 14:31
Milletin Gönül Kapısı Açık
Urfalı
Milletin Gönül Kapısı Açık orada misafir ederiz.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:32
Yanlış yapıyorlar
Muhsin TURAN
Bu vatan için canını veren kürtlerin ve cenazesinde başörtülü bayan bulunan şehitlerin cenazelerine de katılmayın. Bir işi yapıyorsanız tam yapın bari biz de halk olarak saygı duyalım. Şehitlerin cenazelerini de camiden kaldırıp namazını kılmayın orada da sarıklı cüppeli imam var. Ordunun bu davranışları çok bölücü ve gerici. Darbeci zihniyeti koruyan, bünyesinde derin devlet adı altında teröristler barındıran buna ragmen cok güvenip destekledigimiz TSK yanlış yapıyor.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:34
sayın zeki ç. saygılı ol.
mahruki yalçındağ
Çanakkalede mücadele veren analarımızın başınlarında türban vardı,bu millet onların sayesinde bu gün ayakta nasıl olup bu kadar türban karşıtlığı yapıyorsunuz? türban size ne yaptı? eğer korkuyorsanız korkunun ecele faydası yok çünkü;gelecek sizin gibi anti demokratik düşünenler için çok daha korkunç olabilir o yüzden şimdiden saygılı olmayı hazmedin.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:36
ASKER MİLLET
ilke
MİLLERİN DEĞERLERİ İLE ÇATIŞMAYAN HİÇ BİR ASKERE KİMSE SÖZ SÖYLEYEMEZ, ONLAR BAŞ TACIDIR..
31 Temmuz 2009 Cuma 14:37
ZEKİ-ÇEVİK-AHLAKLI ASKERİM
cevat
Ben askerimin zeki - çevik - aynı zamanda da ahlaklısını severim.Uğraştığınız şeye bakınız.Yazıklar olsun size.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:38
GUGGUK DEVLETİMİYİZ? 1
abdülkadir
Bir anayamız var,bazıları canları istedğinde zırt pırt yoksayar yerine üçbeş kişiyeyenisini yaptırır ama yinede kağıt ürerinde anayasa ve yasalarımız var.Bu Anayasamızda bir onuncu birde 24 üncü maddesi var.Aslında kurtarıcı ATATÜRK bu devleti Millet egemenliğine dayalı,parlamenter rejim ve TBMM eliyle yasa ve hukuka uygun olarak yönetilmek üzere kurmuştu.Mahkemelerine ise ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR sözünü astırmıştı.Bugün TSK ve Yargı organları başta olmak üzere hukuka uyan varmı? Bakalımmı? ..
31 Temmuz 2009 Cuma 14:38
şekilcilik.
adalet
insanlar ne kadarda lüzumsuz şeylerle uğraşıyorlar yok türbanlı yok türbansız yok eyli yok eşsiz yok çene altından yok el sıkma yok el sıkmama.bunlar boş şeyler insanların kafasının içini değiştirebiliyormusunuz önemli olan bu.eminim ergenekoncuların hepsinin eşi çağdaş kıyafetlidir.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:39
ben de
zülfü
ben de onları gönlümden attım. giremezler.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:44
15. yüzyıl'dan kalma zihniyet...
çağdaş
kamu hizmeti almakta olan insanların belli yerlere girmelerini kıyafet ve siyasi görüş kriterlerine göre engelleme fikri 15. yüzyıldan kalma gibi. orta çağı 200'lerde yaşatan bir kurum da çağdaşlıktan bahsetmiyor mu, işte bu gerçekten ironik!
31 Temmuz 2009 Cuma 14:45
GUGGUK DEVLETİMİYİZ? 2
abdülkadir
Beğensekte beğenmesekte darbecilerde yapmış olsa bir görünürde anayasa var.aynı içerikli diğer maddelerine bakmadan sadece 10 maddeye bakalımmı?Aynen"HERKES,DİL,IRK,RENK,CİNSİYET,SİYASİ DÜŞÜNCE,FELSEFİ İNANÇ,DİN,MEZHEP VE BENZERİ SEBEPLERLE AYRIM GÖZETİLMEKSİZİN KANUN ÖNÜNDE EŞİTTİR,.....DEVLET ORANLARI VE İDARE MAKAMLARI BU EŞİTLİĞE UYMAK ZORUNDADIR"Bu beyanlar okadar açıkki TSK nın ve Yargı organlarının bu açık hükme rağmen insanları mezhep,din ve inanç ayrımı yapıp zulum yapması!!!
31 Temmuz 2009 Cuma 14:47
?
ali kemal
no comment...gözlerime bakın anlarsınız...
31 Temmuz 2009 Cuma 14:47
evet
adnan
Bu askere bir züldür.Buna her akıllı güler. Çağdaş kıyafet Atatürk ün anne ve hanımının kıyafetide olabilir.ASKER kıyafetle uğraşmaz terörle uğraşır.Millet en son sözo söyler
31 Temmuz 2009 Cuma 14:50
OLAMAZ
osman
KIŞLA bu emri verenin babnasının yeri değildir.orası milletin yeridir konumuda millet koyar bunlar geçici havalar olup akılsız ve yobaz kişilerin fikirleridir.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:51
islamda ürtünme
murat
Saâdet devrinde kadınların giydiği elbiseler: 1- Himar: Başörtüsü 2- Dır'ı: Entari 3- Cilbab: Rida. 4- İzar: Etek 5- Silval: Şalvar 6- Mırt: Dış giyisi "Ey Nebi! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına de ki, Cilbablarını üzerlerine iyice örtsünler." Aziz ve Celil olan ALLAH nur suresi 31. ayette "başörtülerini yakalarının üzerine vursunalar" Buyurmaktadır. İsmet ve iffet sadefi Hazreti Aişe (r.a) demişlerdir ki; "Ben iman hususunda Ensar kadınlarından daha faziletlisi
31 Temmuz 2009 Cuma 14:52
.........
yunus
Bu millet değerleriyle düşman üniformalı paranoyaklıklar için diyecek çok şey var da , yazsak editör yayınlamaz..Bizim memlekette bizim verdiğimiz vergilerle bize caka yapıyorlar..Millet sizi askerlikten anlıyorken ve asli görevinizi yaparken görmek istiyor..Yoksa çekilin artık yoldan..
31 Temmuz 2009 Cuma 14:54
islamda baş örtüsü
murat
Tesettürü emreden âyette kadınların yabancılara zinnetlerini göstermemeleri şartı vardır. Bugün öyle elbiseler icat edilmiştir ki, onun kendisi süs olmaktadır.Gözleri kamaştıran kürkler, mantolar, renk renk başörtüler dikkati daha çok çekmektedirler... ALLAH Azze ve celle " Vakar ile evlerinizde oturun, önceki cahiliyet kadınıları gibi açılıp saçılmayın, süslerinizi dışa vurmayın." buyurmuştur.(Ahzap suresi 33 ayet)
31 Temmuz 2009 Cuma 14:54
6
5
HANGİ GÜÇ BU MİLLETİN ERKEĞİNE ŞAPKA GİYDİREBİLDİ;HANGİ GÜÇ BU MİLLETİN KADINLARININ ÇARŞAFINI İNDİREBİLDİ. ÜLKENİN KURTULUŞ SAVAŞI ZAMANINDA ŞARAP ŞİŞELERİ İLE ECNEBİ HAYRANLIĞI YAPANLAR SAVAŞTAN KAÇARKEN,BU MİLLETİ ÇANAKKALE'DE LİSE BİRİNCÇİ SINIFTAKİ ÇOCUKLAR, TARLADAKİ İŞİNİ BIRAKIP ASKERE GİDEN BABALAR SAYASİNDE ÜLKEYE DÜŞMAN GİREMEDİ.KİMSE KENDİNE TEK BAŞANIA PAY ÇIKARTMASIN ANCADA BİRİZ KANCADA BİRİZ ÖRF ADET MİLLİ BİRLİK ZEDELENMEDİKÇE.
31 Temmuz 2009 Cuma 14:55
kısaca
şems
asker kısaca biz din düşmanıyız dese daha rahat olur onlar için , bu kadar kıvırmaya gerek yok..şundan emınımkı yunan ordusu olsa bu kadar yapmaz gerçi yunan ordusunda bizdeki kadar alevi,sebatayist ve yahudi uşağı yoktur...oda ayrı bi konu
31 Temmuz 2009 Cuma 14:56
ORDU KENDİNİ MİLLETTEN İŞTE BÖYLE SOĞUTTU...
MEHMET ALİ ÖZDEMİR
ORDU KENDİNİ MİLLETTEN İŞTE BÖYLE SOĞUTTU...Lüzumsuz, pek çok vatandaşın canını sıkacak, esasen kimseye bir faydası olmayan bu saçma sapan faaliyetler milletimizin ağırına gitmektedir...
31 Temmuz 2009 Cuma 14:57
Kimin Askeri
Kerem Kayim
Bu ahmakca kurali koyan asker hangi Milletin askeri ya! Milletten Milletin orf ve adetinden, inanclarindan bu kadar rahatsiz olanlar bu Milletin evladi olamaz, olmadigi da acik!
31 Temmuz 2009 Cuma 14:58
Atarurk yasasaydi
Merve Dincer
Atatürk yaşasaydı bunları İstiklal Mahkemelerinde yargılar sonra da asardı. Başörtülü diye Zübeyde Hanım askeri tesislere sokulmayacak! Bu insanlar nasıl böyle utanmaz olabiliyor şaşıyorum.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:00
GUGGUK DEVLETİMİYİZ? 3
abdülkadir
Peki birde CUMHURİYETİN TEMEL İLKELERİNDEN LAİKLİK İLKESİ VARDIR.Bu nedir,yenirmi,içilirmi,elle tutulurmu,adamına göre yorumlanırmı,diğer anaya maddelerini ihlal eder yani ortadan kaldırırmı?Bir anayasanın bir maddesi ile verilen diğer maddesi ile ortadan kaldırılmaz.LAİKLİK:DEVLETİN HUKUK NİZAMININ KISMEN DAHİ BİR DİNİN KURALLARINA DAYANDIRILMAMASI,DEVLETİNDE DİNLERE AYRIM, BASKI VE TAHAKKUMDA BULUNMAMASIDIR.Yasalar mutlak uyalmak zorunda olunan kuraldır.Yargı veya kurumlar bunu değiştiremez!
31 Temmuz 2009 Cuma 15:01
ZAVALLILAR
İSPİRLİ
BİZ ASKER MİLLET DEGİLİZ NEDİR BU İKİBİR ASKER MİLLETİZ YOK TÜRK ASKER DOGAR BU YALANLAR KABAKTADI VERDİ YOK ASKERLİGİNİ YAPMAYANA KIZ VERMEZLER YOKSUL ANADOLU HALKINI YÜZYILLARDIR BÖYLE KANDIRDILAR OZAMAN HİÇBİR ZENGİN PUŞTUN EVLENMEMESİ LAZIMDI ÇÜNKÜ HİÇBİRİ ASKERLİK YAPMIYOR CUMHUR BAŞKANI BİZİM BAŞIMIZIN TAÇIDIR ASKERE HİÇ GÜVENMİYORUZ
31 Temmuz 2009 Cuma 15:01
kimin ordusu
asıradan
BU ORDU KİMİN ORDUSU..KENDİ İNSANINI CÜZZAMLI GİBİ GÖREN BİR ORDU İŞGAL ORUSU OLMADIĞINA GÖRE İŞGAL EDİLMİŞ BİR ORDUDUR.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:02
yahu
karşıyakalı
yahu hani askerin islamla bir alıp veremediği yoktu.bu protokolu yazan ve onaylayan askerler nasıl oluyorlarda en azından cenazelerde güya namaz kılıyorlar.eğer bu protokol yazılımı gerçekse demekki cenazelerde cenaze nazı kılanlar göstermelik kılıyorlar.bir insan önce insan sonra müslüman daha sonrada ırkı ve en sonrada kurumu gelir.ama bizdeki uygulama tam tersi.önce insan sonra likliği sonra milliyeti en sonrada dini geliyor.bence bu tür saçmalıklar devam ettiği müddetçe yapay krizler bitmez
31 Temmuz 2009 Cuma 15:04
neden
karşıyakalı
neden iki resepsiyon veriliyor ki.gelen gelir gelmeyene bay bay denmesi gerekir.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:05
ALLAH ISLAH ETSİN.
BİLGİN
ALLAH ISLAH ETSİN DİYECEĞİM DE BULAR OLACAK TÜRDEN DEĞİLLER. ALLAH BİLDİĞİ GİBİ YAPSIN DİYECEĞİM, O DA ÇOK SABIRLI. ASKER AİLELERİ ALINACAK, AMMMA, BAŞIN ALTINDAN BAĞLANACAK,VS.VS OĞLUNU ALIP DAĞIN BAŞINDA ÖLDÜRDÜĞÜ(ŞEHİT OLAN) KİŞİNİN ANASININ KIYAFETİNE KARIŞIYOR ALLAH'IM NE YAMAN ÇELİŞKİ. İNSANIN BEYNİ ZONKLUYOR .OLAN DEVLETE OLUYOR. EDEPSİZLİKTEN BAŞKA BİŞEY DEĞİL. ŞİMDİ ZIRVALAYACAKLAR YİNE O BİLDİK BİRKAÇ CÜMLEYİ SARF EDEREK..
31 Temmuz 2009 Cuma 15:06
islamda örtüme
murat
İslâm'da tesettür yani kadının vücudunu örtmesi kesin nass ile sabittir. Bu örtü nasıl olursa olsun önemli olan vücut hatlarını göstermeyecek şekilde bol dikilmiş kalın bir kumaştan olmasıdır. Abâye, ferâce, harmani vb. bol dikimli dış kıyafetler de müslüman kadınların giyebileceği kıyafetlerdir. Çarşaf da bu kıyafetlerden biridir. Önemli olan, müslüman kadınların özgürlüklerini simgeleyen ve onları yabancı erkeklerin bakışlarından koruyan ve İslâm'ın razı olduğu bol bir kıyafet ile örtünmektir.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:06
sözüm ona:
Emin Yurdakul
Komutanlar kendi işlerine baksınlar. Cumhurbaşkanımızın eşinin başının açık vaya kapalı olması kimseyi enterese etmez.Sen eşinin veya kızının bile giyimine müdahalede bulunamazsın. Hele ki bu milletin %60'şının giydiği kıyafete müdahle etmeniz,*elinizin hamuru ile erkek işine karışma*ya benzer...
31 Temmuz 2009 Cuma 15:06
GUGGUK DEVLETİMİYİZ? 4
abdülkadir
Hiçbir kişi kurum hatta Anayasa Mahkemesi dahil yargı organları yasalara aykırı karar ve uygulamaya yapamayacağına göre,insanlar herhangi bir sebeple başlarını öyle veya böyle örtünmesine yasak lama kararı almak,yasaklama uygulama yapılmasının öztürkçesi"anayasayı ve yasaları hiçe saymak,LAİKLİK İLKESİNİ KESİNLİKLE VE KESİNLİKLE ÇİĞNEMEK,İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİNİ ORTADAN KALDIRMAK,YASA ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNİ ÇİĞNEMEK,İNANÇ VE FELSEFİ DÜŞÜNCE HÜRRİYETİNİ ÇİĞNEMEKTİR".HUKUK DEVLETİ DEĞİLİZKİ!!!
31 Temmuz 2009 Cuma 15:07
6
5
HANGİ GÜÇ BU MİLLETİN ERKEĞİNE ŞAPKA GİYDİREBİLDİ;HANGİ GÜÇ BU MİLLETİN KADINLARININ BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARABİLDİ. ÜLKENİN KURTULUŞ SAVAŞI ZAMANINDA ŞARAP ŞİŞELERİ İLE ECNEBİ HAYRANLIĞI YAPANLAR SAVAŞTAN KAÇARKEN,BU MİLLETİ ÇANAKKALE'DE LİSE BİRİNCÇİ SINIFTAKİ ÇOCUKLAR, TARLADAKİ İŞİNİ BIRAKIP ASKERE GİDEN BABALAR SAYASİNDE ÜLKEYE DÜŞMAN GİREMEDİ.KİMSE KENDİNE TEK BAŞANIA PAY ÇIKARTMASIN ANCADA BİRİZ KANCADA BİRİZ ÖRF ADET MİLLİ BİRLİK ZEDELENMEDİKÇE.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:09
siz kimsiniz
hasret kaldık demokrasiye demokrasiye
insan ları partilere insanları örtülere göre kıyaslayanlarsınız yoksa bu devlette yaşamıyormusunuz?size bizm değerlerimizle alay edin gerçeklerimizi yok sayın diyemi yıllarca güvendik ve ayakta tuttuk pardon siz kimsiniz?biz mi biz halkız yani aslınız ve sizde fotokofisiniz aslın olduğu yerde fotokopiye önem mi verilir böle devam ederseniz fotokopiyi yırtarız::::::::
31 Temmuz 2009 Cuma 15:10
dikkat dikkat
fırat deniz
şerefzizler türkiyenin halkının düşmanlarını ordumuzda istemiyoruz
31 Temmuz 2009 Cuma 15:14
Yaa öylemi
esatzade
Bakınya Baş örtülü giremez ya çatışmada onların evlatları. kardeşleri, eşleri nasıl ölür değilmi hoşda oluyor bazı gerçekler ortaya çıktıkça ölenler boşa ölüyor.Keşge fotoğraglı yorum yapılsada Şehitlikteki masum kardeşlerimizin fotoğrafını gönderebilsem.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:19
bu ülkenin asil insanları dikkat!
cihangir cerrah
Ülkemizde faaliyet gösteren yabancıların okullarından yıllardan beri mezun olanlar başka yere gitmedi,adı mehmet ayşe veli ama aklı haçlı zihniyetiyle birleşip ergenekon oldu ve bu ülkenin adliyesine,mülkiyesine askeriyesine yıllarca yerleşip yığınak yaptılar ve kanser gibi ülkenin heryerine yayıldılar bunlara karşı ciddi bir kemoterapi uygulanmalı onuda sağ olsun ergenekon savcıları yapmaya çalışıyor ama yine o pis zihniyet buna engel olmaya çalışıyor allah bu ülkenin asil insanını yardım etsin
31 Temmuz 2009 Cuma 15:28
ordununun isi yok mu ya?
mehmet
Kışlalarda herseyi er ve erbaslar yaptigindan, yapacak is bulamayanlar türban taktikleri, el SIKma taktikleri uzerine kafa patlatiyorlar heralde. Madde madde yazmis adamlar, inanamiyorum, bu ne biçim bir darlıktır, vizyonsuzluktur. GERİCİLİKTİR. Bir insanı hiç eğitmesen kendini haline bıraksan bu kadar darkafalı olamaz. Demekki ödediğimiz vergilerle bunlara nasıl vizyonsuz olunacağını öğretiyorlar.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:29
Adil Olun,Adam olun Adam!
MrNothinG
Benim annem başörtülü, ama dondurucu soğukta geceleri dört saat nöbetimi tutup adam gibi askerliğimi yaptım.O zaman annen başörtülü mü veya ailende baş örtülü olan var mı diye sormadılar.Eğer varsa askere almayız demediler. Bunlar ne kadar karaktersiz insanlar.. Ordumuzdaki bir kısım faşistler adam olursa o zaman bu ülke gerçekten büyük ve demokratik bir ülke olabilir.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:30
bu ordu feleğini şaşırmış
aksiyon__er
kendine gelmeyede hiç niyetleri yok.Söylenecek çok şey var ama karşıdakilerinde biraz adam olması lazım ki söyleyesin.Sanırım tarihimizin kaydettiği en rezil ordu günümüz ordusudur.Ülkemizi layıkıyla koruyamayan içimizdeki hainleri ayıklayamayan Türk olmayı içselleyememiş böyle bir orduya ne denebilir ki.Bir asker için bir bayanın başındaki örtüyle uğraşmak kadar ar edilecek ne olabilir acaba.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:32
Ölmek serbest!
ali haydar
Başörtülü anaların çocukları vatan için ölebilirler! Tek serbestiyen burada. Diğer taraftan bazı paşalarımız (Ergenekon davasında adı geçen)halka hayvan diyebilir! Metroyu hayvanat bahçesi olarak görebilir! Bu memleketin parasını yiyip insanına böyle muamelde bulunanlara memleketin parası haram olsun.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:33
kimin ordusu
kimse
ordu kurban olsun sana
31 Temmuz 2009 Cuma 15:33
AYNA
Kürşat BİLİCİ
HİNDİSTAN GENEL KURMAYI İNEĞE TAPAN CUMHURBAŞKANIN KARISINI ASKERİ TESİSLERE SOKMAMA KARARI ALSA NERENİZLE GÜLERSİNİZ?
31 Temmuz 2009 Cuma 15:39
güzel ülkem
adil
siz gelmezseniz kutlama olmayacakmı.gelmezsenizde paşa gönlünüz bilir
31 Temmuz 2009 Cuma 15:39
Kurtuluş savaşı Halkın güçü ile kazanıldı
özgür çetin
Çanakkale Savaşından bir Mektup Anne Evladına yazmış Ey kınalı Kuzucuğum İsmayil lim benim Dayın Baban Bir harpde şehit düşdü.Bu vatan için seni kurban seçtim.Korkma ALLAH rızası için çenk et.YA şehit ol ya gazi yoksa sana süt tümü helal etmem.Bu islam inançı Bin türlü etnik köken mezhep tek vucutdu savaştda bu islamının güzelliğidir.bir tanesi Müslümanlardan kaçış formüllü bulmuşlar
31 Temmuz 2009 Cuma 15:41
Başörtülülerin çocuklarını neden askere alıyorsunuz...
temmuz
Başörtülülerin çocuklarını neden askere alıyorsunuz...almayın komutanlar kendi işlerini kendileri yapsınlar,bir sürü maaş alıyorlar...
31 Temmuz 2009 Cuma 15:41
çok meraklıydık
ali veli
askeri tesisleri girmeye çok meraklıydık Zaten bir müslümanlar giremedi askeri tesislere.ergenekon girdi,perinçek girdi...vb.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:51
SİZ BİLİRSİNİZ
KENAN
BU CUMHURİYET SADECE SİZİN DEĞİL BİZİMDE BU CUMHURİYETE BU ZİHNİYETTEN DAHA BAĞIMLIYIZ SİZİN PAŞA GÖNLÜNÜZ BİLİR GELMEZSENİZ GELMEYİN
31 Temmuz 2009 Cuma 15:53
neden
kosun paşa
askere almaya ve kötü yerlere bu bbşaı kapalı anaların çocukları gider. ama ordu evine alınamaz . demekki orası benm yerim değil. demekki bu ordu benim değil.
31 Temmuz 2009 Cuma 15:58
CUNTAMI.......?
DADAŞ
ANLAMAKTA ZORLANIYORUM BUASKER KİMİN HALKA SORDULARMI BÖYLE YAPMA YEKİMİZ VARMI DİYE BU HALKIN PARASIYLA ORDA BULUNMUYORLARMI KİMİ KİMDEN KORUYORLAR ADAM LAR KENDİLERİNİ N HALKIN İÇİNDEN GELDİĞİNİ UNUTMUŞ VAZİYETTE GÖRÜYORUM HANİ ASKERDE SİYASET YOKTU TÜRBAN SİYASİ SİMGE OLMUŞ OLSADA ONLARI NİYE İLGİLENDİRİYOR SİYASET ASKERİ BİTİRİR NİTEKİM HALLERİ ORTADA HER GÜN BİR SKANDALLA KARŞIMIZA ÇIKIYORLAR YAZIK OLUYOR BU HALKA ALLAH HEPSİNİN HESABINI SORACAK İNŞALLAH.....?
31 Temmuz 2009 Cuma 16:01
bize misafir gelirse aman telefon!
Mehmet Pasa
Bize misafir gelirse gelen kisiler icinde basörtülü varsa kapici iceriye almayacak. telefon eden kisinin esi basörtülü olma ihtimaline karsin irticaya prim vermemek adina telefonlara cikilmayacak.Daha sonra arayan kisinin laik cumhuriyete sözde degil özde bagli ise tekrar aranacak.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:04
**'**
recep akıl
Geçer dostlar, bunlar da geçer.Biz görür müyüz bilmem ama elbet bu devran böyle sürmez. Gelir bir düğümü çözer.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:05
Kürşat Bey İyi Yorumlamış
Feridun İLSEVER
HİNDİSTAN GENEL KURMAYI İNEĞE TAPAN CUMHURBAŞKANIN KARISINI ASKERİ TESİSLERE SOKMAMA KARARI ALSA NERENİZLE GÜLERSİNİZ?
31 Temmuz 2009 Cuma 16:07
KISA KISA
CANk
FAZLA UZATMAYA LUZUM YOK. BAZI ARKADAŞLAR LAFLARI KULAKLARI İLE DUYUP BEYİNLERİ İLE ALGILAYAMIYORLAR GALİBA. HER YERİN BİR KURALI VAR. KURALA UYARSAN GİRERSİN UYMAZSAN GİREMEZSİN. İŞTE O KADAR.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:09
GÖREV
DADAŞ
PEYGAMBER OCAĞINDA OLAN İNSANLARI DAHA DİKKATLİ OLMALARI GEREKİR VAZİFELERİ NEYİ GEREKTİRİ YORSA ONU YAPMALILAR ÜZERLERİNDEKİ O ÜNİFOMALARIN NE KADAR KUTSAL BİR EMANET OLDUĞUNU BİLMELERİ LAZIM ALLAH ONLARA BU GÖREVİ HAKKIYLA YAPMALAINI EMRETMİŞTİR YAPAMAYANA RABBİM İNSAF VE MERHAMET ETSİN ÇÜNKÜ BÜYÜK YÜKÜ TAŞIYORLAR ÖLÜMÜN OLDUĞUNU HESAP GÜNÜNE FAZLA ZAMAN KALMADIĞINI GÖRÜP ONA GÖRE HAREKET ETMEK GEREK ALLAH YAR VE YARDIMCIMIZ OLSUN İNŞALLAH..?
31 Temmuz 2009 Cuma 16:09
ZORLAYIN
SIVASLI
TÜRK Milletine IHANET edercesine samimi degerlerini ayaklar altina aldiginiz sürece Milletin sabrini ne kadar zorladiginizin farkinda degilseniz sunu aklinizdan cikarmayin TÜRK Milletinin PEYGAMBER ocagi bildigi yerden Sizin gibleri TEMIZLEYECEKTIR.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:09
aslı sorulmalı
fikret sanal
şimdi Abdullah Gül ü seviyorum mu hayır. amma velakin yapılan haksızlık karşısında da susmak bence ahlaksızlıktır. başörtülü bir cuhmurbaşkanının hanımına bu reva görülüyorsa bu genarellerin kökenleri aranmalıdır. cumhuriyet tarihinden gelen bütün genarellerin kökenleri araştırılınca nereli ve nereye hizmet ettikleri ortaya çıkacaktır. ağlama duvarında ibadet eden şimdiki genaral acaba kime hizmet etmektedir. ?
31 Temmuz 2009 Cuma 16:15
DEMOKRASİ
umut
BU ÜLKEDE GERÇEK DEMOKRASİ VAR DİYEN ADAMIN AKLINDAN ŞÜPHE EDİRİM. KIZACASI BU ÜLKEYİ ASKERİYENİN İÇİNDE BULUNAN BİR KAÇ KENDİNİ BİLMEZ (İYİSİNİ TENZİH EDERİM) YÖNETİYOR.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:16
makam
Kaan Türkoğlu
Makam birden elinizden kayıverdi değil mi? Şimdi başınızı çok dövün. Bu ülkede milletin dediği olur. Haydi başka kapıya. Genelgelerinizi alın gerisini bilemem..
31 Temmuz 2009 Cuma 16:17
bizm cumhuriyet
ali kara
ya cumhuriyet askerin değilkiCumhuriyet bu halkın.askerde kimya devletinden maaşlı çalışan sıradan insanlar. Bunlara maaş vermessen çoğu bırakıp kaçar.Türkiyede gelmiş geçmiş en iyi asker atatürktür. gerisi sıradan devlet memuru.devlet memuruda halkına ve devletine karşı hesap verebilendir. halına hesap soramaz.bu haddini aşmak olur. yeniçerilerde halka hesap sormaya başşlayınca sonucuna katlandılar.Başbakan asmak neymiş önce bunun hesabbını vermeli en aşağı mahlukatlar.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:18
çankaya
memet
demekki köşkte kalamadıklarının çıkmalarına izin verilmediği için dir ki dışişleri konutunda kalıyor sayın cumhur başkanı demek söz geçirilemiyor devletin başı ama çıkamıyor izin vermiyorlar
31 Temmuz 2009 Cuma 16:18
Bu memlekette eRGENEKON
ahmet
binlerce masum insanı çeşitli kisveler altında (PKK, Hizbullah, ..) ÖLDÜRMÜŞTÜR.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:29
bu işin sonu yok.
hür okuyanlar.
bu gün baş örtüsüne izin verilse yarın beni niye sakalım var diye almıyosunuz peygamberimizin sünneti derler.onada ok dersin cübbeyle girmeye kalkar bu işin sonu yok.her yerin kendine göre bi kuralı var.mesela camiye kadın girerken baş örtüsü takmak zorundadır.kadın size ne ben istediğim gibi girerim diyebilirmi.olmaz.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:31
asker tavrı
osman tan
eğer bu ülkede asker vede hakim hegemanyosu kalkmadığı sürece bu ülke bir adım gitmez bırakalım emmioğlu ile iki komutan yönetsin bu kalkı zaten komutan ne diye halk ı beğenmyirya onlar dokunıulmaz olacak hesab sorulmayacak istedikleri gibi yiyecekler ondan sonra halkın üstünde olacaklar yok öyle asker dedin 5 komutan koskaca orduyu karıştırmayalım 5 asker 5 yargıç bide kanadoğlu oldumu c.başkanı tm bu ülke düzeldi baykalda başbakan tm darbeciler oluştu hükümet.bırakın bu işleri beyler
31 Temmuz 2009 Cuma 16:32
neresi serbest?
oğuzbey
ağlama duvarı serbest mi.? Kendi gömdüğün mayını çıkaramam dersin,başörtüsü için her şeyi bilirsin. Ayıptır,insan utanır. Ülkemizin geleceğini çalmayın artık.Artık yeter, bizim insanlarımız gibi düşünebilin en azından. İnsanımız gibi yaşamasını beceremeseniz bile,onlar gibi düşünebilin.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:37
yıdız
kainat
hani egemenlik kayıtsız milletindi. bunlarıda millet olarak bizler seçtik. demekki bizim dediğimiz olacak. OKADAR. YA seve seve.
31 Temmuz 2009 Cuma 16:43
hür okuyanlar.başlıklıya...
kurmay
kıyas ettiğin yere bak.işte beyniniz su kadar alıyor
31 Temmuz 2009 Cuma 16:57
Çuval
mulayim
Şayet doğruysa,iddia edilen pu protokolü hazırlayanlardan biri,subaylarımızın kafasına çuval geçiren ABD'nin, bir tek askerinin kafasına çuval geçirsinler,yemin ediyorum ki 80'lik Anamın ve 55 yaşındaki Eşimin başını açmak için kurtuluş savaşı vereceğim.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:01
1960
SELİMOĞULLARI
YAHU KARDEŞİM;ÇIPLAKLIK ÇAĞDAŞLIK OLSAYDI DÜNYANIN EN ÇAĞDAŞ İNSANLARI AFRİKA'LILAR OLURDU.NİÇİN?ÇÜNKÜ ADAMLAR ÇIRILÇIPLAK GİYECEK ELBİSELERİ YOK...!!!ATATÜRK'ÜN ANNESİ ZÜBEYDE HANIM,HANIMI LATİFE ÖRTÜLÜ DEĞİLMİYDİ.BİR EL DURMADAN MEMLEKETİMİZİ KARIŞTIRIYOR.BAŞINI ÖRTSE NE OLUR,ÖRTMEZ İSE NE OLUR.HER İKİSİNDE'DE KIYAMET KOPMAZ.GÜNEŞ BATI'DAN DOĞMAZ.YETER'BE BİRİBİRİMİZİ ANLAYALIM ARTIK.HİÇ BİRİMİZİN BAŞKA VATANI YOK YOK YOK..!
31 Temmuz 2009 Cuma 17:02
BU NASIL KAFA
CANPOLAT
ASKER BU KAFAYLA GİTTİĞİ SÜRECE NE PKK BİTER, NE DE ÜLKE HUZUR BULUR..TÜRK MİLLİYETÇİSİ BİR İNSAN OLARAK BU ZİHNİYETTEN ÇOK MUZDARİBİM..
31 Temmuz 2009 Cuma 17:13
askere almayın
ismail gökçek
benim birtek oglum var şırnakta askerlikyaparken çatışmada gözünü kaybetti annesininde başı kapalı kız kardeşlerininde başı kapalı diyorumki askerede almayın bizim çocuklarımızı yazıklar olsun çanakkale geçilmiştir beyler ama düzelecegine inanıyorum sabihler tok olunca
31 Temmuz 2009 Cuma 17:22
üzülme intihar ediyorlar
dursunali bacioğlu
o kararlarla beraber kendi sonlarını hazirlıyorlar da bunu anlamıyorlar tarıhı kültürümüzde ordumuz insanımızı malımızı namusumuzu korumakla görevli olduğudur türk ve müslüman ordusu ki baş ortüsüne karşi tavrindan dolayı insanlığın inancindaki namus hakkına saygisizlik ettiğinin anlamamasi üzücü bu tavirla beraber halkin orduya olan güveni azalır bu bir görülen gercektir umarımki bu tartişmalar bir daha gündem oluşturmaz ak partisinin üstünlüğü halkin inanç değerlerine sahip cikmak azmindedir
31 Temmuz 2009 Cuma 17:23
SENARYOLAR
HAMDİ
Bu ülkede TSK ve onun gibi düşünenler dinsizmi? kesinlikle hayır. ama bazı kendi ürtimleri olan "dincilei" de kullanarak iyi ve kaliteli bir İSLAM DÜŞMANIDIRLAR. Buradan bu sonuç çıkıyor. Yorumlara bakarakda "islam düşmanı" zihniyetleri ayırt edbilirsinz. Ancak bizlerin gerçek sahibi çok daha güçlüdür hüküm ve hikmet sahibidir.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:28
şaka
kamil k
Hadi canım bu şaka olsa gerek. Fransızı K.Maraştan kazma kürek ile niçin kovaladı bu millet ve Mehmetçiğimiz.Bir bacımızın baş örtüsüne musallat olduğu için değilmi, yoksa ben mi yanlış biliyorum.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:34
Bunu Yazanın Milleti ne?
Serkan
Bu belgeyi kim hazırlamış? Hazırlayan kesinlikle müslüman değildir. herif, Cumhurbaşkanının eşi mini etekle gelse ve basına frikik verse ya da geçmişte üstsüz güneşlendiği ortaya çıksa heralde mutlu olacaksınız. Öyle bi Cumhurbaşkanı ve eşi Fransa'da var..Hani şu I.Dünya savaşında savaştığımız ülkede. Sizde öyle olmak istiyorsanız gidip fransız olun, zaten bu işi yapanın ne müslüman ne de Türk olma ihtimali yoktur.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:36
BAKIS
MEHMET GUVEN
GENEL KURMAYIN ISLAMA VE DEMOKRASIYE BAKISI BU KADAR ANCAK. BASINI ORTENDEN KORKUYORLAR GALIBA? BU YAPILANLAR MUSLUMANLAR ICIN AHIRETE YATIRIM OLSUN...
31 Temmuz 2009 Cuma 17:37
kimi dışlıyorsunuz
anadolu
bu ülkenin esas unsuru başı örtülü ananalrımız bacılarımızdır.eğer şimdi bu vatanın evlatları içeri alınmazsa hangi yüzle şehit analarının yüzüne bakacaksınız.utanmadan şehit cenazelerine katılıyorsu...hadi oradada deki annesi başörtülü olduğundan nama


En son Ekim tarafından Cum Tem 31, 2009 7:39 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Tem 25, 2009 9:52 pm    Mesaj konusu: Vatandaş bu işe ne diyo Alıntıyla Cevap Gönder

(devam)

Çuval
mulayim
Şayet doğruysa,iddia edilen pu protokolü hazırlayanlardan biri,subaylarımızın kafasına çuval geçiren ABD'nin, bir tek askerinin kafasına çuval geçirsinler,yemin ediyorum ki 80'lik Anamın ve 55 yaşındaki Eşimin başını açmak için kurtuluş savaşı vereceğim.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:01
1960
SELİMOĞULLARI
YAHU KARDEŞİM;ÇIPLAKLIK ÇAĞDAŞLIK OLSAYDI DÜNYANIN EN ÇAĞDAŞ İNSANLARI AFRİKA'LILAR OLURDU.NİÇİN?ÇÜNKÜ ADAMLAR ÇIRILÇIPLAK GİYECEK ELBİSELERİ YOK...!!!ATATÜRK'ÜN ANNESİ ZÜBEYDE HANIM,HANIMI LATİFE ÖRTÜLÜ DEĞİLMİYDİ.BİR EL DURMADAN MEMLEKETİMİZİ KARIŞTIRIYOR.BAŞINI ÖRTSE NE OLUR,ÖRTMEZ İSE NE OLUR.HER İKİSİNDE'DE KIYAMET KOPMAZ.GÜNEŞ BATI'DAN DOĞMAZ.YETER'BE BİRİBİRİMİZİ ANLAYALIM ARTIK.HİÇ BİRİMİZİN BAŞKA VATANI YOK YOK YOK..!
31 Temmuz 2009 Cuma 17:02
BU NASIL KAFA
CANPOLAT
ASKER BU KAFAYLA GİTTİĞİ SÜRECE NE PKK BİTER, NE DE ÜLKE HUZUR BULUR..TÜRK MİLLİYETÇİSİ BİR İNSAN OLARAK BU ZİHNİYETTEN ÇOK MUZDARİBİM..
31 Temmuz 2009 Cuma 17:13
askere almayın
ismail gökçek
benim birtek oglum var şırnakta askerlikyaparken çatışmada gözünü kaybetti annesininde başı kapalı kız kardeşlerininde başı kapalı diyorumki askerede almayın bizim çocuklarımızı yazıklar olsun çanakkale geçilmiştir beyler ama düzelecegine inanıyorum sabihler tok olunca
31 Temmuz 2009 Cuma 17:22
üzülme intihar ediyorlar
dursunali bacioğlu
o kararlarla beraber kendi sonlarını hazirlıyorlar da bunu anlamıyorlar tarıhı kültürümüzde ordumuz insanımızı malımızı namusumuzu korumakla görevli olduğudur türk ve müslüman ordusu ki baş ortüsüne karşi tavrindan dolayı insanlığın inancindaki namus hakkına saygisizlik ettiğinin anlamamasi üzücü bu tavirla beraber halkin orduya olan güveni azalır bu bir görülen gercektir umarımki bu tartişmalar bir daha gündem oluşturmaz ak partisinin üstünlüğü halkin inanç değerlerine sahip cikmak azmindedir
31 Temmuz 2009 Cuma 17:23
SENARYOLAR
HAMDİ
Bu ülkede TSK ve onun gibi düşünenler dinsizmi? kesinlikle hayır. ama bazı kendi ürtimleri olan "dincilei" de kullanarak iyi ve kaliteli bir İSLAM DÜŞMANIDIRLAR. Buradan bu sonuç çıkıyor. Yorumlara bakarakda "islam düşmanı" zihniyetleri ayırt edbilirsinz. Ancak bizlerin gerçek sahibi çok daha güçlüdür hüküm ve hikmet sahibidir.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:28
şaka
kamil k
Hadi canım bu şaka olsa gerek. Fransızı K.Maraştan kazma kürek ile niçin kovaladı bu millet ve Mehmetçiğimiz.Bir bacımızın baş örtüsüne musallat olduğu için değilmi, yoksa ben mi yanlış biliyorum.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:34
Bunu Yazanın Milleti ne?
Serkan
Bu belgeyi kim hazırlamış? Hazırlayan kesinlikle müslüman değildir. herif, Cumhurbaşkanının eşi mini etekle gelse ve basına frikik verse ya da geçmişte üstsüz güneşlendiği ortaya çıksa heralde mutlu olacaksınız. Öyle bi Cumhurbaşkanı ve eşi Fransa'da var..Hani şu I.Dünya savaşında savaştığımız ülkede. Sizde öyle olmak istiyorsanız gidip fransız olun, zaten bu işi yapanın ne müslüman ne de Türk olma ihtimali yoktur.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:36
BAKIS
MEHMET GUVEN
GENEL KURMAYIN ISLAMA VE DEMOKRASIYE BAKISI BU KADAR ANCAK. BASINI ORTENDEN KORKUYORLAR GALIBA? BU YAPILANLAR MUSLUMANLAR ICIN AHIRETE YATIRIM OLSUN...
31 Temmuz 2009 Cuma 17:37
kimi dışlıyorsunuz
anadolu
bu ülkenin esas unsuru başı örtülü ananalrımız bacılarımızdır.eğer şimdi bu vatanın evlatları içeri alınmazsa hangi yüzle şehit analarının yüzüne bakacaksınız.utanmadan şehit cenazelerine katılıyorsu...hadi oradada deki annesi başörtülü olduğundan namazını kılmıyorum.desene.türkan saylan yabancı olmasına rağmen gık yok.nedir bu milletin çektiği.ordumuz göz nuru ancak içinde bazı çıkıntılar beş para etmez insanlar.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:39
buda olcak unutmayın!!
ayhan
bir şehit anası diyecekki ben başötrülüğüm oğlumun cenazesine asker gelmesin!olacak bu
31 Temmuz 2009 Cuma 17:40
askerlik
siyah türk
başörtülülerin çocuklarını askere almayın.yemez değilmi.kim bazı ciğersizlerin hizmetini görüp şehit olacak.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:41
Borudur boru
Medet Efendi
Efendim böyle genel kurmayın olursa lav silahına boru diyen mühimmatı yersen yoğurt içersen ayran muhabbetin de envanter tutan şimdi de başörtüsüne takar ona da bi kulup bulunur hem bu memlekette kurtuluş savaşında kim mermi taşıdı latife hanım ne güne duruyor şimdi bu belgeyi hazırlayanların milliyetini soruyorlar da ben bi tüyo versem mason bektaşiler desem
31 Temmuz 2009 Cuma 17:45
hayvan ve insan
dursunali bacioğlu
ey insanlar düşünki bir hayvanın derisini yüzerek onu yaşatabilirmisin o hayvan derisi yüzülünce ölmeye mahkumdur işte bir insan gercek müslüman ise iman duyguları var ise insanın soyunmasi hayvanın derisinin soyulmasina benzer insanı soyulmasini yanı açilmasini arzulamak önü öldürmektir bir insan kendini acarsa zaten o mana olarak ölüdür insanliğin acilmasi demek mana olarak ölmesidir onun acilimini istemek onun ölümünü istemektir insan fikren ölür birde fiziken ölür anlayanlara
31 Temmuz 2009 Cuma 17:45
YAMAN ÇELİŞKİ
MURATSOL
Kimi kandırıyorsunuz ?? Ordunun Başkomutani için "giremezisniz" denilecekmiş. Vay anam vay.Aslında SÖylenecek o kadar çok şey varki.Malum koruma altında olunca birileri bişi diyemiyoruz.Neyse Elbet bir gün bunlar kara bir leke gibi tarihin sayfalarında yerini alacak. heee unutmadan..yorumda bulunan arkadaşlar sakın ola yorumlarınızla ORDUYU YIPRATMAYALIM"
31 Temmuz 2009 Cuma 17:47
Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne.
Haydar
Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne. Acırım billahi tükürüğe tükürsem yüzüne.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:47
ZEKİ.CE denen kişi
MURATSOL
Demek kurallar ve ve cumhurbaşkanı eşi uymak zorunda öylemi.Bak sana askerin görevini kimse anlatmadı sanırım. Başkomutan eşi giremeyecekse o Cumahurbaşkanı hangi ordnun komutanı.Veya o ordu kimin ordusu oluyor.Kurallarmış.Peh..He birde şu dinci ifadesi sanırım biraz kabak tadı verdi.Eleştirenler dinci ise siz dinzimisiniz.Yok dinsizlikte bir dindir.. Halktan kopuk,çürümüş zihniyet.gerici akılları ile birde NEYMİŞ KURALMIŞ VE HERKEZ ONA UYMAK ZORUNDAYMIŞ. Peh Merak etmeyiz az kaldı sizden
31 Temmuz 2009 Cuma 17:57
velvele
gürültü yapmayın
yer: bursa -armutlu ihlasın devremülk kampı.gideniniz varsa bilirsiniz.bi yakınımı ziyarete gitmiştim.ailemle birlikte denize girecektim.koylardan birine yöneldim.bir bayan görevli buradan ileri gidemezsiniz orada bayanlar denize giriyo dedi.erkekler giremez dedi.hiç itiraz etmedim farklı bir yerden girdik.her yerin kendine göre kuralları var.saygı duymak lazım.allahın denizi istediğim yerden girerim diyip ortalığı velveleyemi verseydim.şu anda sizlerin yaptığı velveleden farksız.
31 Temmuz 2009 Cuma 17:58
dinsizler ordusu
Yozgat 66
Dünyada olmayan Türkiyede var Dinsizler ORDUSU.YAHUDILER KADAR OLAMADILAR YAHUDILER BILE TEVRATLA DOLASIYOR ASKERLERI BIZIMKILERDE ELLERINDE SARAP SISELERI KOKTEYLERDELER ISTE Türkiye kime emanetmis görsün millet.yaziklar olsun sizin gibi PASALARA tüh be
31 Temmuz 2009 Cuma 18:10
uyulacak başka yolu yok,
selcuk devlet
SURDA GEDİK AÇILMAYACAK;Sİ NE KADAR AÇTIK DESENİZ DE OLMAYACAK.RTE ,ARINÇ,GÜL,SADULLAH VE DİĞER EKİP ÜYELERİ BU KURALA SONUNA KADAR UYACAK..TÜRKİYE GERÇEĞİ BU... KİMSENİN BU KURLA UYMAMAZLIK HAKKI YOK. BU ORDUYA DA KİMSENİN SÖZ SÖYLEMEYE CESARETİ OLMAMALI... YAŞASIN ATATÜRK,YAŞASIN İLKELERİ,YAŞASIN TÜRKİYE CUMHURİYETİ,YAŞASIN TÜRK ORDUSU...
31 Temmuz 2009 Cuma 18:20
Paşalarrrrrrr
Hamdi
Cuntacı dindüşmanı ergenekoncu darbeci çeteci paşalardan nefret ediyorum.
31 Temmuz 2009 Cuma 18:35
ASKER SINIRA YERLEŞTİRİLSİN
OZAN
Askerin şehirde ne işi var. Gitsin sınırlara yerleşsin. Ülkeyi düşmandan korusun. Bu ülkenin Sivil Parlamentosu var. Başbakanı var, bakanı var. Muhalefeti var. Bunlar şehirden çıkarılmadıkça bu ülke bir arpa buyu yol almaz, biline..
31 Temmuz 2009 Cuma 18:44
EMİNE
NUSRET
YA BARANSUBİRDE EMİNE ERDOĞAN HANFENDİNİN HAYRİNUSA GÜL HANFENDİ İÇİN ÖNLEMLERİNİ YAZARSAN BU CAHİL HALK BİLGİLENMİŞ OLUR HA BU ARADA ŞU BELGENİNDE PEŞİNİ BIRAKTIN BARANSU EFENDİ YOKSA SAHTE OLDUĞUNU SEN BİLİYORMUYDUN
31 Temmuz 2009 Cuma 18:45
Cagdasligin olcusu ne?
oguzkaan
Bunlarin dedeleri de mi cagdasti. Osman Gazi, Fatih, Kanuni, Alpaslan papyonlari takip boyali kokonalarla fellik fellik balolarda mi dolasiyordu. Bu kriterleri koyanlar bu milletten degildir. Atalarindan, kendi kulturunden utanir bu tip insanlar. Aziz milletimiz butun bunlarin farkindadir.
31 Temmuz 2009 Cuma 18:50
LÜTFEN BİRİ GERÇEKLERİ AÇIKLASIN
Nadir
Sahiden,bu ülkenin subayları,generalleri Türk anaları,babaları doğurmadımı.Allah aşkına silkelenip kendinize gelin.Ne iki metre kumaş başa geçirme ile müslüman olunur.Ne'de iki metreyi başına geçirtmem demekle LAİK olunur.Her iki tarafta oturup düşünsün bu böyle olmaz ve gitmez.Birisi araya girer ve böler.Sorarım o zaman hangi tarafta olacasınız.Bölen/Bölünen meydana çıkıp bağırasım geliyor.Önce bu milletin milli gelirini 30bin dolara çıkartın.açlık ve sefalet,yolsuzluk ve yobazlıktan kurtarın.sonra konuşun.
31 Temmuz 2009 Cuma 18:57
SELCUK DEVLETMİŞ..
ALİ DUMAN
O KURALLAR YERLE BIR OLACAK ALLAHIN İZNİ VE KEREMİYLE..TARİHDE NE CİRKEFİLİKLER OLDU MÜSLÜMANLAR İÇİN ONLARIN HEPSİ TARİHİN PİS CÖPLÜKÜNE ATILDI..ŞİMDİ CÖPE ATMA SIRASI BU CAGDA YAŞANAN CİRKEFLİKLER..PAŞALARA SÖYLÜYORUM BENİM VERGİM SİZE ZEHİR ZIKKIM OLSUN..BENİM İÇİN NE YAPIYORLAR ŞAŞIRIYORUM..YAPTIKLARI TEK İŞ İSLAM DÜŞMANLIGI ALLAH HEPİNİZİN TOPTAN BELASINI VERSİN İNŞLH..DUYDUKCA MİDEM BULANIYOR..BIRDE COCUGUMU GÖNDERCEM BU DİN DÜŞMANLARINA ASKERLİK YAPSIN ONLARIN COCUKLARINI BEZLERİNİ YIKASI
31 Temmuz 2009 Cuma 19:05
Gercek taraflar kim
Mali
Bir tarafta, anadoludan yetişmiş çoğunun anası başörtülü (türbanlı değil)hakim,savcı, askerler..Öbür tarafda milyar dolarlarla oynayan bir ayakları ABD de, oğulları için meclisten yasa çıkaranlar, ihale yolsuzlukları, sabah gazetesinin kamu parası ile peşkeşi, cumhuriyet tarihinin rn büyük kamu yağmasını yaptığı iddia edilen lafta siyasi bir görüş...Ee şimdi bunların hangisi halka yakın, hangisi temiz hangisi kirli.. Şakşakcı garibanlarda demokrasi için uğraştıklarını sanıyorlar
31 Temmuz 2009 Cuma 19:07
vay be
ne önemi var?
Vay be. Koskoca genelkurmay nelerle uğraşıyor. Helal olsun. Bravo. Tebrik ederim. Maşallah. Aferin.
31 Temmuz 2009 Cuma 19:16
Zeki ç. denilen adam
ne önemi var?
Herkes yasalara uymak zorundadır diyorsun. Bana tek bir yasa göster başörtüsünü yasaklayan. Tek bir yasa. Öyle önüme keyfe keder hazırlanmış yönetmelik, Anayasa Mahkemesi kararlarının gerekçesini gösterme. Yasa tek bir yasa maddesi göster...
31 Temmuz 2009 Cuma 19:23
MEDENİYET DEDİĞİN TEKDİŞİ KALMIŞ CANAVAR
SUBAŞI
Başkomutan kışlayı ziyarete gidecek ve onun bu halkı temsil eden eşi alınmayacak. Yarabbi ne günlere kaldık. Moder olacamış, bu açıklama tamamen Sayın Gül ve Türk halkına açık hakaretten başka bir şey değildir. bir an önce bu anayasa değişip dizginlerin ele alınması lazım. Moder görünüşlü örümcek beyinlerden kurtulmak lazım.
31 Temmuz 2009 Cuma 19:34
DİN DÜŞMANI BIR ORDU..
ALİ DUMAN
ALLAH SİZLERİ ISLAH ETSİN MÜMKÜNSE MÜKÜN DEGİLSE KAHHAR İSMİYLE KAHRETSİN..AMİN AMİN..
31 Temmuz 2009 Cuma 19:49
Bence haklı(!)
Haklı
Belli mi olur.Sayın Cumhurbaşkanımızın eşinin türbanının içinde bomba vardır.Bomba patlar o gencecik anadolu çocukları(erler) zarar görür-Zaten başka askerlik yapan da yok-ŞİMDİ BENMİ SAÇMALADIM YOKSA YASAKTAMI SAÇMALIK VAR.KİM HAKLI.
31 Temmuz 2009 Cuma 19:59
Arpacılar
Usta
89 senedir ordunun kazandığı tek şavaş, türban savaşı. Kazanırmı? çok zor, onuda kazanamaz. Bunlar yiyip yiyip azarlar. Neden, arpaları fazla da ondan. Arpalarını kesin.
31 Temmuz 2009 Cuma 20:09
asıl vazifeleri
deruni
anlaşılan ordunun asıl ve asil vazifesi bu milletin dini değerlerine savaş açmak ve bunu aşk ve şevk ile yapmak.e onlara göre din bu ülke için pkk dan bile daha tehlikeli bir olgu değil mi?ha bu arada;pkk yı da onlar kurdu değil mi yani?
31 Temmuz 2009 Cuma 20:09
SORUYORUM ARKADAŞ
MERT CİVAN
AVRUPADA BÖYLE BİR UYGULAMA OLSA ASKERE KİM GİDER.ADAM SENİN ANANI,BACINI İNSAN YERİNE KOYMUYOR ,EEE SONRA GEL ASKERLİK YAP.GERCİ VATAN SEVGİSİ İÇİN BU İNSANLAR SES ÇIKARMIYOR AMA BE KARDEŞİM TOPLUMUNUN İNANCINA TERS BAŞKA BİR ORDU VARMI.SORUN ORDUDA DEĞİL ORDUYU İLİKLERİNE KADAR SARMIŞ BU ÜLKE İNSANINI DNA SINDAN OLMAYAN ZİHNİYETTEN. ONLAR İÇİN HALK BİR YIĞIN VE KENDİLERİDE BU YIĞINLARA İSTİKAMET VEREN EFENDİLER HEP Sİ BU ..BU ZİHNİYETİ KİM BU VATANA SOKMUŞSA ALLAH A HAVALE EDİYORUM ALLAH BÜYÜK
31 Temmuz 2009 Cuma 20:13
az bile!
hayri karadag
yobaz ve gerici takımı her vesile ile teşhir edilmelidir.
31 Temmuz 2009 Cuma 20:19
Çok iyi olmuş...
hayri karadag
Fotokopiler nasıl ortaya çıktı? Kim düzenledi? , ölüm! kuyularındaki kaplumbağa kemikleri nasıl ceset! oldu bir öğrensek de sonra da buna baksak.12 leş varmış ne leşi? Terorist leşi. Nerede bu leşler. Ayrıca hain yok ettilerse de ellerine sağlık. neredeyse terorist vuranları katil diye yargılayacak alçaklar. Bazı kişileri suçlayan itirafçılara verilen sözler tutuldu herhalde.Cizre tanıkları poliste verilen sözler tutulmadı diye yalan söylediklerini itiraf etmişler. imamlar üniversiteye...
31 Temmuz 2009 Cuma 20:21
bursalı
mert
o zaömasn opşalarda resi kıyafetle asla o cami avlularıa şehitler içinde olsa gelmemelilrdir
31 Temmuz 2009 Cuma 20:22
orduya din düşmanı diyen
hayri karadag
dinle değil teknoloji ve bilimle savaş kazanılıyor aksi halde savaşları hep müslümanlar kazanırdı. nal toplamazlardı.
31 Temmuz 2009 Cuma 20:24
çagdaş
dilo
bütün askerleri kutlıyorum çok cesurlar baş komutanlarının eşine dahi sınırlama getirip sen çagdaş degilsin diyebiliyorlar bıravo tabi o sizin eşleriniz gibi yarı çıplak katılmıyor sesepsiyona sizin bir resepsiyonunuza katıldım orda eşlerinizin çagdaşlıgını gördüm lafım anlayana
31 Temmuz 2009 Cuma 20:27
ustaya cevap
dilo
çooook haklısın
31 Temmuz 2009 Cuma 20:28
At binmiş!
hayri karadag
Ata kafasında türbanla biniyor da nasıl bineceğini bilmiyor zaten. Kadın erkek gibi at binmez. bir tarafı tahriş olur.AYRICA AT ÜZERİNDE DÜŞMEKTEN KORKUYOR GİBİ DURULMAZ. Bilmiyorsan at binme göz zevkimizi bozma.
31 Temmuz 2009 Cuma 20:35
HAYRI KARADAG..
ALİ DUMAN
ORDU UCAK YAPTIDA..DİNMİ DEDİ YAPMAYIN..ORDU AYA CIKACAKTIDA DİNMİ DEDİ YAPMAYIN..ORDU TANK YAPTIDA DİNMİ DEDİ YAPMAYIN..O ZAMAN BUNDAN SONRA MİLLETİN KENDİNE AİT ŞEHİT GAZI SÖZCÜKLERİNİN KULLANMAYIN..ZATEN İNANMIYORSUNDA..
31 Temmuz 2009 Cuma 20:42
Oyuncaktan tahrik olan yobaz takımı...
hayri karadag
resepsiyon yazmayı da bilmez , katılanlara da yarı çıplak der. Röntgencilik yapar gider evde karıyı döver.
31 Temmuz 2009 Cuma 20:42
İKİ ÇEŞİT Müslüman
abdullahkara
Bu ÇAĞDAŞ Zavallıların Hayatlarını kaybettikleri gün niye TÜRBANLI kadının sarıklı İMAM kocasının önüne getirip koyarlar ANLIYAMIYORUM . hemde TÜRBAN takarak geliyorlar .Ha birde RAYBAN GÖZLÜK. İki çeşit Müslüman var ülkemizde, ölünce MÜSLÜMAN olanlar ve yaşarken MÜSLÜMAN olanlar
31 Temmuz 2009 Cuma 21:01
Dilerim onlarında kamusal alanı çizilir
Fatih torun
Bu konu hakkında aslında yorum bile yazmak gelmiyordu içimden ama yinede dayanamadım ama diyeceğim şu ki Dilerim ALLAH'tan ahirettede onların kamusal alanı Cehennem ateşi ile çizilirde o kor çizgiden Cennet-i ala tarafına bidaha geçemezler.Onlar eğerki inanmış olsalardı İmanın 5. şartı olan Ahiret güne (yani öldükten sonra diriltileceğimize) inansalardı asıl kendi hanımlarını almazlardı heralde Peygamber ocağı diye.
31 Temmuz 2009 Cuma 21:05
bu ne demek şimdi ?
Aydan
İsmail Amasyalı, bir otelin teras katın-da 2006 yılı Kasım'ında verilen yemekte Marmara Grubu Vakfı Başkanı Akkan Suver, emekli Org. Necdet Timur, Süleyman Demirel ve doktoru Aylin Cesur, eski bakan ve eski mason Türkiye Meşrik-i Azamı Şahap Kocatopçu, bir haber kanalının yönetim kurulu başkanı ve büyük bir medya grubunun yönetim kurulu üyelerinin bulunduğunu söyledi...ETÖ Savcıları, mutlaka İsmail Amasyalı ile eski Vali Mahmut Yılbaş'ı dinlemeliler!..
31 Temmuz 2009 Cuma 21:09
----
HASAN PAŞA
Değerli yorumcumuz, her görüşe eşit mesafede durmakla birlikte; hakaret, küfür, aşağılama vb. içeren, toplumsal hassasiyetleri zedeleyici nitelikteki yorumları yayınlayamıyoruz. Kriterlerimize uygun olarak yeniden yorum yazmanızı diler, ilginize teşekkür ederiz...
31 Temmuz 2009 Cuma 21:09
nassı yani
baba millet
Cumhurbaşkanı ordu için en üst seviye gerektiğinde baş komutan değilmi, Cumhurbaşkanının baş yaveri askeri personel değilmi, bu durumda bu yaver daha doğrusu yalama görevlisi cumhurbaşkanlığı konutunda Hayrünnisa ya hizmet etmiyormu, yoksa senin başın kapalı ben yapmam falan mı diyor, başı kapalı anaların çocukları komutanları emrinde insanlık dışı işlerde kullanılıyor, o zaman senin ananın başı kapalı botumu boyama, kapımda nöbet tutma, yemeğimi yapma ben yemem demiyorlar,
31 Temmuz 2009 Cuma 21:15
KİMİN ORDUSU
ŞEMS
ASKERİN DÜŞÜNDÜĞÜ ŞEYLERE VE DÜŞTÜĞÜ HALLERE BİR BAKIN ALLAH AŞKINA. UYANIN BEYLER UYANIN. ALEM AYA TUR DÜZENLİYOR. SİZ HÂLÂ MİLLETİN BAŞIYLA......... UĞRAŞIYORSUNUZ.
31 Temmuz 2009 Cuma 21:16
----
genç harbiyeliler
Değerli yorumcumuz, her görüşe eşit mesafede durmakla birlikte; hakaret, küfür, aşağılama vb. içeren, toplumsal hassasiyetleri zedeleyici nitelikteki yorumları yayınlayamıyoruz. Kriterlerimize uygun olarak yeniden yorum yazmanızı diler, ilginize teşekkür ederiz...
31 Temmuz 2009 Cuma 21:22
ey halk
demir
sen çocuğunu duayla eline kına yaklarak davulla zurnayla peygamber ocağı diyede kutsayarak yollarsan onların yaptığı az bile bu ezilmekten aşağılanmaktan zevk alan bu halka sen doğuda çocuğu doğuda ölmüş öbür çocuğumda askere feda demeye devam edin başörtülü kadınlar kemalistlerin çocukları doğuda askerlik yapıyormu duyan varmı siyah türkler
31 Temmuz 2009 Cuma 21:22
----
sinan
Değerli yorumcumuz, her görüşe eşit mesafede durmakla birlikte; hakaret, küfür, aşağılama vb. içeren, toplumsal hassasiyetleri zedeleyici nitelikteki yorumları yayınlayamıyoruz. Kriterlerimize uygun olarak yeniden yorum yazmanızı diler, ilginize teşekkür ederiz...
31 Temmuz 2009 Cuma 21:24
----
asil türk
cumhurbaşkanınızda başbakanınızda kaçacak yakında bakalım ozaman siz nereye kaçacaksınız
31 Temmuz 2009 Cuma 21:27
aferin
doğru mu
Askeri hastaneye,tedavi veya bir gaziyi ziyarete türbanlı GİREMESİN.Ama Ergenekon kahramanlarına aylarca OTEL olabilir.
31 Temmuz 2009 Cuma 21:27
asker mi
asker mi
dünyada yan gelip yatan kendi milletine inancına düşman öz vatanın öz çocuklarını kendi emelleri uğrauna harcayan bir inançlıyı bir pkk lıdan daha tehlikeli gören başka ordu varmı yahu dtp lilere takmışlar hadi başörtülüleri geçtik yahu 1.465 personelli bir ordu bu bir kısmı ordunun nasıl olurda 6 bin kişiyi alt edemez bunlar azıcık şerefli olsalar o koltukta oturmazlar şehitlerin cenaze namazına bile gitmezler azıcık utanmaları olsa ama adamlarda yüz yok merhamet hiç yok inanç sa belli artık ne hayır gelir bu ordudan
31 Temmuz 2009 Cuma 21:28
----
genç harbiyeliler
Değerli yorumcumuz, her görüşe eşit mesafede durmakla birlikte; hakaret, küfür, aşağılama vb. içeren, toplumsal hassasiyetleri zedeleyici nitelikteki yorumları yayınlayamıyoruz. Kriterlerimize uygun olarak yeniden yorum yazmanızı diler, ilginize teşekkür ederiz...
31 Temmuz 2009 Cuma 21:31
bu orduyu paşalarmı teşkil edıyor
Mehmet KARA
Ey benim halkım kendini general sanan bu zevat hangi ülkenin ordusuna komutanlık edıyor acaba.Bu mehmetçik kimin evlatlari,kimin çocuklari bu mehmetçik askere gitmese bu paşalar kiminle askerlik oyunu oynayacaklar acaba ben milletim benim seçtiğim cumhurbaşkanını kendini bilmez 3,4 yıldızli zevatlar orduya ait mahallere cumhurbaşkaninin eşini sokulmasını ıstemıyorlar.O emrettiği mehmetçik bir uyanırda namluyu osoyleyene uzatırsa ne olacak o zaman kim bunun sorumlusu askermi halkmi.
31 Temmuz 2009 Cuma 21:37
askere saygımı
askere saygımı
burada askeri savunanlar arkadaşlara soruyorum mesele cumhurbaşkanın eşinin girip girmemesi değil müslüman bir ülkede evladı şehit olan bir annenin bile oraya girememesi kanun muş değişir kanun ama senin çok şerefli askerin ve yaltakçıları kabul edermi anayasa mahkemesine düşmesinler sonra düştülerde gördük beyleri ateş almış gibi ya inançlarınızla yüzleşeceksiniz başka yolu yok ya bu milleti böle kabul edersiniz yada gidersiniz unutmayınki biz sonradan müslüman olmadık müslim doğduk
31 Temmuz 2009 Cuma 21:39
ARAFTAKİ ASKER VE ORDU
ARİF NİHAT
EY ASKERİ ZEVAT TAKIM TAKLAVAT DİKKAT CUMHURBAŞKANININ HANIMI CÜZZAMLIDIR SİZEDE BULAŞABİLİR. KENDİ MİLLETİNİN DEĞERLERİNDEN TİKSİNEN NERFET EDEN BAŞKA ORDU VARMIDIR. SSCB DE KIZIL ORDU BİLE YOLA GELDİ GECMİŞ GÜNAHLARINDAN ARINIYOR BİZİMKİLER HALA ESKİ HATALARINDA ISRAR EDİYOR.... SİZLER NE TAM MANSIYLA BATILI OLABİLİRSİNİZ NEDE TAM MANASIYLA DOĞULU SİZLER ANCAK YOLUNU ŞAŞIRMIŞ ARAFTAKİLER GİBİ OLURSUNUZ.....
31 Temmuz 2009 Cuma 21:44
hayri karadağ
deilo
ata degilde jet sikiye ve bikiniyle binseydi gözün doyacakmıydı çagdaş adam
31 Temmuz 2009 Cuma 21:46
size
genç harbiyeliler
size arslanlı yolu hazırlıyoruz O BÜYÜK GECE artık çok yakın belki yarı belki yarındanda yakın
31 Temmuz 2009 Cuma 21:49
anahtar şifre
şeyhiekber
Bunların ne türk ne de müslüman olmadığını yahudi olduklarını öğrendiğinizde ve ilaveten yahudilerin inanç sistemi hakkında biraz gayretle araştırma yaptığınızda, bu temmel verinin anahtarı ile türkiyedeki siyasi olayları ayna gibi net doğru biçimde anlayacaksınız.. bu anahtarı basit bir bilek hareketiyle kullanmayıp geerçek resmi göremeyenler eşşeğim diye anırsalar yeridir... Ey solcular, hıristiyanlar, ateistller, anti islamcılar,, Allah aşkına bu insanlık düşmanı yahudilere uşaklık yapmayın, size hamam böceği kadar kıymet vermeyenlere hala hizmet etmeyin.
31 Temmuz 2009 Cuma 21:57
asil türk 21.27
Müslüman Türk
asil deme asılsız de hem Türklük senin neyine, Türk Milleti saizleride eğitecek merak etme asılsız yurttaş!
31 Temmuz 2009 Cuma 21:58
....
kusura bamya
nezaman grlrcek o büyük gece. görecem sizleri kıldan köprüde!!! sizin yüzünüzden çağdaşlıktan nefret ettim beee!
31 Temmuz 2009 Cuma 22:00
genç harbiyeliler
beste
ne yapacaz aslanlı yolda kol bastımı oynayacaz ..............
31 Temmuz 2009 Cuma 22:02
bb
xx
ben ce asker pkk terörünü bitirmeden orduevlerine alınmasın.şehir merkezlerine alınmasın.itiraz halinde meslekten ihraç edilip en ağır şekilde cezalandırılsın.
31 Temmuz 2009 Cuma 22:09
gerçek zavallılar
şeyhiekber
genç harbiyeliler,, tarih boyunca birbirinden çok farklı yapılardaki toplumlarca yüzlerce kez sürüldünüz ve katledildiniz. Bu kadar farklı toplumların hepsinin anti semitizim veya ırkçılık paydasında birleşmeleri mümkün değildir. Sadece geç de olsa şenaatinizi görmüş ve sizi deşifre etmeyi başarmışlardır. Sen aslan rüyası görüyosun fakat bense ufukta yeni bir katliam görüyorum, genelde rüyalarım çıkar.
31 Temmuz 2009 Cuma 22:11
http://www.aktifhaber.com/news_view_comment.php?id=236725


Asker Sivil Denetimden Korkuyor

13 Temmuz 2009 10:55
Askeri yargı tartışmaları tüm hızıyla devam ederken Prof. İnsel, 'Asker neden sivil denetime direnç gösteriyor?' sorusunu ve 'Milli Güvenlik'in tılsımını açıkladı.

Star gazetesinden Fadime Özkan'ın Prof. Ahmet İnsel ile röportajı:

TESEV’in yayınladığı ‘Güvenlik Sektörünün Demokratik Denetimi Almanak 2’nin editörü Prof. Ahmet İnsel :"Sivil siyasi denetime direnç hesap verme korkusundan "

“Milli güvenlik” dendiğinde akan suların durduğunu belirten Prof. İnsel “Kullanışlı ve tılsımlı bir kelime bu, o yüzden bu gücü elinde tutanlar kaybetmek istemiyor” diyor.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Edütler Vakfı (TESEV)’nın Prof. Ümit Cizre editörlüğünde 2006 Mayıs’ta yayınladığı "Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim" Almanak’ı TSK’nın ağır eleştirisiyle karşılanmıştı. “TSK yıpratılmak isteniyor” şeklinde özetlenebilecek itiraza rağmen çalışma bir ilkti, çok önemli bir boşluğu dolduruyor ve Türkiye’deki güvenlik birimlerini, mekanizmanın işleyişini, hakim zihniyeti kamuoyunun bilgisine açılıyordu. Serinin ikinci çalışması, üç yılın mevzuat taramaları da dahil çeşitlenen ve derinleşen konu başlıklarıyla geçen hafta yayınlandı. Galatasaray Üniversitesi'nden Ahmet İnsel ile Kültür Üniversitesi'nden Ali Bayramoğlu’nun editörlüğünde çıkan hayli hacimli Almanak, Türkiye’de özellikle tılsımlı bir güce sahip olan ‘milli güvenlik’ kavramını tartışıyor ve her birimizi ayrı ayrı ilgilendirmesine rağmen dokunulmazlık zırhına sarmalanmış olan alan üzerinde demokratik denetimin önemine vurgu yapıyor. Dünyanın her yerinde güvenlik hizmeti sunan birimlerin hesapsız kitapsız bir geniş yetki istediğini hatırlatan Prof. Ahmet İnsel gösterilen direnci hesap korkusuna bağlıyor ve ekliyor: “Hesap sorulamazlık çok büyük bir iktidar yetkisidir. O iktidar yetkisinin ellerinden gitmesinden korkuyorlar.”

TÜRKİYE BİR MİLLİ GÜVENLİK DEVLETİ: “Türkiye bir milli güvenlik devleti. Gizli anayasası da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi. Rejim meşruiyetini TBMM’den almasına rağmen, karargahta hazırlanıp Bakanlar Kurulunda kabul edilen bu gizli belgeden milletvekillerinin haberi bile yok. Üstelik bu belge gelecekteki meclisleri ve hükümetleri de bağlıyor”

MİLLİ GÜVENLİK TILSIMLI KELİME: “Milli güvenlik kavramı tılsımlı bir kelime. Söylendiğinde akan sular duruyor, kimse tartışmıyor. Toplum da verilen eğitim sayesinde şartlı refleksle hazırolda tutuluyor. Halbuki tam demokratik ülkeler güvenlik sektörüne verilen yetki parlamento ve ona bağlı kurumlarca sınırlanır ve denetlenir”

GENELKURMAY MSB’YE BAĞLANMALI: “Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, Türkiye’deki idari hiyerarşinin demokratik bir toplamda olması gerektiği yere oturması için çok önemli ve gerekli. Genelkurmay ile Başbakanlık arasında sivil bir yetkilinin olması gerek. Zira mevcut mekanizma, her ihtilafı daha da ağırlaştıran bir mekanizma”

Güvenlik Sektörünün Demokratik Denetimi Almanak-2’nin iki editöründen birisiniz. Türkiye’de bu alanda yaşanan sorun tam olarak ne?

Tüm dünyada güvenlik hizmetlerinde çalışan aktörler, sivil demokratik güçlerce denetlenmekten pek hoşlanmazlar. Bu, Türkiye’ye özgü değil tüm dünyada böyle ve demokratikleşme açısından önemli bir gerilim noktasıdır. Polis; milletvekilleri, avukatlar, insan hakları derneklerince, asker; kendisinin bütçesinin harcamalarının sivil güçlerce denetlenmesinden hoşlanmaz. O kadar ki, sivil güvenlik hizmeti sunan kuruluşlar bile denetim dışında kalmak ve olağanüstü yetki istemekte ısrarcıdırlar.

Neden böyledir?

Çünkü ‘konu, güvenlik olduğu için bu hizmeti verenlere takdir yetkisi verilmelidir yoksa güvenlik hizmetinde aksama olur ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkar’ diye bir genel yaklaşım vardır.

Yapıp ettiklerinin hikmetinden sual olunamaz olduğu düşüncesindeler yani!

Aynen öyle. Bu asker için de, polis için de, sivil güvenlik görevlileri için de geçerli. Güvenlik anlayışı, güvenlik sektöründe çalıştığınız andan itibaren otomatikman sizi böyle bir geniş takdir yetkisi tanınması talebine götürür. Ama demokratik toplumlarda bu yetki sınırlanır, denetlenir. Bu da, esas olarak parlamento ve onu tamamlayan denetim kuruluşlarının görevidir. Türkiye’de sorun, asker sivil çatışması olarak algılanıyor ama buna indirgenmemesi lazım.

TSK SİYASİ PARTİ GİBİ

Bu sorunun böyle algılanması Türkiye’ye mi özgü peki?

Latin Amerika’da bu sorunlar yaşandı. Darbe sonrası Arjantin’de darbeciler yargılandı. Bugün Latin Amerika’da, özellikle Brezilya gibi büyük ve güçlü ülkelerde askeri vesayet sorunu büyük ölçüde aşıldı. Ama bu sorun bütünüyle hiçbir yerde çözülmez. ABD’de de askerler kendilerine bir kapalı alan oluşturmaya çalışıyorlar ama güvenlik konusunda uzmanlaşmış, söz sahibi sivil güçler ve partiler alanı boş bırakmıyor. ABD’de ulusal güvenlik konseyi askerlerin egemen olduğu bir konsey değildir. Türkiye’de, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan ve askeri darbelerle zaman içinde pekişen bir askeri vesayet sorunumuz var. TSK mensupları siyasal iktidarda olmasalar da kendilerini ülkenin siyasal yönetiminden sorumlu bir zümre olarak görüyorlar. TSK bir siyasal parti görünümü arz ediyor.

3 hakiki, 1 post modern darbe ile bir adet e-muhtıranın etkisi katkısı ne oldu soruna?

Darbeler sorunu güçlendirmiştir ama siyasi geleneğimiz açısından da ciddi bir sorunumuz var. Biz ciddi bir otoriter siyaset geleneğinden geliyoruz. Siyasi partiler de bu geleneğin dışında değil. Kendi içlerinde demokratik denetim mekanizmalarının uygulanmasından hoşnut kalmıyorlar. Son belirgin örnek Erdoğan’ın, basın mensubuna ‘il kongremizi nasıl yapacağımızla niye ilgileniyorsunuz’ demesidir. Oysa bu da bir demokratik denetimdir, il başkanlığına bir kişinin tepeden mi atandığı, alttan mı seçildiği toplumu ilgilendirir. Buna karışamazsınız derseniz, demokratik denetim zihniyetinden kaçma çabasının bir örneğini göstermiş, askerin ‘kışlama giremezsiniz’ demesi gibi o da ‘benim partime giremezsiniz’ demiş olursunuz.

Sivillerin güvenlik alanında demokratik denetimin sağlanması için ne yapması gerek?

Demokratik meşruiyete haiz olan ve demokratik meşruiyetin kaynağını oluşturan kurum meclistir. Meclisin Türkiye’deki kurumlar hiyerarşisini demokratik teamüllere uygun hale gelmesinde talepkâr, sebatlı ve ısrarcı olması gerekmektedir. Bu, biraz itiş kakışla, biraz pozisyon savaşlarıyla, biraz konsensusla olacaktır. Şu anda itiş kakış hakim ama konsensusla gerçekleştiği de oldu. Askeri yargıyla ilgili son değişiklikte sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması değişikliği, Milli Savunma Bakanlığının (MSB) olumlu görüşüyle oldu. Asker kişilerin darbeye teşebbüs, Anayasayı ihlal gibi suçlar nedeniyle sivil mahkemede yargılanması değişikliğinde bir kavga var. Dolayısıyla çok fazla ak-kara gibi algılamamak lazım.

DENETİM İÇİN RIZA ŞART DEĞİL

Türkiye demokratikleşmek için mevzuatını, alışkanlıklarını ve yerleşik zihni yapıyı değiştirmeye çalışıyor. Ama görülüyor ki değişime direnen çok sert bir çekirdek var. Dolayısıyla demokratikleşme gibi bir konuda, buna direnenlerin rızasını gözetmek şart mıdır?

Şart değildir ama bazı değişimlerin o kurumlarla istişareyle, en azından ön bilgilendirme sonrası gerçekleşmesi daha doğrudur. Asker değil de mesela üniversiteler üzerinden konuşalım. Üniversitelerin görüşü alınmadan YÖK yasası hazırlanır, rıza gözetimi gerekmez dersiniz; bu bir irade beyanıdır. Belli durumlarda meşru olabilir ama aynı zamanda sizin otoriter bir iradeye de sahip olmanızın sonuçlarıyla da yaralı olabilir. Asker konusunda rızaya gerek yoktur derken başka konularda da rızaya gerek yoktur demenin kapısını açabileceğimizi görmemiz lazım. Rızadan daha önemli olan, bilgilendirme, istişaredir, karşı tarafı iknaya çalışmaktır. Tabi Meclistekilerin de örnek olması lazım. Yargı istisnasını bazı kesimler için kaldırırken kendilerini büyük bir dokunulmazlık zırhı içinde savunmaları çelişkili bir durum oluşturuyor.

Türkiye’de siyasi partiler kendi aralarındaki çekişmelerde askerin yanlarında olmasını istiyorlar. Benzeri askerler için de geçerli. Sırt sırta verip değişime direnmek gibi bir durum da yok mu?

Tabi. Biz gerçekten otoriter geleneklerin hakim olduğu bir toplumuz, bu geleneğin kırılması zaman alacaktır. Sivillerin askere dayanarak siyaset yapmasının geçmişte çok örneğini gördük. 12 Eylül darbesini sadece askerler yapmadı. Darbenin zihniyet dünyasını bir dizi sivil, siyaset ve işadamı çevresi hazırladı. 28 Şubat müdahalesinin ortamını da öyle. Unutmayalım ki 12 Eylül darbesinin ortamını hazırlayanlardan bir kısmı, darbe sonrasında bunun mağduru da olabildiler. Bir gerçeklik olarak bu ülkede otoriter zihniyete yatkınlık var. En azından bir kısım siyasi parti kendilerini, askeri kurumlara sırtını vererek siyaset yapmaktan kısmen kurtardılar. Türkiye’de 1960 sonrasında TSK’nın bir muhtırasına, 27 Nisan muhtırasına ilk defa görevdeki hükümet karşı çıktı, eleştirdi ve muhtıra sahiplerini suçlayan ifadeler kullandı. Bu, Türkiye’de demokrasinin normalleşmesi için çok önemli bir ilk adımdı.

HİKMETİNDEN SUAL OLUNAMAZ MI?

Askerin siviller ve siyasi alan üzerinde kendi alanını genişletmesine ve hiçbir şekilde denetime haşa müsait olmamasının nedeni “ulusal güvenlik kavramı”. Hikmetinden sual olunamaz bu kavram nasıl oluşuyor, asker-siviller istişaresiyle mi?

Yaygın teamüller çerçevesinde oluşuyor. Bu ulusal güvenliğe uygundur, diyorsunuz ve akan sular duruyor. Ulusal güvenlik kavramının arkasında, bunun çerçevesini çizen ve geçtiğimiz yıllarda varlığını öğrendiğimiz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) var. Bu belge Genelkurmay karargâhı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğince hazırlanıp hükümete sunuluyor ve bakanların onayından geçtikten sonra gizli belge olarak devletin hükümetler üstü güvenlik politikasını belirliyor. Bakanlar kurulunda onaylanıyor ama milletvekillerinin hiçbir şekilde haberi yok ve dolayısıyla meclisi, ileride milletvekillerinin güvenoylarıyla oluşacak hükümetleri de bağlıyor!

Anayasanın da üstünde!

Güvenlik devletinin gizli anayasası. 2003 veya 2004’te yenilendi. Ekleriyle birlikte hayli hacimli olduğu iddia ediliyor. Ve biz bu belgeden Sauna çetesine düzenlenen bir baskınla haberdar olduk. Belgede Türkiye’ye veya milli güvenliğe tehdit oluşturan odakların en önemliden en önemsize doğru bir sıralanması var. Bölücülük, irticai faaliyetlerden başlayıp Pontusculuk gibi biraz folklorik tehlikelerden, misyonerlik faaliyetlerinden bahseden bir çerçeve. Almanakta da Meryem Erdal, milli güvenlik kavramının anayasada ve mevzuatta, kararnamelerle yönetmeliklerde nerelerde yer aldığını ortaya koyuyor ki gerçekten çok detaylı. RTÜK’ten YÖK’e, eğitim kurumlarından sermaye piyasası kurumlarına, bankacılık düzenleme ve denetleme kurulundan telekomünikasyona kadar çok geniş bir alan da bu milli güvenlik konsepti içinde yapılan sınırlamaların veya alınan önlemlerin izlerini görebiliyoruz milli güvenlik kaygısıyla alınan önlemlerin izlerini.

GÜVENLİKÇİLER BİRAZ PARANOYAKTIR

Ne zamandan beri var bu kaygılı belge?

İlk ne zaman hazırlandı bilmiyorum. 1961 Anayasasıyla kuruldu MGK. Ya ondan sonradır ya da 12 Eylül rejimi ile başlamıştır. MGSB gibi bir pratik 12 Eylül zihniyetiyle bütünlük içindedir. Ama daha önce de milli güvenlik gerekçeleriyle hükümetin bazı icraatlarının engellendiğini biliyoruz. Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın karşı çıkması nedeniyle Isparta’dan Antalya’ya tren yolunun yapılmadığı söylenir, İtalyan birlikleri çıkartma yaparsa Anadolu’nun içine girmeleri kolay olmasın diye. O günden beri de o tren yolu yapılmamıştır. Veyahut Karabük Demir Çelik fabrikasının deniz kenarına inşa edilmemesinin nedeni de yine güvenlik kaygısıdır, Genelkurmay böyle karar vermiştir. Yerleşim yeri rantabl olmadığı için fabrika yanlış yatırım durumundadır. Veyahut Celal Bayar’ın anılarında buluruz, Güneydoğuya sanayi yatırımlarının Genelkurmayca engellendiğini. Aynı şekilde Erzurum’dan Kars’a normal tren değil dekovil denilen o küçük madenci hattı yapılmıştır, sırf Rus orduları Kars’tan girerse trenle ilerleyemesin diye. O zamanın milli güvenlik algılamaları böyleymiş. Gerçi milli güvenlik algılaması içinde 1961’de kurulan ve varlığını bizim 2000’de fark ettiğimiz Azınlıklar Tali Komisyonu da var. O komisyonunun fonksiyonu da, Türkiye’deki azınlıkların ulusal güvenliğe karşı hareketlerini izleyip karşı önlemlerini almak.

Fena halde paranoyakça değil mi bütün bunlar?

E öyledir, ama güvenlikçiler biraz paranoyak olurlar. Her yerde öyledir. Türkiye’de biraz daha abartılmış halini görüyoruz çünkü ulusal güvenlik temasından hareketle, Türkiye’nin özel şartları dendiğinde akan sular duruyor ve bu bir iktidar aracı olarak kullanımınıza açılıyor. O yüzden biraz paranoya biraz da edinilmiş, oynanan, araçsallaştırılmış bir paranoya. Toplumun da bu paranoyaya dahil olması güvenlikçilerin işini kolaylaştırır çünkü o zaman hem aynı dilden konuşmuş olursunuz hem de toplum onları bağrına basar ve çok daha rahat ayrıcalıklar tanır.

ŞARTLI REFLEKS EĞİTİMİ

Sivillerde de bir askerinki gibi milli güvenlik algısının oluşmasını, paranoyanın topluma da sirayet etmesi nasıl sağlanıyor?

Bu bir eğitim. MEB müfredatına baktığımızda -hem Tarih Vakfının hem İnsan Hakları Derneği kitapları taradı- çok ciddi biçimde bir militarist zihniyetin eğitimde ders kitaplarında var olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğu fikrinin çocuklara ta ilkokulun ilk senelerinden itibaren aşılandığın görüyoruz. Bir de, dünyadaki istisnai örneklerinden biri olarak Türkiye’de, zorunlu milli güvenlik dersi diye bir şey var. Öğretmenin genellikle subay olduğu, kız erkek herkesin almak zorunda olduğu bir ders var. Bütün bunlarla o genç dimağların bir tür şartlı refleksle donanması amacı güdülüyor. Tabiî ki bu şartlı refleks, o refleksi oluşturmak isteyenlerin istediği biçim ve oranda gerçekleşmez. İnsan mekanik bir yaratık değil ve o eğitim sisteminin etkisinden bir kısım insan kurtulabiliyor ama bilinçaltımızda böyle bir bilgi var. Toplumun önemli bir kesiminde bir hazırola gelme hali, bir tür refleks olarak bu şekilde verilebiliyor.

POLİSE ŞAHİN ASKERE GÜVERCİN

Güvenlik güçleri içinde bu konuda askerin özel bir konumu var yani?

Bu askerle ilgili olduğu kadar diğerleriyle ilgili de olabilir. Medyada bunun izini açık biçimde görebiliyoruz. Tek tek nerelerde hak ihlalleri olduğunu medya takibiyle öğreniriz. Alper Görmüş’ün makalesi açık biçimde gösteriyor ki Türkiye’de güvenlikle ilgili hak ihlallerinde medya polise karşı şahin, askere karşı güvercin. Medyanın böyle olmasında medya patronlarının, çalışanlarının ve kamuoyunun o şartlı refleks eğitiminden geçmiş olmasının payı yüksek. Bunda özel kasıt aramaktan ziyade onların da Türkiye cumhuriyetinin ortalama yurttaşı olarak bu refleksi taşıdıklarını söyleyebiliriz.

Güvenlik sektörü içinde askerle polis arasında dışarıya da yansıyan bir çekişme hali var ve bu çekişme sivillerin ikisinden birine taraf olması ve kendi aralarındaki çekişmeye bir de bu tarafgirliği eklemesi gibi bir durum daha yaratıyor. Askerin polisin ve jandarmanın görev tanımları, alanları olmasına rağmen neden böyle oluyor? Yani bunlar birbirinin muadili midir?

Asker-polis gerginliği hatırlayalım Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde de ayyuka çıkmıştı. Bu vesileyle Türkiye'de iktidarın hangi alanda yoğunlaştığını çok açık biçimde görüyoruz. Güvenlik devleti rejiminde iktidar güvenlik güçleri merkezli olur. Dolayısıyla iktidar mücadelesi bu güçler üzerinden, onların aracılığıyla sürdürülür. Bugünkü çatışma da kısmen bu nedenle benzer biçimde devam ediyor. Güvenlik devleti rejiminden çıkabilirsek bir gün, o zaman bu güçlerin iktidarın merkezinde yer almalarına da son verileceği için, iktidar mücadelesi siyasal-demokratik alanda verilmeye başlanacaktır. Bu sorun sadece askerde, sadece polis ya da jandarmada değil, rejimin güvenlik devleti merkezli kurulmuş olmasındadır. Bunun yanında elbette bir askeri vesayet sisteminden çıkmanın sıkıntıları buna ilave oluyor.

HİNDİSTAN’LA MI SAVAŞACAĞIZ?

En temelde asker, polis, jandarma, korucular toplumun yani bizlerin güvenliğimizi sağlamaları amacıyla silahlandırdığımız kişiler. Bu görev ve yetkiyi biz veriyoruz onlara ama pratikte görev tanımlarının farklılaşmasında, verdiğimiz silahın zaman zaman bize de çevrilmesinde ya da en azından bizi korkutup evham sahibi yapmalarında sivillerin kusuru olsa da askerin de bir yetki aşımı yok mu?


Bakın bu kusuru ABD’de Irak saldırısı öncesinde yaşadık. Güvenlikten sorumlu siviller Amerikan halkını Irak’a saldırı konusunda ikna etmek için açıkça yalan söylediler. Kabul de ettiler sonra. Yani bunu asker yapar sivil yapmaz demeyelim. Güvenlik konusunda yalan söyleyerek halkı korkutarak güvenlik ile ilgili kararların alınmasını sağlamak bize özgü bir durum değil. Demokratik Türkiye için, güvenlik konusunda güvenlikçi olmayan uzmanlara, dolayısıyla askerin verdiği bilgileri denetleyecek, bu kurumları denetlemekle görevli kurumları milletvekillerini bilgilendirecek halkı alternatif bilgilerle donatacak yapılara ihtiyacımız var. TESEV’in Almanağı esas olarak bunun için var.

Ayrıca yarattığı sorunlar da artmaya başlayan özel güvenlikçilerle, geçici ve gönüllü köy korucularının, polisin, istihbarat teşkilatlarının, dinlemenin, güvenlik bilgi toplama GBT dediğimiz sistemin nasıl hukuk ihlali olduğunu anlatan makaleler var Almanak’ta. Bu bilgi olmazsa istediğiniz kadar denetim deyin neyi denetleyeceksiniz? Polis kalkmış diyor ki, şu kadar Kanas silahına ihtiyacım var. Nereden bileceksiniz Kanas ne işe yarar. Ama Kanas’ın suikast silahı olduğunu bilirseniz, suikast mı yapacaksınız Kanas’la diye sorabilirsiniz. Bunu soran bir sivil yetkili, milletvekili, gazeteci, siyasi parti lideri olabilir, ama bunun sorulması lazım. Atilla Kıyat’ın bir sözü vardır, askerlere sormazsanız onlar uçak gemisi de alırlar, der. Ama sizin sormanız lazım yahu biz uçak gemisini ne yapacağız, Hindistan’la savaş mı yapacağız diye der. Ama bunu sormanız için bilgili ve kendinizi bu konuda yetkili görmeniz lazım.

ORDUMUZ BÖYLE TAKDİR ETMİŞ

Sivil toplum kuruluşlarının bu konuda ki çekimserliği de dikkat çekici…

Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının çevre, azınlıklar, kadın hakları konusunda çok ciddi bir çabası var ama güvenlik sektörünün denetimi konusunda STK’lar kendilerini yetkili görmüyor. Aynı mantalitenin bir uzantısı. Veyahut milletvekilleri. Türkiye’de milletvekilleri bütün bakanlıkların bütçelerini komisyonlarda ve meclis genel kurulunda uzun uzun tartıştıktan sonra onaylar. Ama hiçbir bakanlık bütçesi için olmadığı kadar hemen hemen oy birliğiyle ve tartışmasız oylanan bakanlık Milli Savunma Bakanlığıdır. Bir keresinde 13 dakikada onaylanmış. Üzerinde tartışılmaz soru sorulmaz. Herkes bunu ordumuz böyle takdir etmiş böyle yapalım der.

Emniyet için de böyle midir?

Çok farklı değildir, biraz daha tartışılır. Toplum polis konusunda biraz daha hassastır çünkü.. Bir güvenlik ideolojisinin hakim olduğu bir devlet yapılanması içindeyiz. Buna milli güvenlik devleti diyebiliriz. Bu 1990 sonrasında aşırı bir noktaya varmıştı şimdi biraz geriledi ama ortadan kalkmadı. Milli egemenlik algısıyla yoğrulmuş en kılcal damarlarına kadar bu algının yerleştiği bir devlet yapısı içinde o milli güvenlik kelimesinin tılsımlı bir etkisi var. Söylediğiniz andan itibaren karşı taraftakiler susuyor, boynunu eğip ne denirse kabul ediyor. Bunun için de o tılsımlı kelimeyi elinde tutanlar onu kaybetmek istemeyeceklerdir. Bu öyle gönüllü bir şekilde gerçekleşmez.

Güvenlik kurumları arasında denge nasıl sağlanacak?

Bu meclisin görevidir. Türkiye’de rejim demokratik sosyal hukuk devletidir. Bu rejimin meşruiyetini aldığı yer ne TSK’dır, ne polistir, ne partilerdir ne odur ne budur. Bu rejimin güvencesi TBMM’dir. O da serbest ve adil seçimlerle gelmişse o güvenceye haizdir. Askerin yerine polisi koymanız, rejimin eline silah verilmiş kuvvetlerin güvencesinde olmasına ihtiyacımız yok. Tersine eline silah verilen kuvvetlerin güvencesi olduğu rejimler ya askeri diktatörlüktür ya polis devletidir.

HESAP VERMEKTEN KORKUYORLAR

Güvenlikten bahsediyoruz ama ellerine silah verip bizi korumakla görevlendirdiğimiz memurların sivillere karşı güvensizliği de söz konusu.

Başka türlü olmaz zaten. Güvenlik hizmeti bir güvensizlik hissine cevaptır. Eğer toplumda güvensizlik hissi yoksa güvenlik hizmetleri artmaz. Toplumda bir güvensizlik hissi olacak ki o güvensizliği ortadan kaldırmak için güvenlik hizmeti sunacaksınız. Dolayısıyla güvenlik güçleri her an bir güvensizlik fikri üzerine kendilerini var ederler.

Askerin varlık nedeni o devletin dış bir tehlikeyle karşı karşıya gelmesi halinde onu koruması. Ama kendi toplumuna karşı güvensizlik hissiyle bu kadar dopdolu olmasının nedeni ne?

Bu şaşırtıcı. Kamuoyu yoklamalarında Türkiye’de en fazla güven duyulan kurum olarak yüzde 80 oranında TSK çıkıyor. Ya millet külliyen yalan söylüyor ve TSK bunun farkında ya da TSK başka nedenlerden dolayı bu toplumdan bir korkusu var. O zaman şu aklımıza geliyor. Acaba TSK Türkiye toplumunun geçmişte yaşadığı travmalardan darbelerden dolayı kendisinden hesap sorulmasından mı korkuyor? Demokratikleşme çerçevesinde kendisinden daha fazla hesap sorulacağı korkusudur bu. Taraf gazetesi Dağlıca baskınıyla ilgili kendisinden hesap sormaya kalktı. Siz bunu beceremediniz, burada bir sorun var dedi. Nasıl büyük bir tepkiyle karşılandı. Aslında bu sorulması gereken bir soruydu. Eğer bir kurum beklendiği şekilde görevini yerine getirmiyorsa bu sorulur. Madende göçük ya da patlama olduğunda o maden şirketini de sorguluyoruz, güvenlik önlemlerini yeterince aldınız mı diye. Bunda da sorulması gerekir siviller tarafından. Onlar istiyorlar ki biz kendi içimizde konuşup tartışalım. Rahatsız olmak, korkmak böyle bir şey anladığım kadarıyla. Hesap sorulamazlık çok büyük bir iktidar yetkisidir. O iktidar yetkisinin ellerinden gitmesinden korkuyorlar.

ASKERİN YALITILMIŞ BİR HAYATI VAR

Özden Örnek’in günlüğünde de bir iç eleştiri vardı: Askerin lojmanlarda yaşayıp askeri mekanlarda zaman geçirmesi ve toplumdan yalıtılmış bir hayat sürmesinin, kendi toplumunu tanımamasında, güvensiz olmasında ne kadar etkili?

Bu son 20 yılda arttı. Türkiye’deki kamu kuruluşlarının lojmanlarıyla ilgili Almanak’ta bir çalışma var. MSB’nın ve jandarma’nın 66 bin lojmanı var. Subay ve astsubay sayısı da 60 bin civarında . Bu yüksek bir lojman oranı. Diğer tarafından Emniyet’in 214 bin personeli, 46 bin lojmanı, MEB’in 852 bin personeli, 44 bin lojmanı var. Görüldüğü gibi lojmanda yaşayan subay astsubay sayısı orantısal olarak çok yüksek. . Bu lojmanların çoğu küçüktür, konforu sınırlıdır ve bir ölçüde güvenlik nedeniyle bu lojmanlarda oturulur. Ama lojmanda yaşamak, bunun yanında sosyalleşme mekânının ordu evleri olması, subay ve astsubay çocuklarının lojmanların yakınındaki aynı okullarda okuması bu yalıtılmışlığı arttırıyor. Yani topluma dokunma alanları akrabalık ilişkileriyle sınırlı. Bu durum kendi içine kapalı bir dünyada yaşamalarına yol açıyor. Terörle mücadele nedeniyle subayların daha korunaklı lojmanlarda yaşaması gerekliliği bir neden, diğeri kendini kurumsal olarak yeniden üretim mekanizmasının çok önemli bir ayağı olması.

GENERLKURMAY MİLLİ SAVUNMA BAKANINA BAĞLANSIN

Siyaseten özerk olan TSK’nın, genelkurmayın ismi olup cismi ve yetkisi olmayan MSB’ye bağlanması da demokratikleşme açısından bir gereklilik midir?

Eskiden bağlıydı zaten. Genelkurmay başkanlığının MSB’ye bağlanması işin normalleşmesi için çok önemli ve gereklidir. Her sorunu çözmez ama Türkiye’deki idari hiyerarşisinin demokratik bir toplumda olması gerektiği yere dönüşmesini sağlar. Başbakana karşı sorumlu bir sivil yetkilinin olmasını da sağlayacaktır. Şu anda askeri konularda Başbakanlığa karşı sorumlu bir sivil yetkili yok çünkü Milli Savunma Bakanı yetkili değil, Genelkurmay başkanı yetkili. Arada ihtilaf olduğunda iş Başbakan seviyesine varmadan çözebilecek bir aracı güç olması da çok önemli. Yoksa Genelkurmay başkanı ile Başbakanın anlaşamaması durumunda –ki bu her toplumda olabilir- mevcut mekanizmalar ağır gerginlik üretebilecek mekanizmalar haline gelebiliyor. Ya Başbakan Genelkurmay Başkanını görevden alacak Cumhurbaşkanına yazarak, ya da Genelkurmay Başkanı istifa edecek. Ya da muhtıra verecek. Olmazsa darbe yapacak. Her seferinde anlaşmazlıkları bu noktaya geldikten sonra çözmek iyi değil elbette.

CHP, ASKERİN DEMOKRATİK DENETİMİNE Mİ KARŞI?

Baykal, asker kişilerin darbe teşebbüs suçlarında sivil mahkemede yargılanması değişikliği için Başbakana ‘TSK’nın üzerinden elini çek’ diyerek tepki verdi. Ana muhalefetin bu tavrına ne diyorsunuz?


Muhtemelen değişikliği AYM’ye götürecek, AYM sadece şeklen değerlendirirse Anayasanın 145. maddesine aykırı olduğu okumasını yapması güçlü bir ihtimal. Bunu AYM’ye CHP’nin taşıması, CHP’nin her seferinde askerin olağanüstü durumunu koruyan bir parti damgasıyla damgalanmasına yol açacak. CHP tam tersini yapabilir, bir teklifle Anayasanın 145. maddesinin değişikliğini teklif edebilirdi. O zaman CHP’nin gerçekten güçlü bir demokrasi tınısı olduğuna kani olurduk. Sonuçta bizim istediğimiz Anayasanın değişmemesi değil Türkiye’nin demokratikleşmesi.

ŞER GÜÇLER ALMANAK’I OKUMAZ

Üniversitelerde askeri alan üzerine uzmanlaşmama ya da asker sosyolojisi çalışmama gibi bir sorunumuz da var galiba…

Doğru ama artıyor da. Çok önemli çalışmalar yayınlandı, yeni yapılan doktoralar var. Belki yeteri kadar değil ama eskisi gibi ilgisiz de değil akademi dünyası.

İlk almanak pek çok kişi tarafından yurt içinde ve dışında referans gösterildi. Kimi asker ve siviller bunu eleştiri konusu yaptı, “milli güvenlik konularımız deşifre ediliyor” diye! Bu Almanak da hayli kapsamlı… Bu elbette sizi bağlamaz ama böylesi bir geri dönüş olursa cevabınız ne olur?

Buradaki bilgilerin hepsi açık bilgi. Biliyorsunuz, TSK ile ilgili en detaylı bilgileri NATO kaynaklarından elde ediyoruz. Dünyadaki askeri harcamalarla ilgili bilgiler içeren Sipri ve Jane’s Defence Weekly dergisi de var. Türkiye’deki askeri harcamalarla yatırımlarla ilgili bilgiler de yayınlar buralarda. Onun için “kötü niyetli dış güçler” Almanakı okuyarak yeni bir şey öğrenmeyeceklerdir.

"TSK Denetlensin" Yaygarasını Koparanların Samimiyet Testi Anlaşmalar

Açık İstihbarat
25.07.2009

ABD ile yapılan silah alım anlaşmalarının medyada şişirilen ve propagandası yapılan boyutunun arka planında Türkiye'nin sözkonusu silahları kullanımını ciddi şekilde sınırlayan anlaşmalar mevcut.

Bu anlaşmaların en önemlileri EUM, CISMOA ve LSA kısaltmaları ile tanımlanıyor.

End User Monitoring (EUM) anlaşmaları ABD'lilere sattıkları cihazların nerelerde kullanıldığını, gerekirse yerinde ziyaret ederek inceleme ve denetleme imkanı tanıyor.

Communications and Information Security Memorandum of Agreement (CISMOA) şartları olarak bilinen anlaşma eki ise ;ABD sistemlerini, cihazlarını veya silahlarını alan ülkelere ABD'nin sağladığı hassas bilgileri kimlerle nasıl paylaşabileceğini ayrıntılı olarak belirliyor ve sınırlıyor. Bu şartlar doğrultusunda Türkiye; ABD 'deki bir firma ile bile bu bilgileri paylaşamıyor.

Logistics Supply Agreement (LSA) ülkeler arası parça ve hizmet değişim ayrıntılarını içeriyor.

Türkiye'de medyanın henüz farkına varmadığı/varamadığı bir ihaleler/silah tedariki çatışması yaşanıyor. Bu çatışma Türkiye'nin bir türlü sonuçlandıramadığı silah alım ihalelerinde de, sonuçlandırdıklarında da süregeliyor.

Bu çatışmalar artık ülkemizde olağanlaşan "yolsuzluk" hikayelerinin ötesinde; Türkiye gibi bir ülkenin silah platformları portföyünün ne yönde gelişeceği ve ana tedarikçilerinin kim olacağı noktasında düğümlenmiş durumda.

Ülkemize küresel dengelerin dayattığı roller çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kara kuvvetleri merkezli yapısının hava ve deniz yönünde dengelenmesi gerekiyor.

Türk Devleti'nin müttefikleri ile altına imza attığı "Neo-Osmanlı projesiı", denizlerde ve havada, müttefiklerine destek olacak bir altyapıyı öngördüğünden Türkiye denizaltı, gemi , F-35 ve AWACS ihaleleri ile eksik yönlerini tamamlamaya çalışıyor. Bir yandan yerli sanayii geliştirmek babında yapılan olumlu çalışmaları, daha makro seviyelerde anlaşmalar, doktrinler ve üst düzey silah platformlarında verilen ihaleler gölgeliyor.

Denizlerde boy göstermeye hazırlanan Türkiye'nin deniz kuvvetlerinin ana silah platformlarının Almanya merkezli olması; Alman'lara karşı Fransızların son dönemde denizaltı alanında kendilerini konuşlandırmaya çalışması ve bütün bunların ötesinde ABD'nin özellikle Deniz Kuvvetleri'ndeki Alman ekolünü bertaraf etmeye çalışmasının bir çok göstergelerine şahit oluyoruz.

"Ergenekon" operasyonunda son dönemlerde denizcilerin hedef tahtasına oturtulması ve Almanya'dan siparişi verilen altı denizaltının sorunlarının üzerinde medyada alışık olmadığımız kadar çok durulması içerideki lobi savaşlarına işaret ediyor.

Taraf gibi ; yazarları arasında en az bir istihbaratçı ve iki polis bulunduran dünyanın tek demokrat gazetesi gibi yayınlar üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri'nin harcamalarının "demokratik denetime" tabi tutulması gibi yaygaraların koparılmasının da aslında "demokrasi" ile ilgisi yok.

Taraf'ın bu tarz yaygaralarının demokrasi kaygısı ile ilgisi olmadığını kanıtlamak ise hiç de zor değil.

Bu gazete bünyesinde Lale Sarıibrahimoğlu gibi kendisini savunma muhabiri olarak tanıtan ama F35 uçaklarındaki AMRAAM füzelerinin aynı zamanda füze savunma sistemi olarak da kullanılabileceğini iddia edecek kadar bu füzelerin teknolojisinden bihaber yazarlar mevcut.

Küstah cehaletin tanrılarına TSK'nın kapıları sonuna kadar açılsa neyin hesabını nasıl soracakları bile şüpheli.

Ayrıca Taraf'ın hizmet ettiği misyon açısından yapamayacağı haberler var.

Genelkurmay'ı kızdıracak haberler yapmaya eyvallah fakat aynı anda hem Genelkurmay hem de ABD/Pentagon'u kızdıracak haberler yapmak Taraf'ın harcı değil. Washington'dayken Pentagon adına Türk Silahlı Kuvvetleri'ne açıkca tehdit mesajları ileten Yasemin Çongar'ın üst yönetiminde olduğu bir gazetenin kopardığı "TSK'nın silah alımları denetlensin" yaygarası işte bu yüzden sadece yaygara olarak kalmaya aday.

Aksi takdirde Taraf, yukarıda açıkladığımız EUM, CISMOA ve LSA anlaşmalarının hesabını sorup, ABD'den alınacak AWACS, F-35 gibi uçakların alımları sırasında ne tür tavizler verildiğinin peşine düşerdi; elinde Lale Sarıibrahimoğlu gibi cevherler varken.

Irak'ın kuzeyindeki ceset tarlalarından tek satır sözetmeyen ama kendi topraklarında tabur kazıcılığına soyunan Taraf sadece Genelkurmay'a demokrat. Sıra Pentagon'a gelince Taraf'ı ara ki bulasın.

Kendi devletlerini dikta, nemalandıkları devletleri "think tank" zanneden zihniyetin yükseltildiği bir ülkede Taraf bir bakıma küstah cehaletinin Apollon Tapınağı.

Bu küstah cehaletin tanrılarının kopardıkları yaygara bulutundan sıyrılıp gerçek soruları sormaya başlamak isteyenlerin ise işe Türkiye'nin aldığı silah platformları ile ilgili imzaladığı EUM, CISMOA ve LSA anlaşmalarını inceleyerek başlaması gerekiyor.

"Ergenekon" operasyonu da; Irak'ın kuzeyinde rahatça helikopter dolaştıramayan Türkiye'nin Somali'de helikopterle korsan avlaması da; perdenin arkasında cereyan eden silah lobileri savaşlarının ışığında daha bir anlam kazanacaktır.

Açık İstihbarat

Hilmi Özkök Yetkin'e Konuştu
01 Ağustos 2009 10:43Ergenekon savcılarına verdiği ifadenin gazetelere yansıması nedeniyle son günlerin konuşulan ismi Org. Hilmi Özkök, Murat Yetkin'e konuştu...


Murat Yetkin/Radikal
Hilmi Özkök: İddianame açıklandığında anlaşılır

Hilmi Özkök şu günlerde bir grup yazar tarafından biri dolaylı, diğeri doğrudan iki suçlamaya maruz kalıyor.
Birincisi, doğrudan olanı, Genelkurmay Başkanı görevini bıraktığı dönem sonrasına
ilişkin. İddia edilen Ergenekon davası nedeniyle İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz tarafından İzmir’de alınan ifadesi, nedeniyle suçlanıyor. Özkök’e, verdiği ifade nedeniyle savcılara yardımcı olmak ve böylece hükümet yanlısı medyanın kullandığı malzeme sağlamak suçlaması yöneltiliyor.
İkinci grup suçlamanın üzeri örtülü ve Genelkurmay Başkanlığı dönemine ilişkin. Aynı çevreler, Özkök’ü neredeyse ‘Neden diğer generaller hükümete muhtıra vermek istediklerinde engelledin?’ diyecekler. Bunu demenin fiyaka bozacağına (ve Özden Örnek günlüklerinin bir gerçeklik payı taşıdığını kabul etmiş sayılacaklarına) inandıkları için de başka yoldan ilerliyorlar: Madem darbe girişimi vardı, neden soruşturma açmadın?
Bu soruyu sorarak gelmek istedikleri nokta ise şu: Aslında seçilmiş hükümete karşı gayridemokratik bir girişim yoktu; Özkök’ün soruşturma açmamış olması da bunun kanıtı sayılıyor bu mantığa göre.
Bu eleştirilerin alevlenmesine neden olan ise geçtiğimiz günlerde Star ve Milliyet gazetelerinde Özkök’ün savcılığa verdiği ifadesine atfen yayımlanan haberler oldu. Bu haberler göre Özkök savcıları ‘Hiçbir kimsenin cesaret edemediğini yapıyorsunuz’ diye övmüş, savcılar da ona ‘Asıl siz yazacaksınız’ diye karşılık vermişlerdi.
Özkök ile dün bir telefon konuşması yaparak savcılarla arasında geçen diyalog ve Genelkurmay Başkanlığı döneminde darbe girişimi sezdiyse neden soruşturma başlatmadığı konusu üzerine sorular sordum. Bazı sorulara cevap alabildim, çoğuna alamadım; ama Özkök şunları söyledi:

* “Sürmekte olan soruşturma ile ilgili konuşmayacağımı daha önce ifade etmiştim. Ancak basında bana atfen yayımlanan haberler ve yapılan yorumlar hakkında şu konulara açıklık getirmek isterim. Birincisi, Milliyet gazetesinden arayıp bana ifademden olduğu söylenen bazı alıntıların teyidini sorduklarında; teyit, ya da tekzip eder şekilde bir yanıt vermedim. Aramızda ‘Bana şunu sordular, ben de şunu söyledim’ gibi bir konuşma geçmedi. Yalnızca hukuki süreç uyarınca konuşmayacağımı söyledim, bu sözüm de adı geçen gazetede yer aldı.”

* “Diğer bir gazetede bana ilişkin yer alan haberde de ‘öğrenildi’, ‘kaydedildi’, ‘belirtildi’ gibi kaynağı belirsiz ifadeler kullanılıyor; bunlar üzerinde yorum yapmam beklenemez. Ancak benim yorum yapmamam, bu ifadelerin doğru olduğuna kanıt da gösterilemez. Gazeteciler yazdı diye o bilgiyi doğru olarak kabul etme mecburiyetimiz yoktur. Maalesef basında ‘Tekzip edilmemişse doğrudur’ gibi yanlış bir anlayış yayılıyor. Takdir edilir ki her yazılanı tekzip gibi bir görevimiz ve imkânımız yoktur.”

* “Kaldı ki, beni tanıyanlar, haberlerde iddia edildiği türden abartılı ifadeler kullanmayacağımı bilirler. Savcıların yaptıkları elbette zor bir iştir; gayet tabiidir ki konuşma arasında devletin savcısı olarak yaptıkları görevden dolayı kendilerini takdir etmişimdir. ‘Zor bir dava, işiniz kolay değil’ gibi bir söz etmiş olabilirim. Ama ne benim savcılara ‘Hiçbir kimsenin cesaret edemediğini yapıyorsunuz’ gibi abartılı, ne de onların bana, ‘Siz tarih yazıyorsunuz’ gibi konumlarımızla bağdaşmayan ifadelerimiz olmuştur.”

* “Bunların nasıl çıktığını bilmiyorum. Ama doğruluğu kesin olmayan bu bilgiler üzerinde bana atfen yorumlar yapılmasını da doğru ve adil bulmuyorum. Basında yakında iddianamenin açıklanacağı yolunda bilgiler var. Açıklanırsa, sanırım orada ne olduğu anlaşılır.”
Hilmi Özkök’ün kuvvet ve bazı ordu komutanlarından gelen muhtıra girişimi engellendiği resmen anlaşılırsa, yaptığı işin önemi asıl o zaman ortaya çıkacak.
Özkök, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde demokratik hayata içten bağlı olan, ama
‘örgütlü azınlık’ neden gidişe dur denilmediği sorusunu ortaya attığında bir tür ‘mahalle baskısı’ ile sicil, terfi, ya da dışlanma gibi endişelerle - o yönde konuşan sessiz çoğunluğun sesi olmuştur. Muhtıra teklifine dur diyerek, Özkök’ün müdahaleci mahalle baskısı zincirini kırdığı anlaşılıyor. Bu konu üzerinde daha duracağız.
aktifhaber

Şok iddia: "Genelkurmay, Sabah'ın patronu Ahmet Çalık’tan Taraf gazetesini dağıtmamasını istedi"

03 Ağustos 2009 Medya kulislerinde şok bir iddia dolaşıyor. Gazeteciler.com sitesinde yer alan iddiaya göre;
Sabah gazetesinin Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu’na, Genelkurmay Başkanının patronu Ahmet Çalık’la görüşmek istediği bildirilir. Görüşme, Genelkurmay'da gerçekleştirilecektir. Müderrisoğlu, daveti amirleri aracılığıyla patronu Ahmet Çalık’a iletir.
Çalık da daveti kabul eder.
Genelkurmay’da son derecede güler yüz ve nezaketle karşılanır...
Biraz sonra kendisinden rica edilen şey söylenir:
“Taraf gazetesinden alacağını hemen tahsil et. Gazete satışından gelen tahsilâtı, Taraf yönetimine verme, alacağına mahsup et!..”
Ahmet Çalık'ın nasıl bir tepki verdiği bilinmiyor ama Taraf gazetesinin künyesinde hâlâ dağıtımcı şirket olarak Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş. görünüyor. Star gazetesinin tesislerinde basılan Taraf, kendi matbasını kurmak için çalışmalarını sürdürüyor.

netgazete

Pamuk: Ordunun Laikliği Farklı
25 Ağustos 2009 15:45

Orhan Pamuk, Rusya basınına Türkiye ile ilgili ilginç açıklamalar yaptı. Pamuk, Atatürk ile askeriyenin laiklik anlayışının birbirinde çok farklı olduğunu söyledi.


Rusya basınına konuşan Nobel ödüllü Türk yazar Orhan Pamuk, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet felsefesindeki laiklik anlayışı ile, askeriyenin laiklik anlayışının birbirinden çok farklı olduğunu söyledi.

Pamuk, askerin siyasete karışmasından dolayı, halkın Ak Parti'ye yöneldiğini savundu. 27 Ağustos'ta Moskova'ya gerçekleştireceği ziyaret öncesi Timeout Moskova dergisine konuşan Pamuk, Türkiye'de hala karanlık güçlerin yönetimde etkili olduğunu kaydetti.

Derginin, "Türkiye'yi Türklere anlatmayı çalışıyorum" başlıkla verdiği demeçte Pamuk, Türkiye ile ilgili ilginç açıklamalarda bulundu. Öncellikle eserleri ile ilgili açıklık getiren Pamuk, yazdığı eserlerde yabancılardan ziyade, Türklere hitap ettiğini belirtti. Pamuk, "Ben Türkiye'yi yabancılara anlatmaya çalışmıyorum. Türkiye'yi, Türklere anlatmaya çalışıyorum." dedi.

ATATÜRK'ÜN KURDUĞU LAİKLİK FARKLI

Pamuk, demecinde Türkiye'nin siyasi yapısı ile ilgili sorunlara da değindi. Türkiye'de bazı çevreler tarafından "laikliğin tek yolu askeriyenin siyasete aktif müdahalesi" olarak düşünülmesinin çok yanlış olduğunu anlatan Pamuk, "Maalesef şu an asker tarafından desteklenen laiklik anlayışı ile Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu laiklik arasında dağlar kadar fark var." diye konuştu. Bu durumu "Türkiye'nin çelişkisi" olarak niteleyen Pamuk, laikliğin askeriyenin siyasete aktif müdahalesi olarak düşünülmesinin çok yanlış olduğunun altını çizdi.

Pamuk, "Halk bunu anlıyor. Bu yüzden geçtiğimiz seçimlerde, askeriyenin ciddi müdahalesine karşı, halk bu müdahaleye protestosunu İslami partiye oyunu vererek gösterdi. Büyük çoğunlukla insanlar İslami partilere oy vermelerinin nedeni, askeriyenin siyasete aşırı derecede müdahalesinden kaynaklanıyor." şeklinde konuştu.

Türkiye'nin karanlık güçler tarafından yönetildiğini savunan Pamuk, "Bu ülke akla uygun ve düzgün kanunlarla yönetilmiyor. Hepimiz biliyoruz ve gazetelerde okuyoruz ki bazı güçlerin himayesi altında organize suçlar ve katiller faaliyet gösteriyor. Halk ve ülke yöneticileri, Başbakan dahil diyor ki, maalesef biz hala ülkemizde hukukun üstünlüğüne ulaşamadık. Türkiye yasalarında çok sorun olduğunu ve ordunun siyasi sorunlara aşırı derecede karıştığını hepimiz biliyoruz." diye konuştu.
aktifhaber

Önce öldür, sonra yalan söyle
Mehmet ALTAN
mehmetaltan@stargazete.com

Kıbrıs çıkarması sırasında batan muhribi ancak tam 16 yıl sonra kendimizin bombalayarak batırdığını öğrenen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kendi kendime “askeriye yalan söyler mi?” diye sorduğumda, sektirmeden cevabı da yapıştırıyorum...

Tabii ki söyler... Hele bizimki gibi parasını vergilerden, ihtiyacı olan er’atı da halktan devşirmesine rağmen, hiçbir denetime tabii olmayan bir “kapalı kutu” ise, yalanın şahını da söyleyebilir.

Locheed askeri uçak alımındaki rüşvetten tutun da, JİTEM’in olmadığına dair gözümüzün içine baka baka yapılan açıklamalara kadar hafızamda yalan örneklerine dair çok uzun bir liste var.

***

Taraf Gazetesi...

Ve Mehmet Baransu’nun haberi olmasa...

17 Ağustos’ta...

Karakoçan Jandarma Komutanlığı 2’nci Motorlu Piyade Taburu 3’üncü Bölük’te askerliğini yapan çavuş İbrahim Yaman ile erler İbrahim Öztürk, Ali Osman Altın ve Mesut Bulut’un ölümlerinin “gerçek” nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecektik.

Resmen söylenen haliyle...

Devriye görevine çıkan timdeki bir askerin üzerindeki el bombasının patladığını, yaralanan yedi askerden dördünün helikopterle hastaneye götürülürken yolda şehit olduğunu sanacaktık.

Hâlbuki nöbette uyuduğu için Teğmen Mehmet Tümer’in, er İbrahim Öztürk’ün eline verdiği pimi çekilmiş bombanın patlamasıyla askerlerin dördünün ölüp, üçünün yaralandığını biliyoruz.

***

Elazığ Valisi’nden Başbakan̵
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ağu 28, 2009 10:26 pm    Mesaj konusu: 'Askeri müdahale' ile 'Kürt açılımı' duramaz Alıntıyla Cevap Gönder



Bir Esas Düşman ABD'nin GKB'sine Bakın Bir de Bizimkilere
Ali Haydar Can

GKB Başbuğ’un 30 Ağustos ve Kürt açılımı dolayısıyle yayınladığı mesaj, yaptığı konuşmaları eleştiren bir yazı yazmaya niyet ettim...

Ancak kendisinden önce, geriye doğru 50 yıl gitsek ve Cemal Ağa (Gürsel)’dan başlayarak bu güne kadar gelen bütün GKB’lerin nutuk, bildiri, mesaj şu bu..larını bir araya toplayarak karşılaştırsak bu beyhude bir çaba olacaktı...

Çünkü her biri en az diğeri kadar yavan, ufuksuz, çapsız, dünyadan kopuk, ülkesinden bihaber, toplumuna yabancı, kibirli, alımlı, çalımlı ama içi boş, ne dediği, ne istediği, niye istediği muallâkta, her biri diğerinden daha berbat, daha bayat, daha bıktırıcı, daha kusturucu tekrarlardan oluşan lâf kalabalığından ibaret:

Önüne “büyük, yüce, eşşiz önder, dahi, komutan, lider, kurtarıcı” sıfatlarından biri veya bir kaçı dönüşümlü olarak her paragrafa yerleştirilen “Atatürk” muhakkak olacak... Hatta Söz besmele gibi onunla başlayıp, illâki onunla bitecek bu bir...

Sonra takılmış plak gibi her iki cümleden birine “laiklik, laikliğin çok önemli ve vazgeçilmez bir şey olduğu” sokuşturulacak bu iki...

Laikliğin uymadığı yerlere “vatanın birliği ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi bir cafcaflı bir kaç lâf da sıkıştırılacak bu üç...

“Her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde iç ve dış düşmanların elele vererekten yüce Atatürk’ün bizlere emanet ettiği cumhuriyetimizi yıkmaya çalıştıkları ve fekat buna asla muvaffak olamayacakları; zira TSK’nın kahredici gücü karşısında bu hain iç ve dış düşmanların asla tutunamayacakları” gibi sallama bir iki paragraf muhakkak eklenecek bu dört...

“Aziz milletimizin bağrından çıkan ve onun emrinde olan TSK’nın gücünün bütün irticai, bölücü ve yıkıcı hainlerin emellerini kursaklarında bırakacağı”nı belirten bir iki tehdit paragrafı da unutulmayacak bu beş...

“TSK’nın Üniter, ulus ve laik devletin yılmaz koruyucusu olduğu”nu vurgulayan bir kaç afilli lâf da araya serpiştirldi mi mevzu tamamdır...

- Ne o?

- GKB konuştu?

- Hangisi konuştu?

- Hepsi veya hiçbiri...

- Ne dedi?

- Kendinden öncekiler ne dediyse hemen hemen aynısını dedi...

- O zaman niye dedi?

- “Devlette devamlılık esastır ya” herhalde ondan dedi...

***

Şimdi halk psikolojisi açından (bu vahim) duruma bakalım:

Tv kanallarının birinde önemli bir futbol maçı (derby) var...

Diğerinde televole türü dedikodu ve teşhir programı..

Bir diğerinde vur patlasın çal oynasın şarkılı-türkülü danslı-dansözlü bir “eğlence” programı..

Bir başkasında ise, bir birlerinin arkasından atıp tutatan, birbirlerinin yüzüne karşı bağırıp çağıran ve küfürler eden “yemekteyiz” türünden manyakça bir program...

Ötekilerinde de her tip insanı ayrı yerlerinden bağlayan cazip yerli, diziler...

Kanalların birinde (meselâ STV) de Paşam, Temiz pak üniformasını giymiş, ABD’den ve NATO’dan aldığı madalyaları parlatarak ceketine takmış ve yukarıda ortak vurgularını yazdığım konuşmalarından birini yapıyor... Kaşlar çatık... Gözler kısık... ses tehditkâr... Sesin yetersiz kaldığı yerlerde jest ve mimikler tehdit’in dozunu hep yüksekte tutuyor...

Sizce “TSK’nın bağrından çıktığı aziz milletimiz” bu kanallardan hangisini hiç seyretmez?..

Ve seyretmemekte haksız mıdır?

“Niye seyretmiyon lan paşamı?” diye mikrofon uzatsa bir dallama muhabir..

“Niye seyrediimki aga? Elli yıldır aynı sözler, ezberledik artık... Bıktık... Daral geldi yav...” cevabını almaz mı?

***

Bizim ABD’ye karşı olan tavrımız malûm...

O, bizim için esas/asıl düşman...

Şimdi bu işgalci düşman ordusunun Irak ve Afganistanda mağlup olan GKB’sini bu mağlubiyetin sebeplerini kendi hükûmetine izah ettiği afrasız, tafrasız, tehditsiz, makalesindeki entellektüel kaliteye, meseleyi doğru kavrama ve izahdaki üstün yeteneğine Vakit gazetesindeki şu haberden bir göz atalım:

[ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen, ülkesinin, İslam alemini tanımaya çalışmak yerine kibirli davrandığını ve İslam ülkelerine eziyet etmeyi tercih ettiğini itiraf etti.
Mike Mullen, ülkesinin İslam dünyasındaki kötü imajını düzeltme çabaları üzerine bir makale kaleme aldı. Ülkesine yönelik çok sert eleştirilerde bulunduğu makalede Mullen, ABD'nin İslam dünyasını anlamadığını ve Obama döneminde başlayan anlama çabalarının da yetersiz olduğunu yazdı.
Washington'un “İslam dünyası” karşısında duyduğu endişeden kurtulma adına kötü duruma düştüğünü belirten Mullen, Amerika'nın gerekçeler sunmak yerine, geçmişte yaptığı hataları izah etmesi gerektiğini kaydetti. ABD'nin böbürlenme, eziyet etme ve kibirli davranma gibi hataları dolayısıyla İslam dünyasının ABD'yi hala bu şekilde gördüğünü vurgulayan Mullen, bu kötü durumunu değiştirmesi için ABD'ye büyük görevlerin düştüğünü ifade etti.
Genelkurmay Başkanı Mike Mullen, ABD Silahlı Kuvvetleri tarafından yayınlanan bir dergide kaleme aldığı makalede, Amerika'nın İslam dünyasını anlama noktasında zayıf kaldığını ifade ederek “İslam kültürünü ve medeniyetini çok iyi anlamamız gerekiyor. Aşırı propagandaları aşmak ve iyi bir ifade usulü geliştirebilmek için İslam dünyasının geleceğe yönelik hedeflerini ve çıkışlarını iyi görmemiz gerekli” şeklinde yazdı.
Amiral Mullen, İslam aleminin diğer medeniyetlerden farklı olduğunu vurgulayarak “İslam alemi ince ve anlayışlı bir dünyadır. Biz onları anlayamadık ve anlamak için de çaba göstermedik” dedi. Yazısında, “Sadece İslam kültürü ve medeniyetine saygı ve takdirle yaklaşmamız bütün sorunları çözmeye yeterliydi” şeklinde cümlelere de yer veren Mullen, ABD ile İslam dünyası arasındaki problemin kaynağını açıkça ortaya koydu.
ABD'nin kendini büyük görmeden kaynaklanan hataları dolayısıyla İslam dünyasının ABD'ye bu gözle baktığını belirten Mullen, bu kötü imajı değiştirme yönünde Amerikan yönetimine büyük görevlerin düştüğünü söyledi.
Mike Mullen, Washington'un “İslam dünyası” karşısında duyduğu endişeden kurtulma adına içine düştüğü kötü durumdan nasıl çıkabileceğini de şu şekilde anlattı:
“Amerika, gerekçeler sunmak yerine, geçmişte yaptığı hataların izahını yapmalı. Sorunlar, iletişim kopukluğundan kaynaklanmamaktadır. Ortaya çıkan sorunlar kesinlikle stratejik siyasi hatalar yüzünden bu seviyeye ulaşmıştır. Amerikan yönetimleri, kibirlenerek bütün dünyayı kendilerinden uzaklaştırmış ve bu sebeple her defasında kaybetmiştir. ABD'nin içinde bulunduğu durumun temelinde ise ‘kendi yaptığına kendisinin kulak asmaması' yatmaktadır.”
ABD'nin, “radikal İslamcı” gruplara karşı mücadele verilmesi gerekliliği üzerinde durmasının doğru olmadığını ifade eden Mullen, bu tarz bir çıkışla düşünce anlamında yenilgiye uğradıklarını itiraf etti.]


ABD hükûmeti ve halkı meseleleri bu kadar doğru analiz edebilen bir GKB’leri olduğu için ne kadar şanslı...

Bu kadar seviyeli bir analizi okuduktan sonra şimdi dön de bizimkilerin söylediklerine katlan...

Ortada eleştiriye değer bir şey yok ki bizimkilerin neyini eleştireceğiz?

Laiklik derler, laikliğin ne olduğunu bilmezler... Cumhuriyet derler, cumhuriyeti bilmezler... Üniter devlet derler, üniter devleti bilmezler... Ulus devlet, derler ulus devleti bilmezler... Millet derler, milleti bilmezler... Devlet derler, devleti bilmezler... Vatan derler, vatanı bilmezler... Ordu derler, orduyu bilmezler.. Atatürk derler, Atatürk’ün kim olduğunu ve ne yaptığını bilmezler...

İslâmın adını “irtica” koymuşlar... Ne islâmı, ne irticayı bilirler... Kürt meselesinin adını “bölücülük” koymuşlar... Ne Kürt’ün ne olduğunu ne de ne istediğini bilirler...

Sol akımlar onlara göre “yıkıcılık"tır.. Halksa hiçbir şeyden anlamayan cahiller sürüsü...

Herşeyin en iyisini, en doğrusunu, en güzelini sadece onlar bilir, onlar yaparlar...

***

ABD GKB’siyle insan, bir çok şeyi oturup konuşup tartışabilir... Çünkü adamın dostuna ve düşmanına dair, dünyaya dair, ülkesine dair, hayata dair entellektüel birikimi, bakışı /kültürü var...

Siz, bizim GKB’lerden herhangi biriyle, bu ülkenin iki insanı gibi Atatürk’ü, laikliği, cumhuriyeti, devleti, ulus devleti, üniter devleti, federal devleti, milleti, milliyetçiliği, dünyayı, tarihi, Lozan’ı, Osmanlı’yı, İslâm’ı, Batı’yı, Doğu’yu, NATO’yu, AB’yi, ABD’yi, Kürt meselesini, Türk meselesini, türbanı, namazı, cihadı, orucu, haccı, zekâtı ve hatta kelime-i şahadeti konuşabileceğinizi, tartışabileceğinizi düşünebiliyor/hayal edebiliyor veya aklınızdan geçirebiliyor musunuz?

Bunlarla böyle birşey mümkün mü?

Baran

Lojmanlara temizliğe gelen başörtülü kadınlar da fişlenmiş

27 Temmuz 2010
Lojmanlara temizliğe gelen başörtülü kadınlar ve subay yakınlarını ziyarete gelen kadınların tek tek fişlendiği tutanaklarda, bu kadınların ziyaret ettiği evlerde oturan subaylar da fişlenmiş.
Orduevleri ve askeri birliklerde başörtüsü yasağı uygulayan TSK'nın Zeytinburnu'nda trajikomik bir uygulamaya imza attığı ortaya çıktı. Vakit'in ulaştığı fişleme tutanaklarına göre, askeri lojmanlarda başörtülü temizlikçi ve bakıcı kadınlar bile fişlenirken, temizlikçi “kıyafetinde inkılaba uygun düzeltmeler yapılarak” içeri alınmış.

1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız'ın komuta sahasında bulunan Zeytinburnu'ndaki askeri lojmanlarda sıkı bir “Atatürk ilke ve inkılaplarına uyum” uygulaması yapıldığı belirlendi. Lojmanlarda yakını olan subay ve astsubayları ziyaret eden başörtülü kadınların yanı sıra, bu evlere temizlik için gelen kadınların bile geri çevrildiği ya da kıyafeti düzeltilerek içeri alındığı belirlendi.

Orgeneral Iğsız'ın emriyle gerçekleşen “Atatürk ilke ve inkılaplarına uygun giyim” uygulamasında ayrıca, bu ilke ve inkılaplara aykırı kıyafet giyenler ile bu kıyafeti giyenlerin gittiği subay ve astsubaylar da fişlendi. Vakit'in dün yayınladığı TSK bünyesinde general, albay ve diğer rütbelerdeki onlarca subayın terörden yargılanmış yakınlarıyla ilgili hiçbir fişleme ve takibat yapılmazken, başörtüsüyle ilgili yapılan bu denli takibat ve fişlemeler manidar bulunuyor.

Vakit'in elde ettiği tutanaklara göre, 16 Mart 2009 tarihinde Binbaşı Zekai Kutbay'ın evine temizliğe gelen bir kadının “Atatürk ilke ve inkılaplarına göre giyimi düzenlendikten” sonra içeri alındığı belirtiliyor. Tutanakta şöyle deniliyor: “16.03.2009 tarihinde saat 08.10 sularında “B” Tipi Lojman Sosyal Tesisleri Nizamiyesi'nden giriş yapan Yeter Ş. ve Gülcan C. isimli şahıslar F.Altay Ap. D: 4'te ikamet eden 66. Mknz. P. Tug. Tank Tabur Komutanlığı'nda görev yapan Tnk. Bnb. Zekai KUTBAY'ın dairesine temizliğe gelmişlerdir. Şahısların kılık-kıyafetleri Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı olduğu için kılık kıyafetlerinde gerekli düzeltmeler yaptırılmış ve şahıslar ikaz edilerek içeriye alınmışlardır.”

ASTSUBAYIN KIZINI BİLE FİŞLEMİŞLER

Orgeneral Iğsız'ın emriyle bu uygulamayı gerçekleştiren görevli er, erbaş ve astsubaylar hazırladıkları tutanağı da Sosyal Tesisler Müdürü Yarbay İbrahim Demirbaş'ın onayına sunuyor. Demirbaş'ın onayına sunulan bir başka fişleme olayında ise, lojmanlardaki evine giden bir astsubayın çıkışta arabasında kızının da bulunduğu tutanaklarda şu şekilde yer aldı: “17.04.2010 tarihinde saat 21.15 sularında “B” Tipi Lojman Sosyal Tesisleri Nizamiyesinden giriş yapanİstanbul Merkez K.lığına ait 113474 plakalı Ford Connet markalı aracın, şoförü tarafından kullanılmadığı, Araç Komutanı Top. Kd. Bçvş. M.Dede İLHAN tarafından kullanıldığı, aynı aracın çıkışta da Top. Kd. Bçvş. M.Dede İLHAN tarafından kullanıldığı ve araç içerisinde kızının da olduğu tespit edilmiştir.”

Iğsız Paşa'nın komuta bölgesinde gerçekleşen bu trajikomik skandal bununla da bitmedi. Lojmanlardaki subay yakınlarını ziyarete gelen başörtülü kadınlar ve temizliğe gelen kadınların tek tek fişlendiği tutanaklarda, bu kadınların ziyaret ettiği evlerde oturan subaylar da fişlenmiş. 16 Aralık 2009 tarihli fişleme tutanaklarında, eşleri başörtülü subaylar “Eşi ve Akrabası Çağdaş Giyim Koşullarına Uygun Olmayan Personel” şeklinde fişlenirken, başörtülü misafirler de “Lojman Sakinlerine Gelen Kıyafeti Çağdaş Giyim Koşullarına Uygun Olmayan Misafirler” şeklinde fişleniyor.

Lojmanlarda ikamet eden subay eşleri ve misafirlerinin yanı sıra subayların tek tek isimlerinin sıralandığı tutanak listesinde, bu kadınların subaylara olan yakınlık derecesi de “Akrabası, misafiri, temizlikçi, bakıcı, eşinin misafiri, eşi, eşinin annesi” şeklinde sıralanmış. Enerjisini terörle mücadeleden ziyade siyasete harcadığı eleştirilerine sık sık maruz kalan TSK'daki bu son skandalın mimarı Orgeneral Hasan Iğsız daha önce de karakollardaki saldırılarla ilgili “Para olmadığı için karakol inşa edemediklerine” dair ifadeler kullanmıştı. Iğsız, geçtiğimiz yıl terörle mücadelede kullanılması gereken Skorsky tipi bir helikopterle pikniğe çıkmıştı. Kızı Zehra'nın Yahudi kökenli İspanyol Eduardo Matos Martin ile evli olduğu ortaya çıkan IğsızAK Parti aleyhinde kampanya yürüteninternet sitelerinde andıcı olduğu ve İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın hazırlanmasını emrettiği iddialarıyla da gündeme gelmişti.
Vakit

Başbuğ'un laiklik nöbeti tuttu

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, ''TSK bu süreçten daha güçlü olarak çıkacaktır'' dedi.

Orgeneral Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı Karargahı'nda, ''Atatürk Özel Anma Töreni'' kapsamında, ''Doğumunun 129. yıl dönümünde asker ve devlet adamı Atatürk'' konulu panelin sonunda konuşma yaptı.

Orgeneral Başbuğ, panelde konuşan Altemur Kılıç'ın, ''Orduyu yıpratmak için içeriden ve dışarıdan yapılan saldırılar beni çok üzüyor. Her asker tutuklandığında canımdan can gidiyor. Ordu-milleti kaybedersek geri almamız mümkün değil'' sözleri üzerine, Kılıç'ın bu duygularına saygı duyduğunu ve paylaştığını belirtti.

Orgeneral Başbuğ, ''Şundan emin olmalarını istiyorum; TSK bu süreçten daha güçlü olarak çıkacaktır'' dedi.

Bugünkü Anayasa'nın 24. maddesine göre kimsenin devletin sosyal, ekonomik, siyasi, hukuki temellerini kısmen de olsa din kurallarına dayandıramayacağını, bunun çok açık olduğunu vurgulayan Orgeneral Başbuğ, ''Türkiye'de herkes Anayasa'nın 24. maddesine uygun hareket ederse Türkiye'de hiçbir sorun kalmaz'' diye konuştu. habertaraf

'Üniter Devletin Koruyucusuyuz'
28 Ağustos 2009
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, "Üniter, ulus ve laik devletin koruyucusuyuz" dedi...

Orgeneral Başbuğ Genelkurmay Karargahı'ndaki madalya töreni öncesi yaptığı konuşmada önemli mesajlar verdi.

Başbuğ, "Türk Silahlı Kuvvetleri bize emanet edilen Cumhuriyet ve devletimizin ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısının her zaman savunucusu ve koruyucusu olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir" diye konuştu.

Org. Başbuğ, "Şüphesiz ki güçlü ordu demek güçlü Türkiye demektir" ifadesini kullandı.

Genelkurmay Başkanı konuşmasında, Büyük Taarruz'a da değindi, taarruzda 100 bine yakın Yunan askerinin imha edildiğine dikkat çekti ve zaferin Türk milletin zaferi olduğunu vurguladı.
Aktifhaber

Cengiz Çandar/Radikal

'Askeri müdahale' ile 'Kürt açılımı' duramaz

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un ‘Kürt açılımı’ tartışması denk-lemine 25 Ağustos açıklamasıyla girmesi, bir ‘utanç tablosu’ oluşturdu.

1. Siyasi partilerin siyasi aczini ortaya çıkarttı. MHP ve CHP’nin ‘askerin arkasına saklanarak’ siyaset yapmaya mecbur kaldıkları, ülkenin en temel meselesinde kendi ayakları üzerinde duramadıklarını gördük.

2. Ak Parti açısından da benzeri bir durum söz konusu. Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın açıklaması, sanki Başbuğ’un sözleri muhalefet partilerini hedef alıyormuş gibi bir ‘cinlik’ ile açıklamayı yorumlaması, Ak Parti’nin de ‘siyasi rüştü’nden duyduğu kuşkunun ve asker konuşunca, kendisini sorgusuz-sualsiz ona endeksleme mecburiyeti duymasının can sıkıcı bir başka tablosudur.

3. Bana Diyarbakır’da rastladığım hemen herkes, Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos’ta yaptığı konuşmadan birçok kişinin gözlerinin dolduğunu, gözleri yaşaranların sadece Ak Parti grubundaki milletvekilleri değil bölgedeki sıradan Kürt vatandaşlar olduğunu söyledi ve en önemlisi şu ortak değerlendirmeyi yaptı: Tayyip Erdoğan o gün ilk kez ‘Kürtlerin de başbakanı’ olarak konuştu. O konuşmanın devamı gelirse, ‘Kürtlerin de başbakanı’ algılaması güçlenir. Bu algılamanın ‘milli birlik ve bütünlük’ oluşmasındaki rolü apaçık ortada. Ne var ki, Tayyip Erdoğan, İlker Başbuğ’un açıklamasının ardından bildik basmakalıp terminolojiyi daha fazla vurgulamaya kendisini mecbur hissetti. Bu, iyi bir şey değil.

4. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İlker Başbuğ’un konuşması üzerine otomatik tepkisi ‘çok güzel bir konuşma’ oldu. Böyle bir tepkiye kendisini mecbur hissetmesi, üzerinde durulmaya değer.
Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması, hem ‘çok güzel’ değil, hem de doğru değil.
‘Siyasi irade’ ve ‘kararlılık’la ‘Kürt açılımı’nı başlatmış olan hükümetin askerin üzerine vazife olmayan bir konuya ‘müdahele etmesi’ne ilişkin tavrının, 27 Nisan (2007) e-muhtırasına karşı ortaya koyduğu tavra benzemesi gerek. Aksi halde, başlattıkları ‘süreç’in altında kalırlar ve kendileri kalsa neyse, ülke kalır.
***
Radikal’de dün Tarhan Erdem, İlker Başbuğ açıklaması için gayet haklı olarak ‘Doğru yapmadı, iki muhalefet partisi liderinin acımasız ve insafsız tahriklerine kapılmamalı, susabilmeliydi’ diye yazdı. Haklı. Çünkü yine onun satırlarıyla “Böyle tartışmalara katılmaması gereken tek kurum vardır: Ordu ve ordunun komutanları. Silahlı kuvvetlerin mensupları, görevleri gereği katıldıkları resmi ve gizli toplantılar dışında, görüşlerini açıklamamalıdır.”
Siyasi taktik anlamında da Orgeneral Başbuğ’un açıklaması doğru olmamıştır. Eğer hükümet Başbakan’ın ifade ettiği adıyla ‘Kürt açılımı’na devam ederse ki, her ne pahasına olursa olsun, -devamında kararlı olduğunu da beyan etmiştir- ne olacak?
Zira ‘acımasız ve insafsız tahrikler’de bulunan muhalefet partileri, Başbuğ’un o açıklamasından sonra TSK’yı ‘kendi saflarında’ görür oldular. ‘Açılım’ devam eder, Genelkurmay Başkanı suskun kalırsa bir dert, konuşmaya devam ederse başka ve daha büyük bir dert.
Onun için konuşmamalıydı. MGK toplantısında konuşamıyorlar mı?
Kaldı ki, açıklamasının, ‘TSK’nın kırmızı çizgileri’ diye ilan ettiği, bazı hükümet çevrelerinin ‘Tamam, bizimki de zaten aynı’ diye üzerine atladığı içeriğinin doğruluğu, isabeti tartışılmaya muhtaç.
Başbuğ, “TSK, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet ve üniter devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya devam edecektir” diyor.
‘Üniter devlet’ten ne anlıyorsunuz? Adeta kutsanan bu kavramın, birçok ülkede farklı biçimleri var. Örneğin, bizim kestirmeden İngiltere dediğimiz Birleşik Krallık da ‘üniter devlet.’ İngiltere’de ‘Birleşik Krallık’ın kurucu ülkeleri olarak İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda, İngiltere’nin yanı sıra yetki devriyle belli ölçüde özerk statüde’ler. İskoçya’da bir yerel İskoç hükümeti ve İskoçya Parlamentosu, Galler’de Gal Meclis Hükümeti ve Gal Ulusal Meclisi, Kuzey İrlanda’da Kuzey İrlanda Yürütmesi ve Kuzey İrlanda Meclisi var.
Birleşik Krallık yine de ‘üniter devlet’ çünkü bu yetkiler merkezden verilmiş ve merkez tarafından kaldırılabilir yetkiler.
Sadece İngiltere değil, İspanya da ‘üniter devlet.’
İşin ilginç yanı, İspanya, tam 17 özerk topluluk bölgesi ve iki özerk şehirden oluşan, resmi dili İspanyolca (Castillan) olmakla birlikte Bask Ülkesi ve Navarro’da Baskça’nın, Katalunya ve Balear Adaları’nda Katalanca’nın, Valencia’da Katalanca’nın bir lehçesinin ve Galicia’da ‘Galego’nun İspanyolca yanında ‘eş resmi dil’ olduğu, Avrupa’nın en ademi merkeziyetçi ülkelerinden biri.
Ve, bu İspanya, yine de ‘üniter devlet.’
Türkiye’nin İngiltere ya da İspanya’ya benzeyen bir ‘üniter devlet’ olmasına var mısınız?
İngiltere ve İspanya’nın ‘toprak bütünlüğü’nün tehlikede olduğunu ve ‘bölünme tehlikesi’yle karşı karşıya olduğunu söyleyebilir misiniz?
***
Gelelim ‘ulus-devlet’e.
Hangi ‘ulus-devlet’ ya da nasıl bir ‘ulus-devlet’? Bunun da tek bir tanımı yok ve Şahin Alpay dün bu konuda Zaman’daki yazısında gayet anlaşılabilir bir dille ‘mesele’yi ortaya koydu:
“... ‘Muasır medeniyet’e uygun ‘ulus-devlet’ anlayışı ise, hiçbir modern devletin kültürel bakımdan homojen-türdeş olamayacağını kabul eder. Burada ‘ulus’, yurttaşların etnisite (soy) ya da kültürel türdeşliğine değil, ulusal topluluğa gönüllü bağlılıklarına dayanır. Yani kültürel değil siyasal bir ulus söz konusudur. Ulus, kültürü değil, yurttaşlığı ve onun getirdiği haklarla yüklediği sorumlulukları paylaşanlardan oluşur.
Bugün Türkiye’de asıl tartışma, ne ‘Türkiye devleti’ kavramı, ne onun ‘üniter yapısı’, ne de ‘resmi dilin Türkçe olması’ üzerine... Tartışma, Türkiye Cumhuriyeti hak ve sorumluluklarda eşit yurttaşlardan oluşan bir ulusa dayanan ‘Türkiye devleti’ olarak yenilenecek mi, yoksa Türklerden ya da Türkleşmiş olanlardan oluşan bir ulusa dayanan ‘Türk devleti’ olarak mı anlaşılmaya devam mı edecek noktasında odaklanıyor. Yani çağdışı bir ulus ve ulus-devlet anlayışında ısrar ederek sonunda bölünmeye mahkum mu olağız, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi anadil ve kültürlerini koruyan, ancak yurttaşlığın getirdiği hakları ve sorumlulukları paylaşanlardan oluşan modern bir ulusa dayanan, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik rejime sahip bir ulus-devlet olarak yeniden mi tanımlayacağız?”
Bu kadar.
İlker Başbuğ’un açıklamasında altını çizdiği hususlar bize tanıdık. Bu, kendisinin etkilendiği ve sık sık referans verdiği Metin Heper’in görüşleri. Ama Metin Heper’in görüşleri doğru değil. Dolayısıyla, Metin Heper’in yanlış görüşlerini ‘Türk Genelkurmay Doktrini’ haline getirmek de doğru değil.
Bu konular öyle açıklamalarla, beyanatlarla önü alınacak cinsten konular değil. Tartışılacak. ‘Açılım’ durmayacak. Duramaz.
Baksanıza, tartışıyoruz zaten...
Ahmet Altan / Taraf

Ordu Açılımı

Bir teğmenin eline bir bomba verip pimini çekmesinden sonra mevziden mevzie dolaşırken bombanın patlamasıyla birlikte ölen genç askerin babası, dün sabah bizim gazetedeki haberi görünce koşa koşa askerlik şubesine gitmiş.

“Bu haber nedir” diye sormuş.

Şubedeki görevliler ona aynen şunu söylemişler.

“Sen o gazetede yazılanlara inanıyor musun?”

Eğer o baba bana gelseydi ben de ona sanırım benzer bir söz söylerdim.

“Sen o ordunun söylediklerine inanıyor musun?”

Bizim ordunun doğru söylememek gibi bir alışkanlığı var.

Bu kaçıncı?

Dağlıca’da aynı, Aktütün’de aynı, bulunan LAW silahlarının kime ait olduğu konusunda aynı, mayın konusunda aynı, bu son bomba olayında aynı.

Gidin sorun bakalım, çocukları “bombalı ceza” yüzünden ölen annelerle babalar çocuklarının niye öldüğünü biliyorlar mı?

Anneleri babaları bir yana bırakın Milli Savunma Bakanı bile bilmiyor o çocukların nasıl öldüğünü.

Generaller akıllarını siyasete öyle bir takmışlar ki askerliği unutmuşlar neredeyse.

İttihatçılardan bu yana bu ülke, ordusunun bu alışkanlığını değiştirmeyi bir türlü başaramadı.

Siyasetle uğraşan her ordu gibi askerî konularda çok fazla hatalar yapıyorlar ve sürekli olarak bu hataları saklamaya uğraşıyorlar.

Generaller hep siyaset konuşuyorlar ama halk hiç askerlik konuşamıyor.

Ordunun hataları gündeme gelmiyor bir türlü.

Biz, Kıbrıs savaşında kendi gemimizi batırdığımızı kaç yıl sonra öğrendik, hatırlıyor musunuz?

Hatırlamıyorsunuzdur bile.

Ordunun hatalarını konuşmak ve hatırlamak yasak.

Medyaya baksanıza.

Genelkurmay Başkanı siyasetle ilgili açıklama yapınca manşetlerine çekiyorlar, sanki bu çok doğal bir şeymiş gibi.

Generaller siyasetle ilgili konuşamazlar.

Bu, onların işi değil.

Onların işi askerlik.

Bu ülkenin birçok “açılım” yapması gerekiyor.

Bir tanesi de “ordu açılımı”.

Ordunun konumunu, işleyişini, askerî yeteneklerini, hatalarını, yapılanmasını yeniden tartışmalıyız.

Lafa gelince bu “bizim ordumuz”, ordu “bizimse” neden biz ordu hakkında konuşamıyoruz, neden soru soramıyoruz, neden hatalarını soruşturamıyoruz?

Neden hiçbir hatasının hesabını vermiyor ordu?

Bu ülkedeki generaller, hiç mi askerî bir hatadan dolayı istifa etmez?

Kürt açılımı konusunda üstüne vazife olmamasına rağmen uzun uzun konuşan Genelkurmay Başkanı neden ordunun işleyişi konusunda ortaya çıkan aksaklıkların hesabını vermiyor bu halka?

O ordunun sahibi generaller değil, o ordunun sahibi bu ülkenin halkı.

Tabii, o hesabın sorulabilmesi için gerçek bir medyanın ve gerçek siyasetçilerin olması gerekiyor bu ülkede.

Dün MHP yöneticilerinden birinin açıklamasını utançla okudum.

Genelkurmay Başkanı’nın konuşması üzerine, “açılım meselesi bitmiştir” diyordu sevinçle.

Eğer siyasi açılımlar bir generalin konuşmasıyla bitiyorsa, bu ülkede parlamentoya, siyasi partilere, milletvekillerine ne ihtiyaç var?

O siyasetçi o açıklamayı yaparken aslında “ben yokum, partim de yok, seçmenim de yok, parlamento da yok, sadece general var” demek istiyordu.

Bu tür siyasetçilerle nasıl uygarlaşacak, gelişecek, kalkınacak bu ülke?

Örtülü bir askerî diktatörlük olmaktan nasıl kurtulacak?

Böyle, kendi kimliğinden, kişiliğinden, fikirlerinden, seçmeninden vazgeçmiş, kendi iradesiyle “emireri” haline gelmiş siyasetçilerle Türkiye, gerçek bir demokrasiye kavuşabilir mi?

Türkiye ordusunu düzeltmek zorunda.

Ordunun düzelebilmesi için de kışlasına dönmesi, aklını kendi mesleğine vermesi, sağlam bir disipline kavuşması, üstüne vazife olmayan işlerde susması gerekiyor.

Yaşadığımız çağda bizimki gibi bir ordu kalmadı gelişmiş ülkelerde.

Daha yeni, Yunanistan fazla konuşan genelkurmay başkanını görevden aldı.

Onun için zaten Yunanistan Avrupa’nın üyesi, biz değiliz.

Onun için minicik Yunanistan bizden kat kat zengin.

Bir ordu açılımı yapmalıyız.

Orduyu disipline, siyaseti ve medyayı kişiliğine kavuşturmalıyız.

Aksi takdirde kanlı bir hercümercin içinde debelenmekten bir türlü kurtulamayacağız.

Çocuklar ölüp duracak.

Mehmet Gündem/Yenişafak
Skandal…

17 Ağustos 2009 pazartesi günü öğleden sonra acı bir haber düştü ajanslara. “Elazığ'da el bombası kazası: Dört şehit”

Devamı bir paragraflık, rutin bir durum gibi...

“Elazığ'ın Karakoçan İlçesi Koçyiğitler Piyade Taburu'nda vatani görevini yapan bir askerin devriye görevi yaparken elindeki el bombası kaza sonucu patladı. Patlamada dört asker şehit oldu, dört asker de ağır yaralandı.”

Haberlere göre; Er İbrahim Öztürk'ün elindeki bomba kazara patlıyor, Öztürk'le birlikte yanındaki arkadaşları İbrahim Yaman, Ali Osman Altın ve Mesut Bulut şehit oluyorlar…

O anda ateş en hararetli haliyle bir kere daha düştü sinelere.

Şehitler ailelerine teslim edildi, törenler yapıldı, gözyaşları arasında defnedildiler.

Kalabalık dağıldı ve herkes kendi dünyasına çekildi.

Birilerinin içi yanmaya koyuldu.

Birileri de vicdanlarını susturma gayretine…

Acılar yaşanmayı beklerken öğrendik gerçeğin bambaşka bir şey olduğunu…

Tam 11 gün sonra… Taraf gazetesi şok eden bir haber veriyor.

Gazete ifade tutanaklarına ulaşmış.

Tutanaklar olayın kaza sonucu değil, nöbette uyuyakalan Er İbrahim Öztürk'ün, komutanı Teğmen Mehmet Tümer tarafından cezalandırılmak istenmesi nedeniyle yaşandığını gösteriyor.

Teğmen, pimini çektiği el bombasını Er Öztürk'e verdikten sonra, “Mandalı bırakırsan ölürsün, bırakmazsan yaşarsın” diyor.

Er Öztürk pimi çekilmiş el bombasıyla dolaşıyor.

Teğmen'in yanına gidiyor; “25 yaşına geldim. 75 gün askerliğim kaldı. Beni öldüreceksiniz” diyor. Teğmen; “Nöbet yerine git, ben gelip takacağım zamanı biliyorum” şeklinde karşılık veriyor. Er Öztürk, çevredeki diğer mevzilere, pim aramaya arkadaşlarından yardım istemeye gidiyor çaresizce…

Teğmen hiç oralı değil, cezayı kesmiş bir kere…

Zaman geçiyor, er güçten düşüyor, eli terliyor.

Ve bomba patlıyor, dört asker şehit oluyor.

Pimci teğmen Mehmet Tümer; “fırsat eğitimi kapsamında el bombasının pimini çektiğini, mandalı bırakmadığı sürece bombanın patlamayacağını şehit Er İbrahim Öztürk'e söylediğini” ileri sürüyor.

Tanıklar ise birlik içinde pimi çekilmiş şekilde el bombası eğitimi verilmediğini söylüyorlar.

Genelkurmay karargahı insanı kanını donduran bu haber üzerine sessizliğini korudu, iki gün boyunca.

Halbuki üzerine vazife olmayan konularda, -gerekirse gece yarısı- bildiri yayınlamaktan kaçınmıyordu.

Siyaset, Çankaya seçimi, kürt açılımı, laiklik, demokratikleşme, AB sizin ilgi alanınıza giriyor da, size emanet edilen dört askerin nasıl öldüğü konusu ilgi alanınıza girmiyor mu?

Bu “basit” konuda susmayı tercih ettiler.

Sustunuz da ne oldu, toplumdaki soruları susturabildiniz mi?

Akıllardaki şüpheleri susturabildiniz mi?

TSK istiyor ki; biz ne söylersek sorgusuz sualsiz onu kabul edin, söylediğimizle yetinin, bizi sorgulayamazsınız, bize hesap soramazsınız…

Doğmalara karşı olan TSK, neden kendisine karşı dogmatik davranılmasını ister ki?

Hesap sormayan toplumun “teslimiyetçi hali” de skandaldır, TSK'da bu tür olayların yaşanması ve bunların saklanması da skandaldır.

Bu kadar skandalla bu ülke nereye gider ki…

Susmak çözüm değil…

Çözüm, gerçeği kabullenip sorumluluk almaktır.

Temizlik iyidir, lekeler kötüdür. Lekeleri küçük görürsek, gün gelir büyük, temiz alanlar leke olarak algılanmaya başlanır.

Nihayet 28 Ağustos günü Genelkurmay bir açıklama yaptı; Elazığ'da dört askerin ölümünün 'kaza' değil 'ceza' sonucu olduğunu kabul etti. Açıklamada, Teğmenin patlamada birinci derecede sorumlu olduğu belirtilip, 'TSK suç işleyeni yargıya götürür' dedi.

Açıklama da, olayla ilgili aynı gün soruşturma açıldığı ve teğmenin ertesi gün tutuklandığına da yer verildi.

Fakat olayla ilgili neden yanlış bilgi verildiği, 11 gün neden beklendiği ve ailelerden gerçeğin neden saklandığı soruları cevapsız kaldı…

Asker neden toplumu ciddiye almaz ve neden ona gerçeği söylemez?

Bizde ordu sanki toplumdan hep bir şeyler saklıyor gibi…

Kitleleri sloganlarla avutmayın artık.

TSK'ya olan güveni suistimal etmeyin.

Orduyu yıpratmayın, mesleğinize geri dönün, konuşmanız gereken konularda daha aceleci davranın.

Susmanız gereken yeri de konuşmanız gereken yeri de tefrik edin…

Sizi güçlendiren şey; hesap verebilir konumda olmaktır, şeffaflıktır, kendini sorgulama cesareti göstermektir, meslek sevgisidir, demokrasiye bağlılıktır, hukuka inanmaktır, vicdandır, onurlu davranıştır, emanete sahip çıkmaktır.

Sloganlar artık yetmiyor…

“Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganının hedefi ordunun sistem içindeki ağırlığını artırmak olsa gerek…

Bu yanılgıdan da kurtulun, “Güçlü Türkiye güçlü Ordu” dönemine geçin.

30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları için Afyon'a giden Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, gazetecilerin Elazığ'da dört askerin ölümüyle ilgili sorularına “Yeter artık, burada Zafer Bayramı'nı kutlamak için bulunuyoruz” dedi.

Sayın Başbuğ; bu konuda susma hakkınız yok, size emanet edilen hayatlara böyle mi sahip çıkıyorsunuz?

Size bir sorum daha var;

Elazığ'da dört askerin nasıl şehit olduğunu, yani olayın kaza değil da teğmenin pimi çekilmiş el bombası cezası kesmesi sonucu olduğunu aynı gün öğrendiniz mi?

Aynı gün öğrendiyseniz ne yaptınız?

Neden kamuoyundan gerçeği sakladınız?

Neden kayıtlara “kaza” olarak geçmesine izin verdiniz?

Taraf gazetesinde o haber çıkmasaydı, açıldığı belirtilen soruşturmanın sonuçlarını kamuoyuna duyuracak mıydınız?

Siz bu süreçte tarihi bir skandal, örtbas etme, yalan görüyor musunuz?

Toplumu ciddiye alıp, gerçeği söylemez ve olup bitenin net bilgisini vermezseniz ve gerektiğinde bedel ödemeye hazır bir yerde sağlam durmazsanız TSK yıpranmaz mı?

TSK'nın yıpratılmasına neden ve nasıl göz yumarsınız?

Unutmayın, toplumdaki “açık sorulara” cevap verilmediğinde sorular çığ gibi büyür.

Akıl işliyor, çağrışım dünyası genişliyor, başka başka konular da bu çizgide yerini buluyor.

Soru büyüyor;

Acaba Elazığ'da dört askerin şehit olması hadisesinde gösterilen tavır münferit midir, yani bizden gerçek yüzü saklanmış başka olaylar da var mı?

Yani rutin bir durum söz konusu mu?

Kızmayın ama kuşkulanmak hakkımız.

Çünkü zayi edeceğimiz bir tek insanımız yok.

Gözden çıkaracağımız ve birilerinin keyfine bırakacağımız bir ordumuz da yok.

Sizden beklenen kuşkularımızı beslememenizdir.

Sayın Genelkurmay başkanı;

Hatırlar mısınız, 7 Mayıs 2009 tarihinde Hakkâri'nin Çukurca ilçesi kırsalında askeri aracın geçişi sırasında patlayan mayınla altı asker şehit olmuştu.

Duymuşsunuzdur, o altı askeri şehit eden mayınların bizim askerler tarafından döşendiği iddiaları ayyuka çıktı...

Patlamayla ilgili birkaç ay sonra internete ses kayıtları düştü. Hakkâri Tümen Komutanı Tümgeneral G.K. ve Çukurca Tugay Komutanı Tuğgeneral Z.E. arasında geçtiği iddia edilen telefon konuşmalarında Z.E. altı askerin şehit olduğu mayınlarla ilgili Hakkâri Tümen Komutanı'nı bilgilendirirken “Bu mayınlar büyük bir olasılıkla bizim” diyor.

Olayın ardından Genelkurmay bu alaya PKK eylemi dememiş miydi?

Yanlış hatırlamıyorsam, saldırı sonrasında hava kuvvetlerine bağlı uçakların Avaşin-Basyan bölgesindeki PKK kamplarını vurduğunu da duyurmuştu Genelkurmay…

Daha neler duyacağız.

Farkında değil misiniz, birileri TSK'yı çok kötü bir şekilde kullanıyor.

Biliyor musunuz, bu alemde hiçbir gerçek uzun ömürlü gizlenemiyor. İyi olan da, kötü olan da çıkıyor ortaya...

İyi ve güçlü olanlar elbette gerçeğin yanında, yanlış ve kötünün karşısında konumlanmalı.

Kışlada “asker” gibi durun ve bitirin şu skandalları…

Siyaset, iktidar, güç, silah, strateji, hepsi insanı yaşatmak için değil mi…

Biliyor musunuz, ben şehit olmuş o dört askerin fotoğraflarına bakamıyorum.

Askeri kışlada tutamayan siyasilerin, ordunun siyaset yapmasına izin veren generallerin yüzlerine bakamadığım gibi…

Ya siz…

Orduyu yönetemeyen siyaset ülkeyi nasıl yönetir?

Kışladaki eri arızalı teğmenden koruyamayan komutanlar koca bir ülkeyi tehlikelerden nasıl koruyabilirler…

Skandallarla bir köy bile yönetilemez…

Kim ve nasıl soracak bu beceriksizliğin hesabını…

Taha Kıvanç
Ufukta 'asker açılımı' olabilir mi?

Bu yıl üniversite giriş sınavlarının en çarpıcı sonuçlarından biri, pek çok özel üniversitenin adaylar tarafından tercih edilmediği için kontenjan açığı sorunuyla karşılaşması... Neredeyse 1,5 milyon genç sınava katılıyor, ama tercihlerini yaparken kolayca girebilecekleri düşük puanlılar da dahil paralı eğitim kurumlarını pek tercih etmiyor.

Ekonomik kriz etkili elbette, ama tablonun ekonomik olmayan başka sebepleri de herhalde vardır.

Konuyu dostlarla konuşurken, biri, "Bu da bir şey mi?" diyerek dikkatlerimizi Radikal gazetesinde o gün çıkan bir yazıya çekti: Gençler askeri okullara ilgi duymuyormuş; orada da birkaç yıldır kontenjanlar dolmuyormuş...

Yazar Murat Yetkin'in kaynağı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndan emekli olan Ora. Metin Ataç... Hemen bütün gazetelerde 'devletin güleç yüzü' vurgulamasıyla yer alan Gül, Şahin, Erdoğan, Başbuğ fotoğrafları Ora. Ataç'ın emeklilik töreninde çekilmişti. Kendisiyle de dalga geçebilen çelebi bir kişiliği olduğu anlaşılıyor emekli komutanın... Veda konuşmasında aktardığı anekdotlara katılımcılar hep birlikte gülmüşler...

İşte o törende işitmiş Radikal yazarı aktardığı cümleleri. Okuyalım: "Ataç, geçen yıl Deniz Lisesi'ne 250 kişi almak için hazırlık yaptıklarını, ancak 113 kişi alabildiklerini, bu yıl ise tanıtım kampanyaları sonucu 200 öğrenci almayı umduklarını söyledi."

Yazar başka ilginç bilgiler de veriyor: "Evet, itibar sıralamasında ordu, hâlâ, siyasetin, yargının, üniversitenin, medyanın üzerinde, Ama gençler artık subay olmak istemiyorlar. Başka türlü de söyleyelim. Subay olmak isteyenler artık ağırlıkla orta sınıftan değil, düşük gelir ve eğitim düzeyindeki çaresiz ve fırsat arayışı içindeki kesimden çıkıyor. Bir nedeni, subay maaşlarının diğer devlet memurlarıyla karşılaştırıldığında giderek gerilemesi, buna karşın hayat riskinin yüksek olması. Ama moral nedenler de var. Örneğin, türban tartışmasının getirdiği bir yabancılaşma etkisi var mıdır? Bunu araştırmak da askeri yetkililere düşüyor."

Herhalde o şaşırtıcı cümleyi sizler de fark ettiniz. Murat Yetkin, askeri okulların gençler arasında rağbet görmemesinin sebeplerini zihninde tartarken sarf ediyor o şaşırtıcı "Örneğin, türban tartışmasının getirdiği bir yabancılaşma etkisi var mıdır?" soru-cümlesini...

Çok uzun yıllardır ilk kez böyle bir cümle içerisinde okudum 'türban' sözcüğünü... Umarım, askeri yetkililer, Yetkin'in temennisine uyarak, bu konuyu araştırmaya değer bulurlar...

Araştırırken askeri liseler konusunda tercihlerin gençler tarafından değil daha çok o gençlerin ailelerince yapıldığını da hesaba katmalılar. Bizde lise çağına henüz gelmiş genç "Hangi liseye gideyim?" demez, onun namına ailesi "Bizim oğlanı-kızı hangi liseye gönderelim?" der... Kimi düz liseye yazdırırken, kimi Anadolu liseleri veya özel okullar için açılan sınavlara sokar, kimi için de tercih askeri lise veya imam hatip lisesi olur...

Haklarından devlet eliyle mahrum edildikleri halde imam hatiplere rağbetin arkasının pek kesilmediği bilenler tarafından söyleniyor; buna karşılık askeri liselerin eskisi kadar ilgi görmemesi dikkat çekici...

Acaba aileler, çocuğunun subay olunca alacağı maaşla diğer devlet memurlarının maaşını mukayese ederek mi tercihte bulunuyorlar gerçekten? Bir soru daha: Murat Yetkin'in 'geriledi' demesine rağmen subay maaşlarının diğer memurların maaşından hiç de geri olmadığını bilmiyorlar mı?

Tercihin gelirle, maaşla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum.

Madem soru sormaya başladık, devam edebiliriz: Subay olmak isteyenler eskiden orta sınıfın çocukları mıydı, yoksa düşük gelir düzeyinde ailelerin çocukları mı?

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ bu hafta memleketi Afyon'daydı; birçok başka yerle birlikte mezun olduğu ilkokulu da ziyaret etti ve mektep arkadaşlarıyla buluştu. Dört-beş ilkokul arkadaşıyla birarada çekilen fotoğraflarını herhalde görmüşsünüzdür; askeri okula gitmeseydi o da diğerleri gibi olacaktı. O fotoğraftakiler zengin veya orta sınıf insanlar gibi mi göründü gözünüze? Yok canım, ay sonunu denkleştirme çabasında insanlardı işte...

Gençlerin ve ailelerinin gözünü kamaştıracak, aklını çelecek, askeri okula gitme arzusunu kamçılayacak bir fotoğraftı o...

Konu üzerinde düşünürken, eline pimi çekilmiş bomba tutuşturulan gencin babasının televizyon ekranına akseden hali ve şu sözleri zihnime hücum ediyor: "Biz ordumuza güveniyorduk çocuklarımıza göz kulak olur diye, askerimize de güvenmeyeceksek kime güveneceğiz?"

Sohbetin burasında bir dostum konuşmayı bitirecek şu sözü söyledi: "Açılım sözcüğü çok moda ya bu günlerde, esas gereken 'asker açılımı' bence..."

Bence de...
Yeni Şafak

Karargâh ve asker gazeteciler…
Ali Bayramoğlu/Yeni Şafak
30 Ağustos Zafer Bayramı bu yıl diğer yıllardan farklı bir atmosferde kutlandı. Malum, Ağustos geleneksel olarak orduda devir teslim törenlerinin yapıldığı, bu vesileyle eski ve yeni türlü komutanlarının yaptıkları konuşmalarla gergin ve sıcak geçen bir aydır. Genellikle uyarı, azar ya da muhtıra tonu taşıyan bu konuşmalar kurumun yeni karargâh politikalarını anlatırlar.

Bu yıl bu açıdan da farklı oldu.

Emekliye ayrılanlar siyasete hemen hiç vurgu yapmadı, görevi devir alanlar ordunun mücadele gücünü vurgulamakla yetindi.

Bu, önemlidir.

Peki neden böyle oldu?

Asker değiştiği, siyasetle ilişkisini gözden geçirmeye başladığı için mi?

Ya da zorunluluklar sonucu Kürt meselesinde hükümetle aynı hedefe kilitlendiği ve onu yıpratmamak istediği için mi?

Yoksa yaptığı her siyasi çıkışın inanırlılığını, güvenirliliğini, itibarını yıprattığını fark ettiği için mi?

Velhasıl mecburiyetten mi?

Belki de hepsi…

Aslında her bir varsayım ayrı bir gerçeğe işaret ediyor, bugünün ordu içi ruh hali ve siyasi dengeleri de sanırız bunların tümünden oluşuyor.

Sonuç olarak geri çekilen, ancak kaybettiği toplumsal meşruiyeti ve siyasi gücünün peşine düşmüş, bunu "baskın bir savunma politikası" çerçevesinde yapmaya çalışan bir karargâh var karşımızda.

Baskın savunma politikası…

Bu sözün altını çizmek lazım…

İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olduğu günden yana bu politikayı yürütüyor. Bir yandan ordunun itibarını yükseltmeye gayret ediyor, bunu yaparken bazen varlığını hatırlatmak için sesini yükseltiyor, bazen toplum-ordu ilişkisini güçlü ordu gösterileriyle, Zafer Bayramı'nda olduğu gibi Doğu Bloku ülkelerindeki eski gösterileri andıran askeri resmi geçitlerle tazelemeye çalışıyor.

Asker barometresi Mehmet Ali Kışlalı da söylüyor bunu:

"TSK için güçlükler dönemi 22 Temmuz seçimleri öncesinde, cumhurbaşkanı adayı konusunda yarattığı beklenti havasının gerçekleşmemesi, seçimde AKP oylarının artmasıyla başlamıştı. … Neredeyse her önüne gelen bir fırsat bulup … TSK'yı eleştiriyordu. Asker için yaşamsal önemdeki bu 'Güvene dayalı itibar sorunu' kendisine her zaman sahip çıkmış olan toplum düzeyinde, şimdi aşılmaya çalışılıyor. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı'nın 87'nci yıldönümü kutlamalarının yarattığı hava (bu konuda) olumlu (bir) gösterge…"

Son yıllarda "ordunun kadrolu gazeteci"si gibi davranan iki kardeşten Vatan'da yazanı, Hikmet Bila, bu arayışı "emir-yazı arasındaki perde"yi düşürecek kadar kesif heyecanla ifade ediyordu:

"Son yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmaya yönelik inanılmaz bir kampanyanın yürütüldüğüne tanık oluyoruz (…) Dünkü törenler, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gücünü ve kararlılığını dosta düşmana göstermek için bir fırsat oldu (…) 'Güçlü Ordu Güçlü Türkiye' sloganıyla 30 Ağustos'ta verilen mesaj, herhalde yerli-yabancı 'lobiciler' tarafından alınmıştır. Orduya çamur atayım derken kendileri çamura gömülenler, dünkü ihtişam karşısında 'böcek mertebesi'ne indiler…"

Yeni karargâh politikasının, baskın savunma politikasının ucuz dilidir bu, askerin diline gelip de dışarı çıkmayan sözlerdir.

Olanı anlamak için önemlidir…

Ama oraya kadar…

Zira bir kurum istemediği bir yönde adım atmak zorunda kalıyorsa, zaman onu kendisine uyarlıyor demektir.

Türkiye'de ordu tüm direnç gösterilerine rağmen, ortaya attığı güçlü ordu, güçlü Türkiye gibi 2. Dünya Savaşı artığı söylemlere, müsamere kokulu kamu gösterilerine, kontrolü altındaki asker-gazetecilere rağmen bu süreci yaşıyor.

‘Son teröristi öldürünceye kadar’ söylemi, barışa yatırım değildir!
Hasan Cemal
Milliyet Gazetesi
13 Eylül 2009
Adına ister demokratik açılım, ister Kürt açılımı, ister barış açılımı deyin, Erdoğan hükümetinin başlattığı açılım bölgede büyük bir umut dalgası kabartmış durumda.
Daha fazla kan ve gözyaşı dökülmesin, artık dağdan ölüm haberleri gelmesin diyenler ve silahla şiddetin çıkmaz sokak olduğunu çoktan anlayanlar gözlerini Ankara’ya dikmiş bekliyorlar.
Umutlu bir bekleyiş bu.
Ama aynı zamanda kaygı ve tedirginlik de var bu bekleyişte. Çünkü, bu umut verici sürecin ‘sabote edilmesi’nden korkuluyor.
5 günde 1500 kilometre yaptık.
Her durakta aynı şeyi gördüm.
Hava Kuvvetleri Komutanlığının 30 Ağustos’taki devir teslim törenindeki o söz, “Son terörist ölünceye kadar mücadele sürecek!” sözü bölgede umutsuzluk ve güvensizliği körüklemiş durumda.
Cuma günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından da tekrarlanan bu söylemin barışa yatırım olduğunu sanmıyorum. Güneydoğu’da nereye gittiysek, bu söze büyük tepki vardı.
Biliyorum şimdi denecek ki:
“Ne var yani, devlet kendine silah çekenle mücadele etmeyecek mi?”
Edecek tabii.
Ama iş bununla bitmiyor ya da bu kadar kolay değil. Bu mesele öyle ezberci yaklaşımlarla bitmez.
Nitekim bitmedi de.
Çeyrek yüzyıldır bu ezberci yaklaşımlardır, devletin ve siyasal iktidarların Kürt sorunu ve PKK politikalarına damgasını vuran...
Sonuç ne oldu?
Dağın yolu kesilebildi mi?
Hayır.
Dağa çıkışlar engelenebildi mi?
Hayır.
PKK dağdan temizlenebildi mi?
Hayır.
PKK’nın şehirlere siyaseten nüfuz etmesi önlenebildi mi?
Hayır.
PKK’ya dayanan güçlerin Güneydoğu’da belediyeleri halkın oyuyla kazanmaları önlenebildi mi?
Hayır.
PKK’nın şehirlerde sivil toplum kuruluşlarını örgütlemesine set çekilebildi mi?
Hayır.
PKK’ya yönelik olarak Kürtlerde yer etmiş destek ve sempati azaltılabildi mi?
Hayır.
On yıldır hapiste olmasına rağmen Öcalan’ın hem PKK’daki, hem Kürt kitlelerindeki etkisi kırılabildi mi?
Hayır.
Ve çeyrek yüzyıldır dağda PKK’lı öldürmüyor mu devlet?.. Askeri yönetim dönemlerinde, sıkıyönetimlerde, olağanüstü hallerde işkencelerden faili meçhullere kadar her türlü baskı ve zulüm uygulanmadı mı Güneydoğu’da Kürt insanına?..
Peki, değişen ne oldu?..
Bakın, tekrar tekrar yıllarca aynı şeyi yapıp, değişik bir sonuç beklemek, akıllı insan işi değildir. Bu mesele artık elde silah, ‘öldürmek’le çözüm yoluna girmez. Dağın yolu böyle kesilmez, kesilemez.
Geçmişin dersi budur.
Dağda öldürdüğünüz her PKK’lı, şehirden dağa çıkacak yeni PKK’lıların yolunu açar. Dağda öldürdüğünüz her PKK’lı, örgütün kitleler nezdindeki destek ve sempatisini arttırır.
Bu yalın gerçeği görmeden, hissetmeden bu ülkede barışın yolu açılamaz, Kürt sorunu çözüm yoluna sokulamaz.
Devlet, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gelen ezberleriyle, klişeleriyle bu sorunu içinden çıkılmaz hale getirdi. Devlet, kendini Kürtlere böyle yabancılaştırdı.
Ve bu yabancılaşmada asker belirleyici rol oynadı. Çünkü bu alanı, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ‘sivil siyaset’e kapattı, Kürt sorununu kendi tekeline aldı.
Tunceli ya da Dersim’deki gibi ‘tenkil’ siyasetiyle, Kürtlerin dilini, kimliğini inkar eden asimilasyon siyasetiyle ve bir tek ‘sopa’yla, aş ve işle bu meselenin üstesinden gelineceğini sandı devletle asker...
40 bin kişi öldü.
Çözüldü mü?
Tek kelimeyle hayır.
Eğer ‘bölücülük’ diyorsanız, bölücülüğü asıl körükleyen, yani Kürtleri bu topraklarda küstüren, askerin damgasını vurduğu devlet politikalarıdır.
Artık kafayı değiştirmek lazım.
Kürtlere el uzatmak, aralarına girip onları anlamaya ve dertlerini hissetmeye çalışmak, kendinizi onların yerine koymaya gayret etmek şart.
Başka türlü anlayamazsınız.
Kürtleri de, sorunu da anlayamazsınız bu güne kadar süregelen tutumunuzla...
Dikenli tellerin, kum torbalarının arkasına ya da fil dişi kulelere çekilerek, yani toplumla her türlü teması keserek ve de toplumsal ve siyasal gerçeklerle hiç bir ilintisi kalmamış, günlük deyişle cılkı çıkmış bir takım ezber ve klişelerle düşünürek bir yere varamazsınız.
Bugüne kadar varamadınız.
Bundan sonra hiç varamazsınız.
Elbette PKK’nın da, DTP’nin de yanlışlar var. Arabayı atın önüne koymaya çalışan gerçekçilikten kopuk yönelişleri var. O saflarda da ‘barış süreci’ni sabote etmek isteyen güçler var.
Ama hakim eğilim barıştan yana, silah ve şiddetten değil. Ben bunu mayıs ayı başında Kandil’de de gördüm, Güneydoğu’daki son beş günlük gezimde de...
Bu yüzden Erdoğan hükümeti eğer Ankara’da gerekli ‘siyasal irade’yi gösterebilirse, Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu barış açılımı devam eder.
Bu bir ‘süreç’tir.
Zaman, sabır ve siyasal kararlılık isteyen bir süreç. Bugünden yarına bu mesele çözülmez. Kolayından zoruna doğru akacak bu sürecin kırılgan olduğunu bilerek yola çıkılması lazım.
Şimdi ne mi yapmalı?
Parmakları tetikten çekerek, dağda silahların sustuğu bir ortamda ‘barış açılımı’na devam etmektir en iyisi...
Beş gün yollardaydık.
Şemdinli çıkışında, Yüksekova’ya doğru kıvrılırken bir kontrol noktasında, hani fidan gibi derler ya, öyle gencecik askerler ile ayaküstü eğlenceli bir sohbet yaparken, “Yazık değil mi bu canlara” diye geçti içimden...
Ve dört çocuğunu dağda kaybetmiş Hayriye Ana’nın barış hasreti çeken o sesi kulağımdan hiç gitmedi gezi boyunca:
“Barışa emanat olun!”
İyi pazarlar!

13 Kasım 2009
"Ata-put!"
Murat Belge

CHP, kendisiyle yarışıyor. Hitap edeceği yer, yaptıklarından sonuç almayı umduğu yer, “kitle isterisi” olduğu için, kendisi ancak “isteri” (hysteria) gibi kelimelerle anlatılabilir bir davranış içinde. Kadrosunda bu üslûbu başarıyla üretebilen değerli elemanlar da var. Böylece, temsil ettikleri her şeyin trajikomik sonunu da ilân ederek, devam edip gidiyorlar.

Değişim, barış umuduyla savaşmak üzere hazırladıkları meclis stratejisi Atatürk'ü de içermek durumunda kaldı. Böylece vatanperverliklerine atamperverlik de ekleme imkânı buldular. Aynı zamanda, “Atatürkçülük” konusunu da gündemin ön sıralarına taşımış oldular. Şu günlerde bakıyorum, birçok yazar, “Atatürk sevgisi böyle mi olmalı?” teması üstüne bir şeyler yazmaya başladı. Bunun arkasının geleceğini sanıyorum, ayrıca gelmesi de iyi olur. Çünkü yılların sorunu bu. “10 Kasım'da Kürt açılımı konuşulur mu?” başlıklı absürd tartışma hiç olmasaydı da, tartışılacak yeterince absürdite zaten vardı.

CHP ta başından beri Atatürk'ün böyle anlaşılmasında, bütün bu akılsız ve zevksiz tapınmada pay sahibiydi. Şimdi de, bunca yıldır onun eğitiminden geçerek değerlendirme yeteneğinden yoksun kalmış kesime başvuruyor, pankartlarıyla, her şeyiyle, orada bir ajitasyon yaratmaya çalışıyor.

Atatürk'ü böyle sevmeyi, onu böyle anlamayı ve böyle sevmeyi tercih eden, Türkiye Cumhuriyeti toplumu değildir. Bunu o icat etmemiştir, bu ona öğretilmiştir. Öğreten kim?

Biz, öğrendiklerimizi tabii öğretmenlerden öğreniriz. Ama böyle, “Ata'mızı nasıl seveceğiz, nasıl anacağız?” türü önemli konular ortaya çıktığında, bunun yolunun öğretmenlere de öğretilmesi gerekir. Bu işin yapılacağı yer tabii Milli Eğitim Bakanlığı'dır, ama Bakanlık da böyle önemli işleri başkalarından öğrenir. 12 Eylül boyunca, Atatürk'ün nasıl sevileceği, nasıl anılacağı, Atatürk'ün ne sevdiği, ne sevmediği, hepimize askerî yönetim tarafından bir kere daha öğretildi. YÖK'ü kurduğu zaman oraya general atamayı unutmayan Türk idarî dehası, bu ritüelleri de hangi kurumlar içinde oluşturacağını bilir elbet.

Şu haliyle Atatürk kimin işine yarıyor? Şimdilerde herkesin sormaya başladığı, “Bu nasıl sevgi? Bu nasıl saygı? Atatürk bir put mudur? İlâh mıdır?” yollu sorulara bir cevap bulmak istiyorsak, herhalde önce bu soruyu sormalıyız: kimin işine yarıyor?

Bir put gibi tapacağımız, yaptığını, yapmadığını, söylediğini, söylemediğini zinhar tartışmayacağımız bir Atatürk var. O bize bazı emirler, direktifler vermiş. Bunların da doğruluğu, yanlışlığı tartışma dışı. Tartışmadan o direktiflere uymamız gerekiyor.

Zaten uyulmadığı zaman, daha doğrusu uyulmadığı iddia edildiği zaman, Silâhlı Kuvvetler darbe yapmış. Ben bu ülkede, “Atatürk ilkelerinden uzaklaşıldığı için” yapılmamış bir darbe bilmiyorum. Yapılan darbelerin hepsinin değişmez gerekçesi ya da gerekçelerinin birinci maddesi, Atatürk ilkelerine ihanet edilmesi.

Bu darbelere uğrayanlar, Atatürk ilkelerine ihanet etmediklerini söylüyorlar. Ama öyle anlaşılıyor ki onların ne söylediği zaten önemli değil. Atatürk ilkelerine neyin uygun, neyin uygunsuz olduğunu bilmek ve buna karar vermek de Silâhlı Kuvvetler'in işi. Onların yetki alanında olan bir şey.

Açıkça söyleyecek olursak, Atatürk, bu ülkede Silâhlı Kuvvetler'in darbe yapmasının meşrutiyet aracı, daha da genel olarak, Silâhlı Kuvvetler'in şu son günlerde ortalığa saçıldığı ve saçılmakta olduğu biçimde varolmasının gerekçesi, haklı çıkarması, onaylayıcısı, vb.

Yani, kimin böyle bir Atatürk istediğinin cevabı bu.

TARAF

Gazeteciden "Sermayenin Paşaları" Kitabı

Süvari dergisi sitesi yazarlarından Gazeteci Rahmi Yıldırım ilk kitabıyla okuyucunun karşısına çıkıyor.

Rahmi Yıldırım, orduya hakaret iddiasıyla Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesinden yargılanıp beraat ettiği davadaki savunmasını “Sermayenin Paşaları” adıyla kitaplaştırdı.

Karınca Yayınları tarafından yayımlanan 318 sayfalık Sermayenin Paşaları, Yıldırım’ın savunmasının yanı sıra gerekçeli beraat kararını ve davanın medyadaki yankılarını, davayla ilgili köşe yazılarını içeriyor.

Kitaplaştırılan savunmada, iddianameye hukuki itirazların ardından Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) ekonomi politiği sorgulanıyor.

“Türkiye’nin Gizli Holdingi”, “Ordu OYAK’la Burjuvalaştı mı?”, “Kolektif Sermayedar Bireysel Proleter” başlıkları altında, ordunun ekonomik ve siyasi yapıdaki yeri çözümleniyor.

“Holding Paşaları” başlıklı bölümde de emekliliklerinden sonra holding yönetim kurullarına giren generaller eleştiriliyor.

İlker Başbuğ’a sorular

Söz konusu dava, Rahmi Yıldırım’ın bir yazısında geçen,

“Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üzerinde tutanları tenzih ederek, şu kadarını söyleyeyim; ‘Atatürk ilke ve inkılâplarının yılmaz savunucusu’ paşalar, aslında sermaye düzeninin koruyucusu, neferleri, aktörleri ve figüranlarıdır.”

sözlerine karşı eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök adına Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un suç duyurusu üzerine açılmıştı. Davada Yıldırım’ın 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması istenmişti.

Kitaplaştırdığı savunmasında Yıldırım, “Holding Paşaları” başlıklı bölümde holding yönetim kurullarına giren generalleri eleştirdikten sonra Orgeneral Başbuğ’a şu soruları yöneltiyor:

“Zatı âliniz de emekliye ayrıldığınızda maaşınızla yetinmeyip, bir holdingte yönetim kurulu üyeliği koltuğuna oturmayı mı düşlüyorsunuz? Askerî bürokrasinin içine nüfuz eden özel sektör, zatı âlinizi de kârlarına ve hatta günahlarına ortak etmenin yöntemlerini aradı mı? Yazdığım yazıyı bu yüzden mi peşin peşin üzerinize alınıp suç duyurusunda bulundunuz?”

“Size yönelik olmayan cümlemi ortasından bölerek, ‘Sermaye düzeninin koruyucusu, neferi, aktörü, figüranı’ sözlerimi üzerinize alarak tahkir ve tezyif olduğunuz hissine kapıldınız da, ‘Söylemeye hatırlatmaya dilim varmıyor, ABD yöneticileri kendilerine ‘our boys’ diyorlar.’ ifadesini neden üzerinize alınmadınız? Bu tutumunuz, “our boys” ifadesinden rencide olmadığınız anlamına mı gelmektedir?”

İhraç Malı Orduya Hayır!

Kitaplaştırılan savunmada daha sonra “Türkiye NATO’da Süper NATO Türkiye’de”, “NATO Paşaları”, “İhraç Ürünü Ordu”, “Taşeron Ordu” başlıkları altında TSK’nin dünyadaki sermaye düzeninin korunmasında da aktif rol üstlendiği öne sürülüyor.

Bu bölümde darbe dönemlerinde gerçekleştirilen tasfiyelerle NATO yanlısı kadroların önünün açıldığı öne sürülüyor ve uluslararası para spekülatörü Georges Soros’un “Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur” sözlerine dikkat çekiliyor.

Sermayenin Paşaları, “İhraç Malı Orduya Hayır”, “Düşünce Özgürlüğü”, “Basın Özgürlüğü” bölümleriyle devam ediyor.

Kitabın “Sonuç ve İstem” bölümünde darbeci generallerin yargılanması isteniyor.

Kitapta, gerekçeli beraat kararının ardından davanın medyadaki yankılarından bir seçkiye de yer veriliyor.

Kaynak: Süvari Dergi

AHMET HAKAN
GATA ile cami arasındaki farklar

ANTALYA Büyükşehir Belediye Başkanı CHP'li Prof. Mustafa Akaydın şöyle demiş:

"Camiye ayakkabı ile giriliyor mu ki GATA'ya türbanla girilsin?"

Söyleyin şimdi hangisine yanalım?

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un bile sahip çıkmadığı uygulamaya bir CHP'linin sahip çıkmasına mı?

Yoksa...

Üniversite profesörü bir belediye başkanının "mantık" dersinden çakmasına mı?

Ya da...

Hiçbirine yanmayıp "GATA" ile "cami" arasındaki farkları anlatmaya mı çalışmalıyız?

Hadi bakalım...

"Gayret bizden / başarı Allah'tan"...

* * *

GATA: Kul yapısıdır...

CAMİ: İlahi yapı...

GATA: Burada "Hop! Hemşerim giremezsin" diyene, "Niye ki birader" diye çıkışılır...

CAMİ: Burada kural koyucuya çıkışmaya kalkarsan akıl sağlığından kuşku duyulur...

GATA: Buraya her dinden, her renkten, her sınıftan insan "vatandaş" kimliği ile girer...

CAMİ: Buraya her dinden, her renkten, her sınıftan insan, "kurala uyarak" girer...

GATA: Hastaya kimlik sorulmaz...

CAMİ: Mümine kıyafet sorulur...

GATA: Kuralları kullar koyar...

CAMİ: Kuralları yaratıcı koyar...

GATA:Bu kurum ile "inanç" arasında hiçbir bağlantı yoktur.

CAMİ: Bu kurum baştan sona "inanç" ile ilgilidir...

GATA: Hasta ziyaretine gelen bir insanın giysisine karışılmasının mantığı yoktur.

CAMİ: Ayakkabıyla girersen halıları kirletirsin...

GATA: Mabet değil hastanedir.

CAMİ: Devlet kurumu değil mabettir...

* * *
Son söz:

Eğer "ayakkabı" ile "başörtüsü" arasında hiçbir fark gözetmezsen sittin sene iktidara gelemezsin...
Hürriyet

07 Mart 2010
Türker Büyükanıt'a Hesap Sordu
DSP Genel Başkanı Masum Türker, esas darbenin DSP'ye karşı yapıldığını belirterek, ''Yaşar Büyükanıt, hesap versin." dedi.

[img]http://69.175.58.202/images/news/122530.jpg [/img]

DSP Genel Başkanı Masum Türker, esas darbenin DSP'ye karşı yapıldığını belirterek, ''Yaşar Büyükanıt, hesap versin. Neden Kemal Derviş'le birlikte İsmail Cem'i ikna edip DSP'den ayırmak istemiştir'' dedi.

Türker, partisinin il kongresine katılmak için geldiği kentte Osmaniye Gazeteciler Cemiyeti'ni (OGC) ziyaret etti. Türker, OGC'de, gazetecilerin sorularını yanıtladı. Türker, ''Balyoz darbesinin 57. Hükümete karşı yapıldığını'' savunarak, şöyle konuştu:

''Çünkü o zamanki yaklaşım Bülent Ecevit'siz, MHP'siz bir hükümet istedi. O zaman sadece bunlar ABD'nin Irak'a çıkartma, hareket yapmasına 'hayır' dediler. Bu 'Balyoz' planı askerler tarafından hazırlanmış bir plan değil. 3 parçalı bir plandır. Planın birincisi kendine göre CHP'nin parlamento dışında kalmasını hazmedemeyen, CHP'yi tekrar parlamentoya sokmaya çalışanlardı. İkinci grup, o zaman 'Cuma zinciri' yapanlardı. Türban sorunu çözülmemesine rağmen, AK Parti iktidarı seçildikten sonra 8 yıldır 'Cuma zinciri' olmadı. O programı hazırlayan, AK Parti iktidarını güçlendirmeye çalışan, kendi içindeki veya destekçisi güçlerdi.

Üçüncüsü ise o zaman Bülent Ecevit ABD'ye 'hayır' deyince, bu konuda Devlet Bahçeli'de destek verince, Ecevit'siz, MHP'siz bir iktidar isteyenlerin, sivil darbe hazırlayanların planıdır. O darbe amacına ulaştı. DSP ve MHP parlamento dışında kaldı. Onun yerine AK Parti beklenilmeyen bir güçle iktidar oldu, ana muhalefet CHP oldu. Biz bu 'balyoz' darbesini DSP'liler olarak, Ergenekon kapsamında değil, 57. hükümete yapılan darbe kapsamında araştırılmasını talep ediyoruz.

O tarihte bu işleri yapanların kayıtları duruyor, incelensin. Kim kimle gece yarısı ne konuşmuş. Yaşar Büyükanıt hesap versin. Büyükanıt ile Kemal Derviş, İsmail Cem'i ikna edip neden DSP'den ayırmak istemiş. Esas darbe bizlere karşı yapılmıştır. Hak yerini bulsun, bununla ilgili bir çalışma yapılmasını istiyoruz.''
aktifhaber

Hainlerle içtiğiniz viskileri unuttunuz mu paşam?
03 Mayıs 2010
Ahmet TAKAN
ahmettakan@avazturk.com

Yurdun dört bir yanından her ocağa kor alevler düşmeye başlayınca, sıra sıra al bayrağa sarılı şehit cenazeleri gelince Genelkurmay Başkanımız sayın İlker Başbuğ kükremiş:

“Mütareke basını dahi bu kadar hain değildi”

Öyle sert mesajlar vermiş ki sanırsınız bu sefer terör belasını kökünden kazıyacak. Ama paşamın demecini okuyunca zannediyorsunuz ki ;“hain medya mensupları almış silahı eline basmış sınır karakollarımızı!”

Mazeret bulma ve yaratma değil de icraat koltuğunda oturan hem de TSK'nın komutanı olan İlker Paşa tamamen basına cevap vermiş,basının iddialarını çürütüp onlara hakaret ederek yanan kalplere su dökeceğini zannetmiş.

Şimdi, sayın paşam o “hain” ilan ettiğiniz basının mensupları uzaydan gelmedi. Hepsi farklı görevlerde farklı medya organlarında bir zamanlar sizlerle ballım güllüm idiler.O isimler-hele bazıları var ki tüm karanlık geçmişlerine rağmen- sizin (yalnızca şahsınızı kastetmiyorum) neredeyse kankanızdı…

Bundan seneler öncesini hatırlayın; şu 28 Şubat sürecine, hatta daha da gerilere gidin.Özel odalarda,yemeklerde,salonlarda buluştuğunuz günlere gidin.Viskilerinizi yudumlayıp ülke üzerinde ahkam keserken ,onlarda ne kadar kuzu kuzu dinliyorlar,siz şak diye emrediyor onlarda tak diye yazıyorlardı.Hem de ne yazılar;

Üst perdeden “laiklik elden gidiyor”, “kahrolsun şeriat”, “yobazlar” vs...vs...Birde en derin siyasi konuları konuştuğunuz zaman size öyle sadıktılar ki gazetelerine bir asker şapkası koyup isminizi vermeden “asker diyor ki” başlığını atıp ülkeye ne biçim korku salarlardı değil mi?

Ha !

O sizden akreditasyon alma rekabetleri. Medyada askerin en güvendiği ve en yakın olma gazetecisi avantajları. Gazete patronları ile yaptığınız görüşmeler ve terfi ettirdiğiniz gazeteciler...
Siyasilere çeşitli vesileler için gönderdiğiniz elçi gazeteciler. Birçoğunu nasıl kullanacağınızı çok iyi bilirdiniz.Kim nerde hangi ihaleleri takip eder hangi terör örgütü ile geçmişte nasıl bir bağlantısı var,hangi yabancı servisler tarafından kullanılırlar,kimlerin hesaplarına nerelerden ne kadar para yatar?

Ha!..

Paşam ne güzel günlerdi değil mi o günler? Uslu çocuklar gibi her denileni yaparlardı.Çekerler viskilerini sizin kızacağınızı tahmin ettiklerini sandıkları soruları bile soramazlardı.Viski kardeşliği böyle birşeydi işte!...

Şimdi ne oldu?

Patron değişti.

Ey!.. Paşam veya paşalarım ben bu ülkede yaklaşık 25 senedir gazetecilik yapan bir fani olarak,Türkiye’de bir tek kökü yerli olan medya organı olmadığını biliyorum da siz mi bilmiyorsunuz?

O hain ilan ettiğiniz gazeteler AB fonları ve CIA ödenekleri ile kurulduğunda aklınız neredeydi?Bu mütareke basınından daha da hain olan basın Türkiye’de cirit atacağını, neye hizmet edeceğini çocuklar bile bilirken siz bu işe laikliğin elden gitmesi kadarda mı kafa yoramadınız? O sıralar çok mu meşguldünüz? Düşman bir ülke ile savaşıyordunuz da bizim mi haberimiz olmadı?

Eşeğini dövemeyen semerini döver misali. Sıkıysa bu hainliği yapanlara değil de yaptıranlara günün bir göstersenize? Bunlar bugün onların,yarın başkalarının başka bir günde başka birilerinin kiralık kalemleri oluverirler.

Söylediklerinizin altında da kalmadılar.Sizi “esas hain” ilan ettiler.Benim çok içim yandı,çok gururuma dokundu.Sizi bilmem!..

Devam edelim...

Habur’dan PKK'lı teröristler güle oynaya girerken aklınız neredeydi. EMASYA kaldırılırken, açılım maçılım yapılırken süt dökmüş kedi gibiydiniz.

Bu milletin vergileri ile en iyi okullara okudunuz kurmay oldunuz.En iyi şartlarda yaşıyorsunuz. Bunlarda gözümüz yok Peygamber ocağımıza daha da iyileri yakışır.”Başörtülü” diye ordu evlerine almadığınız o eli hamurlu şehit analarımız yine küsmezler ellerinde avuçlarında canlarında bağırlarında ne varsa sizin için feda ederler.

Amaaa..

Siz hala tetiği çekenler yerine çektirenlerle baş edemiyorsanız.Hala paslaşa paslaşa kayıkçı kavgası yapıp bu milleti avutmaya çalışıyorsanız şefkatli bir ana tokadı yiyeceğiniz günler çok yakındır.Aynen annelerin kötü yoldaki çocuklarını adam ettiği gibi bu millet sizi de adam eder haberiniz olsun.

Bir daha hatırlatayım isterseniz. Biz Türkler ne deriz?

Besle kargayı oysun...........

Avaztürk

25 Mayıs 2010
Askeri Okulda Namaz Sorgusu

Hakan Yalman, 'irticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle' TSK'yla ilişkisi kesilen yüzlerce isimden biri. İşte Yalman'ın yaşadıkları...

Hakan Yalman, 'irticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle' TSK'yla ilişkisi kesilen yüzlerce isimden biri. Deniz Harp Okulu'ndan mezun olmasına 3 ay kala ordudan atılmış. İki yıl sonra Çapa Tıp Fakültesi'ni kazanan Yalman, şimdi özel bir hastanede çalışıyor. Yalman, o gün kendisini sorgulayanların, Karargâh Evleri hücre yapılanmasında yer aldığını öğrendiğini söylüyor.

Her yıl Yüksek Askerî Şûra kararlarıyla onlarca subay 'irticai faaliyette bulundukları' gerekçesi


En son Ekim tarafından Sal May 25, 2010 10:42 pm tarihinde değiştirildi, toplam 10 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Eyl 02, 2009 9:46 pm    Mesaj konusu: Psikolojik Harekat Siteleri Alıntıyla Cevap Gönder

16 Ekim 2009
Türk Ordusu İslamlaşıyor!

Türkiye ile İsrail arasındaki gerginlik sonrası buda oldu. İsrail'in bilinen çok profosyonel pisikolojik harekat haberleri yerini kaba komplo habere bıraktı....
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerdeki kriz sürerken İsrail’in eski İstanbul Başkonsolosu Moti Amihai, Türkiye’nin son dönemde bir “politika değişikliği”ni yaptığını, bunun arkasında da “Ordunun giderek İslamlaşması, Suriye ile ilişkilerin güçlendirilmesi ve azalan AB üyelik şansına ilişkin kaygıların bulunduğunu” iddia etti.

Moti Amihai, Kudüs’teki İsrail Dışişleri Bakanlığı’nda İsrail ile İngiliz heyetleri arasında yapılan bir strateji toplantısında Türkiye ile yaşanan sorunlarını değerlendirirken Ankara’nın son dönemde bir “politika değişikliği”ni yaptığı öne sürerek bu “değişiklik”in arsasında “Ordunun giderek İslamlaşması, Suriye ile ilişkilerin güçlendirilmesi ve azalan AB üyelik şansına ilişkin kaygıların bulunduğunu” iddia etti.

Amihai’nin değerlenirmesini internet sitesinde aktaran Yedioth gazetesinin söz konusu toplantı ile ilgili şu savlara yer verdi:“Toplantıda Türkiye’nin çizgisi için sunulan diğer bir izah, şimdiye kadar dengeleyici bir kurum olan ordunun üst düzey görevlerinin, giderek artan bir biçimde dindar Müslümanlarla doldurulmasıdır.Amihai, büyüyen İslamlaşma eğilimi ve Suriye ile derinleşen bağların, Erdoğan hükümetinin, Türklerin, İsrail, Filistinli ve Suriyeliler arasında arabuluculuk yapamayacağı hissiyatının sonucu olduğunu da söyledi.”Haberde son günlerde ikili ilişkilerde “ciddi bir tırmanma”nın yaşandığı vurgulanırken bu çerçevede İsrail’in katılması öngörülen “Anadolu Tatbikatı”nın iptaline ile TRT1’de yayımlanan “Ayrılık” dizisine protesto amacıyla İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın Türk Büyükelçiliği Maslahatgüzarını Bakanlığa çağırmasına
dikkat çekti.
aktifhaber

Prof. Nevzat TARHAN
Haber 7
TSK gücünü nereden almalıydı?
07 09 2009
Bugün TSK’da ‘Komuta zafiyeti’ oluştuğu sonucuna götüren gerekçeleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Şuna açıklıkla belirtmeliyim, Genelkurmayın hatalarını söylemekten hiç hoşlanmıyorum ve mutlu değilim. Ama ülkemi ve gerçekleri daha çok önemsiyorum ve kendimi sorumlu hissediyorum.

Eşikaltı önyargıların öne çıkması

İletişim Psikolojisinde bilinç dışı öne çıkarma veya eşik altı önyargı (Subliminal Priming) tanımı vardır. Bazı olaylar vardır ki kişi farkında olmadan önyargılarını açığa çıkarır.

Bilindiği gibi Genelkurmay Başkanlığı halkla ilişkiler ve imaj çalışması yapmak zorunda kaldı. Cumhuriyet tarihinin en ihtişamlı 30 Ağustos törenine ve Bilbord’lar da reklamlara maruz kaldık. “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye”. Tıpkı 1930’ların Avrupasının gövde gösterileri gibi.

Neden gücü göstermeye ihtiyaç hissetti?

Çünkü toplum nezdinde TSK’nın itibarı hızla inişe geçti. Askeri okullara başvuru tarihte görülmemiş bir oranda düştü. Deniz Kuvvetleri Komutanı Metin Ataç’ın emekli olmadan önce söylediği Deniz Lisesinde kontenjanı dolduramıyoruz sözü basına yansıdı. 100’ün üzerinde Tabip Subay kıtada firarda. GATA Tıp Fakültesinin puanı Hemşirelik Yüksek Okulu puanının altında. Harp Okullarına başvuran öğrenci profili hayal kırıklığı oluşturuyor.

Özetle TSK’ya olan ilgi zayıflamıştı

Ayrıca Ergenekon davası ile ilgili açık net bir duruş gösteremediği gibi yalan yanlış ve bilgi saklayan açıklamalar ve uygulamalar yapıldı. Bir kaç örnek vermek gerekirse;

1- Son yalan örneği Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu hakkında Adalet Bakanlığına verilen suç duyurusu gerekçesinde “TSK’da Kara Propaganda diye bir uygulama yoktur” yazılmasıdır. Harp Akademileri Kütüphanesinde Piyade Albay Sırrı Türkoğlu imzalı Genelkurmay basımevi 1969 tarihli “Psikolojik Harp Harekatının Yürütülmesi” isimli kitabın 23. sayfası 6. madde, Gizli (Kara=Siyah) Propaganda yazılı kitap maalesef Genelkurmayı yalanlıyor.

2- İrtica eylem planı belgesi olayında günlerce suskun kalan, imza çelişkilerini açıklamayan, arşivlerini terör savcılarına açmayan belgeyi hazırlayan ve bu skandalı ortaya çıkan Albay Çiçek’i Genelkurmay Başkanı ile aynı koridorda çalıştıran Genelkurmay bilgi saklamaktadır.

3- Askerlerin eline pimi çekilmiş bomba veren teğmen olayı bir kaza olabilir ama olayı örtbas etmek için valiliğe yanlış bilgi veren Kolordu Komutanlığının özür dileyerek güven oluşturmak yerine fotokopiciye Jandarma gönderek sıradışı işler yapması.

4- Komutanlarına suikast planları yapan teğmenler olayının tesadüfen ortaya çıkması ve Genelkurmayın iç temizlik yapma çabasına girmemesi.

5- Poyrazköy ve Ankara Zir vadisine silah saklanmasında sorumluluktan kaçan tutum ve söylemler

6- Çukurca’da, Dağlıca’da ses kayıtları ortaya çıkan generaller konusunda toplumu bilgilendirme yapılmaması.

Dogmatik ikon olarak kravat

7- En son yaşanan çifte standart 30 Ağustos Zafer kokteyline 37,5 yıl ile darbecilikten yargılanan Ferda Paksüt davet edilip Başbakan’ın eşinin davet edilmemesiydi. Başbakan için ne sabırlı adammış dememiz gerekir.

Aynı toplantıya kocaman Atatürk resimli kravatla gelen Sayın Osman Paksüt diğer yakasına nazar boncuğu taksa iyi yakışırdı. Nasılsa ikisi de dogmatik bağlılık ve sığınma sembolü olarak kullanılmış ve çok rahatlatıcıdır. Aslında büyük Atatürk gibi pozitivist bir liderin dogma haline getirilmesi ironik bir durumdur.

Toplumun gerçeklerini idrak edememe

‘Subliminal Priming’ yani eşikaltı önyargılar olarak Genelkurmay Karargahının ‘özgüven eksikliği içinde olduğu, toplumu küçümsediği veya savunma yalanları söylediği’ sonucunu çıkarabiliriz. Abartılı güç göstergesi hep özgüven eksikliğinin ifadesidir. Bilgi saklaması toplumu küçük görmenin ifadesidir. Savunma yalanları suçluluk duygusunun ifadesidir.

Kurtuluş Savaşında ve Çanakkale’de TSK gücünü Mustafa Kemal’in ‘Halkın ancak şehitlik inancı ile savaşabileceği gerçeğini’ idrak etmesinden almıştı. Bunun için “Ya istiklal ya ölüm, ben size ölmeyi emrediyorum” demişti.

Genelkurmay konsept subaylarından artık halkın gerçeklerini idrak etmelerini beklememiz hakkımızdır. Bölünme ve irtica korkusu ile bu halkı yönetmekten vazgeçme zamanı geldi ve geçti bile...

Prof. Dr. Nevzat Tarhan - Haber 7
ntarhan@gmail.com

Psikolojik Harekat Siteleri
02 Eylül 2009
Genelkurmay, psikolojik harekatta kullanmak içni 47 internet sitesi tespit etmiş. İşte psikolojik harekatın parçası 47 internet sitesi...



Genelkurmay başkanlığı, Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu'nun Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinden yargılanması için savcılığa suç duyurusunda bulundu.

Başkanlığın mahkemeye gönderdiği bilirkişi raporlarında 'kara propaganda' kavramının askeri terminolojide kullanılmadığı savunuluyor. Oysa askeri personele yönelik Bilgi ve Bilinçlendirme Faaliyetleri (BBF) kapsamında verilen Psikolojik Savaş brifinglerinde bu kavram yer alıyor. Kara Propaganda askeri yazışmalarda zaman zaman 'sinsi' ve 'siyah propaganda' olarak da geçiyor. Hem de açılımında, sahte delil üretilmesi detayıyla birlikte... Genelkurmay Başkanlığı, Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu'nun Türk Ceza Kanunu 301. maddeden yargılanması için savcılığa suç duyurusunda bulundu. Eğer Adalet Bakanlığı izin verirse Baransu "devletin silahlı kuvvetlerini tahkir ve tezyiften yargılanacak. Şimşekleri üzerine çeken Baransu herhangi bir muhabir değil; geçtiğimiz aylar boyunca kamuoyunun uzun uzadıya tartıştığı "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı" manşetini hazırlayan gazeteci.

Genelkurmay yayınlanan belgenin sahte olduğunu iddia ediyor.

Genelkurmay'ın sıraladığı argümanlar arasında en önemlisi Silahlı Kuvvetler literatüründe kullanılmayan bazı kavramların belgede yer alması. Bunlar arasında "Kara Propaganda" özellikle dikkat çekiyor. Genelkurmay Başkanlığı'nın mahkemeye gönderdiği bilirkişi raporları arasında böyle bir kavramın askeri literatürde olmadığı savunuluyor. Oysa yine Genelkurmay Başkanlığı'nın hazırladığı Bilgi ve Bilinçlendirme Faaliyetleri (BBF) dokümanında "Kara Propaganda" ayrıntısıyla anlatılıyor. Bu çerçevede yapılması gerekenler arasında sahte belge ve delil üretmek de bulunuyor. İşte Genelkurmay belgelerine göre Psikolojik Harp ve Kara Propaganda...

Dosta düşmana karşı

Türk Silahlı Kuvvetleri, psikolojik harbi "bir devletin veya devletler grubunun diğer devlet veya devletler grubu üzerinde milli menfaatlerini tahakkuk ettirmek üzere, o ülkede veya başka ülkelerde seçtiği hedef kitlelerin (ki bunlar; dost, düşman, tarafsız olabilir) duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını, kendi amaçları doğrultusunda değiştirmek maksadıyla, siyasi, askeri, ekonomik, sosyolojik, ideolojik ve teknolojik alanda yapılan faaliyetlerin tümüne denir" diyerek uzun uzadıya tanımlıyor. Psikolojik harbin devletin ilgili bütün kurum ve kuruluşlarınca uygulanacağını anlatıyor.

Bu kurum ve kuruluşlar arasında TSK'ya düşen görev ise "Psikolojik Harekât". Burada da Mustafa Kemal Atatürk ve Çinli savaş stratejileri ustası Sun Tzu'dan alıntılar yapılarak Psikolojik Harekâtın savaştaki yerine dikkat çekiliyor: "Psikolojik harekât, hedef kitlelerin davranışlarını belirleyen, duygularını, güdülerini etkilemek üzere, seçilmiş bilgilerin planlı olarak ilgili hedef kitlelere iletilmesidir." Burada asıl görevin psikolojik harekâtı yürüten komutanda olduğunun altı çizilmiş.

Psikolojik harekât sadece düşmana karşı yapılmıyor. Dokümana göre hedefte "dost" ve "tarafsız" kesimler de var. Bunda da amaç dost kuvvetlerin dayanıklılığının arttırılmasıymış; "Psikolojik harekâtın amacı, düşmanın savaşma azim ve iradesini zayıflatmak, dostun moralini ve azmini güçlendirmek, tarafsızlığın desteğini sağlamaktır."

Psikolojik harekâtın en önemli ayağını ise "Propaganda" oluşturuyor. Bu kavramı sınıflandıran Genelkurmay Başkanlığı'na göre propaganda "seviyesine, konusuna, metoduna, hedef topluma, amacına ve kaynağına göre" olmak üzere altı ana başlığa ayrılıyor. Her ana başlık da kendi içinde bölümleniyor. Bizi ilgilendiren bölüm ise "Kaynağına göre propaganda" başlığında inceleniyor.

Kaynağına göre propaganda kendi içinde beyaz, gri ve kara propaganda olmak üzere üçe ayrılıyor. Kara propaganda dokümanda zaman zaman "sinsi" veya "siyah" propaganda olarak da geçiyor. Burada bilgi kaynağının daima gizli olması gerekiyor; "Gerçek kaynak daima gizlidir. Haber başka kaynaktan çıkıyormuş gibi gösterilmek suretiyle yapılır. Kaynağı gizlemek ve herhangi bir kaynağın olabileceği inancını yaymak için her türlü yola başvurulur. Burada kaynak ne kadar gizli olursa o kadar başarı sağlanmış demektir. Yalan, iftira, sahte delillere başvurulur. Kaynak faktörüne güre yapılan tasnifle, propaganda konusunun 'doğru' veya 'yalan' olmasının önemi yoktur." Konuyla İlgili hazırlanan power-point sunumda da sahte delillere vurgu yapılıyor.

47 site hazırlanmış

Psikolojik Harp'in devletin tüm organları tarafından uygulandığını yazmıştık. Psikolojik Harekât'ı yürüten birim ise Silahlı Kuvvetlerdi. Ancak Silahlı Kuvvetler Topyekûn Psikolojik Harp'e katılacak kurum ve kuruluları da belirliyor. Psikolojik savaşta Genelkurmay Başkanlığı'nın yanı sıra içişleri, Dışişleri, Milli Eğitim, Kültür ve Turizm Bakanlığı, YÖK Başkanlığı, Atatürk Kültür. Dil ve Tarih Yüksek Kurulları Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, MİT Müsteşarlığı. Dış Ticaret Müsteşarlığı, Hazine Müsteşarlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, TRT Genel Müdürlüğü, Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü görev alıyor, ihtiyaç duyulduğunda diğer bakanlıklar da psikolojik savaş ve psikolojik harekâta katılıyor.

Bir de böylesi bir durumda yararlanılacak internet sitelerinin listesi verilmiş dokümanda. 47 site arasında Atatürkçü Düşünce Derneği'nin resmî internet sitesi, ABD'de faaliyet gösteren ATA-A"nın resmi web adresi, İstanbul Teknik Üniversitesi'nden yayın yapan Aydınlanma 1923 gibi site İsimleri var. Ama asıl İlgi çekici olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bir arada anılamayacak isimlerle ilgili site tavsiyelerinin yer alması. Bunlar arasında Fethullah Gülen ve Cüppeli Ahmet Hoca adına açılmış siteler de bulunuyor. Gülen'e özel önem verildiği belli. Çünkü Fethullah Gülen'le ilgili iki site tavsiye edilmiş; www.geocities.com/fethul-lahgercegi, www.fethullah.has.it. 2002 yılında öldürülen akademisyen ve yazar Necip Hablemitoğ-lu'nun sitesi de psikolojik savaşta kullanılacak siteler arasında yer alıyor. Yazar Cengiz Özakıncı ile Otopsi Yayınları'nın web adresleri de göz önünde bulundurulması gereken siteler arasında. Konferans hazırlayıcılarına internetin aktif olarak kullanılması talimatı da verilmiş.

Psikolojik Savaş kapsamında Silahlı Kuvvetler personelinin sürekli bilgilendirilmesi gerekiyormuş. Bunun için de Bilgilendirme ve Bilinçlendirme Faaliyetleri (BBF) yapılıyor. Bu faaliyetlerle personel arasında psikolojik harekât bilgi ve bilincini geliştirmek, psikolojik harekâtın önemini kavramış personel sayısını artırmak amacı güdülüyormuş.

Şayet Adalet Bakanlığı Mehmet Baransu için 301'ocî maddeden yargılama izni verirse Kara Propaganda benzeri pek çok konu tartışmaya açılacak.

Psikolojik harekâtta kullanmak için Genelkurmay Başkanlığı 47 internet sitesi tespit etmiş. Bu siteler içinde legal dernek ve vakıfların internet siteleri de var. Bunun yanı sıra yazar Cengiz Özakıncı, Otopsi Yayınları ve öldürülen Necip Hablemitoğlu'nun adına kurdurulan internet siteleri de psikolojik harekâtın parçası.

Kaynak: Aktüel

Umur Talu
Gazete Habertürk
Tam 12 Eylül Sonrası
13 Eylül 2009

TAM 12 Eylül sonrası gazeteciliğe başlamıştım. Yine tam öyle! Aradaki küçük fark
29 yıl. Yuvarla... 30. Biz yaşlanıyoruz... Evren de yaşıyor.
Yaşını büyütüp astıkları çocuğun beş katı ömür mü ne!
Biz hâlâ yaşıyoruz, Evren çok yaşıyor ama ölen çok çok oldu. Unutuldu. Ecel, erken ya da geç, sıralı ya da sırasız, malum. İnsanın bir eceli, bir de infazcının eli var; silah olmuş, bomba olmuş, suikast, cinayet, sabotaj, kundak, katliam, idam,
infaz olmuş.
Tabii çok şey gelişti, değişti; çok güzel hareketler de oldu cennet ülkemde.
Yine de...

Memleketim hâlâ 12 Eylül ketenperesinde...
Ve sadece güğümleri değil, 12 Eylül düğümleri de “kalaylı”.
Darbeye teşebbüs zanlısını yargılamaya teşebbüs edebilmek gibi demokratikleşme neyin bir terakki var canım...
Lakin bizatihi olmuş bitmiş bir darbenin ne önü ne sonu, ne müsebbibi ne sahibi, hemen hiçbir şeyi yargılanamamış...
Sorun şu ki, 12 Eylül sonrasından beri hemen her siyasi hareket de esasta
12 Eylül’ün bir parçası.
Hem siyasi kadroları, hem de en azından belli bir yaş üstündeki siyasi tabanı, seçmen kitlesi ile 12 Eylül’le büyük ölçüde mutabık, müttefik düşmüş;
darbecinin darbeciyi koruyan
Anayasa’sına oy ve imza atmış...
Şimdi demokratikleşme deyu kıvranırken dahi, ülkeyi hak ve özgürlüklerden men eden devrin ve hukukunun işbirlikçisi, yatakçısı, yaltakçısı çıkmış...
Çoğunluk 28 Şubatçı, 27 Nisancı... Daha gerilerde 27 Mayısçı filan olmamış belki; ama büyük çoğunluk, tescilli biçimde 12 Eylülcü olmuş.
Ve işin kötüsü... Gladio, kontrgerilla, özel harp, Susurluk, Ergenekon tarihinde kilit kavşak 12 Eylül...
Bunlardan şimdi yakınanların, geçmişte bunların bir parçası oldukları sistemin kod adı da 12 Eylül!
12 Eylül, milletin en büyük ortak günahlarından biri. Milliyetçi olmakla da, muhafazakâr olmakla da, cumhuriyetçi, ulusalcı, demokrat, sosyal demokrat, liberal olmakla da sıyrılamıyorsun.
Bir şey diyeyim mi:
PKK da 12 Eylül’ün Diyarbakır Cezaevi’nde simgeleşen günahlarıyla
palazlandı...
Türkiye’nin allı, yeşilli burjuvazisinin serbest piyasası da.
Kızıyorlar yahut zerre kadar bağlantı kurmuyorlar ama...
24 Ocak kararlarının “Cumhuriyetçi, Atatürkçü, bağımsızlıkçı, ayetçi, işkenceci, kontrgerillacı, Gladiocu” emir komuta düzeni içindeki askeri bekçisi 12 Eylül olmasaydı, Özal da yoktu...
O yüzden, misal, Özal’a ve temsil ettiği çok şeye tapıp 12 Eylül’e küfür etmek de kolay değil!.. Tersi zaten hiç kolay değil.

29 yıl geçiveriyor, 12 Eylül sonrası yazı yine yeniden başlıyor... Lakin; ruhunuzu,
vicdanınızı, kadim acılarınızı, ülkenizin kanayan yaralarını o büyük darbe
travmasından, o suç ortaklığından çekip çıkartmak kolay olmuyor.
Büyük utançlarınızla hesaplaşamayınca, ayıplar peşinizi bırakmıyor.
Madem öyle...
Ayıpların peşinde olalım burada da.
Merhaba!

SUÇ VE CEZA

EN azından 15 yıldır, iktidarlar ile medyanın “pornografik ilişki”ye gömüldüklerini bir biçimde söylemeye gayret ettim.
İyiler, hoşlar, birbirlerini seviyorlar zannediliyor...
Esasında sado mazoşist bir şey olduğu (zor) anlaşılıyor.
Bugün iktidar baskısından yakınan cemaatin önde gelen aktörleri, darbeci ya
da demokratik, her iktidarla oynaşmayı marifet sayanlardan oluştu...
İlişki ve ganimeti asla ayıp sayılmadı; ilişikte milyar dolar baskılı günah,
sehpadaki ip gibi boyna dolanana kadar.
Geçmişte onların iktidar ilişkilerini ayıplayanların, şimdi “kendi iktidarları”nın tadını çıkarmaları, iktidar yanaşmasında günahkâr taşlamaları da ibretlik!

ASIL TEPEMİZ ÇÜRÜK

ONCA insan felakete kurban gittiğinde standart iktidar cevabı hazır:
Takdiri ilahi.
Sanmayın ki sadece bu iktidar böyle sallar.
Büyük depremde Cumhurbaşkanı Demirel ne demişti:
“Altımız çürük bizim.”
O gün Dipsiz Kuyu’da anında (epeyce dilde dünyayı dolaşmış) şu yazı çıktı:
“Asıl tepemiz çürük bizim!”
Bugün de öyle... Şehitlerin misli mislini toprağa, suya, yollara, enkaza,
çamura gömüp de hiçbir şey olmamış gibi yapabilen ülkem benim!
Bir iktidar lafı da şöyle:
“Amerika’da bile...”
Canım suya bakanım benim; haklısınız, tamamen öyle. Orada da sistem aynı! Yoksullar, itilenler, afetlere karşı harcanması gereken kamu kaynakları silaha ve şirket, siyaset rantlarına gömülenler, aynen böyle... Ölüyor işte!
Asıl tepemiz çürük!

27 Ekim 2009
GENELKURMAY'DAN YENİ BELGE
Korgeneral Taşdeler tarafından hazırlanan belgede skandal değerlendirmeler...

'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı' belgesinin orijinalini Ergenekon savcısına gönderen subayın, ihbar mektubuyla birlikte yeni belgeler gönderdiği ortaya çıktı.

Genelkurmay Başkanı'nın emriyle Korg. Nusret Taşdeler tarafından hazırlandığı iddia edilen belgede ilginç değerlendirmeler var.

Genelkurmay Başkanı emriyle hazırlandığı belirtilen Korgeneral Nusret Taşdeler'in adının yer aldığı 'gizli' belgede '22 Temmuz seçimleri Türkiye'nin ılımlı İslam'a dönüştürülmesi gayretleri bakımından bir milat' olarak nitelenirken 'AKP ve yandaşları fütursuz davranabilir' deniliyor

AKP hükümetini yıkmak için hazırlandığı belirtilen ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın orijinal belgesiyle birlikte Ergenekon savcılarına gönderilen eklerde yer alan ‘Bilgi Destek Planı’ da ortaya çıktı. Korgeneral Nusret Taşdeler’in adını taşıyan Eylül 2007 tarihli beş sayfalık belgede 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası Türkiye’nin durumuyla ilgili tespitler ve değerlendirmeler yer alıyor.
Son sayfasında ‘Genelkurmay Başkanı’nın emriyle’ ibaresi bulunan belgede, 22 Temmuz seçimlerinin ‘Türkiye’nin ılımlı İslam’a dönüştürülmesi gayretleri bakımından milat olduğu’ öne sürülürken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) duyulan güvenin de azaldığı vurgulanıyor. Ergenekon savcılarında olan belgenin tam metni şöyle:
Genel Durum:

a. İSLAMİ GELİŞMELER:
1) Seçimler sonunda milliyetçilik söylemleri ve politikalarının darbe aldığını kabul etmek gerekmektedir. Seçim sonuçları ılımlı İslam’ın bir zaferi olarak kabul görmektedir. Batının İslam karşıtlığının bu kadar yaygın olduğu bir dönemde, İslamist-İslamcı olarak niteledikleri bir hükümeti bu derece desteklemeleri özellikle dikkat çekicidir.

2) Batı tarafından radikal İslam ile mücadele vasıtası ılımlı İslam olarak seçilmiştir. Bu amaçla, özellikle ABD basın yayın organlarında Müslüman Kardeşler ve Hizbul Tahrir’in terörist olmadıkları hatta Vahabiler’in bile eskisi kadar şiddet uygulamadıkları yolunda yazılar yayımlanmakta, bu şekilde, terör örgütleri dahi ılımlı İslam saflarına çekilmeye çalışılmaktadır.

3) The Economist dergisi; yıllar boyu İslam’ı dışarıda tutan Türkiye’nin 10 yıldan fazla bir denemeden sonra, İslam’ın uysallaşmış bir şeklinin dönüşüne izin vererek, AKP gibi ılımlı bir partinin yükselmesine müsaade ettiğini ve demokrasisini güçlendirdiğini savunmakta ve İslam dünyasının bu durumdan ders çıkarmasını ve örnek almasını tavsiye etmektedir. Benzer tavsiyeler özellikle İslam dünyasındaki basın ve yayın organlarında da yer almaktadır.

4) Tepkiler, bu tavsiyenin tutulduğunu göstermektedir. Çeşitli yazar ve basın-yayın organları, AKP politikalarının İslam ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösterdiğini ileri sürerek “Türkiye seçimlerinden çıkarılacak en önemli ders: Demokrasi, milliyetçilik, laiklik, cumhuriyetçilik, anayasalcılık, istikrar, refah ve İslam’ın, ortak bir süreç içinde birleşmesinin mümkün olmasıdır” yorumunu getirirken, HAMAS, olaya başka bir açıdan yaklaşarak, “AKP’nin kazandığı zafer, insanların İslamı ideallere geri dönüşlerinin bir göstergisi” olduğunu ileri sürmektedir. Başka bir görüş de 22 Temmuz seçimlerinde Avrupa ile ekonomik entegrasyonunu sağlamaya çalışan Türkiye’nin siyasi ve sosyal yönden Asya’yı tercih ettiği yolundadır. Türkiye’nin üstlendiği bu ‘İslami Demokrasi’ modelinin daha da yaygınlaşmasının, ülkemizin özellikle Batı ile ilişkilerinin ne şekilde etkileyeceği önem arz etmektedir.

5) Türkiye’de ılımlı İslam’ı gerçekleştirmek isteyenler amaçlarına ulaşmışlar, Türkiye, Müslüman ülkeler için ‘bir model’ olarak görülmeye başlanmıştır. Bu eğilimi ve ‘İslami Demokrasi’ bağlamında kazanılmış olan ivmeyi, halen gelmiş olduğu noktadan çevirmenin son derece zor olduğu açıktır.

6) 22 Temmuz seçimlerinin bu nedenle Türkiye’nin ılımlı İslam’a dönüştürülmesi gayretleri bakımından bir milat olduğu ve 22 Temmuz’da kazanılmış olan başarının verdiği cesaretle AKP’yi ve destekçilerini daha fütursuz ve cüretkâr davranmaya yöneltebilecek din eksenli yeni bir dönemin ötesinde cumhuriyetin ve milletimizin temel değerlerlerinin aşındırılmasına yönelik bir süreci başlatma tehlikesini ortaya çıkardığını da söylemek mümkündür.

7) Nitekim gerek içerde ve gerekse dışarıda Türkiye’nin giderek daha fazla din kıskacına alındığına dikkat çekilerek, mevcut hükümetin bundan sonra esas olarak kendi tabanından gelecek aşırı isteklerle uğraşacağı ve asıl krizlerin AKP’nin kendi içinde kaynaklanacağı dile getirilmektedir. Seçimlerden hemen sonraki ‘sivil anayasa’ ve ‘Atatürkçülüğe anayasada yer olup olmadığı’ tartışmaları, yeni anayasanın türbana kilitlenmesi, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarının yargı denetimine açılması bu sancılı dönemin ve sürecin ilk işaretlerini vermektedir.

8) 22 Temmuz seçimleri, ayrıca ılımlı İslam’ın kazançları ile bitti denilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin tekrar canlanmasını sağlamış, Türkiye’ye biçilen ‘yeni Osmanlı’ rolünün yeniden gündeme getirilmesine yol açmıştır. Ulu önder Atatürk’ün özverili, planlı ve bilinçli gayretleri sonucu cumhuriyetin kurulması ile birlikte başlayan ‘Çağdaşlaşma, Aydınlanma ve Kültürel Değişim Süreci’, mevcut iktidar ve irticai kesimlerinin işbirliği sonucu, çeşitli uzman ve bilim adamları tarafından Iılımlı İslam, Yeni Osmanlıcılık ve Kültürel Geri Dönüşüm Süreci’ veya ‘Karşı Devrim Süreci’ olarak ifade edilen bir hareketle durdurulmuş ve etkisiz kılınmış. Cumhuriyet’in değerleri ve kazanımları hedef alınmaya başlanmıştır.

9) Başbakan’a yapılan bütün telkinlere rağmen Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu durumu parti içi dengelerin ve partinin prestijinin korunmasının bir gereği olarak görmek mümkün olsa da Gül’ün cumhurbaşkanlığının yaratacağı sıkıntıları sineye çekmeye ve göğüslemeye de hazır oldukları şeklinde anlamak gerekmektedir.

10) İç ve dış tepkiler, Gül’ün cumhurbaşkanlığının parlamenter demokrasinin normal bir uygulaması olduğu yönündedir. Kamoyu ve medya türbanı benimsemiş görülmekte. Cumhurbaşkanı, türban ve diğer hassas konularda başlangıçta dikkatli davranmış ise de yavaş yavaş türbanın davetler, karşılama, uğurlama törenleri vs. ile resmi mahaller ile günlük yaşama girmeye başladığı görülmektedir. Zaten bir müddetten beri esas kamusal alan olan TBMM’de yapılan çeşitli toplantılarda türbanlı ve hatta çarşaflı hanımlar boy göstermektedir.

b. DEMOKRATİK TÜRKİYE PARTİSİ (DTP) İLE İLGİLİ HUSUSLAR:

1) DTP’nin TBMM’ye girmesi, Türkiye demokrasisi için bir talihsizliktir. PKK’yı kardeş ve hatta ‘kendileri’ ilan eden, terörist başının yaşam koşullarını TBMM’ye taşıyacaklarını açıklayan bu kişilerin; geçmişten ders almadıkları, amaçlarının kendilerinden öncekiler gibi demokratik bir platformda görüşlerini dile getirmek değil devletle kavga etmek olduğu daha ilk günden anlaşılmıştır.

2) DTP’nin kendi içinde ve DTP-İmralı-Güneydoğu-Kandil-K.Irak denkleminde, istismara müsait önemli fikir ayrılıklarından kaynaklanan çatırdamalar olduğu görülmektedir.

3) İç ve dış kamuoyunda DTP’nin meclise girmesinin ‘Kürt sorununun çözülmesi’ bakımından önemli bir fırsat olduğu yolunda görüşler çoğalmaktadır. Diyarbakır Sur Belediye Başkanı’nın görevden alınmasına Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin gösterdiği tepkiden, Avrupa Birliği (AB)’nin Kürtlerin hamiliğine devam edeceği anlaşılmaktadır. Ayrıca kasım ayında yayımlanacak AB İlerleme Raporu öncesi DTP’nin taleplerini arttırarak kriz ve gerginlik yaratmaya çalışacağı ve bu süretle Türkiye üzerindeki AB baskısını artırmayı hedefleyeceği tahmin edilmektedir.

c. TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ (TSK)’NE DESTEK:

1) TSK’nın işbirliği yapabileceği kurum ve kuruluşlar azalmaktadır. Basın, iş dünyası, sendikalar, üniversitelerin bir kısmı, Sivil Toplum Örgütleri (STÖ), hatta kamuoyunun bir kısmı artık TSK’nın yanında değildir. Buna rağmen yeni anayasa taslağının temel felsefesine ve özellikle de laikliğin aşındırılmasına bazı STÖ’lerin gösterdikleri tepkilerden istifade ile, görüşleri TSK ile örtüşen konularda işbirliği yapayapılabilme imkânları aranmalıdır.

2) Dini ağırlıklı TV kanallarında ve yazılı basında asker, şehit ve gaziler ile programlar düzenlenmekte, şehit aileleri ve gazilere iftar yemekleri verilmekte, evlerine ramazan paketleri gönderilmektedir. Burada verilmeye çalışılan mesaj ‘Peygamberler ocağı’ olan ordunun halkın ordusu olduğu ancak Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarından oluşan komuta kademesinin halkın ordusu olmadığıdır. Aynı bağlamda Uzman çavuş ve onbaşılar ile astsubaylar, yani gayri memnun zümrenin üzerine gidilmekte, bunların problemleri abartılı bir şekilde kamuoyunun dikkatine getirilmektedir. TSK’da gayri memnun bir zümre yaratılmaya çalışılmakta veya mevcut gayri memnunlar istismar edilmektedir. Ayrıca emekli veya muvazzaf TSK mensuplarının karıştığı olaylar TSK’nın tamamına mal edilmeye çalışılmakta, alınan ifadeler, nerede ise soruşturmaları naklen yayın ile takip edilir hale getirilmektedir.

ç. YENİ DÖNEMDE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ:

1) Yeni dönemde TSK’nın da yeni politikalar belirlemesi gerekmektedir.

2) Her şeyden önce, yeni şartlar ortaya çıkaran ve yeni tedbir ve uygulamalar gerektiren bir dönem içinde olduğumuzu kabul etmek gerekmektedir. AKP’nin TSK’nın temel konulardaki hassasiyetlerini hatta itirazlarını dahi dikkate almadığı, kendi bildiği yolda yürümeye devam ettiği görülmektedir.

3) Esas mesele, ılımlı İslam veya demok-ratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.

4) TSK’nın TBMM tarafından kurallara uygun olarak seçilmiş ve gerçek niyeti bu olmasa da, devletin anayasada belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkacağını açıkça deklere etmiş bir Cumhurbaşkanı’na karşı çıkmak için geçerli bir gerekçesi ve desteği bulunmamaktadır. Bu nedenle, devlet sisteminin işlemesine, devlet terbiyemiz gereği, mani olmamak gerektiği düşünülmektedir. Ancak seçim sonrasının seçimden daha fazla önem arz ettiği açıktır. Kriz veya gerginlik yaşanıp yaşanmayacağını cumhurbaşkanının ve hükümetin davranışları belirleyecektir.

5) TSK’nin halihazırda siyasi gelişmeleri etkileme veya yönlendirme imkânının ne olduğu, daha doğrusu, bu imkânın kalıp kalmadığının belirlenmesi de önem taşımaktadır.

6) Türbana gösterilecek tepki, alt kademeler için de bir emsal teşkil edecektir. Gösterilen tepkinin uzun vadede uygulama imkânı olan tutarlı bir politika olması önemlidir. Gösterilecek tepkinin, her ne olursa olsun, kendi manevra sahamızı daraltmayacak ve meteakip girişimlerde elimizi bağlamayacak düzeyde kalması önem arz etmektedir. Esasen, TSK’nın bugüne kadar devletin niteliklerinin korunması konusunda gösterdiği titizliğe aynen devam etmesi izlenebilecek en tutarlı politika olacaktır. TSK, esasen söylenebilecek her şeyi söylemiş söylediklerinin arkasında durduğunu ilan etmiştir. Bundan sonraki tepkilerini davranışları ile göstermesi doğaldır.

7) Bir diğer önemli konu da, TSK tarafından izlenecek politikanın, başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olmak üzere siyasi bir partinin politikaları ile çakışmaması, bir diğer deyişle TSK üzerinde veya arkasına sığınarak muhalefet veya politika yapılmasına imkân verilmemesidir.

(8) TSK’nın bir ‘imaj düzeltmesi’ yapması ve kendisi hakkında kamuoyunda yanlış intiba yaratmaya yönelik çabaları etkisiz kılması gerekli görülmektedir. Bu amaçla hazırlanmış olan Bilgi Destek Planı EK-A’dadır.

(9) DTP ve yandaşlarının yaşadığı sıkıntıların istismar edilmesi ve AB’den gelecek desteğin önünün kesilmesi için;

(a) DTP’nin, kendi ifadeleri ve davranışları nedeni ile TSK tarafından terörist olarak görüldüğünü ve herhangi bir şekilde muhatap kabul edilmeyeceğini üst düzey bir açıklama ile ilan etmek.

(b) Terörü bu şekilde destekledikleri müddetçe demokratik olarak herhangi bir ilerleme sağlayamayacaklarını ve bu suretle esas olarak temsil ettiklerini iddia ettikleri kişilere zarar verecekleri mesajını yaymak.

(c) Bu suretle “bugüne kadar ki kazanımlardan taviz vermeyin, yumuşamayın” diyen Kandil ile “terörden bir fayda gelmez, teröristleri desteklemeyin vazgeçin” diyen başta AB olmak üzere Kandil karşıtı çevrelerin arasında sıkışıp kalmalarına yol açmak,
(ç) Irak’ın kuzeyindeki desteği kesmek için bölge halkını terörle mücadele bağlamında ‘rahatsız etmek’, bu suretle de PKK’ya yardım ettikleri ve destek sağladıkları müddetçe bu rahatsızlığın devam edeceği mesajını vermek,

(d) PKK’nın eylemlerinin, işadamlarının bölgede yatırım yapmamalarına yol açması, iş makinelerini, yolları, köprüleri tahrip ederek bölgeye hizmet götürülmesine mani olması gibi sonuçları ile bölge halkına daha da zarar verdiği gibi söylemlerin yaygınlaştırılarak bölge halkının teröristlere sağladığı desteğin azaltılmasına çalışılabileceği düşünülmektedir.

d. SONUÇ:
(1) 22 Temmuz seçimleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti için devletin temel nitelikleri açısından bir dönüm noktasıdır. Türkiye, demokrasi ile İslam’ın bir arada yaşayabileceğini ispat etmiş bir ‘ılımlı İslam’ devleti olarak tanımlanmaktadır. Hükümet de, iç kamuoyu, AB ve Avrupa’nın da desteği ile elde ettiği kazançlarını pekiştirmeye kararlı görünmektedir. Bu eğilimi ve ‘İslami demokrasi’ bağlamında kazanılmış olan bir ivmeyi, halen gelmiş olduğu noktadan geri çevirmek son derece zordur.

(2) Gelinen noktada, hükümetin tutumundan çok fazla taviz vermeyeceği ve kendi tabanının beklentilerini karşılamak için sınırları zorlayacağı anlaşılmaktadır. TSK’nin bu gelişmeleri etkilemeye ne derece muktedir olduğu ayrıca düşünülmelidir.

(3) TSK’yı destekleyebilecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır. Hatta halkı da TSK’ya karşı çıkarmaya yönelik çabalar artmaktadır. Bütün bunların içinden karakteri sağlam, devletimizin temel niteliklerine bağlı kişi veya kişilerin ve fikirleri paralellik gösteren STÖ’lerin desteklerini sağlamak ve beraber çalışma imkânlarını araştırmak gerekmektedir.

(4) TSK’nın ‘imaj tazelemesine’ büyük kitlelerin ortak meselelerini kullanarak başlamak gerekmektedir. Bu nedenle de, öncelikle PKK ve DTP üzerine alenen ve kamuoyu oluşturacak şekilde ve yukarıda maruz temalar çerçevesinde gidilmelidir. Aynı kapsamda ele alınması gereken bir diğer konu da din ve türbandır. TSK’nın dine karşı olmadığı çeşitli vesilelerle ve şekillerde gündeme getirilmeli, baş örtüsü ile türban farklılığı vurgulanarak bu konudaki yanlış anlamaların ve TSK aleyhinde oluşmaya başlayan kanaatin önü kesilmelidir.

(5) Türkiye’deki güvenlik, siyaset, ekonomi ve sosyal hayatla ilgili gelişmelerde AB ve ABD’nin önemli rol oynadığı şüphesizdir. Her ikisi ile de duygusallıktan uzak, gerçekçi ve birebir bir diyalog kurulmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Özellikle de seçimlerden sonra AKP’nin gerçek yüzünün görülmeye başlaması ile AB çevrelerinde hükümete karşı oluşmaya başlayan tavır istismar edilmelidir.

(6) Diğer ülkelerle ilgili olarak takip edilecek politikalar ayrı bir çalışma ile sunulacaktır.
Arz/Rica ederim

GENELKURMAY BAŞKANI EMRİYLE
Nusret TAŞDELER
Korgeneral
Hrk.Bşk.
EKLER
EK-A (Bilgi Destek Planı)
EK-B (Özel Dağıtım Planı)
DAĞITIM:
Gereği
Özel Dağıtım Planı

28 Ekim 2009
Büyükanıt'ın Odasındaki Kağıtlar
Büyükanıt'ın emriyle hazırlanan 'Bilgi Destek Planı'yla ilgili Ertuğrul Özkök seçimden 3 gün sonra ziyaret ettiği Büyükanıt'ın odasında gördüğü kağıt destesini yazdı.

22 Temmuz seçimlerinden sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın emriyle Korgenaral Nusret Taşdeler tarafından hazırlandığı iddia edilen 'Bilgi Destek Planı' belgesiyle ilgili Ertuğrul Özkök, seçimlerden 3 gün sonra Büyükanıt'ı ziyaretinde şahit olduğu ilginç bir olayı köşesinde aktardı.

Korgeneral Taşdeler’in adını taşıyan Eylül 2007 tarihli beş sayfalık belgede 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası Türkiye’nin durumuyla ilgili tespitler ve değerlendirmeler yer alıyor. 'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı'nın orijinalini Ergenekon savcılarına gönderen subay, belgeyi ihbar mektubuyla birlikte göndermişti.

İşte Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'teki yazısının ilgili bölümü...

O gün Genelkurmay’da ne görmüştüm

22 Temmuz 2007 günü genel seçimler yapıldı.

Bundan üç gün sonra, yani 25 Temmuz günü dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la görüştüm.

Yanımda Ankara Temsilcimiz Enis Berberoğlu da vardı.
Seçimden sonra kendisi ile görüşen ilk gazeteciler bizdik.
Randevuyu seçimden önce almıştık.
Bu görüşme “off the record”du.
Ancak sorduğum bir soruyu 21 Ağustos günü köşemde yazmıştım.
Büyükanıt’a Başbakan’la Dolmabahçe’de yaptığı görüşmeyi sormuştum.
“Bunu arkadaşlarımla dahi paylaşmadım” demekle yetinmişti.
* * *
Seçimin üzerinden henüz 3 gün geçmişti ve tabii ki, askerlerin seçim sonuçları ile ilgili görüşlerini merak ediyorduk.
Askerlere siyasi konuları sorma alışkanlığımı çok gerilerde bıraktığım için, pek girmeye cesaret edemedik.
Doğrusu o da pek istekli görünmedi.
Ancak konuşmanın çok kısa bir bölümünde seçimden söz edildi.
“Halkın tercihi hakkında ne diyebiliriz ki” demekle yetindi.
Bu arada bize, odanın sağ tarafında duran kalınca bir kâğıt destesini gösterdi ve “Arkadaşlar seçim sonuçlarını değerlendiren bir inceleme yaptılar” dedi.
İçeriğine ise hiç girmedi.
Dün Radikal Gazetesi’nde Eylül 2007 tarihli “Bilgi destek planı” başlıklı haberi görünce, o günkü görüşmeyi hatırladım.
Acaba, gazetede sözü edilen planın ilk taslağı o gün gördüğümüz değerlendirme raporu muydu?
Ama seçimin üzerinden henüz 3 gün geçmişti ve böyle bir planın o kadar kısa sürede hazırlanmış olması ihtimali yoktu diye düşündüm.
aktifhaber

KOZMİK ODA OPERASYONU NEDEN YAPILDI
Bu tatbikat tesadüf mü
02.01.2010

Amerikan ordusu tarihinin en kapsamlı tatbikatını gerçekleştirmektedir(24.07-15.08.2002 – Nevada/ABD). Tatbikata NATO’nun demirbaş ülkelerinden birçoğu katılmasına rağmen Türkiye davetliler listesinde yoktur. Tatbikatın adı ‘Millenium Challenge’, tatbikatın senaryosu ise daha ilginç;

‘Tatbikatın konusu ise; işgal edilmesi planlanan ülkede önce yıkıcı bir deprem meydana gelir, bu depremle eş zamanlı olarak uluslar arası bir mahkeme ülkenin sınırlarını ilgilendiren ve çıkarlarına ters bir karar alır. Burada konu daha da ilginçleşir ve ordu hedef ülkede darbe yapar ve yakınında bulunan ada ülkeyi ablukaya alır. Önemli ulaşım yollarında bulunan bu adanın ablukaya alınması ile birlikte ABD harekete geçer ve 96 saatte o ülkenin önemli şehirlerini işgal etmeye çalışır.

Bu senaryo açıklamaya gerek bırakmayacak derecede Türkiye'yi, o günden bu güne yaşananları hatırlatmakla birlikte bazı açıklamalarda bulunmakta fayda var. Öncelikle, şunu belirtmek gerekir ki tatbikatın gerçekleştirildiği dönemde, dünyada seferberlik emrini 96 saatte gerçekleştirebilen tek ordu TSK idi. Deprem olması ise Türk vatandaşlarına zaten tanıdık gelecektir. İster gerçek manasında olsun, isterse ekonomik bir depremi temsil etsin bu konu Türkiye ile birebir eşleşmektedir. Ayrıca tatbikatın yapıldığı California'da Kuzey Anadolu Fay Hattı'na eş bir fay hattı olduğu da akılda bulundurulmalıdır. Komşu ada ülkeye yapılan abluka operasyonu ve darbe yapılması ise bu tatbikatın Türkiye açısından en ilginç noktalarıdır.’

(Emin YILMAZ – BOP ve MILLENİUM CHALLENGE Tatbikatı , 08.04.2008 , http://www.stratejikboyut.com/haber/bop-ve-millenium-challenge-tatbikati--28124.html )

TBMM tarihi bir karar vermek üzeredir(25.02.2003). Tezkere meclisten geçerse, ABD ordusu Türkiye’nin güneyinden geçerek Irak’ı işgal edecektir. Bu tezkere ile ayrıca ABD ordusu güneyimizden geçip gitmeyecek belirlenen hat boyunca konuşlanacaktır. Tezkere reddedilir, ABD ise bu resti asla unutmayacaktır.

Amerika’nın yeni başkanı Obama Irak’tan çekilme takvimini açıklar. Yazılıp çizilenlere bakılırsa Amerikan postalı Irak’ı işgal ederken basamadığı Türk Topraklarına geri çekilirken basmak niyetindedir. (The Christian Science Monitor Dergisi) Siz buna işgal etmek de diyebilirsiniz.

Bütün bu eski bilgileri niçin yeniden yazdım diye merak ediyorsunuzdur, içinizden mutlaka mesajı alanlar olmuştur.

Ö.K.K.’nın kozmik odalarında ne tür belge ve bilgilerin bulunduğuna dair birçok asker kişi mediamıza beyanat verdi. Bu beyanatlardan anladığımız kadarıyla bu odalarda olağanüstü bir durumda (savaş gibi) ne tür işlemler yapılacağına dair ‘çok gizli’ olan bilgiler bulunmakta.

Evet, bu kısa bilgiler ışığında - ‘arınç ve kozmik odası’ hikâyesinde başroldeki sekiz subayın serbest bırakıldığına da bir kenara not edersek- kozmik odalara niçin girildiğini ve buradaki bilgileri kimlerin çok merak ettiğini anlamış oluyoruz.

Bu bilgileri kim bilmek ister ‘millenium challenge’ tatbikatını kim yapıyorsa o. Bunun aksini iddia etmek ise bizim liberal tosuncukların işi o ayrı.

TSK her ne kadar NATO ordusu da olsa, NATO’nun dahi erişemediği bölümleri mevcuttur (Ege Ordusu’nu lav edin telkinleri, Deniz Kuvvetleri’nde görevli subaylara yönelik tertipler ve Genelkurmay’ın Oruç Reis çıkartması). Ö.K.K.’nı da buna dâhil ediyoruz.(ÖKK’ında görevli subaylara yönelik arınç suikastı tertibi ve General’in Babıali Baskını*)

Yazdıklarımızı kafamızda şöyle bir toparlarsak kozmik olayın ardındaki ‘çok gizli’ tertibin niçin yapıldığını görmüş oluruz.

Kozmik odalarda üst üste arama yapan, kendisine de tarama yapılan hâkime dair bir takım söylentiler var, ben bu konuda konuşamam ne de olsa ‘hukuka saygılı demokrat ve abd ile köklü, tarihi bağları olan’ bir ülkenin vatandaşıyım.

KCK operasyonunu bu tabloda nereye koymalı diye soranlar olabilir, cevabımız:

‘İstiklal Harbi’nde şahin Kürtler bizimle birlikte olmasaydı belki de başaramazdık’

*Babıali Baskını tanımlaması Yalçın Küçük’e aittir.

M.Recep Erçin
Odatv.com

Fatih Altaylı
Başbuğ: Böyle rezillik olur mu, yeter yahu!
11.02.2010
GENELKURMAY Başkanı İlker Başbuğ ile uzun süredir bir röportaj yapmak istiyorduk. Geçen hafta arayıp hangi gün uygun olduğumuzu sordular. Çarşamba günü üzerinde mutabık kaldık ve dün Murat Bardakçı ile birlikte randevu saati olan 10.30’da Genelkurmay Karargâhı’na gittik.
Kapıda Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve 2. Başkan Orgeneral Aslan Güner karşıladı.
Önce çay içip genel konulardan konuştuk. Ardından bir başka odada röportajımızı yaptık.
Sonra da birlikte öğle yemeği yedik.
Ardından Genelkurmay Karargâhı’nda sergilenen tarihi silahları inceledik.Murat Bardakçı, Genelkurmay Başkanı’nın odasının önündeki bir camekânda muhafaza edilen Kanuni Sultan Süleyman’ın kılıcındaki Farsça yazıları okudu.
Hepsi birbirinden değerli tablolara baktık.
Saat 10.30’da girdiğimiz Genelkurmay Karargâhı’ndan 15.05’te çıktık.

‘BENCE TEKNİK HATA VAR’

İlker Bey, TSK ile ilgili vahim iddialar gündemde. Bunlar orduya olan güveni yıpratmaya yönelik ve başarılı oluyor. Ancak iddialar da vahim. Cami bombalamaktan tutun da emekliye ayrılmış bir denizaltıda bomba patlatıp çoluk çocuğu öldürerek ülkede kaos ortamı yaratma suçlamaları bile var.

- Camide bomba patlamaya yanıt verdim zaten geçen hafta. Türk Silahlı Kuvvetleri böyle bir şey yapmaz. Bu çatı altındaki kimsenin aklından bile böyle bir şey geçmez. Denizaltıdaki bombalar ise apayrı bir konu. O patlayıcıların nasıl bulunduğunu biliyor musunuz?

Evet, müzedeki gemide bulunmuştu. Galiba bir görevli bulmuştu.

- Bulan, müzede görevli bir emekli astsubay. Bulunan patlayıcı yarım libre TNT ve artı iki burgu patlayıcı. Toplamı 400 gram civarında. Buluyor ve hemen müze müdürüne haber veriyor. O da Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’na bildiriyor. Ekipler geliyor. İnceleme yapılıyor, tutanakla belgeleniyor, ardından da yasal prosedür gereği imha ediliyor. Bir teknik hata var mı? Bence var. Keşke Emniyet’e, polise de haber verilseydi diyebilirim. İyi olurdu. Burada söze Aslan Güner girdi ve “Gemilerde bulunan mühimmatın imhasıyla ilgili Deniz Kuvvetleri yetkili olduğu için o çerçevede hareket etmişler” dedi.
İlker Başbuğ devam etti:
- Tutanak tutuluyor ve ardından bunlar imha ediliyor.

‘PATLAYICILAR GÖZDEN KAÇMIŞ’

Peki bu patlayıcılar gemiye nereden gelmiş? Menşei belli mi? Kim koymuş?

- Bunları bilmiyoruz. Kuvvetle muhtemel bunlar zaten denizaltıda bulunan patlayıcılar. Çünkü denizaltılarda patlayıcı bulunur. Çeşitli nedenlerle. Bazen düşmanın eline geçmesin diye denizaltıyı batırmak için. Bazen buradaki kripto cihazları düşmanın eline geçmesin diye. Muhtemelen bunlardan bir bölümü denizaltı hizmetten alınırken bir yerde kalmış olabilir. Bilmiyoruz.

450 gram patlayıcı denizaltıyı batırır mı?

- Batırmaz tabii. Bunlar kalmış olan, gözden kaçmış olan miktar olabilir.

Gemiyi gezen çocukları öldürmek için konmuş olduğu iddia ediliyor.

- Saçmalık.

Patlasa ne olurdu peki?

- Elbette kısmi bir zarar olurdu ama gemiyi batırmazdı. Patladığı bölgeye zarar verirdi. Dışarıya bir etkisi olmazdı.

BİZİ GEÇMİŞE GÖTÜRÜYOR

Deniz Kuvvetleri sürekli gündemde. Ne oluyor orada? Kendi komutanına suikast yapmayı planlayan bir yapı olur mu? Tam burada Orgeneral İlker Başbuğ’un yıllardır bildiğimiz kibar, kontrollü tavrı biraz da olsa bozuluyor. Gözleri parlıyor. Belli ki çok öfkeli. Kontrol ediyor ama zorlukla. Önce bizi biraz geçmişe götürmek istiyor. İnebahtı Savaşı’na giriyor. Bu savaşla Osmanlı’nın Akdeniz‘deki hâkimiyetini kaybetmesini anlatıyor. Sonra Karadeniz’e geliyor. Kazaklar’ın Yeniköy’e kadar gelmesine değiniyor. Büyük devletlerin denizlere hâkim olmasının önemine değiniyor. Denizlere hâkim olamayan devletlerin, hele bizim gibi devletlerin ciddi sıkıntıya gireceğini anlatıyor. Sonra Türk Deniz Kuvvetleri’nin yeterince güçlü olduğunu, bir eksiğinin bulunmadığını, Milgem Projesi ile artık kendi gemilerimizi, kendi tersanelerimizde üretecek hale geldiğimizi ve milli firkateynimizin yapıldığını söylüyor. Deniz Kuvvetleri’nin durum ve gücüyle ilgili endişesi yok. Bunu vurguluyor. Sonra başlıyor anlatmaya:

- Karadeniz’in önemi giderek artıyor. Doğu Akdeniz’inki zaten malum. Son dönemlerde meydana gelen olayları anımsarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Bu yüzden biz Doğu Karadeniz’de de bir üs kurduk biliyorsunuz. Osmanlı’yı konuştuk. Denizler önemli. Karadeniz giderek daha önemli oluyor. Bakın biz bugün bir hata yaparsak bedeli bugün ödenmez. Ama 60 yıl sonra birileri der ki: “Ne vahim hata yapmışlar. Uyumuşlar. Görememişler.” Bugün hata yaparsak faturasını 40 yıl sonra, 60 yıl sonra öderiz. Benim bir kaygım yok. Deniz Kuvvetlerimiz çok güçlü. Modern. Ama son olaylarla Deniz Kuvvetleri’ndeki personelimizin moral durumunda ciddi sıkıntılar, ciddi sorunlar var. Bu konuda büyük endişelerimiz var. Hepsinin komutanı olarak bu beni rahatsız ediyor.

‘KARALAMA KAMPANYASI’

Niye rahatsız oluyorsunuz? Olay yargıda ve suçlamalar kişisel değil mi?

- Kişisel olur mu? Silahlı Kuvvetler’de böyle suçlamalar kişisel olmaz. Kurumsal algılanır. Son dönemde özellikle personelle ilgili adli soruşturmalar açıldı. Bazısı soruşturma, bazısı iddianame hazırlama aşamasında, bazısı mahkemeye intikal etmiş durumda. Bütün bu süreçte Deniz Kuvvetleri üzerinde ciddi bir karalama kampanyası var. Bunlar aşırı maksatlı. Kabul ediyorum, bazıları haber sınırında ama bazıları maksatlı. Karalamaya yönelik.

Maksat ne?

- Bilemem. Bilsem de delili koymadan söyleyemem. Delili olsa da zamanı gelince söylenir.

İntiharlar var.

- Evet var. Bunlar da moralleri bozuyor. İşte pazartesi günü bir intihar olayı daha var. Bugün siz de buna değinmişsiniz. Bir güvenlik zaafına dikkat çekmişsiniz, askeri personelin izlendiğini yazmışsınız. Evet doğru. Bir nevi komplo. Bir internet olayı var. Biz de olayı inceliyoruz. İntihar eden albayımız, bir emekli generalimizin oğlu, (Aslan Güner, intihar eden albayın, emekli Tümgeneral Nedim Erden’in oğlu olduğunu söylüyor), kendisine rahmet, ailesine başsağlığı diliyorum. Ama biz de bu olayı inceliyoruz. Ama gazeteler sürekli birtakım iddialar, imalar yapıyorlar. Bir kuvvet komutanımızın emir subayı kazada hayatını kaybediyor, buna bile şüphe yükleniyor. Bu moral mi bırakır?

Yine de iddialar vahim değil mi?

- Ne iddiasıymış bunlar. Hadi bakalım iddialara. Ne yazıldı aylarca, Deniz Kuvvetleri Komutanı’na suikast yapılacaktı. Her gün komutana suikast, komutana suikast, komutana suikast. Ne yapmak istiyorlar? “Bu denizciler kendi komutanlarına dahi suikast yaparlar” demeye, herkesi buna inandırmaya çalışmadılar mı? Bence çalıştılar. Peki ne oldu? İşte 5. iddianame çıktı. Okudunuz mu?

‘BUNLAR SABRI TAŞIRIYOR’

Okuduk.
- Suikast girişimiyle ilgili tek satır var mı?

Gördüğümüz kadarıyla yok.

- Ben hepsini gördüm. Yok. Tek bir satır bile yok suikastla ilgili. Eee, ne oldu? Hani bunlar kendi komutanlarına suikast yapacaklardı? Nerede? Aylarca suikast, suikast, suikast. İddianame çıktı işte. Tek satır yok yahu. Tek satır. Ne oldu suikast. Şimdi bana biri bunun yanıtını versin. Hani suikast yapacaklardı komutanlarına. 5. iddianamede, yani konuyla ilgili iddianamede yok. Bunun hesabını kim verecek? Böyle rezillik olur mu? Trabzon’da yaptığım konuşmada açık açık söyledim. İddiayı iyi inceleyin diye. Aylarca suikast diye bağırdılar. Ama şimdi yok. Yokmuş. Eee, ne oldu? Yokmuş. Yeter yahu! Sabrımız taştı diyoruz, siz de soruyorsunuz, “Taşarsa ne olur” diye. Ama işte bunlar sabrı taşırıyor.

Peki şimdi sizi bulmuşken sorayım. Sabır taşarsa arkasındaki anlam ne, ne olur?

- Onu biraz sonra yanıtlayayım.

Peki, bunu daha sonra sorayım ama sonuç olarak TSK ile ilgili iddialar bunlar. Siz bunları soruşturmuyor musunuz kendi içinizde?

- Biz her olayla ilgili soruşturma açıyoruz. Anayasa Mahkemesi kararından sonra elimiz rahatladı. Bir dönem belli konulara giremiyorduk. Şimdi rahatladık. Bütün dosyaları yeniden inceliyoruz. Yetki alanlarımızı, hukuk süreçlerini yeniden ele alıyoruz. Buna göre bazı davalar açılabilir, bazı soruşturmalar yapılabilir. Bazıları zaten yapılıyor, yürüyor, sonuçlanıyor. İşte bir mahkûmiyet ve ihraç kararı çıktı. (Anladığım kadarıyla Erzincan’daki soruşturmayı da bu kapsamda ele almak istiyorlar. Söylenmedi ama böyle bir izlenim edindim diyebilirim. F.A.) Biz gerekeni yapıyoruz ve yapacağız. Ama bakın bütün bunlar benim askerimin moralini bozuyor. Ben askerimin moralini bozan herkesle savaşırım.

‘SORUNUZU KABUL ETMİYORUM’

Peki askerin moralini bozanlarla savaşınız, Başbakan’ın sözünü ettiği paslaşmayı bozar mı? Orgeneral İlker Başbuğ’un bu sorumdan çok hoşlanmadığını ifadesinden hissettim. Ancak yine de yanıtladı.

- Fatih Bey, askerin morali sadece benim sorunum değildir. Bu ülkenin sorunudur. O yüzden bu sorunuzu kabul etmiyorum. Morali bozuk bir ordu, ülkenin sorunudur.

‘TSK, muz cumhuriyeti ordusu değil, disiplin tam’

Planı. Sizin o dönem Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olduğunuzu hatırlatıp sorumluluğunuz olduğunu öne sürenler var.

- Bakın bu konu yargıda. Sivil yargıda. Savcı bütün dokümantasyonu istemiş. 5000 sayfa kadar. Allah kolaylık versin. İnceleyecekler. Görecekler. 5000 sayfayı incelemek zaman alır herhalde. Sabredin. Göreceksiniz. Ne neymiş göreceksiniz. Biraz sabır.

Yani böyle bir plan yok mu?
- Ben bir şey demiyorum. Sabredin. Göreceksiniz. Belgeler savcılıkta.

Ya ıslak imza meselesi. Son olarak bir kez daha belgedeki imzanın ıslak olduğu ve Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu belirlendi Adli Tıp tarafından.

- O belge şimdi bize gelecek. Biz de inceleyeceğiz.

Moraller bozuk diyorsunuz. Olan bitenin personelde rahatsızlık yarattığını söylüyorsunuz. Türkiye’de bana göre komik bir söylem vardır. “Genç subaylar rahatsız” söylemi. Hep konuşulur. Alttan komutanlara yönelik bir baskı olduğu iddia edilir. Var mıdır böyle bir şey? Genç subayların durumu ne? Özellikle son dönemde olup bitenlerden rahatsızlar mı?

- Bakın burası Türk Silahlı Kuvvetleri. Muz cumhuriyeti ordusu değil. Burada disiplin tamdır. Yüzde bin tamdır. Emir komuta zinciri tamdır. Genç subaylar sorunu yoktur. Olmaz da. Geçen ay Silahlı Kuvvetler’deki tüm generalleri topladım. Konuştum. Keşke bütün personeli, teğmenler dahil toplayıp konuşabilecek bir imkânım olsa. Bazı şeyleri benden duymaları, komutanla konuşmaları başka. Ama ne yazık ki, fiziken mümkün değil. Ama yarın Gölcük’e gidiyorum. Neden? Az önce bahsettiğim moral bozukluğuyla mücadele için. Şunu herkes bilsin. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde emir komuta ve disiplin tamdır. İşte benim dönemime bakın. Bir tek ses çıktı mı Silahlı Kuvvetler’den. Bir çıt çıktı mı? Bir demeç var mı benim dışımda? Tek bir çatlak ses oldu mu bu dönemde? Olmadı. Olmaz. Ama şunu da söyleyeyim, bu arkadaşları çok da sıkmasınlar (eliyle sıkma işareti yaparak).

Habertürk

Etiketler: 12 Eylül gecesi Genelkurmay Karargahı Demirel'e zorunlu ikamet iGelibolu Hamzakoy Nahit Menteşe 49 idam Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun TBMM Lale Mansur protesto etti darbe musin yazıcıoğlu cia pentagon abd Cumhurbaşkanı Demirel GKB er

Sedat Ergin
Başbuğ’un imzası olan belge

BALYOZ iddianamesi 973 sayfadan oluşuyor. İddianamenin sonunda yer verilen takipsizlik ve muhtelif ayırma kararları da 25 sayfa tutuyor. Sonuçta toplam 998 sayfaya ulaşıyor.

İddianameyi yalnızca ana metin üzerinden değerlendirmek her zaman yeterli olmuyor. İddianameye dayanak oluşturan deliller için ek klasörleri de incelemeniz gerekiyor. Bu şekilde toplam 184 klasör var. Her klasörün içinde, yüzlerce sayfa belgenin yer aldığı yüklü bir PDF dosyası sizi bekliyor. Bu klasörlerin içinde gezinirken hiç beklemediğiniz bir anda bir dosyanın içinden hiç ummadığınız sürpriz bir belge birden karşınıza çıkabiliyor.

İşte Balyoz iddianamesi klasörleri arasında böyle bir belgeyle önceki akşam karşılaştım. Bu belge, Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından Balyoz soruşturmasını yürüten savcılara 19 Nisan 2010 tarihinde gönderilmiş.

ORGENERAL BAŞBUĞ’UN HASSAS TALEBİ

Bu, 2003 yılının hemen başında, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, o tarihte Orgeneral Çetin Doğan’ın başında bulunduğu Birinci Ordu Komutanlığı’na gönderdiği bir gizli mesajın belgesi.

Orgeneral Başbuğ’un bu mesajı, bugün Balyoz iddianamesinde darbe suçlamalarına kaynaklık eden Birinci Ordu’nun 5-7 Mart 2003 tarihli plan seminerinin

hemen öncesinde, bu seminerin gündemiyle ilgili hassas bir talebi içeriyor.

Belgenin içeriğine geçmeden önce kısaca bu seminerin gündemiyle ilgili tartışmayı hatırlayalım. Bu seminerde, Genelkurmay’ın daha önceden vermiş olduğu direktif doğrultusunda Yunanistan’la muhtemel bir savaş durumunu konu alan planlar görüşülecektir.

Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Doğan, bir savaş anında “geri bölge emniyeti”nin de mutlaka ele alınması gerektiğini belirterek, dış tehditle iç tehdidin iç içe

geçtiği bir senaryoyu plan seminerinin gündemine dahil eder; bu hazırlığını 12 Aralık 2002 tarihinde alt birliklere ve aynı zamanda Ankara’daki Kara Kuvvetleri Karargahı’na da duyurur.

Bu senaryonun iç tehdit bölümünde, Yunanistan’la savaş anında cephe gerisinde patlak veren bir irtica ayaklanması sıkıyönetim ilanıyla sonuçlanmaktadır.

ORGENERAL YALMAN’DAN 2 OCAK TARİHLİ DİREKTİF

Bu yazıyı gönderince Orgeneral Doğan’a Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan iki kritik yanıt gelir.

Bunlardan birincisinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, 2 Ocak 2003 tarihinde “Kara Kuvvetleri Komutanlığı 2003 yılı Tatbikatlar Programı Kitabı”nı yayımlar. Bunun ekinde, Birinci Ordu Komutanlığı’nda 2003 mart ayında yapılacak olan plan seminerinin çerçevesi çok spesifik bir şekilde çizilmiştir.

Orgeneral Yalman imzalı bu yazının ekinde bakın ne diyor:

“GAYESİ: Ertuğrul Harekat Planı’nı geliştirmek, uygulamaya dönük hazırlıkları gözden geçirmek, müşterek harekatta görev alacak ast birlik ve karargahların çalışmalarına yön vermek ve personelin eğitimlerini geliştirmek, komuta kontrol sistemlerini gözden geçirmektir.

KISA ÖZETİ: Türkiye ile Kırmızı (Yunanistan) arasındaki sorunların barışçı yollardan çözümlenememesi ve giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan bir senaryo içerisinde Ertuğrul Harekat Planı’nın incelenmesidir.”

Görüleceği gibi, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yalman, kitapta verdiği direktifte semineri Yunanistan’ı konu alan bir dış tehdit senaryosuna odaklamıştır.

KARARGAHTAN GELEN ÜÇ MADDELİK HASSAS MESAJ

Kara Kuvvetleri Komutanı’nın bu talimatı 2 Ocak 2003 tarihli. Bu talimatın gitmesinin hemen ertesi günü (3 Ocak) Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargahından Birinci Ordu Komutanlığı’na ikinci bir yazı gider.

Bu mesaj 12 Aralık tarihli Birinci Ordu yazısına 2 Ocak tarihli kitapla çizilen çerçevenin ardından verilen resmi yanıtı içeriyor. Hemen girişinde, “ilgi” olarak 12 Aralık tarihli Birinci Ordu’nun yazısı gösteriliyor.

Üç maddelik bir mesaj bu. Birinci maddesinde, “1’inci Ordu Plan Semineri Uygulama Esaslarının ilgi- ile alındığı belirtiyor. (Yani, “12 Aralık 2002 tarihli yazınızı aldık” diyor)

İkinci maddesinde, faaliyetin Genelkurmay’ın 2003-2006 tatbikat programı dokümanında emredilen özelliklere göre icra edilmesi gerektiği belirtiliyor. (Ki bu da, 2 Ocak tarihli Kara Kuvvetleri talimatının kaynağı olan bir program.)

Ve nihayet mesajın üçüncü maddesinde şöyle deniliyor:

“İlgi ile teklif edilen senaryonun, 1. Ordu K. plan semineri (4-6 Mart 2003)’nden sonra, 1’inci Or. K.’nca tespit edilecek bir tarihte, plan çalışması şeklinde incelenmesini, planlanacak tarihin bildirilmesini.”

Mesajın altında “Müsaade eden isim ve imza” bölümü var. Burada “İlker Başbuğ Orgeneral Kurmay Başkanı” yazılı. Ve üstte de Başbuğ’un imzası yer alıyor.

BAŞBUĞ’UN MESAJI UYGULANSAYDI

Bu mesaj ne anlama geliyor? Orgeneral Başbuğ, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yalman adına gönderdiği bu mesajla, Birinci Ordu’ya “O senaryoyu şimdi görüşmeyin, mart ayındaki seminerden sonra görüşürsünüz ama bize önceden tarihini bildirmek koşuluyla” diyor.

Kara Kuvvetleri karargahı, sonrası için de kontrolü elinde tutmak istiyor bir bakıma. Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Doğan ise geri bölge emniyeti dahil olmadan yalnızca dış tehdit senaryosu görüşülmesinin doğru olmayacağı, bunun güvenlik açısından zafiyet yaratacağı görüşündedir. Orgeneral Doğan, seminere ilişkin ayrıntılı cereyan tarzları hazırlatarak 31 Ocak tarihinde aynı senaryoyla birlikte Kara Kuvvetleri’ne gönderir.

Bu haliyle, Orgeneral Başbuğ imzalı Kara Kuvvetleri mesajına rağmen, Birinci Ordu plan semineri için aynı senaryoyu gündemine alır. Kara Kuvvetleri Komutanlığı, 31 Ocak tarihli bu yazıya karşılık vermez, Orgeneral Doğan’ın pozisyonunu bir bakıma kabul eder.

5-7 Mart 2003 tarihlerinde yapılan seminerde Türk-Yunan savaşının yanı sıra iç tehdidin de ele alındığı karma bir senaryo görüşülür. Bu senaryo şimdi Balyoz iddianamesinde Savcıların darbe suçlamalarına dayanak olarak gösteriliyor.

GENELKURMAY BELGE HABERİNİ TEKZİP ETMİŞTİ

Başbuğ imzalı belgenin Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir’in geçen nisan ayı başında yazdığı iki önemli haberle de yakından ilgisi var. Bu haberlerde geçen mart ayı başındaki Balyoz tutuklamalarından hemen sonra Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında yapılan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un da katıldığı Balyoz tutuklamalarına ilişkin bir toplantıyı konu ediliyordu.

İlk habere göre, Orgeneral Başbuğ Birinci Ordu’daki seminerde bazı hatalar yapıldığını belirtmiş, bu konuda Cumhurbaşkanı’na bir de belge göstermişti. Bu haber ertesi günü Genelkurmay tarafından tekzip edilmişti. Açıklamada, “incelemeye ilişkin” bir belge olmadığı belirtilmişti.

Bugün yayımladığımız belge, en azından seminerin hazırlık sürecinde Orgeneral Başbuğ’un bu seminere ilişkin çok kritik bir belgede imzasının olduğunu, plan semineriyle ilgili gelişmeleri başından itibaren çok iyi bildiğini gösteriyor.

3 Ocak 2003 tarihinde Birinci Ordu’ya giden talimata imza atarken, bu belgenin tam 7 yılı aşkın bir süre sonra Genelkurmay Başkanlığı’nı devredeceği gün Türk kamuoyunun bilgisine ulaşacağı, herhalde hiç aklının ucundan bile geçmemişti Orgeneral Başbuğ’un.

Yarın seminer dosyasını toparlıyoruz.

Hürriyet

''Bu bildiri, yargıya verilmiş bir muhtıradır''
7 Nisan 2011
Halkın Sesi Partisi (HAS Parti) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, Genelkurmay'ın açıklamasını değerlendirdi.

Halkın Sesi Partisi (HAS Parti) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş , Genelkurmay Başkanlığının ''Balyoz Davası'' kapsamında görevli ve emekli 163 TSK personelinin tutukluluk halinin devamıyla ilgili açıklamasına ilişkin, ''Bu bildiri, yargıya verilmiş bir muhtıradır'' dedi.

Kurtulmuş, parti genel merkezinde düzenlediği haftalık olağan basın toplantısında, gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu ve gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Söz konusu açıklamanın, 27 Nisan bildirisinden daha sert olduğunu öne süren Kurtulmuş, ''Bu bildiri, yargıya verilmiş bir muhtıradır. Bütün siyasi partiler ortak tavır almalıdır. Sessiz kalınırsa ileri de başka müdahalelerin, hatta ihtilallerin önü açılır. TSK'nın sadece vatan savunmasında olmasını istiyorsak, iç siyasete karışmasını istemiyorsak, TSK'nın bu yanlıştan dönmesini sağlayacak kararlılığı ortaya koymamız gerekiyor. Sessiz kalınır, birileri bu açıklamalardan güç alırsa askeri darbelerin önü açılır'' diye konuştu.

''Ergenekon'' ve ''Balyoz'' davalarının Türkiye'nin gündeminde bulunan en önemli davalar olduğuna dikkati çeken Kurtulmuş, siyaset kurumunun bu sürece karışmaması, avukat ve savcı rolüne soyunmaması gerektiğini ifade etti. ''Balyoz davasında, bazı partiler örgüt üyeliği rolüne, bazıları savcı rolüne, TSK ise avukat rolüne soyundu'' diyen kurtulmuş, ''Bütün bunları kabul edemeyiz. Sorgulama ve yargılama süreci, hukukun gerektirdiği şekilde yerine getirilmeli. Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır. '' dedi. haber10

İnternet Andıcında ŞOK İTİRAFLAR
30 Temmuz 2011
Mahkeme internet andıcı iddianamesini kabul etti. O iddianamede bir yüzbaşının itirafları herşeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyor...
Sitelerin ana çatısını ‘2. Başkan’dan olur aldım’ diyen Albay Çiçek kurdu. Hıfzı Çubuklu değişiklikler yaptı.

13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği ‘internet andıcı’ iddianamesinde çok çarpıcı detaylar yer aldı. Yüzbaşı Murat Uslukılıç savcılık ifadesinde andıçla ilgili şok itiraflarda bulundu. 17 Ağustos 2010’da savcıya her şeyi anlatan Uslukılıç, sitelerin kuruluş ve yönetimini şöyle anlattı:

MÜDÜRÜMÜZ ÇİÇEK’Tİ

“2003 yılı Eylül atamaları ile Psikolojik Harekat Daire Başkanlığı’na atandım.Orada OBİ Subayı olarak görevliydim ve 2004-2008 yılına kadar müdürümüz Dursun Çiçek’ti... Tamamen teknik işler yapıyorum, sitelerin içeriği ile ilgili müdahale yetkimiz yok. Teknik olarak siteleri kurup, kullanıcı bilgilerini server’a giriyoruz. Her kullanıcı, doğrudan erişim yaparak yayınlanacak haberleri kendi sitesine koyuyor. 2004’ten 2008’e kadar sitelerin içeriklerinin tamamı Dursun Çiçek’in kontrolündeydi. İçeriklerini bizzat Çiçek kendisi kontrol edip belirliyordu. Ana site ‘irtica.org’tu. Bunun içeriğini Ziya Göktaş belirliyor, haberleri de sivil memur Meryem Kurşun ekliyordu. Sitenin içeriğinde hoş olmayan yazı ve mailler gördüm.”

Başbuğ’a Çiçek arz etti

2009’un Şubat ayında Yozgat’ta izindeyken acele şubeye çağırdıklarını söyleyen Uslukılıç, Taraf Gazetesi’nde sitelerle ilgili andıç haberi çıktıktan sonra yaşananları da şöyle aktardı: “Haber çıktıktan sonra siteleri komutanın emri ile kapatmamız söylendi ve ben de siteleri kapattım. Daha sonra mart ayının sonuna doğru Dursun Çiçek odamıza geldi. Çiçek, ‘2. Başkan’dan Olur aldım, yeni internet siteleri için bir andıç hazırlayalım” dedi.

Bunu Şube Müdürü Cemal Albay’a ilettim. O da Dursun Çiçek’le görüşüp kendisine hazırlaması için emir verdiğini söyledi. Andıç hazırlandıktan sonra önümüze geldi. Andıca internetle alakalı kanun maddelerini yazdım. Her şube müdürü andıca kendisini ilgilendiren bölümlere belli şeyler yazdı. Ana çatısını Dursun Çiçek kurdu. Adli Müşavir Hıfzı Çubuklu andıç hazırlandıktan sonra değişiklikler yaptı. Sonra ikinci başkana sunuldu ve o da ‘Komutana arz’ notu yazdı. Genel Kurmay Başkanı’na Dursun Çiçek arz etti.

Andıcı ben Dursun Çiçek’in talimatıyla yazdım. Daha sonra internet siteleri kurduk. 4 adet temel site vardı. Bir tanesi Koruyucu Haber diğerlerini hatırlamıyorum. Önceki sitelerin tamamı Mart 2009’da kapandı. Nisan 2009’da yürürlüğe giren 4 yeni de Haziran 2009’da kapandı.”

Server’ler 7 kez silindi

İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın Taraf’ta 12 Haziran 2009’da yayımlanmasının ardından karargahta yapılan imha işlemleri de Yüzbaşı Murat Uslukılıç tarafından şöyle anlatıldı: “19 Haziran’da N.Albay gece 22.30 sıralarında beni aradı ve acilen Daire Başkanı’nın çağırdığını söyledi. Apar topar iş yerine gittiğimde, bizzat Mustafa Bakıcı ile görüştüm. Şube müdürleri ve sivil memurlara kadar izinli olanlar hariç herkes geldi. 20 Haziran Cumartesi olmasına rağmen mesai başladı. Yukarıda evrak yaptık, öğleden sonra MEBS Başkanlığı’ndan internet bilgisayarlarını silmek için personel geldi. Bilgisayarları bir yere toplamamızı istediler. Bilgi Sistem Odası’nda bilgisayarları topladık.”

MEBS Başkanı’nın serverlar dahil bilgisayarların silme işlemini başlattığını anlatan Uslukılıç, “Ellerinde Harekat Başkanlığı imzalı Mehmet Eröz Paşa’nın emrinin olduğunu söylediler. İnternete giriş çıkış yapan bilgisayarların tamamının, internetle alakalı bütün serverların 7 sefer geri gelmeyecek şekilde silindiğini anlattılar. Biz sadece silme işlerine nezaret ettik. Diğer konuları MEBS Başkanlığı yaptı. İnternet sitelerinin arşivlerinin neden silindiğini bilmiyorum. 8 yıllık internet çalışmalarının tamamı silindi” dedi. 2006’dan sonra sivil memurlara gazeteciler hakkında bilgi çıkarma görevi verildiğini ifade eden Uslukılıç şunları da anlattı:

“Hürriyet, Milliyet vb. gazete yazarlarının isimleri ve mail isimlerinin listesini çıkardık. Okuyucu köşeleri dahil bu bilgiler istendi. İnternet sitelerinde kesinlikle hükümet üyeleri aleyhine yıpratıcı nitelikte yayın ve haber yapmadım böyle bir yetkim de yok. Ancak Genelkurmay’a ait sitelerde benzer haberlerin çıktığını üzülerek gördüm.”

Eröz: Biz emri Başbuğ’dan aldık

Andıç iddianamesinin sanıkları arasında yer alan Korgeneral Mehmet Eröz, sitelerin kurulmasıyla ilgili olarak dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeral İlker Başbuğ’u suçladı. Eröz, 15 Haziran 2011’de savcılığa verdiği ifadede, “İnternet Andıcı” olarak yer alan çalışmanın emrini Genelkurmay Başkanı’ndan aldıklarını söyledi. Bu andıçla karar aldıkları 4 tane internet sitesini faaliyete geçirmediklerini belirten Eröz, 14 Nisan 2009’da internet andıcına onay alırken yaptıkları incelemede bu sitelerin hay


En son Ekim tarafından Cum Şub 12, 2010 12:17 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 30, 2009 1:01 am    Mesaj konusu: Komplo Belgesini Anlamak İçin Alıntıyla Cevap Gönder

Avni Özgürel
Orduyu konuşma zamanı...

Yüksek sesle dillendirilmese de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri eğitim veren okullardan başlayarak, tayin/terfi sistemine; birliklerin büyüklüklerinden, bina, hizmet, araç-gereç, silah, mühimmat alım satım işlemlerinde izlenecek esaslara varana kadar; ama hepsinden daha önemli olarak, silahlı kuvvetlere hâkim zihniyet ve ABD’nin Irak harekâtı sonrası bölgesel gelişmeler ve PKK eylemlerindeki mahiyet farklılaşmasıyla ortaya çıkan yeni duruma uyarlanması kaçınılmaz hale gelen, iç güvenlik- dış tehdit algısı doğrultusunda, değişimi hedef alan köklü bir yeniden yapılanma sürecinin eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz.

Zaruretin Genelkurmay karargâhı katında kabul gördüğünü ancak kuvvet komutanlıkları katında zaman içinde etkisi azalıyor olsa da dirençle karşılandığını düşünmek için yeterli işaret var.

Bu açıdan bakıldığında Org. İlker Başbuğ’un zor bir dönemde görev üstlendiğini ancak gerçekçiliği ve ılımlı kişiliğiyle değişim yönünde çok önemli adımların atılmasını sağladığını görmek gerek. Ordu hiçbir dönemde onun görev süresi içinde olduğu kadar büyüteç altında ve eleştirilere hedef olmadı. Keza hiç bir dönemde İlker Başbuğ’un görev süresi boyunca muhatap olduğu ağır eleştiriler karşısında bu denli itidalli, iç soruşturma, açıklama, bilgilendirme toplantıları zemininde izahatta bulunarak kamuoyunu tatmin etme gayreti içinde görünmedi.

Aynı anlayışın bundan sonra da az-çok üslup farklılaşmasıyla ama devam edeceğini düşünebiliriz.

Ancak değişim yolunda önemli bir eşik aşılmış olsa da gelinen noktanın yeterli olduğu herhalde söylenemez. Halen görev yapan 367 generalle dünya orduları içinde en fazla sayıda yüksek rütbeli subaya sahip ordulardan biri olmanın TSK’ni hantallaştırıp hantallaştırmadığından başlayan, tayin ve terfi sisteminin ‘teamüller’ sözcüğünde özetlenen başta kıdem ve kadro sınırlamaları olmak üzere kimi zaman ordunun hizmetine ihtiyaç duyduğu üstün yetenekli personelin emekli edilmesine sebep olan YAŞ puanlamasına dayanması usulünü sürdürmekte fayda olup olmadığına kadar uzanan bir dizi soru gündemdeki yerini koruyor..

Aynı şekilde çağın gelişen teknolojik imkanları ve istihbarat donanım ve kaynaklarının karar verme mekanizmasına hız kazandırması gerekirken; veri- bilgi değerlendirme yanında emir-kumanda zinciri içinde hareket etmeye riayet zaruretinin, Güneydoğu Anadolu gibi zor bir coğrafyada terör saldırısına maruz askeri, ihanet kuşkusuna kadar uzanan yanlış anlamalara sebebiyet verecek derecede sıkıntıya soktuğu da gözardı edilemez...

Ordunun Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ortam ve toplumsal ayrışmadan etkilendiği sır değil. Mezhepçi unsurların 28 Şubat sürecinde yargı ve orduyu hedef aldığı, bunların TSK’de, Deniz Kuvvetleri’nden başlayarak kendi anlayış ve meşreplerini Atatürkçülük zarfı içinde komuta katına taşıyıp kısmen benimsetmeyi başardıkları da..

Cumhuriyete ilham veren düşünce ve yaşadığımız çağın insan hakları temelinde kazandırdığı demokratik değerler dışında bir ideolojiye kapalı olması gereken Silahlı Kuvvetler bünyesini söz konusu unsurlardan arındırması umulan yargılamaların devam ettiği süreçte oluşacak yeni Genelkurmay karargâh yapısının ve kuvvet komutanlıklarının sorumlulukları büyük, işleri kolay değil. Söylenebilecek olan; gelenek kavramının Türk ordusunun fazilet, feragat, cesaret ve disiplin anlayışı yanında marazi evhamlardan uzak, entelektüel derinlik, vizyon, strateji ve teknolojik bilgiyle güçlendirecek yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu.

İnancım o ki, Türkiye 2015’e kadar askeri ve sivil bürokratik çatısını yenilemeyi tamamlaya-

cak; ve aynı süreçte bugün için somut sonuç doğurmadığı düşünülen demokratikleşme projesini ileriye taşıyacak. Sonrası malum: Sıra siyaset katının yenilenmesine gelecek. Seçim Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu ve Meclis İçtüzüğü.

Radikal

Yoksa Beni mi Almaya Geldiniz?
(Bir Genelkurmay Başkanının Anatomisi)
Fatma Sibel Yüksek

Habertürk gazetesi yazarı Fatih Altaylı, eski Genelkurmay Başkanı, emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Ergenekon savcıları karşısındaki eğilip bükülen tavrını “zevzeklik” diye niteledi. Türk Ordusu’na en kritik dönemde kumanda etmiş, altına imza attığı bir bildiriyle siyasi tarihimizin en önemli dönemlerinden birini başlatmış olan bir komutandan bugün gazete köşelerinde “zevzek” olarak söz edilmesi gerçekten üzücü. Üzücü ve düşündürücü…

Yaşar Büyükanıt profili, tarihin devlet adamları galerisine ne yazık ki pek itibarlı bir şekilde geçmeyecek; çünkü tarih kahramanlar kategorisine konjonktürel rüzgârlar karşısında eğilip bükülenleri, korkunun, çapsızlığın ve basiretsizliğin esiri olanları değil, dik duranları, yürekli olanları ve her ne koşulda olursa olsun çizgisinden sapmayanları kaydediyor.Üstelik bu seçicilikte haklı-haksız, kazanan-kaybeden, zalim-adil, diktatör-demokrat ayrımı da yapmıyor. Aslında pek de can yakmamış, kendi halinde bir figür olan Vahdettin bu kuraldan dolayı tarihe bir “korkak” olarak geçerken, aslı kanlı bir diktatör olan Saddam Hüseyin, ölüm karşısında bile dik durmayı başararak tarihe adını “cesaret” ve “erkeklik” kavramlarıyla birlikte yazdırdı.

Büyükanıt’ın Ergenekon davası savcılarına resepsiyonda yaptığı “Yoksa beni mi almaya geldiniz” esprisi gerçekten kötüydü, hazindi. Hazin olmasının en büyük sebebi de gereksiz bir espriden çok “gerçek bir korkuyu” yansıtmasıydı. “Binlerce askere ölme ve öldürme emri verebilecek konuma gelmiş, 65 yaşındaki bir insanın sıradan fanilerden bir farkı olmalıydı” diye düşündürdüğü için bir bakıma öğreticiydi. İnsana, “Acaba, kamera kaydı icat olmadığı için tarihe yanlışlıkla kahraman olarak geçmiş başka kimler var?” sorusunu sordurduğu için ayrıca felsefiydi.

Videoyu insan psikolojisi, vücut dili, korku,cesaret, giydiği elbiseyi ve taşıdığı cüsseyi hak ediş gibi kavramlar bakımından zengin unsurlar içerdiği için “belgesel tadında” izledik. Bir Cumhuriyet Savcısı ile bir Genelkurmay Başkanı, insan olarak tabii ki eşittirler ama tarihteki “ağırlıkları” bakımından aynı fotoğraf karesi içinde yer almaları düşünülemez. O bakımdan, eski Genelkurmay Başkanı’nın “medyatik savcıyı” görünce, Tarkan’ı görmüş genç kızların heyecanına kapılıp “Zekeriya Öz sizsiniz değil mi?” diyerek ilk adımı atması, öyle “mütevazılıkla”, “samimiyetle”, “ortamın getirmiş olduğu naif insanlık haliyle”, haydi bilemediniz “alkolün verdiği keyifle” falan izah edilemez. Burada, büyük bir psikolojik altta kalışla, daha dramatik olanı, ezik bir “minnet duygusuyla” karşı karşıyayız. Eski Genelkurmay Başkanı, hukuk ve insanlık kuralları bakımından tarihin en tartışmalı iddianamelerinden birine imza atmış olan savcıların hedefi olmaktan kurtulduğu (ya da öyle zannettiği) için çocukça bir sevinç içindedir. “Zekeriya Öz sizsiniz değil mi” diyerek utangaçça yanaşma, tarihe “ortamın getirdiği hoşluk” veya medyanın deyimiyle “buzları eriten diyalog” olarak değil, “ayağa gitme” olarak geçecektir. (Ayrıca, eski Genelkurmay Başkanı ile savcılar arasında zaten “buz” falan da yoktur).

Bu talihsiz “tanışma” faslından sonra Büyükanıt’ın uzun uzadıya bir şeyler anlatmaya çalıştığına, bu çabaya mukabil savcıların kendisini sakin ve sessizce izlediğine tanık oluyoruz. Eski Genelkurmay Başkanı’nın “kendini anlatma çabası” ne kadar coşkuluysa, savcıların bakışları da o kadar dik, soğuk ve inceleyicidir. Karşılarındaki adamın el-kol hareketlerini, lafazanlığın dozunu giderek arttırma gayretini, “suçsuzluğunu” kanıtlamaya çalışan bir şüphelinin samimiyetini test eder gibi “profesyonelce” seyretmektedirler. O sırada Savcı Öz’ün masadaki tabaktan ağzına bir fıstık attığı görülür. Bu hareket, konuşmayı bitirme hareketidir. “Anladım ben seni, çözdüm..Artık gidebilir miyim? Sıkıldım çünkü..” hareketidir.

Bu arada, eski Genelkurmay Başkanı’nın eşi, masalarına davet ettikleri savcıları ağırlarken “kusursuz ev sahipliği” icra etme çabasındadır. Yılların getirdiği kermes alışkanlığı ile savcıların önüne “yiyin, yiyin” diyerek tabaklar sürmekte, eşinin yapmaya çalıştığı esprilere şen kahkahalarla destek atmaktadır. Karı koca olarak, “Bak görüyor musun hanım, ne şanslı insanlarız. Allah korusun, bugün şu güzel resepsiyonda kadeh tokuşturmak yerine Silivri Cezaevi Kampus ve Yerleşkesi’nde de de olabilirdik. Sayın savcılarımız da pek tatlı insanlar” havası içindedirler.

Savcıların artık sıkılmaya başlamasıyla son bulan bu acıklı muhabbet, eski Genelkurmay Başkanı’nın “Çok zor bir görev yapıyorsunuz, Allah yardımcınız olsun” temennisiyle tarihi bir melodram seviyesine erişir. Bu temenni, sıradan bir vatandaşın naif duygularını yansıtma kisvesi altında, aslında derin bir kendini beğendirme gayreti ve bağlılık bildirme mesajı içerir. Sanki, “Meydanlara dökülün, Cumhuriyet’e sahip çıkın. Ne mutlu Türküm diyene anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” diye gece yarısı bildiri yayınlayan benmişim gibi bir kendini işin içinden sıyırma uyanıklığı taşır.

Oysa, Ergenekon davası sanığı vatandaş Oğuz Alpaslan Abdülkadir’in 20 ay sorgusuz sualsiz yattıktan, işini, gücünü, aşını kaybettikten sonra mahkemeye, “Bir sabah baktım Genelkurmay’ın sitesinde ‘yollara düşün, harekete geçin’ diye bir duyuru. Bir vatandaş olarak Ordu’muzun arkasına düştüm, bayrağımı alıp Cumhuriyet mitinglerine katıldım; başka da bir suçum yoktur Hakim Bey…” şeklinde verdiği ifade kulaklarda, vicdanlarda çınlamaktadır.

Bu 2 dakikalık video kaydı aslında yakın tarihimize “Dolmabahçe buluşması” olarak geçen o büyük muammayı çözmemize yardımcı olacak şifreler ve kişilik kodları da içermektedir. Bu görüşmeye ilişkin olarak pek çok şey yazıldı çizildi, pek çok spekülasyon yapıldı. O görüşmede Büyükanıt’ın önüne eşinin yaptığı harcamalara dair bir dosya konulduğu ve kendisine “Erdil paşa gibi olursun” mesajı verildiği yönündeki haber, tazminat davasına konu oldu.

Bu videonun ortaya çıkardığı portreden anlıyoruz ki Paşa’ya sadece ve sadece “Bak Paşa, biz Ergenekon diye çok gizli ve acımasız bir örgüt ortaya çıkardık. Yakında büyük bir dava başlayacak, bunlar seni alaşağı etmenin planlarını bile yapmışlar. Canını kurtardık haberin yok..Şimdi, sen bu Ergenekon’un ‘mağduru’ mu, yoksa ‘sanığı’ mı olmayı arzu edersin?” diye sorulmuş;

Paşa’nın da tıpkı “Emniyette arkadaşlar öyle çarpıcı deliller ortaya koydular ki Ergenekon’un varlığına iknâ oldum” diyen ve bu “üstün hizmetinden dolayı” PKK’lı teröristlere bile uygulanmamış olan “etkin pişmanlıktan yararlanma” talebiyle mahkemeye sevkedilen sanık Emekli Tümgeneral Erdal Şener gibi “Ne diyorsunuz! Ben böyle bir şey olduğunu bilmiyordum. Gözümü açtığınız için teşekkür ederim..” demiş olması ve o minnetarlıkla bugünlere kadar gelmesi mümkündür.

Evet, mümkündür…

Kaynak: Açık İstihbarat


29 Ekim 2009 11:33
Komplo Belgesini Anlamak İçin
Orijinal belgeyi savcılara gönderen subayın mektubunun Lahika-1'i doğrulaması gözleri tekrar geçen yıl deşifre olan bu plana çevirdi. Tam hatırlama zamanı.



'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı'nın orijinalini Ergenekon savcılarına gönderen subayın ihbar mektubunun, kamuoyunda 'Genelkurmay'ın Toplumu Biçimlendirme Planı' olarak bilinen 'Lahika-1' belgesini doğrulaması, gözleri tekrar bu belgeye çevirdi.

İhbarcı subay mektubunda şöyle diyor: "Sayın savcım, Dursun Çiçek tarafından hazırlanan ve çeşitli 'Sivil Toplum Örgütleri'nin fişlenmesini içeren bir andıç (Lahika-1) 7 Nisan 2008 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanmıştır. Taraf Gazetesi'nin konuyu haber yapmasından sonra Genelkurmay Başkanlığı soruşturma başlatmıştır. Soruşturma sonucunda hazırlanan bilgi notu Ek C'de (Bu not savcıların elinde (F.V.)) sunulmuştur. Bu bilgi notunda andıç çalışmasının Genelkurmay Başkanlığı'nın emri ile 29 Temmuz 2004 tarihinde başlatıldığı, Nisan 2006'da ilgili makama arz edildiği ifade edilmektedir. Yani Genelkurmay Başkanlığı adı geçen andıcın varlığını kesin bir şekilde kabul etmektedir. Bu rapor neticesinde Albay Çiçek hakkında bir işlem yapılmamıştır."

Ayrıca Lahika-1 belgesi ile darbe belgesinin sıra numaraları da aynı çıktı.

Genelkurmay'da Eylül 2007'de hazırlanan ve Haziran 2008'de yine Taraf Gazetesi tarafından deşifre edilen "Lahika - 1" belgesi çok daha geniş ve kapsamlı bir plandı.

Orijinali ortaya çıkan "İrticayla Mücadele Eylem Planı' ile geçen yıl ortaya çıkan "Lahika 1" arasındaki benzerlik bu bakımdan çarpıcı.

Yeni eylem planını anlamak için Lahika-1'i hatırlamakta fayda var:

GENELKURMAY'IN TOPLUMU BİÇİMLENDİRME PLANI / LAHİKA - 1

TSK ACİL EYLEME GEÇTİ

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, siyasete ve sivil hayata müdahale etmek için geniş kapsamlı bir “Eylem Planı” hazırladığı ortaya çıktı. Planın amacı ‘Kamuoyunu TSK’nın hassasiyet gösterdiği konularda’ yönlendirmek ve harekete geçirmek.

Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlıkları tamamlanan ve Eylül 2007’de yürürlüğe konan “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” uyarınca, kamuoyunu, "irticacı hareketlerin sorumlusu" olarak görülen hükümete, "milli devlete karşı" olarak nitelenen yeni anayasa paketine, "terörist" olarak adlandırılan DTP'ye karşı TSK'nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek için bir dizi karar alındı.


Bilgi Destek Planı'nın "esaslar" başlığı altında, planın amacı "Kamuoyunu TSK'nın hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek, TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ve TSK içinde fikirde ve eylemde birlik ve beraberliği sağlamak" olarak açıklanıyor. Aynı bölümde, amaçları hayata geçirme sürecinde "diğer kurumlarla çatışmaya girilmemesi ve günlük siyasete müdahale ediyor görüntüsü verilmemesi" gerektiğinin altı çiziliyor. Buna göre, TSK eylem planını uygularken "kamuoyu oluşturma gücüne sahip bulunan üniversiteler, üst yargı organlarının başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi ve bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması" gerektiği vurgulanıyor.

Eylem planındaki bu hedeflerin nasıl gerçekleştirileceği konusu ise, "faaliyet, yöntem, işlem makamı, koordine makamı ve düşünceler" başlıkları altında bölümlere ayrılan "faaliyet çizelgesinde," her bir uygulamanın aşamaları, finansmanından, uygulama takibi sorumlusuna kadar, ayrıntılarıyla anlatılıyor.

Planın uygulanmasında birlikte çalışılacak aktörler isim verilmeden "güvenilir isimler" ya da "tam kontrollü, etki edilen ve harekete geçirilebilen sivil toplum örgütleri" veya "uygun medya organları" yahut da "TSK ile benzer yaklaşımları paylaşanlar" gibi ifadelerle anılıyor.

Eylem Planı'ndaki bazı öneriler ise insanın kanını donduracak cinsten. “Irak’ın kuzeyinde PKK’ya verilen desteğin bir sonucu olarak söz konusu bölge halkını terörle mücadele bağlamında ‘rahatsız’ edecek faaliyetler yapmak” başlığı altında "PKK'ya desteğin bedelsiz kalmadığını halka göstermek" için "bölgede aramaların ve operasyonların sıklaştırılması," Irak'ın kuzeyinde yaşayan halka karşı ise "Ağır silah ateşleri icra edilmesi" tavsiye ediliyor.

Plan'da yer alan diğer çarpıcı başlıklardan bazıları da şöyle:
* “TSK’yı hedef alan gruplar içinde bazı kişileri desteklemek, siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı destekleyip, birliği bozmak;
* TSK karşıtı fikir ve eylemleri ile bilinen sanatçı ve yazarların yıpratılması;
* Uygun besteci ve sanatçılara TSK’nın savunduğu görüşler doğrultusunda açık ya da örtülü eser yaptırmak;

Genelkurmay Başkanlığı’nın Eylül 2007 ve HRK:17:00-07… sayılı yazısı EK-A ve Lahika-1 ismiyle faaliyete koyduğu Eylem Planı Excel formatında hazırlanmış. Eylem Planı'nın hangi şahış ve birim tarafından yazıldığının anlaşılmaması, kamuoyuna yansımaması için de her kişi ve birime belli sayıda kullanılan x işaretinden oluşan kod adlar verilmiş. Taraf’ın elinde bulunan, ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan çıktığı resmi olarak belgelenen 11 sayfadan oluşan Lahika-1adlı Eylem Planı'ndan satır başları.

1-PLANIN YARGI PARÇASI

Genelkurmay Başkanlığı'nın hazırladığı, "Bilgi destek Planı"nda üst yargı organları ve medya başta olmak üzere toplumda önemli yer tutan kuruluş ve yöneticileriyle "iş yemekleri" adı altında biraraya gelinmesi isteniyor.

TEMAS EDİLECEK KİŞİLER
Planda şöyle deniyor: "Kamuoyu oluşturma gücüne sahip bulunan üniversiteler, üst yargı organları başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi suretiyle, bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması. Temas için uygun zemin/fırsatlar oluşturulacak, bu maksatla iş yemeği adı altında toplantıların yapılması da düşünülecektir. Gnkur.Bşk, Gnkur II nci Bşk, Kuv.K.ları,Gnkur.Kh.Bşk.lıkları ve Gnkur.Gensek. düzeyinde yapılacaktır. Temas edilecek kişilerin, T.C.’nin ve TSK’nın temel değerlerini savunan, koruyan niteliklere sahip olmasına özen gösterilecektir. Benzer şekilde ve aynı amaçla, Gnkur.Adli Müşavirliği, MSB Kanunlar ve Kararlar D.Bşk.lığı, üst yargı organlarıyla toplantılar düzenleyecektir.”

TEDBİRLİ OLUN

Düşünceler kısmında ise şu değerlendirme yapılıyor: “Uygun kişilerin seçilmemesi durumunda faaliyet menfi olarak ve misliyle geriye yansıyabilecektir. Gelişkin kişilikler olması nedeniyle bu tip kişiler genelde kendi gündemlerini kendileri belirlemekte ve yönlendirilmeye müsait olmayan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle, faaliyet, amacını aşabilecektir. Kamuoyu ilgisinin bu kişilerin üzerinde olması nedeniyle faaliyet, daha ilk adımda karşı propagandaların hedefi olacaktır. İcrasına karar verilmesi halinde çok ayrıntılı bir hazırlık yapılmasına ihtiyaç vardır.”
İşlem makamı olarak ise şu birimler gösteriliyor; “Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, Genelkurmay 2. Başkanı, Harekat Komutanlığı, MSB Müsteşarı, Genelkurmay Gensek.”

MEDYA ETKİN OLARAK KULLANILMALI

Planda medya ile ilgili şu ifadeler kullanılıyor: "TSK’yı yıpratmayı amaçlayanlar hakkındaki bilgilerin uygun medya kanalları kullanılarak kamuoyuna yansıtılması. Kamuoyunun bilgilendirilmesi için uygun medya organları, uygun yöntemlerle etkin olarak kullanılacaktır. Bahse konu bilgiler İsth.Bşk.lığınca toplanacak ve Hrk. Bşk.lığına gönderilecektir. Bu bilgiler Hrk.Bşk.lığınca medyanın ilgisini çekecek hale getirilecektir. Dolaylı olarak medyaya yansıtılması gereken konulara ilişkin işlemler Bilgi. Des.D.Bşk.lığınca yapılacaktır. Haberlerin hazırlanması, medya organları ile sürekli iletişim halinde olunması ve medyada amacı gerçekleştirecek şekilde yer almasını sağlamak için profesyonel destek alınmalıdır. Bu bağlamda TSK’nin temel değerlerini savunan ve koruyan niteliklere sahip sivil personelden oluşan bir kadro ile sözleşme yapılmalıdır. TSK’yı yıpratmayı amaçlayanlar hakkındaki bilgilerin uygun medya kanalları kullanılarak kamuoyuna yansıtılması: TSK’ya yönelik planlı ve sistemli yıpratma çabalarını etkisiz kılmak ve bu saldırıları yapan kişi ve kuruluşların amaçları hakkında kamuoyunu bilgilendirmek maksadıyla radyo ve TV programları, basını bilgilendirme toplantıları gibi iletişim vasıtaları etkin olarak kullanılacaktır.
Benimsenecek hareket tarzları ve yapılacak uygulamalarda, ölçülü bir şekilde dış ve iç mihraklar tarafından TSK’nın nasıl mağdur edildiği vurgulanacak, bahse konu güçlerin TSK’yi yıpratma çabaları etkisiz kılınacaktır. "

2 - GÜNEYDOĞU’YU RAHATSIZ ETME AYAĞI

"BÖLGE HALKI RAHATSIZ EDİLECEK"

Eylem Planı'nında Kürt sorunu ve DTP ile ilgili de öneri ve uygulamalar da yer alıyor. Plan'da "Terörist" olarak nitelendirilen DTP ile ilişkiler ve Güneydoğu'da PKK'ya desteği azaltmak için çarpıcı stratejiler geliştirilmiş:

* "Irak’ın kuzeyindeki desteği kesmek için bölge halkını terörle mücadele bağlamında 'rahatsız' edecek ve teröre yardım ettikleri sürece bu rahatsızlıkların devam edeceği mesajını verecek faaliyetler icra edilecektir. Teröre sağlanan desteğin bedelsiz kalmayacağı, sıklıkla yapılacak aramalar, operasyonlar v.b faaliyetler ile bölge halkına hissettirilecek. Irak Kuzeyi bölgesinde Türkiye sınırına yakın bölgelerde yaşayan Irak halkına ise ağır silah ateşleri icra edilerek aynı mesaj verilecektir. Bu şekilde PKK’ya desteklerinin sürmesi halinde bu rahatsızlıkların artarak devam edeceği duygusu hakim kılınacaktır. İşlem Makamı Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Koordine makamı Genelkurmay Harekat Başkanlığı’dır."

* "DTP’nin muhtelif yer, zaman ve vesilelerle kamuoyuna hiç çekinmeden yansıttığı söylem ve davranışları nedeni ile TSK tarafından terörist olarak görüldüğü ve herhangi bir şekilde muhatap alınmayacağı üst düzey bir basın toplantısı, basın bildirisi veya bilimsel nitelikli bir toplantıda yapılacak uygun bir konuşma ile Türk ve dünya kamuoyuna açıkça ilan edilecektir.
* DTP’nin Kandil ve AB arasında sıkışmasına yol açacak şekilde terör yanlısı tutumları gözler önüne serilecektir. Genelkurmay Başkanı’nın sadece PKK konusunda yapacağı bir basın toplantısında gerekçeleri detaylı olarak izah edilmeyi müteakip DTP’nin TSK tarafından terörist olarak görüldüğünün ilan edilmesi; PKK terörünü irdeleyen bir bilimsel faaliyette (seminer, sempozyum vb.) Genelkurmay Başkanı veya Kara Kuvvetleri Komutanı’nın yapacağı konuşma içinde kamuoyuna söz konusu tavrın ilan edilmesi ...

İşlem Makamı Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı, Genelkurmay Sekreterliği, Koordine makamı ise Genelkurmay Harekat Başkanlığı’dır.

3 - DİN İRTİCA AYAĞI
Bilgi Destek Planı’nın hemen girişindeki “durum” başlığında AKP hükümeti irticai faaliyetlere zemin hazırlamak ve bizzat organize etmekle suçlanıyor:

"İrticai faaliyetlerde, tarikat ve dini grupların yürüttüğü çalışmalara ilave olarak, bu faaliyetlere zemin hazırlayan bir çok gelişmenin bizzat iktidar tarafından organize edildiği, bu kapsamda yasal ve idari alt yapının hazırlandığı, uygulamanın ise hem merkezi yönetim, hem de yerel yönetimler tarafından kapsamlı bir şekilde yürütüldüğü, toplumda İslami hayat tarzının yaygınlaştırılması ile ilgili olarak, basın yayın organları vasıtasıyla tarikat ve dini grupların kamuoyuna sivil toplum örgütü olarak kabul ettirilmeye çalışıldığı, bunun da ötesinde irticai grupların (terör örgütleri dahil) faaliyetlerini yasal ve legal zemine oturtma gayretlerine ağırlık verildiği görülmektedir. Toplumu örgütleme ve yönlendirmede okul, yurt, şirket, dernek, vakıf ve medya gibi demokrasinin tüm meşru vasıtalarını etkili olarak kullanmaya devam etmektedir. İrticai odakların, devlet kurumlarında kadrolaşma faaliyetlerinde önemli mesafeler aldıkları bilinmektedir. "

Din lüzumlu müessese

"Bunun yanı sıra, toplumda İslami yaşam tarzını hakim kılma çalışmaları artan bir hızla gerçekleştirilmeye devam edilmektedir. TSK’nın din karşıtı olmadığı, Atatürk’ün ifadesi ile 'Dinin lüzumlu bir müessese' olduğuna olan inanç hedef kitlelere hissettirilecek, özellikle asker olarak yüce din duygularının Mehmetçiğin muharebe sahasındaki motivasyonu açısından önemli olduğu, TSK’nın çağdaşlaşmanın hep öncülüğünü yapmış bir kurum olarak batı demokrasilerinde yer alan sivil-asker ilişkilerini ve laikliği benimsediği vurgulanacaktır."

Strateji

"TSK’nın millî değerlere gerçek anlamda sahip çıktığı mutlaka gösterilecektir. Bu kapsamda, önümüzdeki dönemde takip edilecek en uygun strateji; TSK’ya yönelik yıpratma çabalarını etkisiz kılmak, ordunun gücünü, yapısını ve güvenilirliğini muhafaza etmek ve artırmak, demokratik yapı içinde halkla bütünleşmesini geliştirmek olacaktır. "

4 - LİSE AYAĞI
Lise öğrencileri bizden ders alsın

Genelkurmay'ın planında Milli Güvenlik dersi gören öğrencilere yer verildi, ders ve kitapların içeriğinin yeniden gözden geçirilmesi istendi: "Millî güvenlik bilgisi derslerinin öğrencilere, TSK’nın tanıtımı ve millî değerlerin anlatıldığı bir fırsat olarak kullanılması: Kitabın içeriği ve konu kapsamları bilgi destek açısından yeniden gözden geçirilecektir. Ders, daha çok tatbiki, uygulamalı araç, gereç ve yardımcı malzemelere dayalı olacaktır. Derslerde işlenecek temalar ve işleniş tarzına önem verilecektir. İhtiyaç duyulan garnizonlara açılan 156 “uzman lider eğiticisi (Milli Güv.Bilgisi Öğretmenleri)” kadrosunun büyük bir kısmına atama yapılmıştır. Bu uygulama alınacak sonuçlara göre genişletilecektir. Uzman lider eğiticisi kadrolarına atanan subayların seçimi konusunda, söz konusu faaliyetin TSK’nin bekası için önemi dikkate alınarak hassasiyet gösterilmelidir. Bu personel, askeri personelden istenilen kişisel niteliklere sahip olmasının yanı sıra öğretmenliği seven, eğitim bilimleri ve pedogoji formasyonu almaya ve uygulamaya istekli, öğretmen ve öğrencilerin sevgisini ve saygısını kazanabilecek örnek şahsiyetlerden olmalıdır. Bu personel seçildikten sonra Eğitici ve Öğretmen Yetiştirme Okulunda (EYÖYÖK) kurs esnasında bu nitelikleri itibarıyla değerlendirmeye tabi tutulmalıdır."

"Kitabın içeriğinin değiştirilmesi işlemi 2006 yılında tamamlanmıştır. Bu kapsamda yeniden muhtevasının değiştirilmesi karşı propagandalar üretilmesine zemin hazırlayabilir. Milli Güvenlik öğretmenlerinde “öğrencileri etkileme” ölçeği özel olarak aranacak ve bu ölçek takip edilecektir. Temalar Bilgi Des.D.Bşk.lığınca verilecektir. Bilgi Des.D.Bşk.lığınca, temaları işleyen seslendirme ve görüntüsüyle öğrencileri etkileyen ders filmleri hazırlanarak, CD, DVD olarak öğretmenlere dağıtılacaktır."

5 - STÖ AYAĞI
Elde ettiğimiz STÖ’leri Kullanalım

"Uygun STÖ’ler ile iletişim ve işbirliği imkanlarının geliştirilmesi. Kurumun risk altına girmemesi için “güvenilir kişiler” üzerinden “dolaylı” ve “örtülü” olarak kullanılacaktır. Tam kontrollü STÖ’ler yerine “etki edilen ve harekete geçirilebilen” STÖ’ler kullanılacaktır. TSK ile kurumsal iletişim içindeki STÖ’ler bu tarz faaliyetlerde açık olarak kullanılmayacaktır. Tam kontrollü STÖ’lerden elde edilen verimin düşük olması nedeniyle bu tarz STÖ’ler kullanılmayacaktır. Faaliyetlerin maliyetlerinin karşılanmasına ihtiyaç vardır.
Başta Mehmetçik Vakfı, Şehit ve Gazi Dernekleri, THK ve Kızılay gibi kamu hizmeti gören STÖ’leri olmak üzere TSK’nın düşünce ve değerlerine önem veren kişi ve kuruluşlarla iletişim kurulması sağlanacak, bahse konu STÖ, uygun etkinliklerde ön plana çıkarılacak ve kamuoyuna yönelik mesajların hedef kitlelere verilmesi temin edilecektir."


6 - FİLM, DİZİ, BELGESEL, ŞARKI AYAĞI

Film dizi ve belgesel çekilsin, şarkı da bestelensin
Genelkurmay'ın planında sinema dünyası da unutulmadı. Film, belgesel ve dizi gibi görsel araçların kullanılması istenen planda şunlar yazıyor: "Kamuoyunu yönlendirmek, TSK lehindeki duygu ve düşünceleri pekiştirmek, Atatürkçü düşünce sistemini yaygınlaştırmak amacıyla tanınmış yönetmen/ oyunculara sinema, TV, çizgi veya belgesel filmlerin çektirilmesi. Faaliyet durumuna göre açık yada örtülü olarak yapılacaktır. Yaptırılacak eser, tanınmış yazar, besteci veya şarkıcıya sipariş edilecektir. Faaliyetin maliyetinin karşılanmasına ihtiyaç vardır."

Senaryo Hazır
"TSK’nın iç yapısına yönelik veya Yurt Sevgisi eğitimlerinde kullanılmak üzere çektirilen filmler doğrudan ve açık olarak yaptırılacaktır. Toplumu ve kamuoyunu yönlendirmek amaçlı sinema veya TV filmleri dolaylı yöntemler kullanılarak yaptırılacaktır. Bu kapsamda muharebe meydanlarının, şehirliklerin tanıtıldığı belgesel filmler de yaptırılacaktır. TV ve radyolarda yayınlanmak üzere tanınmış bir sanatçının sunduğu erbaş/erlerin, aileleri ile irtibat kurmasını, Mehmetçik dershanelerini, ambülans uçağı/helikopteri ile bir hastanın yaralının GATA’ya getirilmesi ve tedavisinin tamamlanması gibi faaliyetleri içeren TV filmi bir kurgu dahilinde tanınmış film şirketlerine, yönetmenine yaptırılacaktır."

Maliyet Karşılansın
"Sinema filmleri ve/veya TV dizisi şeklinde yaptırılabilecektir. Kamuoyunda etkili olan ve yayımlanmaya devam eden dizi filmlere TSK lehine girdiler yapılması yoluna da gidilebilecektir. Sinema, TV veya belgesel filmlerin yapım maliyeti yüksektir. Bu maliyetin karşılanmasına ihtiyaç vardır. Halkla iletişimin sağlanacağı sürekli mekanların oluşturulması düşünülecektir. Örneğin; belirlenecek garnizonlarda Silahlı Kuvvetler müzeleri tesis edilebilecektir. Bu müzeler herkesin serbestçe girebileceği, mümkünse şehrin merkezi yerinde olacak ve TSK’nın tarihini yansıtan ve diğer ordulardan farkını ortaya koyan obje ve dokümanlarla donatılacaktır."

6- 'KARŞIT YAZAR VE SANATÇILARI YIPRATMA' AYAĞI

Taraf’ın elinde bulunan, ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan çıktığı resmi olarak belgelenen Lahika-1adlı 11 sayfalık Eylem Planı'nda büyük tartışmalar yaratacak öneriler bulunuyor. İşte psikolojik savaş yöntemlerini andıran çarpıcı eylem planlarından başlıklar:

"TSK’yı yıpratma ve din karşıtı gösteren kampanyaların etkisiz kılınması amacıyla kanaat önderlerinin yönlendirilerek kullanılması"

"Kanaat önderinin kişiliğine uygun olarak irtibat doğrudan veya dolaylı olarak kurulacaktır. Kanaat önderleri dolaylı olarak ve uygun yöntemlerle desteklenecektir. Kanaat önderleri, özellikle “TSK’nın din karşıtı olmadığı, milletin milli ve dini değerlerine saygılı olduğu, TSK’nın çağdaşlaşmanın, bilimsel ve toplumsal gelişmenin öncüsü olduğu, demokratik değerleri çağdaş düzeyde yaşatan bir kurum olduğu, gelişmiş toplumların ordularının seviyesinde bulunduğu, topluma öncü olma konumunu sürdürdüğü, halkın ordusu olduğu, halk tarafından en fazla desteklenen kurum olduğu, orduda görev alan Mehmetçiklerin ve rütbeli personelin halkın içinden çıktığı gerçeği” konuları ile “din sömürüsü, tarikat-ticaret ilişkileri, irticacı dolandırıcılar, anayasa paketinin milli devlete karşı olduğu vb. genel ve güncel konuları da işleyecektir. Kanaat önderleri güvenilir kişiler arasından seçilecektir. İrtibat resmi olmayan yöntemlerle (dostluk, arkadaşlık ilişkisi) sağlanacaktır. Kanaat önderlerinin faaliyetlerinin maliyetleri doğrudan veya dolaylı olarak karşılanmasına ihtiyaç vardır. İşlem makamı ilgili başkanlıklar olup, Koordine Makamı Genel Kurmay Harekat Başkanlığı’dır.

TSK’yı hedef alan gruplar içindeki bazı kişilerin desteklenmesi:
Hedef kitle olarak tanımlanan siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı desteklemek ve birliği bozmak maksadıyla bu grup içindeki bazı kişilerle iletişim kurulacak, hedef kitlenin gücü azaltılarak TSK’yı yıpratma çabaları etkisiz kılınacaktır. Gruplar içindeki uygun kimseler tespit edilecek ve uygun ortam oluşturulması durumunda bunlarla irtibat sağlanacaktır. Genel Kurmay Harekat Başkanlığı işlem makamı olacaktır.

Uygun sanatçı ve yazarlara eser hazırlatılması:
TSK ile benzer dünya görüşü olduğu bilinen sanatçı ve yazarlara öncelik verecek şekilde, seçilecek temaları işleyecek eserlerin hazırlatılması ve böylece hedef kitlelerin bilgilendirilmesi sağlanacaktır. Bu kapsamda bazı sanatçı ve yazarların desteklenmesi ve ön plana çıkarılması sağlanırken, TSK karşıtı fikir ve eylemleri ile bilinen sanatçı ve yazarların yıpratılması hedef alınacaktır.

7 – AYDINLATMA TİMLERİ SANAL ALEM AYAĞI

GENELKURMAY'IN PLANI'NDAN NOTLAR

SOHBET TOPLANTILARI
"TSK içinde gayri memnun bir zümre yaratılmasına ve komuta katına olan güvenin sarsılmasına mani olunacaktır. General-Amiral ve Alay Komutanları seviyesinde düzenlenecek sohbet toplantılarında personelin duygu ve düşüncelerini paylaşabileceği bir ortam yaratılacak, zaman zaman eşli olarak yapılacak bu toplantılar sonucunda TSK içinde fikirde ve eylemde birlik ve beraberliğin sağlanması hedeflenecektir."

AYDINLATMA TİMLERİ
"Halen uygulanan Bilgilendirme Bilinçlendirme Faaliyetleri kapsamında görev alan mobil eğitim timlerinde, üst subay rütbesinde daha tecrübeli personelin, konusunda uzman sivil öğretim görevlilerinin ve emekli TSK personelinin görev alması, gerekirse bu timlerin kadrolu hale getirilmesi, Bilgi Destek Daire Başkanlığınca eğitilerek TSK bünyesinde fikirde ve eylemde birlik ve beraberliğin sağlanmasına destek veren “Aydınlatma Timleri” haline getirilmesi esas alınacaktır."

SANAL ALEM
"Kamuoyunda gündeme gelen konularda TSK’nın görüşleri hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesi, gündemin yönlendirilmesi ve hedef kitlelerin millî sorunlar hakkında bilgilendirilmesi maksadıyla internet ortamının daha etkin bir şekilde kullanılacaktır."

İLK HEDEF VAROŞLAR
"Toplumsal Gelişime Destek Faaliyetleri(TGDF)’nin seçilen hedef kitlelere yönelik planlama ve icrasına öncelik verilecek, büyük şehirlerde, özellikle varoşlarda, TGDF’nin uygulanabileceği pilot bölgeler tespit edilecek, bu bölgelerde yaşayan halkın TSK’ne bakışının değiştirilmesi için TGDF bir fırsat olarak kullanılacaktır."

BİLİM DE VAR
"Kamuoyunu etkilemek amaçlı bilimsel içerikli seminer/toplantı vb. faaliyetlere iştirak edilip, desteklenecek. Uygun strateji ve araştırma merkezlerince gerçekleştirilecek seminer/toplantı vb. faaliyetler örtülü olarak desteklenecektir. Etkinliklerin maliyetlerinin karşılanmasına ihtiyaç vardır."

GAZİLERE ZİYARET
"Üst düzey komutanlarca şehit ve gazi ailelerine yapılan ziyaretler, kamuoyuna yansıtılacaktır. Medyanın ilgisinin çekilmesi için gerekirse şehit ve gazi aile ziyaretleri mülki makamla birlikte yapılabilecektir. Askeri personel eşleri yardımların toplanması ve dağıtılması hususlarında organize edilecektir.
Dernek başkanları ile kanaat önderlerinin bilgilendirilmesi, yönlendirilmesi ve yapacakları faaliyetlerin maliyetleri işlem makamlarınca karşılanacaktır."
aktifhaber

30 Ekim 2009 07:56
CUNTADAN ZEYNO'YA SİPARİŞ
Hudson'daki senaryoda ve 'Türkiye'de darbe olacak'ta cunta izi...

Üst düzey bir subayın ıslak imzalı 'darbe andıcı'yla Ergenekon savcılarına gönderdiği ihbar mektubu, 2006-2007'deki Hudson Enstitüsü'nün karanlık senaryosu ve darbe iddialarını yeniden gündeme getirdi.

İhbar mektubunda, Genelkurmay Başkanlığı Bilgi Destek Dairesi'ne, 'kamuoyunu yönlendirme amaçlı' belge hazırlanması için emir verdiği ileri sürülen dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun'un adı Türkiye için felaket senaryosu hazırlayan Hudson Enstitüsü'yle ilişkisiyle gündeme gelmişti.

27 NİSAN'DAN 1 YIL ÖNCE

İhbar mektubuna göre, bazı akademisyenler ve CHP yöneticilerinin katkısıyla darbe ortamı hazırlamak için hazırlanan belgeler için emir veren Ergin Saygun'un, Kasım 2006'da Hudson Enstitüsü'nün Avrasya Politikaları ve Türkiye Direktörü Zeyno Baran'la görüştüğü ileri sürülmüştü. Bu yöndeki haber ve yorumlar, Saygun ve Baran tarafından şimdiye kadar yalanmadı. Zeyno Baran iddia edilen bu görüşmeden bir ay sonra 2006 Aralık ayında Newsweek Dergisi'nde Türkiye'de darbe olacağını iddia ettiği yazıyla gündeme geldi. Baran adını açıklamadığı bir generali kaynak gösterdiği yazısında “Türkiye'de 2007'nin Nisan ayında darbe olma ihtimali yüzde 50” diyerek tarih de verdi.

FELAKET SENARYOSU DEVREDE

ABD'deki 'şahinler'e yakınlığı ile bilinen Hudson Enstitüsü ve Zeyno Baran'ın ismi 2007'de de günlerce tartışılan 'felaket senaryosu'yla gündeme geldi. Ülkede darbe ortamı oluşturacak senaryo, bombalı bir saldırıda 50 kişi ölüyor, Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu'ya suikast düzenleniyor ve her iki olay PKK'ya mal edilerek Türk ordusunun Kuzey Irak'a girmesi öngörülüyordu. Aylar önce 'darbe olabilir' kehanetinde bulunan Zeyno Baran'ın yazısı ise 27 Nisan gecesi Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine konan bildiriyle tekrar gündeme geldi. Türkiye darbe mi olacak sorusunu tartışırken Baran'ın kaynak gösterdiği generalin kim olduğu ise hala ortaya çıkmadı.

O dönemde yaşanan gelişmeler, 'darbe andıcı' ile gönderilen ihbar mektubunda, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Saygun'un emriyle hareket ettiği ileri sürülen cuntanın, Hudson Enstitüsü'yle organize hareket etmiş olabileceğini akıllara getirdi.
aktifhaber

İlker Başbuğ’un Dayanma Gücü
Fatma Sibel Yüksek

Yaşar Büyükanıt’ın resepsiyon görüntüleri hakkında yazdığımız yazı Vakit gazetesine pek dokundu. “Ergenekoncuların yeni hedefi Büyükanıt” başlığıyla verdikleri haberi, pıtırak otu gibi yayılan diğer badem bıyık-sürme göz siteler de iktibas etti ve hep bir ağızdan “Büyükanıt’ı tehdit ediyorlar, dayan Paşam!” diyerek feverân eylediler.

Ne diyelim, o kadar sevdiyseniz alın sizin olsun! “Öcalan’ı paşa yapıp maaşa bağlayalım, TSK’yı da lağvedip yeni bir ordu kuralım” diyen Mümtazer Türköne, emekli paşamıza da bir formül bulur nasılsa. Mutlu mesut yaşayıp gidersiniz.

İşin garibi, “Ergenekoncular’ın yeni hedefi Büyükanıt” diye tam sayfa haber yapan Vakit’in bir başka sayfasında ise “İhbarcı subay” tarafından savcılara gönderildiği iddia edilen “Genelkurmay tarafından fişlenen internet siteleri” listesinde Açık İstihbarat da var!

Her kurumun rutin olarak yaptığı günlük medya takibi de “fişleme” ve “cunta suçu” oldu. Yakında, “Medyayı yönlendirmek için Cuma günleri basın bilgilendirme toplantıları düzenlemişler!” diye bir manşet görürsem şaşırmayacağım. Var mısınız bu toplantılara katılan Ankara temsilcileri birer birer gözaltına alınmaya başlasın!

Konumuz aslında bu değildi. Yıllarca büyük şair Abdürrahim Karakoç’un hatırına okuduğum Vakit’i, yabancı istihbarat servislerinin payandası olup kendi ülkesinin insanlarına iblisin aklına gelmeyecek iftiralar savurmaya başladıkları zaman bıraktım; tiksindim. Vakit artık şeytanın sözcüsüdür; gidip gideceği yer de sonsuz ızdırap ve dönülmez pişmanlıkların ebedî mekânı cehennemden başka bir yer değildir.

Kendilerine Türk dilinin en büyük şairlerden Abdürrahim Karakoç’un şu dizesiyle cevap vermeyi yeterli buluyorum. Belki içlerinden hicap duyanlar çıkar…

"Ben nefret eyledim sizin gerçekten

Yalanı severim, yalanı gayrı.

Tiksindim bülbülden, gülden, çiçekten

Yılanı severim, yılanı gayrı.”

Bu zorunlu girişten sonra, yazımızın esas konusuna, Hükümet ile Genelkurmay arasında “ıslak imza” çerçevesinde neler olup bittiğine gelebiliriz. Tahminler var, spekülasyonlar var, yansımalar var. Daha da önemlisi, kamplaşmış taraflarda beklentiler var. Ergenekon davasının aslen TSK’yı hedef alan bir büyük hesaplaşma olduğu giderek bütün boyutlarıyla su yüzüne çıkıyor. Olayı, yaklaşık 3 yıldır “devlet içindeki çetelerden arınma” olarak görmeye çalışan ve bu uğurda uzun süre “büyük ittifakın taraflarından biri” olduğunu zanneden Genelkurmay, artık bir yol ayrımındadır. En büyük hamle yapılmış, son söz söylenmiştir. Artık görev başındaki orgenerallerin, hatta Genelkurmay Başkanı’nın kellesi istenmektedir. “ETÖ” yalanıyla 3 yıldır ağır mağduriyet yaşatılan milli kesimde, Genelkurmay’ın artık bizzat Türk Ordusu’nun hayat organlarını hedef alan bu oyunlar karşısında doğru analizler

yapması ve kaçamak tutumlardan kaçınması beklentisi vardır.

Türk Milleti ile onun silahlı gücü olan Ordu üzerinden hesaplaşmaya ant içmiş ve bu yolda epeyce de mesafe katetmiş olanlarda ise artık “Altın vuruş”un yapılması. TSK’nın tamamen çökertilmesi , bir sivil darbeyle komuta kademesinin görevden alınması beklentisi vardır. Bu aşamaya kadar gelinmişken AKP’nin, özellikle Başbakan Erdoğan’ın “ürkek davranmasından” korkulmaktadır. Kürt açılımında frene basılması bu çevrelerde panik yaratmış, sürecin tavsayacağı endişesiyle ortaya yeni “kâğıt parçaları” atılmıştır.

Tayyip Erdoğan ile İlker Başbuğ arasında yapılan son görüşmede, karşılıklı olarak nihai adımların atıldığı izlenimi ağır basmaktadır. Umalım ki bu görüşme tutanaklara geçmiş olsun, Dolmabahçe görüşmesine benzemesin.

Görüşmeden sonra meydana gelen gelişmelerin izi sürüldüğünde ortaya şu başlıklar çıkmaktadır:

KİLİT ŞİFRE: DURSUN ÇİÇEK NEDEN İFADE VERMEDİ? Albay Dursun Çiçek ve daha önce ifadeleri alınan diğer subaylara Ergenekon savcılarınca “ihtarlı” çağrıda bulunulduğu, subaylar bir hafta içinde ifadeye gelmezlerse “tutuklanacakları” haberi her zaman olduğu gibi yine ilk kez yandaş medyada yayımlandı. Beşiktaş Adliyesi ile yandaş medya arasındaki “alo ihbar hattı” bu kez de gecikmesiz çalıştı. Adliyeden haber sızdıran birileri, belli ki “ihtarlı davet”in kamuoyu tarafından bilinmesini istemişlerdi. Yandaş medya, görevini yaptı ve tam bir hafta boyunca, “Bugün de gelmediler”, “Gelmezlerse tutuklanacaklar” şeklinde haberler yayımlandı. Ve Dursun Çiçek ifade vermeye gelmedi..Ve ne tesadüftür ki “Bugün de gelmediler” haberlerine günlerce sessiz kalan savcılıktan, Erdoğan-Başbuğ görüşmesinden hemen sonra “Subaylara herhangi bir çağrı yapılmamıştır” açıklaması geldi. Bu açıklamayı yapmak için neden Erdoğan-Başbuğ görüşmesini beklediler? Albay Çiçek, bir önceki soruşturmada, tutuklandıktan 18 saat sonra “yeterli delil elde edilemediği için” serbest bırakılmamış mıydı? Bu durum, savcıların bağrına taş gibi oturduğuna göre hazır ellerinde yeni ve “ıslak” bir delil varken, Albay Çiçek’i yeniden tutuklatma girişiminden neden imtinâ ettiler?

SARI ÖKÜZ POLİTİKASININ BİTTİĞİ YER:Yukarıdaki paragrafın son cümlesi bizi Erdoğan-Başbuğ görüşmesinde bir “pazarlık” yapıldığı veya bir “rest çekildiği” tahminine götürmektedir. Başbuğ’un “medya üzerinden yürütülen asimetrik psikolojik harp” konusundaki rahatsızlığını bir kez daha dile getirdiği anlaşılıyor. Genelkurmay’ın, önce bu sorunu çözmeden, Taraf gibi misyonu belli bir gazete vasıtasıyla sızdırılan bir takım ihbar mektuplarının içeriğini konuşmaya yanaşmıyor olması anlaşılır bir tavırdır. Bu sorun çözülmeden subayları ifade vermeye göndermek de cadı kazanına yeni bir odun atmaktan başka bir işe yaramaz. Anlaşılan Başbuğ, “Kimse bizden TSK içinde cadı avı beklemesin” tavrıyla tutarlı bir yaklaşım sürdürdü. Nitekim, Pakistan’da “Gider gitmez Genelkurmay Başkanı’mla görüşeceğim” diye hiddet buyuran ve bu tavrıyla TSK’ya savaş açmış mahfillerde “Başbuğ’u görevden alacak” umudu uyandıran Erdoğan’ın da görüşmeden sonra yelkenleri bir miktar suya indirdiği gözlemlendi. Bunu, Başbakanlığın “soruşturma süreçlerinin tamamlanması beklenecek” denilen mutedil açıklamasından anlıyoruz. Belli ki Başbuğ, öncelikle askeri savcılığın soruşturmasını tamamlamasına müsaade edilsin istiyor. Şimdiye kadar kendisinden istenen her “kelleyi” itirazsız veren Genelkurmay’ın bu gidişatın akıbetini görmeye başlamış olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim bu kez kendisinden Birinci Ordu Kumandanı’nın ve Genelkurmay Başkanı’nın “kelleleri” istenmektedir. Sarı öküz politikasının bittiği yerdir. Sıra kara öküzlere, hatta “oturan boğalara” gelmiştir.

BAŞBUĞ İSTİFA SÖZÜ VERMİŞ OLABİLİR: An itibarıyla gelinen nokta, bütün ağır yıpranmışlığa rağmen TSK’nın biraz daha netleşmesi bakımından milli cepheyi rahatlatsa da gönülleri fazla ferah tutmamakta fayda vardır. İlker Başbuğ’un Başbakan’a “Soruşturma sürecinin sonunda bu belgenin TSK’nın emir-komuta zinciri içinde hazırlandığı ortaya çıkarsa, kamuoyuna verdiğim sözün arkasında durur ve önce bu çalışmayı yapanları görevden alıp sonra da istifa ederim” taahüdünde bulunmuş olduğunu tahmin etmek mantıksız değildir. İstifa, kelle avcılarını tatmin eder mi bilemeyiz, bu kesime asıl “görevden almanın” tam bir zafer duygusu yaşatacağı muhakkaktır. Erdoğan’ın grup konuşmasında verdiği “gereğini yapmaktan çekinmem” mesajı, kendisini “kudretli bir başbakan” olarak gösterme çabası, “görevden alma” formülünü savunanların ısrarını ve Başbakan üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Başbakan, bu şamatacı azınlığa “hesap verme psikolojisi” içindedir. “İstediğinizi zamanı gelince yapacağım” güvencesine karşılık, TSK’yı kurum olarak yıpratmaya yönelik yayınların frenlenmesi talebi kimsenin umurunda olmamış, “yeni ihbar mektubu” üzerinden daha azgın yayınlar yapılmaya başlamıştır. Bu kesimin Erdoğan ile Başbuğ arasında yeniden bir “uyum” yakalanması ihtimaline zerre kadar tahammülü yoktur. Başbakan’ın (samimi veya değil) bütün “yatıştırma” çabalarına rağmen Başbuğ’un istifa etmesi, hatta görevden alınması yönündeki baskılar artarak devam edecektir.

BÜYÜKANIT’A KURULAN TUZAK BAŞBUĞ’A DA KURULDU:

İstifa baskılarıyla birlikte, ehven-i şerden görünüp Genelkurmay Başkanı’nı kandırma, tuzağa çekme çalışmaları da sinsice yürütülmektedir.. Fethullah’ın “basın sözcüsü” Hüseyin Gülerce’nin 5 Kasım 2009 tarihli yazısına bakalım:

“Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un; "TSK, demokrasiye saygılıdır ve bağlıdır" sözüne rağmen, asker içindeki cunta, direnmeye devam ediyor. Millete ve demokrasiye komplo belgesinde imzası bulunan Albay Dursun Çiçek, ifade vermek için adliyeye gelmiyor.

Geldiğimiz nokta gerçekten bir dönüm noktası. Cunta direniyor, AK Parti iktidarı dik durmaya devam ediyor. Cuntacılara karşı, devlet içinde demokratikleşmeden yana güçlü bir iradenin varlığını, artık herkes hissediyor. Bu hissetmede, Genelkurmay'ın eski başkanı Hilmi Özkök'ün duruşunun anlattığı çok şey var. Bir genelkurmay başkanı, kendi döneminde dört darbe teşebbüsüne tek başına karşı koyamaz. Silahlı Kuvvetler bünyesinde, darbecilerin moralini bozan, ihtiraslarını gemleyen, kafalarını karıştıran, ellerini ayaklarına dolaştıran bir demokrat duruş var.

Bir şey daha var. Görmek isteyen herkes görüyor ki, ABD ve AB, cuntacıları artık yalnız bıraktı. İçeriden sızdırılan belgelerden, Amerika'nın haberdar olmaması mümkün değil.

Tabloya bir daha bakalım: Hükümet kararlı. Cuntacılara dış destek de yok. AB ilerleme raporlarında açıkça, sivil irade üzerindeki askerî vesayetin son bulması isteniyor. Cuntacılar, bir çıkmaz sokağa hapsedildiler.

Onları bu sokakta, giderek baskı altına alacak bir dizi yargı süreci var. Faili meçhul cinayetlerden tutun da, Cumhurbaşkanı Özal'ın zehirlenmesine kadar, pek çok kanlı ve kirli tezgâhın, komplonun, provokasyonun hesabını verecekler.

Göremedikleri gerçek ise şudur: Artık ne yapsalar boştur. Türk Silahlı Kuvvetleri artık cuntacıları taşıyamaz. Sadece TSK değil, cunta bagajını, ne demokrasi, ne Türkiye taşıyabilir. Bölgesinde güçlenen, dünyada itibarı artan yeni bir Türkiye var. Paslanmış cunta prangası, bu Türkiye'nin ayak bağıdır. Sayın Genelkurmay Başkanı. Sadece yetmiş milyonun değil, dünyanın gözü sizin üzerinizdedir. Komutan’a düşeni yapmak zorundasınız”.

Görüldüğü gibi Güzelce, meçhul ihbarcının mektubunda “plandan İlker Başbuğ’un da haberi var” buyurmasına rağmen Başbuğ ile “cuntacı subaylar” arasında büyük bir itinayla ayrım yapıyor. (İhbar mektubuyla doğrudan Başbuğ’u hedef gösteren Taraf gazetesi ise kartları Zaman’a göre daha açık oynuyor) Mesaj ortada: . Başbuğ’a “Gel sen de Hilmi Özkök gibi ol” denilmekte ve aba altından “Olmazsan, başına geleceklerden sen sorumlusun” şeklinde sopa gösterilmektedir. Gülerce, bu “başa geleceklerin” neler olacağını da açıkça söylüyor yazısında:

“Onları bu sokakta, giderek baskı altına alacak bir dizi yargı süreci var. Faili meçhul cinayetlerden tutun da, Cumhurbaşkanı Özal'ın zehirlenmesine kadar, pek çok kanlı ve kirli tezgâhın, komplonun, provokasyonun hesabını verecekler”.

Demek ki yakında Özal’ın ölümünü de Ergenekon davasına yamayacaklar… (Yazıdaki, “Bir şey daha var. Görmek isteyen herkes görüyor ki, ABD ve AB, cuntacıları artık yalnız bıraktı. İçeriden sızdırılan belgelerden, Amerika'nın haberdar olmaması mümkün değil” itirafına ayrıca dikkat edelim…)

Peki, İlker Başbuğ eğer Fethullah’ın tavsiyelerine uyar ve Hilmi Özkök gibi olursa, Yaşar Büyükanıt misali kendini kurtarıp resepsiyonlarda sitcom yapmaya başlar mı?

Bilemeyiz.

Fethullah’ın kalemleri şimdilik “Paşa’yı kafaya alma” oyunu oynuyorlar. Genelkurmay Başkanı’nı seleflerine yaptıkları gibi önce demokratlık kompleksine sokup, tutmazsa tehdit edecekler. Akılları sıra “cuntacılar” diye yaftaladıkları kadroları Başbuğ’a tasfiye ettirip, “Sonra da duruma göre Başbuğ’a bir güzellik yaparız” diye düşünüyorlar.

Büyükanıt ile kıyaslandığında TSK’ya yönelik komplolar karşısında daha omurgalı tavırlar almış olan Başbuğ’u, istediklerin yaparsa “affederler mi” dersiniz?

Belli olmaz..27 Nisan bildirisini yayımlayan Büyükanıt’ı affettikleri gibi altına bir de Audi çekmişlerdi. Ancak, 27 Nisan muhtırasının AKP’ye oy patlaması yaşattığını da unutmayalım. Başbuğ’un sicilinde şimdilik AKP’ye bu kadar yarar sağlamış bir icraat görünmüyor.

BAŞBUĞ, BU KİRLİ SAVAŞTA YORGUN DÜŞEBİLİR

Uzun bir yazı oldu, sabrınızı daha fazla zorlamadan son bölüme geçelim. Şunu unutmamak lazım, TSK’nın kendisine “asimetrik psikolojik harp” yürütenler karşısındaki duruşu hâlâ sağlam ve kararlı bir duruş değildir. “Demokrasiye komplo kuruldu” suçlanmasının altında eziliyorlar. “Deniz Feneri skandalına, yurdun her köşesinde patlak veren yolsuzluklara, domuz gribi yalanına, Başbakan ile yandaş işadamı arasındaki utanç verici telefon görüşmesine, KKTC Cumhurbaşkanı’na Kıbrıs’ı satmak için nasıl talimatlar verildiğinin ortaya çıkmasına, kabine üyelerinin dünyanın en zenginleri listesine girmeye başlamasına karşılık işsizlik intiharlarının artmasına rağmen bu hükümet ve bu Başbakan istifa etmiyor da biz neden istifaya zorlanıyoruz?” diye soramıyorlar. Karşılarındaki “asimetrik savaş” cephesinin şeytana külahını ters giydirecek kadar her duruma yaklaşım üretebilme becerisi karşısında yetersiz kalmaktadırlar.

Bir başka acı gerçek de TSK’nın zannedildiğinin aksine zekânın ve kusursuzluğun egemen olduğu bir kurum olmadığının ortaya çıkmış bulunmasıdır. Hem askeri, hem de siyasi konularda tarihlerinin en kötü sınavını verdiler.

Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer unsur, Genelkurmay Başkanı’nın kişilik yapısıdır. İstifa baskıları karşısında başkaları gibi “korktuğundan” veya “kafalandığından” değil ama “kendisiyle ters düşmemek”, “kamuoyu önünde verdiği sözün gereğini yapmak”, daha kötüsü bu kirli savaş karşısında yorgunun düşmek gibi etik ve insani sebeplerden dolayı istifa edebilir de. Ancak bilmelidir ki böyle bir istifayı tarih, “Onurlu bir Komutan’ın sahneden çekilişi” olarak yazmayacaktır.

Kaynak: Açık İstihbarat

Serdar Akinan
Bir ordu neden sopa yer?

Kurgulu bir tartışma ile orduyu şamar oğlanına çevirdiler mi?

Çevirdiler.

Sırf, birileri öyle uygun gördü diye, aynı yerde sersemce saflanıp, “tartışma” olsun diye, olan bitene dair iyiniyet falları açacak değiliz.

Mesele, Türkiye açısından eğri oturup doğru konuşulacak çok mühim bir boyuta evrildiği aşikâr değil mi?

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Halka dayanarak egemenlik kazanılmıştır.

TSK, egemen bir devletin milli ordusuydu.

Ancak 28 Şubat’la birlikte rejim ordusu oldu.

Ötesinde (öncesinde) duvarın yıkılmasıyla dengeler değişti.

Artık ondan beklenen sadece NATO standartlarında kalmasıydı.

Sorun da tam burada filizlendi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iki önemli birimi NATO’ya bağlı değildir.

Biri Ege Ordu Komutanlığı diğeri Jandarma Genel Komutanlığı. Aslında planlanan bir büyük ve özel kuvvet daha vardı. Özel Kuvvetler Komutanlığı... ÖKK’yı kolordu düzeyine çıkarmak isteyen kurmay kadrosu tamamen tasfiye edildi.

Son dönemde şüpheli şekilde hayatını kaybeden ya da tutuklanan kaç general var? Bu generallerin tamamının NATO dışı kuvvetlerin üst düzey komutanları olması tesadüf müdür?

Gelinen noktada verilen mesaj açık: Türk Silahlı Kuvvetleri NATO ölçülerine indirgenecek.

Bugünkü kopuşu anlamak için 28 Şubat kırılımını da serinkanlılıkla tartışmak gerek.

28 Şubat sürecinde ordu ve millet arasındaki köklü ilişkide çok derin bir travma yaşandı.

Halkımızın ordusunu hâlâ büyük ölçüde sevdiği açık. Ancak e-muhtıra’dan sonra yağmur gibi yağan belgeler büyük bir hayal kırıklığı yaratmadı değil.
Ve görünen o ki mevcut kurmay kadrosu, bu iddialar doğru da olsa yanlış da olsa, süreçten ötürü çaresiz ve şaşkındır.

Kurgulu tartışmalara zemin teşkil eden “sızma belgeler”den çok daha vahimi bu “bilgi”lerin sızıyor olmasıdır. Veya bu inancın muhteşem bir tasarımla inşa ediliyor olmasıdır.

Bu iki vahim şeyi gösterir... Çelik çekirdek gibi olması gereken Genelkurmay kevgire dönmüş vaziyettedir.

Bu halin kendisi etkisinden vahimdir.

Ne demek istiyorum?

Şunu...

Ortada çok ciddi bir kriz var.

Bu krizin öznesi ise ordu. Ordunun bu krizi yönetecek veya sonlandıracak enstrümanlara sahip olmadığı da ortada.

Ortada süratle verilmesi gereken bir karar var...

Türk Silahlı Kuvvetleri bir rejim ordusu mu olacaktır?

Yoksa egemen bir devletin milli ordusu mu?

Bu haliyle Türk Silahlı Kuvvetleri rejim ordusudur ve bu kurgulu tartışmalarla sopa yemeye devam edecektir.

Mevcut kadro dayandığı siyasi, kurumsal ve yapısal payandalardan ötürü egemen bir devletin milli ordusu olacak iradeyi gösteremez.

Sorunun nasıl aşılacağı artık kurumsal değil milli bir meseledir.”

Akşam

04 Ocak 2010 16:05
Org. Fırtına'ya KOÇ Soruldu

Ergenekon savcılarının sorguladığı Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Fırtına'nın ifade tutanağına ulaşıldı. Fırtına'ya Rahmi Koç ve Aydın Doğan sorulmuş.

Eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına'nın 10 saat süreyle darbe iddialarına ilişkin sorgulandığı ortaya çıktı.

NTV, Ergenekon soruşturması kapsamında ifade veren eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına'nın sorgu tutanaklarına ulaştı.

5 Aralık'ta adliyeye gelen eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına’ya darbe iddialarıyla ilgili 131 soru sorulduğu ve bu soruların büyük bölümünün, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen günlüklerden hazırlandığı öğrenildi.

İfadelerinde zaman zaman sertleştiği belli olan Fırtına'nın, "Lanetliyorum, reddediyorum" gibi sözcükler kullandığı, Kıbrıs’la ilgili bir soruya ise savcıları "Devlet sırrı" konusunda uyardığı ortaya çıktı.

İbrahim Fırtına 35 sayfalık ifadesine darbe günlüklerinin gerçekleğinden duyduğu endişeyi dile getirdi.

Günlüğün eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek, tarafından yalanlandığına belirten Fırtına, "Bir darbe suçlaması kapsamı içerisinde bana soru yöneltilmesini üzüntü ile karşılıyorum ve reddediyorum" dedi.

"Sarıkız", "Ayışığı", "Yakamoz" ve "Eldiven" isimli darbe planlarını emekli olduktan sonra basından duyduğunu anlatan Fırtına "Görev yaptığım dönem içerisinde Cumhuriyetçi Çalışma Grubu’ndan haberim yoktur. Emekli olduktan sonra Şener Eruygur ile bir iki kez sosyal ortamlarda bir araya geldim. Böyle bir çalışma yapmış olmasına ihtimal vermiyorum" ifadesini kullandı.

DENKTAŞ’A YAZILAN MEKTUP

Fırtına, Şener Eruygur'un dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'a yazdığı ileri sürülen mektupla ilgisi olup olmadığını soran savcıya itiraz edip, bir de devlet sırrı uyarısında bulunduğu öğrenildi.

Fırtına, bu konuyla ilgili “Annan Planı’na karşı yavru vatanın sokağa dökülmesi, Türkiye’de tepki gösterilmesi iddialarına ilişkin olarak 2 noktada itirazım var. Birincisi doğru olmayan bu iddialar uluslararası boyutta tartışmaya yol açar. Bu husus iddianamede yer almasın ya da örtülü olarak kullanılsın. İkinci itirazım,bu iddia öncekilerde olduğu gibi ülkenin birlik ve dirliğine, yavru vatanda oluşabilecek çözümlere dinamit koyucu ve başkalarına istismar etme fırsatını veren yanlış bir kurgudur” cevabını verdi.

İbrahim Fırtına, "Ayışığı" darbe planında geçen 22 Eylül 2003'deki toplantıda, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'e hitaben "Ya sen çekil ya da biz çekileceğiz" şeklinde notun verilmediğini ifade etti.

Fırtına, konuyla ilgili şunları söyledi: "Notun tarihi Özden Örnek ve benim göreve başladığımız ilk aydır. Belki ilk kez bir toplantıda bir araya gelen kişilerin önceden planlayarak sarfedeceği sözler değildir. İlk ay zaten nezaket ziyaretleriyle iadei ziyartlerle geçen dönemdir. Bu işlere girişmek, kanunlara, nizamlara devlete aykırılıktır kabul etmiyorum. Ayrıca Genelkurmay Başkanı’nın mektup yoluyla istifaya davet edildiği yönünde kendisinden birşey duymadım."

Mektupta TSK'nın protokol kurallarının ihlal edilmiş olduğuna da dikkat çeken Fırtına "Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan önce yazılmış. Böyle bir yanlışı Şener Eruygur’un yapacağına ihtimal vermiyorum. Bu nedenle yazının Şener Paşa'ya ait olmadığını, bir kurgu olduğunu düşünüyorum” dedi.

SEZER’İN GÖREV SÜRESİ

Hilafetin ilgasıyla ilgili 3 Mart 2004’te toplantıda AKP'den milletvekili kopartılması, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in görev süresinin uzatılması konuşuldu mu diye soruldu.

İbrahim Fırtına "O toplantıya katılmadım. Ben o toplantı sırasında görev gereği Ankara dışındaydım” cevabını verdi.

Fırtına, Cumhurbaşkanı Sezer’in görevini sürdürmesi için ne gibi görüşmelerde bulunduğu, Sezer ile görüşmeleri kim ya da kimler gerçekleştiriyordu sorusuna ise "Bu ifade Türkiye Cumhuriyeti’ni ve TSK'nın, birliğini tahrip etmek amaçlı bir kötü niyet beyanıdır, lanetliyorum" diyerek yanıtladı.

KOÇ, DOĞAN VE AKÇAKOCA SORUSU

Savcıların İbrahim Fırtına’ya ayrıca işadamları Rahmi Koç, Aydın Doğan ve Engin Akçakoca’yı tanıyıp tanımadığını sorduğu öğrenildi.

Fırtına, bu soru üzerine Koç’u sanayici olması nedeniyle tanıdığı Doğan ve Akçakoca’yla ise tanışmadığını söyledi.

Kaynak: NTV

Tansu Çiller'in Kara Kutusu Konuştu
11 Ağustos 2010

TRT Haber'de dün gece Rıdvan Memi'nin Kozmik Oda programına konuk olan Tansu Çiller'in 'Kara Kutusu' olarak tanınan eski danışmanı Şükrü Karaca, çarpıcı açıklamalarda bulundu.
28 Şubat sürecinde Erbakan'ı istifa etmeye ikna eden isim olan Şükrü Karaca, bunu da "siyasi onurunun zedeleneceği olaylara maruz kalabileceği" uyarısıyla yapmıştı. Karaca, Kozmik Oda programında Erbakan'a söylediklerinin blöf olmadığını söyledi. "Başbakan'ı istiskal edeceklerdi" diyen Karaca, Rıdvan Memi'nin ısrarla bunun içeriğini sorması üzerine şunları söyledi: "İstifa etmediği takdirde Erbakan'ı genç bir teğmene tokatlatacaklardı örneğin. Bunu kameraların karşısında herkesin gözü önünde yaptıracaklardı. Bu bu açıklıkta söylemedim Erbakan'a, ama anladı ve bu noktadan sonra istifa etti"

"Koç Ailesi Çiller'den sübvansiyon istedi"

Karaca, Tansu Çiller'in medya patronlarını hedef alan 1997 Sultanahmet konuşmasının bir sürecin sonucu olduğunu söyledi. Kavganın çok önce başladığını belirten Şükrü Karaca, meselenin birilerinin istediklerini alamaması olduğunu söyledi.

Karaca bizzat Çiller'in anlatımını aktararak, Koç ailesinin patronlarının Çiller'e Gümrük Birliği'ne girmemesi yönünde baskı yaptığını, bunu başaramayınca da bu sefer Çiller'den bir kaç milyar dolarlık sübvansiyon talep ettiğini anlattı. Karaca bu talepler karşılanmayınca kavganın başladığını, Sultanahmet konuşmasının da bunun sonucu olduğunu vurguladı.

"Dolmabahçe Mutabakatı ile Büyükanıt'ın görev süresi uzayacaktı, Kıvrıkoğlu engelledi"

Şükrü Karaca, Başbakan Erdoğan ve Eski Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın Dolmabahçe görüşmesine de ilişkin de ilginç yorumlar yaptı. Söz konusu Dolmabahçe mutabakatının Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasıyla sona erdiğini iddia eden Karaca, mutabakatın birinci maddesinin Gül'ün Cumhurbaşkanı olmaması olduğunu ayrıca Büyükanıt'ın görev süresinin uzatılmasının da diğer bir madde olduğunu ileri sürdü. Aslında Gül'ün köşke çıkmasıyla bu mutabakatın bozulduğunu söyleyen Karaca, bu sırada 2002'de emekli olmuş olan Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu'nun Büyükanıt'a 'Protokolü biliyoruz' mesajını göndererek Büyükanıt'ın görev süresinin uzatılmasını istemekten vazgeçmesini sağladığını iddia etti.

"Kıyat'tan Çiller'e mesaj: Senin ne haddine böyle bir şey söylemek"

Emekli Koramiral Atilla Kıyat'ın "93-97 arası faili meçhuller devlet politikasıydı" iddiasının sorulması üzerine de Şükrü Karaca, "Atilla Kıyat böyle bir açıklama yapıyorsa bunun arkasında bir şey aramak gerekir" dedi. Karaca, Kıyat'ın askeri çevrelerde Nato Paşası olarak nitelendirildiğini ve Nato'nun duyarlılıklarıyla hareket eden bir yapıya sahip olduğunu söyledi.Şükrü Karaca Kıyat'ın Brüksel'de görev yaptığı sırada Türkiye'nin AB'ye alınmaması halinde Avrupa Ordusu'nun NATO'ya katılımını veto etmekten söz eden Çiller'e "Senin ne haddine böyle bir şey söylemek" şeklinde bir mesaj gönderdiğini açıkladı. Kıyat'ın dış projelere duyarlı birisi olduğunu söyleyen Karaca, bu isme ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini savundu ve "Atilla Kıyat böyle bir şey diyorsa, Türkiye'nin sorunlu bölgeleri ile ilgili bir yerlerde bir şeyler kotarılıyor demektir. Pandoranın kutusunu açıyor Atilla Kıyat" dedi. aktifhaber

Camiler BBG Evi Gibi
13 Ağustos 2010

Balyoz darbe planının sanıklarından Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nun, İstanbul'daki ilçelerin muhafazakarlık tespitini camiler üzerinden gerçekleştirdiği ortaya çıktı.
İşgal generali gibi

İstanbul'daki camileri bombalatma eylemlerinin de içinde yer aldığı Balyoz darbe planının sanıklarından Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nun, İstanbul'daki ilçelerin muhafazakarlık tespitini camiler üzerinden gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Daha önce Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile kabinenin diğer üyeleri hakkında fişleme dosyası tuttuğu belgelenen Helvacıoğlu'nun İstanbul'daki camilerde kaç kişinin namaz kıldığını tespit ederek, vatandaşları fişlemiş.

CUMA NAMAZI İÇİN AYRI VAKİT NAMAZI İÇİN AYRI FİŞLEME

Helvacıoğlu tarafından İstanbul’da bulunan camilerle ilgili olarak tuttuğu çetelede, “Caminin adı, kapasitesi, vakit namazlarında ibadet için gelen kişi sayısı, vakit namazlarında camilerin doluluk oranı, Cuma namazlarında ibadet için gelen kişi sayısı, Cuma namazlarında camilerin doluluk oranları”na varıncaya kadar bilgiler yer alıyor. Müslümanların manevi duygularla dolup taştığı, sahuru ve iftarı ile oruçlu geçirilen bir günün ardından akşamları, teravih namazları için camilere koşup vakit namazlarını da camilerde eda etmeye çalıştığı bu günlerde; Helvacıoğlu’nun o dönemde 3000 civarındaki camiyi tek tek fişlettirdiği belirlendi.

VAKİT

Ramazan ayının ilk günlerini yaşadığımız bu günlerde, daha çok camilere koşup ibadet eden cemaati ilgilendiren ilginç bir fişleme yapıldığı ortaya çıktı.

Vakit'in elde ettiği Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nun İstanbul Jandarma Bölge Komutanı olduğu döneme ait olan belgeye göre; Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu İstanbul’da bulunan ilçelerin muhafazakarlık tesbitini camiler üzerinden yapmaya çalıştığı kaydedildi.

CAMİLERİN DOLULUK ORANINI TESBİT ETMİŞLER

Sancılı geçen bu yılki YAŞ toplantısında Doğan medyasında da “terfileri haksız olarak engelleniyor” diye yer alan 9 generalden biri olan Balyoz sanıklarından, “Fişçi General” olarak bilinen, Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nun İstanbul Bölge Komutanı olduğu döneme ait olduğu belirlenen fişlemelerde; camilerin BBG evi gibi gözetlendiği, bütün vakit namazlarında cemaat sayılarının miktarının tesbit edilmeye çalışıldığı belirlendi.

CUMA NAMAZI İÇİN AYRI VAKİT NAMAZI İÇİN AYRI FİŞLEME

Helvacıoğlu tarafından İstanbul’da bulunan camilerle ilgili olarak tutulan çetelede; “Caminin adı, kapasitesi, vakit namazlarında ibadet için gelen kişi sayısı, vakit namazlarında camilerin doluluk oranı, Cuma namazlarında ibadet için gelen kişi sayısı, Cuma namazlarında camilerin doluluk oranları”na varıncaya kadar detaylı bilgi bulunuyor. Müslümanların manevi duygularla dolup taştığı, sahuru ve iftarı ile oruçlu geçirilen bir günün ardından akşamları, teravih namazları için camilere koşup vakit namazlarını da camilerde eda etmeye çalıştığı bu günlerde; Helvacıoğlu’nun o dönemde 3000 civarındaki camiyi tek tek fişlettirdiği belirlendi.

VEKALET FORMÜLÜYLE GÖREVDE TUTULUYOR

Hatırlanacağı üzere son Yüksek Askeri Şura’da Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu’nun kanunen terfi etmesi mümkün olmadığından emekli edilmesi bekleniyordu. Ancak buna rağmen Genelkurmayın vekalet formülü ile usulsüz olarak korgenerallik kadrosundaki bir göreve skandal bir şekilde ataması yapıldığı ortaya çıkmıştı. Bulunduğu bütün görevlerde fişleme yapması ile bilinen Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu’nun emekli edilmemesi; “Korunuyor ve hukuktan kaçırılmaya çalışılıyor” şeklinde yorumlanıyor.




Kaynak: Vakit

Tuğgeneral: JİTEM Kesinlikle Var

16 Ağustos 2010
Dailymotion'da yayınlanan yeni şok ses kaydı itiraflarla dolu... Özel Kuvvetler herkesi fişler, Savcı böyle yönlendirilir..JİTEM kesinlikle var.
Hava Kuvvetlerinde insan kaynaklarının yönetimi ile ilgili en kritik noktalarda görev yapan Tuğgeneral Mehmet Eldem'den Jitem'in varlığı ve icraatları ile ilgili itiraf gibi açıklamalar geldi. Ortaya


En son Ekim tarafından Pts Oca 04, 2010 11:41 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 09, 2009 10:22 pm    Mesaj konusu: TSK BU PUSUDAN KURTULABİLİR Mİ ? Alıntıyla Cevap Gönder

TSK BU PUSUDAN KURTULABİLİR Mİ ?
Ali Haydar Can



Bir ordunun temel görevi ülkesini ve halkını her türlü dış tehdit ve tehlikelere karşı korumak ve gerektiğinde bunun için savaşmaktır.

Ordular sulh/barış zamanı, kendini verilecek her göreve, her an hazır durumda tutarak; muhtemel görevleri konusunda eksikliklerini gidererek; düşman ordularının halihazır durumlarını sürekli izleyerek, kendini onlardan üstün bir konuma getirmeye ve performanslarını yükseltmeye çalışırlar...

Bir ordunun sulh zamanında göreviyle ilgili hazırlıkları tam olarak yapıp yapmadığı ise savaş zamanında ortaya çıkar...Savaş ordular için tam bir imtihandır...

Savaşta ne palavraya, ne kopya çekmeye yer ve imkân vardır...

Savaş ordular için bir aynadır da... Baktıkları ayna, bizimkilerin kullandığı cinsten dev aynası değilse; orada kendilerini tam olarak görürler...

Bir orduyu tanımak onun tarih içindeki seyrini de bilmeyi gerektirir...

TSK’yı komuta edenlerin, iş lâfa geldi mi, kuruluş tarihlerini Mete Han’a kadar götürseler bile; Pratiğe baktığımızda TSK’yı Mustafa Kemal Paşa’nın yoktan varettiğine inandıkları açıkça anlaşılıyor...

Bunu “Mustafa Kemal” denilince onu sözlüklerde bulunan “en” -iyi, büyük, yüce, kudretli, akıllı, dahi, ileri görüşlü, çelik iradeli, bükülmez pazulu, kartal bakışlı, keskin görüşlü- gibi sıfatlarla niteleyerek, “herşeye kaadir” bir ilah/tanrı gibi tarif etmelerinden de anlıyoruz...

Hoca kürsüde “Allah yerde değildir, gökte değildir, altta değildir, üstte değildir “diyerek Allah’a bir yer ve mekan atfedilemeyeceğini anlatırken, bunu duyan Bektaşi “yav hoca, yok diyecen ama dilin varmıyo” demiş ya...

Bizim General takımnının Mustafa Kemal’i yüceltmede ipin ucunu nasıl kaçırıp sonra da toparlayamadıklarını gördükçe, insanın aklına Bektaşi babasının bu sözü takılıyor: “İlah/tanrı diyecen ama dilin varmıyo paşa...”

Bu ordunun en azından komuta katı, TSK’nın tarihini kesinlikle Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlatıyor...

Tarih 19 Mayıs 1919...

TSK aynı zamanda kendini TC’nin ordusu olarak niteliyor ya..

Cumhuriyet ne zaman ilan edildi?

29 Ekim 1923...

Peki “cumhuriyetin ordusu”, cumhuriyetten 4 yıl önce nasıl kurulmuş olabilir?

Bu doğruysa; bu orduyu kuran kişi, niçin kurdu? Kurarken yetkiyi kimden aldı? Finansmanı nereden buldu? Personeli nereden toplayıp nasıl biraaya getirdi?

Baştan aşağı mavraya dayalı resmî tarihinbunları es geçtiğini; resmi zevatınsa böyle sorular geldiğinde “ver coşkuyu” hesabı, 10. yıl Marşı söyleyerek vaziyeti kurtarmaya çalıştıklarını da biliyoruz...

Peki onların hiç ummadıkları bir şey yapalım ve kafadan 10. Yıl Marşı (*)’na girelim:

“Çıktık açık alınla on yılda her şavaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.”


TC’nin 1927 nüfusu: 13,5 milyon... 1935 nüfusu 16 milyon... 1933 nüfusu tahminen 14 milyon civarında olduğuna göre bu “10 yılda yaratılan 15 milyon” mavalı ne iş? Bu nüfus artış hızına göre “10 yılda 15 milyon genç yarat”abilmek için “her yaştan”, 1923 nüfusunun negatif/eksi olması gerekmiyor mu? Resmi tarihteki desteksiz atışın çapını göstermek için altını çizdiğimiz bu önemsiz ayrıntıdan sonra sadede gelelim...

Şimdi birisi, bu marşı söylerken kendinden geçen zevata: “29 Ekim 1923-29 Ekim 1933 arasında TC ordusu hangi milletlerle, kaç savaşa girdi de; bunlardan ‘açık alınla’ nasıl çıktı? Bu savaşlardan hiç olmazsa birinin ismini verebilir misiniz?’ diye sorsa...

Ne diyecekler?

İç isyanların kanla bastrırılmasını yanlış bir niteleme ile “savaş” kategorisine sokmuyorsanız, ne savaşı?

Savaş yoksa?

Siz neyle övünüyorsunuz?

“Efendim Kurtuluş Savaşı?”

Ohayınız...

“Kurtuluş Savaşı” dediğiniz o savaş, 1919/20’de başlayıp, Yunanlıların İzmir’de’den denize dökülmesinden sonra Mudanya Mütarekesi ile sona ermedi mi?

Tarih?

İzmir’in Kurtuluşu: 9 Eylül 1922 (TC’nin kurulmasına daha 1 yıldan fazla zaman var.)

Mudanya Mütarekesi: Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlamdı.. Bu görüşmeler 11 Ekim 1922 tarihinde uzlaşmayla sonuçlandı. . (TC’nin kurulmasına daha 1 yıldan fazla zaman var.)

Peki birader; Yunanlıları İzmir’den 1922 yılında denize döken Mustafa Kemal Paşa komutasındaki ordu hangi devletin ordusuydu?

“Cevap veriyorum”:

- Tabii ki Osmanlı Devlet’inin...

“Yok artık!”

“Yok” mu?

Peki önce şunu okuyun:

[Sultan VI. Mehmet Vahidüddin Han Mustafa Kemal Paşa’yı Huzuruna çağırarak: "Paşa, paşa!..Şimdiye kadar DEVLET'e çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Fakat bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa!.. DEVLET'i kurtarabilirsin." Diyor...

Mustafa Kemal, geniş bir örgütlenme çalışması istiyen bu görevi için bir tahsisatın verilip verilmeyeceğini sorunca Padişah:

- “Muktezi her türlü masrafın iş'arınız ve tensibinizle verilmesi hususunda Sadrazam Paşa'ya derhal irade edeceğim.” Cevabını veriyor. (Bkz. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, cilt 2, sf. 212-213)] **

Bir generalin bir orduyu “hiç yoktan/silbaştan” kurabilmesi için önce “Görevlendirilmeye”, sonra görev için “”yetkilendirilmeye”ye, sonra da bu işi yapabilmek için “mali ve insanî kaynaklara” ihtiyacı vardır?

Mustafa Kemal bu orduyu hangi “yetki” ile kurmuştur?

“Cevap veriyorum”:

- Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han’ın verdiği yetki ile...

Sultan Vahidüddin Han, Mustafa Kemal’i bütün Osmanlı tarihinde ancak tek bir sadrazama verilmiş yetkilerle donatarak yollamıştır Samsun’a...

Peki dağılmış bir İmparatorluk ordusunu toparlamak sadece kuru bir “yetki” ile olacak iş midir?

Tabii ki hayır...

Bunu bilen Mustafa kemal kendisini üstün yetkilerle donatarak görevlendiren Sultan’a bu görevi için bir tahsisatın verilip verilmeyeceğini de soruyor ve şu cevabı alıyor:

- “Muktezi her türlü masrafın iş'arınız ve tensibinizle verilmesi hususunda Sadrazam Paşa'ya derhal irade edeceğim.”

(Nuriye Akman’ın 11-14 Haziran 1995′de Sabah’ta İsmet Bozdağ’la yaptığı söyleşinin önemli bir kısmı Sultan Vahdettin hakkındadır. Akman’ın röportajında Bozdağ, Abdulhamit’in kızı Şadiye Sultan’dan dinlediği bir iddiaya göre Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’ya 40 bin altın vermiştir. Vahdettin bu parayı kıymetli atlarının satışından elde etmiştir. Bozdağ, Ahmet İzzet Paşa ve Sebahattin Selek’in de kabul ettiği gibi Mustafa Kemal Paşa’ya verilen yetkilerin çok geniş olduğunu, hatta böyle bir görev Osmanlı tarihinde sadece Köprülü Mehmet Paşa’ya verildiğini ifade eder.)

Peki Mustafa Kemal bu “görevi” kabul ettikten sonra dağılmış olan Osmanlı Ordusu’ndan yeni bir düzenli ordu kurmuş mudur?

Evet...

Bu düzenli Ordu Ankara önlerine dayanmış olan işgalci Yunan Ordusunu, orada durdurduktan sonra geldiği yere 130.000 kişi eksiği ile postalamış mıdır?

Evet...

Bunu yaparken 200.000 kişilik bir mevcuda ulaşmış mıdır?

Evet...

Bu 200.000 kişilik ordu bugünkü TSK’nın çekirdeğini teşkil etmiş midir?

Evet...

200.000 Kişilik bir ordu Vahidüddin Han’ın verdiği görev, yertki ve tahsisat olmasa, derlenip toparlanabilir miydi?

Hayır...

Öyleyse burada problem şudur: Görevi,yetkiyi ve bu görev için gerekli olan parayı Sultan Vahidüddin Han veriyor; ama resmî tarih ve bu tarihi sorgulamadan benimseyen TSK komuta kademeleri, “TSK’nın Mustafa Kemal Paşa tarafından tek başına ve hiç yoktan kurulduğu/yaratıldığını” öne sürüyor...

Sizce bu tarih tezinde bir eksiklik/yanlışlık/tutarsızlık/sakatlık yok mudur?

Siz sorunun cevabını düşünürken ben bir başka soru daha sorayım:

- Sultan Vahidüddin Han, bu görevi,yetkiyi ve görev için gerekli olan parayı Mustafa Kemal Paşa’ya niçin vermişti?

"Paşa, paşa!..Şimdiye kadar DEVLET'e çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Fakat bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa!.. DEVLET'i kurtarabilirsin."

Peki burada Mustafa Kemal’in kurtarmakla “görevli” olduğu devletin hangi devlet olduğu konusunda bir tereddüdü olan var mı?

Yok...

“Peki Mustafa Kemal Paşa o devleti kurtarmış” mıdır?

Siz cevabı düşünürken ben son bir bilgi sunayım:

[Vehbi Vakkasoğlu, TİMAŞ Yayınlarından 1990 yılında neşredilen “Son Bozgun” adlı araştırmasının birinci cildinde, Mareşal Fevzi Çakmak, eşi Fitnat Hanım’a ´Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe.”der. Ve Fitnat Hanım’a anlattıkları şöyleşöyle anlattığını yazıyor: “Mütareke senesinde, bir Cuma selâmlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti.
“Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu’da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu’da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin.”
Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:
“Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?”
“Haşa Padişahım.”
“Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?”
“Haşa Padişahım.”
“Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?”
“Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir.”
“O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?..”
Hiç düşünmeden cevap verdim:
“Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır.”Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı… Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:
“Paşa, Paşa… Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun… Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa’yı göreceğim.”]

Burada Sultan Vahidüddin Han’ın Mustafa Kemal’e vereceği görevin kendisi (saltanatı-makamı-mevkii) açısından taşıdığı riski bilerek ve göze alarak verdiğini de görmüyor muyuz:
“Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun...” Tabii ki dersimiz tarih değil, ben de tarihçi değilim...

Ama başlıktaki sorunun cevabını verebilmek için bütün bunları bilmek gerekiyor...

TSK’nın çok ağır bir” asimetrik psikolojik savaş”la karşı karşıya olduğu açık...

Serdar Akinan “Tarihte hangi ordu tek bir kurşun atılmadan bu kadar yıpranmıştır?” Diye soruyor...

Haklı?

Bir “kâğıt parçası” ile koskoca bir ordu neredeyse teslim alınmıştır...

Tarihte bu kadar ucuz zafer ve bu kadar kolay mağlubiyet görülmüş müdür?

Böyle kepazelik olur mu?

Olur...

Nasıl olur?

Bir Ordu kendi tarihini...

Ne zaman, niçin, kim tarafından kurulduğunu? Kuruluş hikmetini-felsefesini, varlık sebebini, misyonunu doğru anlamaya çalışmak yerine... Uydurmalara, safsatalara, mavallara, martavallara, şehir efsanelerine dayandırır... Buna kendini inandırır...Bununla kendini kandırırsa...

Olacağı budur...

TSK ilk golü Lozan’da, İngilizlerin paramparça ettiği vatan topraklarımız üzerine çizdiği sınırların içe ve dışa karşı bekçiliğini üstlenerek yemiştir...

Arkası çorap söküğü gibi gelmiştir:

Sonra NATO’ya fedailik... Sonra ABD onaylı darbeler ve bunlara bağlı ordu içi tasfiyeler...

27 Mayıs: Ordudaki Osmanlı geleneğinden gelen bütün “millici” subayların tasfiyesi...

12 Mart: Ordu içindeki antiemperyalist devrimci-sol unsurların tasfiyesi...

12 Eylül: Ordu içinde her kesimden antiemperyalist solcu-milliyetçi-müslüman unsuların tasfiyesi...

28 Şubat: Ordu içinde din’le, imanla, tarihle, gelenekle, milletle kalan son bağların da koparılması...

27 Nisan Muhtırası: “Bu ordu senin dininin, peygamberinin, hayat tarzının, kültürünün düşmanıdır... Sen ondan ümidini kes! Küreselci vampirlere teslim ol. Benliğini yitir... Yavşaklaş... Bencilleş...” ihtarı ile halkın AKP’ye iyice mecbur ve mahkûm edilmesi..

Şimd halkıyla bütün bağlarını akılsıızca koparmış bir ordunun, düşmanlara kolay bir lokma haline gelerek, tek kurşun atılmadan nasıl topyekûn tasfiye edilebileceğini izliyoruz...

Serdar Akinan’ın sorduğu soru şöyle de sorulabilir: “Tarihte hangi ordu kendi halkıyla arasını bu kadar açabilmiş ve her türlü saldırıya açık bir vaziyette tekbaşına/ dımdızlak ortada kalakalmıştır?”

Demek ki ABD, bazı komutanları çağırıp boyunlarına boşuna “üstün hizmet madalyası” takmıyor?

Başlıktaki sorunun cevabı ise şöyle verilebilir: “Bu kafayla gidersen askere zor alırsın tezkere... “

Dipnotlar:

* Cumhuriyet'in 10. yıl kutlamaları için 1933'de bir marş yarışması düzenlenir. Cemal Reşit Rey, güftesi Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel'e ait olan şiir üzerine bir beste yapmaya karar verir. Uzun süre uğraşıp, herkesin coşku ile birlikte söyleyeceği bir marş oluşturmaya çalışır. Ancak ağabeyi Ekrem Reşit'e yaptığı çalışmayı bir türlü beğendiremez. Sonunda mehter ritmi gelir aklına Cemal Bey'in besteyi yapar. Ankara'da eseri piyanoda çalarak kendi seslendirir. Marşı degerlendirecek olan heyetin içinde bulunan dönemin Milli Eğitim Bakanı Cemal Bey'in "cumhuriyet" sözcüğünde majörden minöre geçtiğini bunu da cumhuriyeti küçük düşürmek için yaptığını iddia eder.
Kaynak: http://bluepoint.gen.tr/ek/10._yil_marsi.html


** 86. yıldönümünde Lozan Antlaşması-2-, Murad Salih, Baran dergisi

Kaynak: Baran dergisi

Mehmet Ali Birand
Milliyet Gazetesi
Komutan en büyük hatayı 27 nisan gecesi işledi...
07 Ocak 2010

Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) ülke çapındaki etkinliği ve kontrolünün değişme süreci başlangıcı, 2002 kasımındaki genel seçimleri Ak Parti’nin büyük çoğunlukla kazanmasıyla başladı.
Komutan’ın korktuğu, olmaması için hayatını vermeye hazırlandığı şey gerçekleşiyordu. Türkiye, O’nun güzünde “İslamcı veya Dinci” olarak görünen kesimin eline geçiyordu. Atatürk’ün istemediği herşey gerçekleşebilecekti.
Eskiden olsa, tereddütsüz müdahale edilebilirdi, ancak artık hem dünya, hem de Türkiye değişmişti.
Komutan, bağrına taş bastı ve sustu. Ancak bu suskunluğun da bir sınırı vardı. Atatürk ilkelerinin çiğnenmemesi gerekirdi. Bazı konularda sınırlar çizildi. İktidar ile ilişkileri iç içe olmayacak, belirli bir mesafe konulacaktı.

İlk sürtüşmeler 2003'te başladı...
Komutan, Ak Parti’yi ilk günden itibaren, yıllar boyunca yerleştirilmiş ve 12 Eylül sonrasında vidaları daha sıkılmış laik sisteme bir tehdit olarak gördü.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu, bu tehlikeden hareket edip, Kuvvet komutanlıklarına gelecek isimlere ince ayar yaptı, en çok güvendiklerini atadı. Ancak Org. Hilmi Özkök’ün önünü kesmedi veya kesemedi.
Komutan ile Ak Parti iktidarının ilk sürtüşmesi, Avrupa Birliği ve Kıbrıs konusunda ortaya çıktı. Annan planını ve AB’ye tam üyelik başvurusunu bir ihanet belgesi olarak gören Asker için AB ve Kıbrıs ile ilgili olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tutumu alarm zillerinin çalmasıydı.
Komutan, ilk yenilgisini de bu alanda tattı. Denktaş’ın tüm çığlıklarına rağmen Annan planını engelleyemedi. Eğer Rumlar referandumda reddetmeselerdi, asker elinden geleni yapıp, bu planın uygulanmasını engelleyecekti.
2003-2004 döneminde, TSK ile Laik-Ulusalcı eski solcu kesim tam bir ittifak oluşturdu. Egemen Güçler, ülke yönetiminin ellerinden kaydığını ve bu durumu engellemek için ortak bir cephe oluşturmak gerektiğini kararlaştırdılar. Sonradan ortaya çıkan günlükler doğru ise, bu dönemde “Ayışığı ve Sarıkız“ kodlarıyla bir darbe hazırlığı dahi olmuş. Bu yıllarda açık bir sürtüşmeyle karşılaşılmadıysa, bundan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün büyük rolü olduğuna inanılır.

Herşeyin ters döndüğü yıl: 2007
TSK ile Sivil iktidar dengelerini inceleyenler, tarihi dönüm noktasının 2007 yılı olduğunu göreceklerdir.
2007’de kelimenin tam anlamıyla bir “Çankaya savaşı” yaşanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı köşkü Laik Cumhuriyetin simgesi olarak kabul edildiği için, eşi türbanlı olan Abdullah Gül’ün adaylığı, Kemalist sistemin çöküşü anlamına gelecekti. Cumhuriyet mitingleri düzenlendi. Yüzbinler Anıtkabir’e yürüdü.
Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargı ayaklandı. Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’te 367 koşulu yaratıldı ve Gül açıkça engellendi.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in tuttuğu ileri sürülen günlüklerin medyaya düşmesi de aynı tarihe rastladı. Böylece, Askerin gerektiği taktirde düğmeye basabileceği mesajı verildi.

Komutanın en büyük stratejik hatası...
Tarihçilerin ilerde nasıl değerlendireceklerini bilemem, ancak bugün geriye dönüp bakacak ve erken bir değerlendirme yapacak olursak, Komutan’ın 2007’de çok önemli bir stratejik hata yaptığını görebiliriz. Hele bir kurmaya yakışmayacak bir hata.
Komutanın eğitimindeki en temel unsur, “nereye gideceği, nerede duracağı, ne sonuç vereceği veya ne yanıt alınacağını iyi hesaplamadan herhangi bir adım atılmamalı veya bir söz sarfedilmemelidir” öğretisidir.
Komutan’ın Çankaya Savaşı’ndaki en önemli stratejik hatası, bu temel soruları kendi kendine sormaması ve durumu gerçekçi şekilde değerlendirmemesi oldu. Karargahı da kendi gibi düşünüyor olmalı ki, 2007 Nnisanında vurucu darbeyi indirebileceğini sandı.
Türk kamuoyunun değiştiğini galiba anlayamadı. TSK’nın hala bir açıklamayla çok şeyi değiştirebileceğine inandı veya inandırıldı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, 28 şubat 1997’de Erbakan’ın olduğu gibi, boyun eğeceği, korkup geri adım atacağı sonucuna vardı.
27 nisan akşamı, çok kimse tarafından “e-muhtıra veya uyarı mesajı” olarak nitelenen yazıyı kaleme aldı. Karargahı ile paylaşmadan, en yakınlarının görüşünü almadan, mesaj Genelkurmay sitesine konuldu.
Bu metin özetle şu anlama geliyordu:
1. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olmamalı. Ak Parti’ye oy vermek, laik sistemin sonu anlamına gelir..
2. Bu gelişmeler yaşanırsa, TSK gereken önlemleri alır, gerekirse müdahale eder.
Org. Büyükanıt’ın bu mesajı hangi gerekçelerle yazdığını, içinde bulunduğu ortamı ve karşılaştığı baskıları bilemiyoruz. İlerde açıklarsa öğreniriz.

Bir siyasi iktidar ilk defa "bize karışamazsınız" dedi...
Org. Büyükanıt’ın bu çıkışına, siyasi iktidarın tepkisi gecikmedi. İlk defa bir iktidar açıkça Asker’e “Siz kendi işinizle uğraşın” deyince, herşey gerçekten de değişmeye başladı.
TSK’da bu manzara karşısında hiçbir şey yapamadı.
Dikkatleri çeken nokta, bu olaydan birkaç hafta sonra Başbakan’ın (7 mayıs 2007’de) Org. Büyükanıt ile içeriği özellikle gizli tutulan Dolmabahçe görüşmesi sırasında veya sonrasında hiç renk vermemesiydi. Sanki, karşılıklı bir restleşme yaşanmamış gibi davrandı. Zira, seçimlere sadece iki ay kalmıştı ve TSK’yı kışkırtmak istemiyordu.
Nitekim haklı çıktı.
Seçimler, Erdoğan’ı dahi şaşırttı.
Yüzde 33’lük oyunu yüzde 47’ye çıkardı.
Abdullah Gül, Çankaya’ya yerleşti.
Ak Parti Türban’ı üniversitelerde serbest bırakma ve İmam Hatiplerin önündeki engelleri kaldırmak için harekete geçti.
Asker hiçbir şey yapmadı veya yapamadı. Hatta Komutan, Cumhurbaşkanı Gül’ün önünde selam durarak elinden hiçbirşey gelmediğini gösterdi.
“Çankaya Savaşı” kaybedilmişti.
Artık, silahlı kuvvetlerin müdahaleleri dönemi bitmiş, sivil kuvvetlerin ince ayar yapma dönemi başlıyordu.
Cumhuriyet Başsavcısı, AKP’ye karşı Anayasa Mahkemesinde kapatma davası açtı...

Genelkurmay'ın açıklaması
“...Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir...” (Açıklamanın özetidir)

Hükümetin tepkisi
“...Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Kuşkusuz demokratik bir düzende bunun düşünülmesi bile yadırgatıcıdır. ...Öncelikle söylemek isteriz ki Başbakan'a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı'nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez...Genelkurmay Başkanlığı hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan'a karşı sorumludur. Bu metnin basın yayın organlarına verilmesi ve Genelkurmay'ın internet sitesinde yayınlanmasındaki zamanlama manidardır. Öncelikle devletimizin yüce makamı olan Cumhurbaşkanlığı'na 11'inci Cumhurbaşkanı'nı seçme sürecinde böyle bir metnin hem de gece yarısı ortaya çıkması, son derece dikkat çekicidir. ...Türkiye'nin her sorunu hukuk kuralları ve demokrasi içinde çözülecektir. Aksi bir düşünce ve tutum asla kabul edilemez. ...Türkiye'nin uluslararası toplumda itibarını zedeleyen çağdaş dünyadaki konumumuza zarar veren, Türk ekonomisinin istikrarını tehdit eden, demokrasiye aykırı ve Türk milletinin vicdanında yara açan davranışlardan tüm sorumluluk sahiplerinin kaçınması gereklidir. Güven ve istikrarı zedeleyenler ülkemizin ve milletimizin ali menfaatleri bakımından doğuracağı olumsuz sonuçların sorumluluğunu da yükleneceklerini bilmelidirler.” (hükümet açıklamasının özeti)


HASAN BÜLENT KAHRAMAN
Kemalizmi değerlendirmek-1

Kemalizmin modernleşmeyle, demokrasiyle ve ideoloji/siyasetle olmak üzere üç temel sorun odağı vardır. Bugün Kemalizmle ilgili sorunlar, dolayısıyla Türkiye'deki siyasal yapının gerilim odakları bu üç olgunun birbiriyle nasıl eklemlendiğini yeterince anlayamamaktan kaynaklanıyor. Ben de bu haftaki yazılarda Kemalizmi bu üç nokta etrafında ele alacağım. Kemalizm ve modernleşme ile başlayayım. Bir modernleşme projesi olarak Kemalizmin öncülleri somut, net bir çizgi oluşturmaz. Tersine belli bir karmaşaya dayanır. 19. yüzyıl Alman Romantizmi, onun akıl ötesi bir dünya tasavvuru ve ulusçu kaynakları da, 19. yüzyıl materyalist düşüncesi de, Kantçı sayılabilecek bir Aydınlanma (bireysel erginleşme (maturtiy)) arayışı da, aşırı devlet merkezli faşizan/totaliter rejim özellikleri de Kemalizmde yan yanadır.
Öte yandan bunların hiçbirisini modernite dediğimiz kendisi de o derecede karmaşık olan yapıdan soyutlayamıyoruz. Fakat bu/o modernite şimdi tüm dünyada eleştirilen bir modeldir ve Kemalizmin de, Türkiye'de devletçi/merkeziyetçi yapının da ana çıkmazını hazırlamaktadır. Çünkü...
Modernite arkadan, daha sonra, daha geç gelenin daha gelişmiş olduğuna inanmak ve onu benimsemek, sistemi o yönde dönüştürmek çabasıdır. Bu, evrimcilik düşüncesine yönelik müthiş bir inançtan kaynaklanır. Yani zaman ileriye doğru işlemektedir ve ilerlemenin insanı, toplumu geçmişten koparacağına inanılır. Geçmiş, köhne ve yıkılması gereken bir bilincin ve anlayışın yatağıdır. Ona ait olan unsurlardan kurtulduğu zaman insanlık ilerleyecektir.
Bu mutlak veya mutlakıyetçi ilerlemecilik düşüncesi 20. yüzyılda ortaya çıkan toplumsal modernleşmenin belkemiğidir. Kemalizm de bu kabule bağlanmıştır. Geçmişle arasındaki her türlü ilişkiden kurtulmak ister. İlerlemenin hedefi Batı(lılaşma) dır. Dahası, Kemalizm Batı'yı kendisine ait tüm yerli ve geçmişten gelen değerleri yok sayacak ölçüde reddeder. 1930'larda çok farklı nedenlerden ötürü başlayan ırkçı Türkçülük anlayışı ve onunla birlikte öne çıkan yerlilik düşüncesi bir yana Kemalizm Batı'nın tek dayanak olduğunu ısrarla ve taviz vermeksizin savunur. Kendi modernleşmesini özcü (essentialist) ve evrenselci (universalist) bir anlayışla bütünleştirir. Bir adım daha atar dayatmacı (proselytyzing) bir yapı kurar: ya hep ya hiç.
Bu, en basitinden topluma ve onun deneyimine inanmamaktır. Yani toplumun kendi kendisine dönüşebileceğini kabul etmemektir. Dönüşümü ancak öncüler, ilericiler yapacaktır. Kemalist modelde aydınlar, ordu ve bürokrasi onları temsil eder. Yani, Tanzimat sonrasının bürokratik militer seçkinleri (elitleri).
Sorun bu! Şimdi böyle bir modernleşmeden söz edemiyoruz. Her şey gibi modernleşmenin de bir karmaşa (eklektik) olabileceğini insanlık gördü. Geçmişin ve gelenekselin bütünüyle reddine matuf ve mahkûm bir modernleşme artık söz konusu değil. Tersine, modernleşme elbette ilerlemeyle de iç içedir ama geçmişin deneyim birikiminden gelen ve zihniyet tasavvuru olarak kendisini daha farklı kabullerle mücehhez hale getirmiş olan kesimler de ilerlemeyi vurgulayabilir. Buradaki ilerleme değerler sisteminin zamana bağlı tedrici değişimidir, kopuşa dayalı devrimsel yırtılmalar değildir ve daha ziyade de teknolojik dönüşümü içerir. Yani toplum kendi değerleri içinde kalarak da toplumsal dönüşümü talep edebilmektedir.
Kemalizmi bir sistem olarak dokunulmaz biçimde sürdürmek yanlısı olanlar bu eklektik yapıyı kabul etmiyor. Anlayabiliyorum, çünkü Kemalizmin kendisini gerçeklemek için gelenekle özdeşleştirdiği ve karşısına yerleştiği dinsellik bugünkü dünyada öngörülemeyen bir referans noktasıdır ve çok önemli toplumsal taleplerin sahibidir. Bu şartlarda Kemalizmin kendi içine kapanması mümkündür. Çünkü Kemalizm toplumsal modernleşmeyi benimsediği ölçüde siyasal modernleşmeden uzaktır.
Kendi ideolojik ekseni dışında bir toplumsal dönüşüm arayışını reddeder. Onları daha baştan gerici/karşı devrimci olarak nitelendirir. Bu onu, dünyayı ilerici-gerici çelişkisi (dikatomisi) içinde tanımlamaya sürükler ya da oradan türer. Oysa dünyayı toplumsal talep-demokratik varoluş zeminine oturtsa kendi gerçekliğini katı ve içe dönük biçimde savunmanın modernleşmeyle taban tabana zıt düşeceğini görebilirdi.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2009/11/09/kemalizm_ve_modernlesme

17 Kasım 2009 16:52
Genelkurmay Karargahı'ndaki bilgisayarları soruşturma amacıyla inceleyen bir subayın, ihbar mektubuyla birlikte gönderdiği CD’de ilginç belgeler çıktı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın serverinden çıkan belgeler arasında George Soros’la irtibatlı olan, gazeteci, aydın, vakıf, dernek ve işadamlarının bulunduğu liste de var.
İhbarcının Ergenekon savcıları, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı ve muhalefet liderlerine gönderdiği belgeler arasında, Soros’un kurucusu olduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün maddi destek sağladığı kuruluşlar sıralanmış.
Şemada TESEV Başkanı Can Paker sabetayist olarak gösterilmiş.














aktifhaber

03 Aralık 2009 08:2
5KARARGAH'TAN KATSAYI TAKİBİ
Genelkurmay, Danıştay'daki katsayı davasını takibe almış. Gizli ibareli belge ortaya çıktı.

Sabih Kanadoğlu Danıştay'ı adres gösterdi, İstanbul Barosu anında dava için başvuru yaptı. Ve Danıştay YÖK'ün katsayı adaletsizliğini kaldıran kararını iptal etti. Katsayı davası sürecinde Genelkurmay'ın da boş durmadığı ortaya çıktı. Genelkurmay istihbaratının hazırladığı gizli ibareli belgede, eğitim sisteminin gereği olarak sunulan farklı katsayı uygulaması, "İmam Hatip Liseliler'in önündeki katsayı engeli" olarak açıkça itiraf edildi. Genelkurmay'ın hazırladığı bu yeni belge emekli Orgeneral Çevik Bir'in 14 Temmuz 1998'de YÖK'e gönderdiği yazıyı akıllara getirdi.

Genelkurmay, Danıştay'daki katsayı davasını takibe almış

İstihbarat Başkanlığı tarafından üç ay önce Genelkurmay 2. Başkanı'na gönderilen yazıda, YÖK'ün katsayı düzenlemesinin toplumdaki birlik ve beraberliği bozacağı ileri sürülüyor. İstanbul Barosu'nun Danıştay'da açtığı iptal davasına atıf yapılarak, 'gelişmelerin takip edilmesinin uygun olacağı' belirtiliyor.

Danıştay'ın, katsayı adaletsizliğini ortadan kaldıran düzenlemeyi iptal etmesiyle başlayan tartışma sürerken, Genelkurmay'ın da konuyu yakından takip ettiği ortaya çıktı. 2. İstihbarat Analiz ve Değerlendirme Daire Başkanlığı, YÖK'ün katsayı düzenlemesinin ardından konuya ilişkin rapor hazırlamış. Genelkurmay 2. Başkanı'na gönderilen değerlendirme yazısında, "Düzenlemenin iptali istemiyle açılan davanın ve gelişmelerin takip edilmesinin uygun olacağı değerlerlendirilmektedir" ibaresi dikkat çekiyor.

21 Ağustos 2009 tarihli raporda, katsayı eşitliğinin imam hatip liselilerini üniversiteye girişte avantajlı hale getireceği savunuluyor. 'Muhafazakar yaşam tarzını benimseyenlerin kamusal alanda varlıklarının genişletilmesinin hedeflendiği' kanaatine varıldığı belirtilen raporda, düzenlemenin Türk toplumundaki birlik ve beraberliği bozacağı ileri sürülüyor. Meslek liselerinin sınavsız ön lisans hakkının elinden alınması sebebiyle dershanelere talebin artacağı iddia ediliyor. İstanbul Barosu'nun ve Eğitim-İş Sendikası'nın açtıkları iptal davasının yanında, düz lisede okuyan öğrenci ve velileri tarafından da dava açılabileceği anlatılıyor. Yeni düzenlemenin 2010'dan itibaren uygulanması halinde normal liselilerin mağdur olacakları konusu işlenerek, sınav sisteminin sürüncemede kalabileceği görüşü aktarılıyor.

HAZIRLANAN ÇALISMADA KOMUTANLARIN IMZASI VAR

Genelkurmay'ın katsayı çalışmasında, 2. İstihbarat Analiz ve Değerlendirme Daire Başkanı Tuğgeneral İ. Yılmaz, İstihbarat Başkanı Korgeneral İ.H. Pekin, 2. ADŞ. Md. Alb. N.Yılmaz ve 2. ADŞ. Prj. Sb. Yzb. O.Yılmaz'ın imzaları bulunuyor. İmzaların hemen altında "Sn. Genelkurmay 2. Başkanı'na" yazısı göze çarpıyor. Ayrıca, "Adli müşavir ile paylaşınız", "Sn. K'na (Genelkurmay Başkanı) kısa bilgi arzı" notları da düşülmüş. Son imzanın yanında ise "Konunun takibi" notu dikkat çekiyor.

Katsayı 28 Şubat'ın mirası

Üniversiteye girişte yaşanan katsayı tartışmaları 28 Şubat'tan miras kaldı. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, 14 Temmuz 1998'de YÖK'e gönderdiği yazıda, katsayı düzenleme yetkisinin kanun gereği Kurul'a ait olduğunu belirterek, Ortaöğretim Başarı Puanı'nı kaldırması talimatını vermişti. Bir'in imzaladığı yazıda şu ifadeler yer almıştı: "Yükseköğretim kurumlarına öğrenci seçiminde etkili olan Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) uygulamasının irticaî gruplarca istismar edildiği öğrenilmiştir. 2547 sayılı kanunun değiştirilerek 1999 yılı ve takip eden yıllar için Ortaöğretim Başarı Puanı uygulaması kaldırılmalı."

Halen Ergenekon sanığı olan Kemal Gürüz'ün başkanlığında 30 Temmuz'da toplanan YÖK Genel Kurulu da sadece imam hatiplileri değil milyonlarca meslek liseliyi de mağdur edecek katsayı uygulamasını yürürlüğe koymuştu.



aktifhaber

Murat Belge/Taraf
Cemaat ve Yargı

Türkiye’de cemaat yapılarının direnişi üstüne düşünürken gözüm Suriye’ye kayıyor. Osmanlı’nın zengin cemaatler yapısının eskisine yakın biçimde hayatta kaldığı bölgelerden biridir Suriye. Tabii toplumsal doku, politik yapılanmayı da doğrudan ve dolaylı belirler. Hafız Esad Ortadoğu’da en uzun süre iktidar koltuğunu korumuş siyasî önderlerden biridir. Neydi ona bu uzun cumhur sultanlığı yapma imkânını veren? Suriye’nin Alevi cemaatiydi.

Türkiye’de Hatay’da tanıdığımız Nusayrîler; Suriye’nin Hatay’a yakın bölümlerinde, örneğin Lazkiye’de bayağı bir yoğunluk oluştururlar. Ama genel nüfus içinde oranları yüzde on ikiyi geçmez. Hafız Esad bu kökenden geliyordu.

Suriye henüz bağımsız olamamış, bir Fransız mandası altında Osmanlı’dan ayrılmışken, Fransızlar burada kolonyalizmin klasikleşmiş bir taktiğini uyguladılar ve kurdukları Suriye ordusunun subay kadrolarında ülkenin çeşitli azınlık gruplarına öncelik verdiler: Aleviler (Nusayrîler), Dürzîler, İsmailîler ve Kürtler, Suriye ordusunda, Suriye toplumunda olduğundan daha avantajlı bir yer edindiler. Bu durum Suriye Fransız mandasından çıkıp bağımsız bir cumhuriyet olduğu zaman da devam etti ama bu yeni dönemde bazı değişimlere uğradı. Nusayrîler dışında kalan azınlık grupları ordu içindeki nüfuzlarını sırayla kaybettiler. Örneğin ileri gelen Dürzî subaylar, Selim Hatum ve arkadaşları, 1967’de idam edildiler. Onlar, 1966’daki, Nusayrî subayların öncülüğünde gerçekleştirilen 1966 darbesine karşı direniş içindeydiler. Hatumi yenilip aradan çıkarken, onun ve kadrolarının yerini otomatikman Nusayrî subayları aldı. O tarihte bu da muhtemelen “otomatikman”, o yerleri alabilecekler o kesimden geldiği için, böyle olmuştu. Ama sonraki yıllarda ordudaki Nusayrî hegemonyasına bakan biri bunun da geleceğe yönelik bir plan ya da bir komplonun parçası olduğunu düşünebilir.

Çünkü bundan sonra ordu Dürzîlerden başka Kürt, İsmailî vb. subaylardan arınırken, Nusayrî subaylar adım adım ilerledi ve Suriye ordusuna egemen oldular. Genel olarak baktığımızda, bütün kadro içinde, Sünnîler çoğunluktaydı ve bunun böyle olması, ülke nüfusunun oranları düşünüldüğünde, normaldi. Sorun, Sünnî subayların İsrail sınırına, Türkiye sınırına vb. yollanması ve Nusayrî komutasındaki askerî birliklerin Şam çevresinde bulunmasıydı. Bunlar Suriye ordusunun en seçkin birlikleriydi. Ama asıl işleri –ve asil işleri- Esad’ı korumaktı.

Bu oldukça basit manivela yıllar yılı Esad’ı iktidarda tutmaya yetti. Şimdi de oğlunu orada tutuyor.

Bir zamandan beri Müslüman ve İslâmcı azınlık bu duruma çatıyor, bununla mücadele ediyor. Nasıl ediyor? “İslâm’la ilgisi olmayan Alevi (belki “Kızılbaş” da diyorlardır) bir azınlık tepemizde! Kalkın ey ehl-i müslimin!” Yani en bayağısından bir Alevi düşmanlığı yapıyorlar. Nusayrîlerin ise, bu propaganda biçimini işitmeden önce, Ortadoğu’da dinî azınlık olmakla ilgili, pek hoş olmayan anıları olsa gerek (Türkiye’deki Aleviler gibi). Dolayısıyla, bugün elde tutmaya devam ettikleri saldırgan pozisyonu aslında savunma amacıyla tuttukları da söylenebilir.

İroni, Suriye’de bugün varolan dengelerde, siyasî İslâm cenahından gelen “Aleviler bizi yönetiyor! Ne olacak halimiz?” çığlıklarının, orduda Nusayrîlerin etkisini arttırmaya yaraması. Bu da siyasî dengenin böylesi işte!

Ve buyurun size “cemaat politikası”.

Türkiye’de bunun benzeri var mı? Alevi cemaatin Kemalizm’le ilişkisi belli. Onur Öymen’in kahramanca çıkışı dahi bunu henüz bütünüyle değiştiremez, çünkü cemaat önderlerinin kararları belli.

Ama TSK içinde Suriye’dekine benzer bir Alevi örgütlenmesi var mı? TSK her haliyle kapalı kutu. Birileri, birtakım gözlemler yapıp bu yolu açmış olabilir. Ama bunun olduğunu sanmıyorum.

Yüksek Yargı’daki durum var. Alevilik orada örgütlü: kimi düşman, kimi dost olarak gördüğü de kendi açısından açık seçik ortada. Kararları da bunu gösteriyor.

Biz aramızda konuşuyoruz, “Yüksek Yargı” diye. Oysa orada cemaat ilişkileri geçerli.

Ve modernleşen Türkiye’den söz ediyoruz.

17 Aralık 2009
Masonların Acı Kaybı
Bir gazetenin ilan sayfasında, sol üst köşede mason işaretli taziye haberi...Emekli General büyük üstat vefat etti...

Subayların derneklere üye olması yasak
Türk Silahlı Kuvvetleri her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü Silahlı Kuvvetler mensuplarının siyasi parti veya derneklere girmeleri bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır.

Subayların mason derneklerine, lions ve rotary kulüplerine üye olması da yasak. Aksi hareket eden subaylar hakkında ise, yasal işlem yapılması gerektiği vurgulanıyor. TSK'da subay ve astsubayların, mason derneklerinin dışında da bazı vakıf, dernek ve kulüplere üye olması da yasaklanmış.



Hürriyet gazetesinde yayınlanan taziye ilanındaki ayrıntılar çok inginç.

Bir General Masonlukta 'Büyük Üstad" ve 'En Muhterem" olabiliyor.

İlk savunma ama o emekli paşa, dünyada emeklilikten başlayan ve bu makama çıkabilen bir tane örnek bulunamaz......

Taziyede masonik sembollere yer verildiği gibi yine masonluğa has kavramlar kullanılmış. 'Büyük Üstat' ve 'Evrenin Ulu Mimarı' gibi sözcükler buna örnektir.

Masonların dereceleri

Masonların daha üst derecelere yükselebilmesi için büyük özverilerde bulunmaları, bol miktarda bağış yapmaları gerekir. Locaya sıkı bağlılık sırların özenle korunması ve kardeşliğe saygı önemlidir. Loca içinde itaat ve bunun ortaya konulması istenir. Elbette yükselinilen her derece şan, para ve makamı beraberinde getirmektedir.

Masonluğa tekris edilerek alınan bir kimse, Remzî ve felsefî dereceler içinde yükselerek masonluğun en üst seviyesine (33. derece ve ötesi...) çıkabilir.

Çırak olarak masonluğu alınan birisi, sırasıyla “Kalfa”lığa ve sonra da Usta-Üstad’lığa yükselir ki, buna Nafak artırımı ismi verilir.

1. dereceden 33. dereceye yükselmek için 7 sene gerekmekte olduğu zannedilmektedir. Bu rakam, kesin değildir elbette; ama aşağı yukarı bu kadar sene içinde 33. dereceye yükselme gerçekleştirilir.

Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanı sıra, bu ana Loca ile ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer.
SA/Aktifhaber

İleride pişman olmak istediğim bir yazı
Can ATAKLI
30 Aralık 2009 Çarşamba

Birkaç gün önce «TSK'nın bitmesine çeyrek kaldı» başlıklı bir yazı yazmıştım. Belli ki vakit doldu. O çeyreği de harcadık. Açıkçası Türk Silahlı Kuvvetleri bitmiştir.

AKP yandaşı bir profesör «Fesat yuvası haline gelen TSK tasfiye edilmeli, yerine aynı Nizam-ı Cedit gibi yeni bir ordu kurulmalı» demişti 15-20 gün kadar önce.

O zaman «Bir şeyleri bilmeden bunlar söylenmez, demek ki işin sonuna geldikleri konusunda ciddi inançları var» diye yazmıştım. Nitekim o yazıyla ilgili hayli gürültü kopacağını en azından Genelkurmay'ın hukuki yollara başvuracağını düşünüyordum, hiçbiri olmadı, anlaşıldığı kadarıyla Genelkurmay dahil herkes durumun farkında.

Neden bu kadar net biçimde «TSK bitmiştir» diyebiliyorum?

Çok basit. Türk Silahlı Kuvvetleri kamuoyunun gözünde, cinayetler işleyen, suikastlara kalkışan, yandaş medyanın deyimiyle halka karşı komplolar hazırlayan ve darbe için planlar yaparak silah ve mühimmat biriktiren bir kurum durumuna düşürülmüştür.

Özel Harp Dairesi'nin görevlendirilen özel bir hâkim ve savcılar heyeti tarafından aranması da bunun kanıtı olmuştur. Çünkü eğer konu sadece ordu içinde bazı yapılanmalara giden kişilerin takibi olsa devletin kalbi olarak nitelenen arşivlere baskın yapılmazdı.

Demek ki konu sadece ordu içindeki bazı çürüklerin ayıklanması değil, tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelik bir operasyonudur.

Oysa her Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra iç ve dış tehditlerin görüşüldüğü söylenir. Bu iç ve dış tehditlere karşı alınacak önlemler de işte bu aranan karargâhtaki «Kozmik arşivde» saklanır.

Açıkçası iktidar da bu arşivde neler olduğunu bilmektedir ama, içeri hâkim sokarak kafaları karıştırmakta, Türk halkına «Bakın size karşı ne büyük komplolar hazırlanıyormuş» demek istemektedir.

Kendilerine liberal maskesi takan faşistler de ellerindeki büyük medya gücüyle bu beyin yıkama propagandasını neredeyse saniye saniye halkın kafasına çakmaktadır.

Bu koşullar altında Genelkurmay Başkanlığı koltuğunu işgal eden kişinin hâlâ orada nasıl oturduğunu anlamak mümkün değildir. Eğer bir ordu cinayetle, darbe hazırlığı ile, halkına karşı komplo ile suçlanıyorsa, o ordunun başı ya gerçekleri açıklar ya da istifa eder.

Tabii aynı şekilde eğer bir ordu bu suçlamalar altındaysa iktidarın da bu ordunun başındaki kişiyi görevden alması gerekir.

İkisi de olmuyor. Ne garip değil mi? Ortada ya hiç bilmediğimiz bir şeyler var ve kısa bir süre sonra çok şaşıracağız, belki de en azından ben bu yazdıklarımdan dolayı pişmanlık duyacağım ya da iktidarla

http://www.heddam.com/#Icerik

05 Ocak 2010 08:59
FIRTINA'YA DEMİREL SORUSU
Savcının Org. Fırtına'ya yönelttiği en çarpıcı sorulardan biri Demirel'le ilgili...

Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İbrahim Fırtına’ya savcının sorduğu en çarpıcı sorulardan biri, “Sarıkız kod adlı plandan ve bu plan çerçevesinde yürütülen çalışmalardan Süleyman Demirel’in haberi var mıydı?” oldu. Fırtına'ya yöneltilen Demirel'le ilgili sorular bununla da sınırlı değil. Fırtına'ya ayrıca Rahmi Koç, Aydın Doğan, Bedrettin Dalan, Sinan Aygün ve Engin Akçakoca'yla olan ilişkisi soruldu. İşte ayrıntılar...

Milliyet, darbe hazırlığı yapıldığı iddia edilen 2003 - 2004 döneminde görevde olan eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına’nın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda verdiği 10 saatlik ifadesine ulaştı. Fırtına, savunmasına “Bu suçlamaların onur kırıcı olduğunu, bu suçlamaları hazırlayan kurumların bunları geri çekmesini talep ediyorum. Bu suçlamalar geri çekilmiyorsa iade ediyorum” diye başladı. Savcı Murat Yönder’in, çoğu eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’in yazdığı öne sürülen “Darbe Günlükleri”yle ilgili 131 soru yönelttiği Fırtına, iddiaların neredeyse tümüne, bilgisinin olmadığı yönünde cevap verdi. Fırtına’ya sorulan en çarpıcı sorulardan biri ise, “Sarıkız kod adlı plandan ve bu plan çerçevesinde yürütülen çalışmalardan Süleyman Demirel’in haberi var mıydı?” oldu. Fırtına, birçok soruya verdiği gibi bu soruya da “Bilgi sahibi değilim” karşılığını verdi.

Darbe hazırlığı yapıldığı iddia edilen 2003-2004 yılında görevde olan eski Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Aytaç Yalman, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral İbrahim Fırtına ve “Darbe Günlükleri”ni yazdığı öne sürülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden, 5 Aralık 2009’da Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne giderek 10 saat ifade vermişlerdi. Milliyet, emekli Orgeneral Fırtına’nın 35 sayfa tutan yazılı ifadesine ulaştı.

Sorgunun başlangıcında Fırtına’nın avukatı Hasan Fehmi Demir, müvekkiline atfedilen suçun neden ibaret olduğu konusunda bilgi istediklerini söyledi. Bunun üzerine Fırtına hakkında isnat olunan suçun Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 312/1 maddesinde düzenlenen “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya ve görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçu olduğunu belirtildi.

Avukat Demir ise Cumhuriyet Savcılığı’nın, kuvvet komutanlığından emekli olan Fırtına’nın ifadesini alma görev yetkisinin bulunmadığını, görevli savcılık makamının Genelkurmay Askeri Savcılığı olduğu, ancak bu itiraza rağmen savcılığın yine de ifade almak istemesi halinde sorulan sorulara bu itiraz hakkı saklı kalmak üzere yanıt vereceklerini söyledi.

Ergenekon ve Lobi belgeleri
Fırtına’ya ilk olarak Ergenekon ve Lobi belgeleri hakkında bilgi sahibi olup olmadığı soruldu. Fırtına, Ergenekon ve Lobi belgelerinden haberinin olmadığını; Eruygur, Tolon ve Kılınç’ı askerlik görevi nedeniyle tanıdığını söyledi.
Fırtına’ya daha sonra emekli Oramiral Örnek’e ait olduğu iddia edilen “Darbe Günlükleri”nde yer alan ifadeler, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven planları ile Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun faaliyetlerine ilişkin sorular yöneltildi. İşte sorulardan bazıları ve Fırtına’nın cevapları:

‘CÇG’den haberiniz var mı?’
Soru: Darbe zemini oluşturma kapsamında Cumhuriyet Çalışma Grubu oluşturulduğu anlaşılmıştır. Cumhuriyet Çalışma Grubu’ndan (CÇG) haberiniz var mı? Bu çalışma grubu kim ya da kimler tarafından hangi amaçla oluşturulmuştur ve ne tür faaliyetler gerçekleştirmiştir?
Cevap: Bir darbe suçlaması kapsamı içerisinde bana soru yöneltilmesini üzüntü ile karşılıyorum ve reddediyorum. Cumhuriyet Çalışma Grubu ve Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven, bu isimdeki sözü edilen planlama faaliyetlerini ise emekli olduktan sonra basından öğrenmiş bulunmaktayım. Görev yaptığım dönem içerisinde böyle bir çalışma grubundan ve planlama faaliyetinden bilgim yoktur.

Eruygur sorusu
Soru: Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun oluşturulmasına ortak mı karar verdiniz? Yoksa Şener Eruygur tek başına mı gerçekleştirmiştir? Şayet bu çalışma grubunu Şener Eruygur tek başına oluşturmuş ise daha sonra size bilgi verdi mi?

Cevap: Cumhuriyet Çalışma Grubu hakkında bilgi sahibi olmadığımı yukarıda izah etmiştim. Görev yaptığım dönemde hiçbir şekilde bu konu benim gündemime gelmedi. Emekli olduktan sonra da Mehmet Şener Eyurgur ile bir iki kez sosyal ortamlarda bir araya gelme dışında temasım olmadı. Yaptığı iddia edilen çalışmalardan bilgi sahibi değilim. Böyle bir çalışma yapmış olmasına ihtimal vermiyorum.

Soru: Özden Örnek’in günlüklerindeki 3 Mart 2004 başlıklı notta “ATO’da yapılan panele tüm kuvvet komutanları eşli olarak katıldık... Bu paneli el altından biz teşvik ettik... Salona girdiğimiz zaman katılanlar bizleri alkışladılar ve ‘Cumhuriyetin koruyucuları’ diye slogan atmaya başladılar” şeklinde yazdığı görülmüştür. 3 Mart 2004 tarihinde Ankara’da ATO tesislerinde düzenlenen “Hilafetin İlgası” isimli panele sizin de katıldığınız anlaşılmaktadır. Bu panel kim ya da kimler tarafından hangi amaçla düzenlendi? Siz bu panelin düzenlenmesine nasıl katkı sağladınız? Bu panelin CÇG tarafından düzenlendiğini biliyor muydunuz?
Cevap: Yukarıda izah ettiğim gibi bu panele ben katılmadım. Bu toplantıya benimle beraber eşim de katılmamıştır. Zaten görev gereği
Ankara dışında idim.
(Fırtına’nın iki kez “Bu toplantıya katılmadım” demesine rağmen savcı, bu toplantıyla ilgili 3 soru daha yöneltti. Fırtına, bu sorulara da “Bu konuda bilgi sahibi değilim” diye cevap verdi.)
Soru: Şüpheliler M. Şener Eruygur va A. Hurşit Tolon’dan ele geçirilen dijitallerde “CUMHR ÇALŞ GRUP İ. FIRTINANIN GÖRŞ” isimli word dosyası tespit edilmiştir. İçeriğine bakıldığında .... “Süleyman Demirel’in siyasi durum ve mahalli idareler genel seçimine yönelik düşüncelerinin incelenmesi” görüşünü belirttiğiniz anlaşılmaktadır. Yerel seçimlerle ilgili Süleyman Demirel’in görüşlerinin alınmasını istemenizin amacı nedir? Gerçekleştirmeye çalıştığınız darbe faaliyetlerinden Demirel’in haberi var mıydı?
Cevap: Bu görüşler bana ait değildir, bu kapsamda herhangi bir faaliyetim, çalışmam olmadı.
Soru: Özden Örnek’e ait olduğu anlaşılan günlüklerdeki ‘18 Aralık 2003’ başlıklı not içerisinde “Akşam yemeği Mustafa Özkan ve eşiyle KKK ve HKK geldiler. M.Ö. bize gelmeden önce Süleyman Demirel’e uğramış. Ve bize ondan bazı mesajlar getirmişti.
.... Aynı notun devamında “S.D. ülkenin süratle bir felakete doğru gittiğini ve askerin yalnız kaldığını, hemen tedbir alınması gerektiğini söylemiş. Askerle tezkerede de hata yaptılar. Ve 50 yıllık dostumuz ABD’yi reddettiler” demiş. S.D. ayrıca, Kıbrıs konusunu ve Kürt devleti kurulmasının ülkemiz için çok önemli olduğunu ve eğer Kıbrıs konusunda hükümet taviz verirse, kendisinin yollara düşeceğini ifade etmiş” şeklinde ibarelerin yer aldığı görülmüştür.
Sarıkız kod adlı planda ve bu plan çerçevesinde yürütülen çalışmalarda Süleyman Demirel’in haberi var mıydı? Mustafa Özkan’ın sizin yanınıza gelmeden önce, Süleyman Demirel’in yanına uğramasının sebebi nedir? Bu şahıs Süleyman Demirel’den size ne mesaj getirdi?
Cevap: Belirtilen görüşler hakkında bilgi sahibi değilim.

‘Aydın Doğan’a baskı yapıldı mı?’
Soru: Rahmi Koç, Orhan Karabulut, Aydın Doğan ve Engin Akçakoca bu sürecin içerisinde yer aldı mı? Bu şahıslarla “Sarıkız” planı kapsamında görüşmeler yapıldı mı?
Cevap: Rahmi Koç’u sanayici olması, İstanbul’da görev yaptığım dönemde düzenlenen konferanslardan, etkinliklerden tanırım. Orhan Karabulut’u emekli bir amiral olması sebebiyle tanırım. Aydın Doğan ile şahsi bir tanışıklığım yoktur. Engin Akçakoca ile şahsi bir tanışıklığım yoktur.
Soru: Aydın Doğan’ın çizgisini değiştirmesi konusu nedir? Bu konuda baskı yapıldı mı? Siz ve görevlendirdiğiniz birisi Aydın Doğan ile görüştü mü?
Cevap: Aydın Doğan ile hiçbir temasım olmadı, bu şahsı tanımıyorum.
Hilmi Özkök’le ilgili ifadeler
Soru: Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün emekliye ayrılması ya da etkisiz hale getirilmesi için ne tür faaliyetler gerçekleştirdiniz?
Cevap: Bu ifade Türkiye Cumhuriyeti’ni ve TSK’yı birliğini tahrip etmek amaçlı bir kötü niyet beyanıdır. Lanetliyorum.
Soru: Genelkurmay Başkanı’nı istifaya zorlama ya da etkisiz hale getirmeye çalışmanızın sebebi neydi? Genelkurmay Başkanı’nı gerçekleştirmeyi planladığınız darbenin önünde bir engel olduğunu düşündüğünüz için mi istifa ettirmeye çalıştınız?
Cevap: Yukarıda okunan notun tarihi benim göreve başladığım ilk aya ait bir tarihtir. Ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in de göreve başladığı tarihtir. Belki de ilk defa bir toplantıda bir araya gelen kişilerin önceden planlayarak sarf edeceği sözler değildir. Ayrıca bu notlarla ilgili yukarıdaki açıklamaları aynen tekrar ediyorum. Benim devlet anlayışıma sığmayan görüşlerdir. Ben istifa etmeyi düşünmediğim gibi Genelkurmay Başkanı’nın istifasını istemeyi hiçbir zaman düşünemem. Benim görev anlayışıma sığmaz, hiçbir komutanın böyle bir talepte bulunacağını düşünemiyorum.

‘Sezer’e büyük saygı duyuyorum’
Soru: Ayışığı kod isimli planın içeriğinden; (...) “Cumhurbaşkanı Sezer’in kendisine yönelen tepkiler karşısında güçlü kalması için destek verilmesi. Cumhurbaşkanı’nın her hal ve şartta görevde kalmasının ikna veya zor ile sağlanması.” Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le ilişkileri kim ya da kimler nasıl sağlıyordu?
Cevap: Ayışığı isimli planla ilgili yukarıdaki açıklamalarımı aynen tekrar ediyorum, buradaki beyanların ileri sürülmesi benim devlet anlayışımla tamamen zıttır, kabul etmiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı’na büyük saygı duyduğumu da ifade etmek istiyorum.

DALAN VE SİNAN AYGÜN SORULDU

Ergenekon davası sanığı ATO Başkanı Sinan Aygün ve firari şüpheli Bedrettin Dalan'la ilişkisi soruluyor. Fırtına, İstanbul'da Harp Okulu'nda görev yaptığı dönemde protokol gereği tanıştığını söylediği Dalan'la, kuvvet komutanıyken de görüştüğünü kabul ediyor. Aygün'ü de askeri okul yaptırıp kendi ismini verdiği için tanıdığını ifade ediyor.

Fırtına’nın avukatları soruşturmayı eleştirdi
Sorgunun sonunda Fırtına’nın avukatları, sorgunun başlangıcında sorulan soruların, bir kısmının Ergenekon davası olarak adlandırılan davada yargılanan kişilere ilişkin soruların, Fırtına’ya atılı suçla ilgili olmadığını, bu durumun yürütülmekte olan bir davaya delil temin etme niteliğinde olduğunu, bunun da açıkça CMK’ya aykırı olduğunu söyledi.
Avukatlar, “Kaldı ki, müvekkilime yöneltilen soruların tamanına yakınının, kaleme aldığı söylenen Özden Örnek Paşa’nın reddettiği ve gerçekliği şüpheli günlüklere dayalı olduğu açıklıkla anlaşılmaktadır. Bir varsayım olarak böyle bir günlüğün var olabileceği düşünülse dahi atılı eylemlerle ilgili hiçbir somut belge ve bilgi ortaya konulmadan 3. şahısların sübjektif görüşleriyle müvekkilimizin suçlanılmaya çalışılması ise soruşturmanın adil ve tarafsızlığına gölge düşürmektedir. Müvekkilimizin Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı gibi devlette ulaşılabilecek en üst onurlu makamlarında görev yaptığı, tüm konuşmalarının resmi olarak yapıldığı ve Genelkurmay Başkanlığı gerek ise Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nden temin etmek mümkün iken Yeni Asır, Aydınlık gibi çeşitli gazete ve mecmualarda gerçekmiş gibi ve onların yorumlarına dayalı sorular üretilmesi ‘Hava Kuvvetleri Komutanı diye başlayıp çalışma grubu faaliyetleri’ diye biten ve sayın savcılığınız tarafından bizlere gösterilen, altında imza bulunmayan, kimin ve nasıl düzenlendiği belli olmayan ve esasen hiçbir delil niteliğinin de haiz bulunmayan bir belgeye dayalı sorular sorulması, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bakımından bizim kanaatimizce en hafif tanımlamasıyla üzüntü vericidir.”

Fırtına kaç kere ne dedi?
- Yukarıda izah etmiştim: 9
- Hatırlamıyorum: 4
- Herhangi bir temasım yoktur: 5
- Bilgim yoktur: 12
- Bilgi sahibi değilim: 7
- Kabul etmiyorum: 13
- Bu görüşler bana ait değildir: 15
- Böyle bir toplantıya katılmadım: 4
- Hiçbir faaliyetim olmadı: 8
- Lanetliyorum: 1
- Nefretle reddediyorum: 1
- Kınıyorum: 1
- İnanmıyorum: 2

Fırtına’dan ‘Çözüme dinamit koyar’ uyarısı
Soru: Özden Örnek’e ait günlüklerdeki “28 Şubat 2004” başlıklı notta, “14.00’da kuvvet komutanları ile bizim evde toplandık. Amacımız Kıbrıs meselesini değerlendirmek ve Denktaş’tan aldığımız birçok özel ve gizli mektupları değerlendirmekti. Sonuçta şu kanaate vardık. Dışişleri Bakanlığı (DİB) bize ve Denktaş’a yalan söylemiş. Genelkurmay Başkanı’nın adını kullanarak önerilen çözüm yolu ile hemfikir olduğunu Denktaş’a bildirmişti. Bu düpedüz yalancılıktı, sahtekârlıktı. (...) Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur ve Zeki Bulunç’un getirdiği çok özel belgeler vardı. Bu belgeler arasında en önemlisi Denktaş’ın nasıl aldatıldığını ispat eden DİB’in çektiği ve 17:40 saatli 13 Şubat’a ait bir faks. Bu belgelerin hepsini Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na gönderdik ve orada tek bir Kıbrıs klasörü geliştiriyoruz. İçerisinde her türlü özel bilgiler de var. Kıbrıs konusu yaptığımız plan çerçevesinde devam edecekti. İkinci konu olarak yine aynı mesele, biz bu adamları darbe ile alaşağı edelim konusuydu.

Şener ve Havacı bu konuda çok bastırıyorlar. Şener’in adeta aklından çıkmıyor, iki kelimede bir bunu söylüyor. Havacı da keza öyle...” şeklinde ibarelerin yazılı olduğu görülmüştür. Denktaş’tan ne gibi özel ve gizli mektuplar almaktaydınız? Bu mektuplar kimlere gönderilmiştir?
Cevap: Yukarıda, bu notlarla ilgili yapmış olduğum açıklamaları aynen tekrar ediyorum, içe-riğine katılmam mümkün değildir, gerçekleri yansıtmamaktadır. İki noktada itirazım var, bunlardan birincisi doğru olmayan bu iddianın uluslararası boyutta tartışma açacağına inanıyorum, bu husus kullanılacaksa bunu genel iddianamenin yayımlanmasında örtülü olarak kullanılmasında yarar görmekteyim. İkinci itirazım; bu iddia bir öncekilerde olduğu gibi ülkenin birlik ve dirliğine yavru vatanda oluşabilecek çözümlere dinamit koyucu ve başkalarına istismar etme fırsatını veren yanlış bir kurgu oluşturduğudur. Tümüyle katılmıyorum.

Kaynak: Milliyet

5 Ocak 2010
Yağmur Atsız / Star
Beş kambur

Türkiye’nin bir 21. Yüzyıl ülkesi olabilmek için behemehâl sırtındaki beş kamburdan kurtulması “elzem”dir:

ASKERİYE, ADLİYE, MÜLKİYE, İLMİYE ve NEŞRİYE!

Maksadım şu halleriyle devleti devlet olmakdan çıkarmış bulundukları bilincini yaratmak ve onların yük olmakdan çıkmasına katkıda bulunmak. Çünki bu devlet yıkılırsa enkâzın altında HEPİMİZ kalacağız. Birkaçar yüz paranoyak ve çağdışı general, savcı, hâkim, vâlî, profesör ve köşebazın savrulup gitmesi umurumda bile değil! Ama ben bu arada “kurunun yanında yaş da yanar” fehvâsınca bizzat gümbürtüye gitmek istemiyorum. Bunun içindir ki yıllardır “AB’deki kadar hak, hukuk ve hürriyet!” diye kendimi helâk ediyorum. Bu hedefe varmamızı var güçleriyle engelleyen o beş kamburdan kurtulma çârelerini ise telgraf üslûbuyla şöyle görüyorum:

ASKERİYE - TSK onyıllardır Avrupa’nın en tehlikeli vurucu gücüdür. Bu tehlike onun “caydırıcılığı”ndan değil nereye toslayacağının belli olmayışından ileri gelmektedir. Bu silahlı gücün muhtelif kademelerinde “Yeniçeri Rûhu” bütün canlılığıyla yaşamaktadır. 1876’dan bu yana uygulamalı veyâ planlama safhasında kalmak üzere onbeşden fazla darbeden ve 41 senede (1877-1918) beşbuçuk milyon kilometrekarelik bir imparatorluğun, yaklaşık üç milyon can kaybıyla 780.000 kilometrekareye düşmesinden sorumludur. Şiddetli bir disiplin problemiyle mâlûldür. Düzelmesi için derhâl askerî liselerin lâğvedilerek hâlen tam teşekkül etmemiş şahsiyetlerin psikolojik sakatlanmalarına son verilmesi, diğer askerî müfredat programlarının temelden ele alınarak dünyâda herşeyi kendinin bildiğini ve “bu vatanı” ancak kendinin sevdiğini zanneden megalomanyaklar “üretimi”ne engel olunması ve en az beş yıl terfîler durdurularak komuta kademesindeki yığılmanın eritilmesi şartdır ki işsizlikden cuntacılığa yönelmesinler!

ADLİYE ve MÜLKİYE - Kaymakam, vâlî, savcı ve yargıçlara, korumaları ve savunmaları gerekenin “devlet” değil “millet” olduğu öğretilmeli, tâyin ve terfî sistemleri ise, Amerika’yı yeniden keşfetmeğe gerek kalmaksızın, Batı Avrupa devletlerindekine benzetilerek “devrim muhâfızları” yerine “işinin ehli uzmanlar” geçmesi sağlanmalıdır.

İLMİYE - Üniversite ve yüksek okulların, Stalin ve Hitler rejimlerindeki gibi birer “beyin yıkama atölyesi” değil birer “araştırma” kurumu oldukları kuralı geçerlik kazanmalı, öğretim üyelerinin “sâdık Kemalistler” değil “sağlam bilim insanları” olmalarını sağlayacak denetim mekanizmaları (Batı Modeli!) işletilmelidir.

NEŞRİYE - Kitle haberleşme araçlarının tekelleşmesini ve basın-yayın dışı işlerle uğraşarak birer gayrı-meşrû rekaabet silahı hâline gelmelerini önlemek zannedildiğinden daha kolaydır. Göstermelik kontrol konseyleri vs. yerine gerçek denetim mekanizmaları kurmak için de Amerika’yı yeniden keşfetmek zarûreti yokdur. Örnekleri Batı’da mükemmelen çalışıyor.

Eğer bu siyâsî irâde teşekkül ederse meselenin öyle sunulduğu üzere filanca genel yayın müdürünün gidip yerine falancanın gelmesinde yatmadığı anlaşılır ve sulugöz “kör ölür bâdem gözlü olur” kasîdelerine de lüzûm hissedilmez.

7 general Ozkök’e karşı
23 Mart 2011

ABD Büyükelçisi Pearson’ın, 2003’te, Washington’a geçtiği gizli telgrafta şu ifadeler yer alıyor:

‘Özkök’e muhalefet eden Yalman, Eruygur, Doğan, Tolon, Türkeri ve Kılınç Paşalar muhtıra verebilir. Büyükanıt ise ikili oynuyor’

Taraf Gazetesi 2002-2004 arası dönemine ait “WikiLeaks Türkiye Belgeleri”ni yayımladı. Türkiye’deki asker-sivil ilişkilerine Amerikan bakış açısını ortaya koyan belgeler arasında özellikle dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök üzerinden yapılan çe?itli değerlendirmeler dikkat çekiyor. O değerlendirmelerden biri, 6 Haziran 2003 tarihli telgraf. Dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’ın yazdığı telgrafın başlığı, “Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımlamak: Genelkurmay ve hükümet kendi içlerinde ve birbirleriyle mücadele ediyorlar.” Özkök’ün 26 Mayıs 2003’te düzenlediği ve Cumhuriyet gazetesinin meşhur “Genç Subaylar Rahatsız” manşetini eleştirdiği basın toplantısının ardından kaleme alınan yazıda şu ifadeler yer alıyor:

‘Gerilim çok yüksek, müdahale çok zor’

“Genelkurmay Başkanı Özkök’ün üst rütbeliler arasındaki memnuniyetsizliği kontrol altına alma, bir yandan da iktidardaki AK Parti’yi laiklik karşıtı eğilimlere ilişkin algılar konusunda uyarma gayreti her iki hedefe ulaşmayı da başaramadı. Askeriye ile AK Parti arasındaki ve her ikisinin de kendi içindeki gerilimler sürerken, biz güçlerin mevcut dizilişine baktığımızda, ordunun bir hükümet değişikliğini zorlama olasılığı görmüyoruz.’

‘Avrasyacı bir grup generalin baskısı’

“Genelkurmay Başkanı Özkök’ün 26 Mayıs’ta, seçilmiş bazı gazetelerin temsilcilerine yönelik bir brifing yoluyla yaptığı siyasi uyarı, Türk Genelkurmayı’nın mutsuz olduğunun yeni bir kanıtıydı: Genelkurmay kendi içinde mutsuz. Özkök, irtibatta olduğumuz geniş bir yelpazeden gazeteci, siyasetçi ve ulusal güvenlik uzmanının bize “Avrasyacı, statükocu, askerî alımlar gizli tutulsuncu görüşlere sahip” diye tarif ettiği, altı ile sekiz civarında bir grup üst rütbeli subay tarafından baskı altında tutuluyor. Öteki Türk Genelkurmay yetkilileri, mesela Özkök’le yakın bağlantısı olan J-5 Andlaşmalar (Genel Plan ve Prensipler Dairesi) Başkanı Hava Tümgeneral Acar da bize, Özkök’ün AK Parti’ye karşı fazla yumu?ak olduğu yönündeki görüşlere katıldığını söyledi.”

‘Büyükanıt da Batı ve Amerika’ya karşı’

“Üst rütbeli generallerin Özkök’ün daha sabırlı ve mantıklı çizgisine olan itirazları da yatışmış görünmüyor. Savunma ve ulusal güvenlik konularında irtibatta olduğumuz kişiler, Özkök’e karşı olduğunu söyledikleri yedi generali şöyle isimlendiriyorlar: Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Komutanı Şener Eruygur, Birinci Ordu Komutanı Hurşit Tolon, İkinci Ordu Komutanı Fevzi Türkeri ve MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç. Yaşar Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı söyleniyor. Büyükanıt’ın İstanbul’da bir konferansta Amerikan ve Batı karşıtı sözleri de onun bu grup içinde sayılması fikrini güçlendiriyor.”

‘Özkök, paşaları emekli ettirebilir’

“Bu gruptaki generaller Özkök’e bir muhtıra vererek ya istifa etmesini ya da onların görüşüne uygun davranıp, AK Parti’ye karşı sertleşmesini talep edecekler. Bununla birlikte Tümgeneral Acar bize askeriyenin içinde açıkça bir kırılma yaşanmasını mümkün görmediğini söyledi. Üstelik Özkök’ün bu sene orduya damgasını vurma fırsatı da var. Bu gruptakilerden ikisini 2003 yazında emekliye sevkedebilir, sonra ikisini daha 2004 yazında emekli edebilir. Hatırı sayılır miktarda üç ve dört yıldızlı generali terfi ettirecek. Bu yıl içinde Türk Genelkurmayı’nın üst rütbeli personelinin yüzde 80’e kadarki bir bölümünü değiştirebilir.”

Emekli edildiler

Pearson’ın yazısında belirttiği isimler gerçekten 2 yıl içinde uzaklaştırıldı. 2003 Yüksek Askeri Şurası’nda Özkök’e karşı generaller listesinden iki isim Çetin Doğan ve Tuncer Kılınç emekli edildi. 2004’te ise aynı listeden Aytaç Yalman ve Şener Eruygur emekliye ayrıldı.

taraf


İnternet Andıcında ŞOK İTİRAFLAR
30 Temmuz 2011
Mahkeme internet andıcı iddianamesini kabul etti. O iddianamede bir yüzbaşının itirafları herşeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyor...
Sitelerin ana çatısını ‘2. Başkan’dan olur aldım’ diyen Albay Çiçek kurdu. Hıfzı Çubuklu değişiklikler yaptı.

13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği ‘internet andıcı’ iddianamesinde çok çarpıcı detaylar yer aldı. Yüzbaşı Murat Uslukılıç savcılık ifadesinde andıçla ilgili şok itiraflarda bulundu. 17 Ağustos 2010’da savcıya her şeyi anlatan Uslukılıç, sitelerin kuruluş ve yönetimini şöyle anlattı:

MÜDÜRÜMÜZ ÇİÇEK’Tİ

“2003 yılı Eylül atamaları ile Psikolojik Harekat Daire Başkanlığı’na atandım.Orada OBİ Subayı olarak görevliydim ve 2004-2008 yılına kadar müdürümüz Dursun Çiçek’ti... Tamamen teknik işler yapıyorum, sitelerin içeriği ile ilgili müdahale yetkimiz yok. Teknik olarak siteleri kurup, kullanıcı bilgilerini server’a giriyoruz. Her kullanıcı, doğrudan erişim yaparak yayınlanacak haberleri kendi sitesine koyuyor. 2004’ten 2008’e kadar sitelerin içeriklerinin tamamı Dursun Çiçek’in kontrolündeydi. İçeriklerini bizzat Çiçek kendisi kontrol edip belirliyordu. Ana site ‘irtica.org’tu. Bunun içeriğini Ziya Göktaş belirliyor, haberleri de sivil memur Meryem Kurş
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Oca 16, 2010 9:35 pm    Mesaj konusu: TSK, ABDye Rest Çekti: "Muharip Güç Yok" Alıntıyla Cevap Gönder

TSK AMERİKANCI DARBEYE KARŞI ÇIKABİLECEK Mİ?

08.03.2010 16:20

“ABD desteklemedikçe darbe olmaz” düşüncesi sadece Türk halkının dimağına değil, Latin Amerikan halklarının dimağına da kazınmış bir düşüncedir.
1961 yılında Domuzlar Körfezi çıkarmasıyla Küba’yı işgal etmeye kalkan, ancak ağır bir yenilgiye uğrayan Küba kaçkınlarını ABD Ordusu eğitmiş ve silahlandırmıştı. CIA’nın Fidel Castro’ya karşı düzenlediği onlarca suikast girişimi de başarısızlığa uğradı.
Latin Amerika ülkelerinde yapılmış darbeler üzerinde çalışan İspanyol siyaset bilimci Prof. Jesus de Andres Sanz aşağıdaki darbecilerin Amerikan üstlerinde eğitildiğini saptadı.
Hugo Banzer - Bolivya
Augusto Pinochet - Şili
Ernesto Geisel - Brezilya
Alfredo Stroessner - Paraguay
Jorge Videla - Arjantin
2002’de Venezuala’da Chavez’e karşı yapılan ABD destekli darbe girişimi halkın sokağa dökülmesiyle son anda engellendi.
Birkaç ay önce Honduras'ın solcu devlet başkanı Manuel Zelaya, ABD destekli askeri darbeyle sürgüne gönderildi.
Latin Amerikan halkları ABD destekli darbelerden çok çekti ama akıllandı. Aralarında birlik oluşturdular, artık ABD’den mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorlar. Ya Türk halkı?
NATO’ya girmesiyle birlikte Türkiye ABD’nin en çok at koşturduğu ülkeler arasına girdi. CIA, ülkemizde Gladio denilen bir örgüt kurdu. En büyük düşman komünistlerdi. Ama Gladio nedense en çok Kemalist aydınları hedef aldı, onlara karşı suikastlar düzenledi.

1 Mayıs 1977 de Taksim Meydanı’nda kutlanan işçi bayramı Gladio tetikçileri tarafından kana bulandı.
16 Mart 1978’de Gladio İstanbul Üniversitesi önünde öğrencilere bomba ve silahlarla saldırdı. 7 öğrenci öldü, 41 öğrenci yaralandı.
Sünni ve Alevi yurttaşlarımızın birlikte yaşadıkları illerde mezhep çatışmaları yaratıldı.
12 Eylül darbesi, Gladio’nun yarattığı çatışma ortamında gerçekleşti. Darbeden sonra kurulan işkencehanelerde Gladio mensupları görev aldı. CIA denetimindeki Gladio, askerimizi, polisimizi, istihbaratçımızı, siyasetçimizi, yargıcımızı, savcımızı, medya mensubumuzu kullandı. Bizi bize kırdırdılar yani.
Bugün ABD, Türkiye’deki çıkarlarına en büyük tehdit olarak antiemperyalist Kemalistleri görüyor. Gerçekleşmekte olan darbenin amacı, başta Kemalistler, tüm ABD karşıtlarını güvenlik güçlerinden, medyadan, üniversiteden, yargıdan temizlemek, ülkemizi muhalefetten arınmış bir halde işbirlikçi AKP’ye ve Cemaat’in eline teslim etmek. Bütün bunlar da başbakanımızın, “ileri demokrasi kuruyoruz” teranesi eşliğinde gerçekleşiyor.
“ABD desteklemedikçe TSK darbe yapar mı?” sorusuna hemen herkes, “hayır” yanıtını veriyor. Ama şu anda ABD destekli bir darbe yürürlükte olduğuna göre, asıl sorulması gereken soru şu: “Yapılmakta olan ABD destekli darbeye TSK karşı çıkabilir mi?”
Bu sorunun cevabını henüz bilmiyoruz. TSK’yı yöneten generaller büyük bir şaşkınlık içinde; çünkü ilk kez gerçek anlamda ABD ile karşı karşıya geldiler.
Odatv


TSK, ABD’ye Rest Çekti: “Muharip Güç Yok”



16 Ocak 2010 Cumartesi
Türk Silahlı Kuvvetleri, ABD’ye nihayet rest çekti.
ABD’nin tüm ikna çabalarına ve hükümetin olumlu bakmasına rağmen TSK, Afganistan’a muharip gücü göndermeyi reddetti.
Edinilen bilgilere göre; ABD, son aylarda Afganistan’a muharip güç gönderilmesini sağlamak amacıyla, Türkiye’ye temsilci üzerine temsilci gönderdi.
Hükümet adına yapılan görüşmelerde muharip güç gönderilmesine sıcak bakıldığı mesajı verildi. Ancak TSK, bu isteğe hiçbir zaman sıcak bakmadı.

Bu gelişme üzerine ABD bu kez NATO anlaşmalarını devreye soktu. TSK’ya NATO anlaşmalarını anımsatarak, muharip güç gönderilmesi gerektiğinde ısrar etti.

Genelkurmay Karargâhı’nda yapılan araştırmada NATO ile yapılan anlaşmalarda, Afganistan’a muharip güç gönderilmesine ilişkin herhangi bir maddenin bulunmadığı belirlendi.
Söz konusu durum, yazılı olarak NATO’ya iletildi.

NATO, bu tepki üzerine bu kez Afganistan’a Türkiye’nin muharip güç göndermesini yazılı olarak istedi.

Ancak TSK’dan verilen cevabi yazıda TSK’nın böyle bir yükümlülüğü bulunmadığı belirtilerek, istek açıktan reddedildi.

27 Kişilik Eğitim Subayı

NATO’nun bu isteğine olumsuz yanıt veren TSK, Afganistan Ordusu’na muharip harp eğitimi verecek personeli sağlayabileceğini söyledi.

NATO, TSK’nın bu önerisine olumlu yanıt verdi. NATO’nun bu kabulü üzerine, TSK, Afganistan Ordusu’nda Muharip Subay yetiştirmek amacıyla 27 kişilik eğitimci gurubu oluşturdu.
Bu gurubun önümüzdeki günlerde Afganistan’a hareket etmeleri bekleniyor.

Öte yandan TSK,eğitimcilere destek vermek amacıyla, Harekat Yönlendirme Ve İrtibat adı altında 14 kişilik subay timinin de gönderilmesi gerektiğini söyledi.

NATO, TSK’nın bu istediğine de olumlu yanıt verdi.

Kaynak: avazturk

Rauf Atilla Polat
HaberX
Müslüman - Türk DÜŞMANI GENERALİN BAĞLANTILARI...
23 Ocak 2010

Meseleye irtica veya darbe olarak bakılırsa, planın arkasındaki gerçek ve Çetin Doğan’ın bağlantıları görünmez olacaktır.

Doğan’ın 1. Ordu komutanı olduğu zaman TSK’nın başında Hilmi Özkök vardı.

Bu darbe toplantısının yapıldığı mekanda 29 general, 133 subay bulunuyordu.

Ne kuvvet komutanıydı ne de G. Kurmay ikinci başkanıydı - ki, bu görevlerde olsa dahi 160’ın üzerinde TSK mensubunu toplayacak güce muktedir değildi.

Plan’ın adı Balyoz; ancak bu planın içerisinde üst rütbe de ismi geçenler sadece Örnek, Fırtına ve tanıdık birkaç isim...

Örnek, Fırtına ve Eruygur ekibi ise Sarıkız ve Ayışığını ortaklaşa planlıyordu.

Planın bam teli; Çetin Doğan ile Şener Eruygur’un farklı yapıların içerisinde olması ve farklı planlar ortaya konulması.

Çevik Bir, Çetin Doğan (araları fazla iyi olmasa da) aynı takımın oyuncuları. Çetin Doğan ayrıca Karadayı’yı kullanan isimlerin başında geliyor.

Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz’da aynı kadronun mensupları.

İbrahim Fırtına, Özden Örnek ise orta da, kim nereye çekerse oraya gidecek türden...Alevi yapılanmasının içerisinde değiller. Eruygur ve Tolon gibi Avrasyacı da değiller.

Çetin Doğan ise İslam düşmanı ve Alevi yapılanmanın mihmandarlığını yapan bir görevli.

Hem de öyle bir düşmanlık var ki, provakasyon için bombalanacak bir sürü yer varken o, hem Fatih’i hem de Beyazıt’ı bombalayacak. Oysa Sultanahmet ve Ayasofya daha kalabalık. Eminönü yenicamii desen kaos için biçilmiş kaftan.

Ama o FATİH ve BEYAZIT’I istiyor.

Acaba neden?

*

Doğan’ın hayatını incelediğiniz ve onu tanıyanlardan dinlediğiniz zaman sünni müslümanlara ve Türklere karşı müthiş bir kin ve nefret beslediğini görüyorsunuz.

İsterseniz MİT raporundaki ses kayıtlarını bir kez daha okuyalım;

-Türklerin üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın,

- Hanımlarınız dekolte giysin diğerlerinin hanımlarını açık giymeye teşvik etsin,

- Alevilik bu ülkede bir gurur kaynağı olana kadar, yani memleketi avucumuza alana kadar herkes kendisini gizleyecek,

- Fisunoğlu, bana korgeneral iken, ’ben karımı oynata zıplata bu noktaya geldim’ demişti. Bizim için de ölçü bu olmalıdır"

- Deşifre olmuş Aleviler... Sevgi desinler insanlık desinler ama ülke için oynadığımızı belli etmesinler.

- Alevi dışında hiç kimse ateist olsa bile güvenilmeyecek...

- Hal hatır soranlara, "Allah’ a şükür" densin. Bizi dinci sansınlar...

- PKK’ya karşı savaşanlara el altından şu mesajı gönderin, "sakın ha ölmeyin, bırakın Atatürkçü olsa da Sünniler ölsün"

‘’ Alevi olmayan birlik komutanlarını, yoksa laikleri sıkıştırın, çokça eğlence düzenleyin, dansöz ve içkiye zorlayın. Din ve milliyetçilik duygusunu zayıflatan yolların neler olduğu açık bularak kullanın.’’

‘’Okullarda öğrencilerin kız arkadaşlıklarını teşvik edin, yapabiliyorsanız, Osmanlı hayranlığını kırın. Cinsel konularda sınırları zorlayın, çünkü bu konu insan zaafının başında gelir.”

“Arkadaşlar çok çalışsın bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim olacaktır, Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız” diyor....

Çetin Doğan, Tansu Çiller için de o dönem şu ifadeleri kullanıyor; Türkiye’nin idaresi ordunun kontrolünde değil, darbe yapmayacağını yemin eden bir ordunun etkisi ne kadar olabilir, Tansu ÇİLLER şu anda dini söylemleriyle rol yapıyor da olabilir, ciddi de olabilir çünkü geberesi kadın Sünni.

Emekli olan ve Türklüğünden şüphe ettiğim bu şahsın inanılmaz bir sünni karşıtı ve Türklüğe karşıda olumsuz yaptırımlar yapmasının ardından ki gerçek acaba ne olaki?

Bu sorunun cevabını vermeden önce, isterseniz birde Türkçeye ve Türk ırkına yaptığı ihanetlerden bahsedelim.

Çetin Doğan, Ahmet Necdet Sezer tarafından Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığına atandıktan sonra, okulun başına gider gitmez çok ilginç değişiklikler yapmaya başlıyor.

İşte onlardan birkaçı;

-Üniversiteye öğrenci yetiştirmek üzere çeşitli Türk ülkelerinde açılan ve Türkiye türkçesi ile eğitim yapılan 54 lise tek kalemde kapatılıyor. Buralarda okuyan 5 bin öğrenci ise boşlukta bırakılıyor.

-Kazak yetkililere sorulmadan üniversitenin bütün bölümlerinden -Kazakistanın isteği ile okutulan- İslam dini derslerini kaldırıyor.

- Türkiye’den giden bütün Türk akademisyenleri geri gönderiyor. Sebebini de ’Kazakistan nüfusunun yüzde 30’u Rus kökenlilerden oluşuyor. Bu durumlara kızabilirler.’ diyor...

-Üniversitenin işbirliği ile Kırgızistan’ın "Oş Devlet Üniversitesi"; "Kırgız Devlet Üniversitesi" ve Rusya Federasyonu’na bağlı "Dağıstan Devlet Üniversitesi" nezdinde açılan "Türk Dili ve Edebiyatı" bölümleri kapatılıyor.

-Üniversitede Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapımını üstlendiği caminin yapımını durduruyor. Gerekçe olarak da, "Üniversitede ve kışlada cami olmaz!.." diyor.

Doğan’ın kirli çamaşırlarını buraya yazarak bitirmek mümkün değil.

Bu planın diğerlerinden ayıran en önemli özellik ise, İslam düşmanlığı ve mezhepsel yapılanma değil, Çetin Doğan’ın ilginç bağlantıları ve arkasındaki güç.

1.Ordu komutanı olarak karşısına 162 generali alarak ülkeyi ele geçirme planı hazırlayacak bir konumu bulunmayan Doğan 2003 yılında kimlerden emir aldı?

Asıl sorulması gereken soru budur?

Şu küçük ayrıntıyı da atlamayalım; o toplantıya katılan subaylardan bazıları da, içerisinde kurmay subaylar, askeri öğrenciler ve sivil unsurları barındıran ’karargâh evleri’ toplantılarına katılan Alb. C.K.’nın koordinesindeki albaylar Y.K, T K, S K ve F K ile Binbaşı B. gibi isimlerde yer alıyor.

Gördüğünüz gibi subay olarak başlayıp generalliğe kadar yükselen, devleti ele geçirmek için yeri geldiğinizde eşinizi bile satın diyecek kadar gözünü hırs bürüyen bir yapının 3.adamından bahsediyoruz.

Çetin Doğan gibi isimler bu tür yapılanmalarda üstten emir almadıkça böyle kanlı bir plan hazırlayamaz, 162 kadar askeri toplayamaz.

Asıl soruya gelince, bazı şeyler puslanmaya başlasa da derin yapıyı az-çok bilenler şifreyi çözeceklerdir.

Doğan, üstten yani Hilmi ÖZKÖK’ten bu emri almadığına göre kimden aldı?

Kendi kendine karar vermesi mümkün değilken bu kanlı eylemleri kimlerle ve kim için yapacaktı?

Açığa çıkarılması gereken hususlardan biri Çuvalcı paşa Köksal Karabay ile Çetin Doğan arasında bağlantının sınırlarının hangi boyutta olduğu.

Öncedende belirttiğimiz üzere Çuvalcı Korgeneral Köksal Karabay aynı zamanda Dick Cheney’in şirketinin , Koç grubunun ve Yahudi işadamlarının da desteklediği Silopi’de kurulan ’’Emekli Ajanlar Şirketi’nin’’ ortağı.

Yukarıda ne diyor du Çetin Doğan; ’’ Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız...”

Adama sorarlar neden zorundasın diye...Ama biz sormayalım, cevaplandıralım.

Türkiye’de İslam dışı aleviliği kim istiyor?

Hemen aklınıza Almancı aleviler ile onları kullanan Alman istihbaratı BND’nin geldiği muhakkak.

Peki PKK’nın bitmesini kimler istemiyor?

Almanya-İsrail ve Küresel Tapınıkçılar...

İslam düşmanlığı ile beraber Yunanistanla savaşmamız hangi ülkenin işine gelir?

Almanya (BND)-İsrail (MOSSAD) ve Ergenekon’daki küresel yapı.

Çetin Doğan bu planı tek başına yapamayacağına göre kimlerle bu işi başaracaktı?

Bence bu soruya Çetin Doğan; 2002-2003 ve 2004 yılları arasında İstanbul ve Ankara’da masanın etrafında oturan kişilerden birkaçı ile yaptığı toplantıları açıklayarak başlayabilir.

Belki 2008’in Ağustos’un dan itibaren başladığı harp oyunu turlarından da bahseder. Ya da BÇG’nin başkanlığını yaptığı dönemde Ergenekon’un masasında oturanları ve ona emir verenlerin isimlerini de vererek paçayı kurtarabilir.

Eğer birilerini feda etmezse ve savcılık bu belgelerin üzerine giderse, bu dava ne Ayışığına benzer ne de Yakamoza ne de Eldivene.

Çünkü bu kez belgeler sağlam yerden ve sağlam kişilerden ve orjinal olarak sunuldu.

Ne dersiniz belki de Çetin Doğan’a birileri ihanet etti. Ya da ’adamı’ sandığı kişi milli derin yapının adamı çıktı...

*

Son bir not;

Ne diyordu DOĞAN; ’’ Deşifre olmuş Aleviler... Sevgi desinler insanlık desinler ama ülke için oynadığımızı belli etmesinler.’’

Bundan sonra Doğan’ı ona göre seyredin...

AVNİ ÖZGÜREL
Hesaplaşmada son perde!
27/01/2010

Ne yeterince soruşturuldu, ne gerçek mahiyeti ve organizasyon yapısı gün ışığına çıkarıldı... Ancak anlaşılan şu ki, kendisini silahlı kuvvetler şemsiyesi altında gizlemiş örgütün çekirdeği BÇG. Yani, Batı Çalışma Grubu. Bugün ortaya çıkan darbe planlarının, bombalı saldırı, suikast teşebbüsü ve suikastın bu çekirdek ve uzantılarıyla irtibatlı olduğunu düşünmek için yeterince sebep ve işaret mevcut.
Söz konusu yapılanmanın nihai hedef olarak Türkiye’yi kendilerince malum ve mezkûr (=kararlaştırılmış) mecraya taşımak için iki aşamalı bir plan yaptığı görülüyor. Bu planın ilk aşamada Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesini kontrol altına alıp Genelkurmay Karargâhına hâkim olmayı, ikinci aşamada siyasi iktidarı devre dışı bırakmayı hedeflediği artık aşikâr. Ancak 28 Şubat sürecinde bütün gayretine ve sergilediği fütursuz baskıya rağmen ordu bünyesinde oluşan direnç sebebiyle ilk hedefine ulaşmakta başarısızlığa uğrayan ve önemli aktörlerinin emekliye ayrılması yüzünden zafiyet geçiren yapı 1 Mart 2003 tarihinde yeni bir şans yakaladığı hayaline kapıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak Savaşı’nda ABD kuvvetleriyle birlikte hareketini ve Amerikan askeri birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a geçmelerini öngören tezkerenin TBMM’de reddedilmesinin Washington’da yarattığı hayal kırıklığı ve öfke el çabukluğuyla hazırlanacak bir darbenin ABD başkentinde kabul göreceği ümidini güçlendirmişti. BÇG artıklarının o gün Genelkurmay Karargâhı’nın tezkerenin reddinden rahatsız olmadığını tesbit ettikten sonra toparlandığı ve arta kalan tüm unsurlarını ellerinde bulunan 12 Eylül harekât planını güncelleyerek harekete geçirme kararı verdiği anlaşılıyor.
1997 senesi Kasım ayında KKTC’de gerçekleştirilen Toros-2/97 tatbikatı sırasında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, bir yıl sonra 1998 Ağustos’unda Genelkurmay Başkanı olacağına kesin gözüyle bakılan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu sıyırıp hemen arkasında oturan albaya isabet eden kurşunu sıkan elden söz ediyorum. Kaza kurşununa kurban gittiği düşünülecek Kıvrıkoğlu’nun saf dışı edilmesinin ardından yeni dengelerin genelkurmay karargahına yansımalarının hesabı içinde söz konusu ele kumanda eden iradeden söz ediyorum. (*) Keza Org. Hilmi Özkök’ü hedef alan örgütlü yapıdan...
Üzüntü veren husus, bugün Genelkurmay Karargâhı’nın ima yollu açıklamalarla ortaya çıkan tablodan rahatsızlığını yansıtsa da, ana hedefi Türkiye’de Baasçı bir dikta rejimi tesis etmek olan, bu yolda engel gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geleneksel disiplin anlayışını ve hiyerarşik düzenini tahribe yöneldiği ortaya çıkan yapıyı perdelemek istediği izlenimi vermesi. Bu aşamada Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tarihi nitelikte bir karar vererek söz konusu iddiaların tamamını derinlemesine soruşturacak, sorumlularını gün ışığına çıkaracak bir süreci başlatabilir ve bu kararını kamuoyuyla paylaşabilir. Onun bu yönde bir karar verdiğini açıklaması, hiç şüphe yok ki, söz konusu iddiaların, kimi ordu karargahlarında hazırlanmış planların gerçekliğinin kanıtlanması halinde dahi, kamuoyunda bunun kurumsal olarak orduya hâkim düşünceyi yansıtmadığının göstergesi olarak yankılanacaktır.
(*) Aradan geçen zaman zarfında unutulmuş olabilir. Toros-2/97 tatbikatının konusu Kıbrıs Rum kesimin adaya konuşlandırmak istediği Rus yapısı S-300 füzeleriydi. Bunların ele geçirilip tahrip edilmesine yönelik plan prova edilecekti. Senaryoya göre Güzelyurt bölgesine yakın açık araziye yerleştirilmiş maket füze rampalarına ‘Bordo Bereliler’ adıyla ünlenmiş adları Org. Çevik Bir paşayla anılan Özel Kuvvetler’e bağlı tim yaklaşarak önce koruma görevi yapan Rum askerlerini saf dışı edecek; ardından rampalara patlayıcı kalıpları yerleştirerek imha edecekti.
Özel Kuvvetler timi rampalara 1400 metre mesafedeki Seyirtepe adı verilen mevkide kurulan protokol çadırına yaklaşık 1000 metre uzaklıkta ve sırtı çadıra dönük olarak konuşlanmıştı. Bordo Bereliler ateşe başladıklarında beklenmedik bir şey oldu. Bir kurşun gelerek Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu sıyırıp, arkasında oturan albayın kalbine isabet etti. Bilinen kurşunun Org. Kıvrıkoğlu’nun omzunu yalayarak geçtiğiydi. Gazeteci Muhammed Kutlu’nun araştırmasına göre füze rampalarına ateş eden bordo berelilerden biri diğerlerinin aksine geriye dönerek protokol çadırına nişan almıştı.
Olay sonrası yapılan soruşturma söz konusu mesafeden yumurtayı vurabilecek kadar keskin nişancı olan iki astsubayı işaret ettiyse de kimseye resmi bir suçlama yöneltilmedi, dosya kapatıldı. Ama daha da ilginci, üç yıl sonra 16 Mayıs 2001’de aynı özel tim mensuplarının tamamını taşıyan Casa tipi nakliye uçağı Diyarbakır’dan Malatya’ya giderken düştü ve kurtulan olmadı.
Radikal

AVNİ ÖZGÜREL
Tuzağın gerçek hedefi ordu olabilir mi?

13/01/2010
‘Ergenekon’ pazar yazımın bir bölümüydü... Özel Harp Dairesi’nin 1953 senesinde, yani Türkiye’nin NATO’ya girişinin hemen akabinde, Avrupa ülkelerinin silahlı kuvvetleri bünyesinde oluşturulan benzer yapılarla eşzamanlı olarak kurulduğuyla başlamış, çekirdek kadrosunun anti-komünist düşünce taşıyan, ABD’de West Point’te kontr-gerilla eğitimi görmüş subaylardan teşekkül ettiğini yazmıştım. Keza 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cuntaya dahil oluşlarıyla ünlenen bu kadronun biri ordu bünyesine diğeri topluma ve siyasete dönük olmak üzere iki cepheli görev üstlendiğini de.
Bir tarih yazısı çerçevesinde sıkışıp kalmaması için konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Söz konusu yapının topluma ve siyasete dönük faaliyetleri konusunda sanırım herkesin zihninde menfi kanaat oluşturmaya yetecek kadar bilgi/ kırıntı düzeyinde de olsa kanıt var. Ancak bu özel birimin silahlı kuvvetler bünyesinde bulunmakla birlikte, bazen siyasetten önce doğrudan orduyu hedef alan faaliyetler içinde olduğunu düşündüren işaretler mevcut.
Kadronun 1950’lerin tablosunda ordu içinde üstlendiği görev muhtemelen Türk Silahlı Kuvvetlerini geleneksel yapısından ve kumanda anlayışından çıkarıp ABD/ NATO eğitiminden geçmiş subaylara emanet etmekti... Nitekim o dönemde NATO karargâhının, çoğu 1. Dünya Savaşı’nı görmüş, Milli Mücadele’ye katılmış komutanlardan rahatsızlık duyduğu sır değil.. Sıkıntının sebebi İngilizce bilmeyen, orduya imparatorluktan tevarüs ettikleri askerlik anlayışıyla komuta eden, askerin kimini ‘Ağa’, kimini ‘Baba’ lakabıyla andığı bu yaşlı subayların ordunun general katını işgal etmeleriydi. Onlar yüzünden ABD/NATO tarafından eğitilmiş, kıta ve karargah hizmetlerinde albay rütbesine gelmiş subaylar ittifakın kendilerinden beklediği hizmeti sunamadan emekliye ayrılma noktasındalardı.
Demokrat Parti iktidarından hoşnutsuzluk 27 Mayıs darbesinin görünürdeki gerekçesidir elbette. Ancak darbeyi gerçekleştiren cuntanın içindeki çekirdek dışında pek çok subay. Bunlara ihtilal komitesinin başına getirilen Org. Cemal Gürsel de dahildir- seçim kararı almış, üstelik seçimi kaybetmesi kuvvetle muhtemel bir siyasi kadroyu devirmedeki telaşın ne sebebinden haberdardır, ne de harekâtın arkasında yatan esas düşünceye vâkıftır... ( *) Org. Gürsel’in ihtilalin eşiğinde yani darbeden 20 gün önce Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e yazdığı mektupta Başbakan Adnan Menderes’in cumhurbaşkanlığına getirmesini önerdiğini bilmek bile bu hükmü doğrulamaya kâfidir...
Siyaseti ve toplumu yeniden dizayn etmek kanımca 27 Mayıs darbesinin ikincil derecede hedefidir... Gerçek hedef ise orduyu istenen standarda getirmektir. İhtilalden iki ay sonra, üstelik darbeden bir hafta sonra başlayan dedikodular üzerine MBK Başkanı Org. Cemal Gürsel yalanladığı halde ve karardan sonra geriye sadece 15 general kalacak şekilde, 235 general ve amiralin içinde yer aldığı 7200 subayın emekli edilmesinin sebebi budur... Ne tesadüftür ki aynı günlerde Yunan silahlı kuvvetleri bünyesinde de benzer nitelikte bir tasfiye yaşanmıştır.
Geçmişten bu tabloyu yazmaktan muradım bugün şayet bir ‘yıpratma’dan söz ediliyorsa
bunun gerçek sebebinin ve kaynağının zannedilenlerden farklı olabileceği düşüncesine kapı açmak; kimi olayların farklı pencerelerden bakıldığında farklı okunabileceğine işaret etmek.
(*) Söz konusu dönemde Demokrat Parti’nin hızla oy kaybetmekte olduğunun en açık göstergesi 1950 ve 1954 seçimlerindeki tırmanışın ardından 1957’de DP iktidarının seçimi ‘kıl payı’ kazanmış olmasıdır. DP oylarının yüzde 47’ye gerilediği, CHP’nin tarihinde tekrarını yaşamayacağı seviyede yüzde 41 oy aldığı, Adnan Menderes’e ‘Allah bana bir daha böyle bir seçim gecesi yaşatmasın’ dedirten seçimdir 1957.

Radikal

AVNİ ÖZGÜREL
Mezhepçilik ve askeriyenin bağışıklık sistemi!
30/12/2009

Mezhepçilik meselesi ilk kez 28 Şubat sürecinde gündeme geldi ve büyük ölçüde perdelense de o dönemde sağda-solda dillendirilmeye başlandı... Ancak sızlanan Refah Partisi ve ona yakın çevreler olunca konuyu önemseyen, söylenenlere fazla kulak asan olmadı... Sürecin rütbeli kahramanları ve Batı Çalışma Grubu namıyla ünlenen büronun siyasi iktidar karşısında takındığı tavır ise, endazeyi kaçırdıklarına inanlar tarafından bile gerek silahlı kuvvetler tabanında gerekse basında ve kamuoyunda Atatürkçülük/laiklik hassasiyetiyle değerlendirildi. Nihayet yargı erkinin üst katlarında da tablo beş aşağı beş yukarı aynıydı...
Asker ve yargı bürokrasisine mezhepçilik mikrobunun girdiği, kimi birimlerin sınav, atama, seçim, terfi, emeklilik kararlarında bu ölçünün hâkim olmaya başladığı, gözle görülür, alçak
sesle de olsa ifade edilir olmuştu.
28 Şubat sürecinde belirleyici olan ve süreci şekillendiren grubun asker kanadı kritik makamlarda görev yapan kişilerden oluşsa ve fiiliyatta etkin olsa da sayıca önemsenecek boyutta değildi. Öyle sanıyorum ki gerçek manada kadrolaşma 1997 sonrası başladı... Ve hiç şüphe yok ki bu süreçte Genelkurmay Başkanlığı’na gelen Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, Org. Hilmi Özkök ve Org. Yaşar Büyükanıt meselenin vardığı boyut konusunda bilgilendikten sonra aşama aşama gerçekleştirilecek radikal bir tasfiye kararını oluşturmaya yöneldiler. Üç komutan da görevi Org. İlker Başbuğ’a devrederken gerek direnç odaklarının adresi gerekse direncin ulaşacağı boyutun yıpratıcı vasfının herhalde farkındaydılar.
Askerlik mesleği ve yargıçlık açısından
bakıldığında iki mesleğin ‘Şeytan Üçgeni’ belli: Irkçılık, mezhepçilik ve para!.. Ve bu üç unsur içinde kişinin ruh dünyasını kalıplayan, inanç temelli mezhep taassubunun ordu dahil çözemeyeceği, çökertemeyeceği yapı yok... İslam ve Osmanlı tarihi bu açıdan örnek olaylarla dolu; keza Avrupa tarihi de. Bugün Ortadoğu’da İslam ülkelerinin içinde bulundukları duruma bakıldığında da yaşanan sıkıntıların sebepleri arasında mezhep taassubunun yer aldığını görmemek imkânsız.
Bu durumu, 28 Şubat döneminde gerçekte geleneksel İslam inancına bağlı kişiler olmakla birlikte, laiklik ve Atatürkçülük gayretiyle, mezhepçi duygularla hareket eden kadrolara yaklaşıp onlarla taktik planda kalacağını düşündükleri işbirliğine giden çekirdeğin yol açtığı sonuç olarak görmek mümkün. Dolayısıyla ortaya çıkan yapının metastas yapma özelliğine sahip mezhepçilik karşısında bağışıklık sisteminin kodlarında boşluk olan bünyeyi tahribe yöneldiğine hükmetmek de.
Sonuç olarak, yıllar boyu biriktirip taşma noktasına getirdiğimiz kokuşmuş sorunlardan yayılan toz ve pis kokunun zihinleri karıştırdığı ortamda her şeyi Ergenekon sepetine atıp onun içinde mütalea etmek hatasından kultulmamız lazım... Pek çok mesele belki biribiriyle iltisaklı ama aynı değil.
Mezhepçilik meselesi Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları için varlık yokluk seviyesinde öneme sahip. Demokrasinin inşasında ayak bağı olmayacak, adaletin tesisinde hukukun dışında ölçü tanımayan yargıya ne derece ihtiyacımız varsa, askerlik mesleğini icrada tarihinin ve yasaların çerçevelediği profesyonelliğinin dışında saiklerle hareket etmeyen bir orduya da o kadar ihtiyacımız var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada siyaseten inşa etmeye çalıştığı vizyon ve izlediği dış politikanın hedefine varmasının siyasi istikrar dışındaki tek şartı, ordusunun gerek insani yetenekler gerekse teknolojik açıdan dünyanın en güçlüleri seviyesinde olması... Bu ortamda tereddüt doğuran kimi ifadeleri bir yana bırakıp Org. Başbuğ ve silahlı kuvvetlerin komuta kademesinin demokratikleşmenin hayati öneminin idraki içinde hareket ettiğini görmemek bence haksızlık. Ülkeye olduğu kadar kendisine de sıkıntı veren sebepleri ortadan kaldıran bir ordu, şüphe yok ki uluslar arası siyasetin hayal olmaktan çıkarttığı vizyonun dayanağı olarak gerek kendi halkına gerekse bölge halklarına güven verecektir.
Radikal

Asker ve zihniyet
04/11/2009
AVNİ ÖZGÜREL

1960 darbesi sadece siyaseti tahrib etmedi, en az siyaset kadar orduya da zarar verdi.
İhtilal, silahlı kuvvetlerde ne geleneksel hiyerarşi anlayışından eser, ne disiplin, ne de mesleki kalite bıraktı.
Genç kuşaklar bilmez. 27 Mayıs darbesi Demokrat Parti kadroları yanında İstiklal Madalyası sahibi generalleri, dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’u, Genelkurmay eski başkanlarından Nuri Yamut’u, adı ‘Kore Kahramanı’ diye ünlenen Tahsin Yazıcı’yı, Milli Mücadele’nin Umum Kuvayı Milliye Komutanı ve Atatürk’ün silah arkadaşı Ali Fuad Cebesoy’u da Yassıada’ya göndermişti... Org. Nuri Yamut adada genç subayların hakaret ve işkencelerine dayanamayarak öldü. Rütbeleri sökülüp er rütbesine indirilen ve inzibatlara her gün tekmil vermeye zorlanan Erdelhun Paşa da önce idama ardından müebbet hapse mahkûm edildi... Yakın zamana kadar Genelkurmay’ın resmi kabulünde genelkurmay eski başkaları arasında adı anılmadı.
Bitmedi...
Darbeyi gerçekleştirenler ağırlıklı olarak her seviyede düşük rütbeli subaylar olduğu için kendilerine Milli Birlik Komitesi adını verdikten başka güya astlarla üstler arasında eşitlik sağlamak için ‘MBK Üyesi Üniforması’ diye nevzuhur bir kisve diktirmek dahil süfli meselelerle meşgul oldular. DP iktidarını karalamak için gençlerin öldürülüp cesetlerinin Et ve Balık Kurumu’nun kıyma makinelerine atıldığından tutun, Bayar ve Menderes’in Merkez Bankası kasalarındaki altınla yurtdışına kaçmak isterken yakalandıklarına kadar bir dizi yalan haber ürettiler. Nihayet, ordunun geleneksel yapısı içinde yetişmiş 235 general ve amiral, 5 bin subay emekli edildi. 1959’da bir yıllık eğitimden sonra mezun edilen Harb Okulu talebelerinin önemli bir kısmı Yassıada’da inzibat hizmetiyle silahlı kuvvetlerdeki görevlerine başladılar; ki yakın zamana kadar TSK’nin komuta kademesi söz konusu dönemde hızlandırılmış eğitime tabi tutuşup mezun edilen ve Yassıada tecrübesini yaşamış subaylardan oluşuyordu. Bugün komuta mevkiindeki generallere gelince, hepsinin gerek hafızasında gerekse ruh dünyalarında Alb. Talat Aydemir’in Harb Okulu Komutanı olduğu günlerin ve 22 Şubat-21 Mayıs darbe girişimlerinden başlayarak, 12 Mart 1971 müdahalesi ve 12 Eylül darbesinin iz bıraktığı tartışılmaz.
Söylemek istediğim, Atatürklü yıllardan itibaren 1957 senesine kadar cuntacılığı aklına getirmemiş kadroların o tarihten itibaren sivil siyasi kadroları hasım olarak gören bir anlayışla yetiştiğidir. 1960 ihtilali akabinde Washington’a gönderdiği raporda ‘Türkiye’nin artık ihtilalci bir ordusu var. Bir kere isyan eden ordu bunu yapmaya devam eder’ değerlendirmesini yapan büyükelçi Fletcher Warren’in öngörüsü doğru çıkmıştır.
Geldiğimiz noktada her vesileyle silahlı kuvvetlerin demokrasiye bağlılığını vurgulayan İlker Başbuğ’un elinde tarihi bir fırsat olduğu kanısındayım. ‘Yeni bir ordu kurmak’ gerektiğine varan husumet ifadesi yorumlara kulak asmaksızın, nasıl Org. Hilmi Özkök, Türkiye’yi alacakaranlığa sürükleyecek darbe sürecinin önünü tıkamışsa, Org. Başbuğ da zihniyet değişikliğini gerçekleştirecek adımları atabilir. Siyasetin zorlamasına, dış telkinlere gerek kalmaksızın, ordunun kendi bünyesinde durum değerlendirmesi yaparak onun sonuçları istikâmetinde kimi düzenlemeleri yapmasına, hem içinde bulunulan ortam hem de Org. Başbuğ’un elini güçlendirdiğini düşündüğüm tablo uygundur. Org. Hilmi Özkök’ün çevresinde oluşan öfke ve tecrit kuşağı, halefi Org. Yaşar Büyükanıt üzerindeki menfi baskı ve emrivakilerle kabarmaya açık tavır alışların aksine, Org. İlker Başbuğ’un şu an her zamankinden fazla Genelkurmay karargâhına hâkim olduğu ve alacağı her türlü kararı hayata geçirme imkanına sahip olduğunu düşünüyorum.
Askerlik mesleğinin eğitim sürecinden ve tabiatından gelen duygusallıkların oluşturduğu koruyucu kalkanı gerisinde yapılan hukuk ve demokrasiyle bağdaşmayan faaliyetlerin silahlı kuvvetlerin itibarına, toplumda orduya duyulan sevgi ve güvene zarar verdiğini fark ettikten sonra şu ya da bu endişelerle gereğine tevessül etmemek, belki emeklilik günlerinde yelpaze işlevi görür, ama herhalde bunun bedeli ağır olur...

Radikal

27 Ocak 2010
ÇETİN DOĞAN'IN YALANININ RAPORU

Çetin Doğan'ın Habertürk'te söylediği "Ak Parti ismi gibi Ak değiştim diyen parti değişmedin denir mi", şeklinde savunması bu raporla çöktü...
Çetin Doğan, dün Habertürk'te canlı yayında "Ak Parti ismi gibi AK, herkesin toplumda beklentisi var. Değiştim diyene değişmedin denir mi" diyerek AKP'ye 'aman' mesajı gönderdi ancak kazın ayağı öyle değil.
Sözkonusu dönemde Doğan'ın talimatıyla Birinci Ordu’daki seminere katılan 162 subaya, Kara Kuvvetleri’nin hazırladığı “AKP Değerlendirme Raporu”nu okumaları emredilmiş. Raporda AKP yerden yere vuruluyor ve çok ağır biçimde suçlanıyor.
Böylece önce, "ses kayıtları montaj" diyen, sonra kayıtların dijital değil analog bant kaydı olduğu ortaya çıkan; sonra "Bolyoz yok" diyen, peşinden "var ama öyle değil, araya belge sokuşturulmuş" diyen Çetin Doğan'ın en sonunda iktidar partisine mesaj yollamak için gerçekleri çarpıttığı ortaya çıktı.
İşte dün akşam söylediği sözler ve Taraf'ın yayınladığı Çetin Doğan'ın AKP hakkındaki gerçek görüşlerinin belgeleri:

Çetin Doğan'ın Habertürk'te söylediği sözlerden bazıları......
"ŞEREFİM ÜZERİNE YEMİN EDİYORUM"

Çetin Doğan, TSK'nın planlarında Fatih Camii'nin bombalanması da olduğu yönündeki iddialara "Ne münasebet, tabii yok. Türk Ordusu'na karşı böyle bir iftira ancak canilerin, hasta kafaların yapacağı şeydir. O zamanki Ak Parti, ismi gibi 'Ak', herkesin toplumda büyük beklentisi var" şeklinde yanıt verdi. Doğan, "Yemin edebilir misiniz?" şeklindeki soruya da "Şerefim ve namusum üzerine yemin ederim TSK'ya, halkına gönülden bağlı bir kişinin aklının ucundan dahi geçmez.."
DARBELER...

"12 Eylül'ün bir hata olduğunu kaydeden Çetin Doğan, 28 Şubat'ın bir 'darbe' olmadığını söyledi. Doğan, "Dersimizi aldık. Darbelerden en çok toplumumuz ve TSK çekti. O yüzden ben Silahlı Kuvvetlerin güç kullanımına karşı oldum. 28 Şubat sürecinde de bunu herkese anlattım. Biz 28 Şubat'ta düstur çekmedik. Hepsi yasal platformda konuşulmuş konulardı."
"SES KAYITLARI BANA AİT"

Taraf Gazetesi tarafından programa gönderilen ses kayıtlarının yayınlanmasının ardından Doğan, kayıtların bir bölümü için "Evet bu bana ait, senaryo içinde de söylüyorum jenerik senaryoda da" şeklinde konuştu. Doğan bu sözlerin olası bir senaryo doğrultusunda söylendiğini belirtti.

Taraf'ın yayınladığı Çetin Doğan'ın Habertürk'te ki ifadelerini yalanlayan rapor......
HARP OYUNUNA SİYASET RAPORU
Birinci Ordu’daki seminere katılan 162 subaya, Kara Kuvvetleri’nin hazırladığı “AKP Değerlendirme Raporu”nu okumaları emredilmiş.
ÇETİN DOĞAN’DAN EMİR: OKUYUN
Genelkurmay'ın “Dış tehdide yönelik savaş oyunu” dediği 5-7 Mart 2003’teki seminerden 24 saat önce, Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın emriyle 29’u general 162 subaya, AKP hükümetinin üç aylık icraatlarının yer aldığı 60’ar sayfalık bir rapor dağıtıldığı ortaya çıktı.

RAPORDA DIŞ TEHDİDİN D’Sİ YOK
Raporda AKP’nin yüksek bürokrasiye yaptığı atamalar isim isim yer alıyor. Ayrıca Siirt seçimleri ve Tayyip Erdoğan’ın adaylığı, iki İmam Hatip öğrencisinin AİHM’de dava açması, kurban derisi tartışması ve Akfırat beldesinde yaşanan olaylar raporda ön plana çıkartılıyor.
KARACILARIN AKP RAPORU
“Dış tehdit konuşuldu” denilen 1. Ordu’nun seminerine katılacak tüm subaylara okumaları emredilen Kara Kuvvetleri Komutanlığı raporunun AKP’nin icraatları gün gün değerlendirilmiş
Balyoz Harekat Planı semineriyle ilgili dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan başta olmak üzere Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı “dış tehdit konuşuldu” açıklamasıyla çelişen iki raporun varlığı ortaya çıktı. Dönemin Karar Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman tarafından hazırlatılan “Durum Değerlendirilmesi” başlıklı raporlar 24 Ocak-30 Ocak ve 31 Ocak-20 Şubat 2003 tarihleri arasında AKP’nin atama ve icraatları ve irticai gelişmeler hakkında gazetelerde çıkan haberlerin derlenmesi sonucu oluşturulmuş.
Raporda gazete haberleri verildikten sonra KKK’nın konuyla ilgili değerlendirme notları da düşülmüş. AKP’nin iktidardaki üç ayının değerlendirildiği raporların AKP’nin atamalarıyla ilgili kapsamlı fişlemeler içeren dört ayrı eki var.
İşte dönemin Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın 5-7 Mart 2003 tarihinde yapılan seminere katılacak herkese bir gün önce İstihbarat Başkanı Kur. Albay İzzet Ocak imzalı talimatla okumalarını emrettiği “Durum Değerlendirmesi Raporu’ndan (31 Ocak 2003-20 Şubat 2003)” satır başları:
ERDOĞAN’IN SİYASİ YASAĞI
Genel: Dönem içerisinde; basın yoluyla işlenen suçlar hakkındaki yasanını onaylanması AKP’de Erdoğan’ın yetkilerini artıran tüzük değişikliği, valiler kararnamesi, Eğitim Reformu adı altında YÖK’nda yapılması ön görülen değişiklikler, kurban derileri, güvenlik soruşturmaları hakkında Başbakanlığın MİT’e yazdığı yazı, Hükümetin Irak konusunda ABD’yle işbirliği yapması gibi konular nö plana çıkmıştır.
Olaylar ve gelişmeler:
a: Yasa-Tüzük değişiklikleri:
1: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, daha önce af niteliğinde olduğu ve TBMM’de 5’te 3 çoğunlukla kabul edilmesi gerektiği gerekçesiyle iade ettiği basın yayın yoluyla işlenen suçlara ilişkin dava ve cezaların ertelenmesine dair kanunda değişiklik yapılmasına ilişkin kanunu, TBMM’de 5’te 3 çoğunlukla aynan tekrar kabul edilmesi üzerine onayladığı, (Cumhuriyet, 11.02.2003)
Söz konusu yasa ile R. Tayyip Erdoğan’ın Siirt’te yaptığı konuşmadan aldığı cezanın yok sayıldığı, adli sicil kaydını mahkemeye başvurmaya gerek kalmadan otomatik olarak silindiği, bu yasanın Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki engelleri kaldırmak için çıkarılan yasalara ilave yedek olarak çıkarıldığı,
b. Başbakanlığın, bugüne kadar 3 Kasım seçimleriyle kadük olan 200’e yakın yasa tasarısını yenileyerek Meclis’e gönderdiği, irtica ile mücadele yasalarından Pompalı tüfeklere sınırlama getirilmesine ilişkin yasa tasarısının Meclis’e sunulduğu, diğer irtica yasa tasarılarının askıda tutulduğu, (Cumhuriyet. 6.02.2003) Hükümetin, irtica yanlılarının aleyhine olabilecek bir düzenleme yapması mümkün görülmektedir.
VALİLER FİŞLENMİŞ
d. Kadrolaşma:
(1) AKP Hükümetinin hazırladığı Valiler Kararnamesinin Cumhurbaşkanı tarafından 31 Ocak 2003 tarihinde onaylandığı, kararname ile 58 ile vali ataması yapıldığı, 30 valinin de merkeze alındığı, kararnamenin Cumhurbaşkanının çekinceleri doğrultusunda hazırlandığının basında yazıldığı, ayrıntılı listenin Ek’te sunulduğu,
- Atamalarda; Mülkiye Başmüfettişi olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı BİT’lerle ilgili hazırladıkları raporlarda soruşturmaya gerek olmadığını belirten Enver Salihoğlu’nun Rize Valiliği’ne, Hüseyin Avni Coş’un Bingöl valiliğine, İçişleri Bakanı Aksu’nun yakını Yusuf Ziya Göksu’nun da İzmir valiliğine atandığı, (Cumhuriyet. 13.02.2003)
Ayrıca ataması yapılan 9 valinin 1) daha irticai görüşü benimsediğine dair bilgilerin mevcut olduğunu, Emeklilik yaşının 61’e indirilmesi durumunda, çoğu merkezde 40’a yakın vali ile 80 civarında üst düzey Dişileri Bakanlığı personelinin emekli edileceği ve yeni bir atama kararnamesi daha hazırlanacağı,
Bürokraside yapılan veya yapılması düşünülen büyük çaptaki yer değişikliklerinin, özellikle de sınırımızda sıcak çatışmanın muhtemel olduğu bir dönemde, devlet yönetiminde zafiyat yaratacağı değerlendirilmektedir.
(2) Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Fehmi Koru’nun; Başbakan’ın MİT’e bir yazı göndererek, atanacak kişilerle ilgili güvenlik soruşturmasında yer alan raporların dedikodulara değil, mahkemelerin ‘kanıt’ kabul edeceği türden somut bilgi ve belgelere dayandırılmasını istediği şeklinde basında bir yazının yer aldığını,
Kamu görevlileri hakkında, TSK dahil çeşitli kaynaklardan elde edilerek, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BTK)’nda toplanan bilgilerin, Başbakana yakınlığıyla bilinen Gazeteci Fehmi Koru’ya psikolojik harekat amaçlı olarak verildiği değerlendirilmektedir.
(3) İçişleri Bakanı Aksu’nun yayımladığı genelge ile, memurlar hakkında isimsiz, imzasız, hayali isimli şikayet dilekçelerinin işleme konulmamasını istediği, (Milliyet. 03.02.03)
Genelgenin, haksız yere suçlananlardan ziyade, irticai faaliyette bulunanları korumayı amaçladığı değerlendirilmektedir.
BİKİNİLİ BİLLBOARD KRİZİ
e. Kurban Bayramı:
(1) Bu yıl toplam 2,5 milyon Müslüman’ın hac görevini yerine getirdiği, Türkiye’den 105 bin kişinin (7’si AKP milletvekili) Hacca gittiği, (Haberturk. 11.02.03)
Türk Hacı adaylarının, Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’ndeki reklam panosunda bulunan bikinili manken fotoğrafına tepki gösterdikleri, kaldırılması için imza topladıkları, bunun üzerine havaalanı yetkilerince reklamın üzerinin örtüldüğü, reklamı veren firma sahibinin, 200 bin dolara panoyu kiraladığını, bu gün bundan rahatsız olduklarını söyleyenlerin, yarın Atatürk resminden de rahatsız olduklarını söyleyerek kaldırılmasını isteyebileceklerini ifade ederek uygulamaya tepki gösterdiği, (Star. Vakit. 03.02.2003)
Olayda, dinin “iyiliği emret kötülüğü yasakla” hükmünden hareketle dini referans alarak çevrenin düzenlendiği, dolayısıyla inanç özgürlünün sınırlarının aşıldığı değerlendirilmektedir.
TÜRBARLI KIZLAR İZLENMİŞ
f. Eğitim-Türban:
(2) M.E.B. Erkan Mumcu’nun, Sabah Gazetesine verdiği bir mülakatta; “Türban konusu sonuç itibarıyla Anayasa Mahkemesi kararları ile bir çerçeve içine alınmış durumda. Ben yetişkin insanların (üniversite öğrencileri kastediliyor) kendilerine hangi biçimi verecekleri konusunda hiç kimsenin müdahale edememesi gereğine inananlardanım. Ama siz devlet memuruysanız kamusal bir erk kullanıyorsanız bu olmaz” şeklinde cevap verdiği. (Sabah. 27.01.02)
(3) Ankara Milli Eğitim Müdürlüğünün talimatı üzerine, türbanlı öğrencilerin açık öğretim sınavlarına girmesine izin verildiği, (Cumhuriyet. 31.01.03)
Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde türbanlı öğrenci sayısının öğretim yılı başından beri artarak devam ettiği ve 418 kız öğrenciden 416’sının halen türbanlı olarak derslere girdiği, konunun İl Emniyet Komisyon Toplantısında gündeme getirildiği, rektörün bilgi vermek üzere bir sonraki toplantıya çağrılmasının kararlaştırıldığı, Bingöl İmam Hatip Lisesi’nde, türbanlarını çıkarmamakta direnen 12 kız öğrenciye okul yönetimince 3 gün okuldan uzaklaştırma cezası verildiği, (Diğer Haber Kaynaklar)
Siyasi idarenin türban konusundaki tutumunun; laik düşünce yapısına sahip okul yönetimlerini pasifize ettiği, irticai görüşü sahip yönetici ve öğrencileri ise cesaretlendirdiği, mevcut yasalara gör laiklik ilkesine aykırı olarak türbanın serbest bırakmanın mümkün olmadığına göre AKP’nin sorunu bu şekilde vaziyeti idare etme yöntemiyle fiilen çözmeye çalışacağı değerlendirilmektedir.
NAZLI ILICAK YAKIN TAKİPTE
h. TSK ile ilgili gelişmeler:
(1) Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın; Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına yaptığı ziyaretlerin ardından yakın çevresine yaptığı değerlendirmede, “Onların ilk defa bu kadar yakından tanıdım. Çok mutlu oldum. Bu memleketin çocukları ve vatansever insanlar. TSK’nın başında, bu kadar iyi yetişmiş, bu kadar başarılı, günümüze ve geleceğimizi çok iyi bilen bir kadronun olması beni gerçekten sevindirdi.” İfadelerini kullandığı, Bu ziyaretler sırasında; gazeteciler aracılığıyla değil, bire bir görüşülmesi, türban tartışmalarıyla TSK’nin eleştirilmemesi ve tedirgin edilmemesi hususlarında fikir birliğinin sağlandığı, (Emin Pazarcı. O.B. Tercüman. 26.01.03)
(2) Nazlı Ilıcak’ın bir mülakatta, “Türkiye’nin bir an önce Kıbrıs meselesini hallederek AB’ye girmesi gerektiğini, ordunun sivil otoritenin altında olması gerektiğini, maalesef batının baskısı olmadan bunu çözmenin mümkün olmadığını, yoksa üçüncü dünya ülkesi olacağımızı, çünkü insanların askerden çok korktuğunu, bu korkunun 28 Şubat’tan sonra insanların iliklerine işlediğini” söylediği. (Aktüel 22.01.02)
(3) Nazlı Ilıcak’ın “Sizler, çok önemli mevkilere gelmenize rağmen değişmiyorsunuz…
Aman hep böyle kalın…” sözlerin karşılık Bülent Arınç’ın “… Üç büyük tehlike var. Mevki-makam, para ve kadın! .. Bu üç noktada bizim imtihanımızı çok zor … Cilveler işveler bizi bazen yanıltabilir. Bizde biraz para kazananlar, önce arabasını, sonra da karısını değiştirir!” şeklinde cevap verdiği, (Sedat Arseven. Tercüman. 30.01.03) (Kürşat Bumin Yen Şafak. 02.02.2003)

1 MART TEZKERESİ
3. Değerlendirme:
AKP’nin, TBMM’nde yapınla oylamayla, halkı Müslüman olan Irak’a kaşı muhtemel bir harekatta kullanılmak üzere Türkiye’deki üslerin modernizasyonu için ABD’ye izin vermesi ile; ABD ve müttefiklerinin desteğini alacağı, partinin buna ihtiyacının olduğu çünkü Refahyol deneyiminden sonra kendilerini güvende hissetmediği, iç politikada TSK engelini aşmada Batı ile işbirliğinin gerektiğine inandığı, Son gelişmeler karşısında, AKP aracılığıyla bir şeriat düzeninin gelmesinden ümidine kesen bir kısım İslamcıların, Saadet Partisine dönebileceği, hattı Siyasal İslamcı Terör örgütlerinin güç kazanabileceği,
Hükümetin, gerek MİT’e yazdığı iddia edilen “adli makamlara intikal etmeyen konularda şahıslar hakkında rapor yazılmaması” yönündeki yazısı, gerekse İçişleri Bakanlığının “isimsiz imzasız ihbar mektuplarına işlem yapılmaması” yolundaki genelgeleriyle, irtica faaliyetler karışan (dini istismar eden) kamu görevlilerinin korumayı amaçladığı değerlendirilmektedir.
Kaynak: Taraf

TSK'daki CHP Aşkı Detayda Gizli
04 Temmuz 2010 19:37
Kılıçdaroğlu'nun fotoğraflarını CHP'nin fotoğrafçısı ve kameramanı çekerken, Erdoğan'ın ziyaretine AA ve TRT bile alınmadı. TSK'nın sitesindeki linkte Erdoğan'ın adı da yok!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Güneydoğu ziyareti, CHP’nin siyasi şovuna döndü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gediktepe mevzisindeki fotoğraflarını TSK personeli çekerken; AA ve TRT, mevziye alınmadı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun fotoğraflarını ve görüntüleri ise, CHP Genel Merkezi’nin fotoğrafçısı ve kameramanı çekti.

AA ve TRT ziyaretlere alınmadı. Genelkurmay Başkanlığı’nın “www.tsk.tr” adresli internet sitesinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun propagandası yapıldı. TSK’nın internet sitesinde, Başbakan Erdoğan’ın ve Bakanların Güneydoğu ziyaretine ilişkin yayınlanan fotoğraflara ait linkte isimleri dahi verilmedi. Genelkurmay Başkanlığı’nın yetkilileri, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Genel Sekreteri Önder Sav ile ziyarete katılan askerî yetkililerin isimlerine tek tek internet sitesinde yer verildi. TSK sitesinde, Güneydoğu ziyaretine ilişkin Başbakan Erdoğan’ın 12 fotoğrafı yer alırken, Kılıçdaroğlu’nun 14 fotoğrafı yer aldı. Erdoğan’ın fotoğrafları ziyaretten 1 gün sonra, Kılıçdaroğlu’nun fotoğrafları ise aynı gün internet sitesine konuldu.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Güneydoğu ziyareti, CHP’nin siyasi şovuna döndü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 3 bakanıyla birlikte, Hakkari’nin Şemdinli ilçesindeki terörist saldırıda 11 askerimizin şehit düştüğü Gediktepe mevzisini ziyaret etmiş. Ziyaretin fotoğrafları, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeli tarafından çekilmişti.


Erdoğan’ın zyiaretinde devletin ajansı Anadolu Ajansı (AA) ve televizyonu TRT’ye çekim yaptırılmamıştı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Sekreter Önder Sav’ın, Siirt, Şırnak ve Hakkari’de nöbet tutan askerler ziyaretine CHP Genel Merkezi’nin fotoğrafçısı ve kameramanı alındı, ancak Anadolu Ajansı ve TRT yine alınmadı.

CHP Genel Merkezi’nin çektiği fotoğraflar kamuoyuna duyuruldu. CHP’nin, stratejik öneme sahip yerlerde çektikleri görüntülerin CHP’ye bırakılması ise dikkat çekici bulundu.

TSK'NIN CHP AŞKI DETAYLARDA

Genelkurmay Başkanlığı’nın “www.tsk.tr” adresli internet sitesinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun propagandası yapılıyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Güneydoğu ziyareti aynı gün (2 Temmuz 2010) internet sitesine konulurken, ziyarete ilişkin 14 fotoğraf yayınlandı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 20 Haziran 2010 tarihinde 3 Bakan ile gerçekleştirdiği Güneydoğu ziyareti ise bir gün sonra (21 Haziran 2010) internet sitesine konuldu, ziyarete ilişkin 12 fotoğraf yayınlanmıştı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde, Başbakan Erdoğan’ın ve Bakanların Güneydoğu ziyaretine ilişkin yayınlanan fotoğraflara ait linkte isimleri dahi verilmemişiti. “20 Haziran 2010 Tarihinde Van-Hakkari Bölgesine Yapılan Ziyaret ile İlgili Görüntüler - 21 Haziran 2010” ifadeleri yer alıyor. Başbakan ve 3 bakanın ismini dahi vermeyen Genelkurmay Başkanlığı’nın yetkilileri, internet sitesinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanısıra CHP Genel Sekteri Önder Sav ile ziyarete katılan askeri yetkililerin isimleri tek tek verildi.

KILIÇDAROĞLU İLE İLGİLİ FOTOĞRAFLARIN VERİLDİĞİ LİNKTEKİ ADRESE girildiğinde, şu ifadeler yer alıyor:

“Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Güneydoğu Ziyareti (02 Temmuz 2010)

02 Temmuz 2010 tarihinde Doğan Köyü Sarıyaprak Üs Bölgesi (Siirt/Pervari), Gürvil Jandarma Sınır Bölüğü (Şırnak/Bağlıca) ve 20. Jandarma Sınır Tugay Komutanlığı’na (Hakkâri/Çukurca) gerçekleştirilen bu ziyarete; Kara Kuvvetleri Komutanı, Jandarma Genel Komutanı, 2. Ordu Komutanı ile birlikte CHP Genel Sekreteri katılmıştır.”

1 - TSK’nın, Gediktepe’deki mevziye çıkılmasına ilişkin duyurusunda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve bakanların isimleri dahi yer almadı.

2 - TSK sitesindeki fotoğraflarda, Başbakan Erdoğan ve 3 bakanın ziyarete katıldığı görülüyor. Buna rağmen TSK, fotoğrafta yer alan kişilerin kim olduğunu yazmadı!

3 - TSK internet sitesinde, Orgeneral İlker Başbuğ’un, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Güneydoğu ziyaretine çıktığını duyuruyor.

4 - TSK’nın, internet sitesinde, ziyarete CHP Genel Sekteri Önder Sav’ın da katıldığı duyurulmuş... Yetmemiş, ziyarete katılan askeri yetkililerin isimleri de tek tek sıralanmış…

EROĞAN, 3 BAKAN İLE KATILMIŞTI

Hakkari’nin Şemdinli ilçesindeki terörist saldırıda şehit düşen 11 asker için 20 Haziran 2010 tarihinde Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı’nda devlet töreni düzenlenmiş, Törene katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Atilla Işık ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Aksay’la birlikte çatışmanın yaşandığı Gediktepe Bölgesi’nde mevzide inceleme bulunmuştu.

“Kılıçdaroğlu’nun propaganda resmini çektirmek, Genelkurmay’a mı kaldı?”

Ulusal Parti İstanbul İl Başkanı Nizamettin Aydın, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile nöbet tutan askerlerle fotoğraf çekmesini eleştirdi ve “Kılıçdaroğlu’nun propaganda resmini çektirmek Genelkurmay’a mı kaldı?” diye sordu. Nizamettin Aydın, “Kemal Kılıçdaroğlu’nu eğer Genelkurmay davet etti ise o tepede ayakta bir Kılıçdaroğlu resmi çektirmesi büyük bir suç olmuştur. Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyasını düzenlemek, Genelkurmay’a mı düşmektedir? (…) Bir siyasi partinin seçim propagandasına alet olamazlar. (…) Genelkurmay CHP Genel Başkanı’nı o tepeye götürmeli, askerlerle görüştürmeli ve fotoğraf çektirmemelidir. Eğer çektirirlerse bunun vebali de onların üzerine olacaktır” dedi.

“ŞEHİT ASKER CENAZELERİNE KATILSIN”

Kemal Kılıçdaroğlu’nun şehit asker cenazelerine katılması gerektiğine dikkat çeken Nizamettin Aydın, “Kaldı ki Kılıçdaroğlu daha asker cenazelerine bile gitmemektedir. Askerin ölüsüne gitmeyen Kılıçdaroğlu’nun askere moral verecek bir yüzü mü vardır?! Tüm Türkiye şehit cenazelerine koşarken Kılıçdaroğlu asker cenazelerine katılmamış, sadece sivillerin cenazesine katılmıştır. Bu bile Kılıçdaroğlu’nun ne ince Kürtçü hesaplar peşinde koştuğunu göstermektedir. Kılıçdaroğlu askere destek vermek istiyorsa, gitsin şehit askerlerin cenazesine, alsın eline bir Türk bayrağı ve öyle resim çektirsin. Ama bunu yapamaz; çünkü işbirliği halinde olduğu, oy almayı umduğu PKK’lı çevreleri karşısına almak istemez. Hele hele ABD’yi karşısına hiç alamaz” diye konuştu.
aktifhaber

Tuğgeneral: JİTEM Kesinlikle Var

16 Ağustos 2010
Dailymotion'da yayınlanan yeni şok ses kaydı itiraflarla dolu... Özel Kuvvetler herkesi fişler, Savcı böyle yönlendirilir..JİTEM kesinlikle var.
Hava Kuvvetlerinde insan kaynaklarının yönetimi ile ilgili en kritik noktalarda görev yapan Tuğgeneral Mehmet Eldem'den Jitem'in varlığı ve icraatları ile ilgili itiraf gibi açıklamalar geldi. Ortaya çıkan ses kaydında Tuğgeneral Mehmet Eldem;

- Seferberlik Tetkik Kurulunda herkesle ilgili bilgilerin bulunduğundan,

- JİTEM'in kesinlikle var olduğundan ama TSK'nın bu oluşumun varlığını bile bile inkar ettiğinden,

- JİTEM arşivlerinde Seferberlik Tetkik Kurulunda bulunan bilgilerden daha özel bilgilerin bulunduğundan,

- Bir çok kişinin fişlediğinden bahsediyor.

Böylece mahkemelere “teşkilatımızda JİTEM diye bir birimimiz bulunmamaktadır” şeklinde cevap veren Genelkurmay’ı; en üst seviyeden, önemli birimlerde çalışmış bulunan bir generalin ağzından yalanlayan bu ses kaydı bilinen ama kamuoyundan saklanan gerçekleri bir kere daha göz önüne seriyor.

Hava Kuvvetlerinde en kritik görevlerde bulunmuş Tuğgeneral Mehmet Eldem’in bugüne kadar görev yaptığı yerler:

- Hava Kuvvetlerindeki tüm personelin hangi kursları alacağını belirleyen Kurslar Şube Müdürlüğü,

- Hava Kuvvetlerinin en önemli subay kaynağı Hava Harp Okulu Öğrenci Alay Komutanlığı,

- Işıklar Askeri Hava Lisesi Komutanlığı

Tuğgeneral Eldem şu anda Hava Kuvvetlerinin insan gücünü şekillendiren ve yöneten birim olan Personel Daire Başkanlığı görevini yürütüyor. Hava Kuvvetlerine personel yetiştirilmesi ve personelin tüm kurs, atama, tayin, sicil gibi işlemlerinin yapıldığı birimlerde en yetkili kişi olarak görev yapan, askeri öğrenci ve personele ait en özel ve kritik bilgilere sahip olan bir komutanın bu açıklaması JİTEM'in varlığını net bir şekilde ortaya koyuyor.

Tuğgeneral Mehmet Eldem, konuşmasının bir bölümünde tüyler ürperten itiraflarda bulunuyor. Bu gününe kadar, tel örgü içerisinde hukuk kurallarının geçmediğini, JİTEM, Seferberlik Tetkik Kurulu gibi birimlerde tamamen hukuk dışında yapılanmalar olduğunu, kanun ve kurallara aykırı fiiller gerçekleştirildiğini ve kimsenin hesap soramadığını anlatıyor. Ancak son gelişmelerden sonra Savcı ve Hakimlerin artık her yere girebileceğini, TSK’da herkesin ayağını denk alması gerektiğini yoksa fena olacağını ifade ediyor.

Kaynak:http://www.dailymotion.com/video/xeghgs_hava-kuvvetlerynde-en-yetkyly-kyyyd_people

İŞTE DÖKÜMÜ

dailymotion.com'da yayına konulan ses kaydının dökümü şöyle:

Şimdi artık bundan sonra hiç kimsenin kaçarı yok. Yani buradaki bilgisayarları ben vermem şudur budur falan filan hakkımız yok öyle şeye herkes her şeyi artık donuna kadar inceleteceğiz herhalde. Ve bu hakim de şeymiş herhalde. Ne diyorlar bir yerin hakimi diyorlar.

Şimdi şöyle seferberlik bölge teşkilatları herkes hakkında arşiv yapıyor. Ben söyleyeyim yani. Herkesin arşivi vardır. Bu Bursa'daki böyle göz önünde olan insanların hepsinin bilgileri vardır.

Orada da muhtemelen herkesin bilgisine rastlayacak bunu nasıl yorumlar bilmiyorum. Sivil yargıcı savcısı mesela tutmuş mesela diyelim kimin: Ankara Valisinin hakkında çeşitli bilgiler yazmışlar: şöyledir böyledir tarikatla bağlantısı vardır.

Mesela atıyorum ondan sonra şimdi onu görünce o savcı nasıl algılayacak olayı. Herkesin hakkında benim hakkımda da vardır o. Herkesin hakkında vardır. Benim hakkımda da vardır o.

Ondan sonra herkesin hakkında var. İleri gelenler hakkında şüpheli veya değil. Herkes hakkında çeşitli şekilde yorumlayıp bunları arşive atmışlardır onlar.

Resmi olarak kurulan JİTEM diye bir Jandarma İstihbarat Teşkilatı vardı. Bunu Türk Silahlı Kuvvetleri alenen inkar etti. Bizim böyle bir teşkilatımız yok diye. VAR!

Resmi olarak kurulmuş emir verilmiş de kurulmuş ama. Komutanı var. Başkanı var. Havkomda yapılaşması var. Şunu bunu var. Türk Silahlı Kuvvetleri bunu gördü. Evet inkar etti.

Bizde böyle bir teşkilat yok diye. Ama var. Var yani. Bilmeyen yok. Herkes biliyor. İnkar ediyor. E şimdi inkar ediyorsun. Böyle bir teşkilat var. Bunun görevleri içerisinde olmayan şeylerde yapıyor bazen.

İstihbarat çalışması da yapıyor. Yani niçin yapıyor. Ne olur ne olmaz diye yapıyor. Yani şeye yönelik çalışma. Aslında jandarmada yapıyor. Jandarmanın istihbarat şubelerine girseler neler bulurlar acaba? Post modern darbe vardı ya. İşte post modern darbe bu esas. 28 şubatta yaptıkları vardı.

Post modern darbe. Bana göre o darbe marbe değildi. Bu darbe işte. Adam her şeyinde şimdi seni şimdi kovalamaya başladı. Her şeyin içerisine girdi. Hayır diyemiyorsun. Bunu için başka neler çıkacak?

Dediğiniz gibi yorumlamaya bağlı. Eğer ters zamanda bir yorumlarsa hepsini içeri alırlar. Taa şeye kadar. Çünkü o bilgiler muhtemelen sadece kendi arşivinde değil.

Bilgi olarak da belli yerlere gidiyordur. Şimdi o arşivlenmiş dokümanların hepsinde dağıtım hanesi vardır. O dağıtım hanesine gittiği zaman dağıtımda heee neresi işte bilmem ne jandarma alay komutanlığı TIK TIK GENELKURMAY sırayla o dağıtımlara da gidecek bakacak.

Yani doğrumu değil mi diye. Oraları da sorgulayacak. Ondan sonra al gülüm ver gülüm. Savcı umarım bilinçli biridir. Ondan sonra konulara yatkın biridir. Fazla uzatmaz. Ama değilse bundan sonra çok farklı yerlere çekilebilir.

En güvenlikli yerler oralarıydı İKK yönünden hassasiyet veya gizlilik yönünden hassasiyet yönünden gösteren yerlerdir. Yani işler böyle. Tamamen saydam bir hale geçiyoruz. Haberiniz olsun . Ne var ne yok geldiği zaman kapıya savcı mavcı. Bir dakika burası askeri bölge giremezsin.

Bilmem ne falan diyemeyiz. Buyrun hoşgeldiniz deyip her tarafımızı açacağız böyle. aktifhaber

''TSK İÇİNDE İMAMLAR VAR''

22.09.2010
Komutanı olduğu Deniz Harp Okulu’na yapılan saldırılar karşısında istifa ederek emperyalizmin saldırılarına karşı taarruza geçen Tuğamiral Türker Ertürk, Cumhuriyet Gazetesi'nden Barkın Şık'a yaptığı açıklamalarla, taarruzuna devam etti.
Fetullahî örgütün TSK içinde uzantıları ve imamları olduğunu; bunların bilgi sızdırdığını söyleyen Ertürk, Türkiye’nin emperyalizmin emelleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye çalışıldığını kaydetti. Ertürk, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na yapılan operasyonun diğer kuvvetlere de sıçrayacağını belirtirken, içerideki sızmalara engel olamadıkları belirtti.

TSK'nın başörtüsü karşısındaki tutumunun da yanlış olduğunu da ifade eden Ertürk, istifa konuşmasında, gemi direklerinin üstünde, yedi kat naylona sarılı Kur'an'ı Kerim asılı olduğuna da vurgıu yapmıştı.

Ertürk'ün Cumhuriyet Gazetesi'ne yaptığı açıklamalar şöyle:

GÖRÜNTÜLERİ CEMAAT UÇURUYOR

11 Ağustos 2008’de Deniz Harp Okulu’ndaki görevime başladım. Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, ‘Türker seni ateşin ortasına gönderiyorum’ dedi. Göreve başladıktan sonra saldırılar artarak devam etti. Nisan 2009’dan sonra konsantrasyon kuvvetlendi. ‘Bu okulda fuhuş yapılıyor, ibadet yasak, dindarlığa izin verilmiyor, Alevi yapılanması var, eşcinseller var’ şeklinde saldırılar oldu. Bir öğrenci, ziyaretçi salonunda, dışarıdan gelen bir kız arkadaşının elini tutunca bile bu görüntüler hemen okul dışına uçurularak, exagere (abartma) ediliyor. ‘Bu okulda ahlaksızlık yapılıyor, bu okulda götüren götürene’ diye yayın yapılıyor. Cemaat uçuruyor. İçeride uzantılar var. Kimin olduğuna anlamanıza imkân yok. Uzun süredir yatırım yapılıyor bu işe. Her seviyede var uzantılar. Bunlar genelde, disiplinsiz, çalışma performansı düşük insanlar değil. Belki benim bile en gözde subayımdır, astsubayımdır.

ÖĞRENCİLERİMİ SORGULATMADIM

32 öğrencimi imzasız ihbar mektubu ile ‘eşcinsel’ diye ihbar ettiler. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bir heyet geldi. ‘Bu öğrencileri sorgulayacağız’ dediler. Böyle bir iddia ile sizi sorgulasalar, ‘Sizin kuruma güveniniz kalır mı? Motivasyonunuz kalır mı’ diye sordum. ‘Ben bunu yaptırmam, uygun değil’ dedim. O dönemin Eğitim Öğretim Komutanı Kadir Sağdıç’ı aradım. ‘Komutanım, bu çocukların ruhlarında onarılmaz yaralar bırakırız. Bu 20 sene sonra subayken, komutanken tesir eder’ dedim. ‘Türker haklısın’ dedi. Metin Ataç’tan onay aldı, heyeti bir şey yaptırmadan geri gönderdik. Bu olay çok kısıtlı personel arasında döndü ama bu bilgi de basına sızdı. Hakkında iddia bulunan öğrencileri daha sonra kendi kurduğum bir heyetle ben 25 saat aralıksız sorguladım. Sorguları ses kaydına aldırdım. Daha sonra deşifre etirmek için. Bu ses dosyaları da dışarı çıktı. Çok kısıtlı tutmama rağmen. Bulamadım kim? Komutan, ‘Bul’ diyor bulamıyorum. İçerden bilgi verildi mi bunu bulmanız çok zor. İhbar mektupları ile ilgili bir dosya oluşturdum, Kuzey Deniz Askeri Mahkemesi’nde dava açtım, mart ayında. Savcı, herkesi tek tek soruşturdu. Çocukları GATA’ya sevk ettiler. Hepsi, ‘görevini yapabilir’ diye rapor aldı.

KÖTÜ ÇIKMAZ BUNLARDAN

28 Şubat öncesinde 6 kişi attım ben. Birisi elektronik astsubayı, takdirname vermişim 1 ay önce. En güvendiğim adam. Yıkıldım ben bu adam çıkınca. ‘Bize bir gün emir gelecek bu gemiler buradan kalkmayacak’ diye ifade verdi.

DOSYA TUTANLA BİR TUTULMAMALIYDIM

Ben savaşıyorum. Elimde kılıç cephedeyim. İsabet alıyor muyum, alıyorum. Belki hatalar da yapıyorum. Ama ben kendimi şöyle düşünüyorum; 1571 İnebahtı Deniz Savaşı, 20 bin şehit veriyoruz. Sıkı bir dayak yiyoruz. Geriye kalanları Uluç Ali Paşa kurtararak İstanbul’a getiriyor. Sarı Selim padişah, Sokullu Sadrazam, onların takdirine mazhar oluyor. Ben de savaştan çıkmıştım. Ben de muzaffer değildim ben de isabet almıştım ama elimde kılıç savaşıyordum. Dosya tutanla bir tutulmamalıydım. Terfi önemli değil. Önemli olan amirlerin tarafından takdir edilmemek.

BANA TAARUZ ETMİYORLAR

Amirlerime telefon açıyorum. Komutanım basın turu düzenleyelim diyorum. Karşıdan ses alamıyorum. Diyorum ki; ‘Bizim okulda sosyal dal bile yok. 5 tane mühendislik dalı var. Biz burada matematik, termo dinamik, akışkanlar mekaniği, yapay zekâ okutuyoruz. Burada demokrasi ile yan yana gelmeyecek ne var?’ Ya susalım. ‘Komutanım bana taarruz etmiyorlar. Deniz Harp Okulu’na taarruz ediyorlar’ diyorum. ‘Uğraşalım bunlarla’ diyorum. ‘Zaten tirajları düşük, ilgilenen de yok biz üstüne gidersek olay büyüyor sus.’ Bana taaruzları nedeniyle tetikçi gazeteler aleyhine dava açtım. Ama kaybettikleri tazminatları ödemiyorlarmış. 300 trilyon borcu olan yayın organı nasıl yayın yapıyor? Soruyorum size.

KİMİN İÇİN ARAMA YAPTIRIYORUM

Şimdi ben iki sene boyunca iki ayda bir odamda, konutumda, konferans salonunda elektronik arama yaptırıyorum. Kim için yaptırıyorum? Ruslar için değil, Yunanistan için değil, İran için değil kim için yaptırıyorum? Hanefi Avcı kitabında yazıyor dinlemeleri. Hanefi Avcı, bunu ağustosta yazdı. Ben bunu şubatta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na yazdım. ‘Operasyon böyle yapılıyor’ diye. Ama yöntem daima sessizlik. Benim yazılarıma hiç yanıt gelmedi. Söz uçar yazı kalır onun için yazdım. Operasyonlar polis tarafından yapılıyor, savcının önüne konuluyor. Hanefi Bey, kurumların imamları diyor, ben uzantıları diyordum. Bizde de kesinlikle imam vardır. Hem TSK de hem de Deniz Harp Okulu’nda kesinlikle imam var. İmamı bulabilmek için istihbarat örgütü lazım. TSK’nin bunu engelleyecek istihbarat teşkilatı yok. Bizim istihbarat subaylarımız var, teşkilatımız yok.

TELEFON KOTALARI KULLANILMIYOR

Biz yüksek teknolojiye çabuk geçtik. Sorgulamadan geçtik. Bunların karşı tedbirini almadan geçtik. Fecaat bilgileri buradan verdik. Şimdi daha yeni yeni tedbir alınıyor. TSK operasyona maruz kaldıkça kabuğuna çekiliyor. Emekli olana kadar, çocuklarıma sosyal paylaşım sitelerine girmemelerini istedim. Çocuklar dedim; ‘ben böyle bir görevdeysem ve ülkemiz savaştaysa’... Anlatmanın zorluğunu hissediyorsunuz değil mi? 15 yaşında 20 yaşında çocuğa bunu anlatmanın zorluğunu anlıyorsunuz değil mi? Bize tahsis edilen resmi telefonlarda kota tanınırdı. Kotalar eskiden yetmezdi. Şimdi insanlar bu kotaların dörtte birini bile doldurmuyor. Telefon dinlemeleri insanı paranoyak yapıyor. İnsanların arasında güven kalmadı. En büyük hata imzasız ihbar mektuplarını işleme koymak.

BAŞÖRTÜSÜNDE HATA YAPTIK

Yıllarca büyük hatalar yaptık. Yıllarca bu başörtüsü meselesine taktık. Kendimize küvezler yarattık. Dışarıya hiçbir katkımız olmadı. Başörtüsü meselesi yasakladıkça, engelledikçe demokrasi mücadelesine döndü. Hata yaptık. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin morali bozuk. Savaşta esas iş, karşı tarafın savaşmak azim ve iradesini ortadan kaldırmaktır. Amaç, taş üstünde taş koymamak değildir. Şimdi, TSK’nin savaşmak azim ve iradesi kırılmıştır. Bu kadar ağır taarruz altında kalan herkes hata yapar.

HEDEF CUMHURİYET

Bir numaralı hedef TSK, orda da Deniz Kuvvetleri merkezde. Bu kesimde 28 Şubat’ın mimarının Deniz Kuvvetleri Komutanlığı olduğu yönünde bir algı var. Özellikle Güven Erkaya nedeniyle. Ayrıca personel yapısı daha laik, laiklikten taviz vermez. Daha yenilikçi. Bu operasyonu tetikleyen dış odaklar var. İrtica, Suudi Arabistan, İran kaynaklı diye düşünürseniz hata yaparsınız. Bizde irticanın kaynağı Batı. Türkiye’yi dindarlaştırmaya çalışan Batı. Türkiye’yi transformasyona uğratmaya çalışıyorlar. Niye dönüştürmeye çalışıyorlar? Adına BOP deyin ne derseniz deyin, bu coğrafyadaki kaynakların üzerine oturmak, buradaki insanları sömürge haline getirmek için. Kuruluş felsefesi 1923’te şekillenmiş Cumhuriyet, bu operasyona engel, baş ağrısı. Onun için bu cumhuriyet dönüştürülmeli. Cumhuriyet’in kırmızı çizgileri var. Bunlara TSK öncü, sonuna kadar sahip. Eğer, TSK’nin Türkiye halkı üzerindeki kredibilitesini düşürmezseniz bu operasyonu yapamazsınız. O zaman ne yapmak lazım? TSK’nin güvenilirliğini, inanırlılığını yok etmek lazım. Amaç kurumu yok etmek. Türker Ertürk umurlarında değil onların.
http://www.buyukasya.net/Content.aspx?haberID=538&B=tsk-icinde-imamlar-var
Etiketler : Türker Ertürk, Subay, TSK, Deniz Kuvvetleri

Nuh Gönültaş/ Bugün
Kurmay zekâsı bu mu?
01 Mayıs 2011

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kurmay zekâsı bu mu yani?

Bu kadar mı düşünebiliyorsunuz, bu kadar mı çalıştırabiliyorsunuz saksıyı?

Toplamış subay-astsubay eşlerini, onlara hangi partiye oy vermemeleri gerektiğini anlatıyor.

Bunu yaparken de çok komik, azıcık aklı zekâsı olan kimsenin itibar etmeyeceği, saçma sapan gerekçeler söylüyor, çok k


En son Ekim tarafından Cmt Mar 13, 2010 2:52 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git 1, 2  Sonraki
1. sayfa (Toplam 2 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com