EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Mustafa Kemal ve inönü HakkInda Bilinmeyenler

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Arl 09, 2007 6:47 pm    Mesaj konusu: Mustafa Kemal ve inönü HakkInda Bilinmeyenler Alıntıyla Cevap Gönder

İlber Ortaylı: "Başkomutanın millet katına yükselişi”
6 Kas, 2016

Ölümünün 78. yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri ve siyasi kariyerini köşesine taşıyan tarih profesörü İlber Ortaylı “Türkiye’de ebedi başkomutanının generallik kılıcını alışının 100’üncü yılında, dünyadaki askeri literatürün de öneminin sürekli altını çizdiği Mustafa Kemal Paşa’nın Cihan Harbi’ndeki konumunu tartışanlar var” dedi. Ortaylı, “Bizim memlekette amatörler ve kasabaların çokbilmişleri böyle büyük iddiaları ortaya atmayı severler. Yalnız bu iddiaların çoğu gerçekle hatta mantıkla bağdaşmayan siyasi polemiklerin ürünüdür” görüşünü dile getirdi.

Prof. İlber Ortaylı’nın Hürriyet’te yayımlanan “Başkomutanın millet katına yükselişi” başlıklı yazısı şöyle:

78 yıl önce ebediyete uğurladığımız Ulu Önderimiz, harap olmuş ve 12 yıllık savaşta en değerli evlatlarını kaybetmiş bir milleti yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştı.

Askeri sahada gösterdiği üstün yeteneği devlet kurmada da tekrarlayabilmişti. Dış politikada, Cihan Harbi ve İstiklal Harbi’ndeki düşmanlarıyla yakınlaşmayı, ama Cihan Harbi’ndeki tatsız müttefiklerinden de fazla sorun çıkarmadan uzaklaşmayı bilmiştir. İkinci Cihan Harbi’nden sonraki Türkiye’yi bir yerde kurtaran ve bugünkü düzenine getiren bu davranıştır. Dış politikada sivri dille yürütülen aşırı davranışlı politikalar yeni Türkiye’ye uygun değildir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türk askeri tarihinin bir zamanlar yüz akı olan yeniçerilik 1826’da ortadan kaldırıldıktan sonra ordu modern bir şekilde yeniden kurulabildi. Bu, sıradan bir olay değildir. Üstelik bu süreç öncü askeri milletlere eşit bir kurumla yani kurmay eğitimin getirilmesiyle başarıldı. Bu eğitimin, Türk aydın sınıfının gelişiminde önemli payı vardır. Birinci Cihan Harbi’nin genç komutanları bu geleneğin ürünüdür. Bu komutanların çoğu, rütbeleri ve yaşları itibariyle Cihan Harbi’nde isim yapamadılar ama İstiklal Savaşı’nın dinamik komutan kadrosunu oluşturanlar da onlardır.

General Metaksas uyardı ama fayda etmedi

Bununla beraber, Mustafa Kemal Atatürk ve yanındaki birkaç komutan Cihan Harbi’nin tanınan generalleri arasında da yerlerini almıştır. Geçtiğimiz hafta iki torunundan birini, Osman Mayatepek’i kaybettiğimiz Enver Paşa, 1914 yılında bütün dünyadaki askerler arasında isim yapmıştı. Ama en önemlisi Ulu Önderimizdir.

İtilaf Devletleri bizim subaylarımızdaki bu gelişimin farkında değildi. Birkaç kişi hariç. Farkında olan nadir, yabancı askerlerden en başta geleni Yunanistan ordusunun genç ve başarılı komutanı (sonradan da diktatörü) General İoannis Metaksas’tır. O, Anadolu ordusunun başarısını erkenden görebilmiş ve Yunan birliklerinin İzmir’e çıkışına karşı görüş bildirmiştir.
Metaksas, Türk ordusundaki tecrübeyi görmüştü. Gerçekten de İstiklal Savaşı’nın komutanları, çok genç yaşta başka ordulardaki komutanlara göre askerliğin her safhasını tadan savaşçı komutanlardır. Balkan Savaşı’ndaki bozgunla Trablusgarp’taki efsanevi savunma, Süveyş Cephesi’ndeki acıyla Kût’ül Amare’deki zafer ve Sarıkamış’ta yaşanan facia beraber anılmalıdır. Galiçya’daki Avusturya’nın düşkün hali oradaki müttefik Türk kolordusunda kesinlikle yoktu. İran’da Rusya’yla savaştık. Bakû’de ise hem Ruslar hem İngilizler hem de sözde müttefikimiz Almanlarla… Dünya tarihindeki bu sarsıntı dönemi İstiklal Harbi komutanlarını yetiştirdi. Tecrübeleri kimseyle karşılaştırılmazdı. Bunlar genç yaştaki tecrübeleriyle ‘erken olgunlaşmış’ komutanlardı.

Metaksas’la aynı yıl general olan Mustafa Kemal Paşa, bundan 100 yıl evvel, 1 Nisan 1916’da mirlivalığa yani generalliğe yükseldi. Diyarbakır-Bitlis-Muş cephesindeki kolordunun komutanıydı. Kemal Paşa, göreve gelişinden bir müddet sonra, 3 Ağustos 1916 sabahı, kolordu kuvvetlerini Bitlis ve Muş taraflarına taarruza geçirdi. Bu kolordunun sadece iki tümeni vardı. Buna rağmen bölgeyi Rus işgalinden kurtardı. Gerçi Muş, 25 Ağustos’ta tekrar Rusların eline düşecek ve ancak 1917’de yeniden alınacaktır.

Çanakkale’deki komutanlar arasında mümtaz yeri olan Mustafa Kemal Paşa’nın Doğu Cephesi’nde de gösterdiği bu varlıkla, Osmanlı ordusunun genç kadroları arasında ismini berkittiği açıktır. Çağdaş Türkiye’nin tarihindeki yeni dönem Ulu Önder’ini de ortaya çıkarmaya başlamıştır. 78 yıl evvel ebediyete yolladığımız ‘Ulu Önder’ böyle bir sarsıntının ortasında askerlik kadar politika da öğrendi ve savaşın yerine iktisadi kalkınma ve yeni dünyaya kültürel uyumun gerekliliğini kavradı.

Dehasıyla sivrildi

Türkiye imparatorluğu iktisaden yavaş gelişiyordu. Buna karşılık eğitimde ve bilhassa subay eğitiminde dünyayı yakalamaya muvaffak olmuştu. Bu yüzden genç komutan Mustafa Kemal Paşa, ‘cahil ve liyakatsiz’ komutanlar arasında sivrilmiş biri değildir, nitelikli insanlar arasında ön almıştır. O, onların arasında ‘dehası’, yer yer sertliği ve atılganlığı ama eldeki imkânlarla hedefi ayarlamayı bilen ölçüsüyle sıyrılmıştır.

Cihan Harbi’nden sonra devlet kuran başka mareşaller de vardı. Ama onların koşulları değişikti. Polonya’da Mareşal Józef Piłsudski ve Finlandiya’da Emil Mannerheim’a göre Atatürk’ün farkı, harap olmuş ve en değerli evlatlarını 12 yıl süren bir savaşta kaybetmiş bir milleti eğitim ve sağlık yönünden yeniden diriltmek zorunda oluşuydu. Bunu başarabilmiştir. İlerleyen yıllarda da devam eden bu atılımın ilk büyük hamlesi yine onun devrinde yapıldı.
Mareşal Cumhurbaşkanımız ve arkadaşları milli eğitim ve sağlık bütçesini her şeyin önüne koyacak kadar realistti. Dış politikada, henüz ateş ve barut kokan günlerde, Cihan Harbi ve İstiklal Harbi’ndeki düşmanlarıyla yakınlaşmayı, ama Cihan Harbi’ndeki tatsız müttefiklerinden de gürültü koparmadan ve fazla sorun çıkarmadan uzaklaşmayı bilmiştir.

İkinci Cihan Harbi’nden sonraki Türkiye’yi bir yerde kurtaran ve bugünkü düzenine getiren bu davranıştır. Dış politikada sivri dille yürütülen aşırı davranışlı politikalar yeni Türkiye’ye uygun değildir. Bunu Cihan Savaşı’nın hatalarını yaşayan nesil idrak etmiştir. Çünkü tarihi yeniden yaşamak zorunda değildik.

Bizde mantıksız insan çoktur

Türkiye’de ebedi başkomutanının generallik kılıcını alışının 100’üncü yılında, dünyadaki askeri literatürün de öneminin sürekli altını çizdiği Mustafa Kemal Paşa’nın Cihan Harbi’ndeki konumunu tartışanlar var. Bizim memlekette amatörler ve kasabaların çokbilmişleri böyle büyük iddiaları ortaya atmayı severler. Yalnız bu iddiaların çoğu gerçekle hatta mantıkla bağdaşmayan siyasi polemiklerin ürünüdür.

Osmanlı ordusunun iyi eğitimli, bilgili mensupları hiç az değildi. Dört dili çok iyi bilen, iyi bir ressam olan Enver Paşa, çocuklara müzikal oyun yazacak kadar her dalda becerisi olan Kâzım Karabekir Paşa veya Rusça dahil dört-beş dili iyi bilen Kût’ül Amare’nin asıl komutanı Albay Nurettin (sonraki Sakallı Nurettin Paşa), Nâzım Hikmet’in dayısı Ali Fuat Paşa… Bu gibi örneklerin içinde Ulu Önderimiz, sosyal bilimlerdeki ve sanat dallarındaki dehasını, yönlendiriciliğiyle ortaya koydu.

Türkiye tarihinin hiçbir döneminde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi beşerî bilimlerin teşkilatlandırıldığı bir kurum, Romanist hukuk eğitimi veren fakülteler, Batı müziği eğitimi veren konservatuvarların hepsinin bir arada kurulduğunu göremeyiz.

Türkiye arkeoloji ve Batı müziğini imparatorluk döneminde de tanımıştı ama bunun eğitimini vermek, yaymak ve operayı kurmak başka bir başarıdır.
78 yıl sonra Türkiye Kemalist dönemin birçok kurumunu sayıca ve nitelikçe geçti ama kültürel atılım ve anlayış alanında o devrin gerisindedir. Demokrasinin aksaması da bu topallıkta aranmalıdır

Kaynak: İlk Kurşun

Atatürk'ün bilinmeyen akrabası ilk kez konuştu
30 Ekim 2016



Mustafa Kemal Atatürk'ün amcasının torunu Hayreddin Oytun Söğütlügil'in kızı Selin Söğütlüğil, 29 Ekim dolayısıyla ilk kez canlı yayında konuştu.

Atatürk’ün amcası Kırmızı Hafız Mehmet Emin efendinin torunu, Hayreddin Oytun Söğütlügil’in kızı Selin Söğütlüğil, Habertürk kanalında yayınlanan ‘Burası Haftasonu’ programına katıldı.

Atatürk ile akraba olmaktan son derece gurur duyduğunu belirten Selin Söğütlüğil, "Gayret, her zaman için eyleme yönelmelidir. Çünkü hayatta baki kalan en büyük değer aksiyonlardır, eylemlerimizdir. Laflarımızı, düşüncelerimizi eyleme geçiremezsek o zaman yarım insan sayılırız" diye konuştu.
Diken

Amerikancı Eğitim Düzeni - Fulbright Anlaşması
Ahmet Efeoğlu
Türk Celil

Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyordu.

*

Senatör Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İç Yüzü” ve “Amerikan Emperyalizmi ve CIA” adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1947'de imzalanan Eğitim Komisyonu’yla ilgili anlaşmanın 5. maddesi şöyleydi:

"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır.Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi (Amerikan büyük elçisi verecektir.”

Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacak ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır.

Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.”

O günden 2007' ye 58 yıldır, “Milli Eğitim”imizi ve daha pek çok bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyor.

Bu durun, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)

İsmet İnönü, Amerikan Yarı-Sömürgesi Olduğunu Açıklıyor.

Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk ulusunun anlına bu lekeyi süren İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra,1963'de “timsah gözyaşlarıyla” şöyle itiraf etmişti.

“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?

Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.

Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla red ettiğimizi biliyorlardı.

Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”

Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:

“Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” ..

demek gerekiyor.

İsmet İnönü’nün bu sözleri, kendisinin Türkiye’yi içine düşürdüğü durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği gibi, onun bir Türkiye Cumhuriyeti kahramanı, Cumhurbaşkanı, Başbakanı olarak ne denli çaresiz olduğunu da ortaya koymaktaydı.

NOT: Bu yazıda Sn. Cengiz ÖNAKINCI’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından alıntı yapılmıştır.
Açık İstihbarat

Murat Bardakçı
Atatürk’ün doğum kaydı bulundu ama yayınlanmadı
16 Nisan 2010 Cuma, 17:30:07
DÜN, bizim gazetede Atatürk’ün doğum günü ile ilgili bir haber vardı.

Rıfat Bali, Savarona yatını konu alan bir kitap yazmış, kitapta Amerikan arşivlerinde bulduğu ve Amerikan Dışişleri’nin bir yetkilisi ile Savarona’nın satış işlemlerini yapan avukat arasındaki bir yazışmaya da yer vermiş. Belgede, “Türk yetkililer, gemiyi Atatürk’e doğum günü olan 20 Nisan’da sunmak istiyorlar” şeklindeki bir ifade varmış.

Şimdi, büyük ihtimalle “Atatürk acaba 20 Nisan’da mı doğdu?” tartışması başlayacak.

Doğumunun üzerinden neredeyse 130, vefatından buyana da 72 sene geçmiş olmasına rağmen, Atatürk’ün doğum gününü, hattâ yılını bile bugün maalesef tam olarak bilmiyoruz. Şimdi “1881” olarak kabul edilen ve nüfus kâğıdına da bu şekilde yazılmış olan doğum yılı, 1930’lu ve 40’lı senelerdeki yayınlarda “1880”dir.

“BUZLU KIRKIN SOĞUK GÜNÜ”
Annesi Zübeyde Hanım ise yıldan bahsetmez ama doğumun “buzlu kırkın en soğuk günlerinden birinde” olduğunu hatırlar. Selânik taraflarında “buzlu kırk” denen günler, Anadolu’da “erbain” diye bilinir ve Aralık’ın son haftası ile Ocak ayının sonu arasındaki en dondurucu 40 gündür.

Dünyaya geldiği gün Atatürk’e de sorulmuş, hattâ konu İngiltere ile yapılan bir resmî yazışma münasebeti ile gündeme geldiğinde de bizzat Atatürk “19 Mayıs niçin olmasın?” demiş ve Ankara’dan Londra’ya gönderilen diplomatik yazıda “19 Mayıs 1881” olarak gösterilmiştir.

Dolayısı ile, Atatürk’ün doğum günü bilinmemektedir, hattâ kendisi bile bilmemektedir ve bu, doğum gününün değil, sadece yılın dikkate alındığı o devirlerde her zaman rastlanan bir bilinmezliktir.

Bu belirsizlik birkaç ay sonra nihayete erecek; zira Atatürk’ün doğum günü, daha doğrusu doğum kaydı bulundu ve yayınlanmak üzere...

Şimdi, okuyanları şaşırttığına emin olduğum bu son derece önemli tarihî buluş konusunda bazı ayrıntılar vereyim:

Doğum kaydını, Yunanistan’da Osmanlı döneminden kalma bir arşivde, bundan kısa bir müddet önce Yunanlı bir tarihçi buldu. Tarihçi, şimdiye kadar kimselerin görmediği, belki de dikkat etmedikleri belge üzerinde etraflı şekilde çalışmaya başladı ama o sırada meydana gelen bir görev değişikliği sebebiyle çalışmasına ara vermek zorunda kaldı.

BELGEYİ BULDU VE SAKLADI
Böylesine önemli bir belgeyi ilk yayınlanan kişi olmak istediği ve bu isteğinde de son derece haklı olduğu için, belgenin bulunduğu kurumlarda meydana gelen yönetim değişikliği sırasında doğum kaydının başkaları tarafından görülmemesi için bir tedbir aldı; kaydı hiç alâkasız, kimselerin bulamayacağı bir yere gizledi. Üstelik yaptığı bu işi hiç saklamadı, dostlarına ve meslekdaşlarına da söyledi ve herkesten “Çok haklısın, madem ki buldun, yayınlama şerefi de sana ait olmalı” cevabını aldı.

Ben, son dönem Türk tarihi bakımından son derece önem taşıyan bu belgenin bulunuşunu, vesikayı ortaya çıkartan Yunanlı bilim adamının da arkadaşı olan ve belgeyi gören tarih profesörü yabancı bir dostum sayesinde öğrendim.

Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Atatürk’ün doğum kaydı Yunanistan’da ve çok büyük bir ihtimalle de Habertürk Gazetesi’nde aynı anda yayınlanacak. Belgeyi ortaya çıkartan bilim adamının ismini, kaydın bulunduğu arşivin nerede olduğunu ve diğer ayrıntıları yazmamamın sebebi de, bu.

Atatürk’ün doğum günü ve yılı üzerindeki bilinmezlik bulutlarının ortadan kalkmasına şunun şurasında birkaç ay kaldı, meraklanmayın...DÜN, bizim gazetede Atatürk’ün doğum günü ile ilgili bir haber vardı.

mbardakci@htgazete.com.tr
habertürk

Atatürk "bayrak inkılabı" da yapmak istemiş
Mustafa Armağan/Zaman

Cumhuriyet'in Osmanlı'dan kopmuş yepyeni bir devlet olduğu söylenir. Atatürk döneminde devletin isminden hukuk düzenine, yazısından ideolojisine kadar değiştirilmedik pek az şey kalmıştır.Ancak inkılap fırtınasında bir tek

Osmanlı sembolüne dokunulmadı.

O da, İstiklal Marşı'nda çehresini çatmasından tarifsiz kederlere düştüğümüzü her gün haykırdığımız ay yıldızlı al bayrağımızdı.
Peki neden dokunulmadı acaba al bayrağa? Hiç değiştirilmesi gündeme geldi mi? Geldiyse nasıl? Ve Atatürk ay yıldızlı bayrak yerine hangi bayrağı getirmeyi düşünmüştü?

Bu konular öteden beri konuşulur ama yazılı değil de, sözlü kaynaklara dayanırdı. Burada yazılı bir kaynağa dayanarak Atatürk'ün Türk bayrağını değiştirmeyi düşündüğünü fakat bir sebeple vazgeçtiğini göreceğiz.
Kaynak, Atatürk'ün yakınında bulunmuş ve Zübeyde Hanım'la yaptığı görüşmeler sayesinde aile kökenleri konusunda bizi kısmen aydınlatmış bulunan Enver Behnan Şapolyo'dur. Yazının künyesi: "Atatürk ve bayrak", Türk Kültürü, sayı: 97, Kasım 1970, s. 30-31.

Enver Behnan Şapolyo, Atatürk'ün yaveri Muzaffer Kılıç'la çok samimidir. Devrimlerin hızla sürdüğü günlerden birinde olmalı, Şapolyo sorar, Kılıç da cevaplar:
- Atatürk bayrağımızı değiştirmeyi düşünüyor mu? Sen bir şey duydun mu?
- Gök bayrağı kabul etmeyi düşünüyor!
- Gök bayrak mı?
- Evet! Atalarımızın kullandığı gök renkli bayrağı[n] yeni devletin bayrağı olmasını düşünüyor, fakat daha bir şey yok!
"Gök renkli bayrak", yani Göktürklerin Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer alan mavi zeminli ve ortasında da bozkurt kafası bulunan bayraktır Atatürk'ün kafasındaki Cumhuriyet'in bayrağı...

Merakını yenemeyen Şapolyo, işin peşini bırakmaz. Atatürk'ün Türk bayrağı olarak, gök bayrağı düşünüp düşünmediğini, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a da sorar. Bayar, Muzaffer Kılıç'ın sözlerini doğrulayan bir cevap verir:
- Atatürk, Cumhuriyet'in resmî bayrağını gök bayrak olarak kabul etmeği düşünmüştü, fakat bu hususta hiçbir neşriyat yapılmadığından, bu bayrağı kabul etmediler.

Celal Bayar'ın sağlığında, üstelik de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi resmî destekli bir kurumun dergisinde çıkan bu yazı üzerinde düşünmeye değer.

Celal Bayar'ın sözlerine göre eğer gök bayrak üzerine yeterli yayın yapılsa ve muhtemelen belgeler tatminkâr bulunsaydı, bugün al bayrağımızın yerinde mavi zemin üzerine kurt kafası bulunan Göktürk bayrağını kullanıyor olacaktık.

Enver Behnan Bey sözlerini şöyle noktalıyor:
"Atatürk harsta [kültürde] milliyetçi, medeniyette Batılı idi. Demek oluyor ki, gök bayrak onun mefkûresinde [idealinde] yaşıyordu. Gök renkli bayrağı kabul etmeyi düşündü, fakat çok güzel olan al bayrağımızdan da vazgeçemedi. (...) Şimdi O'nun kabrini kaplayan semada gök bayrağı hayal ediyorum!"

Dışişleri Bakanlığı'nın Lozan hatası

Dışişleri Bakanlığı'nda Ahmet Davutoğlu rüzgârı kendisini hissettirmeye başladı. Nitekim 19 Mayıs'ın Yunanistan'da resmen "Pontus günü" olarak anılması ve buna hükümet yetkililerinin de katılmasına "misilleme" olarak Dışişleri Bakanlığı hem bir kınama yayınlıyor hem de Lozan'ın bir maddesini hatırlatıyordu. Açıklama, aynı zamanda tarihle ilgili ince bir noktayı da gündeme getiriyordu. Bizimle ilgili kısmı şuydu:

"Bu vesileyle, Kurtuluş Savaşımız sırasında Yunanistan'ın Anadolu'da tevessül ettiği vahşet ve mezalimi ve bu bağlamda, Lozan Antlaşması'nın 59. maddesinin, 'Yunan ordusu veya yönetiminin savaş hukuku kuralları hilafına Anadolu'da sebep oldukları yıkımın Yunanistan tarafından tazmin edilmesi'ni öngördüğünü hatırlatmak isteriz."

Yerinde bir tespit; ancak yanıltıcı bir bilgi. Lozan'ın sözü edilen maddesinde 'tazminat' kelimesi asla geçmez. Ya hangi kelime geçer? "Tamirat" kelimesi vardır ama "tazminat" yoktur. İngilizcesi "reparation", Fransızca metinde ise "reparer" şeklinde ifade edilmiştir.

Zaten eğer Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında geçtiği gibi, Lozan'da Yunanistan'ı 1 lira bile olsa "tazminat"a mahkûm ettirebilmiş olsaydık, bu, dünya önünde Yunanistan'ın suçlu olduğunu ilan anlamına gelecekti. Sadece savaşta Anadolu'ya verdikleri zararı tamir ettirme şartını antlaşmaya koydurabildik.

Ancak İsmet Paşa, bırakın Dışişleri'nin açıklamasında geçtiği gibi 'tazminat' almayı, Yunanlıların resmen ödemeyi kabul ettikleri 'tamirat' bedelini dahi Venizelos'a bağışlamış, sanki avukatlığı kendisine düşmüş gibi, Yunanistan'ın 4 milyar altın Frank tutarındaki tamirat bedelini ödeyecek malî durumu olmadığını söyleyerek TBMM'nin bütün ısrarlarına rağmen Yunanlıları affetmiş, Meclis'te yaptığı konuşmada ise "Barışın bir an önce gerçekleşmesi için tarafımızdan büyük bir fedakârlık" yapıldığını ileri sürmekten çekinmemişti.

Peki İsmet Paşa'ya sormazlar mı? Madem Yunanlıların malî durumu bu parayı ödemeye müsait olmadığı için affediyorsunuz, peki Türkiye'nin durumu çok mu müsait idi de Lozan'da Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi taahhüt ettiniz? Hiç değilse bu borcun 4 milyar altın Frank tutan kısmını Yunanistan'ın üzerine yıksaydınız.

Ben de ne söylediğimin farkında değilim. Bizim bütün borcumuz ne kadardı ki, 4 milyar oradan düşülsün! Açın kitapları bakın, 1933 yılındaki konsolidasyonla borcumuz 962 milyon Franga bağlanmıştı, yani yaklaşık bizim Yunanistan'dan alacağımızın dörtte birine. Şöyle diyelim: Yunanistan'a lütfettiğimiz miktarla Osmanlı'dan kalan borcu biz 4 defa fazlasıyla ödeyebilir, hatta cebimizde yüklüce bir para bile kalabilirdi.

Nedense Osmanlı borcunu ödeye ödeye bitiremediğimizi dillerine dolayan İsmet Paşa kafasındakiler, Yunanistan'a bunun 4 katını hibe ettiğimizi söylemeyi unutuyorlar. Biraz ciddiyet beyler!

Daha Lozan'da yaptığımız o meşhur hesap hatasına değinmedik. Maliye memuru Hüsnü Himmetoğlu sayesinde çift hesaplanan bir borcumuz ortaya çıkmıştı. Ne kadardı biliyor musunuz bu borç miktarı? Tam 300 milyon lira! 300 milyon lirayı gözden kaçıranlar orta halli bir memur kadar hesap kitap bilmiyorlarsa, "Lozan'ı biz kimlere emanet etmişiz?" diye yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?


Kemalistler Nutuk'u nasıl sansürledi?

Prof. Dr. Cemil Koçak'tan ezber bozacak açıklamalar. Koçak, Kemalistler'in işlerine gelmediği noktalarda Atatürk'ün sözlerini nasıl sansürlediklarini açıkladı...19 Nisan 2009

Murat TOKAY'ın röportajı

Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak, 'ezber bozan' bir tarihçi. Erken cumhuriyet dönemi siyasi tarihi, önde gelen uzmanlık alanı.

Koçak, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları'ndan çıkan "Geçmişiniz İtinayla Temizlenir" kitabında resmî tarih içerisinde karanlıkta bırakılan, unutturulmaya çalışılan bir çok konuya ışık tutuyor. Cemil Koçak'la resmî tarih, Atatürk ve Atatürkçülük üzerine konuştuk.

"Geçmişiniz İtinayla Temizlenir" derken neyi kastediyorsunuz?

Bu kitap benim daha önce değişik dergilerde yayınlanmış olan makalelerimin bir derlemesi. Kitaptaki makalelerin çoğu mevcut paradigmaları sorgulayan yazılardan oluşuyor. Yazıların ortak paydası bizim geçmişimize ilişkin bilgilerimizi test etmekti. Dolayısıyla her yazı daha önce söylenmiş, yazılmış, inanılmış olan geçmişe ait bilgileri basit bir şekilde test ediyor ve genellikle de bilinenin doğru olmadığını söylüyor.

Doğru olmayan resmî tarih mi?

İster resmî tarih deyin isterse resmî ideolojinin kamuoyu üzerinde etkin bilgisi deyin. Ortalama bir tarih bilgisinin yetersiz olduğunu söylüyorum. Yetersiz olduğu için eksik olduğunu, eksik olduğu için de yanlış olduğunu söylüyorum. Kitaba neden böyle bir başlık koyduğuma gelince; çok basit. Resmî ideoloji geçmişe ait bilgiyi ya hiç söylemiyor ya da çarpıtarak söylüyor. Karanlık noktalardan bahsetmemeyi tercih ediyor. Bazı noktaları bilmiyoruz. Bu karanlık noktalar da geçmişimizle övüneceğimiz noktalar değil. Onlardan hiç söz etmiyor. Uzun yıllar boyunca hiç yazılıp çizilmezse ortalama tarih bilgisine sahip insanlar haberdar olmazsa bu konular bilinmiyor.

Bu karanlık noktaya örnek verebilir misiniz?

1915 tipik karanlık noktalardan biridir. Kamuoyunun çok uzun yıllar boyunca 1915 hakkında hiçbir fikri yoktu. Şimdi şimdi konuşuluyor. Atatürk'ün herhangi bir konudaki fikri nedir meselesinde de aynı şey geçerli. Atatürk'ün belirli bir zamanda söylemiş olduğu söz eğer bizim tezimizi destekliyorsa onu alıyoruz, diğerini dışarıda bırakıyoruz. Oysa Atatürk'ün değişik zamanlarda dile getirilmiş birbiriyle zıt görüşleri de var. Benim çarpıtma dediğim işlem bununla ilgili. İşimize geleni söylüyoruz, diğerini dışarıda tutuyoruz. Bir diğer nokta da işimize gelen noktada yeterince argüman bulamazsak uyduruyoruz. Herkes olmamış olanı olmuş gibi gösterince olmamış olanı olmuş gibi kabul ediyoruz.

Atatürk'e ait söz mü uyduruluyor?

Evet. Son zamanlarda Atatürk'e mal edilen bir söz var: "Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır". Atatürk'ün böyle bir laf ettiğine dair hiçbir yerde kayıt yok. Ama hoşumuza gitmiş kullanıyoruz. Oysa birisi bunu uydurmuş. Uydurmaya bir örnek de "Anadolu Ajansı Türkiye'nin sesini dünyaya duyuracaktır" sözüdür. Bu sözün Mustafa Kemal Atatürk'e ait olmadığı ve dönemin genel müdürünce uydurulduğu ortaya çıkmıştı.

Peki resmî tarih nasıl ortaya çıktı?

Resmî tarih dediğimiz şey iktidarın konjonktürel olarak ortaya koyduğu geçmişe ilişkin toplumun kabul etmesini istediği bilgiler toplamıdır. Bunun en bariz örneğini ders kitaplarında görürüz. Her iktidar değişikliğinde genellikle ders kitapları da değişir. Ders kitaplarının içeriği amacı o kadar ideolojiktir ki bütün geçmişi var olan nokta açısından yeniden görürüz. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra yeni rejimin kendini meşrulaştırmak için okuttuğu kitap farklıdır. 27 Mayıs'ın ardından okullarda okutulan kitap farklıdır. Bu hep böyle gider.

Ders kitaplarında okuduğumuz Milli Müca-dele'nin tarihini kim yazdı?

Atatürk 1927'de kendi nutkunu okuyana kadar Milli Mücadele'nin bir tarihi yoktu. Bu, zaman içinde oluştu. Atatürk'ün gözünden ve bakışından Milli Mücadele tarihi Nutuk'ta kristalize olduktan sonra Milli Mücadele tarihinin resmî anlatımı söz konusudur. O zamana kadar Milli Mücadele'nin farklı anlatım tarzları vardı. Onlar silindiler, yok oldular. Nutuk bu tarihten sonra Milli Mücadele'nin anlatımını belirledi. Nutuk, Milli Mücadele'nin bütün damarlarını, o dönemde olmuş olan her şeyi bize anlatmaz.

Resmî tarih, gayri resmi tarihi de üretti...

Buna karşı psikolojik bir tepki oluyor. Fakat psikolojik tepkiyle tarihçiliği karıştırmamak lazım. Resmî tarihte bilginin kendisinde problem var. Bilgi temiz değil, kirletilmiş. Öncelikle bilgiyi sahih hale getirmek lazım.

Kirli bilgi derken...

Bilginin bir kısmını alıp diğer kısmını bırakmak, hiç almamak ya da aleyhimize çalışabilecek bir bilgiyi hiç kimsenin görmemesini sağlamak...

Bunlar yapıldı mı?

Atatürk'ün 1923'te Kürtlere özerklik verilmesi ile ilgili söylediği sözler sansür edilmiş, Atatürk'ün sözleri arasından çıkarılmıştır. Atatürk'ün böyle bir şeyi söylemiş olması sizin tezinizin aleyhinde kullanılır diye çıkarıp atıyorsunuz. Ancak o dönemin gazetelerinde bu görüşleri aynen duruyor.

Doğru bilgiye ulaşmanın yolu yok mu?

Bunun kolay bir yolu yok. Gerçekten vicdani bir kanaate ulaşmak istiyorsanız bir tarihçinin yapacağı kadar araştırma yapmanız gerekir. Karşıt kitaplar okuyarak bu tezlerin ne ölçüde güvenilir olduğunu yakalamak ortalama bir okuyucu açısından çok zordur. Adamlar belge koyuyor. Belgeye atıfta da bulunuyor. Ortalama bir tarih meraklısının o belgeyi okuması mümkün değil. O belgelere bakıyorsunuz söylenenle belgeler birbirini tutmuyor. Resmen sahtecilik yapılıyor. Ya da belgede yazılanın bir kısmını almış. Bir kısmını hiç almamış.

Nutuk okuyarak tarih öğrenebilir miyiz?

Nutuk 1927 yılının çok özel koşullarında yazılmış. Milli Mücadele'nin başından 1927'ye kadar olan tarihsel dönemi ele alır, değerlendirir ve hesaplaşır. 1927'de iktidarda kalabilmiş olan grup Nutuk'ta alkışlanır, iktidardan tasfiye edilmiş olan grupla da şiddetli bir biçimde siyasi ve ideolojik hesaplaşmanın içine girilir. Nutuk esas itibarıyla Atatürk'ün bir hesaplaşmasıdır.

Kimlerle hesaplaşması?

İktidardan tasfiye edilmiş olan iktidar grubunun başından Milli Mücadele'ye katkısının olmadığını, hatta negatif etkisi olduğunu anlatmak üzere yazılmıştır Nutuk. Ana felsefesinden biri budur. Nutuk'la ilgili gözden kaçan bir nokta var. Nutuk CHP'nin kongresinde okunmuş olan siyasi bir metindir. Tarih kitabı olarak piyasa çıkmamıştır. Nutuk parti kongresinin kararıyla onaylanmıştır. Yani bu CHP'nin kendi tarihini nasıl gördüğünün ve değerlendirdiğinin onaylı bir nüshasıdır. Eğer Nutuk'ta yazılan söylenen her şey doğru kabul edilirse 1927'den sonra yaşananları açıklamak imkansızdır. Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Nutuk, okunduktan birkaç sene sonra Atatürk'le barışarak CHP milletvekili oldular. Eğer bu arkadaşlar Atatürk'ün söylediği gibi Cumhuriyet karşıtı hilafetçi, saltanatçı, gerici falansalar nasıl oluyor da bu paşaları yeniden içinize alabiliyorsunuz? Bunun izahı yok. Atatürk'ün ölümünden sonra Ali Fuat Cebesoy meclis başkanı oldu. Kazım Karabekir ömründe Atatürk'le konuşmadı. Fakat İnönü'nün cumhurbaşkanlığında milletvekili oldu ve meclis başkanlığı yaptı. CHP, Nutuk'ta yazılanlara rağmen Karabekir'i kucakladı. Rauf Orbay da İnönü zamanında milletvekili oldu. Halide Edip Adıvar ve kocası da İnönü zamanında önemli mevkilerde bulundular.

Kemalizm tutarlı bir ideloji değil

Atatürk bir dönem birlikte olduğu yol arkadaşlarını niye çevresinden uzaklaştırmıştı?

İktidar mücadelesi bir gerçek. İkinci gerçek Atatürk'ün modernleşme ütopyası ve yürünmesi gereken yolla bu isimlerin modernleşme ütopyasının yolları tamamen farklıydı. Bu paşalar için hakimiyet-i milliye kavramı cumhuriyetten de önde geliyordu. Modernleşmeyi zamana yayma taraftarıydılar. Atatürk için ise yukarıdan aşağıya zoraki bir modernleşmenin dışında gidilebilecek bir yol yoktu. Ana fark budur. Atatürk'ün tek adam yönetim eğilimine karşı diğerlerinin endişe duyması da bir diğer faktör. Atatürk'ün İstiklal Savaşı'na ilk katılan grubu uzaklaştırıp sonradan katılanlarla yakınlık kurması da sorun çıkardı. İlk katılanlar kendilerine haksızlık yapıldığını ve haklarının yendiğini düşündü.

Bugün çok farklı Atatürkçülük algıları var...

Siyasette meşruluk çizgisi olarak sadece Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü bırakırsanız ve bunun dışında herhangi bir tanımlamanın meşru olmadığını baştan deklare ederseniz bu tablo ortaya çıkar. Her türlü siyasi akım buradan hareketle kendisine bir Atatürk ve Atatürkçülük yaratır.

Neden böyle oluyor?

Atatürkçülük içi doldurulmuş, tutarlı olan bir şey değil. Birisi çıkar Atatürk'ün dinle ilgili sözlerini toplar, bunlar birbirinden çok farklıdır. Değişik zamanlarda değişik amaçlarla söylenmiştir. 20'lerde söylenenlerle 30'larda söylenenler birbirini hiç tutmaz. Hangisi doğrudur derseniz ikisi de doğrudur. Belirli politik amaçlarla söylenmiştir. Artık sizin işinize hangisi yarayacaksa siz oradan bir Atatürkçülük yaratırsınız. Meclisi Atatürk besmeleyle cuma günü açtı, niye şimdi açmıyorsunuz diyebilirsiniz.

Atatürk zamana ve zemine göre konuşurdu

Atatürk zamamında Atatürkçülük var mıydı?

Atatürk'ün hayatta olduğu dönemdie 1930'larda Kemalizm diye formülize edilmiş olan altı oktan ibaret bir şey var. Diğer ideolojilerle karşılaştırıldığında işlenmiş değil. Marksizm, her tarafı sıkı bir şekilde işlenmiş. Yorumlanması, farklı noktaya çekilmesi mümkün değildir. Kemalizm için bunu söylemek mümkün değil. Son derece ham, birbirleriyle tutarsız görüşleri buluşturabilen eklektik bir ideoloji.

Peki Atatürk bunların hangisiydi? Darbeciler de Atatürk adına hareket ettiklerini savunuyor?

Atatürk ve Kemalizm denen şey içinde birbiriyle tutarsız birçok öğeyi birbiriyle bağdaştırıyor. Ben bunu bir ideoloji olarak görmüyorum. Atatürk bir siyasetçiydi. Onu zamana ve zemine göre farklı şeyler söyleyebilen bir politikacı olarak görüyorum. Meseleyi politika ve politikacı açısından görürseniz o zaman bütün bunlar bir anlam taşır. Her sözün nerede ve kime karşı söylenmiş olduğunu analiz etmeye başlarsınız. O söz oraya aittir. Atatürk'ün gerçek fikri olmayabilir.
(Zaman - Pazar)

Atatürk'ün Bilinmeyenleri
11 Mayıs 2008

Atatürk annesini sever miydi? Severdi herhal, kim sevmez? Fakat aralarında ciddi bir çatışma olduğu da gerçektir.." İşte Atatürk'ün bilinmeyenleri...

Engin Ardıç/Sabah

Atatürk annesini sever miydi?
Severdi herhal, kim sevmez? Fakat aralarında ciddi bir çatışma olduğu da gerçektir.
Çünkü gümrük memuru Ali Rıza Bey'in erken ölümü üzerine Zübeyde Hanım yeniden evlenmiş, küçük Mustafa ile küçük Makbule'ye üvey baba gelmişti... Selanik Gümrük Başmüdürü Ragıp Bey... Babalarının amiri!
Ali Rıza Bey'in bir dönem memurluğu bırakıp kereste ticaretiyle iştigal ettiği de bilinir.
Hani şu son yıllarda kamuoyumuzda dağları taşları inleten Fikriye Hanım var ya, Atatürk'ün üvey babasının kardeşinin kızıdır! Yani hısımıdır, üvey kuzini sayılır...
Atatürk'ün bu olaydan dolayı Zübeyde Hanım'ı "hiç affetmediği" ve evden kaçarak askeri okula yatılı öğrenci yazıldığı da bilinir.
Sonra da ara ara, az görüştüler... İzinli çıktığı sıralarda...
Suriye cephesinden döndüğünde de Atatürk, annesinin Akaretler'deki evinde kısa bir süre kaldı. Oradan annesiyle "tartışarak" ayrıldığı, arkadaşı Salih Fansa'nın Tepebaşı'ndaki evine geçtiği, birkaç gün de o evin tam karşısında yer alan Pera Palas'ta kalıp Fansa'nın eşinin bulduğu bir kiralık eve, Şişli'de dul bayan Madam Kasapyan'ın evine çıktığı bilinir. Ünlü ev... Bahçe içinde, "müstakil", kirası çok yüksek, tam on dört lira! (Bahçe bugün kaldırım.)
Ev sahibesi bazı kaynaklarda Madam Osepyan, bazı yerlerde "Rum madam" olarak da geçer. (Atatürk'ün bir Ermeni'nin evinde oturduğunun bilinmesi istenmemiş galiba!) Bu dönemin bilgileri epey karışıktır, "bilinçli" olarak mı karıştırılmıştır, ahmaklıktan dolayı mı, emin değilim.
Annesini ve kız kardeşini de Şişli'ye, yanına almıştı, sonra Samsun'a gitti (Zübeyde ve Makbule Hanımlar tekrar Akaretler'e döndüler, çünkü oranın kirası bir liraydı), annesini ancak üç yıl sonra görebildi. Bu kez Ankara'ya aldırdı. Zübeyde Hanım orada da fazla oturamadı, İzmir'in kurtarılışından hemen sonra İzmir'e (biraz da "kız bakmaya", yani Latife Hanım'ı yakından tanımaya) gitti... Bu İzmir gezisine de sonradan "sağlık nedenleriyle" diye bir kulp takılmıştır, bu kez Latife Hanım'ı tarihten silmek için...
Fakat oğlunun evlendiğini göremeden vefat etti. Atatürk, Zübeyde Hanım'ın ölümünden on beş gün sonra Latife Hanım'la evlendi. Her şey çok çabuk olup bitmişti.
Ertesi yıl da Fikriye Hanım intihar etti.
Eskiden bunlar konuşulamaz, yazılıp çizilemezdi bu ülkede...
En basit bir tarih kitabından bile kolaylıkla okunabilecek bu basit bilgiler unutturulmak isteniyordu, çünkü Atatürk "uzaydan gelmişti" ...
Küçük yaşta kuşpalazından ölmüş Fatma, Ahmet ve Ömer adlı bir ablasıyla iki ağabeyi, bir de veremden ölmüş küçük kız kardeşi (Naciye) olduğu bile titizlikle saklandı yeni kuşaklardan!
Eee, bunları bilmek ya da hatırlamak neyi değiştirir?
Atatürk'ü daha çok sevmemizi sağlar.
Gerçi Atatürk hayatının ilk döneminin fazla kurcalanmasını istememiş, Nutuk'ta her şeyi 19 Mayıs 1919 günü başlatmıştır ama, üvey baba getirdiği için anasına kızan bir yetim çocuk, bana çok daha sevimli, çok daha sıcak geliyor.
İçki içen, seven, sevilen, yürekler yakan, evlenen, boşanan bir Atatürk, İNSAN ATATÜRK'tür.
Olimpos (pardon, Çankaya) dağında oturan bir tanrı değil, sabaha karşı üst kattan eşinin "çok içtin Kemal, yat artık" diye seslendiği bir önder benim önderimdir.
Çünkü bizim hanım da bana öyle diyor!
Hele durun bakalım, insanlar, Selanik'te "Atatürk'ün doğduğu ev" olarak yutturulan o evin aslında üvey babası Ragıp Bey'in evi olduğunu öğrenince ne yapacaklar?
Böyle böyle soğuttunuz insanları Atatürk'ten be! Yalan üzerine kurulu her şey bu ülkede.

Atatürk ve İnönü'nün Bilinmeyenleri
21 Nisan 2008

Atatürk, İsmet İnönü'yü nasıl sildi? İnönü'nün Atatürk'ü çok kızdıran "içki" sözü neydi? Tarihi farklı yönlerden yakalayan Ayşe Hür, Atatürk&İnönü ilişkisinde ayrıntılar yakaladı...

Tarih Araştırmacısı Ayşe Hür, Atatürk'le İnönü arasındaki ilişkileri bilinmeyen yönleriyle Yenişafak'tan Mehmet Gündem'e anlattı. İşte o röportaj:

“CHP zihniyetinin, vefatından hemen sonra Atatürk'ün resimlerini Türk parasından nasıl çıkardığını gayet iyi biliriz” dedi Başbakan Erdoğan. Atatürk ve İnönü arasında nasıl bir ilişki vardı?

Milli Mücadele ile başlayıp ölümüne kadar farklılıklar içeren bir ilişki. Başından beri Mustafa Kemal'in İnönü'ye büyük bir sevgisi var. Öyle mektuplar yazmış ki, bir erkeğin bir kadına yazdığı mektuplar gibi. Hatta 1933'te yazdığı bir mektupta “Seni okurken hıçkırıklarla ağladığımı söylersem, inanır mısın? Bu duygularımı kimsenin yanında değil, yatak odama çekildikten sonra mahremimde yazıyorum. Sen beni muhakkak çok seviyorsun. Ya ben seni!” şeklinde ifadeler kullanmış. Bu tarih, aralarının açılmaya başladığı bir tarih üstelik. Ondan çekinirmiş de. Bir keresinde eski yazıyla notlar alırken “Aman İsmet görmesin, kızar” demiş.

İnönü ne diyor?

İnönü'nün cevapları daha ölçülü, daha mesafeli, başından itibaren ilişkiyi dikkatli kurmaya çalışmış.

Neden İnönü daha mesafeli?

İşlerin nereye gideceğini görmüş. Mustafa Kemal'in kişiliğini iyi analiz etmiş. Bilirsiniz İnönü Milli Mücadele'ye geç intikal etti. Mustafa Kemal birlikte gitmeyi teklif ettiğinde “Yeni evlendim beni biraz rahat bırak” dediği söylenir. Ama İstanbul'un işgaliyle ortaya çıkan “Ya Malta ya Anadolu” ikilemi sonucu Anadolu'ya geçmiş. Mustafa Kemal bunu bile sorun etmemiş. Rauf Bey'i küstürme pahasına Lozan heyetinin başına getirmiş, kaç kere başbakan yapmış.

İSMET VAR RAHATLIĞI

İsmet Paşa'ya bu derin ilginin sebebi nedir?

Çözebilmiş değilim ama kendi eksiğini tamamlayan bir yan görmüş olabilir.

Nedir o eksik yanı?

Mustafa Kemal gözü kara, ölçüsüz hedefleri olan, öfkeli, kurallara pek uymayan biri. Fakat devlet kurmayı hedeflediği için bu durumu dengeleyecek bir insana ihtiyaç duymuş olabilir. İnönü, daha sakin, ölçülü, temkinli, kültürlü, satranç oynuyor, klasik müzik dinliyor, düzenli bir aile hayatı var… Süreç içinde ilişkileri pekişmiş, Mustafa Kemal'in yemek masasında aldığı pek çok mantıksız kararı, sabahleyin İsmet İnönü'nün düzelttiği biliniyor.

Bu da Mustafa Kemal'e belli bir rahatlık sağlamış olmalı...

Evet, yanlış yapsam da İsmet var arkamda hissi. İsmet İnönü onun otoritesini sorgulamamış, bazen akıl vermiş, bazen kışkırtmış ama her zaman iyi bir ikinci adam olmuş. Çünkü Mustafa Kemal olmasa tasfiye edileceğini biliyor. Bir evlilikte bir eş nasıl rol oynarsa öyle…

1937'de İnönü'nün başbakanlıktan alınması, Ankara'dan uzaklaştırılması yerine Bayar'ın tercih edilmesi… Bu noktaya nasıl gelindi?

Bu noktaya gelinceye kadar çok sorun yaşıyorlar. En ciddi kırılma Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasıyla yaşanıyor. Parti kurulurken onayını alıyor gibi görünse de amaçlarından biri İnönü'yü sıkıştırmak. O sıralar İnönü'nün kendisinden bağımsız bir şekilde politika yapmasından rahatsız. Fethi Bey de bu işareti almış ve öyle bir eleştiriyor ki. Sonunda İnönü gidip “ya sen bu adamı durdur, partiyi kapat ya da ben bunu çok fena yapacağım” diyor. 1932'de Mustafa Kemal, İnönü'nün İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey'i, içki sofrasında “ekonominin hali ne?” diye azarlıyor, adamcağız “açıklayayım” derken “açıklama!” deyip görevden alıyor.

İnönü'nün haberi sonradan oluyor…

Tabiî ki. 1934'te Mustafa Kemal'in İş Bankası Yönetim Kurulu'na Selanik'ten askerlik arkadaşlarını ve sofra arkadaşlarını ataması gibi keyfi tavırları İnönü'yü kızdırıyor. Hatay meselesinde, Nyon Paktı meselesinde de ters düşüyorlar. Ama iplerin kopması Gazi Çiftliği'nde yapılan bira fabrikası yüzünden. Mustafa Kemal'in mutad zevata kendisini çekiştirdiğini haber alan İnönü, birkaç kadeh içip cesaretlendikten sonra akşam sofrasına geliyor ve o güne kadar içine attıklarını sayıp döküyor.

DEVLET İÇKİ SOFRASINDAN İDARE EDİLMEZ

Ne diyor?

Özetle “devlet içki sofrasından idare edilmez” diyor. Tabii Mustafa Kemal buna çok bozuluyor.

İsmet Paşa ne tür tedbirler almış?

Tedbir alacak durumda değil, ikili arasında gerginlik olduğunda Salih Bozok veya Hasan Rıza Soyak gibi kişileri araya sokuyor, kendini affettiriyor. Kılıç Ali, İsmet Paşa'nın bu tür tartışmalardan sonra süklüm püklüm olduğunu, kendini affettirmek için mektuplar gönderdiğini, bir şekilde huzuruna çıkabildiğinde elini öptüğünü falan söylüyor. Aslında, bu kadar alttan aldığını görmek hicap verici.

Esas sorun fikri ayrılık mı?

Aslında hepsinin altında kişilik çatışması var. İnönü'yü huzurundan zorla uzaklaştırdıktan sonra, “Meclis açıksa gidelim bunu öyle bir rezil edeceğim ki…” diyor. Ertesi gün Tarih Kongresi'ne gidecek trendeki sofraya İsmet Paşa alınmıyor. Mustafa Kemal İnönü için ağır sözler ediyor etrafındakilere. Sonuçta İnönü istifasını vermek zorunda kalıyor. Yerini Bayar alıyor. Dikkatinizi çekerim, Cumhuriyet kurulalı 15 yıl olmuş, devlet hâlâ bir kişinin kararları ile yönetiliyor. Birkaç gün sonra asansörde karşılaşmışlar ve Mustafa Kemal “bu akşam içmeyeceğim, erken yatacağım” deyince İnönü, “bakın benim yokluğum sağlığınıza hizmet ediyor. İşlerle bizzat uğraşmak zorunda kaldığınız için rahat içemiyorsunuz” demiş. Bu istihza ipleri tamamen koparmış. Ama Mustafa Kemal yaveri Salih Bozok'a “boğuluyorum, beni yalnız bırakma” diyor. Hani uzun bir evliliğin bitmesinden sonra hissedilen boşluk gibi bir şeye düşmüş anlaşılan.

İnönü'yü tamamen silme imkanı olduğu halde silmedi, sonuçta cumhurbaşkanı oldu?

Silmiş görünüyor, onu ne sofraya çağırıyor, ne sağlığını soruyor. Hastalığından sonra İnönü istikrarlı bir şekilde mektuplar yazmaya başlıyor. Düzenli olarak bej rengi zarflar gelir, Mustafa Kemal okur hiçbir şey söylemeden başucundaki komidinin üzerine koyarmış.

Mektupların içeriği biliniyor mu?

Hayır, Mustafa Kemal'in ölümünden sonra Nafi Atıf Kansu tarafından İnönü'ye iade edilmiş.

Çelişkili bir durum, ne uzak, ne yakın ikisi de olmuyor.

İnönü, “niye devlet işlerini içki sofrasında hallediyor” deyince, Mustafa Kemal, “sanki biz onun bütün kabahatlerini Meclis'te temizledik” der. Eylül 1937'de Bayar'ı atadıktan sonra Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, ikisinin de olduğu bir maçta İnönü'nün lehine tezahürat yaptırır, görünüşte Mustafa Kemal bunu halkın 'büyük adamlara vefa gösterisi olarak' niteler ama aslında İnönü'yü tamamen silmediğine çok pişman olur. İnönü'yü siyasi anlamda öldürmemiştir, çünkü yetişmiş o kadar az adam var ki…

İnönü'nün Çankaya'da Atatürk'ün heykelini kaldırdığı yönünde iddialar var…

Heykel olayını tam bilmiyorum. Ama bildiğim şu, eğer Kılıç Ali'nin anlattıkları doğruysa ikili arasında onurlu bir devlet adamının tahammül etmesi çok zor şeyler yaşanmış. Bunun etkisiyle, böyle bir tepkisel hareket yapmış olması mümkün ve anlaşılır.

Mustafa Kemal vefat ederken İnönü'nün öldüğünü mü zannediyor…

Sanmıyorum. Mesela safra kesesi hastası olduğunu duyuyor 'ilgilenin' diyor. Vasiyetinde İnönü'ye yer vermesi bu tablo ile çelişkili görünse de bence öyle değil. Mustafa Kemal, İnönü'nün paraya ihtiyacı olmadığını biliyordu, bunu bir çeşit halef göstermek için yapmış olabilir. 'Küs öldüm ama defterden silmedim' mesajı…

Bu nedenle mi Bayar'a yönelmesine rağmen İnönü Cumhurbaşkanı oldu?

Bayar'ın ekonomiyle ilgili planları vardı, daha liberal politikalar hedefliyordu. Mustafa Kemal'in bu konuda İnönü'den çok Bayar'a yakın olduğu başından beri belli. Bayar için cumhurbaşkanlığını pasif bir görev görmüş olabilir. İnönü de hatıralarında; “Bayar beni çok desteklemiştir, yoksa ben cumhurbaşkanı olamazdım” der.

İYİ POLİS-KÖTÜ POLİS ROLÜNDEYDİLER

Neden İnönü'den vazgeçemiyor, küs olmasına rağmen halef olarak işaret ediyor?

Mustafa Kemal, bütün kişisel zaaflarına rağmen “benden sonra tufan” diyecek biri değil. Halefini belirlerken sevgi kriteri kullanmamıştır, çünkü Milli Mücadele'nin önder kadroları zaten birbirini hiç sevmezler. Mesela Ali Fethi Bey'in Mustafa Kemal için “geç bile öldü” dediği anlatılır. Halbuki ölüm döşeğinde bile kapısını aşındırmıştır, beni milletvekili yapsın diye. Mustafa Kemal, “ben onun niyetini biliyorum, bunun gözü yükseklerde” deyip milletvekilliği için emir vermemiştir.

İnönü, Atatürk'ün çizgisini devam ettirmiş mi?

Bu ikiliyi tüm çatışmalarına, farklarına rağmen ideolojik anlamda birbirinin ekürisi olarak görüyorum. İyi polis-kötü polis rolü oynuyorlar. Mustafa Kemal hayranları, ona toz kondurmamak için kötü şeyleri İnönü'ye atfederler. Halbuki ikisi bir bütün, ideolojik bir ayrım yok, metotlarda ve üslupta ayrım var. Mustafa Kemal'le yaşamak çok zor. Çünkü o sürekli istediği olsun ister, her şeye karışır. Göreve atar, alır, aşağılar, alay eder, geceleri yatağından kaldırır, giyimine, saçına müdahale eder, vs. Böyle bir tabloda İnönü etkisiz elemana dönüşüyor. Buna 15 yıl dayanıyor, sonunda patlıyor. Belki de hastalığını görüyor, cesaretleniyor.

1940'larda İnönü 'Kemalist laiklik'ten uzaklaşıyordu

İnönü iktidar olunca Atatürk'ün izlerini silmeye dönük bir çaba içine girmiş mi?

Mustafa Kemal'in karizmasının farkındadır, böylesi bir karizmayı silmek için daha karizmatik biri olmak lazım. İnönü akılsız bir adam değildi. Kendini biliyordu. Ama 1940'larda Kemalist laiklik çizgisinden uzaklaştığına dair emareler var. Öyle ki, Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu çıkarma 'şerefini' DP'ye kaptırıyor. Ama Mustafa Kemal ile İnönü dönemlerini karşılaştırmak doğru değil. Çünkü birinde içe kapalı, tek partili, anti demokratik yasalarla denetlenmiş bir ülke var, diğerinde artık siyasetin doğası değişmiş, Batı'yla ilişkiler, çok partili hayat, karmaşıklaşan ekonomi, toplumsal açıdan farklılaşmış bir ülke… Ama Mustafa Kemal'in en az tabu olduğu dönem İnönü dönemidir.

İnönü'nün kullandığı unvanlar “milli şef”, “ulusun babası” bunlar nereden geliyor?

'Milli şef' aslında Mustafa Kemal'e söyleniyordu, ölünce “ebedi şef” denildi, münhal kalan 'milli şef'lik kadrosu İnönü'nün oldu. Şeflik topluma önderliği kapsayan manevi bir kavram onlar için.

İçinde baskı unsuru var mı?

Elbette faşizan vurgusu güçlü. İnönü de selefinin benzeri bir şey yapmaya çalıştı. DP'ye karşı tahammülsüzlüğü de ondan. Önce izin verdi, sonra Recep Peker gibi sert bir adamı başbakan yaptı, ipler gerildi. Mustafa Kemal gibi rakipleri birbirine kırdırıyor. Ama Mustafa Kemal daha açık sözlü idi, İnönü daha az renk veren biri.

Hangisi daha başarılı?

Mustafa Kemal sonuçlar açısından çok başarılı, idama kadar götürüyor tasfiyeyi. İnönü kılıfına uygun şekilde etkisizleştirmede başarılı.

Kemalizm'i Karacan yerleştirdi

Kemalizm'i İnönü inşa etti denilebilir mi?

Kemalizm lafı ilk kez 1932'de gazeteci Ali Naci Karacan tarafından kullanılıyor. CHP'nin 1935 programının giriş bölümünde Kemalizm kavramı geçiyor. Recep Peker'in fikri galiba bu. O sıralarda ülkenin dört bir yanına heykellerini yaptırma yarışı başlayınca Mustafa Kemal, “Anıtlar diktirdiğimi, etrafımda büyük propagandalara hoşgörü ile davrandığımı görenler beni bencil sanacaklar. Ben kendi şahsımda ideallerimi unutulmaz kılmak istediğim için unutulmak istemiyorum” diyor. O dönemde toplumun tüm katmanları, önce Türk Ocakları, sonra Halkevleri, her daim CHP, ordu ve Tevhidi Tedrisat Kanunu aracılığıyla doktrinize ediliyor. 30'ların sonunda artık adı ne olursa olsun belli bir ideoloji yerleşmiş, İnönü'nün özel bir şey yapmasına gerek yok, süreci devam ettiriyor.

Atatürk son yıllarında hastalığına rağmen muktedir miydi?

O kadar muktedir ki, 1937'de İnönü'yü istifaya zorluyor. Hatay meselesini istediği gibi çözmek için hasta hasta Mersin'e gidiyor ve başarılı oluyor. Dersim isyanına müdahil oluyor. Ölüm döşeğinde bile Bayar'la bütçeyi konuşuyor.

Paradaki resmi değiştirmek bir öfke belirtisi

Paradaki resim meselesini Erdoğan bir hesaplaşma olarak dile getirdi. Resmin değişmesi 'iyi bir ikinci adamlıktan' birinci adamlığa geçiş mi?

Bu paraların üzerine cumhurbaşkanının resmi basılır kanununa dayanılarak yapılmış ama elbette bunu yapmayabilirdi, belki yapmasa daha iyi olurdu. Gerçi başka ülkelerin paralarının üzerinde o ülkelerin önemli sanat ve bilim adamlarının resmi vardır ama bizde bu konu bir tabu. Bir de şöyle bakın; Batı ile ilişkileri geliştirmek istiyor İnönü. Hem Sovyetler'in baskısından kurtulmak, hem ekonomik anlamda Batı'nın desteğini almak istiyor. Bu yeni vizyonun parçası olarak Mustafa Kemal'in totaliter imgesini yıkmak istiyor olabilir. Bir açıdan da birikmiş öfkenin dışa vurumu gibi görünüyor. Çünkü hastalığında ziyaretine bile gitmiyor, ya da gidemiyor.

Atatürk'e 60 bin kişilik DARBE PLANI

Araştırmacı Rıfat N. Bali'nin İngilizce yayınlanan son kitabında, ABD'li diplomatların Atatürk'le ilgili çok ilginç izlenimleri yer alıyor.
09 Aralık 2007
Araştırmacı Rıfat N. Bali'nin 'tercümeye vakit bulamadığı için' İngilizce yayınlanan son kitabı hayrete düşürecek! Amerikan diplomatik arşiv belgelerine göre Salih Adil Bey adında emekli bir asker, 60 bin Türk'ü Amerika'da eğitip Atatürk'e darbe yaptırmayı planlamış. Latife Hanım ise Amerika'da bir gazetede yayınlanan mektubunda çarşafın yasaklanmasına karşı çıkıyor.

Türkiye'nin önemli araştırmacılarından Rıfat N. Bali ilginç bir kitaba daha imza attı: “New Documents on Atatürk / Atatürk as Wiewed Through the Eyes of Amerikan Diplomats”. “Atatürk Üzerine Yeni Belgeler / Amerikan Diplomatlarının gözüyle Atatürk” adıyla çevirebileceğimiz kitap, Türkiye'de görev yapan Amerikan diplomatlarının, Atatürk hakkındaki izlenimlerini ve duyumlarını anlattıkları raporlar ve yazışmaları inceleyerek yakın tarihimizle ilgili hayret verici olayları gözler önüne seriyor. Belgelerin ortaya çıkardığı çarpıcı olaylardan biri kuşkusuz, 1932 yılında emekli bir askerin Atatürk ve yönetimine darbe yapabilmek için kurduğu uçuk planları. 1926 yılında Amerika'da Boston Advertiser gazetesinde, Latife Hanım imzası ile yayınlanmış mektup ise, gerçek olduğu takdirde, ezber bozucu nitelikte.

60 bin kişiyle yapılmak istenen darbe

Kitapta “Gizli ve Esrarengiz Bir Temas” başlığı ile yer alan darbe planı akıllara zarar. 1930 yılına kadar Viyana'da askeri ateşe olan Salih Adil isimli emekli bir asker, ABD Dışişleri Bakanı'yla sadece yaptığı darbe planını konuşabilmek için İzmir'den Washington'a kadar gitmiş. Salih Adil Bey'e göre, 'Türk insanları ülkeyi yavaşça harabeye çeviren merhametsiz bir diktatörün kontrolü altında ve Mustafa Kemal'in milliyetçi hareketleri sonucu, Türkiye Sovyet Rusya'ya yakınlaşıyor'. Bu nedenle Salih Adil darbe yapmak istiyor. Görüşmemizde Rıfat Bali, Salih Adil'in darbe planını şöyle anlatıyor. “Salih Adil darbe için 50 ila 60 bin Türk'ün Amerika'ya göç etmeleri, organize olmaları ve geri dönüp bir şekilde iktidarı alaşağı etmeleri gibi bir plan yapmış. Bu şekilde Türkiye'nin Amerikan mamulleri için bir piyasa yaratacağını öne sürüyor. Bu darbe, bir şekilde gerçekleşirse, eski Halife Abdülmecid'i onursal Cumhurbaşkanı ilan etmeyi düşünüyor Salih Adil.” Görünen o ki bu darbe planları Amerikan Dışişleri'ni bayağı eğlendirmiş. Belgelerde Amerikan yetkilisi, Salih Adil Bey'le uzun ve tuhaf bir görüşme yaptığını anlatıyor. Darbe planlarını fantastik ve çılgın olarak gören yetkili, Salih Adil Bey'e projelerinin uygulanabilmesinin tamamen imkansız olduğu göstermeye çalışmış. 'Sakın bunları başka kimseye anlatma' diyerek de ağzını kapalı tutmasını sıkı sıkı tembihlemiş. Salih Adil Bey'in hakkında başka belge bulunmuyor.

Atatürk ne zaman kitap okuyordu?

İsis Yayınları tarafından yayınlanan kitapta diplomatların Atatürk hakkındaki izlenimleri de yer alıyor. Bali'ye göre en ilginçlerinden biri, 1935'te, Amerikan Büyükelçiliği'nde maslahatgüzar olan G. Howland Shaw'unki. Atatürk'ün kendi biyografisini yazacak olan yazarı beklediğini söyleyen Shaw, muhtemel biyografi yazarına da Yalova ve Çankaya Köşkü'nde zaman geçirmesini tavsiye ediyor ve ekliyor “Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ndeki kütüphaneyi inceleme fırsatım oldu. Yaklaşık bin cilt var. Çoğu tarih ve filoloji konularında ve bir çoğu Atatürk'ün aşina olduğu lisanlar olan Fransızca veya Almanca. Ancak onun büyük bir okur olduğuna işaret edecek bir şey yok. Günün büyük bir kısmında uyuduğu ve gece vaktinin tamamında veya önemli bir kısmında oturup konuştuğu ve içki içtiği akılda tutulursa ciddi ölçüde bir okuma yapması için nasıl vakit bulduğunu düşünmek zor.”

Agnostik değilim, tek tanrıya inanıyorum

Daha önce Toplumsal Tarih dergisinde Türkçe yayınlanmış olan bir belge de İngilizce yer alıyor kitapta. Büyükelçi Charles H. Sherrill'in Atatürk'ün biyografisini hazırlarken konuşulan ancak biyografiye konulmayıp, sadece rapor edilen “Atatürk'ün Dine Bakışı” başlıklı görüşme yayınlandığında çok tartışılmıştı. Raporda Atatürk'ün, agnostik olmadığı, tek tanrı inancına sahip olduğu ancak üç büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inandığı gibi bilgiler yer alıyordu. Bali, uzunca bir makale halinde, Türk Basını ve Kamuoyu'nun bu yayına olan tepkisini ele almış. Buna neden gerek duyduğunu sorduğumuzda Bali, makalenin nasıl yayınlandığını anlattı. 'Makaleyi Toplumsal Tarih dergisine yayınlanmasından 1.5 yıl önce verdim, ancak yayınlanmadı. Dergideki yönetim değişikliğinden sonra, makaleyi çok beğendiler ve yayınladılar. Bu makale neden 30 yıl sonra ortaya çıktı gibi sorular çok saçma. Bu bir belgeydi, ben de yayınladım ve akla hayale gelmeyecek komplo teorileri üretildi şahsım hakkımda. Amacım ortaya vesikalar koymak ve tarihi bir parça daha zenginleştirmek. Spekülasyon yapmak değil.”

Çelenk sorunu

Atatürk'ün vefatında Amerikan Dışişleri'nin yazışmalarla yaptığı, “Acaba az mı çelenk gönderdik? Fransızlar bizden çok göndermiş. Daha yüksek seviyede temsil edilmeliydik” gibi değerlendirmeler ilginç. Hangi ülkenin ne kadar çelenk gönderdiği, para harcadığı tek tek not edilmiş. Bu biraz da Amerika'nın Atatürk'e ve Türkiye'ye atfettikleri önemi gösteriyor.

Latife Hanım başörtüsü yasağına karşı

21 Şubat 1926 tarihinde Boston Advertiser gazetesinde Latife Hanım imzasıyla bir mektup yayınlandı. Mektup, Atatürk'ün boşanma kararını bildirmesinin hemen ardından, Latife Hanım tarafından, İstanbul'da kapanmış olan bir gazetenin sahibi ve editörüne yazılmıştı.

Bali, Latife Hanım'ın mektubuna 1920'li yıllarda Türkiye'deki ilk Amerikan Yüksek Komiseri (büyükelçilik açılmadan önceki makam) olan Amiral Bristol'un evrakları arasındaki bir raporda rastlamış. İsmi ve tarihi belli olan gazeteyi mikrofilmden bulup bastırınca, karşısında çarpıcı bir belge bulmuş. Öfkeli ifadeler içeren mektup Atatürk ve çevresini oldukça kötü bir şekilde tasvir ediyor. Bali'nin tespitlerine göre o esnada Amerika'da Türkiye Cumhuriyeti'nin enformasyon bürosunda görevli olan Moukbil Kemal adında genç bir Türk mimar, haberi görerek Atatürk'ün özel yaveri Tevfik Bey'e göndermiş. Ancak ne Atatürk, ne hükümet ne de elçilik tarafından herhangi bir tepki gösterilmemiş. 'Sevgili dostum ve yoldaşım' hitabıyla başlayan mektupta, evliliğinin 3. şahısların etkisiyle zedelendiğini anlatan ve hakkındaki “baskıcı ve düşünmeden davranan biri” olduğu söylentilerini reddeden Latife Hanım, yürürlüğe girecek olan medeni kanunda, açık mahkeme var ise boşanmayı iptal için bir dava açmak istediğinden bahsediyor. Atatürk'ün bazı kanunları hazırlarken çevresinden olumsuz şekilde etkilendiğini anlatan Latife Hanım, bu kanunlara örnek olarak tekke ve zaviyelerin ve onlara has kıyafetlerin yasaklanmasını gösteriyor. Bir ülkenin yasalarının o ülke halkının yaşam tecrübelerinin birikimi olduğu, zaruri durumlarda tepeden baskı ile reformların yapılabileceğini, fakat geleneklerin zorla değiştirilemeyeceğine değiniyor. Latife Hanım mektupta, çarşafın yasaklaması ve kadınlara hangi kıyafeti giymesi gerektiğinin söylenmesine “kadınların çarşaf giyip giymeyecekleri, dinsel törenlere, yalnız veya bir erkeğin eşliğinde katılıp katılmayacakları ya da ne giyerlerse toplumsal değerlere karşı gelmeyecekleri yukarıdan zorla kabul ettirilemez, ettirilmemeli.” Kelimeleri ile şiddetle karşı çıkıyor.

Latife Hanım'ın arşivi açılsın

Tarihçi Andrew Mango ise kitabın önsözünde mektupla ilgili şüphelerini dile getirmiş. Rıfat Bali, mektup hakkında ne düşündüğünü sorduğumuzda “Ben bu mektubun sahih veya uydurma olup olmadığını söyleyebilecek durumda değilim. Mektubun neden Amerika'da yayınlandığı, neden Newyork Times gibi büyük bir gazetede değil de Boston Advertiser gibi küçük sayılabilecek, yerel bir gazetede yayınlandığı gibi detaylar belli değil. Ben sadece bulduğum bir belgeyi yayınladım” diye cevap veriyor. Latife Hanım'ın mektup arşivinin kapalı olduğuna dikkat çeken Bali, “Benim arzum, en azından bu mektubun süreci tetikleyip Latife Hanım'ın kapalı olan arşivinin açılmasına sebep olması” diyor.

Yeni Şafak

Atatürk'le İnönü'nün arası neden açıldı?
Hilmi Yavuz
Bugünlerde İsmet İnönü'nün hayatına ilişkin okumalar yapıyorum. Bu okumaları özellikle, Atatürk'le aralarının açıldığı 1937 yılındaki olaylar üzerinde yoğunlaştırdım;- İnönü'nün Başbakanlıktan istifa etmesine neden olan olaylar üzerinde!

Prof. Dr. Şerafettin Turan'ın, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri Dizisi'nde yayımlanan 'İsmet İnönü: Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği' (Ankara 2000) adlı kitabında, İnönü'nün 'Cumhuriyetle birlikte 29 Ekim 1923'te başlayan Başbakanlığı[nın], Fethi Okyar'ın araya giren 103 günlük hükümet dönemi dışında, 14 yıl, 8 ay 13 gün' sürdüğü; 20 Eylül 1937'de bir buçuk ay izin aldıktan sonra 25 Ekim 1937'de istifasını verdiği belirtilir. Falih Rıfkı Atay'ın 'Çankaya'sında ise, Atatürk'ün, İnönü'den söz ederken, yakınlarına 'Çocuklar, Çankaya'da rahat ediyorsam İsmet sayesindedir' dediği aktarıldığına göre, İsmet Paşa'nın Atatürk'e bu kadar yakınken ve bu kadar uzun bir Başbakanlık döneminden sonra, 53 yaşında görevini bırakmasının nedenleri neler olabilir?

Bu soruya verilen cevaplar, birbirinden bir hayli farklıdır. Atatürk'ün yakın arkadaşı Salih Bozok'a göre ('Hep Atatürk'ün Yanında') Fethi Okyar'a kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası'nca İsmet Paşa hükûmetine yöneltilen eleştiriler karşısında, iki parti arasında 'tarafsız' kalacağını açıklamasına rağmen Atatürk'ün, iktidardaki CHP'yi yeterince desteklemediği (Prof. Dr. Şerafettin Turan, o tarihlerde ABD'nin Ankara Büyükelçisi olan J.Grew'ün de, anılarında Bozok'u destekler nitelikte açıklamalarda bulunduğunu belirtmektedir); ve Atatürk'ün İnönü kabinesinde İktisad Vekili olan Mustafa Şeref'in icraatını onaylamaması ve onun istifası üzerine de İsmet Paşa'yla anlaşması pek de mümkün olmayacağı bilinen Celal Bayar'ın İktisad Vekilliğine atanmasında ısrar etmesi...

Bunlar belki de, bir Cumhurbaşkanı ile onun Başbakanı arasında olağan sayılabilecek türden kırgınlıklardır. Ama bu kırgınlıkların, 1936 yılından itibaren sert anlaşmazlıklara dönüştüğü görülüyor: Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak 'Atatürk'ten Hatıralar'ında Ankara'da Gazi Orman Çiftliği'nde kurulan bira fabrikası dolayısıyla Bomonti Şirketi ile başgösteren anlaşmazlıkta, İnönü'nün, 1937 yılında bir gece, Atatürk'le sert bir tartışmaya girdiği ve Atatürk'e, öfke ile, 'Sen benim söylediklerimi başkalarından araştırmaya kalkıyorsun! Sofradan emir alıyoruz ve bunların yüzünden büyük sıkıntılara düşüyoruz!..' dediğini aktarır;-ki İsmet Paşa'nın 'sofradan emir alıyoruz!' sözü, yanlış olarak 'sarhoş sofrasından idare ediliyoruz!' biçiminde bir söylentiye dönüşmüştür.

Prof. Dr. Şerafettin Turan, Atatürk'le İnönü'nün aralarının açılmasına ilişkin nedenler arasında Hatay meselesini, Bayar'ı Başbakan yapmak istemesini, İngiliz Dizbağı nişanı konusundaki görüş ayrılıklarını saydıktan sonra, Abdi İpekçi'nin İnönü ile yaptığı ve 'İnönü, Atatürk'ü Anlatıyor' başlığıyla yayımladığı röportajından İsmet Paşa'nın şu sözlerini nakletmektedir:

"Atatürk ile birlikte çalışmamızı iki ayrı dönemde açıklayabilirim. Başlangıçtan hastalığa kadar şöyle olmuştur:

Akşamları bir araya gelir toplanırız. O coşar, biz coşarız... Birtakım kararlar alınır... Ertesi sabah uyanınca düşünürüm, hemen kalkar Atatürk'e giderim. Onu yatakta iken uyandırırım, oturup konuşuruz. Söylerim: 'Dün akşam biz yine coştuk, şunu yapalım, bunu yapalım, diye kararlar aldık. Ama olacak şeyler değil, nasıl yapacağız?' 'Canım, sen bildiğini yap!' der bana..."

İnönü, daha sonra Atatürk'ün hastalığı ile birlikte durumun değiştiğini anlatırken şunları söyler:

"Sonra bir dönem oldu. Yine aynı şekilde toplanıp alınmış kararları ertesi gün görüşmeye gittiğimde, artık 'sen bildiğini yap!' demiyordu. Israr ediyordu bu sefer, asabîleşiyordu. Esaslı bir değişiklik olmuştu Atatürk'te. Doktorlara sordum, 'hastalığın bir dönemidir' dediler."

Bir defa daha belirteyim: Cumhuriyet'in kuruluşundan Atatürk'ün hastalığının ağırlaştığı 1937 yılı Ekim sonuna kadar 14 yıl Başbakanlık yapmış bir devlet adamıdır İnönü. Cumhuriyetin ilk 27 yılında 14 yıl Başbakan, 12 yıl da Cumhurbaşkanıdır.

Ve Atatürk'ün Başbakanıyken ne idiyse, Cumhurbaşkanı iken de odur İsmet Paşa!
Zaman

İnönü'nün annesi irticaya nasıl geçit vermişti?
Mustafa Armağan
21 Eylül 2008
Zaman

Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın beyaz tülbentli resmini her Atatürk köşesinde gördüğümde şu fikre kapılırım: Acaba İnönü'nün şevket devrinin önü 1950'de kesilmemiş olsaydı bugün biz okul köşelerinde Zübeyde Hanım yerine Cevriye Hanım'ın resmini mi görecektik?
Cevriye Hanım da kim mi? İsmet İnönü'nün siyah başörtüsünü son nefesine kadar çıkarmayı reddetmiş olan sevgili annesinden bahsediyorum. Bir: Okullarımızın olmazsa olmazı 'Atatürk köşesi', büyük ölçüde 27 Mayıs'tan sonra yaygınlaşan nevzuhur bir uygulamadır. İnönü devrinde yoktur. İki: İnönü'nün, kendi resimlerini Atatürk'ünkiler yerine resmi dairelere astırdığı gibi, eğer kendisinden önce 'Atatürk köşesi' uygulaması olsaydı bunu da derhal 'İnönü köşesi'ne çevireceğinden kuşkunuz olmasın. Üç: Orada oğullarının iki yanında Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın resimleri yerine Reşit Efendi ile Cevriye Hanım'ın resimlerini görüyor olacaktık. Cumhuriyeti kuran büyüklerimizin, Atatürk ve İnönü'nün hayatları hakkında çok sayıda yayın yapıldı gerçi ama eşlerine sıra gelince, bir iki derleme dışında yayın yoktur neredeyse. Hele anneler? Bir Zübeyde Hanım biyografisi neden yoktur? Ya Cevriye Hanım neden gözlerden saklanır ısrarla? Başı örtülü olduğu için olmasın sakın! Kimdir Cevriye Hanım? Torunu Gülsün Bilgehan'ın yazdığı "Mevhibe" isimli kitaptan öğrendiğimize göre Rumelili bir aileye mensup. Babası, bugünkü Bulgaristan'ın Razgrad şehrinde medrese hocası. Bitlis'te Kürümoğulları diye bilinen bir aileden Hacı Reşit Efendi'yle 1880'de evlenmişler. İsmet ailenin ikinci evladı. Kocası Reşit Efendi 1920'de ölünce Cevriye Hanım dul kalıyor. Bilgehan, ninesini şöyle takdim ediyor: "Hepsini [yani bütün aileyi], akıllı, otoriter bir Osmanlı kadını olan Cevriye Hanım yönetirdi." Bunu bir kenara not edin, zira Cevriye Hanım öyle kolay pes edecek bir kadın değildir; oğlu üzerindeki nüfuzunu da son yıllarına kadar sürdürecektir. Tabii gelini Mevhibe Hanım'ı huysuzlukları ve hükmetme tutkusuyla nasıl çileden çıkardığını da öğreniyoruz kitaptan. İşte bu Cevriye Hanım, 1949 yılında öyle bir olayın altına imza atmıştı ki, kelimenin tam manasıyla ortalığı 'duman etti'. Bunun nasıl olduğunu görmek için 13 Ekim 1949 tarihli "Hürriyet" gazetesine uzanmamız gerekecek. Türkiye CHP iktidarının ellerinden hızla kaymakta, Batı Bloku'nun de zorlamasıyla ilk kez tek dereceli ve hür seçimlere doğru gitmektedir. Bu sırada CHP'lilerin nasıl dini bütün Müslüman kesildiğini imam-hatipleri açmaktan türbelerin kapısına vurulmuş olan paslı kilitleri sökmeye kadar pek çok olayda gözlemlemek mümkün. Müslümanlığı Demokratlara kaptırma telaşı bacayı sarmış durumdadır anlayacağınız. İslamî konulardaki serbestleşmeye basın da ucundan kıyısından ayak uydurmuş, eskiden geçiştirilen Ramazanlara, hacca geniş yer ayırmaya başlamıştır. İşte "Hürriyet" gazet
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ekm 30, 2008 9:16 pm    Mesaj konusu: Vahdettin'in Mustafa Kemal'eson sözü Alıntıyla Cevap Gönder

Vahdettin'in Mustafa Kemal'e son sözü
Ünal TANIK

Mustafa Kemal, Osmanlı paşası olarak padişah Vahdettin ile kaç kez görüştü. Bizzat Atatürk'ün hatıralarında bu görüşmeler nasıl anlatılıyor ve Vahdettin'in son sözü ne idi?
Mustafa Kemal Paşa ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdettin arasındaki ilişkiler hep tartışıla geldi.

Birbirlerini ne kadar tanıyorlar, kaç kez görüştüler, nasıl ayrıldılar… Bu konularda hep spekülasyonlar yapıldı.

Daha ilkokul yıllarından başlayarak yapılan yanlış bilgilendirmeyi bir kenara bırakıp, Atatürk’ün kendi hatıralarında bu ilişkiler anlatılıyor onları sizinle paylaşmak istiyorum.

Yakın çalışma arkadaşları, Atatürk ile ilgili pek çok hatırat kaleme aldı. Ama “Atatürk’ün gerçek hatıratı” diyebileceklerimizi Falih Rıfkı Atay kaleme aldı.

13 Mart 1926’da Hakimiyet-i Milliye gazetesinde 32 gün süre ile tefrika edilen hatıratı Falih Rıfkı bizzat Atatürk’ten dinleyerek not aldı. Yazdıklarını ertesi gün Atatürk’ün onayına sundu ve düzeltmesi yapıldıktan sonra yayınladı.

Atatürk, hatıratını Cumhuriyet kurulduktan sonra geçmişin nasıl hatırlanması gerektiğini yönlendirmek amacıyla yazdı. Biraz da dönemin şartlarından geriye dönerek yapılan değerlendirmeler idi bunlar.

***

Mustafa Kemal Paşa’nın, Veliaht Vahdettin ile ilk tanışması, birlikte çıkacakları Almanya gezisi öncesine rastladı.

1917'de Suriye bozgunundan sonra Mustafa Kemal, İstanbul’a gelerek Pera Palas’a yerleşti. Bu sırada Enver Paşa aracılığıyla bir davet aldı. Davetin mahiyeti özetle şöyle idi:

“Alman İmparatoru, müttefiki Osmanlı İmparatoru Sultan Reşat’ı karargahına davet ediyor. Zat-ı Şahane böyle bir seyahati yapamayacak halde. Veliaht Vahdettin, padişah adına bu seyahati gerçekleştirecek. Kendisinin refakatinde bulunmak ister misiniz?”

Bu seyahatin kendisi için de önemli bir tecrübe olacağını düşünen Mustafa Kemal Paşa, daveti kabul etti ve seyahat öncesinde 13 Aralık 1917’de Veliaht Vahdettin’i Vaniköy Köşkünde ziyaretine gitti.

Kendilerine ayrılan bir odada kabul edildi. Bir süre sessizlikten sonra Vahdettin’in ilk sözleri:

- Sizinle müşerref oldum, memnunum.

Bir sür sessizlikten sonra devam etti:

- Sizinle seyahat edeceğiz değil mi?

Mustafa Kemal, belirlenen tarihte kafileye dahil oldu ve Almanya seyahati 15 Aralık’ta Sirkeci’den başladı. Daha yolculuğun ikinci gününde Mustafa Kemal’e “Kılıç Mecidi” nişanı takdim edildi.

Almanya seyahati boyunca Veliaht Vahdettin ve Mustafa Kemal Paşa birbirlerini yakından tanıdılar.

Yaklaşık 3 hafta süren Almanya yolculuğu boyunca Alman İmparatoru Kayzer tarafından kabul edildiler. İmparatorluğun veliahtı ile birlikte savaşın cereyan ettiği cephelere gittiler. Ülke ve dünya sorunları hakkında karşılıklı görüş alışverişi yapabilecekleri uzun sohbetler yaptılar.

Gezi bittikten ve İstanbul’a döndükten sonra Vahdettin tahta geçinceye kadar ikilinin görüşmesi olmadı. Almanya’dan döndükten yaklaşık 7 ay sonra Sultan Reşat öldü ve aynı gün 4 Temmuz 1918’de Mehmet Vahdettin, 36’ncı Osmanlı padişahı olarak tahta geçti.

Umumi Harb’in sonlarında hükümdar olan Vahdettin açısından, böyle bir dönemde padişah olmak talihsizlikti. Müttefikler harbi kaybetmek üzere idi. Nitekim, 30 Ekim’de mütarekenin imzalanması ile daha da zorlu bir süreç başladı.

Ülkenin içinde bulunduğu duruma ve kurtuluş yollarına ilişkin görüşleri olan Mustafa Kemal Paşa, tedavi gördüğü Viyana dönüşünde (2 Ağustos 1918) yeni padişahtan görüşme talebinde bulundu.

Görüşme, Harp Okulu’ndan hocası da olan Naci Paşa kılavuzluğunda 5 Ağustos’ta gerçekleşti. Mustafa Kemal, padişaha son derece önemli bir dönemde tahta geçtiğini hatırlatarak şunu söyledi:

- Seyahatimiz esnasında bütün fikirlerimi çok açık dille söylemiştim. Bu dakikada aynı tarzda görüşmeme müsaade buyrulur mu?

Aldığı cevap kısa ve net idi:

- Hay hay

Bu görüşmede Mustafa Kemal Paşa, hükümdardan hemen başkumandanlığı bizzat üstlenmesini, orduya sahip ve hakim olmasını istedi. Ancak doğru kararların bundan sonra alınabileceğini söyledi.

İkinci görüşme, birinci görüşmeden sadece birkaç gün sonra 9 Ağustos’ta oldu. Bu kez talep saraydan geldi. Vahdettin, Mustafa Kemal’i İzzet Paşa ile birlikte kabul etti. Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu “neticesiz bir görüşme” idi.

Üçüncü görüşme, bir ayı biraz geçtikten sonra Mustafa Kemal’in iisteği üzerine gerçekleşti. Bu görüşmede padişah, İstanbul halkının doyurulmasının önceliğinden söz etti.

16 Ağustos’taki dördüncü görüşme ise Mustafa Kemal’in isteği dışında gerçekleşti. Aralarında Enver Paşa’nın da bulunduğu askeri erkan ile sohbet sırasında padişahın kendisini beklediği haberi geldi. Kabul, Dolmabahçe’deki Valide Camii’nin mahfilinde Cuma selamlığı sırasında oldu.

Huzurda iki Alman generalinin bulunduğunu öğrenen Mustafa Kemal, onlar çıktıktan sonra görüşmek istediğini dile getirdi ise de kabul görmedi. Alman generallerinin bulunduğu sırada görüşmenin gerçekleşmesi gerektiği kendisine bildirildi.

Vahdettin, Alman generallere Mustafa Kemal Paşa’yı, “Çok takdir ettiğim ve güvendiğim bir kumandan” diyerek takdim etti. Sonrasında şöyle dedi:

- Sizi Suriye’ye kumandan tayin ettim. Oradaki durum önem kazanmış. Sizden talebim, oraları düşman eline geçirmeyeceksiniz.

Ancak, bu duydukları hoşuna gitmedi. Çıkışta Enver Paşa’yı mütebessim görünce, bu atamanın altında onun parmağı olduğunu düşündü ve şöyle çıkıştı:

- Bravo tebrik ederim, muvaffak oldunuz. Beni oraya göndermekle güzel bir intikam alıyorsunuz. Görenek dışı bir şey yaptınız. Bizzat Padişah’a bana emir verdirdiniz.

Daha sonra Mustafa Kemal Paşa, değişik vesilelerle padişaha görüşlerini iletti. Neler yapılması gerektiğini anlattı, İzzet Paşa’nın yeniden sadrazamlığa getirilmesini, kendisinin Harbiye Nezareti’ne (Savunma Bakanlığı) atanması talebinde bulundu.

Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almaması için bizzat Meclis-i Mebusan’a gedirek kulisler yaptı. Gruplar halinde milletvekilleri ile görüştü. Kendi lehlerine bir sonuç beklerken, kabine 19 Kasım'da büyük bir farkla güvenoyu aldı.


Enver Paşa ve Cemal Paşa

Büyük bir öfke ve hayal kırıklığı ile evine dönen M. Kemal Paşa, telefonla Yıldız Sarayını aradı ve padişah ile görüşmek istediğini iletti. M. Kemal, “hemen” görüşmek istiyordu, randevu 22 Kasım'a Cuma gününe verildi.

Cuma selamlığı sonrasında yapılan beşinci görüşme, Mustafa Kemal’e göre süre olarak “çok uzun”, içerik olarak “kısa” idi. Sultan Vahdettin hemen söze başladı:

- Ordunun kumandan ve subayları eminim ki seni çok severler. Onlardan bana bir fenalık gelmeyeceğine bir teminat verir misin?

- Ordunun aleyhinizde bir harekete giriştiğine dair bilgi ve hisleriniz mi var, efendim?

- Ordu kumandanları ve subaylarının Zat-ı Şahanenizle karşı karşıya gelmesi için bir sebep olabileceğini zannetmiyorum. Onun için, hiçbir kötülük gelmeyeceği noktasında bana güvenin.

- Yalnız bugünden bahsetmiyorum, bugünden ve yarından…

Görüşmenin sonunda padişah tekrar:

- Siz akıllı bir kumandansınız, arkadaşlarınızı aydınlatıp yatıştıracağınızdan eminim.

M. Kemal, ümitsiz ve üzgün bir şekilde huzurdan ayrıldı.

Son görüşme M. Kemal’in Dokuzuncu Ordu Müfettişliği görevine atanmasından sonra yola çıkmadan önce yapıldı.

Görevlendirmenin kapsamını M. Kemal, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi (Genelkurmay İkinci Başkanı) Diyarbakırlı Kazım Paşa ile birlikte yaptı. Gerektiğinde doğrudan “Sadrazam Paşa ile görüşebilir” şerhi düşüldü. Gösterilen neden “Samsun çevresinde Türkler’in Rumlar’a saldırılarının önüne geçilmesi”ni sağlamaktı.

Yapılan yetkilendirmenin sınırı ise geniş tutuldu. Üçüncü ve dört fırkalı olan Onbeşinci Kolordu müfettişlik emrine verildi. “Tarih Vesikaları” dergisinde yer alan belgeye göre, müfettişlik bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van, Erzincan, Samsun civarı olarak belirlendi. Dahası, Bu görevlendirmeye sınırı olan Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu da gerektiğinde kendisine bağlanacaktı.

Burada araya girip bir soruyu akıllara getirmek istiyorum. Samsun çevresindeki "bir grup çapulcu”yu bastırmak için bu kadar geniş yetkilendirmeye gerek var mıydı dersiniz?

Her ne ise…

M. Kemal, Samsun’a hareketinden önce bir kez daha (aynı zamanda son defa) huzura kabul edildi. Davet bizzat padişah tarafından yapıldı. Görüşme Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda gerçekleşti. M. Kemal’in ifadesiyle, “adeta diz dize denecek kadar yakın” oturularak yapılan bir kabul idi bu.

Boğaz’dan Yıldız Sarayı’na doğru dönmüş işgal güçlerinin topları altında gerçekleşen görüşmeyi M. Kemal Paşa şöyle anlatıyor:

- Vahdettin, hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı. “Paşa Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir."

M. Kemal, konuşmanın devamını şöyle anlatıyor:

- “Bunları unutun!” dedi. “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurarabilirsin!”

Bunun üzerine şu cevabı verir:

- Merak buyurmayınız efendim. Demek istediklerinizi anladım. Emriniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an bile unutmayacağım.

Artık bir daha birbirini hiç görmeyecek şekilde yolları ayrılacak olan iki ismin görüşmesi böyle bitti. Huzurdan ayrılırken, Padişah’ın son sözleri şu oldu:

- Muvaffak ol!

Kabulden çıktığında Naci Paşa, elinde bir küçük kutu uzattı. “Zat-ı Şahane’nin ufak bir hatırası” dedi. Kapağının üzerine Vahidettin isminin baş harfleri işlenmiş bir saat idi bu.

Paylaştığım bütün bu bilgileri “muhalifler” yazmıyor. Atatürk’ün hatıralarını bizzat kaleme alan Falih Rıfkı yazıyor. Tarihini ve günlerini yukarıda yazdım. İsteyen, biraz da Osmanlıcası olan açıp bakabilir.

Kısmet olursa bir gün de Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gizlice mi gitti yoksa daha farklı mı idi. Onu yazmak istiyorum. Resmi tarihçilerin yazdığı değil, yine bizzat Atatürk'ün kendi hatıraları olarak o tarihlerde Hakimiyet-i Milliye'de çıkan yazılardan özetleyerek...
NOT: Falih Rıfkı Atay, bu hatıralarını 1950'li yıllarda "Atatürk'ün Bana Anlattıkları" adıyla kitaplaştırdı. Pozitif Yayınları, ilgili bölümleri "Mustafa Kemal'in Ağzından Vahidettin" adıyla topladı ve geçtiğimiz yıllarda yayınladı. Bunları daha detaylı bir şekilde bulabilirsiniz.

Ünal TANIK / Haber 7
tanik@haber7.com

Ahmet Altan/Taraf

Atatürk

Tabii ki insanlar saçmalayabilirler.
Ama saçmalığı bir ideoloji haline getirip “herkes bu saçmalığı tekrarlamak zorunda” dediğiniz zaman sorun da başlamış demektir.
Can Dündar’ın “Mustafa” filmi fevkalade ciddi bir saçmalama yarışı başlattı.
Filmle ilgili şöyle eleştiriler okudum:
“Atatürk’ü kısa göstermiş.”
Eee, ne olmuş?
Uzun boylu muydu Mustafa Kemal?
Yoo, kısa boylu, ince sesli bir adamdı.
Onun bu fiziksel özellikleri, onun yaptıklarını ya da yapmadıklarını değiştirir mi?
“Atatürk’ü içki içerken gösteriyordu,” diyorlar.
İçmiyor muydu?
Sıkı içiciydi ve içiyordu.
Ne var bunda?
Tabii filmle ilgili asıl söylemek istedikleri şu:
“Atatürk’ün insani zaaflarını gösteriyor.”
Yok muydu Atatürk’ün insani zaafları?
Vardı ve çoktu.
Kimin yok ki?
Hepimizin var.
Mesele tam da burada işte.
“Atatürk sıradan fanilere benzeyemez, benzetilemez, o bizler gibi değildir.”
“Onun insani zaafları olamaz.”
Türkiye’nin çok önemli kilitlerinden birini çözecek soru burada karşımıza çıkıyor işte.
“Neden Atatürk’ü insanüstü biri gibi anlatmak istiyorsunuz bize?”
Niye onun önemli bir lider, tarihte yerini almış bir şahsiyet olması yetmiyor da, ona “tanrısal” bir görüntü yüklemek istiyorsunuz?
Bir insanı, bütün insani zaaflarından soyarak tanıtmak, ona bir tür “dinî dokunulmazlık” sağlamaya uğraşmak, “laiklikle” ne kadar bağdaşır, o da ayrı bir soru.
Her dinden insan için “peygamberi” kutsaldır, buna rağmen peygamberlerle ilgili filmler yapıldı.
Hatta Hıristiyanlar kendi peygamberleriyle dalga geçen filmler bile çektiler.
Bizde ise, Atatürk’e, neredeyse “peygamberlerin” bile sahip olmadığı bir “tanrısallık”, bir dokunulmazlık yüklemeye uğraşıyorlar.
Neden yapıyorlar bunu?
Çünkü Atatürk, bu ülkenin yaşadığı birçok çarpıklığın, çürümüşlüğün sorgulanmasını önleyen bir kalkan gibi kullanılıyor birçokları tarafından.
Atatürk’e “tanrısal” bir statü verip, onun arkasına saklanıyorlar.
Şu anda, halkı tarafından böyle algılanan ve böyle algılanması için çaba gösterilen bir tek “lider” var.
O da Kuzey Kore’nin yöneticisi.
Doğrusu ya, Atatürk’ün o adama benzetilmek isteyeceğini de hiç sanmıyorum.
Kendi yaptıklarını Atatürk’ün arkasına saklanarak yapmak isteyenler, saçmalıklarını gittikçe artırıyorlar.
Ne İskender, ne Napolyon, ne Lenin, ne Washington kendi halkları tarafından böyle değerlendirilmiyor.
Değerlendirilmemesi de gerekir.
Bu insanlar, özel yetenekleri olan liderlerdi.
Ama hepsinin de zaafları vardı.
O zaafların açıkça bilinmesine, söylenmesine rağmen hâlâ saygı görürler, halkları, insanları onları zaaflarıyla sever ve saygı gösterir.
Ya da sevmez ve saygı göstermez.
Atatürk bir diktatördü.
Bunu kendisi bizzat Fethi Okyar’a da söylemişti.
Katı bir adamdı.
Muhaliflerine karşı çok sertti.
Çok ihtiraslıydı.
Bir asker olarak kendisini çok mutlu edecek kadar büyük başarılara sahip değildi ve yaşadığı dönemde onu en çok kızdıran eleştirilerden biri “bir meydan savaşını bizzat kazanmamış olduğunun” söylenmesiydi.
Buna karşılık olağanüstü iyi bir örgütçü, dengeleri her zaman çok iyi gözeten yetenekli bir politikacıydı.
Kendi ilkeleri yoktu, duruma göre görüşlerini değiştirirdi, pragmatikti.
Kendine ait bir kuramı, derinliğine kapsamlı bir fikir sistemi bulunmuyordu.
“Bu, Mustafa Kemal’in kendi fikriydi, daha önce hiç söylenmemişti” diyebileceğiniz tek bir fikir bile bulamazsınız zaten.
Batılı bir hayat tarzını Türkiye’ye getirmek isterdi.
Ve o Batılı ülkeyi de kendisinin yönetmesini isterdi.
Bir asker olduğu için “emirlere” inanırdı.
Klasik Batı müziğini bile Türk köylüsüne emirle sevdirebileceğini sanmıştı.
Denemişti.
Bunu “iyi niyetli” bir şekilde yapmıştı, çünkü Sofya’da, Selanik’te, Berin’de gördüğü hayatın Türkiye’de de yaşanmasını istiyordu.
Sadece o hayatın nasıl şekillendiğini, hangi aşamalardan geçilerek o noktaya gelindiğini bilmiyordu.
Zorla şapka giydirip, zorla müzik dinleterek Batılı bir toplum yaratabileceğini sanıyordu.
Yaratılamazdı, yaratamadı.
Ama Kurtuluş Savaşı’nı çok iyi örgütledi, cumhuriyeti kurdu.
Liderliği ile ülkenin önemli bir dönemeçten geçmesini sağladı.
Bu gerçek değişmez.
Atatürk’ün zaafları bulunan bir insan olduğu gerçeği de değişmez.
Onun kurduğu cumhuriyetin hâlâ demokratikleşemediği gerçeği de değişmez.
Zaten gerçekleri değiştirmeye değil, o gerçekleri görmeye ihtiyacımız var.
O gerçekler görüldüğü zaman Atatürk’ün ne değeri eksilir ne de değeri artar, sadece onun arkasına saklananların asıl yüzü ve amaçları ortaya çıkar.
Esas korktukları da bu, onun için bu kadar saçmalıyorlar zaten.
Taraf

Atatürk’le İlgili Şok İddia


30 Ekim 2008 10:52
Atatürk’ün gerçek oğlu olup olmadığı tartışılan Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha konuştu ve ortaya tam anlamıyla şok iddialar attı.


Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, filme itiraz etti: “Babam 1908 doğumlu. Üç aylıktan itibaren o evde. 5 yaşında sünnet edildiğinde Zübeyde Hanım’ın yatağında çekilmiş sünnet fotoğrafı bile var”

Mustafa filminin yankıları sürüyor. Atatürk’ün 8 yaşında Van’da evlat edindiği anlatılan Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, filme itiraz etti: “Babam 1908 doğumlu. Üç aylıktan itibaren o evde. 5 yaşında sünnet edildiğinde Zübeyde Hanım’ın yatağında çekilmiş sünnet fotoğrafı bile var”

Can Dündar’ın yönettiği “Mustafa” filminde, Atatürk’ün 1916’da Doğu’da görevliyken 8 yaşındaki Abdürrahim’i evlat edindiği anlatılıyor ve Halep’te ikisinin birlikte çekildiği fotoğrafa yer veriliyor. Ancak, bu bilgilerin yanlış olduğunu iddia eden Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, VATAN’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. 62 yaşındaki Nuray Çulha ’Babam 3 aylıktan itibaren Atatürk’ün evindeydi“ dedi.

* Atatürk babanızı 1916’da evlat edinmedi mi?

Babam 1908 doğumlu. Atatürk’ün annesinin Kuran’ında yazıyor. Zübeyde Hanım, babamın doğum tarihini Kuran’a kaydetmiş. ”Abdürrahim 1908“ diye yazıyor. Bir de kızı Naciye’nin ölüm tarihini yazmış. Atatürk’ün Naciye isminde bir kızkardeşi ölüyor veremden. Onun ölümünden sonra Akaretler’deki eve geliyorlar.

* Yani 8 yaşından çok önce Atatürk ile birlikteydi.

Atatürk’ün babamla resmi 1917’de çekilmiş. Babam 1908’de doğduysa, 1917’de 9-10 yaşında oluyor. Babam kendini bildiği zaman Akaretler’de Atatürk’ün evinde buluyor. 3 aylıktan itibaren o evde.

* Babanız ne zaman evlat edinilmiş?

Evlat edinilmiş diye bir şey yok. Babamın Akaretler’deki evde sünneti yaptırılıyor. 5 yaşındayken sünnet yatağında çekilmiş resmi var.

* Yani kendi oğlu mu?

Ben böyle bir şeyi söylemeye söz sahibi değilim.

* Peki Atatürk ile resmi nasıl çekilmiş?

Atatürk annesi Zübeyde Hanım’ı Halep’e çağırıyor ve ’çocuğu da al gel’diyor.

* Neden çağırıyor?

1917’de kum fırtınasında kör oldu diyorlar. Anne çok üzülüyor. Atatürk telgraf üstüne telgraf çekiyor ve ’Bir şeyim yok. Ama müsterih olmak istiyorsan ’çocukla bana gel’ diyor. Kara trenle 10 günde Halep’e gidiyorlar. Oraya ulaştıklarında Atatürk ’Bak diyor gözüm görüyor, hiçbir şeyim yok’ diyor. Bir hafta kalıyorlar. Ordunun terzisi babama oranın yerel kıyafetini dikiyor. Atatürk ”Şimdi resim çektireceğiz, tam asker oldun ama tabancan yok“ diyor. Kendi tabancasını çıkarıyor ve babamın beline takıyor. O zaman fotoğraf makinesi bir tek ordunun doktorunda varmış. Doktor resmi çekiyor. Yani Halep’te evlatlık alınma diye bir şey yok. O zamana kadar zaten o evde yaşıyor, okullara gidiyor. Ben Atatürk’ün kızkardeşine babaanne derdim, onun arzusu üzerine.

* Neden?

Karıştırmayın. Bundan yıldığımız için babam gazetecilerden uzak durdu. Babamdan ne duyduysam onu söylüyorum. Babam öldüğünde güzel bir cenaze merasimi oldu Bebek Camii’nde. İstanbul Belediye Reisi Tayyip Erdoğan bana dedi ki ’Daha büyük bir camide daha güzel bir şekilde yapalım merasimi.” Ama babam istemedi. Ancak bilenler geldiler. Cenazede üniversite rektörleri ve çok basın vardı. Orada bana çok sual soruldu neden açıklamıyorsunuz diye ’Konuşmuyorum acım büyük Mete Akyol ile konuşun’ dedim.

‘AKARETLER’DEKİ EVDE İKİ BAKICISI VARDI’

Abdürrahim Tuncak ’ın kızı Nuray Çulha, babasının ilk olarak Akaretler’deki evde Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule Hanım ile birlikte yaşadığını söylüyor ve “2 tane de bakıcısı var. Birine Ayşe Abla derdi. Akaretler’deki evde otururken ilkokula gidiyor. Atatürk 1919’da Samsun’a çıkarken İngilizler öldürecekler diye o evi Şişli’ye taşıyor. Yani Şişli’deki ev ikinci oturdukları ev. Evin kirası 1 Lira olduğu için o sıra ödeyemeyecek durumdalar. Çünkü Atatürk Anadolu’da ve maaş yollayamıyor. O yüzden tekrar Akaretler’e geliyorlar” diyor. Bu fotoğrafta da Abdürrahim Tuncak, Zübeyde Hanım, Makbule Hanım ve bakıcılarıyla birlikte görülüyor.


18 Kasım 2009 07:35
İnönü: Dersim İbret Olsun
Dersim isyanıyla ilgili İsmet İnönü'nün Meclis tutanaklarına geçen konuşması vahşetin boyutlarını gösteriyor. İnönü Öymen gibi hararetli alkışlanıyor...

Dönemin Başvekili İnönü, Meclis konuşmasında Dersim'e müdahale için 'İbret olsun' demiş

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in çıkışıyla gündeme gelen Dersim isyanının bastırılma biçimi tartışmaya yol açtı. Aslında CHP'nin tavrı geçmişle bir farklılık arz etmiyor. Dersim isyanı bastırıldığında dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ydü. Meclis'teki tutanaklara göre İnönü, harekatın bitiminden 5 gün sonra 18 Eylül 1937'de yaptığı konuşmada, yaşananların, 'diğer vatandaşlara ibret olması temennilerini' iletiyor. İnönü'nün bu konuşması da aynı Öymen'de olduğu gibi CHP sıralarından hararetli alkışlar alıyor. Bölge insanını 'Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşiret.' şeklinde tarif eden İnönü, operasyon sonrası bilançoyu, "265 maktul, 20 yaralı, 27 yakalanmış ve müsademe esnasında 849 kişi teslim olmuştur." diye açıklıyor.

İşte tutanaklara geçen konuşma ve CHP'lilerin o dönemdeki tavrı:

"Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hâdise esnasında yaptığı takiblerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.

(Alkışlar...)

Kanun götüren ordu, jandarma neferlerinin, ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur.

(Bravo sesleri, alkışlar...)

Dün akşama kadar, Dersim harekâtının başından itibaren verilen zayiat subay: Bir şehid, dört yaralı; er: 28 şehid, 46 yaralı; bekçi: Bir şehid, bir yaralı. Arkadaşlar; Cumhuriyet kanunlarının hükümlerini yerine getirmek için aziz canlarını severek bu vatan uğrunda feda eden subay ve er vatan evlâtlarını huzurunuzda hürmetle yad ediyorum. Bu vazifeyi ifa etmek için bütün kudretlerini aşkla sarf eden Cumhuriyet ordusunun ve Cumhuriyet jandarmasının kumandanlarına, subay ve erlerine takdir ve şükranlarımızı ifade ettiğim zaman Büyük Millet Meclisi'nin asîl hissiyatını ifade etmiş olduğuna eminim.

(Bravo sesleri, alkışlar...)

....

Arkadaşlar; bütün bu harekât esnasında isyana iştirak eden, iğfal edilmiş zavallılarda da vuku bulan zayiatı olduğu gibi size söyleyeceğim. İsyana iştirak edenlerden 265 maktul vardır. 20 yaralı, 27 yakalanmış ve müsademe esnasında 849 kişi teslim olmuştur.

....

Bilerek, bilmeyerek, muhalefet yoluna sapıp kanunun şiddetli tedibatına maruz kalmış olarak hayatlarını kaybedenler hakkında da Büyük Millet Meclisi'nin teessürlerini ve bunun diğer vatandaşlara ibret olması temennilerini ifade ediyorum.

....

Cumhuriyet idaresinin kuvvetli olduğu kadar şefkatli ve adaletli olduğunu göstermek itibarıyla Tunceli hadisesi en son ve en mukni, bir misal olmuştur.

(Şiddetli alkışlar, bravo sesleri...)"
aktifhaber

Abdullah Muradoğlu
Yeni Şafak Gazetesi
Atatürk ve Masonlar..
22 Aralık 2009

Bazı okurlar, 1935'de Mason localarının neden kapatıldığını soruyorlar.

Hikayeyi tam olarak bilmiyoruz.

Bildiğimiz şu, Atatürk'ün talimatıyla Mason locaları bir kalemde faaliyetten men edildi.

Alın size bir gerekçe, bir postta iki sultan olmaz.

Hükümet ve parti içinde masonlar vardı ve ayrı bir organizma olarak görünüyordular.

1935'te Meclis'te bulunan CHP Van Milletvekili İbrahim Arvas'ın aktardığına göre Atatürk eski Adalet Bakanı Esat Mahmut Bozkurt'tan CHP Grubu'nda Masonlar aleyhinde bir konuşma yapmasını istedi.

O konuşma Mason localarının kapatılacağının bir işaretiydi.

Masonların Cumhurreisi Atatürk nezdindeki girişimleri de sonuçsuz kalmıştı.

Arvas, Atatürk'ün localara izin vermesini isteyen grubu hakaret ederek makamından kovduğunu belirtir.

Tartışmanın detayını merak edenler İbrahim Arvas'ın "Tarihi Hakikatler" isimli kitabına bakabilirler.


* * *
Gelin bu hikayeyi bir de Mason üstad-ı azamı Kemalettin Apak'tan dinleyelim.

Türkiye'de Masonluğun tarihi üzerine bir kitap yazan Apak, Mason localarının 1935 Ekim ayında birdenbire faaliyetini durdurmak gibi bir emr-i vakiyle karşı karşıya geldiğini belirtir.

"Bu elemli hadise için verilecek kati hükmü tarihe ve gelecek mason nesillerine bırakmak belki daha doğru olacaktır" der..

Apak, Mason localarının kapatılmasında diktatoryal ve totaliter zihniyetli bazı yabancı memleketlerdeki komünist ve faşist rejimlerinin o zamanlar takip ettikleri Masonluk aleyhtarı politikalarının serpintilerinden alınan ilhamların da etkili olduğunu ifade eder.

Dr. İsmail Hurşit, Emlak Bankası Direktörü Muhittin Osman Omay, Dr. Fuat Süreyya Paşa, Muhip Kuran, Devlet Şûrâsı Reisi Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve milletvekili Dr. Rasim Ferit'ten teşkil edilen bir Mason heyeti Ankara'da Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ile görüşür.

Şükrü Kaya da bir Masondur.

Şükrü Kaya, Masonlar tarafından sürdürülen sosyal ve kültürel faaliyetlerin bir süreden beri "Halk Evleri" tarafından yapılmakta olduğunu belirterek, Masonluk faaliyetlerinin tatil edilmesine partice karar verildiğini bildirir.

Elden gelen bir şey yoktur, hükümet bu kararı uygulamak zorundadır.

Masonlara ait binalar da Halk Evleri'ne devredilecektir.

Masonlara başkaca hiçbir yol bırakılmadığından o görüşme esnasında hazır tutulan bir beyanname heyete imzalatılır.


* * *
Mason Localarına son veren beyanname 10 ekim 1935'te "Anadolu Ajansı" tarafından radyolara servis edilir.

Beyannamede Türk Mason Cemiyeti'nin gönüllü olarak faaliyetlerine son verdiği ve dernek mallarının de Halk Evleri'ne bağışlandığı belirtiliyordu.

"Cumhuriyet" gazetesinde locaların kapatılması talimatının, CHP'nin son fırka programında yer alan "Kökü dışarıda bulunan teşekküller memleketimizde yer bulamayacak" şeklindeki bir maddesine dayandırıldığı da yazıldı.

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya da gazetelere verdiği demeçte, "Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programında dahil olduğunu görerek kendi teşkilatlarını kendileri feshetmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alakası yoktur" diyecekti.

Gerçeğin böyle olmadığını Mason üstadı Kemalettin Apak "Türkiye Mason Derneği" tarafından basılan ve sadece üyelere dağıtılan kitabında anlatıyor.

Apak'ın anlattığına göre İstanbul, Ankara ve İzmirdeki güzel lokal binaları elden gitti, sütunlar yıkıldı ve avadanlıklar darmadağın oldu.

Velhasıl, Masonlara göre locaların kapatılması politik bir tavizin sonucudur..

Yani Masonlar, aleyhlerindeki tezvirat nedeniyle harcanmıştır.


Masonlara müjdeyi veren İngiliz Kralı'ydı..

Mason locaları İsmet Paşa devrinde, 1948'de yeniden açıldı.

Peki mason locaları 1935'den 1948'e kadar uykuya yatmış mıydı?

Kemalettin Apak'ın anlattığına bakarsak, kısa bir süre için uykuya yattığı söylenebilir.

Ama Masonlar evlerde, lokantalarda ve gazinolarda toplanmaya devam ettiler.

Localar kapanmıştı lakin "Mason Yüksek Şûrâsı" faaliyetteydi.

Mesela 16 mason, 1935 ve 1947 yılı arasında "33. Derece"ye terfi ederek Mason Yüksek Şûrâsı'na alınmıştı.

Masonlar bir yandan da locaların yeniden açılması için hazırlık yapıyorlardı.

Başta İtalya ve Almanya olmak üzere bazı ülkelerde de Masonlar zor durumdaydılar.

Bu konuda Amerika'daki ve İngiltere'deki Masonlardan da müjdeli haberler gelmekteydi.

Mesela 1943'te İngiliz Kralı VI. George "İngiltere Birleşik Büyük Locası Üstad-ı Azamlığı"na getirilmesiyle ilgili törende bir nutuk çekmişti.

Kral George, Mason localarının kapatıldığı ülkelerde locaların yeniden kurulması gerektiğini bildiriyordu.

Haber Anadolu Ajansı tarafından da duyurulmuştu.

Yabancı ülkelerdeki Masonların rehberliğe ve yardıma ihtiyaç duyduklarını belirten Kral George bakın neler söylemiş:

"Farmasonluğun dağıtıldığı veyahut faaliyetlerine nihayet verildiği memleketler de vardır. Bu hal, bu teşekküllerin tarihinde kederli bir safhadır. Şundan şüphem yoktur ki, şartlar elverdiği zaman dünya büyük locası farmasonluğun yeniden kurulması için yardımını yapacak ve farmasonluğun geçirmiş olduğu nekbet devresinden daha ziyade kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır.."

Türkiye'de o gün 5 Şubat 1948'de geldi.

Masonlar, "Türkiye Mason Derneği" unvanıyla yeniden ve resmen faaliyete geçiyordu.

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Milli Mücadele'de çalıştı, Atatürk'e ihanetten asıldı

Milli Mücadele'de Mustafa Kemal'in yanında yer aldı. İttihat Terakki içindeki aykırı dikendi. İçişleri Bakanlığı da yaptı, vatana ihanetten hapis de yattı. İsmail Canbulat, sonunda Atatürk'e suikast iddiasıyla idam edildi
Abdullah Öcalan Meclis'te grubu bulunan bir lider olduğunu ispatladı. Bugüne kadar 'Biz PKK'dan ayrıyız' diyen DTP'liler de bu durumu resmen kabul etti. Oysa biraz geriye gidin ve Abdullah Öcalan'ın yakalandığı 1999'un 15 Şubat'ını düşünün. Veya mahkemede cam kafes ardındaki halini hatırlayın. Herkes intikam hissiyle dolmuş, asılmasına kesin gözüyle bakıyordu. Şimdi ise ülkenin bölünmesini istemeyen bir kanaat önderi sanki. Artık kimse Öcalan'ı önümüzdeki yaz, çok istediği Ankara Sakarya'da bira içerken görürse şaşırmasın. Şunu demeye çalışıyorum. Tarih öyle aldatmacalı bir oyundur ki kime ne zaman ne rol vereceği hiç belli olmaz. Birkaç yıl önce hain dediğinize birkaç yıl sonra kahraman veya devlet adamı dersiniz. Ya da tam tersini... Konjonktür, iktidar, dış dengeler bütün bildiklerinizi altüst edebilir. İşte size tarihten şahane bir örnek: İsmail Canbulat.
İsmail Canbulat, 1926'da Atatürk'e suikast girişiminden asıldı. Oysa çok değil, 6 yıl önce Atatürk'ün en yakın arkadaşı ve sırdaşı olarak Milli Mücadele planları yapıyordu. 'Devrim önce çocuklarını yer' tekerlemesine kulak asmadan söylüyorum. Bugün kahraman dediğinize, yarın ne diyeceğinizi siz değil, kudret tanrısı belirler. Gelelim bir kahraman, bir hain sayılan İsmail Canbulat'ın dramatik hikayesine...

CUMHURİYET'E KARŞIYDI
Tam adı İsmail Hakkı Canbulat'tı. Büyük Çerkes sürgününde Anadolu'ya göç etmiş Hatko aşiretindendi. (Ömer Seyfettin ve Behice Boran'ın eşi Nevzat Hatko gibi birçok tanınmış isim de İsmail Canbulat'la aynı aşiretin mensubuydu) TBMM'ye verdiği tercüme-i hal kağıdına bakacak olursak, 29 Ekim 1880'de doğdu. Garip bir tesadüf Cumhuriyet ile meselesini çözemeyen biri olarak doğumu Cumhuriyet'in kurulacağı 22 Ekim'e denk geliyordu. Bir parantez açarsam Cumhuriyet'le meselesi olduğu iddia edilen liderlerin çoğu 29 Ekim doğumludur. Abdullah Gül, Necmettin Erbakan da öyle...

KULELİ ASKERİ LİSESİ ÇIKIŞLI
İsmi konusunda da halen tartışma sürüyor. Kimi Canpolat, kimi Canbulat diyor. Soyadı Kanunu çıkmadan öldüğü için tercüme-i hal kağıdını temel almak ve Canbulat demek en doğrusu olacak. İsmail Canbulat, Jandarma Binbaşı Cemal Bey'in oğludur. Önce Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'ne ardından Kuleli Askeri Lisesi'ne gitti. Kendi kuşağının birçok üyesi gibi o da Selanik ve Manastır'da görev yaptı. Özgürlükçü fikirlerle bu yıllarda tanıştı. İttihat Terakki'nin kuruluşunda görev aldı.

MEBUSKEN HAPSE DÜŞTÜ
Adını, Selanik Merkez Kumandanı Nazım Bey'e yönelik suikast girişimiyle duyurdu. Plana göre Enver Paşa, aynı zamanda eniştesi olan Nazım Bey'den randevu alacak, İsmail Canbulat ise odasına girip görüşecekti. Bu sırada bahçeye sızan Mustafa Necip de Nazım Bey'i silahla öldürecekti. Her şey tam planlandığı gibi yürüdü. Enver Paşa, ısrarla İsmail Canbulat'ı Nazım Bey'in yanına götürdü ve Mustafa Necip'in bahçeden açtığı ateşle Nazım Bey vuruldu. Ama seken kurşunlardan biri İsmail Canbulat'ın da kasığına saplandı. Kimse bu tertibin içinde onun da olabileceğini düşünmedi. Bu olay Meşrutiyet'in fitilini ateşledi.
Osmanlı'da 1908 yılında yaşanan büyük isyanının başrolünde o da vardı. 1909'da Adalar Kaymakamı, 1912'de ise Meclis-i Mebusan'da İzmit Mebusu olarak görev aldı. 1913'e yani, ünlü Bab-ı Ali Baskını'na kadar İttihat Terakki iktidardaydı ama muktedir değildi. İttihat Terakki'nin ipleri eline 1913'ten sonra aldı. İşte 1912 yılında Ahmet Muhtar Paşa, İttihatçı tevkifatına başladı. Canbulat, gözaltına almak için gelen inzibat erini vurdu. Er ölmüştü ama diğer ekip Canbulat'ı gözaltına almayı başardı. Canbulat, Bekirağa bölüğüne kondu. 4 yıl öncesinin hürriyet kahramanı ve şimdinin mebusu artık bir katil olarak cezaevindeydi. İsmail Canbulat'ın hapsi kısa sürdü. İttihatçılar birer ikişer Bekirağa'dan kaçmaya başladı. Zaten 1913 başında yapılan Bab-ı Ali Baskını ile de tamamı dışarı çıktı.

ARANIZDA BİR DİKEN GİBİYİM
Peki, sonra ne oldu dersiniz? İsmail Bey Emniyet Müdürü oldu. Bitmedi; sonra İstanbul Valisi ve Stokholm Büyükelçisi, 30 Temmuz 1918'de ise Dahiliye Vekili yani İçişleri Bakanı oldu. 2 ay 10 gün bakanlık koltuğunda oturdu. Kuruluşundan itibaren çelik bir İttihatçı'ydı ama ne Enver Paşa ile ne Cemal Paşa ile ne de Talat Paşa ile bir türlü uzlaşamadı. Cemal Paşa'nın rüşvet yediğini ve kabineden uzaklaştırılması gerektiğini söyledi. Cemal Paşa çok sert tepki verdi ve 'Seninle her türlü münasebetimi kesiyorum, artık hasımız' diye mektup yazdı. Enver Paşa'ya muhalefet etti. Talat Paşa'ya söylediği 'Aranızda bir diken gibiyim' aslında durumunu anlatıyordu. Talat Paşa gerçi 'Ama tatlı bir dikensin' diyerek İsmail Canbulat'ın gönlünü almıştı.

YOLLAR AYRILIYOR
Ama elbette Canbulat da İngilizlerin takibinden kurtulamadı. Hakkında yapılan ihbarlar sonucu bir kez daha tutuklanarak, Bekirağa'nın yolunu tuttu. Oradan kendi gibi 144 sanıkla beraber Malta'ya sürgün edildi. 2692 no'lu tutuklu olarak Malta'da yatarken İngiltere Başbakanı Lloyd George'a bir mektup yazdı ve 'Ne İngiltere'ye ne de başka bir devlete verilecek hiçbir hesabım yoktur' dedi. 1921'de diğer Malta sakinleriyle beraber Ankara'ya döndü. Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Bu kez İstanbul Mebusu'ydu. Ama tahmin ettiğiniz gibi muhalefet cephesinde yer aldı. Önce 2'nci grupta, ardından 1924'te kurulan Terakkiperver Fırkası'nda yer aldı. Artık Atatürk'le yolları iyiden iyiye ayrılmıştı.

ARKADAŞI YARGILADI
Ama asıl büyük ayrılık, 1926'da Atatürk'e düzenlediği iddia edilen suikast girişimiyle oldu. Yakalananlar arasında o da vardı. Peki, yargılamayı yapan kimdi? 'Kel Ali' lakabıyla ünlü, Ali Çetinkaya. Mahkeme Başkanı sıfatıyla onu yargılayan Kel Ali'ye ilk silah eğitimini o vermişti. Dahası Ayvalık ve bölgesinde Milli Mücadele'yi örgütleme görevini Kel Ali'ye, İsmail Canbulat vermişti. Malta'da da sürgünde beraber yatmışlardı. Kel Ali, İzmir'deki dava boyunca eski silah arkadaşını hiç tanımadı. Sanki ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi sorular sordu. İsmail Canbulat suikasttan haberinin olmadığını söyledi. Mahkeme boyunca yüzünde hep bir tebessümle oturdu. Kel Ali 'Bütün İttihatçıların Mason olduğu söyleniyor, ne diyeceksin?' diye sorduğunda İsmail Canbulat yine tebessümle kinayeli bir cevap verdi:
-Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum.

GAZİ PAŞA ŞAHİDİMDİR
İsmail Canbulat elbette Mason'du. Savunmasında bütün iddiaları reddetti. Mahkemede, 'Ben Şükrü Bey gibi Kara Kemal'in arkadaşıymışım. Savcıdan başka hiç kimse, bunu bilemez. Beni tanıyan kimse buna inanmaz. İlkeleri olan, özgür düşünceli bir kişiyim. 'Kara Kemal'in adamıdır dolayısıyla suikasttan haberlidir' diyorlar. Kara Kemal ile ilişkim azdı, bir buçuk yıldır ise hiç yok. Sultan Vahideddin'in öldürülme teklifini reddettiğimi, Gazi Paşa'nın kendisi bilir. Suikast girişimine karşı olduğuma şahit olarak Gazi Paşa'yı gösteriyorum' diye ifade verdi. Ali Çetinkaya, İsmail Canbulat'ın yargılamasını Ankara'ya bırakmadı, idam kararı verdi. İdam sahnesi ise oldukça dramatikti. 14 Temmuz 1926 günü kurulan idam sehpasının önüne gelen İsmail Canbulat şaşırtıcı ölçüde soğukkanlıydı. Hiçbir şey yokmuş gibi ağır ağır yürüdü ve ipin önüne geldi. Cellat gözlüğünü almak isteyince çıkıştı: 'Bırak gözlüğümü vazifene bak!' Atatürk, gerçekten yakın arkadaşı İsmail Canbulat'ın bu suikast işinin içinde olduğuna inanıyor muydu? Bence hayır. Elinde net bir bilgi yoktu. Ama İsmail Canbulat'ın isterse neler yapabileceğini çok iyi biliyordu. O yüzden idamını istedi. İsmail Canbulat'ın hikayesi böyle... Bu gözü kara İttihatçı, asker ve devlet adamı, politikacı, bürokrat bir hain mi yoksa kahraman mı?

http://www.aksam.com.tr/2009/12/27/yazar/15635/gurkan_hacir/milli_mucadele_de_calisti__ataturk_e_ihanetten_asildi.html

Ata'nın Çanakkale'deki İlk Fotoğrafı
Atatürk'ü Çanakkale Savşı'nda gösteren ilk fotoğraf karesi ortaya çıktı.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ahmet Esenkaya, Atatürk'ün Çanakkale Savaşları sırasında medyada ilk kez yer alan fotoğrafına ulaştığını bildirdi.

Esenkaya, “Çanakkale Savaşları Sırasında Türk Basınında Mustafa Kemal” adlı araştırmasını tamamladığını söyledi.

ATATÜRK OTOMOBİLİN İÇERİSİNDE
Atatürk'ün, dönemin Donanma Mecmuası adlı derginin 27 Ekim 1915 tarihli sayısında, cephede Anafartalar Komutanı olduktan sonra kendisine tahsis edilen bir otomobilin içinde görülen ilk fotoğrafının yer aldığını belirten Esenkaya, ancak fotoğrafın altında ismine yer verilmediğini ifade etti.

FOTONUN ALTINDA NE YAZIYOR
Ahmet Esenkaya, 29 Ekim 1915 tarihli dönemin saygın gazetelerinden Tasvir-i Efkar'da da Atatürk'ün bir fotoğrafına yer verildiğini, fotoğrafın altında ise şu ifadelerin bulunduğunu kaydetti:

“Çanakkale Deniz Savaşları'nda olağanüstü yararlılık gösteren, olağanüstü şeref ve şanlı muharebe yapan, boğazları, halifelik makamı olan İstanbul'u kurtaran komutanlarımızdan güçlü, hamiyetli, saygın Albay Mustafa Kemal Beyefendi.”



Esenkaya, bu fotoğrafın yayımlanmasının ardından Enver Paşa'nın son derece kızdığını, gazetenin sahibi Yunus Nadi'ye, milletvekili olduğu için bir şey diyemediğini, ancak bazı gazete görevlilerini hapsettirdiğini ve birkaç gün gazeteyi kapattırdığını anlattı.

ATATÜRK'TEN HİÇ BAHSEDİLMİYOR
Donanma Dergisi'nin “Şen Satırlar” adlı 9 Aralık 1915 tarihli sayısında İstanbul'dan Gelibolu Yarımadası'na gelen ayan ve milletvekilleri heyetinin Atatürk ile birlikte çekilmiş 4 fotoğrafının kullanıldığını, ancak Atatürk'ün adından hiç bahsedilmediğini anlatan Esenkaya, şu bilgileri verdi:

“Bu olay, dönemin politik düşüncesini yansıtıyor. Ama konu Harp Mecmuası'na gelince iş değişiyor. Propaganda amaçlı, Enver Paşa'nın emriyle çıkarılmış Harp Mecmuası'nın 1915 yılı aralık ayı sayısında 3'te 1 boyutta 'Anafartalar Kumandanı Miralay Mustafa Kemal' altyazılı temiz bir fotoğraf yayımlanıyor.”

Esenkaya, yine Harp Mecmuası'nın 4'ncü sayısının kapağında, Gelibolu Yarımadası'ndaki Kireçtepe'de gazi askerlerin mermilerle yaptığı anıtın önünde Atatürk'ün yer aldığı fotoğrafın altında ise “Çanakkale'de Kireçtepe'de büyüklüğüne söz bulunmayan, her an canlarını feda eden o mübarek şehitler yatar” diye bir ibarenin yer aldığını, Atatürk'ün isminden hiç bahsedilmediğini söyledi.

Bu çalışmasıyla ilk kez Mustafa Kemal Atatürk'ün medyadaki görünümünü ve şöhretini ortaya koyduğuna işaret eden Esenkaya, Enver Paşa'ya rağmen Atatürk'ün Çanakkale'de yakaladığı şöhrete ve medyada yer almasına kimsenin engel olamadığını sözlerine ekledi.
aktifhaber

ATATÜRK O SANATÇILARA NEDEN KIZMIŞTI?
Soner Yalçın
07.08.2010



(..)

Cemal Granda, Atatürk’ün hizmetkarıydı.
12 yıl Atatürk’ün yanında çalıştı.
1959’da anılarını kaleme altı: “Atatürk’ün Uşağı İdim.”
Atatürk ile Muhsin Ertuğrul arasında geçen gergin bir olayı bakın nasıl anlatıyor:
“1931 yılındaydık.
Bir gün Dr. Reşit Galip yanına Muhsin Ertuğrul’u alarak Çankaya’ya gelmişti. Şehir Tiyatrosu haline dönüştürülen ‘Darülbedayi’ on beş kişiyi geçmeyen kadrosuyla çıktığı Anadolu turnesinde, ilk durak olarak Ankara’da bulunuyordu. Sofrada henüz herhangi bir konuda konuşma açılmadan Atatürk, Muhsin Ertuğrul’a dönerek:
‘-Faruk Nafiz Çamlıbel’in yazdığı ‘Akın’ piyesini nasıl buldunuz?’ diye sordu.
O sırada devrimi yayacak ve yerleştirecek ulusal yapıtlara şiddetle ihtiyaç vardı. Devrimci yazarlar, edebiyatçılar kollarını sıvamışlar, gece gündüz uğraşıyor, modern Türkiye’nin devrimlerini destanlaştırmağa çalışıyorlardı.
İşte Faruk Nafiz’in Türk tarihini konuşturan ‘Akın’ piyesi de, ‘Kahraman’ piyesi gibi Atatürk’ün emriyle yazılmış, Ankara Türk Ocağı binasında Necmi Dilmen, Halil Vedat Fıratlı ve Münir Hayri Egeli’nin gözetiminde İsmetpaşa Kız Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerine oynattırılmıştı. ‘Akın’ Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya göçünü, yayılıp genişlemelerini anlatan bir destandı.

Muvaffak olamazsın

Sahne yapıtlarıyla yakından ilgilenen Atatürk, ulusların kendi tarihlerine önemli yerler ayırmaları gerektiğini söyler ve çok köklü bir geçmişe sahip olan Türk Tarihi’nin destanlaştırılmasını isterdi. Behçet Kemal Çağlar’ın ‘Çoban’ piyesi de, bu amaçla yazılmıştır.
Atatürk, ‘Akın’ piyesinin Ankara’daki temsilini görmüş ve beğenmişti. Muhsin Ertuğrul ise henüz görmemişti. Kendisine yazılı metin verildi. Atatürk, Muhsin Ertuğrul’dan şunu istedi:
‘-Biz bu eseri sizin sahneye koymanızı ve sizin sahnenizde oynanmasını istiyoruz.’
‘-Eseri henüz incelemedim, sadece baş sayfalarına şöyle bir göz gezdirdim.’
‘-Öyleyse hemen bu eserde yazılı olan mısralardan en güç konuşulanı, bize sahnedeymiş gibi lütfediniz.’
‘-Paşam, nasıl balıklar sudan çıkınca yaşayamazsa, biz de sahneden başka yerde ne konuşabilir, ne yaşayabiliriz.’
Bunu bir artist kaprisi sanan Atatürk gücendi, hatta öfkelendi. Israr ve tartışmalar uzadıkça uzadı. (…)
Artık sofra paydos olmuştu. Giderlerken Atatürk, Muhsin Ertuğrul’a dönerek:
‘-Sen bu eserde muvaffak olamayacaksın’ dedi.
Muhsin Ertuğrul gülümseyerek:
‘-Muvaffak olmaya çalışırım Paşam.’
‘-Şimdi seninle bahse girelim. Piyesi gelip seyredeceğim. Ama dikkat et. Rolünü iyi oynayamazsan seni bizzat ben tenkit edeceğim, kötü bir aktör olduğuna inanacağım. İyi oynarsan o zaman da gerçek bir sanatçı olduğuna inanacağım.’
Muhsin Ertuğrul bu bahsi kabul etti.
Konuklar gittikten sonra Atatürk salondan yatak odasına çıkarken İbrahim’le bana döndü. Anlaşılan konunun hala etkisi altındaydı:
‘-Bu eseri size versem daha iyi yaparsınız. Bu adam bu işi yapamaz’ dedi.
‘-Paşam bu adam bu işi yapar’ diye karşılık verdim. ‘Hem bu millet Muhsin Ertuğrul’u sever’ deyince bana kızarak, ‘Maskaralığını sever’ dedi ve daha fazla bir şey konuşmadan yatmaya gitti.

Çetin bir sınav

Muhsin Ertuğrul olayının üzerinden üç ay geçmişti. Bir kış mevsimi Ankara’dan İstanbul’a gelmiştik. Tepebaşı’ndaki Şehir tiyatrosu’nda Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Akın’ piyesi temsil ediliyordu.
Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları 1932 yılının ilk ayında ‘Akın’ı oynamak üzere hazırlığa başlıyorlar. Dekorlar yapılıyor, kostümler dikiliyor, roller dağıtılıp ezberleniyor. Piyeste Türk Hakan İstemi Han’ı Muhsin Ertuğrul canlandırıyordu. Öteki rollerde İ.Galip Arcan, Emin Beliğ, Hüseyin Kemal Gürmen, Talat Artemel, Neyyire Neyir, Şaziye Moral ve Zehra vardı.
Provalar ilerlerken Atatürk birkaç kez piyesin hazır olup olmadığını sormuştu. Eser oynanacak hale geldikten sonra temsillere başlanabileceği Atatürk’e bildirilmişti.
Şubat ayının ilk haftasında ‘Akın’ oynanmaya başladı.
Başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere piyeste rol alan sanatçılar büyük bir heyecan içindeydiler. Tiyatrolarına gelecek Atatürk’ün önünde çok çetin bir sınav vermeye hazırlanıyorlardı.
Atatürk’ün her işte olduğu gibi sanat işlerinde de çok titiz, ince eleyip sık dokuyan, ufak tefek başarılarla kendisini memnun etmeye imkan olmadığını çok iyi bilen, bir yıl önce kendisiyle tutuştuğu bahsi aklından çıkaramayan Muhsin Ertuğrul, en ufak bir falso bile yapmamak için ‘Akın’ı kusursuz oynamaya çalışıyordu.

Atatürk ağlıyor

1932 yılının 19 Şubat akşamı Atatürk’ün ‘Akın’ piyesini görmek üzere, birkaç yıl önce bir yangında kül olan Tepebaşı Dram Tiyatrosu’na gelişi başlı başına bir sanat olayı, Türk tiyatrosu için de tarihsel ve unutulmaz bir gecedir.
Muhsin Ertuğrul, Atatürk’ün onuruna sahnenin tam karşısına düşen iki locayı birleştirmiş büyük bir loca meydana getirmiş ve süslemişti. İşte bu şeref locasında Atatürk’ün tam arkasında bulunuyordum. (…)
Temsil ilerledikçe Atatürk’ün ilgisi artıyor, bakışları yumuşuyor ve ilk perde kapanmak üzereyken yanaklarından iki damla gözyaşı süzülüyordu.
Perde kapandıktan sonra en değerli alkışlar Atatürk’ün locasından yükseliyordu.
Temsilden sonra Atatürk, Muhsin Ertuğrul ve üç arkadaşını locaya çağırıp kutladı. Muhsin Ertuğrul’un yüzünü bir mutluluk halesinin çevirdiğini fark ettim. Çok heyecanlıydı.
Atatürk’ün ‘muvaffak olamayacaksın’ dediği bir piyesten yüzünün akıyla çıkmıştı. Nasıl sevinmesin?
Atatürk güzel sözlerle sanatçıların gururunu okşarken Muhsin Ertuğrul’a şöyle dedi:
‘-Bahsi kazandın. Sen bizim en değerli sanatkarımızsın.’”

Söz sırası Muhsin Ertuğrul’da

Muhsin Ertuğrul “Benden Sonra Tufan Olmasın” adlı anı kitabında bakın o günlerle ilgili ne yazdı:
“Bugün, 11 Nisan 1963.
Şöyle bir otuz üç yıl öncesine dönersek, kendimizi, tiyatro alanındaki güçlükle inanacağımız gerçeklerle yüz yüze bulacağız.
O günlerde gittikçe azalıyorduk. Kısa sürede iki yüz hevesliden belki yirmiye inmiştik. Arkadaşların çoğu tiyatrodan çekiliyor; kimi milletvekili, kimi avukat kimi doktor oluyordu. Sanatın ağır yükü; geçimin katı ve kuru kaynağı sanatçıların ömürlerini törpülüyordu. Çoğumuz hastalanıyor, devrili devriliveriyordu. İşin kötüsü bizden sonraki kuşak tiyatroya aşırı istek duymuyordu. Bütün bunlar bizi kara kara düşündürüyordu: Ne yapsak da tiyatronun kaynağını kurutmasak, yeni yeni sanatçılar üretsek diye.
Bu amaçla beşi kadın on beş erkek Tepebaşı salaşına sığındık. Gece gündüz demeksizin maden işçileri gibi aylarca gün ışığı görmeden ciğerlerimize temiz hava çekmeden günde onaltı saat çalıştık. (…)
Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin gösterilere gelmesi bizim için en büyük armağan oluyordu.(…)
‘Benim ta ataşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Şimdi ben Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi yardım istersiniz?’
O anda Gazi Hazretleri’nin engin gözlerine baktığım zaman, ülkenin olduğu kadar tiyatronun da ileri günlerini düşündüm. Geçmişin değil geleceğin önemini anımsadım.
‘Bir tiyatro mektebi istiyorum Paşam’ diyebildim.
Gazi Hazretleri vaktin geç olmasına karşın hemen Başbakan İsmet (İnönü) Paşa’ya haber göndertti ve çağırttı.
‘Paşam sizi rahatsız ettim, fakat mühim bir hususu size arz etmek istiyoruz’ diye beni tanıştırdı.
Bana da ‘haydi, isteğinizi Paşa’ya tekrarlayın’ buyurdular.
‘Bir tiyatro mektebi istiyoruz Paşam’ dedim.
O akşam Gazi Hazretleri genç Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen bütün önde gelenlerinin ortasında, Türk tiyatro sanatçıları için cömertçe dağıttıkları bin bir iltifattan sonra, söyledikleri sözleri şöyle bitirmişlerdi:
‘Efendiler! Hepiniz me’bus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz fakat sanatkar olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.’”
Fazıl Say işte bu çocuklardan biridir…

MÜNİR NURETTİN’İN PLAKLARINI TRENDEN ATTI

Kemal Ulusu’ya söz vermiştim.
Babası, Atatürk’ün “Kütüphanecisi” Nuri Ulusu’nun anılarından oluşan “Atatürk’ün Yanı Başında” kitabını okuyup görüşlerimi söyleyecektim.
Sözümü tuttum, hemen okudum.
Kitap okurken satır altlarını çizerim; cümlelere yıldızlar koyarım, sayfa boşluklarına notlar alırım; sayfaları alttan ya da üstten katlarım; yani kitabın “canını” çıkarırım.
Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun kitabını bitirdikten sonra baktım ki çizilmemiş, bükülmemiş, notlar yazılmamış sayfa bırakmamışım! Ne çok bilgi sahibi olmuşum.
Bunlardan birini sizinle paylaşmak istiyorum.
Atatürk’ün Kütüphanecisi Nuri Ulusu anlatıyor:
“Atatürk, Münir Nurettin Selçuk Bey’i sever ve takdir ederdi.
Atatürk ile Münir Nurettin arasına, aşağıda anlatacağım, benim bizzat yaşadığım bir olayla bir müddet soğukluk girmişti.
Bir tren seyahatimizde yanında Fahrettin Altay Paşa vardı. Kompartımanında sohbet ediyorlardı.
Bir ara kahvelerini istediler, gönderildi; o ara beni de çağırtmışlar, hemen gittim. Bir iki kitap istedi ve de ‘Gramofona bir plak koy da dinleyelim’ dedi. Ben de öylesine Münir Nurettin Bey’in bir plağını alıp koydum. Daha ilk sesi çıkar çıkmaz, ‘çabuk kapat bunu, yerine başka koy hemen’ dedi.
Çok şaşırmıştım, ama hemen arayıp bulup Safiye Ayla’nın bir plağını koyuverdim.
‘Tamam, güzel oldu şimdi” dedikten sonra ilave etti: “Bak bakalım Münir Nurettin’in ne kadar plağı varsa, hepsini çıkart ve bana ver.’
Hemen baktım, galiba üç dört plağı vardı, aldım kendisine verdim. ‘Camı aç’ dedi, açtım ve hem Paşa’nın ve hem de bizlerin şaşkın bakışları arasında, plakları camdan tek tek fırlatıp attı ve ‘Oooohhh bee’ dedi.
Sonra aynen sohbete, plağını dinlemeye ve de zevkle kahvesini içmeye devam etti.
Seyahatimiz bitti. Ankara’ya döndük.
Ama bizde bir merak bir merak.
Bir gün fırsatını bulduk. Çok keyifli bir günündeydi.
Zaten pürüzlü bir durum varsa böyle keyifli anlarını beklerdik.
(Sofracısı) İbrahim’le beraber bir ara yanındayız, sen sor, ben sorayım derken İbrahim benim çok ısrarımla soruverdi. ‘Paşam o gün trende Münir Nurettin plaklarını camdan neden attınız, çok merak ettik.’
Gülmeye başladı, ‘Çok mu merak ettiniz? Peki, anlatayım’ dedi.
‘Ters bir anıma geldi herhalde, o sıralarda ona biraz kızmıştım ama yapmamalıydım. Siz hatırlıyor musunuz, hani bir gece Dolmabahçe’ye gelmişti. Sofrada güzel güzel şarkı terennüm ederken ben de o gece çok keyifliydim, söylediği şarkılara eşlik ediyordum ki, bir müddet sonra şarkısını kesti ve yanıma gelip kulağıma doğru kimsenin duymayacağı şekilde, ‘Lütfen, benimle beraber söylemeyiniz, şarkıyı bozuyorsunuz, ben de rahat söyleyemiyorum’ demez mi? Belki kimse sezinlemedi, ama o an ben, nasıl kendime mani oldum ve ters bir şey söylemedim, hala şaşarım. Ne olacaktı yani, tabii ki şarkı bizim işimiz değil, ama işte o an keyiflenmişiz, söylemeye çalışıyorduk, beyefendiyi pek rahatsız etmişiz. Ona o gece çok kırıldım, gücendim hem de pek çok. İşte olay budur. Şimdi rahatladınız mı? Yahu ne meraklı adamlarsınız’ diyerek olayı bize anlatmıştı.
Bu olaydan bir müddet geçti, herhalde biraz pişmanlık duymuştu ki akşam Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir davete Münir Nurettin’i de buyur etmişti, ama o gece nedense Münir Nurettin Bey’den hiç şarkı istemedi. Herhalde şarkı söylerse ben de katılırsam bir olay çıkar diye düşünmüştü. O gece onunla sadece uzun uzun güzel sohbetler yapmıştı.”

Odatv.com

17 Ağustos 2010
Mustafa YURTTAV
Atatürk'ün Kafatası Da Ölçülmüş

UNUTTUĞUMUZ TARİH: “64 BİN KİŞİNİN KAFATASI ÖLÇÜLDÜ”

Başbakan Erdoğan ile CHP lideri Kılıçdaroğlu arasında mitinglerde yaşanan gerilim, Erdoğan’ın “Sen soyuna bak” demesi ile farklı bir alana kaydı. Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a cevabı “Eğer sen insanların soyu ile uğraşıyorsan eline bir tane pergel, cetvel al, gel benim kafatasımı ölç” oldu. Herkes pergel ile kafatası ölçmeyi konuşurken insanların kafatasının, bundan 73 yıl önce Atatürk’ün emri ile Atatürk’ün manevi kızı ve Türk Tarih Kurumu’nun kurucusu Afet İnan tarafından ölçüldüğü ortaya çıktı.
***
Afet İnan, kafatası ölçmeye nasıl başladığını şöyle anlattı: “1936’da bütün memlekette büyük ölçüde antropometrik bir anket yaptırma arzumu, Atatürk’e anlattım. Uygun gördüler ve beni teşvik ettiler. Bunu hükumetten rica etmemi emir buyurdular. O zamanki Başbakan İsmet İnönü’den rica ettim. Bu iş için; savunma, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlarına meşgul olmalarını emretti.
***
Kafatası, boy ve kilo gibi 23 ölçüm için Türkiye 10 bölgeye ayrıldı ve on ekip oluşturuldu. On ekip için İsviçre’den on takım ölçü aleti getirildi. Ekiplere askerlerin yanı sıra, bir doktor ve bir sağlık memuru eşlik etti. Ekipler, Prof. Aziz Kansu’dan ölçüm için kurs alarak yola koyuldu. Araştırma için hazineden ‘mühim bir miktar’ da para ayrıldı. 10 ay süren çalışma ile Anadolu ve Rumeli’nin dört bir tarafından tam 64 bin kişinin kafatası ölçüldü. 20 bin kadın ve 40 bin erkek üzerinde ölçüm yapılırken bazı mezarlar da açılarak 2 bin kafatası çıkartıldı. Mimar Sinan’ın kafatası da çıkarılanlar arasındaydı. Ancak daha sonra kafatası bulunamadı. Araştırma Afet İnan tarafından 1947 yılında “Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi” ismiyle kitaplaştırıldı. Kitapta ‘Ari Türk Irkı’nın özellikleri ve kafatası ölçüleri anlatılıyor.
***
Araştırma sonuçlarına göre Laz, Kürt, Çerkez fark etmeksizin Türkiye’de bir ‘ırk birliği’ olduğu ortaya çıktı. Araştırmacılar, Türk halkının kafa yapısının ‘Brakisefal’ olduğunu kafa karinesi 80’in altında olanların Türk olamayacağı kanaatine vardı. İşte araştırma sonuçlarına göre Türkler: “Türkiye’de yaşayan halkın çoğunluğu orta boylu, kafa karinesi bakımından yuvarlak (brakhi) kafalıdır. Gözler muntazamdır. Mongoloit tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler açık, hatta ekseriyetle çok açıktır. Saçların çoğunluğu orta yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle ‘Homo Alpinus’ denilen Avrupa’nın büyük beyaz ırkına mensuptur”
***
Araştırma çerçevesinde; boy, kilo, baş uzunluğu, baş genişliği, alın genişliği, yüz genişliği, alt çene genişliği, göz ölçüsü, iki göz arası mesafe, burun genişliği, burun yüksekliği, ağız ölçüsü, çene yüksekliği, dudak kenarı yüksekliği, kulak yüksekliği, kulaç, gövde ölçüsü, kulak deliği yüksekliği, ağırlık ve bacak uzunluğu.

ATATÜRK’ÜN KAFATASI DA ÖLÇÜLDÜ
Türkiye’de kafatası ölçme işlemi 1930’da eski Milli Eğitim bakanlarından Reşit Galip tarafından başlatıldı. Elinde bir mezru ve pergel ile önüne gelen herkesin kafatasını ölçen Galip, Atatürk’ün başını da ölçtü. Atatürk’ün kafatası, ‘Brakisefal’ Türk kafa yapısının ideal ölçüleri olarak kabul edildi. Atatürk’ün uşağı Cemal Granda’nın anılarını içeren ‘Cemal Granda anlatıyor’ kitabının 56. sayfasında bu durum şöyle anlatılıyor: “Atatürk'ün başı ölçüldü ve 81 geldi. Odadakiler sıraya girmişler başlarının ölçülmesini bekliyorlar. Atatürk Reşit Galip’e ‘Çelebi’ninkini de ölç’ dedi. Başım ölçüldü 81 çıktı. Sevinmeye başlamıştım. Öyle ya Atatürk ile aynı kafa ölçüsünü taşıyordum”
***
akifhaber

Devlet tarafından söktürülen Atatürk heykeli!

Dolmabahçe Sarayı’nın arşivinde yeni bulunan bir belge, Atatürk’ün saraydaki bir heykelinin devlet tarafından 1938′in 18 Kasım günü 25 lira 80 kuruş harcanarak palangalarla söktürüldüğünü ve hamallara taşıtılarak bilinmeyen bir yere gönderildiğini ortaya çıkardı. İşin tuhaf ve acı olan tarafı ise, bu işin İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra ama Atatürk’ün cenazesi daha kaldırılmadan, sarayın muayede salonunda katafalkta durduğu ve yüz binlerce vatandaş tarafından gözyaşlarıyla ziyaret edildiği sırada yapılmış olmasıydı.

(http://www.sabah.com.tr, 2007)

"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?
Mustafa ARMAĞAN


"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?

Hazin bir fotoğraf. Kimi oturmuş, kimi de ayakta poz vermiş objektiflere. İstiklal Madalyalılar bile var içlerinde. Kimler mi bu fotoğraftakiler? Şeyh Said isyanında devlete yardım eden Dersimli Kürt aşiret reisleri.

Farklı kimlikte iki kişi oturuyor ortada: Malatya Valisi Bozan Bey ile Elazığ Valisi Ali Cemal (Bardakçı). İsyanı bastırmakta gösterdikleri yararlılığa teşekkür edilmiş anlaşılan. Hepsi birer kahraman edasında. Ne var ki, 12 yıl sonra hemen hepsi bir zamanlar kendilerini ağırlayıp teşekkür eden, onurlandıran devlet tarafından ortadan kaldırılacaklardır. Kullanıldıklarını fark ettiklerinde ne yazık ki, geç olacaktı.

Velhasıl 1926'da ödüllendiren devlet, 1937-38'de on binlerce asker, kurşun, bomba, uçak, zehirli gaz, ne bulursa onları öldürmek için acımasızca seferber etmekten çekinmemiştir.

Peki Osman Pamukoğlu'nun deyişiyle, Dersim'in emrini Atatürk mü vermiştir?

Maalesef kitaplarımız genelde Dersim, özelde ise Atatürk'ün rolü konusunda ya suskun kalmayı yeğlerler (neme lazım?), ya da resmî tarih dışında tek bir kelime etmemeye özen gösterirler (susma hakkı).

Mesela 2008'de çıkan tam 1.230 sayfa tutarındaki bir "Gazi" kitabında Dersim'den tek kelimeyle olsun söz edilmez. Aynı tarihte piyasaya çıkan 600 sayfaya yakın bir "Atatürk" kitabında da katliamdan söz edilmesini boşuna beklersiniz. Toplamı 8-9 cilde ulaşan Devrim Tarihlerinden birinde "içte olumsuz gelişmeler" bağlamında söz edilir Dersim "ayaklanması"ndan. Yüzeysel, içi boş ve yanlı/yanlış bilgilerle dolu tam 12 sayfa...

Ama aynı günlere rastlayan Hatay'ın bağımsızlığı çabalarından sayfalarca söz edildiğini tahmin edersiniz. Tabii kazanç olunca iyidir; "olumsuz gelişmeler" ise unutturulur.

Aslı Trabzon'da bulunan haritanın üzerine harekât planları çizmiş olması gibi belgeleri şimdilik bir kenara bırakalım: İkinci Dersim harekâtında Başbakan olan Celal Bayar ile o tarihte Malatya Emniyet Müdürü olan İhsan Sabri Çağlayangil'in hatıralarında ortak olarak beliren bir noktayı vurgulayacağım. Her iki devletlû anlatıda da, Dersim'in sorumluluğunun sadece İnönü'nün üstüne yıkılamayacağını, başta Atatürk olmak üzere Fevzi Çakmak ve 1938 harekâtında Başbakan olan Celal Bayar'ın da sorumluluğu paylaştıklarını öğrenmekteyiz.

Şimdi bu iki hatırayı görelim. (İnternette Kılıçdaroğlu'nun yaptığı belirtilen Çağlayangil röportajında, 1990'da çıkan "Anılarım" adlı kitabından aşağıya aldığım Atatürk'le ilgili kısım atlanmıştır.)

İhsan Sabri Bey "Dersim isyanı"nın bir karakolun basılarak 33 erin şehit edilmesi üzerine başladığını söylüyor. Bunun üzerine Atatürk olayla ilgileniyor ve şu kesin talimatı veriyor: "Bu meseleyi kökünden hallediniz." Kılıçdaroğlu'nun yaptığı söylenen röportajda ise Çağlayangil Dersim'e askeri vali olarak atanan Abdullah Alpdoğan Paşa'ya, Atatürk'ün adı zikredilmeksizin "Bütün ordu iştirak etsin, bu Dersim'i temizleyin" emrinin verildiğini söylüyor.


Dersimli aşiret reisleri Çankaya'da ağırlandıktan sonra bir hatıra fotoğrafı çektirmişler. Yıl 1926. 1938'e geldiğimizde reislerin hemen tamamı öldürülmüş olacaktır.

Çağlayangil, Dersim operasyonu sürerken Elazığ'da görevlendirilir. Seyyid Rıza yakalanmıştır. İdam edilecektir. Tam bu hengâmede Atatürk Elazığ'a gelir (o sırada ağır hastaydı, ölümle pençeleşiyordu diyenlerin kulakları çınlasın). Görünüşte bir köprü hizmete açacaktır. Ancak köprünün açılışı tam da idamlara rastlatılır. Dersimliler de Atatürk'ün önüne çıkarak idamlıkların affını isteyeceklerdir ki, derin devlet bir daha harekete geçer. O Elazığ'a gelmeden idamlar gerçekleşmelidir! Tatil matil dinlemez Çağlayangil, idam kararını türlü oyunlarla çıkartır. O saatte elektrikler kesik olduğu için otomobil farlarının ışığında idam sehpasına çıkarılan Seyyid Rıza, ipi kendisi boynuna geçirir, sandalyeye kendisi tekme atar ve infazını celladına bırakmaz.

Atatürk Elazığ'a gelir. İdamların infaz edildiği geceyi trenini kör makasa aldırarak uyuyarak geçirir. Sabahleyin Çağlayangil kendisine Seyyid Rıza'nın sehpada sallanırken çekilmiş bir fotoğrafını gösterir. Atatürk idam fotoğraflarını imha etmesini söyler.

Zamanın Malatya Emniyet Müdürü Çağlayangil'in özetleyebildiğim anıları, Atatürk'ün Dersim meselesinin "kökten halledilmesi" emrini verdiğini, idamlar sırasında özellikle bölgede bulunduğunu ve konuyla yakından ilgilendiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Celal Bayar'ın 12 Eylül 1987 tarihli "Tercüman" gazetesinde Kurtul Altuğ'a yaptığı açıklama da bu bilgileri destekler mahiyette. Bayar'ın sözleri epeyce ilginçtir:

"[Fevzi Çakmak, Atatürk ve ben] Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Dersim'in, o halde kalırsa, her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlike olacağını görüşüyorlardı. O sırada biz konuşurken Dersimlilerin jandarma karakollarından üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak?' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Atatürk, 'Mesuliyetini üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk."

Bayar'ın sözlerinden, Çakmak ve Atatürk'ün Dersim'deki manevralara katıldıklarını, baş başa verip Dersim'in 'tehlikeli' durumunu görüştüklerini, baskın haberleri üzerine de Atatürk'ün sorumluluğu üstlenerek Dersim'in vurulması emrini verdiğini öğreniyoruz. Hatta 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına katıldığını ve Dersim'i ıslah kararının altında imzası bulunduğunu da biliyoruz. Ancak anılarını aktardığımız bu iki tanık bize Atatürk'ün o tarihte Dersim'le yakından ilgilendiğini ve birisinde "Bu meseleyi kökünden hallediniz", öbüründe ise "Sorumluluğunu alıyorum, Dersim'i vurun veya temizleyin" emrini verdiğini net olarak göstermektedir.

Kitaplara ne kadar susturucu takarsanız takın, gerçeklerin tencerenin kenarından taşmak gibi kötü huyları vardır.

29 Ağustos 2010-Zaman



En son Ekim tarafından Pzr Eyl 26, 2010 9:37 pm tarihinde değiştirildi, toplam 8 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ekm 30, 2008 9:32 pm    Mesaj konusu: Atatürk'ün Not Defteri... Alıntıyla Cevap Gönder

Atatürk'ün Not Defteri...
30 Ekim 2008

Can Dündar / Milliyet

İç dünyasında bir yolculuk

Günlükler, hatıraların yapı taşlarıdır; ama onlardan daha inandırıcıdır.
Çünkü hatıra, bütün o günlüklerden süzülerek, bazen elenerek, bazen eklenerek yazılır.
Oysa günlük yalındır.
O gün, o an, o duyguyla, üzerine pek düşünülmeden kaleme alınmıştır.
Dolayısıyla yazarını daha içeriden yansıtır.
Atatürk (en azından bizim bildiğimiz kadarıyla) üniversite çağından 1933’e kadar, yani 33 yıl cebinde not defterleri gezdirdi.
Harp Akademisi’nde, Şam sürgününde, Çanakkale’deki karargâhında, Doğu Cephesinde, Karlsbad’da tedavide, Çankaya Köşkü’nde hep not tuttu bu defterlere...
Bazen hoşuna giden bir şarkının güftesini yazdı; bazen yapacağı bir konuşmanın taslağını... bazen cebindeki paranın hesabını... bazen gelmeyen bir mektubun onun ruhunda yarattığı fırtınayı... ders notlarını... askeri taktik anlayışını...
Üstelik bu yazdıkları, yaşadığı döneme dair de çok önemli bilgiler, ipuçları sunuyordu.
Şaşırtıcı olan, o cepheden bu cepheye koşturan, bir türlü yerleşik bir düzen kuramayan, kütüphanesini hep sandıklar içinde taşıyan Atatürk’ün bu not defterlerini nasıl bu kadar özenle hayat boyu taşıyıp arşivinde saklayabildiği...

34 defter
Atatürk’ü daha yakından tanımak açısından çok kıymetli olan bu defterlerden 34 tanesi ölümünden sonra Genelkurmay arşivine devredildi ve nedense yıllar yılı hak ettiği önemi görmedi.
1970’lerin başında güvenilir Atatürk araştırmacısı Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Hatıra Defterlerine Yazdıkları” kitabında defterlerden örnekler verdi (Ankara, 1971).
Ardından Türk Tarih Kurumu, Şükrü Tezer imzasıyla (“Atatürk’ün Hatıra Defteri”, TTK, 1972) bazı defterleri yayımladı.
1990’larda ancak Ali Mithat İnan gibi çok özel araştırmacılar, özel izinlerle bu arşive girip yayınlar yapabildiler (Bkz: “Atatürk’ün Not Defterleri”, Gündoğan, 1996) ya da Afet İnan, kendisine emanet edilen “Karlsbad Defteri” gibi günlükleri kısmen yayımladı.
Sonra nihayet 2000’lerde, defterleri elinde bulunduran Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Merkezi (ATASE), “Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi (ATAREM) bünyesinde bir bilim kurulu oluşturarak defterleri belli bir düzen içinde yayımlamaya başladı.
Hala tamamlanmayan bu çalışmalar, Atatürk araştırmacılarının ilgisini çektiyse de, uzun süre geniş kitlelere ulaşamadı.

Demir kapılar ardında
Yıllar yılı Atatürk üzerine belgeseller yapan biri olarak bu defterlere sık sık atıf yapmama rağmen görüp görüntüleme imkânını bulamamıştım.
Bu kez “Mustafa” filminin araştırmaları sırasında “Defterler”i görüntüleyebilmek için izin istedim.
Uzunca sayılabilecek bir beklemeden sonra izin çıktı.
Ankara’da Meclis kapısına bakan ATASE binasına buyur edildik.
Orada Atatürk araştırmalarına gönül vermiş subaylar, yaptıkları çalışmaları anlattılar. Sonra büyük demir kapılar açıldı, arşive girildi ve bazıları bir asırdır ihtimamla saklanan defterler ortaya çıktı.
Bir ceketin iç cebine sığabilecek büyüklükteki bu defterlere ilk dokunduğum andaki duygum, 15 yıl bir definenin peşinde koşmuş birinin onu bulduğu anki sevincine eşittir herhalde...
Bugünden itibaren burada sayfalarından örnekler sunacağımız not defterlerini titiz bir çalışmayla yayımlayan, bazı yayımlanmayan defterleri de ilk kez kamuoyuna ulaştırabilmemize vesile olan ATASE yetkililerine teşekkür ediyorum.
Defterlerin yayımının bitmesini, tüm ciltlerin basılmasını, hatta internet aracılığıyla tüm araştırmacılara ve kamuoyuna açılmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
Sizi Atatürk’ün notları aracılığıyla özel iç dünyasında bir gezintiye buyur ederken, satırlar arasında rastlayacağınız insanı, çok daha kendinize yakın bulacağınıza inanıyorum.

HARP AKADEMİSİ DEFTERİ
Siyah bez ciltli bir defter... Küçük boy... Çizgili...
8.5 santime 14 santim ebadında...
İçindeki yazılar mürekkepli kalemle Osmanlıca Rik’a tarzı el yazısıyla kaleme alınmış.
Sadece yazılar değil, Atatürk’ün elinden çıkma çizimler de var içinde...
Notları yazdığı dönemde Mustafa Kemal, Harp Akademisi öğrencisi bir üsteğmen...
Yani 23-24 yaşlarında...
Kurmaylık stajı görüyor, bir an önce göreve başlamaya can atıyor.
Arada Selanik’e gidip geliyor; belli ki orada geride bazı ilişkiler bırakıyor, onlar için duygulanıyor, oradan mektup bekliyor, gelmeyince üzülüyor, cebindeki para, harcamalarını karşılamaya yetmiyor. İstanbul bütün canlılığıyla dışarı, sokağa çağırırken o, kısıtlı bütçesi ile Harp Akademisi binası içinde bu defterle baş başa yaşıyor.
Hislerini, sıkıntılarını, öğrendiklerini, duygularını bu deftere yazıyor. Mektuplar arasında, kimliğini bilemediğimiz, Selanik’teki bir gazete yazarı ya da düşünüre yazdığı övgü dolu satırlar özellikle dikkat çekici...
“Atatürk’ün not defterleri” dizisine, bizi onun gençliğiyle tanıştıran “Harp Akademisi defteri” ile başlıyoruz.

DEFTERDEKİ GÜFTE
‘Uğruna canım fedadır, sev beni canın kadar’
Defterin sayfaları arasında bugünün deyimiyle “şarkı sözleri” dikkat çekiyor. Mustafa Kemal, bu sözleri yazarken başına makamlarını da not etmiş.

Hicaz- ağır aksak

Zülfüne dil-besteler zülf-i perişanın kadar
Görmedim sayyad-ı dil-i alemde müjganın kadar
Ben değil görmüş müdür çeşm-i felek anın kadar
Uğruna canım fedadır sev beni canın kadar

Nakarat

Merhamet kıl sevdiğim meftununa şanın kadar
Seni gördükçe derunumda muhabbet uyanır
Piş-i çeşmimde Melahat güneşi doğdu sanık
Bu ne behçet, bu ne zerafet, buna can mı dayanır

Nakarat

Sen meleksin sana insan deseler kim inanır

Süz-i nak, ağır aksak

Bir güna çeşm-i canan süz-i mal oldum beter
Sabah iken oldum sonra harap oldum beter
Pay-ı ağyara serildim sanki hak oldum beter

Süz-i nak, ağır aksak

Gözlerinden kıskanırken bir zaman dildarını
Gel de seyret yarinin bu devre-i idbarını
Bir televvün bak ne hale koydu cism-i zarımı...



11 MART 1904 CUMA... SAAT 7...
‘Yine ağlıyorum... Her zamanki gibi...’
“Selanik’ten geleli 3 ay kadar oldu. İlk günlerde düzenli bir hayata başladım zannediyordum. Manen ve maddeten tutsağı olduğum ıstırabımdan kurtulduğumu düşünüyordum. Lakin heyhat! Bugün bilmem kaç yüzüncü defa olmak üzere yine kalbimin bütün şikâyet iniltilerini işiterek ağlıyorum. Her zamanki gibi, bu dakika dahi...”



16 MART 1904 ÇARŞAMBA... SAAT 3...
Nihayet gelen mektup
“Uzun zamandan beri kendisiyle haberleşmek için övünçlerimi teslim ettiğim birinin sessizliğe bürünmesiyle, haberleşmedeki kayıtsızlığını görmekle azap duyuyordum. Bugün o uzun süren sessizliği bozan bir mektubun gelişi, vicdanımdaki azabı dindirdi. Bir mektup... evet, birkaç satırlık, birkaç satırlık kâğıt parçası... fakat sevilen bir kalbin, görünüşüne arzu edilen bir ruhun hayal edilen bir sahnesi olduğu için sonsuz bir değere sahiptir.”



21 MART 1904... PAZARTESİ... SAAT 6...
Para durumu ıstırap verici
“Bugün para durumumu inceledim. Harcamaları gelirin pek ziyade üzerinde buldum. Şimdiye kadar cüzdanıma girip çıkan parayı hesap etmek hatırıma bile gelmemişti. Bu hesapsızlığın vahim sonuçlarıyla, pek büyük ıstıraplar altında manen ve maddeten ezildim. Şimdi sarf olunan paranın harcandığı yerin ve zamanın kaydına baktığım zaman, hareketimdeki düzensizlik dikkatimi çekiyor. Her zaman bu defterimin gözden geçirilmesiyle hissettiğim pişmanlıklar, ihtimaldir ki yaptığım hareketleri düzenlememe neden olacak. Fakat ben henüz bunun tesirini anlayamıyorum. Masrafların sebebi, fazlalığından ziyade, gelirlerin azlığıdır.”



21 MART 1904... PAZARTESİ... SAAT 6...
Napolyon’a övgü
“Napolyon, yıldırımları meydana getiren kaynaktan doğmuş bir savaş dâhisidir. Onun hayatı top-tüfek sesleriyle yansıyan bir sema... kanlı derelere tanık olmuş bir zemin... Talih bulutlarına bir düşman, ufuklar arasından geçti. Lakin heyhat, dünyada en az devam eden saadettir. Bu parlak cihanın parlak güneşi olan o koca komutanın bölgesindeki denizin siyah dalgalarının müthiş darbeleri atında inleyen bir kara parçasında nefesini tamamladığını görmek ne üzücü bir durumdur.”

Yorum Ekle Arkadaşına Gönder Yazdır Toplam 6 Yorum
dahadalarınıda istiyoruz..cenk işler
bir zamanlar ulu yaptıkları adamı şimdi ayaklar altına almaya çalışan sabetayistler...bari atatürk hakkında tüm gerçekleri açıklayında millet bilsin öğrensin...
30 Ekim 2008 Perşembe 21:49
ÜFLEYİN TOZLARISEZAİ YILDIZ
Öyle veya böyle Can DÜNDAR bir kapı araladı.Sade suya tirit tarihçilerin bir mazeretleri kalmmış olmalıdır.Ata- türk'ü koruma kanunu adı altında Dr.Rıza NUR'un eserlerine yasak getiren despotlar bu kitapların basılmasına ön ayak olsunda görelim.Giresun Mebusu Topal OSMAN'ı Mezarından çıkartıp Meclis bahçesinide teşhir edenleri Bilmeyenler de öğrensin artık.Zamanı gelmedi mi dersiniz acaba?
30 Ekim 2008 Perşembe 17:00
Nihayet..Apankuvan
İnsan olduğunu 85 yıl sonra anladılar, birde fani olduğunu anlasalar!!!!
30 Ekim 2008 Perşembe 16:02
HALA GİZLİ SAKLI OLMASI NEDEN ?Zafer YILDIZ
Şuna bakın üşlenin kurucusunun hatıra defterlerinden korkmuşuz resmen yani daha doğrusu birileri korkmuş, nihayet efendim defteri görüntülemeyi 85 yıl sonra Can DÜNDAR beyimiz başarmış ( ama ne başarı değilmi) Eh görüyoruz Atatürkte insanmış meğerse hayret Akıllı olduklarını iddia edenlerin akılsızlıklarına çok güleceğiz daha buna emininim,Çünkü her yalanın sonu zilletttir, yalan Allahla savaşma küstahlığıdır eninde sonunda cezasını bulur, yalanla doğanlar bir gün yalanda boğulur giderler
30 Ekim 2008 Perşembe 15:19
LUGER08METİN KAYA
HADİ KOÇUM CAN, BAŞLADIĞIN ŞU İŞİ BİTİR ARKASINI GETİRİRSEN TARİH SENİ UNUTMAYACAK
30 Ekim 2008 Perşembe 14:57
aktifhaber



Selanikli Olduğuma Seviniyorum



31 Ekim 2008 08:39
Can Dündar, Atatürk'ün not defterini yayınlamaya devam ediyor. İşte Ata'nın kime yazıldığı belli olmayan bir mektubundaki ifadeler...

'Napolyon’u taklit etmeli’

Can Dündar / Milliyet


Harp Akademisi öğrencisi Mustafa Kemal, 1897 Türk-Yunan harbini değerlendiriyor:

1897 TÜRK-YUNAN HARBİ
Genelkurmay ATASE ve Dent. Başkanlığı Arşivi “Atatürk koleksiyonları” bölümünde yer alan defterlerden biri de yine Harp Akademisi döneminde tutulduğu sanılan ders notları...

Bu defterde Atatürk’ün ağırlıkla 1897 Türk-Yunan harbine dair tuttuğu notlar yeralıyor. Atatürk, harpte Osmanlı ordusunun hatalarını eleştirel bir üslupla değerlendiriyor.

Defterin en dikkat çekici bölümü, komutanları Napolyon’u örnek almaya davet eden şu satırlar:
“Cesaret gösteren ve tehlikeye atılan kazanır. Kuvvetli olduğu halde başarıdan umudunu kesen, yerinden hareket etmeyen ve düşmanın hücum etmesini bekleyen, her halde mağlup olur. Bir komutan, birliklerin emniyetini sağladıktan sonra düşmanı mağlup edeceğim demeli, mağlubiyet korkusunu hiç aklına getirmemeli, bu bağlamda Napolyon’u taklit etmelidir. Korkak kalp, daima mağluptur.”



KİME YAZILDIĞI BİLİNMEYEN BİR MEKTUP

‘Selanikli olduğuma seviniyorum’
‘Gerçeği bilen, koruyanın huzuruna...
Olgunluk sahibi, saygıdeğer efendim,
Zatıâlilerinizi Selanik’te bulunduğum süre zarfında daha çocukluğumdan beri ismen ve şahsen tanımak şerefine sahip olduğumdan, sizin kıymetli edebi eserlerinizi inceledikten sonra, sizin olgunluk ve fazilet yeri olan hanenizin iktidarının bağımlısı olanlar arasına katılmıştım.
Bununla birlikte büyüklüğünüzün deli gibi bağlısı olan kalbimin hürmet ve saygı duygularını arz ve takdim için bir defacık olsun şeref dağıtan ziyaretinizi çabucak gerçekleştirmeyi pek çok dakikalar büyük bir arzu ve istekle zihnimden geçirmiştim. Lakin eğitim için senelerce memleketten uzak bulunmak mecburiyeti, bu şerefe ulaşmamı engelledi.
Sizinle yüz yüze konuşma şerefine layık olanlar seviyesinde bulunamamak talihsizliği de arzu ettiğim o yüce saadet duygusunun anlatılmasına uygun bir dil düşünülemez mi? Lakin bu engellerin hiçbiri olgunluğunuzun nuru, ruhunuzun derinliği, yaygınlığı... ilim ve irfanınızdan etkilenmemi bir an bile engelleyememiştir. Yüzyılımızda parlak sütunlar vücuda getiren o aydın fikir eserlerinizi seve seve, sevine sevine gördükçe yüceliğinize ve aklınıza karşı mevcud olan bağlılığım genişliyor. Gerçekten! O muhteşem gazetenizle Osmanlı basınının çağdaş gelişmesine uygun bir yüksek mevki kazandırmaya hizmet etmenizden dolayı kutlanmaya değersiniz. (..)
Olayları kavrayışınız ve bilginizdeki genişliği, muhakeme kuvvetini, gerçekleri çıkarmadaki gücünüzü özetle her hususta büyüklüğünüzü düşündükçe Selanikli olduğuma bir mutluluk hissiyle seviniyorum. Daha doğrusunu isterseniz göğsümün bir gurur duygusu ile kabardığını duyuyorum. Asıl naçizane maksadım, gazeteniz içeriğinin herkese olduğu gibi bendenize de sağladığı faydalardan dolayı bağlısı olduğumu acizane teşekkürlerle arz etmek idi.
Fakat aklımda canlanan özellikler ve olgun vasıflar, fazilet sahibi olan şahsınıza karşı ruhumdan kopup gelen hürmet sayfalarını bu suretle açıklanan güzel sebepleri teşkil etti. Vicdani olan maruzatın aciz bir kalemden çıkmış olduğu için temiz bir saflığı kaybetmez sanırım. Sonsuz saygılarımı sunarım efendim.
Kurmay adayı Üsteğmen Mustafa Kemal’


21 MART 1904 PAZARTESİ... Saat 6...
Akademi’de yaptığı konuşma
“Arkadaşlar!
Daha başlangıçta bütün sınıfımız hazır olduğundan sizi tebrik etmek isterdik; lakin rahatsız ederiz düşüncesiyle o tebrik şerefine kısmen erişilmiştir. Bundan dolayı şimdi hepimiz birden sizi tekrar tebrik etmek suretiyle mahrum kaldığımız o şereften manen sevinç duymuş oluruz.
Arkadaşlar!
Madem ki askeriz, madem ki hedefimiz, gelecekteki emellerimiz ortaktır, arkadaşlığımızın kardeşliğimizin üstünde bir kuvvet ve irtibata mal olması pek tabiidir. Herhalde hepimiz kardeşiz ve bu kardeşliğimiz, sonsuz bir hayata sahiptir.
Mesleğinizin kutsal etkisiyle bundan önce de kalpler birbirine karşı samimiyet duygusu ile dolu idi. Fakat üzülerek belirtmeli ki zaman ve mevki, bu kalpten gelen sevginin açıkça gösterilmesine uygun fırsatlar vermiyordu. İşte şimdi o kıymetli fırsatlardan birine sahip olduğumuz için biliniz ne kadar mutluyuz.
Arkadaşlar!
Okul durumu, okul hayatı sizce de bilinir; insan bu sıkıcı yerin bin türlü derdi altında ezilir. O dertlerin hafifletilmesi ve ortadan kaldırılması için mutlaka samimi bir ruhun, duygusal olarak ortak bir kalbin sağlam bir şekilde teslimine ihtiyaç duyulur. Gerçekten insan oldukça bu insanlığa ait zümrenin üstüne çıkamamak beceriksizliğiyle çırpındıkça mümkün değil bu ihtiyaçtan uzak duramayız. Bundan dolayı sizin gibi fikir ve duyguları yüce daha birçok gerçek arkadaş kazandığımızdan dolayı biz de tebrike layığız. Kardeşliğimizi ilan etmeye ve açıklamaya sebep olan bu kıymetli zamanların, bizce pek mutlu dakikalar olduğuna emin olabilirsiniz arkadaşlar...

‘Vatanını korumaya hazır olan ulus, silahlanmalıdır’
“Silahlı uluslardan (not):
1. Hukukunu ve vatanını korumaya hazır olan bir ulus, silahlanmalıdır.
2. Atalarımızın ezici kuvveti Osmanlıların geçmişinin dünyaya bıraktığı şöhreti,
3. Atalarımızın kazandığı şanı nasıl koruyabiliriz?”


Akademi yılları...

ŞAM YOLUNDA
‘Yanya’dan gece 12’de hareket ettim’
Mustafa Kemal Harp Akademisi’ni bitirdikten sonra Padişah rejimi aleyhindeki fikirleri nedeniyle tutuklandı. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra, 1905 başında kurmaylık stajı için Şam’a tayin edildi. Mezun olup Makedonya’ya meşrutiyet mücadelesine koşmaya hazırlanan bir genç subay için bu bir sürgündü.
ATASE arşivindeki 8 no’lu defter, Mustafa Kemal’in Şam sürgününe giderken tuttuğu notlardan oluşuyor...



5 Mart... 1908...Çarşamba
“Hazırlık raporuyla Yanya’dan hareket ettim. Saat 12. gece...
Sabahleyin saat 2, Portsaid,
Saat 11, gündüz. Portsaid’den hareket...
Saat 3, gündüz, İskenderiye’ye varma...
Saat 11, İskenderiye’den hareket.
5, bu Cuma Pire’ye varma.
5’te Pire’den hareket...
Berbere abone olalım
Beyrut’tan Şam’a, 7 Temmuz 1906 Cumartesi, berbere abone olalım. 1 mecidiye verildi.
4 Haziran 1906... otelindeki odayı tuttuk. Ödenilen 1 mecidiye 34,
12 Haziran 1906, ufak tefek masraflar için Fransız lirası 1 kuruş,
13 Haziran 1906, Cerrah efendinin evi yandı.



TEVFİK FİKRET’İN ‘SİS’İ
‘Ey hicranlı ana!’
Mustafa Kemal Şam sürgününe giderken İstanbul’a kırgındı. İskelede son bir kez sarılamadan ayrıldığı annesini kederiyle baş başa bırakmış, bu gösterişli kentten bir meçhule doğru yelken açmıştı.
Not defterine yazdığı Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri sanki kendi hislerinin tercümanıydı.
Defterde sayfalar tutan bu uzun şiirin bir bölümünü, günümüz Türkçesiyle aktarıyorum:

“Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gezmeye alışmış zengin,
fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicranlı ana, ey küskün arkadaş;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... hele sizler,
Örtün evet ey facia, örtün evet, ey kent!”

aktifhaber

Can Dündar’ın Vahdettin İddiası
30 Ekim 2008 10:49

Can Dündar’ın 110 dakikalık Mustafa filminde, Atatürk’ün Samsun’a çıkışının arkasında Sultan Vahdettin olduğu iddiası da yeni bir tartışma başlattı.

Can Dündar’ın 110 dakikalık Mustafa filminde, Atatürk’ün Samsun’a çıkışının arkasında Sultan Vahdettin olduğu iddiası da yeni bir tartışma başlattı.

Filmde, 15 Mayıs 1919’da Padişah Vahdettin, Karadeniz’e göndereceği Mustafa Kemal’e şöyle diyor:

“Paşa, simdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Bunları unut. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, paşa devleti kurtarabilirsin.” Bu konuda tarihçilerin üzerinde anlaşamadığı bir başka iddia ise Vahdettin’in, Mustafa Kemal’e Samsun’a çıkarken para verdiği iddiasıdır. Atatürk bu görüşmenin kendi talebiyle yapıldığını Nutuk’ta anlatır.
Aktifhaber


30 Ekim 2008
CHP genel başkanı Deniz Baykal, Atatürk’ün “yaşlı yalnız adam” ve “diktatör” olmadığını söyledi

Can Dündar’ın “Mustafa” isimli belgeselinin önceki akşam yapılan Ankara Galası’na katılan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, belgeseli beğenmedi. Filmi kurmaylarına değerlendiren Baykal’ın iki ana eleştirisi vardı: Atatürk’ün sofrası, içki içilen, birisinin ud çaldığı, coşku bulunmayan, başarısız olmuş, bıkmış, umutsuz, yalnız ve yaşlı bir adamın sofrası olarak lanse ediliyor. Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz.
aktifhaber


İsmet İnönü Anadolu'ya bohçalanarak gönderilmiş!
Mustafa ARMAĞAN
26 Eylül 2010

"Tarihteki olaylar neden farklı anlatılır?" diye soranlara bundan böyle Atatürk'ün "Nutuk"ta söyledikleri ile İsmet İnönü ile Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları arasındaki çelişkileri örnek olarak vereceğim.

Mesela Atatürk "Nutuk"ta diyor ki: İsmet Bey'i Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa'nın talebi üzerine ve özellikle önemli bir maksatla, 3 Mart 1920'den birkaç gün önce İstanbul'a göndermiştim.

"Nutuk" böyle diyor ama İnönü, kendisini Fevzi Paşa'nın çağırdığını, Mustafa Kemal'in ise uygun gördüğünü anlatıyor. Hatta hızını alamayıp Abdi İpekçi'ye Ankara'ya İstanbul'un işgalinden 6 ay önce gittiğini söylüyor. Bu durumda Ankara'ya Eylül 1919'da gitmiş ve Mart 1920'de dönmüş olması lazım ki, takvim olarak imkânsız. Halbuki Atatürk'e göre en geç şubat sonunda İstanbul'a dönecek ve mart ayında ikinci defa ve zorla gönderilecektir. Ankara'da kaldığını söylediği tarihlerde İnönü İstanbul'da Genelkurmay'da görevlidir ve Karabekir'e yazdığı mektuptan da görüleceği gibi açıkça Amerikan mandası taraftarıdır. Milli Mücadele'ye de uzun zaman inanmayacaktır. Öte yandan Cebesoy'un sözlerine bakarsak, İsmet Bey Ankara'da bir ya da iki gün ancak kalmıştır!

Şimdi siz Ankara'da 6 ay mı kaldı, 1-2 gün mü kaldı? Fevzi Paşa mı İstanbul'a çağırdı, yoksa Mustafa Kemal Paşa mı gönderdi? sorularının cevaplarını düşünedurun, bir tarihin nasıl çarpıtıldığını şu örnekle ortaya koyabileceğimizi düşünüyorum.

İnönü hatıralarında 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgallerinden sonra Saffet (Arıkan) Bey'in ansızın evine gelerek kendisini Mustafa Kemal'in çağırdığını söylediğini, bunun üzerine hazırlanıp derhal hareket ettiklerini anlatır ve Maltepe'de kendilerini Yenibahçeli Şükrü'nün karşıladığını, er elbisesi getirdiğini, eline bir vesika verdiğini ve er elbisesini giyerek bir kafile ile yola çıktıklarını ekler. (Bu arada ilk uğradıkları Pendik civarındaki köyün adını Turna olarak hatırlar. Halbuki bu köyün adı Turna değil, Kurna'dır. Koca İsmet Paşa'nın hatıraları ne perişanlıkta, düşünün.)

Şimdi bunları bir kenara yazın, zira az sonra bizzat Yenibahçeli Şükrü'nün ağzından aktaracaklarımızla karşılaştırmanız gerekebilir.

İnönü'nün hatıralarında adını verdiği Yenibahçeli Şükrü (Oğuz) Milli Mücadele'nin adsız kahramanlarından biridir. Ve uzun yıllar İnönü iktidarının nefes aldırmayan baskısıyla serbestçe konuşamazken 1950'den itibaren fikir ve hatıralarını gazete ve dergilerde açıklamaya başlar. 1952 Mayıs'ında "Milliyet" gazetesinde açtığı sert mücadelede İnönü hakkında hakarete varan iddialarda bulunur. Ancak biz konudan ayrılmadan şu Anadolu'ya geçiş olayını Yenibahçeli Şükrü'den dinleyelim.

İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve adam kaçırmakla görevli Karakol Cemiyeti'nin üyeleri. Oturanlardan ortadaki Yüzbaşı Dayı Mesut, ayaktakilerden ortada olanı ise Yenibahçeli Şükrü Oğuz'dur.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin, uzun yıllar baskı altında yaşayan Milli Mücadele kahramanlarının dillerinin çözülmesini de getirdiğini, tarih alanında da bir ferahlamayı, moda tabirle bir "açılım"ı başlattığını bilmek çok önemlidir. İşte "Tarih Hazinesi" dergisinin Temmuz 1951 tarihli 12. sayısında Yenibahçeli Şükrü ile yapılan söyleşiyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Yenibahçeli Şükrü bu söyleşide şunları söylüyor özetle:

Milli Mücadele'nin zenci kahramanlarından Dayı Mesut, Mustafa Kemal'in ağzından Saffet (Arıkan) Bey'e bir mektup yazmış ve İstanbul'dan ayrılmak niyetinde olmayan İsmet Bey'i alıp Maltepe'deki Piyade Atış Okulu'nda yemek yiyeceğiz bahanesiyle kandırmasını söylemiş. Maksat, Mustafa Kemal'in "Meclisi açacağız, İstanbul'daki aydınlardan bulabildiklerinizi Ankara'ya yollayın" şeklindeki genel emrini yerine getirmek. Nitekim 19 Mart günü İsmet ve Saffet beyler trenle Maltepe'ye geldiler. Teğmen Hulusi Demir'in evinde konuk ettik. Biraz sonra İsmet Bey'e, "Mustafa Kemal Paşa'dan aldığımız emir üzerine -halbuki böyle bir emir yoktu- sizi Ankara'ya götüreceğiz." dedim. İsmet Bey Saffet Arıkan'a bakarak "Hani biz buraya yemeğe gelmiştik?" diye sordu. Ben de "Mustafa Kemal'in size ihtiyacı var, biz silaha sarıldık, siz de sarılın." dedim ve kendisini göndermeye kararlı olduğumu belirttim.

İsmet Bey "Şimdi ihtiyaç yok, icap ederse geçeriz. Şimdi gidip de ne yapacağız?" dedi. Ben dayanamayıp, "Buraya kadar geldikten sonra dönmek yok. Mutlaka Anadolu'ya geçeceksiniz. Hem de derhal!" dedikten sonra iki er elbisesi getirttim. Bunları giymelerini söyledim. Baktı ki olacak gibi değil. Lahavle çeker gibi dudaklarını oynatarak başını sağa sola salladıktan sonra aldı er elbisesini ve giyinmeye başladı. Saffet de kıs kıs gülmeye başlamıştı! Hemen o akşam üç öküz arabasıyla birlikte onları yola çıkardım. Yanlarına yaverim (halen CHP Müfettişi olan) Bekir ile Topçu Komutanı Teğmen Esad'ı verdim ve Kurna köyündeki İslam Bey müfrezesine sevk ettim.

Yenibahçeli Şükrü'nün anıları bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmadı ama dergideki konuşmadan anlaşıldığına göre bu bilgileri bir defterden aktarmaktadır. Demek ki bir defter var ama biz ondan mahrumuz. Kim bilir daha neler var bu hatıra defterinde? Bulunursa öğreniriz.

Defteri bulmaya çalışalım ama Feridun Kandemir'in "İkinci Adam Masalı"nda CHP Müfettişlerinden Refik İsmail Bey'in ağzından aktardıkları da tıpatıp Yenibahçeli Şükrü'nün anlattıklarıdır. Hatta Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bir gün Çankaya Köşkü'ne çağrılan Refik İsmail Bey'e Atatürk'ün, "Sahi anlat bakalım, İsmet nasıl bohçaya girmişti?" diye aynı olayı anlattırdığını ekler. Sofrada bulunan Karakol örgütü mensuplarından Edip Servet Bey'in de "Paşam, gerçi bohçaya girdi amma sokuncaya kadar neler çektiğimizi sormayın." diyerek herkesi güldürdüğünü okuyoruz kitaptan.

Bilmem size de öyle geliyor mu? Yakın tarihi yeniden yazma zamanı hızla yaklaşıyor.

Zaman

"Hanımefendi, bu başörtünüzü çıkardığınız takdirde daha güzel olacağınızı tahmin ediyorum, isterseniz bir deneyiniz" (*)



Atatürk coşkun alkışlarla karşılandığı bahçede kendisi için hazırlanan masaya oturmuştur. Atatürk'ü yakından görmek için kendilerini dans yerine atan çiftler neşe içinde dönerlerken başlarını alelâde bezlerle örtmüş olan bazı kadınlar Atatürk'ün dikkatini çekmiştir. Atatürk dans etmekte olan İhsan Bey isminde bir doktorun kızını çağırarak şöyle demiştir:

- Hanımefendi, bu başörtünüzü çıkardığınız takdirde daha güzel olacağınızı tahmin ediyorum, isterseniz bir deneyiniz.

Genç kız, Atatürk'ün bu hitabı üzerine başındaki örtüyü çıkararak dansa devam etmiştir. Bundan memnun olan Atatürk birkaç dakika sonra aynı genç kızla dans etmiştir.

Atatürk başörtüsü ile dans eden öteki hanımlara da aynı tavsiyede bulunmuş, örtüleri çıkardıkları takdirde daha iyi olacaklarını söylemiştir. Bunun üzerine balodaki bütün kadınlar başörtülerini çıkarmışlardır.

* KAYNAK: Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk'ün İstanbul'daki Hayatı, cild 1, sayfa 218.


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 26, 2010 9:48 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 31, 2008 10:06 pm    Mesaj konusu: Yakup Kadri, Ata'nIn ku$atIlmasInI anlattI Alıntıyla Cevap Gönder

09 Kasım 2008
Mustafa Armağan/Zaman

Atatürk'ün cenaze namazı neden camide kılınmadı?

Hatta Atatürk'ün cenaze namazı kılındı mı? Anadolu Ajansı'nın haberine bakılırsa evet, kılındı. O sırada ajansın muhabiri olarak töreni takip eden Cemal Kutay'a göre de kılındı, başkalarına göre de. İyi ama neden herhangi bir görüntü yok ortada? Madem kılındı, tek bir fotoğraf karesi olsun neden esirgendi milletten? Sessuzluk.
Bir adım daha atalım ve artık sorulmasının zamanı gelen, o ucu zehirli soruyu soralım: Atatürk'ün cenaze töreni boyunca neden hiçbir dinî simgeye yer verilmedi?

Şimdi bunu sordum ya, birtakım işgüzarlar buradan kim bilir kaç demet nane devşirecekler. Vay, Atatürk'e dinsiz dedi, falan filan. Yahu burada ölmüş bir Atatürk'ten söz ediyoruz. Kendi cenaze törenini kalkıp kendisi düzenleyecek değildi ya. Törenin birinci derecedeki sorumluları, o sırada cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ile Başbakan Celal Bayar ve bir de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tır. Görünüş böyle. Ancak her üçünün de cenaze namazı camilerde kılınmıştı ve 'dinsel simgeler' şöyle ya da böyle eşlik etmişti son yolculuklarına.

O zaman tekrar soralım o zehirli soruyu: Atatürk'e bu 'ladinî' cenaze törenini kimler düzenledi? Dolmabahçe Sarayı'ndaki tabutunun etrafına o kocaman 6 adet meşaleyi kimler dikti? (Güya Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 okunu sembolize ediyordu bunlar. 'Meşaleler ebediyete kadar yanacaktır', diyordu zamanında yayınlanan bir dergi.)



Baksanıza, az kalsın, cenaze namazı dahi kılınmayacakmış. Annesi gibi dindar biri olduğu belli olan Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı sıkıştırıp da, "Ağabeyimin cenaze namazı hangi camide kılınacak?" diye sormasa onu bile gürültüye getirecekleri anlaşılıyor. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'ye durum sorulmuş, o da namazın camide kılınmasının şart olmadığını söylemiş: "Onun cenaze namazı" demiştir Börekçi, "tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farizanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir."

Anadolu Ajansı Muhabiri Cemal Kutay 19 Kasım 1938 günü yaşanan o görüntülenemeyen sahneyi şöyle anlatır:

"Dolmabahçe Sarayı'ndaki hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün son ihtiram (saygı) nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu hazırlıklara nezaret ediyorlardı. (...) İçeride merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır."

Hakkı Tarık Us ise kendi çıkardığı "Kurun" gazetesindeki yazısında ilginç bir ayrıntıya yeniden dikkatimizi çekiyor. Atatürk'ün çok sevdiği bilinen Hafız Yaşar, sandukanın başında "Türkçe ezan" okumuştur. Muhtemelen namaz sonunda da Türkçe telkin verilmiş ve yine Türkçe tekbirler getirilmiş olmalıdır.

Bu kırıntı kabilinden bilgiler şöyle bir manzara doğuruyor gözümüzde:

Makbule Hanım ağabeyinin cenaze namazı kılınmadan gömüleceğinden endişelenerek müdahale etmiş ve namazın kılınmasını istemiştir. Bunun üzerine dışarıda bir camide, muhtemelen en yakında bulunan Dolmabahçe Camii'nde cenaze namazının kılınması gündeme gelmiş, ancak "bazıları" buna, laikliğe aykırı düşeceği endişesiyle karşı çıkmışlar ve sarayda kılınmasını istemişler, Diyanet'ten de "caizdir" fetvası alınınca "sayısı mütevazi olan" bir cemaat ile (kaç kişi olduğunu bilmiyoruz, 10-15 kişi olduğu tahmin edilebilir) Türkçe ezan ve tekbirlerle kılınan cenaze namazının ardından dua edilmiş ve böylece dinî tören tamamlanmıştır.

Ancak bu sırada bütün fotoğraf makineleri ve varsa kameralar kapattırılmış ve herhangi bir görüntü alınmasının titizlikle önüne geçilmiş olduğunu hatırlatalım. Elimizde böyle bir fotoğraf olsaydı laiklik elden mi giderdi? Anlamak zor hakikaten.

Halbuki Atatürk'ün en yakın silah arkadaşlarından Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü'nün son anlarında ve cenaze namazlarında açıkça 'dinsel simgeler' yer bulabilmiş ve hiç de laiklik elden gitmemiştir.

Buyurun, torunu Gülsün Bilgehan anlatsın bize İnönü'nün son anlarını:

"Aile fertleri, koruma polisleri, yakınlar sırayla yanına girip, sessizce Kur'an okuyorlardı.(...) Mevhibe Hanım kefen ve cenaze gereçlerini almıştı, yıllardır sandığında saklıyordu. Hocalar gerekli dini işlemleri yaptılar, koruma polisleri ve yakınların yardımıyla kütüphanede bekleyen tabuta yerleştirdiler. (...) Hareket etmeden önce hoca cemaate bir konuşma yaptı ve bahçe kapısına doğru omuzlarda tabutla yol alındı [ve] cenaze namazının kılınacağı Maltepe Camii'ne doğru uzun bir yürüyüş başladı."

Atatürk'e dinî motifleri de olan bir cenaze töreni düzenletmeyen İnönü'nün kendi cenazesinde normal bir Müslüman'a yapılması mutad olan son görevlerin eksiksizce yerine getirildiğini görünce şaşkınlığımız daha da artıyor.

Peki Fevzi Çakmak'ın cenaze töreni? Onunki zaten bir askerin değil, bir evliyanın cenaze töreni gibidir. Üzerine Kâbe örtüsü serilmiş, tabutu yüz binlerin elleri üzerinde taşınmış, İstanbul sokakları o gün Arapça tekbirlerle tam 7,5 saat boyunca inlemiş ve cenaze, Eyüpsultan Mezarlığı'na, şeyhinin yanı başına dualarla gömülmüştür.

En yakın silah ve çalışma arkadaşları böyle dinî törenlerle gömülürken, neden aynı tören Atatürk'ten esirgenmiştir? Şöyle yüz binlerin katılacağı muazzam bir cenaze namazı görüntüsü, onu bu milletin kalbinin daha derinlerine yerleştirmez miydi? Ve hâlâ devam edip giden "Atatürk dinsiz miydi?" tartışmasına bir son nokta konulmuş olmaz mıydı?

Yazılarımın sonuna kıymık yerleştirmeyi seviyor muyum ne? Buyurun Abdülhalık Renda, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Kemal Gedeleç, Celal Üner ve Nevzat Tandoğan imzalı 'protokol'e. Aktarıyorum:

"Ebedi şef Atatürk Etnoğrafya Müzesi dahilinde muvakkaten yaptırılan medfene... 31 Mart 1939 Cuma günü saat 14.00'te konulmuştur." Nasıl? Biz 21 Kasım 1938'de konulduğunu bilmiyor muyduk Etnoğrafya Müzesi'ne? Aradan geçen 4 ay içerisinde Atatürk'ün naaşı neredeydi ki?

Artık orasını da siz düşünün.

Anıtkabiri Yapanı İçeri Almadılar

10 Kasım 2008 08:19
Atatürk'ü 12 yıl tahta bir masanın üzerinde yatmak zorunda bırakan vefasız zihniyet ve 12 yıl sonra Anıtkabir'i yaptıranı Anıtkabir'e sokturmayan zihniyet..

Bugün Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün 70'inci yıldönümü. Binlerce insan Ata'sını anmak için Anıtkabir'e akın edecek. Yapımına karar verilen Anıtkabir'e 'ilk çivi' Atatürk'ün ölümünden tam 12 yıl sonra çakıldı.

Gerekçe ise halefi İsmet İnönü'nün ilgisizliğiydi. Atatürk'ün son başbakanı Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali, birçok konuda olduğu gibi Anıtkabir'in inşasında da İnönü'nün ona karşı vefasız davrandığını belirtiyor. Dedesinin hatıratından yola çıkarak, "Büyükbabamın ilk işi Anıtkabir'i bir an önce yaptırıp Atatürk'ü Etnografya Müzesi'nde bir tahta masanın üzerinde yatmaktan kurtarmaktı." diyen Naskali, buna rağmen Bayar'ın cezaevinden çıktıktan sonra Anıtkabir'i ziyaretine izin verilmediğini söylüyor.

Atatürk'ün 10 Kasım 1938 yılında vefat etmesinin ardından defnedilmesi 15 yıl sürdü. Bu süre içerisinde naaşı Ankara'da Etnografya Müzesi'nde bir masanın üzerinde bekletildi. Anıtkabir yapma kararı 6 Aralık 1938'de alınmış olmasına rağmen Rasattepe'deki kamulaştırma çalışmaları bir türlü bitirilemediği için anıtmezar inşaatına başlanamıyordu. 14 Mayıs 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti, hemen işe koyuldu. Celal Bayar, cumhurbaşkanı seçildiğinin ilk haftasında Anıtkabir'in inşaatı konusunu ele aldı. Bayar, hatıratında bunu şöyle anlatıyor: "Bir defterim vardı, oraya günlük işlerimi not ederdim. Bu günlük notların ilk maddesini, daima Anıtkabir teşkil ederdi. Anıtkabir yapılıncaya ve o büyük eşsiz insan, ebedî istirahatgâhına terk olununcaya kadar not defterimin birinci maddesi değişmemiştir." Bayar, ilk günlerde Anıtkabir'in inşa edileceği Rasattepe'ye gider, planları inceler ve ilgililerden bilgi alır. İşlerin ağır bir tempo ile yürütülmesinden rahatsız olarak hükümeti harekete geçirir. İnşaat hızlanırken Bayar zaman buldukça gider ve çalışmaları yerinde izler.

Anıtkabir'in heykelleri, kabartmaları, yazı ve mozaik işleri de DP döneminde yarışmaya açılır ve yaptırılır. İnşaat faaliyetlerini Başbakan Adnan Menderes de yakından takip eder. Bayar'ın bu konudaki görüşü, "İkimiz de yakından takip ettiğimiz için bu konuda birbirimize verecek taze haber bulamazdık. Yürümeyi çok seven Başvekil Menderes, sık sık Anıtkabir'e uğrayarak hem yürüyüş yapıyor hem de çalışmaların hızlandırılmasını teşvik ederdi." şeklinde. Atatürk'ün bir tahta masa üzerinde yattığını düşünmenin kendisi için dayanılmaz bir sızı olduğunu ifade eden dönemin cumhurbaşkanı, hatıratına şu notu düşmüş: "Başvekil Adnan Menderes'le son bir defa daha Anıtkabir'i gözden geçirdik, karar verdik ki içinde bulunduğumuz 1953 yılının 10 Kasım'ında Atatürk'ü ebedî makberesine tevdi edebiliriz."

Anıtkabir'i inşa ettiren Bayar, Yassıada mahkemesinde önce idama mahkum edildi sonra ilerlemiş yaşı sebebiyle bu ceza müebbete çevrildi. 1961 yılında cezasını çekmek üzere Kayseri Cezaevi'ne gönderilen Bayar, burada yaklaşık 3 yıl kaldı. 1963'te alınan sağlık raporu üzerine tahliye edildi. Bayar, büyük bir konvoyla Ankara'ya geldi. Amacı Cebeci Mezarlığı'ndaki eşi Reşide Bayar'ı ve Anıtkabir'i ziyaret etmekti. Fakat Anıtkabir'i ziyaretine izin verilmedi. Araştırmacı-yazar Süleyman Yeşilyurt'un 'Paşalar' isimli son kitabına göre, ziyaret gerçekleşmesin diye Anıtkabir o güne mahsus kapatılmıştı. Geceyi damadı Ahmet Gürsoy'un yeğeni Avukat Yılmaz Şahinalp'ın evinde geçirdi. Ertesi gün, kendisine sağlık raporu veren doktor tutuklanırken tahliye kararı da kaldırıldı ve 28 Mart'ta gözaltına alınarak tekrar Kayseri Cezaevi'ne konuldu. O gün yaşananları Zaman'a anlatan Şahinalp şunları söyledi: "Ankara'ya gelişiyle tansiyon yükseldi. Meneviş Sokak'taki evimiz taşlandı, camlar kırıldı. Sağlık raporunun sahte olduğu öne sürülerek gece yarısı itfaiye araçlarıyla gelip balkondan içeriye girdiler. Bayar'ı Numune Hastanesi'ne götürerek başka bir rapor aldılar." Şahinalp, sadece Bayar'a yönelik bir uygulama olarak anılmaması için Anıtkabir'in o gün tüm ziyaretlere kapatıldığını anlattı.
aktifhaber

Emre AKÖZ
Atatürk cahilleri
31 Ekim 2008
Sabah

Turkcell firması, Atatürk'ün özel hayatını da anlatan 'Mustafa' adlı filme sponsor olmadığı, daha doğrusu önce niyetlenip sonra vazgeçtiği için Aydın Doğan medyası tarafından topa tutuldu.
( Not: Bu eleştiriyi yapmalarının nedeni " fevkalade Atatürkçü " olmalarından değil. Turkcell, Doğan Grubu'na reklam vermiyor, ona köpürüyorlar.

Madem o kadar Atatürkçüler kendileri niye desteklemedi? Hem verdikleri para da yabana gitmezdi: Yönetmen Can Dündar kendi çalışanları.)

Turkcell çekinmekte haklı. Filmi destekleseydi, bu kez de " Vay efendim, Atatürk'ün özel hayatına giren bir filme nasıl arka çıkarsınız " diye laf edilirdi.
Siz bakmayın Doğan medyasının Turkcell'e vurabilmek için ' Mustafa'yı çok önemli bir filmmiş gibi göstermelerine.
Tersi olsaydı, yani Turkcell filmi destekleseydi; bu kez de önce filme çamur atar, sonra " Böyle bir filme nasıl sponsor olursunuz, siz Atatürk düşmanı mısınız " derlerdi.
Çünkü bunların amacı 'gerçek' değildir.
Onların gözünde gerçek ikiye ayrılır.
1) Çıkarlarına yarayan gerçek.
2) Çıkarlarını zedeleyen gerçek.

Mesela CHP Başkanı Deniz Baykal ne diyor?
- " Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz. Atatürk'ün sofrası Cumhuriyet coşkusunun yaşandığı bir sofradır. "
Deniz Baykal da biliyor o sofrada yaşanan tuhaflıkları. Mesela koca koca bürokratlar ve bilimciler; Atatürk'ün sorularına " onu tatmin/mutlu edecek bir cevap veremeyip fırça yiyecekleri korkusuyla " birbirinin ardına saklanırdı.
O sofrada " cumhuriyet coşkusu " yaşandı elbette. Ama tavana kurşun da sıkıldı, davetliler olur olmaz güreştirildi de! (Vereyim mi başka örnekler?)
- Şu cümle de Baykal'a ait: " Böyle bir filmde Atatürk için önde gelen algılama zaafları değil, eserleri olmalıydı. " Her gün bu ülkede Atatürk'ün eserleri anlatılıyor. Anaokulundan başlayıp ölene dek aynı şeyleri dinliyoruz. Bıkmadınız mı? Sıkılmadınız mı? Bazıları da başka gerçeklerden, yani sizin saklamaya çalıştığınız olaylardan söz etsin.
- " Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi " diyor Baykal.
Madem Atatürk hep demokrasiyi istedi; niye Terakkiperver ve Serbest fırkaları kapattı? Niye çok partili yaşama geçmedi? ( Osmanlı bile son döneminde çok partiliydi!)
Niye en azından bir " hedef olarak " CHP'nin 6 Ok'unda 'Demokrasi' yok? Hadi eskiden olmadı, şimdi niye yok?
Baykal da biliyor söylediklerinin uydurma olduğunu. Ama işine böyle konuşmak geliyor.
- " Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil. Arkadaşlarına saygı duymuş, sevmiş ama devrimler sırasında yolları ayrılmış " diyor Baykal.
Milli Mücadele döneminin kalburüstü simalarından sadece ikisini çevresinde tutmuştur Atatürk. Bunlar İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'tır.
Ortak özellikleri şunlardır: 1) İkisi de Kurtuluş Savaşı'na önceleri inanmamıştır. (Yani zaafları vardır.) 2) İkisi de Atatürk'e yürekten bağlıdır. Onun verdiği kadar yetkiyle yetinirler. 3) İkisi de statükocu tiplerdir; atılım yapabilmek için Atatürk'e muhtaçtırlar.
Ne demiş şair: " İnsanoğlu gerçeğin fazlasına tahammül edemez. "
EMRE AKÖZ - SABAH
emre.akoz@sabah.com.tr

Ünal TANIK
Yakup Kadri, Ata'nın kuşatılmasını anlattı
31 Ekim 2008 06:59
Haber 7
Can Dündar’ın “Mustafa” filmi, Aydın Doğan medyasına yeni bir şantaj malzemesi olsa da film aslında yaklaşım olarak Atatürk’ü farklı bir yönü ile tanımamıza neden oldu. Filmde, Atatürk’ün 1930’lu yıllardan itibaren nasıl bir konuma itildiğini gösteren çok önemli ayrıntılar var.

Filmin en dikkat çeken ayrıntılarından biri, Atatürk’ün son yıllarında çevresinde kimse kalmadığı ve yalnız öldüğüne ilişkin yapılan vurgu idi. Gece geç saatlere kadar oturan Atatürk’ün bir büyük rakıyı bitirdiği ve günde 3 paket sigarayı içtiğinin anlatıldığı bölümler, gündeme farklı tartışmaları da getirecek.

Bunlar tarihin bilinen gerçekleri ama sinema dili ile seyirciye sunulmasının etkisi çok farklı. Ata’nın halkla temasının önünün kesildiğine yer verilen filmde, bir halkla temas fırsatında toplumun içinde bulunduğu perişanlığı gördüğünde derin üzüntü duyduğu anlatılıyor.

Atatürk’ün insan yönünün sergilendiği filme manevi kızı büyük tepki göstermiş. “Kimse Ata’nın yalnız olduğunu öne süremez. O halkın gönlünde yaşıyordu” gibi laf kalabalığı ile filmde anlatılanların yanlışlığını öne sürmeye kalkmış.

Yakup Kadri, Atatürk’ün Çankaya sofralarının vazgeçilmez simalarına verilen “zevat-ı mutade” diye anılan isimlerden biri olarak bilinirdi. Ünlü romancının 1930’lu yılları anlattığı “Panorama” isimli eserine bir göz atanların nasıl bir Türkiye tablosu görecekler dersiniz?

10. Yıl Marşı’nda öne sürülen “10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan” martavallarının söylendiği dönemde, gerçek Türkiye’nin nasıl olduğunu anlamak isteyenler Panorama’yı mutlaka okumalı.

Rüşvetsiz hiçbir işin yapılamadığını, milletvekillerinin iş takipçiliğinde hangi noktalara ulaştığını, bu çarkın içine girmeyen bir kaç ismin nasıl perişan edildiğini, Ankara’nın nasıl yağmalandığını, particiliğin hangi boyutlara ulaştığını çok iyi anlayacaklar.

İsterseniz Panorama’dan 1933 Türkiye’sine bir göz atalım. (1953 baskısı. Remzi Kitabevi Matbaası)

Mansur Zade Hüseyin Efendi, hızla zenginleşen isimlerden birisi. Bağ komşusu milletvekili Neşet Sabit Bey’e hayat pahalılığından dert yanıyor:

“Esnaf dükkanlarında sinek avlıyor Mebus Bey! Öbür yandan masrafımız yükseldikçe yükseliyor. Etinden ekmeğinden tut da tuzuna biberine kadar, dün beşe aldığımıza bugün beş yüz veriyoruz.”

Servet Bey banka idare meclisi reisi. Bugünkü söylenişi ile bir kamu bankasının yönetim kurulu başkanı. Yakup Kadri, Servet Bey’i tanımlıyor:

“Bazı nüfuzlu mebuslar veya zorlu taşra eşrafı, banka ile olan dolaşık işlerini umum müdürle (genel müdürle) yoluna koyamayınca Servet Bey’e başvururlar ve ondan daima ümit verici, gönül alıcı muameleler görürler. Gerçi idare meclisi reisi, kendi çıkarıyla ilgisi olmayan işler için parmağını bile kımıldatmaz.”

Halil Ramiz, bir Anadolu kentinin idealist milletvekili. Bütün vekiller, Yenişehir’de iki üç katlı villalarda otururken o, Samanpazarı’nda sıradan bir evin çatı katında kirada oturuyor. Bir dönem Çankaya’nın müdavimlerinden biri iken zamanla araya giren başka isimler, Halil Ramiz’e farklı isnatlar yapıştırmıştır. Ümitle beklese de eskiden sık sık davet aldığı Çankaya’nın telefonları bir türlü çalmak bilmez.

Halil Ramiz ile Neşet Sabit, Halk Partisi adına bazı temaslarda bulunmak üzere Anadolu’nun bir vilayetine giderler. Vali, halkı yeni yaşama tarzına alıştırmak için hiçbir masraftan kaçmıyor. Lüks binalar yaptırıyor, buralarda balolar düzenliyor.

Gidilen kentin en önemli geçim kaynağı bağcılık. Yakup Kadri yöreyi şöyle anlatıyor:

“Bağlar iki yıldan beri mahsul vermiyor. Bağlara ya kum basmış ya hastalık gelmiş, mahsul alınamamıştı… Fakat Maliye, zavallı bağcıların yakasına yapışmış, illa ki taksitler diyor: İşte Ziraat Bankası bağlara haciz koymuş, satılığa çıkarmak istiyor.”

Bir başka tablo Halil Ramiz’in teftiş için görevlendirildiği konu. Yakup Kadri, mübadillerden Fazlı Bey’in yöresinde nasıl bir sistem kurduğunu şöyle anlatıyor:

“Mübadillerden Yanyıla Fazlı Bey isminde bir adam, Ankara’da yüksek mevki sahibi olan akraba ve hemşerilerinden birinin nüfuzuna dayanarak haksız yere birçok (emval) ve (emlak)e el koymuş ve bununla da kalmayıp kendini Parti başkanlığına geçirttikten sonra halkı her yandan istediği gibi kasıp kavurur olmuştu. Bunun yüzünden kaç kaymakam yerinden oynamıştı.”

Bu çarkı bozmaya çalışan, arazileri elinden alınanların hakkını savunan genç avukat Kenan Bey, başına gelenleri idealist vekil Halil Ramiz’e şöyle anlatıyor:

“Bütün kazada benim adım azılı tahrikatçılığa, devlet ve hükümet düşmanlığına çıktı. Nerede ise bir kulpunu bulup beni bir kızıl komünist veya kara bir mürteci diye gırtlağımdan yakalayacaklar.”

Romanın baş kahramanı idealist milletvekili Halil Ramiz’in, hazırladığı raporlar yüzünden başı derde girer. Çankaya tarafından artık çağrılmaz olur, partideki görevinden istifa etmek zorunda kalır. Vekil arkadaşı Neşet Sabit, ibretlik sözlerini Halil Ramiz için söyler:

“Arkadaşlar, unutmayalım ki biz, her şeyi şeflerimize medyunuz (borçluyuz) ve yegane mesnedimiz (dayanağımız) onların itimadıdır.”

Halil Ramiz, yaşananların iç yüzünü parti grubunda anlatmaya kalkar. Bu kez yine “hak ettiği cevap” ona parti yönetimi tarafından verilir:

“Kelam hakkının (Meclis’te söz hakkı) kullanılması, da bir takım bürokratik kayıtlara, şartlara haizdir. Başkan sorabilir, hangi mevzua dair söz istiyorsun…. Başkan sana, bugünkü gündemde böyle bir madde yoktur diyebilir.”

Can Dündar’ın filmi “Mustafa”da anlattığı gibi Atatürk’ün etrafındaki çember, Ata’yı koruma görüntüsü altında aynı zamanda bir yalnızlaştırma operasyonu olarak yürütüldü. Bu rastgele oluşmuş bir tavır değil, bilinçli yürütülen bir operasyondu. Yeniden Panorama’ya dönecek olursak…

Halil Ramiz, Samanpazarı’nda çatı katındaki kiralık evinde kışın ortasında kömürsüz kalmıştır. Kendi kendine hayıflanırken, bir taraftan zihninden geçmiş günler geçer.

“Bir vakitler Çankaya’ya pek sık gidip gelişleri kim bilir kimlerin kıskançlığını uyandırmış ve kim bilir ne gibi fitnelerle oradan uzaklaştırılmıştı."

Akla şöyle bir soru gelmemeli: "Yakup Kadri bir romancı. Anlatılanlar da romanda geçenlerden ibaret." Anlatılan romandan alıntılar ama Yakup Kadri bütün eserlerinde hayatı yazdığı kitaplara taşıması ile bilinir. Onun romanları, aynı zamanda hayata tutulan bir ayna hükmünde idi.

Ünal TANIK / Haber 7
tanik@haber7.com

Derya SAZAK
Tek adam
31 Ekim 2008
Milliyet

Atatürk filmi çeken Can Dündar’ın “Mustafa”daki yalnızlık vurgusu eleştiriliyor.
İzmir’den Engin Balım, Turgut Özakman’ın “Kurtuluş” filminin çekimlerine de katılmış, Atatürk’le ilgili araştırmaları yayımlanmış bir meslektaşımız; dün aradı ve Nutuk’un taslak metinlerindeki “Beni hatırlayınız” cümlesinin bir vasiyet olarak görülemeyeceğini savundu. Zaten Can Dündar da çevresindekilerin uyarısı üzerine Atatürk’ün bu konuşmaya Nutuk’ta yer vermediğini belirtiyor.
CHP lideri Baykal da daha önce “Sarı Zeybek”e imza atan Can Dündar’ın “Ergenekon” sürecinden etkilendiğini öne sürmüş.
Atatürk hakkında yapılmış çok fazla belgesel ve film yok ancak yazılmış binlerce eser var.
Kurtuluş Savaşı sona erip cumhuriyet kurulduktan ve devrimler başladıktan sonra Atatürk’ün Çankaya’da yalnızlaşıp “yorgun düştüğü”nü dönemin tanıkları yazarlar. 1930’larda dünyayı kuşatan ekonomik bunalım ve Avrupa’da esmeye başlayan savaş rüzgârları, Anadolu insanının zorluklarını artırmıştır.
Şevket Süreyya Aydemir, İtalya’da faşist lider Mussolini’nin İstanbul’u da içeren tehditleri üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya’da bir akşam, çevresindekilere “Hazırlanın, yarın Antalya’ya gideceğiz. Mussolini’ye cevabı oradan vereceğim” der. Bir telaş başlar. Hazırlık yapılır ve ertesi gün yola çıkılır. Kış kıyamette, Atatürk Kırşehir’e güçlükle ulaşır. Arabası tipiye saplanmıştır. Birkaç gün sonra Sivas üzerinden trenle Ankara’ya dönülür.
“Mussolini meselesi” de böylece geride kalır!
Şevket Süreyya Aydemir, bu anıyı naklederken Atatürk’ün şu sözlerine yer verir:
“- Biz Harbiye’de talebeyken, mektebin sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. İdareye de derdimizi anlatamazdık. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa isminde bir saray uşağıydı. Müsaade aldık. Huzura çıktık. Önce padişaha, sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet maksada geldik. İşi anlatmak istedik. Ama paşa daha ilk cümlelerde kükredi:
- Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze, dizinize dursun. Görmüyor musunuz sobalar nasıl gürül gürül yanıyor! Def olun buradan, yoksa...
Hakikaten de müdürün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür buram buram terliyordu. Sıcaktan göğsünü, bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün mektebin sobaları da öyle yanar...
Çocuklar, biz bu Çankaya Köşkü’nde bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz...”
Hatay’ın alınması konusunda hükümeti yeterince kararlı görmeyen Atatürk’ün Çankaya’dan inip milislerin başına geçme isteği ve başka isimle gazetelere makale yazması da ilginç örneklerdir.
Can Dündar’ı Mustafa’da “Ergenekon” soruşturmasının etkisinde kalmakla suçlamak haksızlık olur.
Atatürk’ü bir insan olarak görüp anlamaya çalışalım.

DERYA SAZAK - MİLLİYET

dsazak@milliyet.com.tr

Yavuz BAHADIROĞLU
İkinci Adam'dan Harf İnkılâbı'nın hikâyesi
03 Kasım 2008
Vakit

“Atatürk, bir iki seneden beri bunu düşünüyordu. Vakit vakit bana açmıştı. Ben önce buna mukavemet ettim.

Başından beri benim söylediğim, ‘Enver Paşa, harp (Birinci Dünya Savaşı) ilan edilmeden, böyle bir şeye teşebbüs etmişti; sonra muharebenin ilanı üzerine kaldırıldı. Tekrar eski hale döndük. Yine öyle olacak.
Çünkü bu tecrübeyi yakından biliyordum. Enver Paşa, yeni yazı şeklini emir olarak genelkurmaya verdiği zaman ben oradaydım. Yine o zaman da itiraz ettim. ‘Bunu çıkaramazsınız’ dedim. Nasıl yazıp, nasıl okuyacaklarını soruyordum. Onlar da ‘Yapacağız, edeceğiz’ diyorlardı.

Ben Birinci Şube Müdürü idim. Hafız Hakkı, Erkânı Harbiye İkinci Reisi… Vazife için yanına giderim. İmzaya götürdüğüm evrak, hep yeni imla ile yazılmış. Kâğıtları önüne koyar, anlatırım. Hafız Hakkı, kâğıtları okumaz, bana bakar: ‘Canım sen anlat, bunun içinde ne var’ der. Çünkü kendisi okuyamıyor. Bunun üzerine ben anlatırım. Bir gün bana, ‘Getireceğin yazıları, benim bildiğim yazı ile ayrıca yazdır da getir’ dedi…
Şimdi, ben bu macerayı biliyorum. Harf İnkılâbı ilan edilmeden iki sene evvel Atatürk'e söyledim… Benim ikazım cesaretini kırdı. Harf İnkılâbı'nı iki sene sürükledi. Resmi beyanlarında, grupta, partide yaptığı konuşmalarda, ‘Yeni harfleri düşünüyoruz’ diyordu. Fakat başlayamıyordu. Nihayet, Harf İnkılâbı'nı emrivaki halinde ilan etmeden önce kendisine şöyle dedim:
‘Bunu istiyorsunuz, yapacaksınız. Fakat tatbik etmeyeceksiniz.’
‘Kim?’ dedi.
‘Siz’ dedim…
Atatürk, söz verdi: ‘Tatbik edeceğiz, ben başta olmak üzere hepimiz tatbik edeceğiz’ dedi.

Harf İnkılâbı oldu. Herkes bilir ki, ondan sonra, ben eski yazıyı kullanmış değilim. Harf İnkılâbı çıktıktan sonra, şimdiye kadar eski yazıyla yazmış olduğum 20 satırı bulmaz. Yapmadım. Yapamadım… Cemiyete bunu yaptırmak için almadığım tedbir, katlanmadığım eziyet ve vermediğim eziyet, güçlük kalmamıştır. Ben, vekillerin, mebusların, memurların, herkesin cep defterini muayene eder ve eski yazı ile notlarını gördüğüm zaman mesul tutardım.
Ben Başvekilim. Bir gün Genelkurmay'a gittim. Bana resmi iki kâğıt getirdiler. imza etmem lazımmış. Fakat biri eski yazı ile yazılmış. Bunu okuyup anlayacağım ve sonra yeni yazıyla yazılmış olanını imzalayacağım. Nedir bu, diye sordum? Mareşal öyle söylemiş. Ona evrakı hep bu tarzda götürüyorlarmış. Tıpkı Hafız Hakkı'nın benden istediği gibi… Karşımdaki subaya, ‘Yeni yazıyı kullanmıyorsunuz. Bu devletin kanunu değil mi? Siz devletin kanununu tanımaz mısınız?’ dedim… Pancar gibi oldu.

Yeni harfleri öğrenmek için mektepler açıldı. Atatürk, her yeri dolaştı. Tahmin olunmaz bir şahsi gayret göstererek yeni harfleri memlekete mal etmeye çalıştı. Ama yaşlı bir adamın alıştığı harfleri bırakıp yeni harfleri öğrenmesi kolay olmuyor.

Bu gibi kimselere ‘Bunu öğrenin’ demek de güç bir şey. Bunca zaman önce, çocuklukta öğrendiğim ilk harflerin şurası burası benzemez, yine de söker, okurum. Sonradan öğrenilen bir harfle bunu sökmeye imkân yoktur.
Hiç eski yazı bilmeyen insanların yazılarını ben okuyamıyorum. Halbuki eski yazılardan okuyamayacağım yazı yoktur. En aciz adamın en karışık yazdığını mutlaka söker, çıkarırdım.
Bütün bu anlattığım güçlükleri düşünerek, bilhassa yetişmiş insanların yazı ile münasebetlerinin bozulacağından ve cemiyette kültür hayatının kötürüm olacağından endişeliydim.

(…)

Bugünlere ait bir olayı hatırlarım. Atatürk, yanında bazı kimseler olduğu halde, bir yerde çalışıyor. Önünde eski yazıyla yazılmış birçok kâğıt var. Akşamüzeri, ben kendisini görmeye gittim. ‘İsmet Paşa geliyor’ diye haber verirler. Hepsi telaşa düşer. Masanın üzerindeki kâğıtları kaldırırlar…
Bu son zamanlarda bile, koalisyon hükümeti olarak çalışırken, bakarım yanımda oturan Alican (Ekrem Alican, 1961) defterini çıkarır, eski yazı ile yazar. İçimden, ‘Şartlar müsait olsa ben sana gösteririm’ derim…
Harf İnkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. (O zaman, olayı okuma-yazma kolaylığına bağlayan ders kitapları yalan söylüyor). Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa'yı tahrik eden sebeptir. Ama Harf İnkılabı'nın bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap (bir bakıma İslâm demek istiyor) kültüründen koptuk…
Şimdi, bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönemezler. Kur’an kursuna gidenler için de böyledir.
Harf İnkılâbı'nı burada bağlayacağım. İnkılâp ilan edildiği zaman herkes iki yazı ile başladı. Hükümet başında bulunduğum için gayet sıkı ve ciddi takip ederek devlet dairelerinden eski yazının kalkmasına çalıştım. Ne kadar sürdü, şimdi söyleyemeyeceğim, fakat asgari bir müddet zarfında resmi dairelerden eski yazı kalktı.
Devlet memurları içinde eski yazıyı müsvedde olarak kullanmakta devam edenler, bu yazıyı bilmeyen insanlar memur olup işbaşına geldikçe, tabiatıyla seyrekleşti.”

Yavuz Bahadıroğlu -Vakit

ybahadiroglu - Haber 7

20 Temmuz 2009
AYM, Recep Peker’in hayali olan Cumhuriyet Konseyi

Mehmet Recep Peker, Cumhuriyet’in tipik asker-bürokrat kurucu isimlerinden biri. 61 yıllık hayatı süresince Cumhuriyet’e şekil veren isimlerden biri oldu.

Aslında Recep Peker’i tanımak için, birkaç cümle ile hayat hikâyesine bakmakta fayda var. 1889’da doğan Peker, Harbiye ve ardından Harp Akademisi’ni bitirdi. Libya’da, ardından patlak veren Balkan Savaşları’nda ve eskilerin Harb-i Umumi dedikleri Birinci Dünya Savaşı’nda bulundu.

[img]http://fotogaleri.haber7.com/inner//887520090720110954853.jpg [/img]
Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Mehmet Recep Peker

İkinci Meclis seçiminin ardından 1924’te kurulan Fethi Okyar kabinesinde Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) oldu. Okyar’ın Şeyh Sait ayaklanmasına karşı yumuşak davrandığı gerekçesiyle protesto için istifa etti.

Hayatında hep sertlikten yana bir çizgisi oldu.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dört defa genel sekreterliği görevini üstlendi. Kuruluştan itibaren etkili oldu ise de ülkeye damgasını vurduğu tarih 1930’lu yıllar oldu. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’den sonra “üçüncü adam” idi.

Daha sonraki yıllarda ise farklı şekillerde kurulan hükümetlerde görev aldı.

Partiyi 1935 kurultayına hazırlayan Başvekil İsmet İnönü, parti sekreteri Recep Peker’i iktidardaki partilerin tüzüklerini araştırmak için faşist İtalya ve Hitler Almanyası’na gönderdi.

Bu kurultay, hastalığı artık belirginleşmeye başlayan Mustafa Kemal Atatürk sonrası hazırlık oluşturması bakımından İsmet İnönü için hayati öneme sahipti.

İnönü ve Peker için 4. Kurultay, aynı zamanda CHP içindeki “Kadro” tabir edilen sol hareketi ve liberal kanadı tasfiye etme açısından bir tasfiye operasyonu olacaktı.

Recep Peker, rejimin en etkili organı olarak görülen ve kısaca “Genbaşkur” olarak adlandırılan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nda “Atatürk adına” kararlar alabilen ve açıklamalar yapabilen birisi idi. Parlamentoya gidecek milletvekili adaylarının tek belirleyici heyetinde idi. Dahası, tek parti rejiminin ideologu olarak bilindi.

Faşist ve Nazi partilerinin tüzüklerini inceleyen Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştüğü meşhur 1935 kurultayı için yeni parti tüzüğü hazırladı.

İnönü’nün hazırladığı yeni tüzük, onay için "Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanlığı" görevini resmen üzerinde bulunduran Atatürk’ün onayına sunulmak üzere Çankaya Köşkü’ne gönderildi.

Bugünkü karşılığı ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunan Katib-i Umumi Hasan Rıza Bey (Soyak) hatıratında, Atatürk'ün böyle bir değişikliğin kendisinin onayına sunulmasına hem kızdığını, hem bozulduğunu anlatır.

Hasta Atatürk’ün bu tüzük değişikliğini imzalayacağını düşünen İnönü ve Peker’in hayalleri Çankaya’nın tavrı ile yıkılır.
Dosyayı, akşamdan incelemesi için teslim eden Hasan Rıza Bey, sabah geldiğinde sırtında bornozu Atatürk’ün dosyayı incelediğini görür.

Atatürk, “Zorbalar” diyor ve ekliyor: “İnanılmaz şey. Ben memleketi hala bir tek parti ile idare etmekte olduğum için utanıyorum. Ama bazı arkadaşlarımız bu hali devamlı kılmak istiyor.”

Atatürk’ü çileden çıkaran şey, Nazi ve Faşist partilerin tüzüğünde olan yeni bir kuruluşun ihdası idi. "Yüksek Faşist Konsey" benzeri Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde görev yapacak Yüksek Cumhuriyet Konseyi kurulmasına şiddetle karşı çıktı.

Atatürk, Hasan Rıza Bey’e sorar:

- İsmet bunu görerek mi imzalamış?

Atilla İlhan, 22 Mart 2003’te verdiği bir röportajda İnönü-Peker ikilisinin girişimini değerlendirirken şöyle diyor:

- Yani, Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi gümbürtüye gidiyor… Tüzüğün bir kısmını Gazi, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi.

İnönü ve Peker, Yüksek Cumhuriyet Konseyi projelerini hayata geçiremediler. Ama parti-devlet fikrini rejime dahil etme yolunda önemli bir mesafe aldılar. Nitekim Peker, “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” ilanını bu kongrede yaptı.

Bu kongreden sonra Recep Peker, Kemalizm’in sol çizgide ilerlemesini sağlamaya çalışan “Kadro hareketi”ni ve liberal açılımları savunan öteki kanadı büyük ölçüde tasfiye sürecini başlatır.

Peker, Ülkü dergisi etrafında oluşturmaya çalıştığı Kemalizm ideolojisini topluma benimsetmenin yolunu burada açtı. Topluma Atatürk’ün Nutuk’unu "Türk’ün mukaddes kitabı", Halkevleri ve Çankaya’yı da "mabedine" dönüştürmeye çalıştı. Peker’e göre halkın damarlarında dolaşan “kirli kan” bu mabetlerde temizlenecekti.

Her ne ise… O tarafı ayrı bir konu…

İnönü, Recep Peker aracılığı ile 1935’te hayata geçiremediği fikrini 1960 ihtilali sonrasında başardı. Adına “Yüksek Cumhuriyet Konseyi” diyemedi Anayasa Mahkemesi dedi.

Ünal Tanık - Haber 7
tanik@haber7.com

İlk kez Avaz Türk’te... Atatürk’ün tarihi Afganistan mektubu
08 Nisan 2010
Müyesser YILDIZ

Mustafa Kemal’in 90 yıl önce, hem de Milli Mücadeleyi verirken, “Anadolu’nun güvenliğinin” Afganistan, Türkistan ve Buhara’dan başladığını görüp, strateji geliştirdi.

Bunu gerçekleştirmek amacıyla da kendi el yazısıyla bir talimatname hazırladı.

Malum Afganistan sadece dünya değil ülkemiz gündeminin de ana konusu. ABD ve NATO yıllardır Türk askerinin bu ülkeye savaşmak üzere gitmesi için baskı üstüne baskı yapıyor. İşte Mustafa Kemal’in 90 yıl önce “Anadolu’nun üstüne çöken sıkıntıları hafifletmek” amacıyla düşündüğü ve talimatını verdiği Afganistan projesini öğrendiğinizde eminiz ki, bizim gibi sizler de çok şaşıracak, dahası Türkiye’nin bugün niçin “taşeron” yapılmak istendiğini daha iyi anlayacaksınız.

Hele de Mustafa Kemal’in neden Afganistan’da, “İslâm ve Türk menfaatine hizmet eden bir Afgan grubun iktidara gelmesini” istediğini görünce, bugün o bölgede, kimin, hangi hedefleri için kullanılmaya çalıştığımızı bir kez daha düşüneceksiniz.

Ya Anadolu’yu korumak için İngilizleri daha Afganistan’da durdurma planları?!.. Mustafa Kemal’in dehası ve ileri görüşlülüğüne, bir kez daha hayran kalmamak mümkün değil. Herhalde, ABD’nin, Afganistan’ı işgâl planında Mustafa Kemal’den kopya çektiği yorumunu yapanlar da çıkacaktır.

Özetle Mustafa Kemal de, Afganistan da her daim aklımızda, gönlümüzde ve gündemimizde oldu, olacak. Ancak bu tarihi tabloda biri daha var. O kişi, 2 gün sonra 10 Nisan Cumartesi günü Genelkurmay Başkanlığı’nın, Genelkurmay Karargâhı’nda adına özel bir anma töreni düzenleyeceği Fevzi Paşa, yani İstiklâl Savaşı kahramanlarından Mareşal Fevzi Çakmak.

Zira Mustafa Kemal’in “TBMM Reisi” sıfatıyla, kendi el yazısıyla yazdığı bu tarihi talimatın muhatabı Fevzi Paşa. Tarihi 21 Aralık 1920. Konusu da, “Afganistan’a bir askeri heyet gönderilmesi”.

Tarihi Talimatın Tam Metni

Devlet adamları ve siyasetçiler başta olmak üzere, dış politika uzmanları ve stratejistlerin üzerinde düşünüp, detaylı şekilde yorumlayacağına inandığımız bu tarihi talimatı aynen aktaralım:

Fevzi Paşa’ya,

Savunma ve Maliyemizce olumlu olması durumunda ve anlaşma olduğu takdirde Afgan ordusunu yeniden düzenleme görevi için bir grup subayın gönderilmesini önemli ve lüzumlu görmekteyiz.

Cemal Paşa’nın bize ulaşan mektubunda belirtildiği şekilde, bunun gelecekte Anadolu üzerine çöken sıkıntıları hafifletmeye yarayabileceği gibi, aşağıdaki hususlara uyulduğu takdirde Orta Asya’da emrimize hazır kuvvetli bir orduya sahip olmamız temin edilmiş ve dolayısıyla gerektiği zaman Anavatan’ı savaşların sıkıntısından korumuş ve İngilizleri daha uzaklarda işgâl etmek için bir vasıta elde edilmiş olur.

Âcizane fikrime göre, bu heyeti oluşturacak subayların seçiminde ve kendilerine verilecek talimatta aşağıdaki hususlar dikkate alınmalıdır:

Öncelikle, bu heyetin başlangıçta kesinlikle siyasi konularla uğraşmayıp, sadece askeri görevlerini yerine getirmesi, gerek Afgan, gerekse Türkistan ve Buhara halkı ve askerlerine kendilerini fevkalade sevdirmesi,

İkinci olarak, giden subayların görünürde Afgan hükümetinin adamları gibi görünmekle birlikte daima ve her zaman Türk Hükümetinin bütün emirlerine tabi olacak ahlâk ve dayanıklılıkta olanlardan seçilmesi ve Afganistan hizmetinde bulundukları müddetçe her istediği imkânı temin etme ve diğer hususlarda Türk ordusu kadrosuna dahil bulundurulmaları,

Üçüncü olarak, bu heyetle telli ve telsiz telgraf muhaberesinin kurulmasına çalışılması,

Dördüncü olarak, Afganistan Dış İşleri Direktörü entrikalar sayesinde İslâmiyet ve Türklüğün menfaatine aykırı bir şekilde hareket etmeye hazırlandıkları takdirde, heyetimizin bu suretle hareketlerine mani olabilecek ve İslâm ve Türk menfaatine hizmet eden bir Afgan grubunu iktidara getirebilecek kadar sağlam bir yer edinmesi.
Avaztürk


En son Ekim tarafından Prş Nis 08, 2010 11:36 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 10, 2008 8:31 pm    Mesaj konusu: Çok Gizli Atatürk-Stalin Diyalogu Alıntıyla Cevap Gönder

Atatürk hakkında yanlış bildiklerimiz


Aha tarihçilere bıraktım
Engin ARDIÇ
Sabah
01 Mart 2009

Atatürk'ün doğduğu ev olarak bilinen ev, Atatürk'ün doğduğu ev değildir. O ev, Zübeyde Hanım'ın ikinci kocası, yani Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in evidir (Fikriye Hanım'ın da amcası.)

Atatürk o evde elbette oturmuş, Manastır Askeri İdadisi'nden izinli çıktığı zamanlar gelip orada kalmış, fakat orada doğmamıştır.

O evin arkasında bulunan, elli küsur yıl önce de Selanik Belediyesi tarafından yıktırılan, daha küçük bir evde doğmuştur!

Fakat "resmi tarihçilerimiz", bu ikinci evi daha fiyakalı bulduklarından, doğduğu ev diye bunu tanıttılar!

Bomba atanların ya da "tavaf turları" düzenleyenlerin kulakları çınlasın...

Atatürk'ün 1881'de doğduğu da kesin değildir, bu tarih 1880 de olabilir.

Çünkü Atatürk, 1296 tevellütlüdür! Rumi tarihle...

Rumi 1296 yılı, miladi 13 Mart 1880 günü başlar, 12 Mart 1881 günü biter. (İstanbul'daki darbe girişiminin tarihi olan rumi 31 Mart'ın miladi 13 Nisan'a denk geldiğini bilemeyip, gericilere karşı protesto gösterilerini iki hafta erken yapan "şaşkaloz solcuların" da kulakları çınlasın...)

Nitekim Atatürk'ün doğum yılı, 1934 Soyadı Kanunu'na, kendisine yeni bir nüfus kâğıdı verilene kadar hep 1880 kabul edilmiştir! Basında ve kitaplarda böyle yer almıştır.

Kafalar o kadar karışmıştır ki, Atatürk'ün ölümünden tam bir yıl sonra, 10 Kasım 1939'da çıkarılan bir hatıra pulunda bile doğum tarihi 1880 olarak gösterilmiştir...

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin fotoğrafındaki kişi de, Ali Rıza Efendi değildir!

O kişi, 1876'da, anayasanın ilanı üzerine Selanik'te kurulan Asakir-i Milliye taburunda görev alan gönüllü subaylardan, bilinmeyen birisidir.

Elde hiçbir Ali Rıza Efendi resmi bulunmadığından, "resmi tarihçilerimiz" bu adamı gözlerine kestirmişler ve onu Atatürk'ün babası yapıvermişlerdir...

Nitekim bizzat Atatürk'ün kendisi, Falih Rıfkı'ya, "bu bizim peder değil" demiştir!

Falih Rıfkı, Atatürk'ün bunu "alaycı bir dille" söylediğini de anlatıyor. Atatürk, dalkavuklarını adam yerine koymazdı pek... Biz hepsini milli kahraman yaptık.

Hani herşeyi "tarihçilere bırakmaya" pek meraklıyız ya... Ben de Andrew Mango, Cemil Koçak ve Ahmet Kuyaş'a sordum, bu yanıtları aldım.

Kuyaş, konuyla ilgili makalesinin üst başlığında "Atatürk'ü bilmiyoruz, öğrenmiyoruz, ezberliyoruz" demiş...

Aman Ahmet Bey, ayağını denk al, sonra yemediğin küfür kalmaz...

Bana bakma, ben alıştım!

Zor anlayanlar için özel açıklama
devamı için bu linki kullanabilirsiniz

Engin ARDIÇ / Sabah
eardic@sabah.com.tr


ENGİN ARDIÇ
Atatürk'ün hatası

Deniz Baykal'ın üç beş oy toplamak için giriştiği "çarşaf manevrası", bazı çevrelerde olumlu karşılandı, bazı çevrelerde de tepki yarattı.
"Akil adamlar", bunun bir "açılım" maçılım olmadığını, yalnızca Sultanbeyli Multanbeyli gibi "AKP'nin oy deposu" sayılan yerlerde bu partinin oylarını azıcık kırabilmek amacıyla çekilmiş bir numara olduğunu bilip, kıs kıs gülüyorlar... Çünkü Deniz Baykal'ı tanıyorlar, onun "cemaziyülevvelini" hatırlıyorlar.
İyi niyetli ve dürüst bazı arkadaşlar, konuyu gereğinden fazla ciddiye alıp, bunu demokrasi girişimi falan sandılar. Beğendiler.
CHP'den hiç mi hiç hoşlanmayan bazı dinciler de "kerhen" beğenmek zorunda kaldılar tabii...
Bendeniz de, altı ay ya da bir yıl sonra Deniz Baykal "Atatürk'ün partisinde çarşaflıya yer yok" deyip üye yaptığı o kadıncağızı partiden kovunca güleceğim!
O kadın, partiden belki Zülfü Livaneli gibi, belki Yaşar Nuri Öztürk gibi gidecektir.
Kocası belediye başkanı olamazsa tabii!
Evet... Tepkiler "Atatürk'ün partisi" kavramından güç buluyor. Bu olay başka herhangi bir partide geçse, haber değeri bile olmayacaktı.
Eh, Atatürk'ün bir partisi olursa, tepkiler de haklı sayılırlar!
Mesele, Atatürk'ün "bir partisi olması" meselesidir.
Olmayacaktı. Olmamalıydı.
Atatürk, partilerüstü kalmalıydı.
Şimdi bana, Hitler'in NSDAP'si, Stalin'in SSCBKP'si, General De Gaulle'ün UDR'i vardı demeyiniz.
Bir partin olursa, günün birinde "seçim yenilgisini", iktidardan düşmeyi falan da kabul ediyorsun demektir. İster savaşta yenilirsin, ister rejim yıkılır, ister halk değiştirir ama bir şekilde tarihe karışabilirsin... Senin "ikinci adamın" önce tek parti diktasını kurar, belki bu bir süre hoşuna da gider ama bir de bakarlar, diyelim yirmi yıl sonra çok partili sisteme geçivermiş, seni herhangi bir partinin herhangi bir kurucusu ve başkanı durumuna düşürüvermiş!
Atatürk, 1930 yılında gündeme getirdiği değişimin arkasında durmalıydı. Çabuk pes etmiştir. Menemen'de üç beş esrarkeş serserinin işlediği cinayet, çok partili sisteme dönmekten vazgeçme bahanesi edilmemeliydi, İsmet Paşa'nın bu yorumu kabul görmemeliydi, Serbest Fırka kapatılmamalıydı...
Çünkü diktaya 1925 yılında gidilmişti, demokrasiye işi tadında bırakıp hemen beş yılda dönmek fırsatı kaçırıldı, konu bir on beş yıl daha ertelendi.
CHP amigoları da bunu hep bir "dönüş" değil, bir "geçiş" diye yutturmuşlar ve tek parti sisteminin duvara toslamasını "İnönü'nün halkımıza bir armağanı" gibi pazarlamışlardır... Bu amigoların başında da merhum damadı gelmiştir tabii.
Atatürk'ün son yıllarını yalnız ve mutsuz geçirmesinde, "İsmet'e fazla yüz vermiş" olmasının burukluğu yok mudur sanıyorsunuz?
Atatürk parti başkanı olmasaydı, "devlet kurucusu ve milli önder" konumunda kalsaydı, bugün onun partisinde çarşaflı olur mu olmaz mı gibi saçmasapan konular da tartışılmazdı.
Sabah

Atatürk'ün dublörü nasıl öldürüldü?

İzmir ve Ankara duruşmalarından 15 idam kararı çıkar. Ayıcı Mehmet Arif Bey, Mustafa Kemal'in yakın arkadaşı, aynı zamanda kritik dönemlerde dublörüdür.

'Kuzum söyleyin Mustafa'ya beni kurtarsın'

İzmir ve Ankara duruşmalarından 15 idam kararı çıkar. Ayıcı Mehmet Arif Bey idam sehpasına götürülürken "Kuzum, söyleyin Mustafa'ya! Kurtarsın beni" der. "Sabahın bu saatinde bir kelle için adamı uyandırmayalım" cevabını alır. Ayıcı Mehmet Arif Bey, Mustafa Kemal'in yakın arkadaşı, aynı zamanda kritik dönemlerde dublörüdür de...

Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda ise ön saflarda yer alır, İzmir suikastı davasında sanıklar arasındadır.

1882 yılında Adana'da doğan Mehmet Arif Bey, Gazi Mustafa Kemal'in hem askeri okuldan arkadaşı hem de yakınıydı. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Bandırma Vapuru'ndan İstiklal Savaşı'nı başlatmak üzere Samsun'a çıktığı zaman yanında bulunan 18 kişiden biri de Mehmet Arif Bey'di. Bir özelliği daha vardı, Mustafa Kemal'e çok benziyordu. Miralay Arif Bey, harp yıllarında İnegöl'de bulduğu üç aylık bir ayı yavrusuna çadırında baktığı için "Ayıcı Arif" lakabıyla ünlenir. Çevresindekiler, Mehmet Arif'in ayı yavrusunu beslemesini hayvan sevgisine bağlarlar. Halbuki Ayıcı Arif, iyi bir istihbaratçıdır. Zaman zaman kılık değiştirir, ayıcı kılığında düşman saflarına geçerek bilgi toplar. Ayıcı Arif'in Kurtuluş Savaşı'ndaki rolü bu kadarla kalmaz. Mustafa Kemal Paşa'ya ikiz kardeşi kadar benzeyen Ayıcı Arif, kritik zamanlarda Gazi'nin dublörlüğünü de üstlenir.

DUBLÖRÜN BAŞARISI

Gazi Mustafa Kemal, Ayıcı Arif'in yardımıyla olmadık yerlerde ortaya çıkar. Onun vasıtasıyla cephedeyken Ankara'da, Ankara'dayken cephede, cephenin bir tarafındayken bir başka tarafında düşmanın hiç beklemediği anda belirir. Bu yüzden düşman istihbaratı şaşkına döner. Mehmet Arif Bey, bu fedakarlığının karşılığını da alır. Ahde vefaya önem veren Mustafa Kemal, zaferle birlikte, Ayıcı Mehmet Arif Bey'i listeye koyar. 1923'te Arif Bey artık Eskişehir Milletvekili'dir.

POLİTİKA YOLLARI AYIRDI

Politika hayatı ile birlikte Mustafa Kemal Paşa'yla Mehmet Arif Bey'in yolları yavaş yavaş ayrılmaya başlar. "Anadolu İnkılabı Milli Mücadele Anıları" adında bir de kitap yazan Mehmet Arif Bey artık muhalif kanattaki milletvekilleri arasında yer alır. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda ön saflarda yer alır. Partinin önde gelen isimleri Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir paşaların yanında Mustafa Kemal Paşa'nın benzeri Mehmet Arif Bey'in de yer alması, ortayailgi çekici bir görüntü çıkarır.

GİRİTLİ ŞEVKİ'NİN İHBARI

Tarih 15 Haziran 1928. Mustafa Kemal Paşa İzmir'e gelecektir. Bir gün önce Giritli Şevki isimli bir motorcu İzmir Valiliği'ne ihbarda bulunur. "Gazi öldürülecek. Suikastçılar İzmir'de. Benim motorumla Sakız Adası'na kaçacaklar." Gazi'nin otomobilinin geçeceği Kemeraltı semtinde dar bir köşe başında pusu kuracaklar, Atatürk'ü bomba ve tabancayla öldüreceklerdir. Aynı gece otellere baskınlar yapılır. Elebaşı Ziya Hurşit, yatağının altında bomba ve tabancalarla yakalanır. Diğer sanıklar da tek tek toplanır.

MUHALİFLER TUTUKLANDI

İstiklal Mahkemesi bu kez İzmir'e gelir. Mahkeme, çok sayıda milletvekili, Karakol Cemiyeti'nin önde gelen isimleri ve eski İttihatçılar ile birlikte Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi bazı Milli Mücadele paşalarının da tutuklanmasına karar verir. Sanıklar arasında Ayıcı Arif Bey de vardır. Arif Bey'e göre burada bulunmasının tek nedeni geçmişte Karakol Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almasıdır. Savcılık yazdığı Anadolu İnkilabı Milli Mücadele Anıları kitabının arasında bulunan elyazısı notlardaki sistemi eleştiren cümleleri delil olarak sunar.

18 İDAM KARARI ÇIKTI

Duruşmalar Haziran 1926'da başlar. Kısa sürede sona erer. Bazıları, paşalar dahil, beraat eder. Bazılarına hapis cezası verilir. İzmir duruşmalarından 15, Ankara duruşmalarından 3 idam kararı çıkar. İçlerinde Gazi'nin silah arkadaşları, eski İttihat Terakki mensupları, milletvekilleri de vardır. İdam hükümleri aynı gece uygulanır. Asılanlar arasında Mustafa Kemal Paşa'nın dublörü Ayıcı Mehmet Arif Bey de vardır. Sabaha karşı idam sehpasına götürülürken, infazları yerinde izleyen üst düzey bir görevliye: "Kuzum, söyleyin Mustafa'ya! Kendisi kaç yıllık yakın dostum! Kurtarsın beni" diyerek yakınır. "Sabahın erken saatinde bir kelle için adamı uyandırmayalım" cevabını alır.

Ayıcı Arif son anda ipten alındı mı?

Resmi tarihe göre, Gazi Mustafa Kemal'in ikiz kardeşi gibi benzeri Ayıcı Arif Bey asılmıştır. Ama tartışması uzun yıllar sürer. Kimileri, Ayıcı Arif'in asıldığına bir türlü inanmak istemez. Bunlara göre; Gazi, Ayıcı Arif'i son anda ipten almış, eski görevi olan dublörlüğüne geri döndürmüştür. Kimilerine göre de; Gazi kendisine çok benzeyen Ayıcı Arif'in asılmasına ses çıkarmaz.

HEP YANINDA

Mehmet Arif Bey, 9. Ordu Müfettişliği Erkanı Harp Reis Yardımcısı olarak Samsun'da Gazi'nin en yakınında yer alıyordu. Bu birliktelik, Erzurum ve Sivas kongrelerinde de sürdü. Yunan Cephesi'nde Fırka Komutanlığı ve Ordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. Efeleri örgütledi.

Zaferden sonra ayrılan yollar...

İzmir suikastı davası, bir devri kapatır. Tetikçilerle birlikte Gazi'ye karşı olan, onun davranışlarını eleştiren, Meclis'te özellikle devrimlere karşı yoğun muhalefet yapıp ayak bağı olan ve suikast girişimine yol verdiği iddia edilen eski İttihat ve Terakki ekibi böylece ortadan kaldırılır. Ülke siyasetinde bir daha bu kişilerin sesleri çıkmaz. Atatürk, suikast girişiminden hemen sonra İzmir'e geldiğinde bir beyanname yayınlar. Hepimizin bildiği ünlü sözleri o beyannamede yer alır: "Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Bugün


Mustafa YÜREKLİ
Atatürk, masonik kuşatmayı nasıl yardı?
12 Kasım 2008

Türkçe’de “Şeyh uçmaz, mürit uçurur..” diye bir atasözü var. Gerçekten de liderler tek başına hiç bir şeydir; başarılarda çevrelerinin payı büyüktür. Her lider, belli bir ekiple mücadele eder, şartları değiştirir, kendini üstün kılan şartları oluşturur ve iktidara geçer.

Milli Mücadele’yi zaferle taçlandıran ve Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk, tarih sahnesine çıkınca, 1919’dan 1938’e kadar, yaklaşık 20 yıllık sürede, her dönemde belli bir ekiple hareket etti. Aslında kendini çevreleyen ekipte kimlerin yer aldığını yıl yıl tespit edilebiliriz.

Atatürk’ün ekibindeki değişimi, her dönemde gidenleri ve yeni gelenleri, değişimin mücadelesine etkisini rahatlıkla tespit edebiliriz. Böyle bir çalışmaya büyük bir ihtiyaç var doğrusu.

“ZEVAT-I MUTADE”DE YER ALAN MASONLAR

Atatürk’ün çok geniş bir çevresinin olduğu; sivil asker bürokraside, politikada, iş dünyasında, kültür sanat alanında, üniversitelerde ve vatandaşlar arasında pek çok dostunun bulunduğunu biliyoruz. Bu yüzden Atatürk’ü kuşatan insanları, yakın çevresi, iş çevresi ve uzak çevresi diye gruplandırabiliriz diye düşünüyorum. Şüphesiz bu guruplar arasında geçişkenlik var..

Atatürk’ün yakın çevresine, Çankaya sofralarının vazgeçilmez simaları olarak “Zevat-ı Mutade” denildiğini biliyoruz. Asıl incelenmesi gereken de, bu “Zevat-ı Mutade” olsa gerek. Yakın tarih okumalarımdan bende oluşan izlenimi açık yüreklilikle ifade etmeliyim ki “Zevat-ı Mutade” incelendiğinde, Atatürk’ün Yahudi, Dönme ve masonlar tarafından kuşatıldığı net bir şekilde görülecektir.. “Zevat-ı Mutade” arasına gidip gelelerin kontrol edildiğini, görüşmesi istenmeyen kişilerin çeşitli düzenlerle uzaklaştırıldığı, Atatürk’ün de bunun farkında olduğu da kolayca tespit edilecektir.

Ne demek istediğimi sanırım, Atatürk’ün Masonluğu yasakladıktan sonra, bunun genelde Türk siyasetine, özelde “Zevat-ı Mutade”ye etkisini tespit edenler, rahatça anlayacaklardır. Atatürk’ün müdahalesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Ekim 1935 tarihinde masonluk yasak haline geldikten kısa bir süre sonra İsmet Paşa hükümeti devrilmiş ve masonlar “Zevat-ı Mutade”den başlayarak, hükümetten, devlet kademelerinden uzaklaştırılmaya başlanmıştır.. Masonluk ancak 1948 yılında, İsmet İnönü döneminde yeniden serbest haline gelecektir..

Burada, masonların “Zevat-ı Mutade”den uzaklaştırılışına bir örnek vermek isterim: Atatürk’ün kız kardeşi Makbule hanımın tanıklığına başvuracağım. Makbule hanım, Cevat Abbas Gürer’in “Zevat-ı Mutade”den çıkarılıp uzaklaştırıldığına tanık olmuştur. Bilindiği gibi Cevat Abbas Gürer yıllarca Atatürk’e yaverlik etmiştir, hatta ondan Bolu Milletvekiliğini koparmıştır.. Dolayısıyla masonlar, Atatürk’e yakın bir üyeleri olması nedeniyle Cevat Abbas Gürer’le övünürler.

“Zevat-ı Mutade”de yer alan masonlar tespit edilebilir. Böylece masonların Atatürk üzerindeki etkisi de açığa çıkacaktır.. “Hangi dönemde, ne oranda etkiliydiler?” sorusunu da cevaplamak mümkün olacaktır böylece.

ATATÜRK MASONİK KUŞATMAYI YARIYOR

Makbule hanım,“Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal” isimli kitapta Şemsi Belli’ye bir gece Savarona yatında Atatürk’le aralarında geçen bir konuşmayı aktarır. Makbule hanımın ağabeyi Atatürk’e “İsmet Paşa nerelerde? Epey zamandan beri gördüğüm yok..” diye sorduğunda Atatürk’ün de “Bilmem!” cevabı verdiği göz önüne alınınca, bu konuşmanın, Atatürk’ün İsmet İnönü’yü iktidardan ve “Zevat-ı Mutade”den uzaklaştırdığı dönemde, yani masonluğun yasaklandığı 1935 sonrasında gerçekleştiği hemen anlaşılır. Çünkü Atatürk, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan almış, yerine Celal Bayar’ı geçirmiş ve daha sonra da görüşmemiştir.

Makbule hanım, “Zevat-ı Mutade”den çıkarılan Cevad Abbas’ı sorar. “Peki ya Cevad Abbas? O da ortalarda yok…” der. Atatürk, “İzinli; iki aydan beri izinli Cevad Abbas!” cevabını verir. Makbule hanım, “Mühim bir işi mi vardı?” diye sormaya devam eder. Atatürk, “Kızını evlendirecekmiş!” diyerek geçiştirmek ister. “Peki bu düğünü niçin sizinle yapmadı?” diye soru sormayı ısrarla sürdüren Makbule hanım, Atatürk’ün tavrını “Atatürk sustu…Cevap vermedi…üzgün olduğu belliydi…” sözleriyle anlatır.

Makbule hanım, bu olay üzerine Cevad Abbas’a gider: “Kalktım, hazırlandım…Doğru Cevad Abbas’ın evine gittim…Hakikaten Cevad Abbas kızının düğün hazırlığı ile meşguldü…Fakat ağabeyimle aralarında bağzı bilmediğim şeylerin cereyan ettiği belliydi. “Niçin ağabeyimi üzüyorsun?”dedim.”

Cevad Abbas’ın Makbul’e hanıma cevabı ilginçtir: ” Kılıç Ali, Salih Bozok ve birkaç arkadaşı vardı sarayda…Bana aynen şöyle dediler: “Sakın ha Atatürk’ün karşısına çıkma! Gözüne görünme!..Sana fena muamele yapar!.. Hatta kolundan tutup dışarı bile attırabilir.. Kovabilir seni huzurundan!. Bunları işittikten sonra Atatürk’ü rahatsız etmek cesaretini kendimde bulamadım.”

Makbule hanım, Cevat Abbas ziyaretini anlatmaya devam eder: “Cevad Abbas’ın bu korkusu ve endişesi yersizdi… ‘Yanılıyorsunuz’ dedim, ‘ağabeyim sizi çok sever’” Ne var ki Cevad Abbas’ın endişesi vardır: ’Biliyorum, fakat kızgınsa?’ Makbule hanım, “Vallahi yalan söylemişler size.. Atatürk’ün böyle bir kızgınlığı yok sizin için.. İtimad edin bana…” der.

Olayların arka planını bilmediği için Makbule hanımın Cevat Abbas ile Atatürk’ü barıştırma girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Dolayısıyla “Cevad Abbas’ı, arkadaşları bir hayli zehirlemişlerdi..” diyor. Cevad Abbas, Makbul’e hanımın ısrarı karşısında “Gelmekten çekiniyorum hanımefendi, dedi. Israr etmeyin.. Belki çok fena bir muameleye maruz kalırım.” demek zorunda kalır..

Atatürk’ün ünlü mason Cevad Abbas’ı nasıl uzaklaştırdığını anlatan Makbule hanım, “Cevad Abbas gelmedi..” diyerek safça üzüntüsünü belirtmekle kalmaz, “Zevat-ı Mutade”ye ilişkin olarak yaptığı “Atatürk’ün sofrasında sık sık yer alan bazı yakınları şu veya bu hissin tesiriyle onunla ağabeyimin arasını soğutmaya muvaffak oldular…” genel değerlendirmesiyle, bilmeden, Atatürk’ün çevresini belli bir dönem masonların kuşattığına da tanıklık eder.
Atatürk’ü kuşatan Yahudi, Dönme ve masonik çember, Atatürk’ü koruma görüntüsü altında, aynı zamanda bir yalnızlaştırma, hatta kontrol yoluyla etkileme ve yönlendirme operasyonu olarak yürütüldü.,
Bu her liderin çevresinde görülen sıradan “daha çok yakınlaşmak için başkalarının ayağını kaydırma” tavrı değildi. Apaçık belliydi ki Atatürk’ün çevresindeki masonların bilinçli yürüttükleri “Zevat-ı Mutade”yi kontrol etmeye dönük bir operasyondu. Atatürk hiç kuşkusuz masonik kuşatma altında olduğunu biliyordu ve zamanı gelince de bu kuşatmayı yarmayı başardı.
Masonlar kuşatmaya alarak Atatürk’ün halkla ve farklı çevrelerle temasını uzun süre önlendiler. Dolayısıyla yurt gezilerine çıkan Atatürk, halkın içine karışarak toplumun içinde bulunduğu perişanlığı gördüğünde, derin üzüntü duyuyordu.
Ben burada birkaç yazıda Atatürk’ü kuşatan Yahudi, Dönme ve masonik çemberi anlatmaya çalışacağım..
Mustafa Yürekli - Haber 7
mustafayurekli@gmail.com

Çok Gizli Atatürk-Stalin Diyaloğu
10 Kasım 2008 13:40
Prof. Dr. Sadık Tural, Atatürk ve Stalin’in arasında yaşanan bir olaya ilişkin Sovyetler Birliği’nin gizli arşivinden alınmış bir belgeyi açıkladı.

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural 10 Kasım töreninde yaptığı konuşmada, Atatürk ve Stalin’in arasında yaşanan bir olaya ilişkin Sovyetler Birliği’nin gizli arşivinden alınmış bir belgeyi açıkladı.
Olayın, Atatürk’ün 1936 yılında Ankara’da Rus Büyükelçiliğinin verdiği bir resepsiyona gitmesiyle yaşandığını belirten Tural, Atatürk’ün resepsiyona gece saat 01.30’da, şahsi dostları ve manevi kızlarıyla ve zeybek çaldırmak üzere yanında getirdiği müzisyenlerle gittiğinin bilindiğini söyledi.
Bundan sonraki olayların 1952 yılında bir İstanbul gazetesinde yayınlananlardan farklı olduğunu, kendisindeki belgenin Sovyetler Birliği’nin gizli arşivinden alındığını ve Stalin’in kendi imzası ve yazıları olduğunu ifade eden Tural, olayı şöyle aktardı:
“Buna göre, Gazi Paşa, Rusya Büyükelçiliğine bir soru soruyor. ‘Cumhuriyet Bayramımız dolayısıyla sizin lideriniz beni niçin kutlamadı?’ O zamanın Büyükelçisi Karahan, Cumhurbaşkanları Kalinin kendilerini kutladığını söylüyor. Atatürk’ün cevabı müthiş; ‘Sizin Cumhurbaşkanınız, aynı zamanda önderiniz midir?’ Cevap, ‘Hayır’. Atatürk soruyor; ‘Önderiniz kim?’ Cevap; ‘Stalin’. Atatürk; ‘Öyleyse, o beni kutlayacak. Ben ülkemin hem Cumhurbaşkanı, hem önderiyim. Kalinin değil, bana kutlama mesajını Stalin göndersin’ diyor.
Büyükelçi Karahan, Atatürk’ün Stalin’i doğrudan aramasını isteyerek, bu işe karışmak istemediğini söylüyor. Atatürk de bunun üzerine: ‘Niçin ben ilk adımı atayım’ dedikten sonra, tarihi cümleler geliyor:
‘Ben bunu ancak eşit şartlarda yapabilirim. Eğer beni kabul ettiklerini hissediyorsam yapabilirim. Başka türlü işlerine evet diyemem. Sizin biliyorum, güçlü ve mekanize edilmiş büyük ordunuz var ve ondan korkmuyorum, sizlerden korkmuyorum. Benim arkamda 18 milyon halkım var. Benim emretmem yeterlidir. Halkım arkamdan nereye isterse gelir. Ben çok zarar verebilirim, elbette bunu hiçbir zaman yapmam, çünkü benim sözüm, benim dostluğum gibi kutsaldır.’”
Atatürk ile Büyükelçi’nin bu diyalogu “çok gizli” damgası ve “Stalin ile Molotov tarafından okunması” notu ile eklenerek Stalin’e sunulduğunu belirten Tural, Stalin’in Atatürk’ün sözlerini okuduktan sonra, “Dostumuz, Atatürk’ün sözleri ilgiyle, dikkatle okunsun” dediğini kaydetti.
Tural, “O tarihlerde dünyanın yüreğini hoplatan Stalin’in Atatürk konusunda daima dikkatli olduğu, Atatürk ölünceye kadar Türkiye aleyhine hiçbir şeyi açıktan söylemediği gerekçesini, buradan aldığı hususunu arz ediyorum” diye konuştu.
aktifhaber

Türkiye'nin ilk kadın gazetecisi "Atatürk çapkın mıydı?" sorusuna cevap verdi; "O karizmatik, yakışıklı ve devlet başkanı. Kadınlara ne diye asılsın? Ama, ünlü paşalar da dahil karısını ona sunmak için yarışan çoktu"


11 Kasım 2008 - Mustafa Kemal Atatürk'ün 70. ölüm yıldönümü, her yıl olduğu gibi yine Atatürk hakkındaki çeşitli tartışmalarla geçti. Özellikle 10 Kasım'a günler kala gösterime giren 'Mustafa' filmi üzerine büyük tartışmalar koparken, Can Dündar'ın anlattığı Mustafa Kemal Atatürk portresine alternatif olarak sunulan portreler de de tartışmalı pek çok nokta gözden kaçıyor. Ensonhaber sitesinde yer alan habere göre, ulusalcı kesimin önde gelen kalemlerinden olan Emekli Binbaşı Erol Mütercimler, yakın bir süre önce yayınlanan "Fikrimizin Rehberi: Gazi Mustafa Kemal" kitabında, Atatürk'e ait farklı bir portre çizdiği iddiasında. Ancak Erol Mütercimler, kitaba almadığı ancak Vatan gazetesine verdiği röportajda anlattığı bir anektod, Atatürk ve silah arkadaşları hakkında çok tartışmalı iddialar içeriyor. İşte Mütercimler'in, Ergenekon soruşturmasında gözaltına alındığında Terörle Mücadele'de kaldığını söylediği hatıra defterinde yer aldığı için kitaba koyamadığını söylediği bölümdeki çok tartışılacak iddiası..

ATATÜRK ÇAPKIN MIYDI?
Nazlı Pektaş’tan dinledim. Kitaba koyamadım çünkü hatıra defterleri hâlâ terörle mücedelede. Pektaş, ilk sarı basın kartlı gazetecidir. “Söylev”i Fransızca’ya çevirmiştir. Ona sordum “Çapkın mıydı? Kadınlara asılır mıydı?” diye. Dedi ki “Kim söylüyorsa cehennem o insan için vardır. Söylev’i Fransızca’ya çeviriyorum. Yukarıda Allah var, ne yalan söyleyeyim asılmak için çok çabaladım. Tüm kadınlar gibi. Her seferinde ise saçlarımı okşayıp ’Kızım, çocuğum nasıl gidiyor tercüme’ dedi. Yalnız bana değil, onlarca kadına böyle hitap ederdi. Ama içinde ünlü paşalar dahil olmak üzere o kadar çok kişi, karısını, kızını ona sunmak için çabalardı ki! Hatta karısını-kızını Atatürk’le yalnız bırakmak için Ankara kışında balkonlarda bekleyenlerlerdi. Bu yüzden az kişi zatüre olmadı!” Yahu Mustafa Kemal zaten karizmatik, yakışıklı bir adam, devlet başkanı. Ne diye asılsın kadınlara?"

netgazete

Kara Kitap'tan Çıkan CHP Sırrı
24 Kasım 2008
Köy Enstitülerini kim kapattı; İmam Hatipleri kim açtı; zorunlu din dersini kim koydu....? Kara Kitap'tan çıkan CHP'nin çarşaf açılımındaki sır...

Yenişafak'tan Taha Kıvanç'ın yazısının ilgili bölümü:

Şimdilerde unutulmuş gazetecilerden Eşref Edip Yazgan Osmanlı döneminde başlattığı 'Sırat-ı Müstakim' dergisini Cumhuriyet'in ilk elli yılında da yayımladı. Mesleğimizin en eskilerindendir Eşref Edip... En önemli eseri de tek parti döneminin aşırılıklarını sergilemek üzere kaleme aldığı 'Kara Kitap'tır.
İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanı olduğu dönemin CHP'si 'din' konusuna pek olumlu bakmazdı... Herkesin bildiği hoş bir öykü şudur: 1946 seçimleri öncesindeki kampanya sırasında İsmet İnönü'nün yolu Konya'ya düşer... Muhafazakâr kentin CHP'li yöneticileri konuklarına bir uyarıda bulunurlar; hem de bayağı eğilip kırılarak... “Muhterem Reisicumhurumuz” diye söze başlayıp kentlinin hassasiyetlerine dikkat çekerler... “Eğer sizin için de mümkünatı varsa” derler, “Ahalinin önünde nutkunuzu irad ederken, cümlelerinizin arasına 'Allah' ismini de katıverir misiniz?”
Gözleriyle “Peki” dediğini düşündükleri İsmet Paşa kürsüye çıkar, konuşmasını yapar ve iner... Yöneticiler, “Paşam” derler, “Hani Allah ismini de anacaktınız?” İsmet İnönü, bir hışım, “Andım ya” der, “Konuşmamı bitirirken 'Allah'a ısmarladık' demedim mi?”
Torunu Gülsüm Bilgehan vefatından sonra kaleme aldığı kitapta, İsmet Paşa'nın eşi Mevhibe İnönü'nün ne kadar dindar bir kişiliği olduğunu anlattı. Köşk'te de dindarlığından vazgeçmemiştir Mevhibe Hanım... Bu halinin dışarıdan görülmemesi, bilinmemesi için her türlü tedbir alınmıştır.
1946 seçimlerinde ancak seçime hile katarak ayakta kalmayı başardığı görülünce, CHP liderliği, yeni bir söyleme sahip olma gereğini nihayet anlamıştır. O tarihe kadar kurulan her yeni parti halktan büyük ilgi görmüş, ama sonuçta hepsi kapatılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası şartları parti kapatmaya müsait olmadığı için DP'nin de aynı âkıbete uğratılması mümkün değildir.
CHP yönetimi, “DP'yle aynı dilden rekabet edelim o zaman” kararına varmıştır.
'Aynı dil' ile kast edilenin ne olduğunu herhalde anladınız? 1947 yılında başbakanlık makamına “Zulmetten Nur'a” kitabının da yazarı olan ilâhiyat profesörü Şemsettin Günaltay getirilir. Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer de 'farklı bir CHP'li'dir...
Köy Enstitüleri'ni kim kapatmıştır dersiniz? Evet, o dönemde CHP kapatmıştır. Peki İmam Hatip Okulları'nı kim açtı? Bunu da bildiniz: 'İmam Hatip Kursları' adıyla o devirde açılan okullar bugünün İmam Hatip Liseleri'nin öncüleridir.
İlkokullara zorunlu din dersi de o dönemde konulmuştur.
Hani bugün birileri “Başörtüsü sorununu ancak CHP çözer” diyor ve devletin kurumları da CHP'nin katılmadığı hiçbir çözüme geçit vermiyorlar ya, bunun bir sebebi 1947 sonrası yaşananlardır...
Bugün ne olur? Dostum “Boşuna umutlanma” diyor ve “CHP'den ne köy olur ne kasaba” diye ekliyor.
İnadım inat, yine de umutluyum ben.

"Atatürk Ateist Değil Deistti..."
08 Nisan 2009 10:53

Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, "Atatürk'ün bir deist olduğunu düşünüyorum. Agnostik ya da ateist değildi' dedi. Gerekçeleri şöyle..

Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, 'Tek parti döneminde pozitivist anlayışla halkı bilime inanmaya zorlamak tepkiler yaratmıştır. Bu tepkilerin üzerine Demokrat Parti, iktidara gelebildi, Süleyman bey de kaç sene iktidara gelebildi. Öyle anlaşılıyor ki bu AK Parti üzerinde uzunca süre devam edecek' dedi.

Prof. Dr. Mete Tunçay, İnönü Üniversitesinde düzenlenen 'Batı Düşüncesine Eleştirel Bakış' konferansında yaptığı konuşmada, Batı uygarlığının 500 yıllık bir uygarlıktan ibaret olduğunu belirterek, 'Ama Batı, kendisine bir geçmiş uydurmuş. O geçmişte eski Yunan medeniyetine dayanıyor' dedi.

'ATATÜRK DEİSTTİ'

Aydınlanmanın 18. yüzyılda yaşandığını ifade eden Tunçay, 'Aydınlanma dinin dışında bilime yönelmek olarak kabul edildi. Aydınlanmada pek çok insan dini reddetmekle birlikte tanrıyı reddetmemiş deist olmuş, deist yani yaradancılık. 'Bu dinde bir takım hurafeler olabilir, ama aslolan bir yaratıcısı olmalı bu alemin' diyorlar. Atatürk'ün de bir deist olduğunu düşünüyorum. Agnostik ya da ateist değildi' diye konuştu.

19. yüzyılda batı düşüncesinin temelinin pozitivizm yani bilime inanma şeklinde geliştiğine işaret eden Tunçay, pozitivizmin Türkiye'de 20. yüzyılda hakim olduğunu dile getirdi. Tunçay, şunları ileri sürdü:

'Türkiye'de laiklik dinle devlet işlerinin ayrılması diye yanlış bir tanımla anlatılır. Türkiye'de dinle devlet işleri ayrılmaz. Tam tersine Türkiye'de din devlet denetim altında olmuştur. Çağdaşlaşmanın çok önemli bir bacağı dinin kamusal hayata hakim durumda olmasına izin vermemek. Ama bu izin vermemek yasakla değil, toplumun geliştirerek buna ihtiyaç duymaması ile olmalı. Hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet döneminde laiklik için atılan adımların başında geliyor. Hilafet kaldırılmasa ne olurdu sorusunu düşünüyorum. İyi bir Müslüman değilim, agnostiğim. Türk toplumunda hilafetin onayı ile cumhuriyet devrimleri yapılmış olsaydı bugün acaba böyle din temelli bir hareket iktidara gelme imkanını bulabilir miydi? Tek parti döneminde pozitivist anlayışla halkı bilime inanmayı zorlamak tepkiler yaratmıştır. Bu tepkilerin üzerine Demokrat Parti, iktidara gelebildi, Süleyman bey de kaç sene iktidara gelebildi. Öyle anlaşılıyor ki bu AK Parti üzerinde uzunca süre devam edecek.' (Malatya Aktüel)

Vatan

Atatürk'ün Sansürlü Kürt Sözleri
19 Nisan 2009 11:2

6Atatürk'ün çeşitli dönemlerde Kürtlerle ilgili sözleri ilgili sayfalar koparılarak sansüre uğradı. İşte o sansürlenen sayfalardaki notlar...

Mustafa Armağan/Zaman

Atatürk'ün 1919'da Kürtlerle ilgili sözleri nasıl sansürlendi?

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, dipnotlu, akademik atıflarla bezeli ama son derece siyasî bir konuşma yaptı; beklendiği gibi Türkiye'nin gündemini değiştirdi. Özal, Demirel ve Erdoğan gibi siyasetin zirvesindeki isimlerin de zaman zaman gündeme getirdikleri "Türkiye halkı" vurgusunu bu defa bir orgeneralin de içine sindirmiş olması, önemli bir değişimdi.

Üstelik bunun kişisel bir yorum değil, Atatürk'ün bir sözüne dayandırılmış olması, kabul edilebilirliğini artırma gayretinin de ötesinde anlamlıydı. Anlaşılan, 'Post-Kemalizm' (Kemalizm-Sonrası) denilen, esasen Tek Parti döneminde oluşturulan Kemalist anlayışın çözülme süreci bundan sonra giderek hızlanacak.

Hızlı bir bakışla 22 Ekim 1919 gününe gidelim ve İstanbul Hükümeti'nin Başbakanı Salih Paşa ile Heyet-i Temsiliye üyeleri (Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf ve Bekir Sami beyler) arasında imzalanan Amasya Protokollerine bakalım. 2 No'lu protokolün ilk maddesi şu cümleyle başlıyor:

"Beyannamenin birinci maddesinde Devlet-i Osmaniye'nin tasavvur ve kabul edilen hududu Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin camia-i Osmaniye'den ayrılması[nın] imkânsızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari taleb olmak üzere temin-i istihsali lüzumu müştereken kabul edildi."

Özetleyelim: 1. Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türkler ve Kürtlerin oturdukları araziyi kapsar. 2. Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkânsızdır. 3. Türkler ve Kürtlerin yaşadıkları bölgenin kurtarılması ortak olarak en asgari talebimiz olarak kabul edilmiştir.

Cümlenin devamında ise İngilizler kastedilerek, yabancıların görünüşte Kürtleri bağımsızlıklarına kavuşturacakları vaadiyle yaptıkları tezvirlerin önüne geçmek maksadıyla bu hususun, yani Türk-Kürt ayrılmazlığının Kürtlere bildirilmesinin uygun görüldüğü belirtiliyor. (Orijinali: "Maahazâ ecanib tarafından Kürtlerin istiklali maksad-ı mahsusu altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması tensib edildi.")

Belgeler konusunda uyanık olmamız şart. Nitekim burada şüphemizi çeken bir nokta var. Bekir Sıtkı Baykal'ın yayınladığı "Heyet-i Temsiliye Kararları"na (Türk Tarih Kurumu Yay., 1989, s. 25) baktığımızda yukarıya aldığımız ilk cümlenin devamındaki tam 3 sayfanın 'kopuk' olduğu yazılıdır! Evet kopuk! İyi de bu kadar hayati bir kararın 3 sayfası neden kopuktur? Kim kopartmıştır? Arşivlerimizin birileri tarafından elden geçirildiğini mi anlamamız lazımdır bundan? Demek ki, belgeler üzerinde operasyonlar sadece Erzurum Kongresi tutanaklarına mahsus değilmiş.

Amasya Protokolü'nün ilk maddesinin ilk cümlesinden sonraki 3 sayfanın kopuk olduğunu söyleyen Prof. Bekir Sıtkı Baykal ne yapmış dersiniz? 'Neden kayboldu?' sorusunun ardından seğirteceğine, oraya bir dipnot koyarak Başbakanlık Arşivi'nden bu defa protokolün Sadrazam Salih Paşa'da kalan nüshasına bakmış ve orada tamamen farklı bir cümlenin yer aldığını görmüş. Yukarıda okuduğunuz ikinci cümle, Salih Paşa'nın nüshasında şaşırtıcı derecede farklı olup 1923 sonrasının ideolojik inşa ortamında "Türkiye vatandaşlığı"nın yerini "Türklük" alırken, Kürtlükle ilgili belgeler "baypas" edilmiş, sansürlenmiştir.

Şimdi Salih Paşa'ya verilen ve Mustafa Kemal, Rauf Orbay ve Bekir Sami beylerin imzalarının bulunduğu 2 numaralı protokoldeki o sansürlenen cümlenin baş tarafını orijinalinden okumayı deneyelim:

"Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişâflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i örfiye ve ictimâiyece mazhar-ı müsâedat olmaları dahi tervîc ve ecânib tarafından Kürtlerin..." ("Atatürk'ün Bütün Eserleri", cilt 4, Kaynak Yay., 2003, s. 344'teki belgenin fotokopisinden okudum.)

Gerisi, yukarıdaki cümlenin aynısı. Ancak bu kısım, birileri tarafından müthiş bir beceriyle temizlenmiş ve belge düpedüz kesilip yeniden yapıştırılmıştır. Üstelik bu operasyonun yıllarca arşivlerde çalışmış olan Mithat Sertoğlu gibi bir 'üstad' tarafından yapılmış olması, insanda kime güveneceğine dair sağlam bir his bırakmıyor. Gerçekten de belgeler bile makaslanarak bu hale sokulduysa, yani hafızamıza şiddet uygulandıysa bizleri hangi polis koruyacaktır?

Çıkartılan cümlede ne var peki? Şu: "Bununla beraber, diyor belgemiz, Kürtlerin serbestçe gelişmelerini sağlayacak tarz ve biçimde kültürel ve toplumsal haklar bakımından müsaadelere mazhar olmaları dahi desteklenmiştir..." Bir başka deyişle Kürtlerin kendilerini geliştirmeleri için kültürel ve toplumsal haklarına erişmeleri konusunda mutabakat sağlanmıştır.

İşte size Milli Mücadele'nin en kritik belgelerinden birisinin hal-i pür-melâli. Artık siz karar verin bu ülkede gerçekten tarihçilik yapılıp yapılamayacağına.

Hoş, aynı ameliyat, Mustafa Kemal Paşa'nın İzmit konuşmasına da yapılmadı mı? Vaktiyle Doğu Perinçek sayesinde ("2000'e Doğru" dergisi, sayı 35, 30 Ağustos-5 Eylül 1987) Atatürk'ün "hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir" sözünün yer aldığı kısmın, 1982 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından basılan metinden çıkarıldığını öğrenmiştik.

Bu kısımların neden çıkartıldığını İsmet İnönü'nün 1925'te söylediği "Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları Türk yapmaktır" sözüyle veya 1980 darbesinden sonra Kürtçenin, hatta Kürt sözünün bile yasaklandığı bir inkâr fırtınası içine yerleştirdiğinizde anlayabilirsiniz ancak. Türk-Kürt kardeşliğini ve Kürtlerin ortak kurucu unsur olduklarını vurgulayan Mustafa Kemal'den "Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır" fikrindeki Atatürk'e; Türk vatanı içindekileri Türk yapmaktan söz eden bir asker başbakandan Türkler dışındaki etnik unsurları, daha açık söylersek Kürtlüğü "Türkiye halkı" olarak tanıyan bir başka askere.

Yoksa sessiz sedasız 90 yıl öncesine geri mi dönüyoruz? Bir de tarihte tekerrür yok derler. Sansürlenmeseydi hiç tekerrür mü ederdi?

Atatürk'ün Oğlu Hakkında Herşey
30 Ekim 2008 11:31
"Abdürrahim Tunça, Atatürk'ün gerçek oğlu mu değil mi" tartışmalarına ışık tutacak bir haber iki yıl önce Chronicle Dergisi'nde çıkmıştı. İşte o haber...



İşte Chronicle Dergisi'nde Tuncay Opçin imzasıyla 2006 yılında yayınlanan o haber:

"Mevcud-u Meçhul" Manevi Oğul

Adına Başkent Üniversitesi'nde müze kurulan Abdurrahim Tunça, Atatürk'ün manevi oğlu idi.
Abdurrahim Tunçak, 13 Ağustos 1998’de öldü. Ölüm haberi bir kaç gazetede minicik bir yer bulabildi. Tunçak’ı Atatürk üç yaşında evlat edinmişti. Zübeyde Hanım ve Makbule Atadan’ın ellerinde büyümüştü. Atatürk’ün ölümüne kadar Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü’nde yaşadı. Anıtkabir’de yapılan defin töreninde mezar odasında bulunan 10 kişiden biriydi.

Flaş... Flaş.... Flaş.... "Atatürk'ün varlığı bugüne değin açıklanmayan bir manevi çocuğunu bulduk!" Bu haber 1981 yılının 24 Mayıs'ında Mete Akyol'un Milliyet gazetesinde patlattığı bir manşet. Atatürk hakkında hassas bir konuya değinmek için oldukça erken bir zaman. Anne ve babasının kimlikleri kesin olarak bilinmeyen bu çocuk, o sıralar 73 yaşındaymış. Bugün eğer yaşasaydı 98 yaşında olacaktı. Atatürk'ün annesiz ve babasız bir çocuk olarak 1911 yılında himayesine aldığı bu çocuk, üç yaşında kapısından girdiği Paşanın evinde, sıcaklığını ilk kez üç yaşında hissettiği Zübeyde Hanımın kucağında büyümüştü.

"Annem Zübeyde Hanım beni hep, Naciye'nin erkek kardeşi diye severdi. Annemin üç çocuğu dünyaya gelmişti. Birincisi Mustafa, ikincisi Makbule, üçüncüsü de Naciye. Fakat Naciye 12

[img]http://www.chronicledergisi.com/images/stories/chronicle/sayi04/42-abdurahim-01.jpg [/img]
Çanakkale Savalı'ndan sonra Talat Paşa'nın Atatürk'e hediye ettiği halı Abdurrahim Tunçak'daydı.yaşında veremden ölmüş. Annem beni onun yerine koyardı. Bana ‘Naciye'nin erkeciği' derdi." Abdürrahim üç yaşında Atatürk'ün Akaretler'deki kira evinde hayata yeniden doğuyor. Mütareke döneminde, yani İstanbul işgal altındayken, Akaretler'den bugün müze olan Şişli'deki eve taşınmışlar. Şişli o zaman yepyeni ve azınlıkların oturduğu sosyetik bir semt. Nitekim Akaretler'deki evin kirası sadece bir lirayken, Şişli'deki evin kirası 14 lira. Atatürk'ün 1919'da Samsun'a gitmesinin ardından tekrar Akaretler'deki eve dönmüşler. Malûm Atatürk Bandırma vapuruyla Samsun'a giderken bu evden uğurlanmıştı. Onu yolcu edenlerden, hatta ardından "sular gibi gitsin, seller gibi gelsin" diyerek bir kova su döken Abdürrahim'di. Atatürk Anadolu'dayken annesiyle sürekli irtibat halindeymiş. Bunu söyleyen Abdürrahim, Paşa, güvendiği adamlar vasıtasıyla annesini hiç habersiz bırakmazmış, her mektubunda "ilk fırsatta seni yanıma alacağım" dermiş.

Atatürk Anadolu'ya çıkarken, Çanakkale Savaşı’ndan beri yanından hiç ayırmadığı Erzurumlu Şakir Çavuş'u annesinin emrine vermiş. Atatürk'ün yokluğunda Şakir Çavuş çok işe yaramış. Hatta bir defasında tüm ailenin canını kurtarmış. Olay şu: Çanakkale'de Atatürk'e esir düşmüş İngilizler'in elinden alınma iki tüfek hediye etmişler. Paşa savaşın ardından bu iki tüfeği hatıra niyetine Şişli'deki evin duvarına asmış. Hatta Samsun'a giderken de bunlar duvarda çapraz asılı duruyormuş. Atatürk Anadolu'da Kuvvayı Milliye direnişini başlatınca, "Padişahımız Efendimize isyan etti, Peygamberin Halifesine bayrak açtı" diye hain ilan edildiği günlerden bir gün Şakir Çavuş'a mahalle muhtarından bir haber uçurulmuş: İngiliz inzibatları Atatürk'ün evinde arama yapacak! Abdürrahim o sıralar ilkokul üçüncü sınıfa giden bir çocuk olduğu için her şeyi hatırlıyor. Şakir Çavuş hemen silahları duvardan indirmiş, yağlayıp bir çuvala sarmış. Sonra evin giriş katındaki bir odanın tabanını kazarak tüfekleri gömmüş. Sonra bir tanıdığından bir araba saman ve bir inek alıp, eve sokmuş. Birkaç gün de hayvanların altını temizlememiş. İngilizler geldiğinde burunlarının direkleri kırılmış, kendilerini sokağa dar atmışlar. Abdurrahim bu günü hiç unutamadığını ekliyor sözlerine. Sonra bu silahları Atatürk bir adamı vasıtasıyla aldırıp, Kılıç Ali'ye yollamış.

ÇERKEZLER DÖVDÜ

Atatürk aleyhine İstanbul'da öylesine yoğun bir karalama kampanyası düzenlenmiş ki, çocuklar dahi bundan etkilenmiş. Okulda Abdurrahim'i sıkıştırıp, dövmeye başlamışlar. Saraya yakın bu mahallede, sarayda görevli Çerkez aileler çoğunlukta olduğu için, okulda özellikle Çerkez çocuklar, "Senin babalık padişaha isyan etti, kâfir oldu" diye üstüne hücum ederlermiş. O da aslanlar gibi tek başına onlarla boğuşurmuş. Çerkez çocukların hassasiyetini anlamak için, o günlerde Çerkez gönüllülerden oluşan bir karşı devrim ordusu yaratılmış olduğunu hatırlayalım. Bu ordunun başına da ünlü Çerkez eşkıyalardan Anzavur getirilmişti.

Abdurrahim Tunçak, boş zamanlarında ata binmeyi çok seviyordu.Abdurrahim'in bu acıklı durumu nihayet Mustafa Kemal'in kulağına kadar gitmiş. Paşa bu yüzden, söz verdiği halde annesinden önce Ankara'ya Abdürrahim'i aldırmış. Salih Bozok'un oğlu Cemil Bozok'la beraber bir subay ailesi eşliğinde gemiyle önce İnebolu'ya, oradan da yaylı arabayla Kastamonu, Ilgaz dağları üzerinden Ankara'ya varmışlar.

15 Ocak 1923'te İzmir Karşıyaka'da ölen Zübeyde Hanımın son nefesini verdiği dakikaya kadar onun yanından ayrılmayan Abdurrahim, Atatürk tarafından kayınpederi Muammer Beye "emanet" edilmişti. Latife Hanımın babası Muammer Beyin Göztepe'deki köşkünde iki yıl kalan ve öğrenimini bu süre içinde İzmir'de sürdüren bu "çocuk", Atatürk ve eşinin arasında baş gösteren geçimsizlikten sonra, İzmir'den alınarak Ankara'ya Çankaya Köşkü’ne getirildi. Talihsiz Abdürrahim İzmir'de ne yazık ki annesi bildiği Zübeyde Hanımın ölümüne şahit olmuştu. Atatürk annesinin cenaze töreninde bulunamamıştı. Kayınpederi Uşşakızade Muammer Bey defin işlerini halletmişti. Zübeyde Hanımın mezartaşını da bizzat Latife Hanım yazdırmıştı. Taşta şöyle yazıyordu: "Burada Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal'in annesi yatıyor." Gerçekten de o sıra Atatürk'ün kartviziti böyleydi. Fakat çok geçmeden Mustafa Kemal "Atatürk" ilan edilmiş ve "Gazi Paşa Hazretleri" diye anılmaya başlamıştı. Latife Hanımın bu potunu Atatürk hiçbir zaman unutmadı ve nitekim o mezartaşı sonradan kaldırılarak, yerine bugünkü kondu.

İstanbul, Ankara, İzmir üçgeninde kaderin savurduğu bir yaprak gibi dolaşan bu çocuk aslında kimdi? Bu sorunun cevabı yıllardır çözülemiyor. Nitekim bu yazı da bu çocuğun gerçek kimliğini ortaya koyma iddiasında değil. Çünkü Mete Akyol'un 1981 yılında ulaştığı bilgiler henüz aşılmış değil. Nitekim Mete Akyol röportajında Abdürrahim'i ikide bir sıkıştırıyor: "Sen kimsin? Annen, baban kim?" Abdurrahim'in cevabı ona anlatılan hikâyeden ibaret: "Rivayete göre babam memurmuş. Diyarbakır'a tayin edilmiş. Burada annemi akrep sokmuş. Annem ölmüş. Babam beni İstanbul'a getirmiş ve hemen arkasından da askere alınmış, cepheye gönderilmiş. Bir daha da dönmemiş. Haberi de gelmemiş. Nüfus cüzdanımda doğum yerim olarak Diyarbakır yazılıdır ama Diyarbakır'da doğduğum da kesin değil. Belki daha önce doğdum, annem ve babamla Diyarbakır'a gittim. Kesin olarak bir şey bilmiyorum."

HALEP’E ZİYARETE GİTTİ

Atatürk bu çocuğa karşı çok hassas. Ona ilgisi bazen ona binlerce kilometre uzakta olsa bile fark etmiyor. Nitekim, 1917'de Zübeyde Hanım Abdürrahim'le birlikte Cevat Abbas'ın mahiyetinde Halep'te Mustafa Kemal'i ziyaret etmişti. Bu ziyareti ısrarla isteyen Mustafa


M. Kemal Atatürk ve Abdurrahim Tunçak.Kemal'di, Abdurrahim’i de ısrarla istemişti. O sıralar Abdurrahim beş buçuk altı yaşlarındaydı. Gerçi çok sağlıklı , toraman bir şeydi ama o günün imkanlarıyla İstanbul'dan Halep'e gitmek de hiç kolay olmasa gerek. Paşa Hicaz'da görevliyken bir Alman komutanla takışmıştı. Ordu mahkesine kadar giden bu sürtüşmede yetkililer Alman'dan yana çıkınca Mustafa Kemal istifa etmişti. Bir süre dinlenmek, düşünmek için Halep'te Salih Fansa diye bir arkadaşının konağında misafir kalacaktı. İşte bu fırsattan istifade yanına getirttiği annesi ve Abdurrahim de bu konakta misafir edildiler. Bu konağın bahçesinde Atatürk, Abdurrahim'e yöresel kıyafetler giydirmiş ve onunla birlikte fotoğraf çektirmişti. Yıllar sonra bu resim, Cumhuriyet'in 50. yılında çıkan Diyarbakır İl Yıllığı’nda, "Atatürk'ün Diyarbakır'da bulup götürdüğü çocuk" diye takdim edildi.

Abdurrahim, Ankara'da, Celal Bayar'ın oğlu Turgut Bayar, Başyaver Salih Bozok'un oğlu Cemil Bozok'la birlikte aynı okula gönderildi. Abdürrahim ismi, "Allahın korunan kulu" anlamına geliyor. Hakikaten bu çocuğu Allah koruyordu: Çankaya Köşkü’nde yaşıyordu. Yediği önünde, yemediği arkasındaydı. Atatürk cenazesinde bulunamadığı annesinin son nefesine kadar yanında olan Abdurrahim'i Ankara'da karşıladığında, "Annemizi kaybettik" diyerek bağrına basmış. Onu annesinden bir hatıra olarak görüyormuş. Bu yüzden de çok düşkünmüş. Fakat diğer evlat edindiği çocuklardan farklı olarak ona karşı hep mesafeli bir tavır içinde olmuş. Mesela onu Ülkü gibi şımartmamış. Belki de erkek çocuğu olduğu için. Abdurrahim üç yaşından beri onunlaydı. Kızkardeşi Makbule Hanımın ve (Atatürk'ün Latife Hanımdan önceki eşi olan) Fikriye Hanımın da Abdurrahim'in üzerinde çok emeği vardı. (Atatürk'ün Latife Hanımdan önceki eşi) lafı bize değil, Abdurrahim'e ait, röportajda Mete Akyol'a aynen böyle diyor.

O yıllar Ankara'nın yegâne lisesi olan, ancak seçme öğretmen ve öğrenci kadrosuyla eğitim düzeyi çok yüksek olan "Taş Mektep"ten mezun olan Abdurrahim, şahadetnamesini iftiharla


Abdurrahim Tunçak, "Anne" dediği Zübeyde Hanım'la birlikte.

Atatürk'e takdim edince, Paşa bir süre eli çenesinde düşünmüş, sonra tıpkı ülkenin kaderini tayin ettiği gibi Abdurrahim'in kaderini de tayin etmiş: "Artık askere değil, teknik adama ihtiyacımız var." Abdurrahim bunun üzerine İstanbul'a gönderilmiş, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ'ın özel ilgisi altında, özel öğretmenler elinde, Fransızca ve matematik çalıştırılmış. Üstündağ, yakın ilgisini hiçbir zaman esirgemediği Abdurrahim'i, İstanbul Elektrik İdaresinin Genel Müdürü Belçikalı Hansen'e götürmüş ve "Biz bu gencin ihtimamla yetiştirilmesini istiyoruz" diyerek, emaneti sağ-salim Peralı Belçikalıya teslim etmiş. Böylece Abdurrahim, Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nda stajyer olarak çalışmaya başlamış.

Yüksek öğrenimini Grenoble'da yapmasını isteyen Atatürk'ün emri üzerine Fransa'ya gitmeye hazırlanırken, Atatürk'ün yeni bir kararıyla Almanya'ya gönderilmek istenmiş ve Fransızca'dan vazgeçilerek bu defa Abdurrahim'i Almanca çalıştırmaya başlamışlar. Nihayet 1929 yılında Berlin Üniversitesi'ne gönderilmiş. Burada Büyükelçi Kemalettin Sami Paşaya emanet edilmiş. Onun yerine gelen Büyükelçi Hamdi Apak da emanete sahip çıkmış. Bu sıra Berlin'de öğrenci müfettişi olarak görev yapan Cevat Dursunoğlu da keza Abdurrahim'e yardımcı oluyormuş. Bu sıra soyadı kanunu çıkmış, Abdurrahim de kendine Tunçak soyadını yakıştırmış. Berlin Üniversitesi'nden elektrik mühendisi olarak mezun olan Abdurrahim, bir süre AEG fabrikalarında çalışmış. Bu sıra (1937) Atatürk için Savarona yatını almaya gelen Hasan Rıza Soyak başkanlığındaki heyete tercümanlık yapmış. Sonra Türkiye'ye dönmüş ve Ankara Elektrik ve Hava Gazı İşletmesi’nde elektrik mühendisi olarak hayata atılmış.

Yedek subaylığını İstanbul'da, Orhaniye Kışlası'nda yapmış. Ama geceleri Dolmabahçe Sarayı'nda kalırmış. Atatürk'ün ölümünden sonra döndüğü Ankara'da ise, Çankaya Köşkü’nde 15 gün kalabilmiş. Cumhurbaşkanı İnönü'nün Özel Kalem Müdürü Süreya Anderiman'ın "hatırlatması" üzerine, Çankaya'dan ayrılmak zorunda kalmış. Makbule Atadan, genç kızlığının geçtiği evde büyüyen Abdurrahim'i, abisinin ölümünden sonra da yalnız bırakmamış, onunla yakından ilgilenmiş. Onu kendi nüfusuna geçirmek istemişse de bu engellenince, Abdürrahim Tunçak'ın eşi Mualla Tunçak'ı evlat edinmiş, nüfusuna geçirmiş. Atatürk'ün ölümünden sonra Makbule Atadan'a kalan özel mirası Makbule Atadan'ın ölümünden sonra da evlatlığı Mualla Tunçak'a kalmış. Bu arada zaman geçmiş, Abdurrahim Tunçak 1973'te EGO'dan emekli olmuş. İkisi de evli bir kız ve bir erkek çocuk sahibi Tuncaklar, İstanbul'a yerleşmişler.


Zübeyde Hanım'ın Kur'an-ı Kerim'i de Abdurrahim Tunçak'a miras kalmıştı.

MEZARININ BAŞINDAYDI

Atatürk’ün ölümünün ardından Abdurrahim Tunçak’ın adını 10 Kasım 1953’te görüyoruz. Vefatının ardından Ankara’ya getirilen Atatürk’ün cenazesi, anıtmezarı yapılana kadar Etno grafya Müzesi’ne konmuştu. İşte 10 Kasım 1953’te Atatürk’ün mumyalanmış cenazesi Anıtkabir’e nakledildi. Cenazenin mozolenin altındaki kapalı odada defin törenine katılanlar arasında bulunanlardan birisi de Yekta Güngör Özden’di. Orada Türk gençliğini temsil etmek için bulunan Özden’in tanıklığına göre şu isimler bulunuyordu törende: “Askerlerin dışında gömülme sırasında bulunan isimler şunlardı; Cumhurbaşkanı Celal Bayar, TBMM Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Kemal Aygün, Atıf Benderlioğlu, Atatürk’ün son genel sekreteri Hasan Rıza Soyak, manevi oğlu Abdurrahim Tunçak, Makbule Atadan, Yekta Güngör Özden.”

Yani Abdurrahim Tunçak, o sırada Atatürk’ün manevi evlatları arasında böylesi önemli bir törene çağrılan tek isimdi. Aile Atatürk’ün ölümünün ardından da Abdurrahim Tunçak’ı hiç korumasız bırakmamıştı. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, ölümünün ardından yıllar sonra, 1971 yılında açılan vasiyetnamesinde Abdurrahim Tunçak’a da yer vermişti. Şahsi servetinden 20 liranın, “Naciyemin erkeceği” dediği Tunçak’a bırakılmasını istemişti. Belki bu para 1971’de bir şey ifade etmiyordu ama, Zübeyde
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr May 10, 2009 7:29 pm    Mesaj konusu: Tarih bilgimiz büyük ölçüde söylentilere dayanIyor Alıntıyla Cevap Gönder

İngilizlerin Bilmediğimiz Planları
GÜRKAN HACIR
24 Mayıs 2009

Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu? Atatürk'e Samsun'a gidiş vizesi kimden? Haritalar nasıl belirlendi? Kürt meselesi temelleri nasıl atıldı? Tarihle yüzleşme zamanı...

Özellikle Cumhuriyetçi ve laik çevrelerin en büyük korkusu, Türkiye'nin üniter yapısını koruyamayıp bölüneceği. Hem yurtiçinde hem yurtdışında giderek artan Kürt lobisinin etkinliği, hız kazanan Anayasa tartışmaları (ki en önemli ilk dört madde tartışılıyor) ve hemen yanı başımızda kurulan Kürdistan korkulu rüyamız oldu. Ama iş bununla sınırlı değil! Ermenistan ve Ermeni diasporasının taleplerinin, sırf soykırımın kabulüyle sınırlı olmadığı artık sır değil. Bir de giderek artan Pontus faaliyetlerini ve soykırım taleplerini de ekleyin, koca Anadolu coğrafyasını öyle düşünün.
Peki, nasıl oluyor da 85 yıl sonunda Türkiye bitmek tükenmek bilmeyen taleplere muhatap oluyor? Tam 85 yıldır büyük oranda barış içinde yaşamış, küçük sürtüşmeler hariç hiçbir ülkeyle savaşmamış bir ülke, bu kadar kolay bölünme hesaplarına dahil ediliyor.
Tamam mikro milliyetçilik çağındayız, tamam kimse bu önemli bölgede bu kadar büyük güçlü ve üniter bir yapıyı istemiyor ama bir ülkenin bölünmesi bu kadar rahat telaffuz edilebilir mi?

MECLİS BASKININA DİRENMEDİLER
Önce kuruluşumuzdan başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlere rağmen kurulmadı. İngilizlerle uzlaşılarak kuruldu. İdris Küçükömer bunun işaretlerini kitabında verir. Dikkatli bir üslupla Doğan Avcıoğlu da bundan bahseder. İngilizlerin İstanbul'u işgalinde ve sonrasında, İstanbul'u terk etmelerinde tek kurşunun atılmaması hiç merak etmediğimiz bir konudur. Neden Rum ve Ermeni çetelerine karşı örgütlenen direniş, İngilizlere karşı yapılamadı?
Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı basıldığında, İngilizlere hiçbir direniş sergilenmedi. Hatta, 16 Mart 1920'de, Fındıklıdaki Meclis baskınında milli mücadelenin önde gelen isimleri Kara Vasıf ve Rauf Bey kaçma imkanları varken kaçmadılar ve teslim oldular. Çünkü İngilizlerle uzlaşarak, varlıklarını koruyacaklarını biliyorlardı. Malta'ya sürüldüler.
İttihat ve Terakki'nin ve o yok olduktan sonra kurulan Karakol Cemiyeti'nin iki büyük temsilcisinin, bu tavrını anlamak için İngiliz faktörüne bakmak gerekir. Onlar, İngilizlere rağmen politika üretilemeyeceğini düşünüyorlardı. Bütün yazışmalar İngiliz istihbaratının eline geçiyordu. İttihatçı büyük şefler, Almanya'ya sığınmışlardı. Ve Osmanlı'nın büyük bir borcu vardı. Bu borçla, İngiltere'nin izni olmadan idare edilemeyeceğini hesaplıyorlardı.

ATATÜRK'E VİZE VEREN İNGİLİZ
Biraz öncesine gidelim ve asıl tarihsel yanılgımıza gelelim. İngilizlerle büyük mücadelemiz olan Çanakkale'ye... Çanakkale'de büyük bir direniş ve insanlık dramı yaşandı. Sayısı halen tartışmalı olsa da yüz binlerce şehit verildi. İngilizler, büyük askeri güçlerine rağmen Çanakkale Boğazı'nda sulara gömüldü. Ama bu savaşın Kurtuluş Savaşı'yla bir alakası yoktur. Arada 4 koca yıl vardır. Bu basit gibi gözüken ayrım aslında herkesin aklında karmakarışıktır. Kronolojik düşünme ne yazık ki eğitim sistemimizde bizlere verilmiyor. 1915 ile 1919 birbirine giriyor.
Ondan sonra Atatürk'e ve 36 arkadaşına Samsun'a gitmek üzere vize veren kişinin bir İngiliz İstihbarat subayı olduğunu öğrendiğimizde şaşırıyoruz. John Bennet bir İngiliz subayıydı. Atatürk ve yakın arkadaşlarının, İstanbul Boğazı'ndan ayrılması için gerekli vizeyi bizzat o hazırladı. Bu işlem için özellikle de İngiltere Dışişleri'nin baskı yaptığını anılarında anlattı. Anılarını 'Tanık' isimli kitapta topladı. Yakın bir zamanda yaşamını yitirdi.

MUSUL VE KERKÜK
Milli Mücadele yıllarında İngilizlerle hep masa başında karşı karşıya geldik. Cephede değil. İngilizler izin vermeselerdi Cumhuriyet kurulabilir miydi acaba? Emin değilim. Lozan'da hakem rolündeydiler. Ama asıl büyük oyunları hep Musul ve Kerkük üzerine oldu.
Musul Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi ama Lozan'da çok kolaylıkla bıraktık. Asıl büyük zenginlik, haritamızın dışına bırakılmıştı. Referandumla da olsa güzel kent Hatay, yıllar sonra bünyemize katıldı. Ama petrol deposu ve hayati önemdeki Musul'da neden ısrar etmedik? Ve neden bu kadar kolay bıraktık? İngilizlerin kurduğu oyun tıkır tıkır işledi. İtiraz edemedik. Peki, o yıllar için yeni bir plan mıydı bu?... Hayır sanmıyorum.

SIRADA Mİ KÜRTLER VAR?
Bakın buraya dikkat. Sadece tesadüflerden hareket etmiyorum. Yunanlıların özgürlüklerini kazandıkları yıl 1829'dur. Onları Osmanlı'ya karşı başkaldırmaya teşvik eden ise elbette İngilizler'di. Tam 90 yıl sonra yani 1919'da Osmanlı parçalanırken, onları Anadolu'ya çıkmaları için tahrik eden yine İngilizler olmuştu. Tam 90 yıl sonra dayağı yiyen Yunanlılar hayal kırıklığıyla evlerine döndüler.
Aradan tam 90 yıl geçti. Şimdi Kürtlere aynı şey yapılıyor. Yani 1829'da Yunanistan'ın, 1919 da (başlayarak birkaç yıl içinde) Türkiye'nin ve aradan doksan yıl geçtikten sonra yani 2009'da da Kürdistan'ın kurulmasına izin veriyorlar. Eğer kurulmayı becerebilirlerse onlarında ömrü herhalde 90 yıllık olacak. Hesap ne kadar açık değil mi?

LOZAN'DAN YOUTUBE'A
Bu arada kurucu doktrinimizin yıpranma dönemi de geldi. Atatürk için yapılan seviyesiz ve ahlak dışı saldırılar, son bir iki yılda ne kadar arttı. YouTube'un yasaklanmasına kadar varan seviyesiz saldırıların, hemen tamamı Gazi'nin özel yaşamına ilişkin. Evet, internetin yaygınlaşması ve YouTube'un hayatımızı daha etkin bir şekilde girmesini kabul ediyorum ama her şey bu kadar kısa sürede nasıl bir saldırıya dönüştü. Bu yazının konusu değil ama Lozan görüşmeleri bir kez daha incelenmelidir. Musul'dan vazgeçip neyi kazandığımız net olarak sorgulanmalıdır.
Kürt meselesinin Osmanlı'dan bu yana dallanıp budaklanmasında İngilizlerin rolünü bilmeyen yok. Ama Ermeni olaylarından dolayı kurulan Divan-ı Harp'te İngilizler, kendilerine karşıt kim varsa darağacına veya hapse yollamaktan çekinmediler.
1918 sonrasında Berlin'de sıkışan İttihatçı şeflerin adresleri, Ermeni suikastçılara İngiliz istihbaratı tarafından verildi. İngilizlerin kurduğu plan hep tıkır tıkır işledi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da Musul ve Kerkük'ü bırakmaya zorladılar.
Evet yazdıklarım determinist tarih çıkarsamaları... Ama bir düşünün lütfen! İngilizler her işin içinde olup da neden bu kadar az hedef oldular. Neden antiemperyalist eylemler hep Amerika'ya yöneldi? Neden Türkiye-İngiltere ilişkileri hiç ayrıntılarıyla incelenmedi ve belgeler süresi geldiği halde açılmadı?
Benden Selam Söyle Anadolu'ya
Yazar Dido Sotiriyu'nun kitabı her ne kadar bir insanlık dramını anlatsa da anlatım ve içerik olarak çokça tartışılan bir kitaptır. Kitabında anlattığı tüm Türk karakterler olumsuz, Rumlar ise daha görgülü seçkin ve iyi tiplerdir. Ama ben işin orasında değilim. Kitabın 80'inci sayfasında bir yerinde kitabın kahramanlardan biri 'Kemal 90 yıllığına anlaştı' diyor.

İSMET PAŞA BİLMEDİĞİMİZİ Mİ BİLİYORDU?
İki küçük soruyla bitirelim. Neden Güneydoğu'ya yatırım yapmıyorsunuz sorusuna, eski Başbakan Şükrü Saracoğlu 'İleride ne olacağı belli olmayan topraklara niye yatırım yapalım' cevabını verdi mi? İsmet Paşa Lozan çıkışında 'Bir doksan yıl daha kazandık' dedi mi? Acaba o dönemin devlet adamları, bizim bugün bilmediğimiz şeyleri mi biliyorlardı. Her ne olursa olsun kendi tarihimizle yüzleşmeliyiz. Sonucu her ne olursa olsun gerçeği öğrenmeliyiz. Ama bunu art niyetli araştırmacılara, fonlardan beslenen gazetecilere ve AB kuyrukçusu popülist aydın bozuntularına bırakmamalıyız... Gelin bu paranoid yazıyı komik bir tesadüfle bitirelim. Büyük bir gururla kutladığımız 23 Nisan 1920 bizim Meclisimiz'in açılış tarihidir. Ama 23 Nisan aynı zamanda İngilizlerin de Ulusal Günü'dür. William shakespeare'in de doğum günü olarak kabul edilir.
GÜRKAN HACIR/Akşam

Mustafa Armağan/Zaman
Atatürk'ün hayranı olduğu padişah

Tarih bilgimiz büyük ölçüde söylentilere dayanıyor. Günümüzde bile sözlü (şifahi) kültürün varlığını koruduğuna dair en güçlü kanıtlardan biri, bunca tarih kitabı basılmasına rağmen insanların yine de kulaktan dolma bilgilerle (şimdi bir de internetteki 'gözden dolma' bilgiler eklendi buna) idare etmesidir.

Mesela Atatürk'ün Osmanlı padişahlarını daima kötülediği, onları alçaklık, beceriksizlik, hatta hainlikle suçlayarak yeni neslin gözünden düşürmeye çalıştığını zannederiz. Süngümüzü takalım: Hakikaten öyle mi?

Fethin 556. yıldönümü yaklaşırken, Atatürk'ün Fatih Sultan Mehmed hakkındaki düşünceleri bize ışık tutabilir diye düşündüm.

Atatürk Ankara'ya adımını atar atmaz (28 Aralık 1919) yaptığı konuşmada, Osmanlı'nın hoşgörüsünden ve yabancı unsurların inanç ve âdetlerine saygısından söz etmiş, "Başka dinlere saygılı tek millet biziz." demiştir:

"Fatih İstanbul'da bulduğu dinî ve millî teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Katoğikos'u gibi Hıristiyan dinî reisleri imtiyaz sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbesti bahşedildi. İstanbul'un fethinden beri Müslüman olmayanların mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eder."

2 yıl sonra Eskişehir'de yaptığı konuşmada Fatih'in İstanbul'u fethederek Doğu Roma'yı tevarüs ettiğini söyleyen Mustafa Kemal Paşa, onun ikinci amacının Roma'yı almak ve Batı Roma İmparatorluğu'nun da tacını başına koymak olduğunu söyler. Birçok fetih yapan Fatih'in esas sorunu, dış politikada güçlü olmak için iç politikada da güçlü olmaktır. Avrupa'yı istilaya kalkan Fatih'in bu politikası, Atatürk'e göre "çok âkılâne ve müdebbirâne"dir ve bu yüzden az çok başarılı olmuştur.

1921'de öne çıkarttığı hoşgörü ilkesini 2 yıl sonra eleştirecektir. İzmit'teki konuşmasında ilk kapitülasyonların Fatih tarafından Cenevizlilere verildiğini söyler. Bir ihsan-ı şahane ve atiye olarak verilen kapitülasyonlar sebebiyle zamanla milletin sırtındaki yükün ağırlaşıp onu takatsiz bıraktığını ileri sürer. Ancak konuşmanın devamında büyüleyici bir Fatih portresi bizi beklemektedir:

"İstanbul'u alan büyük Fatih, bu azametli, kudretli padişah hakikaten bütün İslam dünyasının, bütün Türk dünyasının hakkıyla istifade edebileceği bir zattır. Bazı kusurları bir kenara bırakılırsa, bütün cihanın büyüklüğünü takdir edebileceği şahsiyettir."

Şunu anlıyorum ben Atatürk'ün söylediklerinden:

Fatih'in Batı'ya yayılma siyaseti esasen doğruydu ama bunu ancak Fatih gibi birisi kişisel yetenekleri sayesinde sürdürebilirdi. Bu bir devlet ve millet siyaseti değildi. Oysa önemli olan, aslî unsurun, geniş anlamda Türklüğün vicdanından çıkma bir siyasettir.

Atatürk 22 Ocak 1923 tarihli Bursa konuşmasında bu sefer Patriğe ayrıcalıklar bahşeden Fatih'in pek de iyi yapmadığını söyler. Ancak yeni kurulacak Türkiye'de bu tür ihsanlar kimseye verilmeyecektir. (Hatırlatalım ki, Lozan'ın imzası öncesinde ABD'ye Chester İmtiyazı'nı veren de Atatürk'ün başında bulunduğu TBMM'dir. 7 ay sonra "The Saturday Evening" gazetesine verdiği mülakatta (13 Temmuz 1923) "Amerika'ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini, Chester İmtiyazı'nı vermek suretiyle gösterdik." diyen kendisi değil midir?)

Lozan'da karar anına yaklaşılırken Atatürk'ün, konuşmalarında "fetih" ve "yayılma" fikrinden hızla uzaklaştığını görürüz. "Cihangirlik fikri lugatimizden ebediyen silinmiştir." der. Bu dönemde Fatih'in ve fethin gündeme getirilmesi, Avrupa'da Türkiye üzerindeki hassas şüphe bulutlarını kabartmak, "Acaba yine Osmanlı mı geliyor?" endişesini yağdırmak olurdu. Yeni Türkiye barışçı bir ülke olacaktı. Söylemediği ama kendisine yakıştırılan bir sözle ifade edecek olursak, Türkiye, "Yurtta sulh, cihanda sulh" istemektedir.

Peki Atatürk Cumhuriyet döneminde Fatih'e nasıl bakmıştır? Bunun için iki hatırata eğilmemiz gerekiyor.

Prof. Afet İnan "Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler" (1968, s. 187) adlı kitabında Atatürk'ün "Büyük Fatih"e her zaman hayranlığını ifade ettiğini yazar. İnan'a göre, Atatürk, bir Fatih heykelinin yapılmasını çok arzu etmiştir. Kâh Ayasofya Camii'ne, kâh Kızkulesi, Rumelihisarı veya gemilerin karadan yürütüldüğü Kasımpaşa kıyısına dikilmesini düşünmüştür heykelin. Ama gözde mekânı, besbelli ki Kızkulesi'dir.

Afet İnan'a göre Atatürk tam bir Fatih hayranıdır:

"[Atatürk] Osmanlı Devleti'nin yükseliş devri için, hayranlık ve muhabbet beslemiştir. Onun için FATİH SADECE BİR TÜRK BÜYÜĞÜ DEĞİL, CİHAN TARİHİNDE DE EN BÜYÜK ADAMDIR." (s. 312)

Atatürk'ün yakınlarından Münir Hayri Egeli de çok ilginç bir anekdot aktarır "Atatürk'ün Bilinmeyen Hâtıraları" adlı kitabında (1954, s. 58-59).

Bir gün sofrada söz Fatih'e gelir. Atatürk sorar: "Tarih acaba benim mi, yoksa Fatih'in mi yaptığı işleri daha mühim bulacaktır?" Orada bulunanlar hemen atılırlar: "Tabii ki sizi." Atatürk sorar: "Niçin?" Herkes kendince Atatürk'ün Fatih'ten üstün bir tarafını ispatlama yarışına girer. Dalkavuk mu yok? "Sizin yanınızda Fatih de kim oluyormuş!" diyenler bile çıkar. Bunun üzerine Atatürk, bu kişiye kızar, "Halt etmişsin" der. Şu sözler olgun bir devlet adamının bakışını yansıtır:

"Ben Fatih'ten büyük olabilir miyim? Çok kereler Fatih'in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih benim karşısında kaldığım meseleleri nasıl hallederdi? Bunu çok merak ederim. O BÜYÜK BİR ADAMDIR, BÜYÜK."

Egeli'ye göre Atatürk bir cümle daha söylemiştir ki, büsbütün düşündürücüdür:

"FATİH'İN DEVRİNDE YAŞASAYDIM MEMNUNİYETLE OYUMU ONA VERİR VE ONU CUMHURBAŞKANI SEÇERDİM."

Bu çarpıcı tespitin ışığında Atatürk'ün Fatih'e ve Osmanlı'ya bakışını yeniden değerlendirmeye var mısınız? Varım, diyenlerle işimiz var çünkü...

Atatürk`ün Filistin ile İlgili Haziran 1937’de TBMM’de Yaptığı Konuşma
http://www.muammertunahan.com/wp-content/uploads/ataturk.bmp

Yazar: tunahan

Türkçe hâkimiyeti milliye gazetesi Kemal Atatürk`ün Türkiye Millet Meclisinde irad etmiş olduğu bir nutuktan bahsediyor. Aşağıdaki satırlar bu nutkun Filistin’e taalluk eden kısmından alınmıştır.
“Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür.

Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa bir kaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla itham edildik.

Fakat bu ithamlara rağmen Peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bu gün kanımızı dökmeye hazırız.
Cedlerimizin, Selahaddin`in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bu gün, Allah`ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğinden şüphemiz yoktur.”
Arapça neşir : “Bombay Cronicle 27.07.1937 münteşir”
Türkçe Neşir: Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi
İşte o belge;

[img]http://www.muammertunahan.com/wp-content/uploads/belge1.bmp[/img]

[img]http://www.muammertunahan.com/wp-content/uploads/belge-2.bmp[/img]
[img]http://www.muammertunahan.com/wp-content/uploads/belge-3.bmp[/img]
http://www.muammertunahan.com

Mustafa Kemal'i "Dinsizlikle" Suçlayanlara Arşivlerden Cevap
15.08.2008
"Şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzu altına girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ile kuvvetliyiz."

Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bugüne kadar, İsrail'le olan ilişkilerini, hükümetlerden bağımsız yürüttü. Peki, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, şu anda İsrail'in işgali altında bulunan Filistin, bir diğer ifadeyle "Kutsal Topraklar" hakkında acaba ne düşünüyordu? Atatürk halen yaşasaydı, AB, ABD, BM ve İsrail'e karşı nasıl bir tavır takınırdı? Dünya Gündemi Gazetes, arşivlere girdi ve son derece dikkat çekici bir belgeye ulaştı. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın imzasını taşıyan bu belgede yeralan şu ifadeler Atatürk'e ait:

"İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söy lemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Peygamberin son arzusunu temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız."
Belgenin Tam Metni

Bazı çevrelerin Atatürk'le ilgili iddialarına son verecek olan bu belge, İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında "Bombay Chronicle gazetesinin 27.8.1937 tarihli nushasında 'Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım" diyor. Belgeden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Atatürk'ün, Meclis'te yaptığı bu konuşmayı, önce, Ankara'da Türkçe yayınlanan Hakimiyeti Milliye gazetesi yayınlamış. Hindistan'da yayınlanan Bombay Chronicle gazetesi de bu açıklamayı Hakimiyeti Milliye gazetesinden almış. Aslı Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni şöyledir:

"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
Kaynak: www.dunyagundemi.com

"Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır"

Bakın Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması esnasında yaşanan tartışmalara son vermek için nasıl konuşmuş:

"Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye “ilim icabıdır” diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.

Osmanoğulları, zorla Türk Milleti'nin hâkimiyet ve saltanatına vaziulyed olmuşlardı (el koymuşlardı), bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Simdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek (zorbaların haddini bildirerek), hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."

( Modern Türkiye’nin Doğuşu, B. Lewis, s.258)

İNÖNÜ ATATÜRK'LE NİÇİN KÜSTÜ?
31 Ekim 2009
Erdal İnönü, ölümünden önce Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide babasını, özel hayatını, siyaset deneyimini, unutamadığı anıları anlattı:Can Dündar'ın röportajı

ATATÜRK-İNÖNÜ ANLAŞMAZLIĞI; Babam Atatürk’le neden küstü?

Küslük konusunda babamın bize anlattığı şuydu:

‘Biz Atatürk’le tartışırdık. Örneğin aklına bir fikir gelirdi, onu ya sofrada ortaya söylerdi veya daha evvel bana söylerdi. Ben olabilir mi diye düşünürdüm, akşam yemekten sonra giderdim kendisine; oturup konuşur, sabaha kadar tartışırdık. Sonunda ya o beni ikna ederdi ya ben onu ikna ederdim ve anlaşarak ayrılırdık. Ama son zamanlarında rahatsızlandığı için sinirleri zayıflamıştı. Pek böyle uzun tartışmalara giremiyorduk, ayrılığa o sebep oldu’ derdi.

Hoşuna gitmeyen başka bir olay, sofrada bakanlarının kendisine söylenmeden eleştirilmesi, talimatlar verilmesi...

Gene böyle bir şeyler olmuş, babam da sinirlenmiş,

‘Sofradaki talimatlarla yürümez bu işler’ anlamında bir şeyler söylemiş. Atatürk de kızmış, ayrılmaları böyle başlamış.

(Milliyet)

Genelkurmay bu yıl Karabekir Paşa'yı unuttu
Mustafa ARMAĞAN
30 Ocak 2011

Masaya yumruk vurdu, bağırdı, çağırdı ama İlker Başbuğ zamanında Genelkurmay Başkanlığı bir ilke imza atarak 62 yıllık ayıbı temizlemeye soyunmuştu.

1. Kâzım Karabekir Paşa'yı anma günü düzenlemiş olan Başbuğ, konuşmasında Karabekir'le birlikte Fevzi Çakmak'ı da kucaklayacaklarını söylemiş ve 10 Nisan 2010'da Mareşal'i anma günü de düzenlemişti.

Gelin görün ki, Işık Koşaner döneminde Genelkurmay Başkanlığı garip bir sükûnete bürünmüş durumda. Şikayet ediyor değilim. Elbette olması gereken bu. Ancak bu suskunluk, Karabekir'i anmaya mani değildi. Sonuçta bugün bu bayrak dalgalanıyorsa ve o makam ayaktaysa bunda Karabekir'in emeğini görmezden gelmek en basit ifadesiyle kadirbilmezliktir.

Ne var ki, bu kadirbilmezliği daha sağlığındayken yaşamıştı Paşa. İsminin ders kitaplarından nasıl itinayla temizlendiğine, Mustafa Kemal'le yan yana göründükleri pozlardan suretinin nasıl makaslandığına, daha da kötüsü, "Nutuk"un sonunda nasıl haksız yere suçlandığına tanık olmuştu.

Karabekir'in farkı, mücadeleci bir ruha sahip olmasıydı. Nasıl cephede başarılı bir asker olmuşsa, fikir mücadelesinde de, kitabının yakılmasına, yazı ve belgelerine 4 defa polisçe el konulmasına rağmen yılmamış, adeta bir "gerilla" gibi tek başına savaşmıştı. Ne mutlu ki, o savaştan bize, alternatif yakın tarih hazinesi diyebileceğimiz eserler kalmıştır.

Cephelerde sırtı yere getirilemeyen Karabekir, yazı sahasında da susturulamamış nadir kalemlerden biri olarak inkılap tarihimizin "yalan yanlış" yazılmasına, gerçeklerin tersine çevrilmesine, dürüst şahsiyetlerine dil uzatılmasına, gençliğin hipnotize edilmesine karşı çıkmayı bilmişti. Kısaca Karabekir'in kılavuzluğunda yakın tarihin bulanık sularında yüzme imkânına sahibiz.

Karabekir'in 1918'de Erzurum ile Kars'ın kurtarılmasını takip eden "sınır ötesi" Kafkas harekâtı Azerbaycan'a kadar uzanmış, nitekim Mondros Mütarekesi haberini Tebriz'deki karargâhında almıştır. Öte yandan çağrıldığı İstanbul'a bir umutsuzluk havasının çöktüğünü görmüştür. Mustafa Kemal Paşa dahil birçok komutan cephede yenildikleri için kurtuluşa dair umutlarını kaybetmişlerdi. Karabekir ise İngilizleri püskürtmüş, Rusya'nın bıraktığı boşluğu iyi değerlendirerek Ermeniler ve Gürcülerin üzerine yürümüş, İran Azerbaycanı'na hakim olmasına ramak kalmıştır.

Bu diri psikolojiyle İstanbul'a dönen Karabekir, İsmet (İnönü) ile konuştuğunda onun askerliği bırakıp çiftçi olma planları yaptığını öğreniyor, Mustafa Kemal'i ise Anadolu'ya geçmek yerine, Harbiye Nazırı olmak için kulis yaparken buluyordu.

Tam bir hayal kırıklığına uğrayan Paşa, derhal "siyasî ve askerî planlar" yapar; İstanbul'daki komutanlara Anadolu'ya geçip "tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadele" etme kararını anlatır; daha sonra Mustafa Kemal'e atfedilen ünlü parolayı kendisinin icat ettiğini yazar: "Ya istiklal ya ölüm!"

Zaferden sonra Kâzım Karabekir için çıkarılan taşbaskı poster. Üzerinde şöyle yazılı: "Ermenistan fatihi ve yetimler babası, muzaffer Şark ordularımızın kumandanı Kâzım Karabekir Paşa hazretleri."

Karabekir Paşa'nın eserlerinde üzerinde durduğu bazı noktalar, tarih algımızı kökünden sarsacak niteliktedir. Mesela Mustafa Kemal'e Şişli'deki evinde teklif ettiğini söylediği "kurtuluş planı"na göre, 1) Erzurum'da geçici bir hükümet çekirdeği hazırlanacak (siyasî plan), 2) M. Kemal Paşa Konya'daki, kendisi de Erzurum'daki Ordu Müfettişliği'ne geçecek, 3) Bir tehlike vukuunda geçici bir hükümet kurulacak, M. Kemal "Anadolu Komutanı" namını alıp Batı cephesini, kendisi de Doğu cephesini üstlenecektir (askerî plan).

Karabekir istiklalin bu planla kazanılacağına inanmıştı. Oysa Mustafa Kemal'in o sıradaki fikri, askerî değil, siyasî bir kurtuluştan yanaydı. Milli Mücadele'yi diplomasi yoluyla kazanmaya önem vermesinin sebebi buydu. Nitekim Karabekir, M. Kemal'in bizzat ordunun başına geçmeyişini bir zaaf olarak görür. O, derhal Başkomutan olmalı ve İnönü'nün geçimsizlik ve beceriksizlikleri yüzünden zaman, asker ve savaş kaybetmeyi göze almamalıydı. Hatta Yunan işgali Sakarya'dan hemen sonra bitirilebilecekken, işin savaşla değil, siyasetle halledileceği takıntısı yüzünden bir yıl kadar uzamış ve düşmana gereksiz yere Anadolu'yu yakma ve binlerce sivili öldürme fırsatı tanınmıştır.

Keza İstanbul'un başkentlikten çıkarılmasının İngilizlerin zorlamasıyla olduğu iddiası. İngilizler Boğazlar'a yerleşmek istedikleri için hükümetin İstanbul'dan çıkmasını istemişler, hatta zorlamışlar, bunun için Hilafetin saltanattan ayrılıp saltanatın kaldırılmasını istemişlerdi. Böylece saltanatın kaldırılması ve başkentin Ankara'ya naklinin Lozan'ın hemen öncesine denk gelmesindeki sırrı tartışmaya açıyor Paşa.

Kâzım Karabekir 1920 sonlarındaki Doğu harekâtında hem doğu sınırlarımızı güvenceye alarak, hem de Gümrü Antlaşması'yla Ermenilere Sevr'deki imzalarını geri aldırarak (böylece Sevr'i ilk "parçalayan"ın kim olduğunu öğreniyoruz) hayatî önemdeki başarılara imza attığı halde kitaplarımızda neden ısrarla görmezden gelinir? Bu sık sorulan sorunun cevabını, yukarıda yazdıklarımdan çıkarmış olmalısınız. Resmi tarihe itiraz eden Karabekir, elbisenin içine girmiş, sürekli rahatsız eden bir "diken" gibidir.

Nitekim 19 Ekim 1922 tarihli günlüğüne M. Kemal Paşa'ya neden kendisini Lozan'a göndermediğini sorduğunda şu çarpıcı cevabı aldığını kaydetmiştir: "Çünkü sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşa'yı göndereceğim. Çünkü sözümden çıkmaz."

Bana sık sık hiçbir savaşı kazanamayan İsmet Paşa'nın nasıl olup da bu kadar hızla yükselebildiğini soranlar bu cevabı iyi okusunlar. Sır söz dinlemekte gizli.

Ancak tarih dede, gerçek yükselişin halkın gönlünde gerçekleştiğini öğrenecek kadar uzun yaşamıştır. Kitaplar unutturmaya yeminli olduğu halde halkın Karabekir'i tereddütsüz bağrına basmış olması yeterince ibret-âmiz değil midir?

Geçen yıl "Genelkurmay Karabekir'i kucaklamaya hazır mı?" diye sormuştum, bu yıl cevabını almış oldum

Zaman

Çözüm: 'Türkiye'yi Batıdan Korumakta!'
Banu AVAR
25 Haziran 2010

Bu Cumhuriyet kurulduğunda bir DIŞ POLİTİKASI vardı.. Nasıl mıydı?

Bugün ve dün koltuğa oturtulan beylerin ve onların politikaları sonucu batının beslemesi olan aydıncıkların ağızlarında çevirip durdukları gibi değildi!

Şu kesindir ki: Mustafa Kemâl Türkiyesi’nin dış politikası BATI EKSENLİ değildi!

Hayattayken tek bir batılı ülkeyle ittifak edilmemişti! ‘Atatürkçüyüm’ diyenler bunu iyi bilsinler.

Attilâ İlhan ‘Gazi Türkiyesi’nin Dış Politikası’nın oturduğu 3 ekseni şöyle özetler:

1. Balkan Antantı (Türkiye böylece Balkanlar’daki eski Osmanlı topraklarını kontrol ediyordu);

2. Saadabat Paktı (Türkiye, böylece Irak, İran ve çevresindeki, sömürge, yarı sömürge ülkeleri kontrol ediyordu);

3. SSCB dostluk ve işbirliği (Türkiye böylece Batı’nın 200 yıldır kışkırttığı Türk-Rus düşmanlığını yok ediyordu)…

Attilâ İlhan "Gazi, Türkiye’yi batı’ya karşı korumaya almıştır!’" derdi.

‘Avrasya ekseni’ zorunluluktur!

O, hiç kuşkusuz AVRASYA EKSENLİ bir dış politika benimsemişti. 30’larda Emperyalizmin örgütlediği NAZİ saldırısına karşı Balkan ülkeleriyle ittifak yapmış, arkasını Saadabat Paktıyla sağlama almış, Sovyetlerle, İran’la, Afganistan’la elele vermişti..

O Avrupa ki , Osmanlı’yı önce iktisaden ve kültürel olarak göçertmiş, topraklarını ve kaynaklarını paramparça etmiş, petrol coğrafyasına el koymak için önce Arapları sonra Kürtleri kullanmaya kalkmıştı.

O Avrupa , O Amerika, topraklarımız üzerinde yeni devletlerin sınırlarını belirlemişti!

Aynı Batı, emperyal amaçları için, Birleşmiş Milletler’in ağababası ‘Cemiyet-i Akvam’ (Milletler Cemiyeti)dan karar çıkartmış, sinsi yollarla Musul ve Kerkük’ün manda yönetiminde kalmasını karara bağlamıştı!

Lozan’da müzakereler tıkanınca Atatürk, ‘Ömrüm yeterse, Musul Kerkük ve Adalar’ı alacağım! Diplomasiyle olmuyorsa askerle!’ demişti. Akabinde isyanlar patlamıştı!

İngiltere, petrol coğrafyasına el koyma arsızlığı içinde Nasturi ve Şeyh Sait isyanlarının kışkırttı. Lord Curzon ‘Şimdi olmazsa biraz ilerde icabınıza bakacağız!’ demişti. ‘Hakkari hristiyandır’ kampanyası açıldı, ardından silahlar bölgeye yığıldı.. Amerika Kürdistan ve Ermenistan için çizdiği sınırları izlemeye almıştı.

İtalya sırtlan payını Oniki adalar’ı kaparak almış, Fransızlar Hatay’a gözkoymuştu!

O çete savaşını göze almıştı!

Yeni savaştan çıkmış, yoksul, aç perişan bir ülkenin komutanı olarak Mustafa Kemâl Paşa, bintürlü oyuna karşı direnmiş, ardı ardına çıkan isyanları bastırmış, Hatay’da çete savaşını göze almıştır. Hem de ölümünden 1 yıl önce...

Hatay’da Fransızların karşısına Balkan ve Saadabat Paktı içinde yeralan ülkelerin genel kurmay başkanlarıyla çıkmıştır..

Attila İlhan’ın Hasan Rıza Soyak’ın Atatürk’den Hatıralar kitabından aktardığı konuşması, Onun 1937’de de 1920 de olduğu kadar ‘taviz’den uzak olduğunu kanıtlamaktadır:

‘Gâzi her zaman aynı kişiydi; ölümüne bir yıl da kalmış olsa, 'Batılı, Beyaz ve Hıristiyan' güçlere aynı şeyleri, aynı kudretle söylüyordu; zira onun karakteri, 'hürriyet' ve 'istiklâl' di...

''... bakınız benim kendi dostluğumun yanında, bütün şu etrafımda gördüğünüz şanlı ve mümtaz şahsiyetlerin, temsil ettikleri şerefli kuvvetlerin, Balkan Paktı ve Sadabat Paktı kuvvetlerinin, kıymetli, kudretli ve muazzam dostluğu var; bunun önemini devletinizin anlamamasını ve benim talebimi reddetmesi ihtimalini, tasavvur edemiyorum...”

Fransızlarla görüşmeler tıkanır gibi olunca söyledikleri mi… İşte:

"İşi silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Derhal devlet reisliği ve mebusluktan istifa edeceğim. Serbest bir Türk vatandaşı olarak bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay’a geçeceğim….. Oradaki mücahitler ve anavatandan gelecek kuvvetlerle meseleyi yerinde ve içerden halletmeye çalışacağım. İsterse Türkiye hükümeti beni ve arkadaşlarımı asi ilan etsin, hakkımda takibat yapsın!"

Aynı yıldan bir örnek daha, Fransız idaresi altında inleyen Suriye ve Lübnan için Hasan Rıza Soyak’a şöyle diyor:
‘ Bugünkü Fransız idarecilerin, Suriye ve Lübnan’a öyle kolay kolay istiklal vereceklerinden emin değilim. … Binaenaleyh biz hareketimizi onlara da teşmil ederek, Suriye ve Lübnan’in özledikleri gerçek istiklallerini temin edebiliriz!’

Hangi Atatürk, Attilâ İLHAN, S.326

Bu anlayış, öyle gönderdiğin gemiye saldırı gerçekleştiren bir haydut devletin, Türkleri öldüren komandolarına madalya takışını dünya basınından ‘seyretmeye’ pek benzemiyor, değil mi?

Mustafa Kemâl Paşa’nın Arap politikası

Gelelim Atatürk’ün Arap politikasına:

Bakın usta nasıl özetliyor:

‘1. Mustafa Kemâl, Milli Mücadeleye başladığı zaman, Arapların İngiliz ve Fransız emperyalistlerine karşı mücadelesini destekliyor…

2. … Fransa’nın Suriye ve Lübnan’a istiklallerini vermeyeceğini söyleyip, bu ülkelerde anti emperyalist bir kurtuluş savaşı örgütlemeyi tasarlıyor..

3. Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra Türkiye’nin onlarla işbirliğini bir federasyon, bir konfederasyon örgütlenmesi derecesinde ileri bir yakınlık olarak düşünüyor..’ (Hangi Atatürk s. 340)

Ayan beyan ortada ! Bu planların içinde Batılı emperyalist devletler kıyısından köşesinden yeralmıyor. Öyle İngiltere’nin Amerika’nın kotardığı ‘stratejik derinlikler’ yok bu işlerin içinde.. İnce ince hesaplanmış antiemperyalist bir ORTADOĞU PROJESİ bu. İçinde batının ve çıkarlarını yeralmadığı!

Bölgenin BATIYA KARŞI kendini korumasına ve ASYA ile bütünleşmesine imkan veren. Batılı maşalarca ayarlanıp, batılı ‘ağız ve kulaklarla’ irtibata geçirilmediğimiz bir bölgesel örgütlenmeden sözediliyor!

Kendi aramızda ve Ankara, Moskova, Şam, Bağdat, Beyrut merkezli…

Atatürk’ün dış politikası bize öğretilmemiş, hatta saklanmıştır. Balkanlar hakkında, Güney, ve Doğudaki ülkeler hakkında, Araplarla ilişkilerimiz konusundaki dahiyane önerilerini Milli(!) Eğitim bize okutmamıştır. Başta NUTUK olmak üzere, birçok belge ve bilgi özellikle dikkatlerden kaçırılmıştır.

O’ndan sonra…

Şu kesindir ki Mustafa Kemâl Türkiyesi’nde, onun ölümüne kadar, kıvrak ve kesinlikle AVRASYA eksenli ANTİEMPERYALİST bir dış politika izlenmiştir..

Ölümünden hemen sonra bu tavır değişmiş, BATI eksenine kaydırak olunmuştur.

Önce İngiliz ve Fransızlarla, ardından Almanlarla kırıştırılmış, savaş sonrası Amerika’nın kucağından kalkılamamıştır..

Batının ‘eksenlediği’ Türkiye’nin en bariz kırılma noktaları mı:

1947 ABD -Türkiye anlaşmasıyla ‘Batıya itaatkar öncü tabaka’ yaratılması karara bağlanmıştır… (Bkz: Oltadaki Balık Türkiye - E. Değer)

Fulbright ve benzer burslarla Batıya TAM BAĞIMLI ‘öncü güçler’ eğitilmişler, kendi ülkelerine batının avukatı olarak dönmüşler,.birer ‘batılı’ olarak ülke yönetimine geçmişlerdir...

1947'de Türkiye, Küresel çetenin kurumları olan İMF ve Dünya bankasına kayıtsız şartsız bağlanmıştır.

1952 Türkiye NATO’ya yani batının/emperyalizmin savunma sistemine kanın pahasına yalvar yakar girmiştir..

1963 Türkiye, Avrupa Birliğine başvurmuş ve ‘Avrupalı olma’ adına yarım asırdır bu milleti paspas yapmıştır.

Yetmedi !

1995’de Gümrük Birliği’ne kutlamalarla girerek/sokularak kafasını giyotin bıçağına yatırmıştır.

Yetmedi;

1991’de Avrupa Yerel yönetimler Özerklik Şartını kabul ederek bugün BDP’nin dile getirdiği ‘Özerk Kürt bölgesi’ne kapı açmıştır. (Bkz Taraf gazetesi 23.6.2010)

(BDP’nin elinde 1 büyükşehir belediyesi, 7 il ve 51 ilçe ve 40 belde belediye başkanlığı bulunmaktadır ve kabul ettiğimiz yasaya dayanarak, tüm bu bölgede ‘merkezden bağımsız yapılanma’ talebiyle ortaya çıkmaktadır)

Özetlersek; önce yönetici ve yönlendiricilerin beyin yıkaması tamamlanmış, onlar Batının ekseninde uydu aydınlarımız, basınımız, eğitmenlerimiz ve hükümetlerimiz oldu

Yemek borumuzdan İMF ve Dünya Bankasına bağlandık.

NATO çerçevesinde ‘batılı’ eğitimden geçirilen üst düzey ordu mensuplarıyla kasnağa alınmış, ‘BAĞIMLI’ bir TSK yaratıldı..

Ve bir yandan Birleşmiş Milletler, bir yanda AB dayatmaları ile ‘bağımsız Kürdistan’a yol açıldı..

Hepsi gözlerimizin önünde yapıldı.. ‘TAM BAĞIMSIZLIK’ için oluk oluk kan döken bir milletin gözleri önünde!

Çözüm mü?

Bu emperyalist kurumların dışında yeralmak. Millet olarak TAM BAĞIMSIZ kararlar verebilecek güçte olduğunu anlamak. Beynimize koyduğumuz çemberleri kırmak! ‘Dünyadan kopamayız ki!’ ‘İçimize mi kapanalım?!’ diyenlerin gerçekte boynumuzu cellata teslim ettiklerini görmek! Bildiklerimizi iletmek! Ve ÖRGÜTLENMEK ÖRGÜTLENMEK!

Ve mesela şu sözleri bugün söylemek:

‘Ulusumuzun kurduğu devletin alınyazısına, bağımsızlığına, kimseyi karıştırmayız. Milletimizin menfaatleriyle ilgili hususlarda yabancıların fikirlerinin önemi yoktur. Biz, gidişatımızı yabancıların görüşlerine uydurma güçsüzlüğünü, kötü görenlerdeniz!’

Mustafa Kemâl ATATÜRK - NUTUK

http://www.banuavar.com.tr/?pg=articles&id=45

t.c ‏@misevet3 5 dk.5 dakika önce
5 vakit namaz kılınacak emri Atatürk yurtta düşmanla savaşan kahraman askerleri Kuvayı Milliye gönderdiğ ilk emirdir pic.twitter.com/ZAHKVzEaXq


En son Ekim tarafından Cmt Ekm 31, 2009 8:22 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Hzr 27, 2009 9:41 pm    Mesaj konusu: İsmet İnönü'nün 'Gözden Irak' Akrabaları Alıntıyla Cevap Gönder

Atatürk'ün babası olarak bize gösterilen, bazı tarih kitaplarında bile yer alan resmin aslında uydurma olduğu anlaşıldı.

Tarih araştırmacısı Mustafa Armağan'ın yazısı:


Atatürk'ün babası kimdi' Gazi Mustafa Kemal'in 1922 yılında 'Vakit' gazetesinden Ahmet Emin Yalman'a anlattığı hatıralarından beri bu sorunun içinden çıkılamamıştır.

Şimdi içinizden 'Peki Atatürk köşelerinde gördüğümüz o fesli, bıyıklı adam kim o zaman?', diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Hevesinizi kursağınızda bırakmak istemem ama o fotoğraftaki kişinin 'Atatürk'ün babası' olduğu tezi, doğrudan doğruya bir İnönü devri yutturmacasıdır. Biz İnönü'nün göstermek istediği Atatürk ile Atatürk'ün kendi zamanındaki Atatürk'ü fena halde birbirine karıştırmış durumdayız. Daha doğrusu biz Atatürk'ü İnönü devrinde ona giydirilen deli gömleğiyle tanımak zorunda kalmış bulunuyoruz. Şimdi o gömleği çıkartmaya uğraşıyoruz ki, işimiz hiç kolay değil...

Daha önce de yazmıştım: İsmet İnönü'nün 12 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde 'Nutuk' bir tek defa bile basılmamıştır. Neredeyse yasaktır. Basılmıştır diyen varsa getirsin bir örneğini. 1938'de Atatürk'ü sağlığında yapılan son baskısından sonra ilk kez 1950 yılının ikinci yarısında basılabilmiştir 'Nutuk'un ilk cildi.

Mesela 1931'de basılan 'Tarih IV' adlı lise ders kitabında da, ölümünden hemen sonra Kanaat Kitabevi tarafından basılan M. Turhan Tan'ın 'Atatürk' kitabında da Atatürk'ün babasının fotoğrafını bulamazsınız. Neden acaba' Şimdi babası Ali Rıza Efendi'nin olduğunu sandığımız ünlü fotoğrafı, Atatürk'ün onayından geçmemiştir de ondan.

Peki nedir bu fotoğrafın hikâyesi' Neden o gün yokken bugün ders kitaplarımıza kadar sızabilmiştir' Tarih üzerinde bir oyun mu dönmektedir yoksa?

1935 yılında tesadüfen Ankara Cebeci'deki Şehnaz Hanım'ın aile albümünden çıkmış olan bu fotoğrafı büyük bir sevinçle hemen Atatürk'e ulaştırırlar. Sağdan bakar, soldan bakar, büyüttürür. Hayır, küçük yaşta kaybettiği babasının görüntüsü, fotoğraftakine hiç benzememektedir. Atatürk'ün içi 'resimdeki adam'a bir türlü ısınamamıştır. Nitekim Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya" adlı kitabında yazdığı üzere Atatürk, sonunda 'Bu bizim peder değildir' diye kestirip atmak zorunda kalmıştır.

Ne çare ki, onun inkâr ettiği "peder"in fotoğrafı kitaplara girmiştir bir kere, artık hangi babayiğit çıkartabilir.

Ali Rıza Efendi'ye ait olduğu söylenen bu fotoğraf, ilk kez 1939 yılında, yani artık atışın serbest hale geldiği İnönü devrinde 'Belleten'de İhsan Sungu tarafından yayınlanır. İşte bu tarihten sonra kitaplarda o zamana kadar Mustafa Kemal'in soyunu tek başına temsil eden Zübeyde Hanım'ın yanına yeni bir fotoğrafın yerleşmeye başladığı görülür. Bu tavırdan, Tek Parti dönemi muhafazakârlığına denk düşen 'iyi aile çocuğu' Atatürk imajının zihinlere kazınmak istendiğini çıkartmak zor olmasa gerek.

Peki gerçekten de Atatürk'ün babası kimdi' Ali Rıza Efendi'ydi elbette. Ne yazık ki, onun hayatı hakkındaki yayınların hiçbirisine tam olarak güvenemiyoruz. Biraz okuyunca kafanızın aşure kazanına dönmesi sebepsiz değil.

Mesela en muteber kaynaklardan sayılan Şevket Süreyya Aydemir, 'Kırmızı Hafız'ı Ali Rıza Bey'in amcası yaparken ('Tek Adam', I, 1969, s. 31), Prof. Şerafettin Turan babası yapmaktadır ('Kendine Özgü Bir Yaşam', 2004, s. 20). Yine Prof. Turan, Atatürk doğduğunda babasının Evkaf idaresinde çalıştığını yazarken (s. 20), Erol Mütercimler kereste tüccarlığı yaptığını iddia etmektedir ('Fikrimizin Rehberi', 2009, s. 39). Oysa Atatürk, 1922 Ocak'ında Ahmet Emin Yalman'a verdiği röportajda kendisi okula başlarken babasının 'rüsumat'ta, yani gümrük idaresinde memur olduğunu söylemiştir.

Bu durumda Ali Rıza Efendi'nin bütün hayatı alt üst oluyor. Önce Evkaf'ta kâtiplik yapıyor, sonra kereste tüccarlığı, 6 yıl sonra ise gümrük memurluğu. Oysa doğru sıralama, önce Evkaf, sonra Rüsumat idaresi ve en son memurluktan istifa ettikten veya emekli olduktan sonra kereste ticareti yaptığı şeklinde olacaktı (ölümünden önce bir ara tuz ticareti yaptığını Makbule Hanım anlatmıştır).

Üstelik Atatürk'ün babasının hangi yılda öldüğü de bilinmez. Rakamlar kitaptan kitaba, üstelik 5-6 yıla kadar oynuyor. Kimisi 1893'te öldü diyor, kimisi 1887 veya 1888'de. İnkılap tarihinin duayenlerinden Prof. Enver Ziya Karal, "babası genç yaşta öldü", diye yazıyor. Yahu üstad, eğer Ali Rıza Efendi 1839'da doğmuşsa ve ölüm tarihi 1893 ise öldüğünde 54 yaşındadır ve bu nasıl 'genç' ölmektir?

Biyografilerindeki ciddiyetsizliklere son bir örnek: Atatürk Şemsi Efendi mektebine başladıktan "az zaman sonra" babasının öldüğünü söylemiştir. Eğer okula 6-7 yaşlarında başlamışsa tarih, 1887 olmalıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla bundan sonra tam 6 yıl daha yaşamıştır Ali Rıza Efendi. Bu hesaba göre babası öldüğünde Atatürk 13-14 yaşında olmalıdır. Yani babasının ölüm tarihini esas aldığınızda Atatürk 14 yaşında, kendi demecindeki okula yazılmasından az sonra öldüğü bilgisi esas alınırsa da 7 yaşında çıkıyor. Hangisi doğrudur' Henüz bilmiyoruz.

Gördüğünüz gibi Atatürk'ün babasının kimliği konusunda karanlıklar içinde yol bulmaya çalışan ressam Brüghel'in körleri gibiyiz. Anlaşılan Atatürk de, 1930'ların sonlarına gelinirken, olgunluk dönemini idrak eden her erkek gibi babasını merak etmiş ve onun izlerini araştırmalarını istemiştir yetkililerden. Nitekim Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgeler bu araştırmanın Selanik'e kadar uzandığını gösteriyor (030-10-1 7 6 nolu dosya).

Maalesef bu araştırmadan da Atatürk'ün babası hakkında dişe dokunur bir sonuç çıkmamıştır. Atatürk'ün ölümünden bir yıl önce babasının kimliğini araştırma merakına kapılması bize yine de bir şey söylüyor olmalıdır. Gençliklerinde babalarını aştığını düşünen erkekler, olgunluk çağlarında 'baba'yı yeniden keşfe çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Karlı bir gece yarısı baba yeniden evine dönecek midir? Bu ev, Çankaya Köşkü bile olsa'?
Zaman

Tuncay Opçin/Yeni Aktüel
İsmet İnönü’nün “Gözden Irak” Akrabaları

Geçen haftalarda Habertürk televizyonunda “Teke Tek” programına konuz olan Reha Oğuz Türkkan’ın İnönü ailesine dair anlattıklarından yola çıkarak tarihin tozlu sayfalarında gezindik, İsmet İnönü'nün saltanat günlerine, kamuoyunun tanımadığı kardeşlerine ulaştık. "Temelli" soyadını alan ailenin öyküsünü ulaşabildiğimiz kaynaklardan sizler için derledik... Okuyun bakın, neler neler olmuş…

Sesinizi duyar gibiyim; “Düğün değil, bayram değil, şimdi İsmet İnönü ve ailesi de nereden çıktı?” diye soruyorsunuz. O halde sizi fazla bekletmeden cevabımı vereyim. Habertürk televizyonunda Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı, "Tek'e Tek-Özel" programına birkaç hafta önce Reha Oğuz Türkkan'ı konuk etti. Türkkan, 90 yaşına merdiven dayamış bir isim. Milliyetçi camianın kanaat önderlerinden Tabutluklarda sorgulanmış, Turancılar Davası'nda yargılanmış. Bir devrin de önemli tanıklarından.

Türkkan'ın babası ise Halit Ziya Türkkan, Mustafa Kemal Atatürk'ün mesai arkadaşlarından. Cumhuriyetin ilk Tapu ve Kadastro Genel Müdürü. Programda Reha Oğuz Türkkan, ilk gençlik yıllarını, o yıllarda yaptıklarını anlatırken söz döndü, dolaştı babasına geldi. Bir ara Halit Ziya Türkkan'ın görevden alınışını hikâye etti. Osmanlı hanedanına ait İstanbul-Maçka'da bir arsa vardı. Bu arsanın bulunduğu muhite Taşlık denmekteydi. İşte İstanbul'un son derece güzel manzaraya sahip bu semtindeki arsa cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün dikkatini çekmişti. Bir şekilde arsaya sahip olmak istiyordu ve bunun için de baskı yaptığı isim Halit Ziya Türkkan'dı. Türkkan, bu isteğe sonuna kadar direndi. Zaten istifasını cebinde taşıyan bir bürokrattı. Ancak istifasına fırsat verilmeden, 1946 yılında emekliye sevk edildi.

Reha Oğuz Türkkan bu durumu son derece tabii, sıradan bir olayı anlatıyormuş gibi dile getirdi. "Tabutluktan Gurbete" başlıklı kitabında da aynı konuyu işlemişti ve İnönü ailesinden hiçbir tepki almamıştı. Biz de Türkkan’ın anlattıklarından tarihin tozlu sayfalarına doğru yolculuğa çıktık, İsmet İnönü'nün saltanat günlerine, kamuoyunun tanımadığı kardeşlerine ulaştık. "Temelli" soyadını alan ailenin öyküsünü ulaşabildiğimiz kaynaklardan sizler için derledik...

Eniştesi yüzünden tartıştı

İsmet İnönü, İzmir'de doğmuştu. Babası Reşit Efendi Malatyalı, annesi Cevriye Hanım ise Rumeliliydi. Reşit Efendi Malatya'ya Bitlis'ten gelmişti ve Kürümoğullarındandı. Hakkari-Tiyar Vadisi’ndeki Erdel köyünden Anadolu'nun dört bir yanına dağılan ailenin ikinci durağı, ismini aldıkları Kürüm köyü olmuştu. Buradan Van, Diyarbakır, Bitlis ve Siirt gibi yerlere savrulmuşlardı. İşte İsmet İnönü'nün babası Reşit Efendi bu geniş ailenin Bitlis kolundandı. Burada durup küçük bir not düşelim; Aynı aileye mensup, kamuoyunun yakından tanıdığı bir başka isim ise eski cumhurbaşkanlarından Ahmet Necdet Sezer'in eşi Semra Sezer'di...

İnönü'nün üç kardeşi olmuştu; Hasan Rıza, Seniha ve Hayri. Soyadı Kanunu çıktığında anne Cevriye Hanım sağdı ve çocuklarıyla birlikte "Temelli" soyadını aldı. Kızkardeşi Seniha ise Abdürrezzak Okatan ile evliydi. İnönü'nün küçük kardeşi Hayri, 1937’de vefat etmişti. Bu vefat aile içinde büyük üzüntüye neden olmuştu.

İsmet İnönü'nün ailesi 1930'lu yılların başından itibaren görünür, bilinir hale gelmeye başlamıştı. Özellikle kardeşi Hasan Rıza ile eniştesi Abdürrezzak, İsmet İnönü'nün başını bir hayli ağrıtmıştı. Hatta Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya kitabında anlattığına göre İsmet İnönü ile Atatürk arasında yaşanan ve İnönü'nün başbakanlıktan ayrılmasıyla sonuçlanan olayın ateşleyici fişeği enişte Abdürrezzak Okatan olmuştu.

O sıralarda büyük yoksulluk içinde olan Türkiye'de az sayıda fabrika vardı. Bunlardan bir tanesi Bomonti Bira Fabrikası'ydı. Atatürk bir de Ankara'da "Gazi Çiftliği"nde bira fabrikası kurdurmuştu. İstanbul'daki fabrikanın çoğunluk hisseleri Ahmet İhsan Tokgöz'deydi. Tokgöz yönetim kurulu üyeliğine Abdürrezzak Okatan'ı almıştı. İkili Ankara'daki fabrikanın genişletilmemesi ve Bomonti'nin ayrıcalıklarının uzatılması için İnönü'ye baskı yapıyorlardı. Onlara göre Ankara'daki fabrikanın gelir getirmesi imkânsızdı. Dolayısıyla yeni yatırımlarla genişletilmemesi gerekiyordu. Atatürk ise konuyu Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak vasıtasıyla Danimarkalı uzmanlara inceletmişti. Uzmanlar Ankara’da üretilen biranın son derece kaliteli olduğuna, gerekli yatırımların yapılması halinde bunun Anadolu'ya yeteceğine dair rapor vermişlerdi.

İşte ne olduysa bu rapordan ve Soyak'ın bu raporu Atatürk'e vermesinden sonra oldu. Atatürk, tüm kabineyi her zamanki gibi bir akşam yemeği için Çankaya'ya davet etmişti. İnönü ise Soyak aracılığıyla Danimarkalı uzmanlara hazırlatılan raporun önceden haberini almıştı ve bu olaydan dolayı son derece rahatsızdı. Çankaya'daki akşam yemeği öncesinde Anadolu Kulübü'ne gitmiş ve iki kadeh viski içmişti. Yemeğe bu ruh haletiyle katılan İnönü, Atatürk'ün daha ilk sorusunda patlamıştı. Atatürk Gazi Çiftliği'ndeki ağaçların bakımsızlığı ile ilgili Tarım Bakanı Şakir Kesebir'e bir soru sormuş, bakanı yerine İnönü cevap vermişti; "Adamlarınıza sorunuz”. Sonra da hiç durmadan sözlerine devam etmişti: “Ne oldu paşam size? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirlerinizi hep sofradan mı alacağız? Aramıza Kara Tahsinler giriyor. Konuşmamıza meydan vermiyorlar" demişti. Kara Tahsin, II. Abdülhamid'in saraydaki başkatibiydi ve İnönü bu makamı şimdi Soyak'a layık görüyordu. Despot padişahın yerine ise Atatürk'ü koymuştu. İşte bu olayın ertesi günü İsmet İnönü'nün başbakanlığı Atatürk'ün sözleri ile son bulmuştu; "Görev arkadaşlığımız bitmiştir. Ama dostluğumuz devam edecek."

Kaçakçılığın belgesi var

İsmet İnönü’nün tek başağrısı eniştesi değildi. Atatürk, daha sonra “Temelli” soyadını alacak olan kardeşi yüzünden de İnönü’yü uyarmıştı: "Atatürk bir İstanbul dönüşünde doğru İnönü'nün evine gitmiş, hiç parasızlıktan zengin olan kardeşi üzerine dikkatini çekmişti. Kardeşinin sorumluluğunu üzerine almayan İnönü kılını kımıldatmamıştı..." Bu bilginin de kaynağı Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabı.

Hasan Rıza Temelli İstanbul’da “mahrukatçılık” yapıyordu. Yani odun-kömür ticaretiyle uğraşıyordu. Mahrukatçılık o tarihlerde son derece önemliydi. Çünkü tren ve gemilerin kazanlarında odun-kömür yakılıyordu. Temelli de zaten odun ve kömürü devlete satıyordu. Kömür sattığı kurumlardan bir tanesi de Seyr-i Sefain İdaresi’ydi (Türkiye Denizcilik İşletmeleri).

İşletme zarar etmeye başlayınca, bu zararın nereden kaynaklandığı araştırıldı ve sorumlusu ortaya çıktı; Hasan Rıza Temelli. Bu vurgunu ortaya çıkaran ve açıklayan ise dönemin muhalif gazetecisi Arif Oruç’tu. Oruç, Yarın gazetesindeki yazılarıyla Temelli’yi afişe etti.

Oruç’un bir iddiası daha vardı Hasan Rıza Temelli hakkında. Temelli’yi ipek kaçakçılığı yapmakla suçluyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’dan İstanbul’a ipek ve ipekli mamullerin gönderilmesi yasaklanmıştı. Ancak Temelli o yıllarda Mersin’den İstanbul’a bu işin sevkiyatını yapıyordu; "Hatta Hasan Rıza Bey'in ipekli sandıkları, Mersin gümrüğünde yakalanmış ve o zaman cephe komutanı olan İsmet Paşa kendi imzasıyla bir emir vererek kaçak sandıkları serbest bıraktırmıştı. Zaferden sonra dosyadaki hususi emir yaktırılmıştır. Fakat bir zat bunun fotoğrafını aldırmıştı. El yevm mahfuzdur."

Yazar Ümit Bayazoğlu, konuyla ilgili kaleme aldığı “Peki, Kambura Ne Diyelim?” başlıklı yazısında Temelli ile ilgili başka bilgiler de aktarıyor. Bu arada unutmadan söyleyelim Hasan Rıza’nın lakabı “Kambur”du; “Temelli, Varlık Vergisi uygulaması sırasında bir kez daha gündeme geldi. Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi'nin vergi borcunun düşürülmesinde, İstanbul Valisi Lütfü Kırdar'la birlikte Temelli'nin rol aldığı öne sürüldü”. Varlık Vergisi sırasında İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte, "Varlık Vergisi Faciası" adlı kitabında şu bilgileri veriyor:

"Hasan Rıza Temelli, Vali Kırdar'a gelip giderdi. İdrofil pamuk fabrikası sahipleri vergilerini ödeyemiyorlardı. İlgililerin sıkıştırılması için Temelli, iki defa bana geldi. Nihayet ‘arkadaşlarım' dediği grup fabrikayı satın aldı. Temelli'nin de bu gruba dahil olduğunu o zaman söylediler."

İnönü bu kardeşinden çok çekti. Yine vergi borcunu ödemekte zorlanan bir şirketin 300 tonluk bir şilebine göz koymuştu. Bunun için Vali Kırdar ve Defterdar Ökte'yi sıkıştırıp duruyordu. Beri yandan da şirket ufak ufak borcunu ödeyerek iyi niyet gösteriyordu. Ökte, Temelli'nin baskılarından bunaldığı bir gün ona şunları söyledi:

"Borcunu ödemek isteyen herkes bu imkânlardan istifade eder. Bu mükellef de iyi niyet sahibidir ve borcunu ödüyor. Bizi de kendinizi de size yakın olanları da (İnönü'yü kastediyor) boş yere töhmet altına sokacaksınız."

Cami arsasını aldılar

1949 yılında Türkiye altı gemi almaya karar vermişti. Yapılan araştırmalardan sonra altı geminin ABD’den alınmasına karar verildi. Alımlar yapıldıktan sonra o sırada Demokrat Parti milletvekili olan Ahmet Gürkan’a bir ihbar mektubu geldi. Gemilerin alımı için yüklüce bir komisyon ödenmişti. Ama asıl ilginç olan komisyonun ödendiği şirketin ortağı olan isimdi; Hasan Rıza Temelli. Komisyonun ödenebilmesi için de özel kanun çıkartılmıştı. Gürkan konunun üzerine gitmeye karar verdi. Ancak devrin başbakanı Adnan Menderes’in “Devr-i Sabık” yaratmak gibi bir düşüncesi yoktu. Zaten kendilerinden önceki dönemi kapsayan bir af çıkmıştı. O yüzden geçmişin kurcalanmasına gerek yoktu.

6 Haziran 1949 tarih ve 5426 sayılı kanunun 1. maddesi hükümete komisyon ödemek için yetki veriyordu; "Amerika'dan satın alınan altı yolcu gemisi işinde hizmetleri görülen Me. Cann'e ve ortağına, bu hizmetlerine mukabil, Devlet Deniz Yolları ve Limanları bütçesinden 175 bin dolar ikramiye vermeye Ulaştırma Bakanı yetkilidir".

Ahmet Gürkan o günlerde yaşadıklarını ve ulaştığı yolsuzluk dosyalarını "İsmet Paşa'nın Beytülmâli" isimli kitapta topladı. Reha Oğuz Türkkan’ın televizyon ekranında anlattıklarının teferruatı da bu kitapta bulunuyor. Taşlık arsasının ele geçirilmesi içinse hayli dolambaçlı bir yol izlenmiş.

Maçka’da Sultan Abdülaziz bir cami yaptırmak ister. Bu yüzden önce arsa alınır, daha sonra hazırlıklar yapılır ve caminin temeli atılır. Ancak Abdülaziz tahttan indirilip, katledilince temeli atılmış cami bitirilmeden olduğu gibi bırakılır. Semt de inşaat için buraya yığılmış taşlardan dolayı “Taşlık” adını alır.

Arsa Osmanlı hanedanına aittir. Özel mülk olduğu için sahiplerinin rızası olmaksızın el değiştirmesi imkânsızdır. Ama devrin idaresi oldukça ilginç bir biçimde bu işi sonuçlandırır. Arsa şahıslara aittir ama üzerinde cami inşaatına başlanmıştır; o halde bu arsa Evkâf’ın yani Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün olmalıdır. Nitekim arsanın tapusu vakıflara geçirilir. Vakıf malları ise o tarihlerde haraç-mezat satılmaktadır. Daha sonra da satışı yapılır ve İnönü ailesi adına tescil edilir.

Arsanın önünde, boş bir arsa daha bulunmaktadır. Bu arsa da istimlâk edilir ve park haline getirilir. Böylece cami arsasına yapılacak olan evin önü kapanmayacak, deniz manzarası dünya durdukça kesilmeyecektir. Ancak arsadan birkaç metre yola gitmektedir. Bunun için de yol güzergâhında küçük bir düzeltme yapılır ve yol biraz kaydırılır, yamaçta yer olmadığı için de direkler üzerine inşa edilir. İnönü ailesinin adının karıştığı tek olay bu değildir. Ayaspaşa arsaları ve Dragos’ta yapılan kooperatif evleri de devrin iktidar partisi CHP ile ilintilendirilir.

Hasan Rıza Temelli bu dönemde sadece ticaretle uğraşmamış, bir taraftan da köklü ailelerle akrabalıklar kurmuştu. Bunlar içerisinde hiç şüphesiz en önemlisi İlmen ailesiyle kurulan bağdı.

Hasan Rıza-Adalet Temelli çiftinin kızları Mutlu Temelli, Vecihe İlmen’in oğluyla evlenir. Vecihe İlmen, Latife Uşaki’nin yani Atatürk’ün eşi “Latife Hanım”ın kızkardeşidir. Vecihe İlmen ise İstanbul’un Anadolu yakasında pek çok yere adını veren Süreyya İlmen Paşa’nın oğlu Hayri İlmen’le evlidir. Vecihe İlmen’in erkek kardeşi İsmail Uşaki ise Süreyya İlmen’in kızı Melahat İlmen ile evlenmiştir. Temelli ailesi İlmenlerle yapılan evlilikle hem Uşakiler, hem de bu yoldan devrin sosyetesini oluşturan büyük ailelerin tamamıyla hısım ve akraba olmuştu.

Yazının başında da dediğimiz gibi Reha Oğuz Türkkan’ın ağzından çıkan bir cümle bizi yakın tarihin tozlu ve bir o kadar da kirli sayfalarında yolculuğa çıkardı. Boşuna dememişler “Maziye Bir Bakıver, Neler Neler Anlatır” diye

Küçük'ten Atatürk'e Şok Sözler
06 Ağustos 2009 13:50

Ergenekon'un 3. iddianamesinde, Yalçın Küçük'ün yazdığı bir çok kitabında Atatürk'e hakaret içeren cümlelere yer verdiği belirtildi.

Atatürk'ü Amerikan mandasını kabul etmekle suçlayan Küçük'ün döneminde yaptığı katliamlarla ünlenmiş Rus Çarı 4. İvan'a (Müthiş İvan) benzettiği ortaya çıktı. Emperyalist Türkiye kitabında Atatürk'ü herkesi kendine düşman olarak gören despot bir lider olmakla suçlayan Küçük'ün, "Mustafa Kemal 'i hiçbir romancı ya da yönetmenin sevimli yapabileceğine ihtimal vermiyorum. En gerçekçi film, müthiş İvan'ın başarısız bir kopyası olabilir." şeklindeki ifadeleri iddianamede yer aldı.

Ergenekon soruşturması kapsamında kabul edilen 3. İddianamede yazar Yalçın Küçük'ün kitaplarından bazı bölümler yer alıyor. İddianamede Yalçın Küçük'ün kitaplarında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e hakaret içeren birçok yazıyı kaleme aldığı belirtiliyor.

İddianamede, Yalçın Küçük'ün 'Emperyalist Türkiye' isimli kitabında Sivas Kongresi'ne ilişkin kaleme aldığı bölümler de yer alıyor. Yalçın Küçük'e kitabında yer verdiği Atatürk'ün Türk ordusu içinde İngiliz politikasını temsil ettiği ve İngilizlerin kendisine karşı direnen Altıncı Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis'i görevden alarak yerine Mustafa Kemal'i atamak istedikleri yönündeki iddiaları Küçük'e ifadesinde soruluyor. Küçük ayrıca, aynı kitapta Atatürk'ü Sivas Kongresi'nde Amerikan Mandacılığı'na savunmakla da suçlamış.

Küçük'ün kitabında Atatürk'ü Sivas Kongresi'nde Amerikan mandacığılı ile suçladığı bölümler ise şu şekilde yer aldı: "Kemal, çok küçük istisnadan birisidir ve ordu içinde İngiliz politikasını temsil ediyor. Bu o kadar öyle ki...Londra bu dönemde, bu bölgede, en büyük tehlike olarak birbiriyle iç içe saydığı Bolşeviklikle ittihatçılığı görüyor. Kemal paşa bunlara karşı bir misyonla ve gayet açık olarak büyük Biritanya işgal kuvvetlerinden vize alarak gidiyor....

İngilizlerin kendilerine karşı direnen Altıncı Ordu Kumandanı Ali İhsan Sabis'i görevden alarak yerine Mustafa Kemal'i atamak istedikleri belgelerle kesindir. Pek çok seçkin insanın mandacı oldukları da kesindir... Sivas kongresinin oy birliğiyle Mustafa Kemal'in de oyuyla, Amerikan mandasını isteme kararı aldığı da kesindir... Sivas 'ta Mustafa Kemal dahil kurtuluşun vekaletini Amerika'ya verme kararı alıyorlar. Kutlu olsun...

Çankaya arşivleri açıldığında, Türkiye Üzerine Tezler dizisinin beşinci kitabındakine benzer bir Mustafa Kemal'in ortaya çıkacağına inanıyorum. Kendine güveni olmayan, kıstırılmışlık kompleksi içinde, kuvvetlinin önünde başını eğen, hep bir koalisyondan diğerine kayan, gücünden emin olduğu zaman eski koalisyon ortaklarına son derece acımasız bir Mustafa Kemal çıkacaktır. Bundan kuşku duymuyorum. Biz, Kemalist Cumhuriyet bitmiştir diyoruz."

YALÇIN KÜÇÜK'TEN ATATÜRK'E MÜTHİŞ İVAN BENZETMESİ

Kitabında Atatürk'ü yaptığı katliamlarla ünlenen Rus Çarı 4. İvan'a (Müthiş İvan) benzettiği belirtilen iddianamede, Küçük'ün kitabındaki şu ifadelerine yer veriliyor: "Emperyalist Türkiye kitabı incelendiğinde; 'eğer bir kimse Mustafa Kemal'i sevecen gösterirse, bir başkasının filmini yapmış olur. Mustafa Kemal, çok vesveseli, kompleksi içinde yaşayan, sevgisiz bir insandır. Annesini sevmez. Annesinin cenazesine gitmiyor. Sevgisiz ve acımasızdır. Maliye Nazır'ı Mehmet Cavit'i astırdığı akşam, bir balo düzenlemeye dikkat ediyor. Sevgiyi bilmeyen, acımayı bilmeyen, kimseye güvenmeyen, herkesi kendine karşı komplo hazırlayıcısı olarak gören, bir aydınlanmamacı despot olan Mustafa Kemal 'i hiçbir romancı ya da yönetmenin sevimli yapabileceğine ihtimal vermiyorum. En gerçekçi film, Müthiş İvan'ın başarısız bir kopyası olabilir."

Atatürk'ü ve Cumhuriyeti aşağılamak ve küçük göstermekle suçlanan Küçük'ün ifadesindeki savunması ise şu şekilde yer alıyor: "Atatürk ve Cumhuriyeti aşağılamasının, küçük göstermeye çalışmasının sebebi ve hangi amaca hizmet ettiği sorulduğunda; kendisinin Atatürk ve Cumhuriyeti için savaştığını, kendisinin söylediklerinin bugün artık televizyonlarda anlatıldığını, Murat Bardakçı'nın da tartıştığını, kendisinin de tartıştığını, Sivas kongresinde oy birliği ile manda kararının çıktığını, yazmasının karalama olmayacağını, bunun tarihin doğru yazılımı olacağını, kendisinin bu memlekette hep Mustafa Kemal'i savunduğunu, görüşlerinin ilkokullarda öğretilen görüşler gibi olmadığını, daha gerçekçi olduğunu söylemiştir."
aktifhaber…

'KİM DEMİŞ 'ATATÜRK DİNSİZ' DİYE'
ABDULLAH YAVUZ ALTUN

16 Ağustos 2009 10:56
Türkiye'de sayısı az ancak sesi çok çıkan bir azınlık sürekli Atatürk'ün 'dinsiz' olduğunu söylüyor. Atatürk'ü din karşıtı olarak göstererek kendi çıkarlarına temel oluşturmaya çalışıyor.
'Atatürk ve Din' isimli kitapta Atatürk'ün dine bakışını bilimsel metotlarla inceleyen Dr. Ahmet Faruk Kılıç, ilginç belgelere ulaşmış.

Mustafa Kemal Atatürk'le ilgili yapılan çalışmalarla, Türkiye Cumhuriyeti üzerine yapılan tarihî analizler çoğu zaman birbirine benzer oluyor. 1923 yılında kurulan Cumhuriyet'i, geçmiş bağlarından ayıklayarak değerlendiren yazarlar, çoğu zaman Mustafa Kemal'i de Osmanlı kültüründen bağımsız bir birey olarak ortaya koyuyorlar. Öte yandan, Şerif Mardin gibi Cumhuriyet'in köklerini Osmanlı'nın son yıllarında arayan sosyologlar ise, Mustafa Kemal'in geçmişiyle bağlarını özenli bir biçimde gösterme gayretine giriyorlar. Dem Yayınları bu ikinci yoldan giden ve Atatürk'ün yetiştiği ortamı, sosyal ve kültürel açılımlarıyla birlikte değerlendiren bir çalışma yayınladı. "Atatürk ve Din" isimli kitapta Dr. Ahmet Faruk Kılıç, Atatürk'ün dine bakışını, Namık Kemal'in, Ziya Paşa'nın veya Ali Suavi'nin din algılarından ayrı değerlendirmenin yanlışlığını vurguluyor.

Dr. Kılıç, Jön Türklerin dinle irtibatlarından Mustafa Kemal'in etkilenmeme olasılığını, psikolojiye ve sosyolojiye aykırı görüyor. Türkçe ezan, Türkçe hutbe, kılık kıyafet değişikliği ve dil devrimiyle ilgili pek çok reformun kökenlerini geçmişte bulmanın da mümkün olduğu görüşünde. Atatürk'ün dindar olup olamayacağı ve dini meselelere bakışı kitapta kendi sözleri ve davranışları ile yer buluyor. Evlâd-ı Fatihan toprağı olan Makedonya'da dünyaya gelmiş Atatürk'ün asırlarca dinî ve millî duygularla haşır neşir olduğunu söyleyen Kılıç, psikolojik bir gerçeklik olarak inanç kavramının bilinçaltında yer ettiğini ifade ediyor. Ömrünün son demlerinde bu görüşlerini tamamen değiştirdiğini söylemenin, Atatürk'ü samimiyetsizlikle suçlamak olacağını, fakat buna dair işaretlerin olmadığını da kitapta açıkça belirtiyor. Atatürk'ün bir insan olarak psikolojik ve sosyolojik açıdan dinle ilişkisini irdelemekle doğru tespitlere yaklaşmak daha mümkün görünüyor...

Nasıl bir sosyo-kültürel çevrede büyüdü?

Ahmet Faruk Kılıç'ın anlattığı kadarıyla, her iki dedesi de çevrece dindar bilinen, babası Ali Rıza Efendi'nin eşine hitabında "gülzâr-ı cennetim" gibi dini motifli ifadeler bulunan, annesi mahallece Molla Zübeyde olarak anılan birisidir Mustafa Kemal. İsmi Peygamber Efendimiz'in güzel isimlerinden Mustafa'dır ve annesi Zübeyde Hanım, ona hep "Mustafa'm" diye hitap eder. Doğduğu dönemde Balkanlar'daki "fetih ruhu" ve mahalledeki Mevlevihane etkilemiştir onu. Tıpkı mahalle arkadaşları gibi Kur'an öğrenmiş, camiye gitmiş, namaza başlamıştır. Zamanla dinî bilgisi ve dine olan alakası dedelerinin iftihar vesilesi dahi olmuştur. Kılıç'ın Ali Fuat Cebesoy'dan aktardığı kadarıyla Harp Okulu'nda da zaman zaman namaz kılar. Sonra lise yıllarında Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa'nın konağında kalır bir müddet. Bu konakta, Doğu ile Batı'nın bir sentezini bulacaktır. Kılıç'a göre "askerî okulun pozitivist havasından sıyrılıp, maneviyatla buluştuğu" bir mekândır İsmail Fazıl Paşa Konağı.

İbadet eder miydi?

Dr. Kılıç tarih kaynaklarında, Mustafa Kemal'in ilk gençlik yıllarında Ramazan ayı yaz tatiline denk geldiğinde, arkadaşları ile mahalledeki Kasımiye Camii'nde teravih kıldığını gösteriyor. Bu yıllarda yine Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'ye olan ilgisi artar ve Mevlevî tekkesini ziyaret ederek semazenleri seyreder. Çanakkale'de ve İstiklal Mücadelesi yıllarında, silah arkadaşları, onun cephede namaz kıldığını ve askerlerin namaz kılabilmeleri için yer ve vakit tahsis ettiğini belirtirler. Yakınında bulunan insanlardan Hafız Yaşar Okur, onun Ramazan aylarında şehitler için hatim okunmasını rica ettiğini, Cumhurbaşkanlığı konağında gelen misafirler için sahur ve iftar verdirdiğini, Ramazan aylarında saz heyetini konaktan göndererek, kendisinden Kur'an-ı Kerim dinlemeyi tercih ettiğini anlatır.

Dine bakışı nasıldı?

Kurtuluş mücadelesinin başlaması için Anadolu'ya geçtiği sırada, gittiği her beldede dinle ilgili referanslar verir Mustafa Kemal. Bu mücadeleyi "Allah'ın yardımı" ile başlatacağını vurgular. Sadece bu dönemdeki konuşmaları bile Dr. Kılıç'a göre Atatürk'ün dini hassasiyet taşıdığını gösterir. Anadolu şehirlerinde yaptığı konuşmalarda dini ve milli duyguları harekete geçirecek kadar inanmıştır. Sözleri sık sık dualarla ve âminlerle kesilir. Bunun yanında, Allah'ı kutsal ve aklın alamayacağı enginlikte bir varlık olarak tahayyül ettiğini pek çok konuşmasında belirtir. En meşhur konuşmalarından birisinde "Dinsiz bir millet olamaz. Olsa da yaşayamaz." dediği bilinmektedir. Kılıç'ın verdiği ilginç bir bilgi de Halk Fırkası'nın (CHP) kuruluşu esnasında "İslam âleminin bize gösterdiği teveccühe layık olabilmek için Halk Fırkası'nı kuruyoruz." demesidir. Meclis konuşmalarında da sıklıkla, İslam âleminin savunuculuğunu yapar, milletvekillerine İslam âlemiyle ilgili düşüncelerini aktarır.

Ahmet Faruk Kılıç, Atatürk'ün teorik olarak dinin Anayasa'ya girmesini istememektedir. Bunu, Avrupalı bir devlet olmanın şartı olarak görür. Fakat yine de, halkın bunu isteyeceğini düşünerek ilk anayasada "Devletin dini İslam'dır" ibaresini kaydettirir. Halkın dini ve milli duygularının anayasada temsilini "halkın kendi kaderini tayin etmesi" düşüncesiyle kabullenir. Bu sıralarda bazı milletvekilleri, din olarak İslam'ın yerine Hıristiyanlığın yazılmasını uygun görerek, İslam'ın gelişmeye mani olduğunu savunur. Kılıç'a göre Atatürk'ün tavrı nettir: İslam'ın gelişmeye mâni olduğunu değil, aksine İslam'ı yanlış tatbikin ilerlemeye engel olabileceğini söyler. Bu nedenle okullarda dini eğitimin verilmesini özenle teşvik eder. İslam'ın yanlış tanınmasını, yanlış yorumlara mal eder. "İslam en mantıklı ve en tabii dindir" demiştir. Bu nedenle Kılıç, hukuktan eğitime sosyal hayatın her aşamasında, Atatürk'ün İslami uygulamaları değerlendirdiğini savunuyor.

Başörtüsü ve kadın meselesine yaklaşımı nasıldı?

Dr. Kılıç, Atatürk'ün tesettür konusundaki fikirlerinin, bugün sadece peçeyi kaldırttığı şeklinde ele alınmasını eleştiriyor. Oysa kayıtlı birçok konuşmasında Atatürk, İslam kadınının tesettürle de sosyal hayatta yer alabileceğini, bu konuda aşırıya kaçan yahut büsbütün önemsemeyen örneklerin yanlış olduğunu vurgular. Yani onun karşı çıktığı, tesettür konusunda ifrat ve tefrit ölçüleridir. Mustafa Kemal Müslüman kadının, Avrupalı kadından farkı olmadığını, kadınların ilerlemede önemli rolleri olduğunu da belirtir. Kılıç, Atatürk'ün Müslüman kadının eğitimli olmasını istediğini vurguluyor. Müslüman kadının da örf ve geleneği koruyarak, Avrupalı kadınla yarışabileceğini, bunun mümkün olduğunu tekrarlar. Ahmet Faruk Kılıç'ın altını çizdiği nokta, Atatürk'ün medeniyet algısında yatıyor: Ona göre her ülke halkının kendi köklerinden ortaya çıkan bir medenileşme reçetesi vardır. Bu reçetede dini, milli ve geleneksel değerler göz ardı edilemez.

Kılıç'ın Atatürk'ün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'tan aktardığına göre, onun son sözleri "Aleykümesselam" olur. Psikanalitik bakışa göre, bu onun iç dünyasındaki yoğun İslamî geleneği işaret eder. Atatürk ve Din kitabında, Atatürk'ün çocukluğundan itibaren dini ve milli duygularla yoğrulmuş, kültürel olarak da olsa Osmanlı yaşamını beraberinde taşıdığını gözlemliyoruz. Kitaptaki bilgiler ve belgeler ışığında, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında daha dindar, olgunluğuna doğru ibadetlerini ihmal etmiş, fakat her daim dine saygılı bir görüntü çiziyor Mustafa Kemal. Kılıç, bu durumun samimiyetsizliğin değil, insanda tabi olan his ve düşünce değişikliklerinden kaynaklandığını söylüyor. Bazı siyasi manevraları göz ardı etmeden, dinin Atatürk'ün algısında hep önemli olduğunun altını çiziyor. ZAMAN

25 Ağustos 2009 Salı
İnönü'nün hazırladığı gizli Kürt raporu: Türkleştirin!

1935 yılında İnönü'nün hazırladığı gizli raporda Kürtlerin Türkleştirilmesi gerektiğini öneriyor.

1935 yılında dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün hazırlayıp M. Kemal Atatürk'e sunulan gizli Kürt Raporu'nda çok çarpıcı detaylar yer alıyor.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün doğu il ve ilçelerini dolaştıktan sonra hazırladığı "çok gizli" raporda, "Erzincan Kürt merkezi olursa Kürdistan'ın kurulmasından korkarım" denilirken, "Van ve Erzincan'da acele olarak, Muş ovasında tedricen ve Elazığ ovasında kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız" ifadesine yer veriliyor ve Kürtleri Türkleştirmenin etkili bir yolu olarak, Türklerle Kürtlerin aynı okullarda okutulması isteniyor.

DERSİM'E ASKERî İDARE

Diyarbakır hakkında "kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz olgunluktadır" ifadesi kullanılan raporda, "Dersim vilâyetinin teşkili ile askerî bir idare kurulması ve Dersim ıslahının programa bağlanması lâzımdır" deniliyor. Erzurum'un içeride Kürtlüğe karşı sağlam bir Türk merkezi haline getirilmesi istenen raporda, boşaltılan Ermeni köylerine Kürtlerin yerleştirilmesinin engellenmesi gerektiği belirtiliyor.

Sorunun çözümü için 3 yıldır yapılan çalışma 'açılıma' dönüştü. Fakat raporların hazırlandığı dönemlerde yaşanan tartışmalar yeniden başladı. Yıllarca görmezlikten gelinen veya 'güvenlik meselesi' olarak bakılan Kürt sorunu, yine ülke gündeminde. Türkiye'de şimdiye kadar çeşitli kuruluşlar tarafından sorunun çözümüne yönelik atılacak adımları içeren 21 rapor hazırlandı.

Umumi Müfettiş Abidin Özmen de 1936'da yine gizli 'Kürt Raporu' hazırlamış. Terör örgütü PKK'nın 1984 yılından itibaren silâhlı mücadeleye başlamasıyla birlikte raporlar birbirini izledi. 1990-2002 yılları arasında SHP 2, CHP 4, TÜSİAD 2, TOBB 2, TOSAV, ANAP, Adnan Kahveci, İşadamı Sakıp Sabancı, Türk-İş, Hak-İş, İstanbul Sanayi Odası, İstanbul Ticaret Odası, İktisadi Kalkınma Vakfı birer rapor hazırladı.

Raporlarda, OHAL ve Koruculuk sisteminin kaldırılmasından, Kürtçe radyo ve tv'ye, anadilde eğitimden Kürt kimlik ve kültürünün teslim edilmesine, siyasî genel aftan Bask modeline kadar pek çok öneriye yer veriliyor. Rapor hazırlayanlar kimi zaman bölücülük ve vatan hainliğiyle suçlandı. SHP'nin 1990 yılında hazırladığı rapor ise DGM'lik oldu.

1990 ve 1993 yıllarında SHP, 1993, 1998, 2000 ve 2002 yıllarında da CHP, toplam 7 kez rapor hazırlayarak kamuoyunun dikkatini bu soruna çekmeye çalıştı. Kürt sorununun çözümüne yönelik çalışma yürüten başta Cumhurbaşkanı Turgut Özal olmak üzere Sakıp Sabancı, Andan Kahveci gibi isimler hayata gözlerini yumdu.
RAPORLARDA ÖNE ÇIKAN İSTEKLER

Hazırlanan Kürt raporlarında birçok talebin ortak olması dikkat çekiyor.


Geçmişten günümüze kamuoyuna yansıyan raporlardan öne çıkan talepler şöyle:


"Anadil yasağı ilkel bir politika, kaldırılmalı, tek parti döneminde bile uygulanmadı. Anadil öğrenimi güvence altına alınacak. Resmi dil Türkçe. Koruculuk sistemi kaldırılmalı, bölge kalkınma planı hazırlanmalı, bölgedeki toprak dağılım adaletsizilği giderilmeli, değişik kültür ve diller için araştırma birimleri ve enstitüler kurulmalı, terör ve demokrasi sorunlarına çözüm getirilmemiş olması Türkiye'yi krize taşıdı, Kürt sorunu etnik duyarlılıklara demokratik çözüm ile çözülür, devletin ırkı olmaz' anlayışı temelinde tüm yurttaşlar 'TC yurttaşlığı' üst kimliğinde buluşmalı, Köye Dönüş Projesi başlatılmalı, anti terör eğitimi görmüş polis ve jandarma sayısı en az PKK'nin iki katına çıkarılmalı, PKK için özel tip cezaevleri inşa edilmeli, terörle mücadelede halka zarar verilmemeli, teröre destek veren ülkelere caydırıcı önlemler alınmalı, Kürt kökenli vatandaşların kendilerini doğrudan ifade edecekleri düzenlemelere gidilmeli, bölge halkının Türkiye'nin bölünmesi yönünde bir arzusu yok, insan hakları iyileştirilsin, AB reformları hızlandırılsın, işkenceyi önlemek için yasal iyileştirmeler yapılsın, seçim sistemi yenilenmeli; siyasi partilerin seçim ittifakına olanak verilmeli, baraj makul bir seviyeye indirilmeli, Ulusal Program'da kültürel hakların iki önemli konusu olan anadilde eğitim ve televizyon-radyo yayını konusunda açıklık yok."


"Türkler ve Kürtleri ayrı ayrı okutmakta yarar yoktur"

İLK raporu İsmet İnönü hazırladı. 1935 yılında Atatürk'ün emriyle Doğu ve Güneydoğu illerini, ilçelerini adım adım dolaşan dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün hazırladığı 'çok gizli' rapor, tartışılacak cinsten. "Ağrı'da Kürtlerin medenileşip, sükûnet bulmaları bile kardır." denilen raporda, Karaköse'nin hükümete bağlı bir Kürt şehri olduğu belirtilirken, Erzincan'ın Kürt merkezi olması halinde Kürdistan'ın kurulmasından korkulacağı ifade ediliyor. Rapor, "Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır.' Türkler ve Kürtleri ayrı ayrı okutmakta yarar yoktur.

Kaynak: Yeni Asya Gazetesi

Yaşa varol İnönü!
Engin Ardıç

Başlığa bakıp da "herif kafayı yedi" ya da "küfürlere dayanamayıp döndü" diye düşünmeyiniz... Çünkü bu bir "alıntıdır", ben yazmadım, zikrettim.

Bu bir "mahya"... Ramazan mahyası... Dinle imanla ilgisi olmayan, "bu yıl hac mevsimi Kurban Bayramı'na denk geldi" diye düşünebilen "alakasız" vatandaşlar için açıklayayım: Hani şu Ramazan aylarında bir minareden öbür minareye uzatılan çeşitli yazılar... Hani iftar vaktinde, ezan okununca ışıkları yanar... Saati olmayan, ezanı duymayan bile ışıkları görünce "iftar topunun atıldığını" anlar hani... (Minare nedir diye soracaksanız, müezzinin "şarkı söylediği" yerdir diyebilen şaşkınlar da yaşıyor bu ülkede!)

Mahya, başka bir Müslüman ülkesinde yok, bir tek bize özgü... Eskiden yağ kandilleriyle yapılırdı bu ışıklandırma işi, günümüzde elbette elektrik ampulleriyle yapılıyor.

Bir tür televizyon haber bülteni, bir tür pano gibi, diyebilirsiniz. O çağın kitle haberleşme aracı.

Günümüzde, artık gereksiz, fakat "şirin" bir uygulama, hoş bir gelenek, "couleur locale"...

Artık hiçbir işlevi kalmamış Ramazan davulcusu gibi bir şey.

Fakat ne yazılır bu mahyalarda? "Hoş geldin ey on bir ayın sultanı" gibi şeyler... "Bismillah, maşallah" gibi kelimeler...

Yani dini içeriği olan, "İslami" mesajlar verilir. Bu da çok doğaldır. Hiçkimse Selimiye'ye "Jesus Christ" yazacak değildir ya...

Ama "Kızılay'ı unutma" yazılmıştır bir zamanlar.

Peki, biz şimdi bir imamla anlaşsak, ya da Diyanet İşleri Başkanı'nı, müftü efendileri ikna etsek, diyelim Süleymaniye minarelerine reklam versek... Yarın akşam ezan okununca siz de denizin ortasından bile şakır şakır şu cümleyi görseniz: "Ey iman edenler, SABAH Gazetesi okuyunuz!"... Böylece "camilerarası" çekişme de başlasa... Fatih Camii de "Hürriyet ekibi Mekke'yi keşfetti" mahyasını patlatsa... Derken Sultanahmet minarelerinde "şampiyon Cimbom", Beyazıt'ta "bastır Kanarya" mahyaları belirse... Sinan Paşa Camii'nde de "çarşı her şeye karşı" mahyasını okusak tabii.

Böyle rezillik olur mu? Olmaz.

Ama bir zamanlar, cumhuriyetin şu anlı şanlı "ilk döneminde" mahyalara neler yazılmış neler...

En çarpıcı olanı "VAR OL İNÖNÜ"...

Yarın bir imam aşka gelip "yaşa Recep Tayyip" yazdırsa, tozunu atarlar tozunu, kemiklerini sıyırırlar...

Ama bakın "şanlı ordu" yazarsanız kimse ağzını açmayacaktır.

Daha başka sloganlar da atılmış otuzlu ve kırklı yılların mahyalarında: "Para biriktir", "yerli malı kullan" gibi şeyler.

"Tayyare" bile çizilmiş ayyıldız içine... Türk Hava Kurumu, ya da "Türkkuşu" reklamı...

Hiçkimse ağzını açamamış, çünkü ağzını açmak yasakmış.

Fakat "karşıdevrimciler" bu mahya "platformunu" kendilerine yontmamışlar. Hiçbir caminin hiçbir minaresinin hiçbir mahyasında "varol Celal Bayar" ya da "kurtar bizi Menderes" gibi bir slogan görülmemiş.

İsteseler yapamazlar mıydı? "Devletin sürekliliğini" halka göstermek için canım, hani İnönü'nün paralardan Atatürk'ü kaldırıp kendi resmini koydurması gibi?... Bu, devletin sürekliliğini gösterirmiş, İnönü şakşakçıları öyle diyorlar.

Yapmadılar. "Dini" mesajlara, mahyanın asıl amacına geri döndüler, "hoş geldin ey mübarek Ramazan", falan filan.

Onun için de uğramadıkları hakaret kalmamıştır o günden bugüne...

Halkın niçin CHP'ye oy vermediğini hâlâ merak ediyor musunuz? Etmeye devam ediniz.

Sabah

Mustafa Kemal Atatürk'ün 1935 CHP Kurultayı Açılış Konuşması

www.acikistihbarat.com
12.09.2009

Kurultayın sayın üyeleri, karşılarında bulunmakla haz duyduğum delege arkadaşlarımı selamlarken yüce ulusumuzu saygıyla anarım.


Bu anda, bundan önceki kurultayları ve partimizi doğurmuş olan ilk Sivas kurultayını ki, iç ve dış düşmanların süngüleri altında toplanmıştır. Bunu hatırlamak geçen 16 yılın bütün hadiselerini göz önüne getirmeyi kolaylaştırır.

Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı dövüşmeler, yıllarca süren savaş. Ondan sonra içerde ve dışarıda saygıyla tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet. İşte bunları başarmak için parasız bir millet. İşte bu başardığımız devriminin bir kısa bir özeti

Bayanlar, baylar,

Partimizin her kurultayı bir dönüm başında toplanmıştır.

1927 kurultayı; doğuda kopan azmi yenerek cumhuriyetin sarsılmaz temelde olduğunun anlaşılmasına.

1931 kurultayı; güvenlik ve sükunun kesin olarak kurulmasına rast gelir.

Bu kurultayımız ise; geniş ölçüde gelişim değişim içinde bulunduğumuz günlerde toplanmış oluyor.

Kurultayın, yeniden alacağı ilerleme ve yükselme tedbirleriyle vatanın yönetimini, erdemini ellerinde tutan partimizin şerefli tarihini zenginleştireceğine şüphe yoktur.

Geçen kurultaydan bugüne kadar kültürel ve sosyal alanda başardığımız işler Türkiye Cumhuriyetinin ulusal çehresini keskin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır. Yeni harflerin, ulusal tarihi, öz dili, bilimsel müzik ve teknik kurumları ile, kadını erkeği her hakta eşit modern Türk sosyetesi bu son yılların eseridir.


Arkadaşlar,

Türkiye Cumhuriyeti arsı ulusal ailenin ancak faydalı, çalışkan ve iyi geçimli bir ulusunu olmak amacındadır.

Uluslar sosyetesinde ciddi barış ve elbirliği isteğiyle çalışıyoruz. Uluslar sosyetesinin arsı ulusal güveni artıracak, geçmişten kalan hastalıkları iyileştirecek insani sonuçlara varabilmesi başlıca dileklerimizdendir.

Arkadaşlar,

Arsı ulusal durum nazik bir buhran geçirmektedir.

Eski ve büyük anlaşmazlık son çatışmalarla heyecanlı bir noktaya gelmiştir. Bugünkü yüksek insanlığın ulusları birbirine yaklaştırma çaresini bularak genel güvensizliği ortadan kaldırmasını ummak isteriz.

Bununla beraber bütün dünya gidişini göz önünde tutarak dikkatli, hazırlıklı, uyanık bulunmak lüzumuna kaniyiz. Gene bu kanaatledir ki dostluklarımıza bağlı ve bütün ilgilerimizde, eyicil bir siyasa ile elimizden geldiği kadar genel barışı korumak istiyoruz.

Bayanlar, baylar;

Size biraz da partimizin son yıllardaki öz hayat ve *kınavından bahsedeyim.

Son kurultayın parti örgütlerine vermiş olduğu çalışma, yöneti, çok faydalı ve verimli oldu. Parti üyeleri prensiplerimizi anlamak ve yaymakta ve bütün yurttaşların sevgilerini, güvenlerini kazanmakta kendilerinden beklendiği gibi hareket etmişlerdir.

Karşı tutumlarının canlı ve özenli bir payda oluşu siyasal hayatımızda önemli bir ilerleyiştir.

Ulusa hizmet, ulusa hizmet yolunda bütün varlığımızla çalışmak parti üyelerinin bozulmaz andıdır.

Altan/Taraf
Büyük Selanik

Artık hepimiz ucundan kenarından “yapay bir görüntüyü” gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık.

Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir “sahtelikler” cumhuriyeti.

Mustafa Kemal, Selanik’te doğmuş, askerî okullarda nispeten “Batılı” bir eğitim almış, Sofya’da ataşelik yapmış, Almanya’yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda.

Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı.

Birincisi “lider” olmak.

İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak.

Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar...

İlk amacına ulaştı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışılmaz lideri oldu.

Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı.

İkincisi ise “zordan” daha zordu.

Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir “kişinin” kararıyla olacak iş değildi.

Onun hayalindeki ülke ne Osmanlı’nın bir mezbele halinde tuttuğu Anadolu’nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu.

Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu.

İstediği şeyin “iyi” olduğuna inanıyordu ve önerdiği “iyiliğin” kabul edilmemesine sinirleniyordu.

Zorla “şapka” giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.

Ama bu iş “zorla” olacak bir iş değildi.

Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu.

Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara “yabancı” biri olarak kaldı.

Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı.

Müslümanlar, bu “Batılı” hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle “Batılı” olmaya yanaşmıyorlardı.

Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen “eşitliği” istiyorlardı.

Demokratlar, “diktatörlüğüne” karşı çıkıyorlardı.

Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar.

Sanırım hem ürktü hem öfkelendi.

Korkunç bir baskı uyguladı.

Kürt liderlerini astı, Müslümanları gazeteler vasıtasıyla “irticacılar” olarak ilan etti, demokratları Meclis’ten attı, solcuları hapse koydu.

Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı.

Ve çok istediği Selanik’i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı.

Artık “Atatürk” olan Mustafa Kemal’i memnun edecek göstermelik bir “Selanik” yaratıldı memleketin küçük bir parçasında.

Geride kalan kısımlar da, “yeni Selaniklilerin” esiri durumuna düştü.

İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar.

Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar.

Bu “Selanikleşme” hareketine “Atatürk ilke ve inkılâpları” adı takıldı ve bunlara uymayanlar “devlet düşmanı” ilan edildi.

Biz bugün hâlâ Türkiye’de “Selaniklilerle” Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz.

Atatürkçüler, “bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor” diyorlar.

Samimiler bunu söylerken.

Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar.

Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, “Selanikleşme” hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar.

Kürt açılımı, muhafazakârların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor.

Mustafa Kemal’in çok istediği o “güzel kokan memleketin” yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek.

İşin belki de en “şakacı” yanı ise şimdi buna “Atatürkçüler”in karşı çıkması.

Çünkü onlar hâlâ bunun “Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz” olacağını sanıyorlar.

Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.

Bırakın da yapsınlar.

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Atatürk'ün bayramları

Bugün bayramın son günü. Tüm okurlarımızın bayramını kutlarım. Size hep gazete sayfalarını süsleyen 'nerede o eski bayramlar' türünden bir yazı yazmayacağım. Onun yerine liderlerin, siyasilerin, ünlülerin ramazanla ve bayramlarla olan ilişkileri üzerine sizi bir geziye çıkaracağım. Atatürk ramazanlarda ne yapardı? Oruç tutar mıydı?

Bayramlara bakışı nasıldı? Öldüğü günün bir özelliği var mıydı...
Atatürk ramazan ayı boyunca oruç tutmazdı. Sadece kadir gecelerinde oruç tuttuğu ve özenli bir iftar sofrasıyla orucunu açtığı biliniyor.
Kız kardeşi Makbule Hanım Atatürk'ün ramazan günlerini şöyle anlatıyor:
'Her ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir Gecesi bana iftara gelirdi. O gün imkan bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi.'
1930'lu yıllar Atatürk'ün din üzerine çalışmaları yoğunlaştırdığı yıllardır. 1932 yılı ramazan ayında Dolmabahçe Sarayı'nda hafızlarla yaptığı bir toplantı vardır ki, burada Kuran tercümesi üzerine çalışmalar yapmıştır.

İLK TERCÜME KURANI OKUDU
O toplantılara katılanlardan biri olan Nuri Ulusu anılarında o günü anlatır:
'Atatürk bu ilk tercüme Kur'anı Hafız Saadettin Kaynak Bey, hafız arkadaşları Kemal, Nuri, Rıza, Fahri ve müzik öğretmeni Zeki ve Nuri Bey, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey ve milletvekili Cemil Bey ile ben ve arkadaşlarımın da oluşturduğu gruba adeta kalabalık bir insan topluluğuna okuyormuş gibi tane tane okudu. Okuduktan sonra hafızlara dönerek, 'Şimdi bundan sonra bu görev sizlere düşüyor. Halkımıza bu Türkçe Kur'anı aynen benim okuduğum gibi yavaş yavaş, tane tane, ağır ağır okuyacak anlatacaksınız. Halkımız Kur'anımızı tam anlamıyla bilecek ve de anlayacak' dedi.'

KURBAN KESİMİNE KARŞIYDI
Peki Atatürk kurban bayramlarında ne yapardı? Yine Nuri Ulusu'nun anılarına uzanalım:
'Atatürk kurban bayramında veya herhangi bir törende kurban kesimine karşıydı. Bu hayvan velev ki bir tavuk olsun, kesimine tahammül edemez ve de huzurlarında katiyen hayvan kesilmesini istemezdi. Bu duygusunu zaman zaman ben ve arkadaşlarım bizzat ağzından duymuşuzdur. 'Şaşırıyorum şu tavuk, hindi, koyun kesenlere, kasaplara, nasıl o bıçağı alıp da canlı canlı bir yaratığı kesip öldürüp derisini içini dışını oyup çıkarabiliyorlar. Bayağı yürek isteyen bir iş' der ve sonra 'Allah Allah' diye başını sağa sola çevirerek şaşkınlığını yüz mimikleriyle de ifade ederdi.'

BAĞIŞ SORUSUNA İLGİNÇ CEVAP!
Atatürk dini bayramlara özen gösteriyordu. Ama kurban konusundaki hassasiyetini ifade etmekten de çekinmiyordu.
Bir gün Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'ye kurban bayramında kurban kesilmesi yerine hayır kurumlarına bağış yapılmasının doğru olup olmayacağını sormuştur. Bu sorudan endişelenen Rifat Börekçi biraz düşündükten sonra Atatürk'e şu yanıtı vermiştir:
-Paşam böyle bir şey yapacaksan, bunu ben öldükten sonra yap.
Atatürk yakın dostu Börekçi'nin sözünü dinledi ve kurban kesimini yasaklamadı.

Araştırmacı Sinan Meydan, Atatürk'ün din konularındaki görüşlerini ele aldığı kitabında bu ve benzeri örneklerle konuyu uzun uzun anlatır (Atatürk ile Allah Arasında - İnkilap Kitabevi / 2009).

ÜNLÜ FOTOĞRAFIN HİKAYESİ
Atatürk'ün ilk Meclis'in bahçesinde dua ederken çekilmiş ünlü fotoğrafı 28 Mayıs 1922 günü çekilmiştir. Hemen yanındaki Abdullah Azmi Efendi bayram duası yapmakta, Atatürk de bu duaya eşlik etmektedir. Ramazan bayramının ilk günüdür. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan kuruluş senedimiz Lozan Antlaşması'nın da kurban bayramının ilk günü olduğunu hatırlatıp geçelim.

Ramazandan, bayramlardan büyük keyif alan Atatürk yine bir ramazan günü olan 10 Kasım 1938'de yaşama gözlerini yumdu. Bayrama tam 12 gün kala hayata veda etti. Ve onunla birlikte tüm ülke derin bir matem havasına girdi. 1938 yılı ramazan bayramı mateme dönüşmüştü.

Erdoğan arifede hapse girdi
HALK arasında iki bayram arasının uğursuzluğuna inanılır. Ev alınmaz, evlenilmez. Bu batıl inanç nasıl doğdu bilinmez ama iki bayram arası politikadaki liderlerimize de pek uğurlu gelmedi.
İsmet İnönü, Celal Bayar, Bülent Ecevit, Osman Bölükbaşı, Alparslan Türkeş; hep iki bayram arasında yaşama veda ettiler. Menderes aile fertlerinin yakasını bir türlü bırakmayan felaketler hep iki bayram arası gelmişti.

Başbakanımız Tayyip Erdoğan, Pınarhisar Cezaevi'ne bir bayram arifesinde girdi. Kurban bayramı 28 Mart 1999'da başlıyordu. Tayyip Erdoğan 26 Mart'ta demir parmaklıklar arkasına gitmişti. Bayramı cezaevi koşullarında karşıladı.

Erkene alınan bayram namazı
1922 yılında Turan sevdasıyla Pamir Dağları eteklerinde Kızıl Ordu birlikleriyle çatışan Enver Paşa sıklaşan akınlar karşısında zor günler geçiriyordu. Rus birliklerinin bayram sabahı, namaz sırasında baskın yapacakları istihbaratı ona ulaştı. Belcivan Korbaşısı Devletmend Bey Enver Paşa'yı ziyaret ederek bu konuda uyarmıştı. Enver Paşa bayram namazının bir gün öne alınıp alınamayacağını Düşenbe Müftüsü Lakay Molla Egemberdi'ye sordu. Egemberdi, cihat eden Müslümanların seferi sayıldığını, oruçlarını kaza edebileceklerini ve namazlarını kısaltabileceklerini söyledi. Bu cihetten vacip olan 'Kurban ve ramazan bayramlarının namazlarının da askeri düşman saldırısından korumak maksadıyla bayram arifesinde yahut ikinci günlerinde dahi eda edilmesinde şer'an bir sakınca olmadığı' yolunda fetva verdi.

Böylece Hicri 1340 yılının Zilhicce ayının 10'una denk gelen kurban bayramının namazının 9'unda kılınmasına karar verilir.
Enver Paşa bayram namazını bir gün önce kılar. Bayram sabahı oldukça neşelidir. Çevre köylerden gelen halkın ilgisi büyüktür. Onlarla bayramlaşır, uzun uzun sohbet eder, yemek yer. Onlara bayram hediyesi vermek ister ama imkanları buna elvermez.

'Size verecek bir bayram hediyesi bulamadım. Arkadaşlığımızı belirten birkaç satır yazarsanız, mühürlerim. Günün birinde size beni hatırlatacak olan bu yazıların milli mücadele arkadaşlığımızın da birer hatırası olacağını düşündüm' der.
Enver Paşa olacakları adeta hissetmiştir. Bayram namazını erkene alarak olası bir baskından kurtulmuştur. Ama kendisini bekleyen ölümden kurtulamaz. Bayramın 1. günü olan 4 Ağustos 1922 günü atı Küheylan'ın üstünde aldığı kurşunla yere yığılır.

Fethullah Hoca'dan subaylara vaaz!
FETHULLAH Gülen bir 10 Kasım günü askeri birliğine teslim oldu. 10 Kasım 1961. Mamak mekanize birliklerine bağlı 1. Telsiz Bölüğü'nde görev aldı. O yıl özellikle Mamak'ta darbeci Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan'ın rüzgarı esiyordu. Gülen bu ihtilal yanlısı subaylara karşı hep tedbirli yaklaşıyordu. 21 Şubat 1962'de yapılan darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca Talat Aydemir'in orduyla ilişkisi kesilmişti. Ama Aydemir yanlısı subaylar yerlerinde kalmıştı. Etkisi halen hissediliyordu.
Gülen Hoca kurban bayramının ilk günü 14 Mayıs 1962'de bayram namazını kıldırdı. Çok sayıda subay ve askerin katıldığı namazda Gülen Hoca'nın etkileyici vaazı da askerlerin dikkatini çekti. Namaz sonrası birçoğu yanına gelerek tanışmak istedi. Vaazı çok beğenmişlerdi.
Yusuf Bilgin'in 'Mamak Günleri'ne kulak verelim:

'Talat Aydemir, 27 Mayıs'ı yapanlara karşı yeni bir ihtilal yapma teşebbüsüne girdi. O zamanlar İsmet Paşa hakim durumda. Talat Aydemir, Mussolini kafasında bir adam. Gelseydi, aynen Mussolini gibi hareket edecekti. O ve yakından onu destekleyenler tamamen diktatör insanlardı. Dinle diyanetle alakaları yoktu. Hatta maneviyatla alay ederlerdi.
İhtilal teşebbüsü olmadan bir ay evvelinden hazırlıklara başlandı. Bize hakiki mermi verdiler. Karda kışta, tel örgü boyu nöbet tutuyorduk. Hele son günler iyice sıkıydı. Kar altında sekiz saat nöbet tuttuğumu biliyorum. Bir de ramazan ayı olduğu için, oruç tutuyorum. Yemek yeme fırsatı bulamıyordum. Cebime bisküvi koyar, içtimada subay bana doğru bakmıyorsa ağzıma bir tane atardım. Bu bazen sahur, bazen de benim için iftar olurdu. Namazlarımın çoğu nöbete denk geliyordu. Namazımı yine terk etmiyordum.

Son gece hepimiz pür heyecandık. Radyo Evini bir onlar, bir bizim taraf teslim alıyordu. Önce ihtilal ilan ediliyor, ardından asiler bastırıldı deniyordu. 28. Tümen hükümet tarafındaymış. Tabii ki, biz bunun farkına daha sonra vardık. Üzerimizde uçaklar uçmaya başladı. Niyetleri Mamak'ı ortadan kaldırmakmış. Bizim taraf teslim oldu.
Sabah umum” bir içtima yapıldı. İçtimada silahlar da yanımızdaydı. Ceza olarak silahlarımızın mekanizmalarını aldılar. Elimizde sadece boru gibi bir demir parçası kalmıştı. İki ay kadar da dışarıya çıkmama cezası verdiler. İki ay, muhabere ve temel eğitim kursları gördük.
Dışarıya çıkmadığım için, ben kendimi bütünüyle ibadete verdim. Kış geceleri uzun olduğundan erkenden mescide gidiyor ve gece geç vakitlere kadar ibadetle meşgul oluyordum. Duygu ve düşünce dünyamın iyice durulduğunu hissettim.

Bir gün bizi yine topladılar. Size bir müjdemiz var, dediler. Hepimiz merakla bekliyoruz. 'Mekanizmalarınızı iade edeceğiz.' Tabii ki, pek sevinenimiz olmadı. Her sabah onları temizleyeceğiz diye canımız çıkıyordu. Yine böyle bir dönemin başlaması pek sevimli sayılmazdı.'

Akşam

Atatürk' ü Masonlar Listesine Neden Aldılar
04 Ekim 2009, 19:59
Cezmi Yurtsever

-Atatürk’ün kimliği ve kökenleri hakkında 1940’lı yılarda İsrailli Gazeteci İtamaar bin Avi’nin, 1911 yılında Kudüs’te Mustafa Kemal ile özel olarak yaptığı röportaj yayınlandı.
-Atatürk’ün kendi köklerini Yahudi olarak açıkladığı bilgilerine yer verildi.
-Kanada’daki Cedar Locası Atatürk’ü dünya masonları listesine aldı.
-İsrailli gazeteci ve dünya masonlarının Mustafa Kemal’i Yahudi asıllı ve mason gösterme çalışmaları tarihi çarpıtmanın ilginç bir örneği idi.

Heyecanlı bir koşturmaca var İsrail’in başkenti Telaviv’de… Bir gün sonra (24 cak 1994) İsrail Cumhurbaşkanı Weizman’ın Türkiye ziyareti başlayacak. Önce uçakla Ankara’ya ulaşılacak. Hava alanında karşılamalar ve arkasından da Anıtkabir’i ziyaret ve resmi görüşmelerin başlaması… Resmi proğram uzayıp gidiyor. Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi, geliştirilmesi amaçlanıyor.

İsrail Cumhurbaşkanlığı basın merkezine ulaşan bir telefon “Ben Hillel Alkin” diye başlayan sözlerine “ Acaba sayın Cumhurbaşkanı Weizmann, Atatürk’ün atalarının Yahudi asıllı olduğunu ve çocukluğunda İbranice dua ettiğini biliyor mu ? diyordu. Basın sözcüsü Beith Keinan,bu ses karşısında heyecanlandı.Bir an için telefon kesilir gibi oldu. Sonra tekrar görüşmeler devam etti. “Acaba Weizmann bendeki bilgileri görmek ister mi” diyordu. Açıklamasına şaşıran Keinan, bilgilerin ulaştırılması halinde “Weizman’ın bilgisine sunulacağı” açıklamasında bulundu. Hillel Aklin, elindeki bilgi ve belgeleri faks metni olarak Cumhurbaşkanlığı basın merkezindeki bayan Keinan’a ulaştırdı. Bundan sonrası bahsi geçen bilgilerin okunması ve dosyaya yerleştirilmesi belki de Weizman’a bu yönde bilgi ulaştırıldığı hakkında açıklama yapılmış olabilir.

Halkin, “Atatürk’ün atalarının dönme ve Yahudi asıllı olduğu hakkındaki elinde bulunan bilgi ve belgeleri Forward gazetesinde yazı dizisi halinde yayınladı. Atatürk’ün 1911 yılı Sonbahar mevsiminde Trablusgarp savaşları esnasında Kudüs’e uğraması burada Kamanetz Otel’de misafir kalması ve bu esnada ünlü Yahudi gazeteci İtamar Ben Avi ile çok özel görüşmelerinden yansıyan bilgiler açıklanıyordu. İtamar bin Avi ile olan görüşmesi hakkında bilgileri aktaran Hillel Alkin’in açıklamasında Mustafa Kemal ile Kamanetz Otel’de günler süren konuşmalar yapmıştır. Yıldızı giderek parlayan bir kumandan olan Mustafa Kemal, kendi soyu hakkında çok özel sırlarını açıklamış, İtamar ben Avi’ye. Masa üzerinde bulunan rakıya su katıp içmesi esnasında verdiği bilgilerde: “Yahudi asıllı olduğum tam belli değil ama Sabetay bin Sevi’nin soyundan gelmeyim (dönmeyim) ve onun fikirlerine de hayranım. Bu ülkedeki bütün Yahudiler, onun görüşlerinde birleşmelidir”. Bu konuşmadan 10 gün sonra İtamar, yeniden otele gelerek Mustafa Kemal ile konuşmasına devam eder. Ve bu görüşmede Mustafa Kemal açıklamalarına devam eder: “ Evimizde Venedik’te basılmış İncil vardı. Eski ve az bulunan bir kitap. Hatırladığım kadarıyla babam bana okumayı öğreten Karaim öğretmen’den getirmişti. Birkaç kelimeyi hatırlıyorum o kitaptan: “Shema Yisrael, Adonai Elohenu, Adonai Ehad!”. Kaptan bu bizim çok önemli duamızdır. Ve benim de gizli duamdır”. Görüşme bu minval üzere devam eder,rakılar içilir!... Mustafa Kemal’e atfedilen duanın Türkçesi “dinle ey İsrail, rabbimiz olan Allah tektir” anlamına gelmektedir. Bu bilgilerin basına yansıması ve Atatürk’ün Selanik doğumlu “sarışın ve mavi gözlü olması” onun soyunun Türk olmadığı… Babasının küçük yaşlarda Yahudi dönmelerinden Şemsi Efendi okuluna oğlunu yazdırması gibi bilgileri özel anlam verenlerin Mustafa Kemal’e Sabetaist “dönme”, “Yahudi asıllı” olduğu görüşleri kısa sürede ABD ve Avrupa’da basın yayın organlarında dile getirilir.

Masonlar listesine Alındı…

Mustafa Kemal’in tarihe yön veren tarihi kişiliğinin öneminin farkına varan Uluslar arası mason kuruluşları onun ismini “meşhur masonlar” listesine aldılar. 2000’li yılların başlarında Kanada’nın “Sedir” (Cedar), ABD’nin Abbey, Ve İtalyan mason kuruluşları Meşhur Türk masonları arasında Atatürk’ü listenin başına aldılar. Osmanlı’nın enkazı üzerinde “kuvayı milliye” ruhunu canlandırarak bağımsız Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Dönme”, “Yahudi soyundan gelen” “dünyanın önde gelen masonları” listesine alarak tanıtılması karşısında Türkiye’de 14.000 üyesi bulunan Hür ve Kabul Edilmiş Mason Büyük Locası neden sessiz kalmayı tercih etti, “neden?” sözcüğünü elleri titreyerek yazdı not defterine X …

Bir başka açıdan olaya bakıldığında da Mustafa Kemal, İtalyanlar’ın Libya’ya saldırısı esnasında Osmanlı’ya bağlı Afrika’nın kuzeyinde bulunan toprakları savunmak üzere Tanin gazetesinden Ahmet Şerif’in gazeteci kimliği ile 5 Ekim 1911 tarihinde gemiye binmiş on gün süren yolculuktan sonra Mısır’ın Akdeniz sahillerindeki şehri İskenderiye’ye gelmiş ve oradan da gümrük kapılarını geçerek Libya topraklarına ulaşmıştır. Kendisi ile birlikte bölgeyi savunmak üzere gelen diğer arkadaşları ile birlikte yerli Arap aşiretler ile buluşarak savunma tedbirleri almıştır. Savaş ortamında kimlik değiştirerek İstanbul’dan Mısır’a gemi ile giden Mustafa Kemal’in Kudüs’e uğraması mümkün değildir. Dolayısiyle Hilel Alkin adındaki Yahudi asıllı Amerikalı gazetecinin Atatürk’ü “Dönme” gösteren açıklamaları kendi hayallerini yansıtır. Ve sunduğu bilgiler de “Yalandır”. Nasıl oluyor da “Yalan üzerine” kurgulanan görüşler, Uluslar arası mason kuruluşları tarafından değerlendirilip Atatürk Ünlü masonlar listesinde gösterilebiliyor.

Atatürk ile görüştüğü ileri sürülen İtamar bin Avi, ünlü Yahudi dil bilimcisi ve tarih araştırmacısı Eliezer ben Yehuda’nın (1858-1922) oğludur. Rusya’da doğan Eliezer, 1880’li yıllarda Kudüs’e yerleşmiş, yöresel Yahudi dil ve kültürü ile ilgili araştırmalarda bulunmuş, “Siyonist”hareketin kurulup gelişmesinde öncülük rolünü oynamıştır( Bak. Wikipedia, Eliezer Ben- Yehuda) . İtamar Ben Yehuda’nın asıl mesleği gazeteciliktir. Ama onun adı kullanılarak 1990’lı yıllarda sadece tahmini bir hatıra dolayısiyle Atatürk’ün Kudüs’teki Kamanetz otele getirilmesi ve “Dönme”, “Yahudi asıllı” olduğunu itiraf etmesi(!) sadece masonik bir düşünce ve yalanın dünyaya yansıtıldı. . “Ve bu arada düşündürücü olan husus ise Atatürk’ün mirasından pay alarak çalışmalarını sürdüren Türk Tarih Kurumu, Atatürk’ün kimliğini değiştirme çalışmaları dünya kamuoyuna yansıtılırken sessiz kalmayı tercih etti” sözlerini yazdı not defterine X. Perdeyi biraz aralayınca Türk Tarih kurumunun kuruluşundan itibaren yakın zamanlara kadar yönetiminde bulunanların , -Örnek olarak Prof. Dr. Enver ziya Karal- mason olduklarını öğrendiğinde sessiz kalmanın gerek
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 23, 2009 12:35 am    Mesaj konusu: Bilinmeyen Sivas İslam Kongresi Üzerine Alıntıyla Cevap Gönder

Sinan Tavukçu
Bilinmeyen Sivas İslam Kongresi Üzerine-I

1919 Kasım-Aralık aylarında, Sivas’ta üç oturum halinde bir İslam Kongresi düzenlenir. İlk oturumu 11 Kasım 1919 tarihinde, Sivas’ın Zara ilçesinde yapılan ve icra heyetine Mustafa Kemal Paşa’nın da seçildiği bu İslam Kongresi hakkında maalesef yerel kaynaklarda çok fazla bilgi bulunmamaktadır. İngiliz istihbaratı tarafından yakından izlenen bu konferansın raporları İngiliz devlet arşivlerinde araştırmacıların incelemesine açılmıştır.

Prof.Dr. Metin Hülagu, Timaş yayınlarında çıkan “İslam Birliği ve Mustafa Kemal” adlı kitabında, Sivas İslam Kongresi hakkındaki İngiliz Devlet arşivi belgelerini yayımlamıştır. Sayın Hülagu söz konusu kitabında, kongreye katılanları ve alınan kararları anlatmış, İslam Kongresi’ni tertip eden Muvahhidin Cemiyeti hakkında bilgiler vermiş, bu konudaki İngiliz istihbarat raporlarını kitabına eklemiştir.

Sivas İslam Kongresi’ni düzenleyen Muvahhidin Cemiyeti, 1.Dünya Savaşı’nın galibi İtilaf Devletlerinin sömürgesi altında bulunan Müslüman ülkeleri istiklallerine kavuşturmak için, bu ülkelerde İslam ihtilali organize etmeyi planlayan örgütlerden birisiydi. Kitapta suretine yer verilen, [Foreign Office (F.O) 141.433/10770-181931] numaralı İngiliz devlet arşivi belgesinde, Sivas’ta İslam Kongresi düzenleyen Muvahhidin Cemiyeti’nin 18 maddelik Nizamnamesi yer almıştır. Gizli olarak kurulan ve katı bir disiplini olduğu anlaşılan bu cemiyetin nizamnamesi aşağıda özetlenmiştir.

Nizamnamenin ilk maddesinde, medeniyetin gelişmesine rağmen fanatizmin hala dünyada hüküm sürdüğü, bu nedenle dinin yönlendirdiği her türlü saldırıya karşı koymak için dinden istifade edilmesi gerektiği belirtildikten sonra Cemiyetin gayesi; tüm dünya Müslümanlarını Hilafet’in etrafında toplamak ve otonomilerini, bölgesel ve kültürel bağımsızlıklarını nazar-ı dikkate almak kaydıyla, aralarında dayanışma birliği sağlamak olarak açıklanmıştır. Muvahhidin Cemiyeti batılı devletlerin İslam ülkelerini işgal etmesini Hıristiyan fanatizminin sonucu olarak görüyordu. Bu bakış açısı o sırada milli mücadeleyi yürütmekte olan kadro tarafından da benimsenmişti. Nitekim, 11 Kasım 1919 tarihinde gerçekleştirilen ilk toplantının açılış konuşmasını yapan Bekir Sami Bey konuşmasında, Hıristiyanlık’ın fanatik saldırılarına karşı koyabilmek için İslam’a sarılmak zorunda olduğumuzu, bundan dolayıdır ki programını okumuş olduğu Cemiyetin kurulmuş olduğunu ifade etmiştir.

Nizamnameye göre, Kur’an-ı Kerim’in muayyen ayetlerine uygun olarak tüm Müslümanlar prensip olarak kardeşlerini kurtarmaya ve onlara yardım etmeye koşacaklardır. Bu sebeple her Müslüman, Cemiyetin tabii üyesidir. Cemiyet prensiplerine muhalefette bulunmayan gayr-i Müslimler cemiyetin koruması altında tam bir emniyet içerisinde olacaklardır.

Cemiyet vakit kaybetmeden faaliyete koyulacaktır. Zira İslam dini, İslam ülkelerinde yaşayan insanların hürriyet ve dini bütünlüklerine, can ve şereflerine saygı duyulmasını emreder. Cemiyet hedeflerini uygun bir lisanla anlatmak üzere, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Rusya’nın Asya’da kalan kısımlarına, Hindistan’a, Afganistan’a, Belucistan’a, İran’a, Cava’ya, Muskat’a, Suriye’ye, Sumatra’ya, Irak’a, Kuzey ve Orta Afrika’ya özel temsilciler gönderecektir.

Nizamnamede, fiilen bağımsız bulunmayan veya yabancı kuvvetlerin sömürgesi yahut otoritesi altında bulunan Müslüman halkların, Avrupa devletlerince de benimsenmiş olan milli prensiplere uygun olarak, bağımsızlıklarını elde etmelerine gayret etmek cemiyetin başta gelen vazifesi olarak açıklanmıştır. Bu ülkelerin bağımsızlığının elde edilmesini müteakip her ülkeden gelecek temsilcilerin katılımı ile oluşacak ve hilafet merkezinde veya ona yakın herhangi bir beldede toplanacak olan Muvahhidin Cemiyeti Meclisi’nce varılan kararlara uygun olarak “ittihad-ı İslam” (Batılıların adlandırmasıyla Panislamizm) uygulamaya konulacaktır.

Cemiyet İngilizlerin tartışmaya açtığı, hilafetin kime ait olduğu meselesinde tavrını net olarak ortaya koymuştur. Nizamnamenin 3’üncü maddesine göre Hilafet makamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ve fazilet bakımından yöneticisi olmasının yanında Osmanlı Hanedanının en yaşlı üyesi bulunan kimsenin hakkıdır. Bu yüce makam hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde tüm Müslüman dünyasını murakabe etme ve kontrolde bulunma hakkına sahiptir.

Nizamnamede, İslam Ülkeleri Konfederasyonu örgütlenmesi anlamına gelen bir de model tasarlanmıştır. Nizamnamenin 17’inci maddesine göre; birliğe katılan her ülke bu birlik içerisinde serbest ve bağımsız bir bölüm oluşturacaktır. Bu ülkeler Hilafet makamının kutsi koruması altında sadece iktisadi, askeri ve dış politikalarda birlik oluşturacaklardır. Her bağımsız ülkenin kendi başkanı, üst mahkemesi ve bir bakanlığa ait kabinesi olacaktır. Ayrıca Hilafet makamının bulunduğu beldede, içerisinde bütün Müslüman ülkelerin temsil edileceği Muvahhidin Cemiyeti Genel Merkezi oluşturulacaktır.

Nizamnamede, gizli olarak faaliyet gösteren Cemiyetin örgütlenme biçimi de anlatılmakta, her üyenin hayatına da mal olsa cemiyetin emirlerine kesin olarak itaat etmesi gerektiği, emirlere itaat etmeyenlerin ihanetle suçlanarak yargılanacağı açıklanmıştır.

Yukarıda nizamnamesini özetlediğimiz Muvahhidin Cemiyeti Suriye, Mısır ve Irak halkı arasında büyük destek görmüştür. İngiliz kaynaklarına göre Cemiyet, Şam, Humus, Baalbek, Kahire, Tanta, Reşid, Hayfa, Halep, Zor, Bağdat, Necef ve Kuveyt’te merkezler oluşturmuş, Mısır ve Bombay’da şubeler açmıştır. Kuruluşundan sonra Milli Mücadele Hareketi ve Suriye’de faaliyet gösteren Naidü’l-Arabi Cemiyetleri ile birleşmiş, Mısır şubesi vasıtasıyla Hizbu’l-Vatani Cemiyeti ile birleşme görüşmeleri yapmıştır. Cemiyete 120 Mısırlı subay katılmış, Kasım ayında yaptığı toplantılara 50-60 bin kişinin iştirakiyle Mısır’ın bağımsızlığı ve Hilafete bağlılık gösterileri yapılmıştır.

Cemiyet ilk genel kongresini 37 delegenin katılımıyla, 11 Kasım 1919 tarihinde Sivas’ın Zara ilçesinde, Rüştü Koleji’nde gerçekleştirmiştir. Mısır, Suriye, Arabistan, Güney Kafkasya ve Kırım’dan delegeler gelmiştir. Kongre Mısır temsilcisi Akkaz Efendi Hardun’un okuduğu aşır ile açılmıştır. Kongrenin başkanlığını Hasipzade Vecihi Efendi, Sekreterliği Rauf Bey ve İsmail Bey yürütür. Açılış konuşmasını Bekir Sami Bey yapar ve toplantının gayesini açıklar.

Bekir Sami Bey konuşmasında; Mısır, Hindistan, Fas, Cezayir, Tunus ve Afrika’yı örnek göstererek bütün İslam âleminin İngiliz, Fransız ve İtalyan boyunduruğu altında olduğunu, despoitizm altında inleyen bu halkların Müslüman olmaktan başka suçu olmadığını, Hristiyan azınlıklara tanınan hakların bile bu milletlere tanınmadığını, bağımsızlığımıza ve mevcudiyetimize karşı ittifak içinde bulunan Hristiyanlık’ın fanatik saldırılarına karşı koyabilmek için İslam’a sarılmak zorunda olduğumuzu, Peygamberimizin talimatları doğrultusunda tüm Müslümanlar arasında ittihadı ve kardeşliği tesis etmek durumunda olduğumuzu, Müslümanların emniyeti için başka bir yol bulunmadığını, bundan dolayıdır ki programını okumuş olduğu Cemiyetin kurulmuş olduğunu ifade eder.

Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Ahmed Bey Attar (Suriye temsilcisi), Cilanizade Necip (Suriye temsilcisi), Ahmed Zafer el-Nebai (Necid ve Hassa Kabilesi temsilcisi), Yahya Tehmasab (Güney Kafkasya temsilcisi), Rauf Peşdili, Cevherizade Ahmed Nimet, altı ay süreyle Cemiyetin yürütme kurulu üyeliğine seçilirler.

Kongre on maddeden oluşan karar metnini ittifakla kabul eder. Kongreye katılan üyeler, Hilafet’e ve İslam’a bağlı kalacaklarına, Cemiyetin gayelerine sadık kalacaklarına yemin ederler. Bir hafta içinde tekrar toplanma kararı alan Muvahhidin Cemiyeti, üçüncü toplantısını 10 Aralık 1919 tarihinde Sivas’ta İdadi Mektebi’nde yapar.

Sivas’taki toplantıda 9 maddelik kararlar alınır. Alınan kararların 1. Maddesine göre, Avrupa devletlerinin Hilafet ve Osmanlı devletini yok etmeyi, Türkleri İstanbul, İzmir, Edirne ve Adana’dan çıkarıp atmayı veya Hilafetin saygınlığını gidermeyi ve İmparatorluğun bağımsızlığını tehlikeye düşürmeyi hedef alan bir siyaseti uygulamaya koymaları halinde, evvela Osmanlı milleti böyle bir karar boyun eğmeyi reddedecek, ikinci etapta ise Muvahhidin Cemiyeti şubeleri vasıtasıyla dünya Müslümanlarını isyana teşvik edecektir. Diğer alınan kararlar, Muvahhidin Cemiyeti Yürütme Kurulu’nun Milli Mücadele Kuvvetleri Temsilci Kurulu ile ortak hareket etmesine ve Mustafa Kemal ve Rauf Bey’in önderliğinde bir askeri kurul oluşturulması ve faaliyetine ilişkin kararlardır.

10 Haziran 1920 tarihli Times Gazetesi, Sivas’ta gerçekleştirilen İslam Kongresi’ni haber yapar. Gazetenin haberinde, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İİCİ)’nın Doğu Komitesi’nin Şubat 1920 başında Sivas’ta Mustafa Kemal’in başkanlığında toplandığını yazar. Times’a göre o sıralarda Sivas’ta hemen hemen tüm İslam örgütlerinin temsilcisi bulunmaktadır. Mustafa Kemal’in Alman askeri danışmanı Albay von Straub, Tatar ve Azerbayacan temsilcisi Hüseyin Agabekof, Vladikafkas temsilcisi Ahmed, Mustafa Kemal nezdinde Bolşevik Rusya temsilcisi İvan Perepeloff’da kongreye katılmıştır.

Kongrede Osmanlının bütünlüğü, panislamik silahlı hareket ve Bolşeviklerle Müslümanların ilişkileri gündeme getirilmiş, Sovyet hükümeti nezdinde görev alan İvan Perepeloff her ulusun kendi ulusal kültürünü geliştirebileceği ve tüm Müslümanlar için İslam birliğini simgeleyen bir Osmanlı birliğinden yana olduğunu vurgular. Perepeloff, Osmanlı topraklarında bulunan işgal ordularına karşı askeri harekâta geçilmesi önerisini de getirir.(Bolşevik ittihatçılar ve İslam Komitesi, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İttihad-ı Selamet-i İslam), Zafer Toprak, shf.12)

İngiliz istihbaratının yanı sıra İngiliz basını da, en başta kendilerine yönelik tehdit olarak aldıkları İttihad-ı İslam faaliyetlerini yakından izliyordu. İngiltere’de yayımlanan Islamıc News’in haberinde ”Yine haber aldığımıza göre, bu ayın başında Sivas’ta bir Panislam konferansı Ahmet Şerif’in başkanlığında toplanmıştır. Kendisi aynı zamanda Türk temsilcisi olarak hareket ediyordu. Konferansa katılanlar arasında Faysal’ın kardeşi Emir Abdullah, Kerbela’dan bir Emir, İmam Yahya’nın temsilcisi olarak Sana’dan bir Emir bulunuyordu. Konferansın amacı, İslam Birliği’ni kurabilmek için Müslüman devletlerin ve toplulukların çabalarını koordine etmekti.” diye yazıyordu. (Mustafa Kemal’in Yanında İki Libya’lı Lider, Ahmed Şerif-Süleyman Baruni, Dr.Orhan Koloğlu, shf.127)

Bu dönemde milli mücadele kadroları arasında İslam Ülkeleri Federasyonu kurulması fikri yaygındır. Nitekim XIII. Kolordu Komutanı Cevat Paşa, Batı Trakya dahil olmak üzere Osmanlı sınırları içerisinde bulunan ülkelerin, padişahın yönetimi altında kalmasını, Irak, Suriye, Hicaz ve Diğer Arap Ülkelerinin ise kendi hükümetlerinin yönetimi altında olmasını, fakat aynı zamanda hilafetle bağlarının bir konfederasyonla sağlanmış olmasını ve Osmanlı sancağının, Amerikan bayrağındaki yıldızlar gibi, federasyona dahil olan İslam ülkelerinin sayısınca hilal taşımasını vs. teklif etmiştir. (Türk Kurtuluş savaşı ve Dış Politika, Salahi R.Sonyel, C.1, Ankara-1987, Sayfa 152)

Mustafa Kemal Paşa’da, Talat Paşa’ya yazdığı 29.2.1920 tarihli mektubunda, İslam İttihadı hususundaki görüşünü şu ifadelerle açıklamıştır. “Araplara karşı bidayetten beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: her millet kendi dahilinde istiklalini kurtardıktan sonra (konfederasyon) halinde birleşmek. Bu esas Araplarca maalmemnuniyet kabul edilmiştir.” (İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Hüseyin Cahit Yalçın, Sayfa 211)

Sivas İslam Kongresi’nde alınan kararlardan sonra, Mustafa Kemal Paşa İttihad-ı İslam politikasına uygun olarak Cemaat’ül-İslam teşkilatını harekete geçirir. Prof.Dr. Metin Hülagu’nun yayınladığı İngiliz belgelerine göre [Foreign Office (F.O) 371/8967.181777], İttihad-ı İslam’ı sağlamak üzere, Türkiye’nin koordine ettiği Cemaat’ül-İslam Teşkilatı, Sırat-ı Müstakim’in baş editörü ve Burdur Mebusu Mehmed Akif Bey’in başkanlığı altında yeniden faaliyete geçirilmişti. Teşkilata ulema ve muhafazakârların da bulunduğu çok sayıda mebus ve yazar katılmıştı. Teşkilat daha ziyade Arap ülkelerinde faaliyet gösteriyordu. Bu teşkilatın amacı, her bir İslam ülkesinin kendi bağımsızlığını kazanması ya da hürriyetini muhafazası mücadelesi vermesini, bu devletlerin İttihadı İslam çerçevesinde, hilafetin himayesi altında birleştirilmesini sağlamaktı.

Cemaat’ül-İslam, Mustafa Kemal’in talebi üzerine, en yakın zamanda tüm İslam ülkeleri temsilcilerinin davet edileceği Ankara’da büyük bir İslam Kongresi düzenleme kararını almıştır. Bu kongreyi gerçekleştirmek üzere teşkil edilen heyet, Mustafa Kemal’in talebiyle Şer’iye Vekili Bursalı Mustafa Fehmi Gerçeker, Meclis Başkatibi Recep Peker, yazar Eşref Edip Bey ve şair Mehmed Akif Bey’den müteşekkildi.

Kongrede görüşülmesi kararlaştırılan maddeler şu hususlardan oluşmaktaydı:

1)Müslümanları alakadar eden İslami konuların tartışılması,

2)Hilafet meselesinin ele alınması,

3)Avrupa Milletler Birliği teşkilatına karşı, Türkiye’nin başrolü oynayacağı, İslam Milletler Birliği’nin tesis edilmesi.

Bu projeye göre, bütün İslam ülkelerini temsil eden delegelerden oluşan bir “Nihai Hilâfet Komitesi” teşkil edilecek, her İslam ülkesi halife emrine özel bir temsilci gönderecek, buna karşılık olarak, Halife de her ülkeye hususi temsilci gönderecekti. Komite, Müslüman dünyasını ilgilendiren konularda çalışmalar yaparak Halifeye siyasi tavsiyelerde bulunacak, ayrıca İslam dünyasının ahlaki, dini ve maddi menfaatlerini ilgilendiren hususlarla alakadar olacak, İslam dünyasının gelişmesi ve kalkınması için raporlar hazırlayacaktı. Bu gayeyle birçok İslam ülkesi ileri geleni Ankara’ya davet edilmiş ve hususi bir komite oluşturulmuştu.

Ancak yapılan çalışmalara rağmen, Eskişehir mağlubiyeti ve yaşanan iç sıkıntılar dolayısıyla, 1921’de Ankara’da bir İslam Kongresinin toplanması sağlanamamıştır.

Yine Nizamnameye uygun olarak, Sivas İslam Kongresi’nden sonra, 1920 yılında, Dr.Rıza Nur, M.Şevket Esendal, Saffet Bey ve Ali Fuad Paşa ‘dan müteşekkil bir heyet, Yakın ve Ortadoğu Müslümanlarını Batı sömürgesinden muhafaza etmek ve İslam Devletleri ile Türkiye arasında bir ittifak sağlamak üzere, İran, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Kuzey Kafkasya, Dağıstan, Hive, Buhara, Türkistan Cumhuriyeti üzerinde girişimde bulunmak üzere görevlendirilmiştir.

Sivas İslam Kongresini düzenleyen Muvahhidin Cemiyeti Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu bir örgüt değildi. Kendisinin Anadolu’ya geçtikten sonra dâhil olduğu bu cemiyet, “İslam İttihadı” projesini gerçekleştirmek üzere kurulmuştu. Cemiyet gerek amaçları, gerekse teşkilatlanma yapısı itibariyle Teşkilat-ı Mahsusa’nın yerine ikame edilen “Umum Alem-i İslâm İhtilâl Teşkilâtı” na paralellik arzediyordu. Bu teşkilatın kuruluş hikâyesini Teşkilât-ı Mahsusa’nın son lideri olarak bilinen Hüsamettin Ertürk, Samih Nafiz’in İki Devrin Perde Arkası kitabında anlatır. Enver Paşa İstanbul’u terk etmeden bir gün önce Kuruçeşme’de ki yazlığında Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Hüsamettin (Ertürk) Bey’e: ...Biz yakında bir denizaltı ile ülkeden ayrılacağız, çünkü düşman ilk olarak bizleri tutmak isteyecektir. Yalnız onlar teşkilatımızı, adamlarımızı ve hepsinin üstünde ideallerimizi (ülkülerimiz) alamayacaklardır. Ben Kafkasya’ya sonra da Moskova’ya uğrayacağım, arkadaşlar Berlin’e gideceklerdir. Mücadelemiz devam edecektir. Bolşeviklerden yardım umuyorum, onlar da muzaffer kapitalist devletlere düşmandır. Erzurum ve Kafkasya’daki kıtalarımızın dağıtılmaması, silah ve cephanelerinin teslim edilmemesi ve Ahmet İzzet Paşa’dan (Sadrazam) gelecek emirlere itaat edilmemesi için Halil ve Nuri ve Yusuf İzzet Paşa’lara gereken talimatı verdim... Kırım’da kurduğumuz İslâm Cumhuriyeti ve onun Başkanı Seyyit Cafer Bey’e de talimat gönderdik... Teşkilat-ı Mahsusa’nın bundan sonra adı “Umum Alem-i İslâm İhtilâl Teşkilâtı” olacaktır. Siz Türkiye’de onun İstanbul şubesi başkanısınız, bunu kuran benim, sizi seçen benim, yakında onun Heyet-i Merkeziyesi Berlin’de toplanacaktır... (Samih Nafiz, Albay Hüsamettin Ertürk Hatıratı: İki Devrin Perde Arkası, Sayfa 174-175)

Enver Paşa’nın yukarıda açıkladığı gayeye hizmet etmek üzere, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İİCİ) Moskova’da kurulmuştu. İslam ülkelerindeki milliyetçi hareketleri birleştirerek, Bolşeviklerle ortak düşman olan Batı emperyalizmine karşı birlikte mücadele verilmesi amaçlanıyordu. Yurtdışına kaçan ittihatçıların bir tür “İslam Komintern”i oluşturarak, İslam dünyasında emperyalizme ve kapitalizme karşı kıyamı örgütlemeye çalıştıkları “İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı” ya da “İttihad-ı Selamet-i İslam” teşkilatı III. Enternasyonal çizgisinde faaliyet gösteriyordu.

İngiliz kaynakları İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İİCİ)’nin Bolşeviklerin Dışişleri Komitesi’nin Şark Kolu’nun Müslüman Seksiyonunca 1919 Ağustosunda resmen kurulduğunu ileri sürmektedir. Aynı kaynaklara göre “İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı” (İİCİ), Mısır Milliyetçileri, Anadolu Hareketi, İttihad ve Terakki, Hint Milliyetçileri, Afgan Yurtseverler Ligi, Kafkasya Müslümanları, Çerkezler, Dağıstanlılar Birliği, Rusya Müslümanlar Kongresi, İran Milliyetçileri Ligi gibi örgütleri bir araya getiriyordu. Teşkilatın Heyet-i Merkeziye’si Moskova’daydı. İlk genel merkez üyeleri, reis Enver Paşa, katip Ziya Bey, veznedar İbrahim Tali Bey, Halil Paşa, Sami Bey, Azmi Bey, Seyfi Bey, Mısır adına Dr.Fuad Bey, Suriye adına Emir Şekip Aslan Bey, Kuzey Afrika adına Muhammed Yasin Hamza Bey, Hindistan adına Bereketullah Efendi ve Cemal Paşa’ydı. İngiliz kaynaklarına göre, İİCİ’nin heyet-i merkeziyesi dışında Şark’a ve Avrupa’ya yönelik iki heyet-i merkeziyesi daha vardı. İran, Kafkasya, Anadolu, Türkistan, Afganistan ve Hindistan’a bakan Şark heyet-i merkeziyesi Anadolu’da örgütlenmişti ve Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti aynı zamanda Şark heyet-i merkeziyesi görevini deruhte ediyordu. (Bolşevik ittihatçılar ve İslam Komitesi, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İttihad-ı Selamet-i İslam), Zafer Toprak, shf.10)

Milli mücadeleyi yürüten kadro, 1919-1920 yıllarında, nizamnamesi hakkında bilgi verdiğimiz Muvahhidin Cemiyeti ile tam bir fikir ve hareket birliği içerisinde görülmektedir. İslam İttihadını sağlamaya yönelik bu gayretlerin arka planında yer alan devlet mutabakatını ve bu mutabakatın bozuluşunu bir sonraki yazımızda açıklamaya çalışacağız.


Yararlanılan kaynaklar:

Dr.Orhan Koloğlu; Mustafa Kemal’in Yanında İki Libyalı Lider Ahmet Şerif-Süleyman Baruni, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi Ankara Halk Bürosu Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1981, 168 Sayfa+F.

Hüseyin Cahit Yalçın (Haz. O.selim Kocahanoğlu); İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Temel Yayınları, İstanbul, Ekim-2002, 461 Sayfa.

İlhan Tekeli-Selim İlkin; Kurtuluş Savaşında Talat Paşa ile Mustafa Kemal’in Mektuplaşması, Belleten C:XLIV Nisan 1980 s.311.

Prof.Dr.Metin Hülagu;, İslam Birliği ve Mustafa Kemal, Timaş Yayınları, İstanbul-2008, Sayfa 256.

Salahi R.Sonyel; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt.1, Ankara-1987, … Sayfa

Samih Nafiz; Albay Hüsamettin Ertürk Hatıratı: İki Devrin Perde Arkası, İstanbul, 1964, Sayfa

Zafer Toprak; "Bolşevik İttihatçılar ve İslam Kominterni, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İttihad-ı Selamet-i İslam) " Toplumsal Tarih, Sayı 43, Temmuz 1997, Sayfa 6-13.

sinantavukcu@yahoo.com.tr
haber10

Sinan Tavukçu
Bilinmeyen Sivas İslam Kongresi Üzerine-II

Milli Mücadelenin Başlangıcında Devlet Mutabakatı

Milli Mücadeleden bahsedildiğinde hemen herkes, Enver Paşa’nın hayalciliğinden dem vurarak, gereksiz yere devleti I. Dünya Savaşı'na soktuğundan söz edip, onun ölümle sonuçlanan Rusya ve Türkistan mücadelesini Napolyon olma hevesine bağlarlar. Buna mukabil Mustafa Kemal Paşa rasyonalitenin ve gerçekçiliğin sembolüdür. O, bu tür maceralardan hep uzak kalmış, hatta Almanlar safında 1.Dünya Harbine girişimize de muhalefet etmiştir. 1922’den sonra dillendirilmeye başlayan ve klişeleşen bu söylem gerçeği ne kadar yansıtmaktadır? Acaba işin hakikati böylemidir? Mustafa Kemal Paşa ve İttihatçı lider kadrosunun birbirleriyle mektuplaşmalarına bakıldığında, bu söylemin doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Tam tersine Mustafa Kemal Paşa, Enver, Cemal ve Talât Paşaların Divan-ı Harb-i Örfi’de, “Gereksiz yere memleketi harbe sokmak” suçundan yargılanmalarına karşı çıkmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa’ya yazdığı mektupta Harb-i Umumi’ye (1.Dünya Harbi) Almanlar safında girmenin zaruri olduğunu, bundan dolayı harb mes’ulü aramanın mantıksız olduğunu ifade etmiştir. Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa ve İttihatçı lider kadrosunun mektuplarına yansıyan müşterek düşman emperyalizmdir. Emperyalizmle kastedilen İngiltere’dir. Gerek dahildekiler (Anadolu’da Hareket-i Milliye’yi yürütenler), gerekse hariçtekiler (İttihatçı lider kadrosu) emperyalizmle mücadelede müttefik olarak Bolşevik Rusya’yı seçmiş ve işbirliğinin yollarını aramışlardır.

Talat Paşa’nın Mustafa Kemal’e yazdığı 22 Aralık 1919 tarihli mektup ile Mustafa Kemal Paşa’nın 29 Şubat 1920 tarihli cevabi mektubu, İttihatçılar tarafından ortak düşmana karşı işbirliğinin mutabakat metni olarak algılanmıştır. Gerek kendi aralarındaki yazışmalarda, gerekse Mustafa Kemal’e yazdıkları mektuplarda, Mustafa Kemal Paşa’nın 29 Şubat 1920 tarihli mektubuna bu yönde atıflar yapılmıştır.

Talat Paşa, Mustafa Kemal’e gönderdiği 22 Aralık 1919 tarihli mektubunda, 1917 Bolşevik İhtilâli ile hammadde zengini Rusya’yı kaybeden Avrupa’nın, uğradığı zararı Türkiye‘den karşılamaya çalışacağını, bu sebeple Avrupa ile bir sulh yapılsa bile, bu şartlarla iktisaden gelişmeyi temin etmenin mümkün olamayacağını, dolayısıyla Avrupa’nın hür ve müstakil bir Türkiye’nin vücuduna mani olacağını, sulhun sınırlayacağı Türkiye’nin Avrupa’nın bu gayesine sed çekebilecek kuvvette bulunamayacağını değerlendirir. Ona göre bu kuvveti hariçte aramak ve yardımcı kuvvetler vücuda getirmek icap etmektedir. Talat Paşa mektubunda, “bunu ben iki büyük muhitte aramak ve kuvvetli bir teşkilat yapmakta görüyorum. Bu kuvvetin biri vâsi Türk âlemi, ikincisi de İslâm âlemidir. Türk âleminde şimdiye kadar hiç işlenmemiş olan Türkistan bizim için esaslı bir saha-i mesaidir. Bu sahada dâhildekilerin doğrudan çalışması hem müşkül, hem de tehlikelidir.” (İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Hüseyin Cahit Yalçın, Sayfa 204) sözleriyle çalışma sahalarını açıklamış ve bu sahada çalışmanın hariçtekiler için daha uygun olduğunu ifade etmiştir. Talat Paşa mektubunun son kısımlarında memleket için çalışmayı üç madde halinde özetlemiştir.

“Tatbikini muvafık (uygun) gördüğüm üç tarz-ı mesaiyi burada tekrar etmek istiyorum.

Evvela- Dâhildekilerin müstakilen çalışmaları,

Sâniyen- Hariçtekilerin âtiyen (gelecekte) Türk ittihadı vücuda getirebilmek için Türkistan’da çalışmaları ve Türkistan’ın bilahare istiklâliyyetini temin edebilmek için idarede ve askeri ve mülki teşkilat vücûda getirmeleri,

Salisen- Arapların bugünkü me’yûsiyetinden (hayal kırıklığından) istifade ederek ileride bir Arap ve Türk ittihadını temin edecek teşkilatı vücuda getirmek ve umumiyet itibariyle âlem-i İslâm da lehimize bir cereyan uyandırmak.

Bütün bu teşkilat ya şimdiden veyahut ileride Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına veyahut teşkil edeceği bir büroya rapt olunabilir. Harici teşkilatın nokta-i temasını ben teşkil edeceğimden işin ciddiyet ve safiyetinden emin ve askerce bir itaate intizar olunabilir.” (age.sayfa 206-207)

Talat Paşa mektubunda, “gaye-i umumi”yi gerçekleştirmek için, geçmişteki umumi ve hususi hataları unutarak, geniş bir fikirle, herkesin kabiliyetinden azami derecede istifade edilmesi gerektiğini belirtir. Gerek İslâm âlemindeki nüfuz ve ehemmiyeti, gerekse azim ve metaneti dolayısıyla, Türk âleminde çalışacak en mühim uzvun Enver Paşa olduğunu kanaatindedir. Nitekim Enver Paşa’nın, daha önceden hazırlıklar yaptığı Türkistan, Azerbaycan ve Şimali Kafkasya’ya müteveccihen bazı rüfeka ile birlikte gittiğini mektubunda belirtir. Talat Paşa, Bolşevik rüesası(yetkilileri) ile sürekli temasta olduğunu, Bolşeviklerin eski Rusya İmparatorluğu sırasında ortaya çıkan muhtariyet ve istiklâlleri tanıyacaklarını söylediklerini, Bolşeviklerin Şark Meseleleri Uzmanı Radek’in hapisten tahliyesini ve Moskova’ya geçmesini sağladığı için, kendisine medyunu şükran olduklarını yazar.

Talat Paşa için, İslâm âleminde yapılacak çalışmalar içerisinde İngiliz sömürgesi Hindistan önemli bir yer tutmaktadır. Mektubunda, Türkistan teşkilatının Afganistan vasıtasıyla Hindistan’da çalışarak Hindistan âleminde bir tesir yapabileceğini, Devlet-i Aliyye ve Hilâfet-i İslâmiyye lehinde kuvvetli bir cereyan uyandırabileceğini yazar. Paşa mektubunda Arap âleminden de bahseder. Araplar, kendilerine bağımsızlık vaad eden Fransızlar ve İngilizlerle yaptıkları mütarekeden hayal kırıklığına uğramışlardır. Kendileriyle temas kuran bazı Araplar, maziyi unutarak, Türklerle tekrar birleşmek, beraber çalışarak İtilafçıların istilasına mani olmak, Mustafa Kemal Paşa ile bir münasebet kurmak arzusundadırlar. Talat Paşa’ya göre, Arapların Türklerle birleşme arzusunu sulh görüşmeleri sırasında izhar etmek, Hilâfetin nüfuzunun bu bölgede devamını sağlamak bakımından önemlidir. Talat Paşa, Arap âlemi ile ilişkinin dâhilden (Ankara’dan) sağlanması fikrindedir. Ona göre bu misyonu yürütebilecek kişi Rauf Bey’dir. Rauf Bey zaten bu hususta çalışmakta olup, kendileri harici bir teşkilat ile Rauf Bey’e yardım etmektedirler.

Talat Paşa mektubunda siyâset-i dahiliye hakkında da mütalaada bulunur. Paşa, milli teşkilat yetkililerinin İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’a girerek hükümeti elde etmelerini, Kabinenin dâhilde ve hariçte otorite tesis edebilecek bir zatın riyasetinde toplanmasını, Berlin’den gördüğü kadarıyla bu zatın Mustafa Kemal olduğunu, böyle bir kabinenin dâhilde ve hariçte pek büyük tesiri olacağını ifade eder.

Talat Paşa, İtalyan ve Fransız yetkilileri ile görüşme ve müzakerelerinin devam ettiğini, gerek İtalyanların gerek Fransızların gelecekte idareyi ele alacaklarını muhakkak gördükleri Jön Türklerle şimdiden hüsn-ü münasebete girmek istediklerini, İngilizler karşısında müşkül vaziyette kalmamak şartıyla mümkün olan her türlü yardımı yapmaya arzulu olduklarını bildirir.

Nihayet mektubuna, “Bizlere gelince istediğiniz şekle girmek, istediğiniz tarzda çalışmak, arzu ettiğiniz hususi ve umumi her türlü fedakârlığı yapmak en büyük emelimizdir. Muvaffakiyetinize bütün kalbimizle duahanız.” (age.sayfa 210) diyerek son verir.

Mustafa Kemal Paşa Talat Paşa’nın bu mektubuna 29 Şubat 1920 tarihli mektubuyla cevap verir. Paşa mektubunda önce vaziyetin kısa bir muhakemesini yapar ve liderliğini yürüttüğü vahdet-i milliye’nin amacını açıklar;

“Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti nam altında vücuda getirilen vahdet-i milliye (milli birlik) Erzurum ve müteakiben Sivas umumi kongrelerinde tertip edilen esaslara göre Türk ve Kürt milli hudutlarıyla tahdit edilen Türkiye’yi inkısamdan (parçalanmadan) kurtarmak ve Osmanlı Devlet ve milletlerinin istiklallerini temin etmek gayesini istihdaf etti (hedef edindi). Bu gayeye vusul için fi’len ve zımmen müdafaayı esas ittihaz (kabul) etti.” (age.sayfa 211)

Paşa mektubunda bu açıklamadan sonra, Hareket-i Milliye’nin teşkilatlanmasından ve Kongrelerin görevlendirdiği Heyet-i Temsiliye’nin faaliyetlerinden bahseder. Heyet-i Temsiliye’nin riyasetinin (başkanlığının) kendisinde olduğunu bildirir.

Mustafa Kemal Paşa Arap dünyasıyla olan ilişkileri aşağıdaki şekilde anlatır;

“Suriye ve Iraklılar ile öteden beri münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüsata geçirilmiştir.

Daha ciddi esaslar dahilinde tevhid-i harekât için nezdimize gelmiş olan salâhiyattar Arap murahhasları ile mukarrerat ittihaz edilmiştir. Araplara karşı bidayetten beri ifade ettiğimiz formül şudur: her millet kendi dahilinde istiklâlini kurtardıktan sonra (konfederasyon) halinde birleşmek; bu esas maalmemnuniye kabul edilmiştir.” (age.sayfa 211-212)

Mustafa Kemal Paşa mektubunda Türk Dünyasına yönelik faaliyetlerden de bahseder;

“Azerbaycan, Şimalî Kafkasya, Gürcistan ile daha ilk devirde az çok münasebata başlanmıştı. Halil Paşa ile Sivas’ta arîz ve amîk görüştükten sonra kendisini Azerbaycan’a gönderdik. Esaretten kurtulan Nuri Paşa’nın da Kafkasya’da faaliyete geçmesi için tedabir alındı. Elyevm her ikisi ile muhabere ve münasebet berdevamdır. Halil Paşa Azerbaycanlılardan bir kuvvetin başında olarak elyevm (Zanzezur) dedir. Ve Ermenilerle muharebe ediyor, Nuri Paşa şimalî Kafkasya kuvvetlerine kumanda ediyor. Kendilerine arzu ettikleri zabitleri peyderpey gönderiyoruz.

Halil Paşa’ya verdiğim nokta-i nazarlar: Azerbaycan ve Şimalî Kafkasya’da Çerkeslerin istiklâllerini te’min etmek, Azerbaycan ile ittifak etmiş olan Gürcistan ile îtilaf (uyum) halinde yaşamak. Daha evvel Türkistan’da bulunduğunu tahmin ettiğim Enver Paşa ile tesis-i irtibat ederek onunla Türkistan istiklâlini temine çalışmasını söylemek ve gerek Kafkasya’da ve gerek Türkistan’da vücuda getirilecek harekât ve faaliyeti Türkiye menafiine (menfaatine) tevcih etmek ve bunun için benimle muhafaza-i irtibat eylemek.

İki gün evveline kadar Halil ve Nuri Paşalardan vürûd eden ma’lûmattan henüz Enver Paşa ile te’sis-i irtibat edilmemiş ve fakat bu maksatla icap eden zâbitanın gönderilmiş olduğu anlaşıldı. Halil Paşa’ya ve Halil Paşa’dan evvel Kafkasya’ya gönderdiğim zabitlere Bolşeviklerle temas ve zemîn-i itilâf taharri (uygun zemin) etmelerini ve fakat her türlü mukarrerat-ı kat’iyye (kesin karar) için benim tasdikime ta’lik keyfiyet olunmasını söyledim. Yakın zamana kadar (Novorosiski) ve şarkında (Denikin)ordusunun mevcudiyeti mezkûr temasa müsaade etmiyordu. Şimalî Kafkasya’da Çerkeslerin teşkil ettikleri şura tarafından gönderilen bir heyeti murahhasa ile aynı daire dahilinde talimat verdim.

Araplarla îtilafta kullandığım formülden ve Kafkasya’daki arkadaşlara verdiğim talimatta anlaşılacağı vechile, benim de düşündüğüm, muhtelif İslâm kitlelerini mazhar-ı istiklâl olmak için bugün Türkiye’ye musallat olan düşmanlar aleyhine tahrik etmek ve bu suretle Türkiye’nin tazyikini tahfif (hafifletme) kuvva-i maddiye ve maneviyyesini âzami menâfii istihsal edebilecek surette daha serbest kullanmak. Ve âtiyen istiklallerini kurtaracak olan İslâm kitleleriyle konfederasyon halinde birleşmek. Şimdiye kadar masruf (sarfolunan) mesainin tecellî eden netayici (neticesi) şayan –ı memnuniyet gibi görünmektedir. Tahmin olunduğuna göre îtilaf devletleri ilk zamanlarda tatbikini tasavvur ettikleri imha kararlarından sarf-ı nazar ederek (vazgeçerek) Türkiye‘nin mevcudiyetini tanımak kararına takarrüp ediyorlar (yaklaşıyorlar).” (age.sayfa 212-213)

Mustafa Kemal Paşa Bolşeviklerle olan ilişkinin mahiyetini müşterek düşmana karşı birlikte hareket etmek, şiddetle muhtaç olduğumuz para vesaireyi oradan temin etmek olarak izah etmiştir. Ancak, İngiliz işgaline karşı Bolşevikliğin tercih edileceğini şu cümlelerle ifade eder: “Binaenaleyh vatanımız parçalamak ve milletimizi İngiliz boyunduruğu altında görmek ihtimal-i meş’ûmu karşısında Bolşevik prensiplerini fi’len tatbik etmekte çare-i halâs tahmin olunursa cihet-i tatbikiyyesindeki müşkülâta rağmen bugün hâkim olduğumuz kuvvete istinaden o hususa da tevessül etmek lâzım gelebilir.” (age.sayfa 214)

Paşa mektubunda, düşmana karşı yurtdışında mücadele gösterenlerin insiyatif sınırlarını şu cümlelerle çizmektedir. “Türkiye’nin menafine (menfaatına) yönelik her türlü muhasala-i mesaîyi hürmetle karşılarım. Müdavele-i efkârla mutalaatımdan gaye-i umumîye nafi(umumi gayeye faydası) olabilecek fedakarlığı yapmakta tereddüt etmem. Ancak ikinci, üçüncü derecede aracılarla umumi mukadderata tesir edecek temas ve teşebbüsleri mahzurlu görürüm. Ecnebilerle dahi yapılacak her türlü temas ve îtilaflarda son söz ve son karar buraya ta’lik olunmalıdır.” (age.sayfa 216-217)

Paşa mektubunda, Tükiye’deki faaliyetin tarihi mesuliyetinin kendisine ait olduğunu, dolayısıyla rey ve mütaalası haricindeki teşebbüslere muarız kalacağını, Türkiye dışındaki faaliyetlerin de kendi bakış açısı ve mütalaaları çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini, ancak mütaala ve tasavvurlarında mutaasıb olmadığını açıklar. Bu arada, “Bir seneden beri Avrupa’daki mesainiz şayan-ı memnuniyettir. Aynı tarzda sarf-ı mesaîye devam daha faideli netayiç (netice) verecektir.” ifadesiyle, Talat Paşa’nın Avrupa’da yürüttüğü faaliyetleri memnuniyetle karşıladığını beyan etmiştir. (age.sayfa 217)

Mustafa Kemal Paşa 1.Dünya harbine girilmesinden İttihatçıların sorumlu tutulmasına da karşı çıkar. Mektubunda “Ben müdafaa ettiğim hedefler beyanında Harb-i Umumî’ye duhulün zaruri olduğunu ve harbe duhul ettikten sonra grubuna dahil bulunmanın yine zarurî olduğunu ve bundan dolayı harb mes’ûlü aramanın mantıksız olduğunu, alel’ıtlak Kânun-u Esasî ahkâmına mugayir olarak hareket edilmiş ise bu suretle hareket eden kabineleri meydana çıkarmak ve haklarında ahkâm-ı kanuniye tatbik etmek için mütarekeden evvel Balkan Harbi’nden itibaren ve mütarekeden bugüne kadar mevki-i iktidara geçen kabineleri nazar-ı dikkate almak lâzım geldiğini ifade ediyorum.” (age.sayfa 217)der. Bu değerlendirme son derece önemlidir. Zira, daha sonraki dönemlerde neredeyse resmi bir tez olarak dillendirilen, ittihatçıların ülkeyi zorla ve cahilce tasarruflarla Almanların yanında savaşa soktuğu iddialarıyla örtüşmemektedir.

Mustafa Kemal Paşa, mektubun son kısmında, Bolşeviklerle hafi (gizli) bir anlaşma yapılarak, Azerbaycan ve Dağıstan’ın tamamiyet ve istiklallerinin Bolşevikler tarafından tasdik edildiğinden bahseder. “Azerbaycan ve Dağıstan havalisindeki adamlarımız Bolşeviklerle ve Türkistan’la irtibat ve münasebetlerinde devam etmektedirler” diyerek, Kafkasya’da yürütülen faaliyetler hakkında bilgi verir.

Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa’ya gönderdiği 25 Ekim 1920 tarihli bir diğer mektupta, “Gerek mekâtib-i mezkure mefâdından ve gerek Câmi Beyefendi’nin ifadatından müsteban olacağı üzere, zât-ı âlinizin garp âleminde, bizim anavatanda ve diğer rüfekayı mesainin de memâlik-i şarkiyede (şark memleketlerinde) mütevâziyen hareket ve müttefikan bezli mesai ve gayret etmeleri halâs-ı memleket(memleketin kurtuluşu) ve selâmet-i millet için âzamî derecede istifadenin şartı mukaddemidir (ilk şartıdır). Bu cihetle garpta vukubulacak mesaî ve ve icraatı devletlerinden buraya peyderpey itayı malumat edildiği takdirde, mukarrerat ve icraatta ahengi tam husul bularak maksada vusul kesbi suhulet eder.” diyerek, üçlü bir görev taksimatından bahseder. Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa, Avrupa’da Talat Paşa ve Şark Memleketlerinde başta Enver Paşa olmak üzere diğer ittihatçılar milletin kurtuluş ve selameti için birlikte mücadele edeceklerdir. (age.sayfa.220)

Milli mücadele devam ederken Ankara’nın Avrupa’da adamı bulunmamaktadır. Cami (Baykurt) Bey temsil yetkisi hem İtalya hem de Almanya’ya şamil olmak üzere, Ankara tarafından Roma’ya mümessil olarak atanır. Cami Bey Talat Paşa’ya gönderdiği 25 Aralık 1920 tarihli mektubunda Ankara’nın Talat,Enver ve Cemal Paşalarla müştereken çalışma arzusunu şu cümlelerle ifade eder: “Muhtelif aktârda (çapta) ve fakat aynı gaye uğrunda bezli mesaî (bol mesai) buyurmakta olan zât-ı devletleri ve Enver ve Cemal Paşalar Hazerâtıyla tesis-i münasebat olunarak icraat-ı hariciyede temin-i ahenk ve ve vahdet (birlik) olunmasındaki fevaid-i azime (azami fayda) Ankara hükümetince takdir edilmekte olduğu ve zât-ı sâmileriyle icrayı temas ve idame-i münasebet (münasebeti sürdürme) hususunda sarf-ı gayret eylemekliğim lüzumu vekâleti müşarünileyhadan telâkki olunan son talimat cümle-i muhteviyatındandır. Haiz bulunduğum sıfatı temsiliye Almanya’ya da şâmil olduğundan zâtı devletlerinin vatanımızın halâsı (kurtuluşu) ve selâmetine matuf mesai siyasiyelerinden lütfen bendenizin de haberdar edilmekliğim hususunu …” arzeder. (age. sayfa.223)

Mustafa Kemal Paşa tarafından Talat Paşa’ya yazılan 29 Şubat 1920 tarihli cevabi mektup, Talat, Enver ve Cemal Paşalar ile hariçte faaliyet gösteren diğer ittihatçılar tarafından bir mutabakat metni olarak görülmüştür. Nitekim Cemal Paşa, Mustafa Kemal Kemal Paşa’ya Moskova’dan, gönderdiği 03 Haziran 1920 tarihli mektubunda, “Talât Paşa ile sebk eden muhaberatınız neticesinde takarrür etmiş olduğu üzere Bolşevik Rusya Hükümeti ile Türkiye arasında bir ittifak esaslarını müzakere etmek ve Rusya’nın Türkiye’ye muavenetini (yardımını) temin eylemek ve alelhusus İran ve Hindistan dahilinde ihtilâller ika ederek İngilizleri son derece müşkilâta uğratmak mesailini kararlaştırmak üzere Moskova’ya geldim.”(İstiklâl Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkânı, Kâzım Karabekir, s.10-13.) diyerek, faaliyeti hakkında bilgi vermiş, Mustafa Kemal Paşa’nın 29 Şubat 1920 tarihli mektubundan müşterek mücadeleye ait bir karar metni olarak bahsetmiştir.

İlerleyen zaman içerisinde, Sovyet Hükümeti ile temas noktasında İttihatçıların insiyatif alması Mustafa Kemal Paşa’yı huzursuz etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Cemal, Talât ve Enver Paşaların Büyük Millet Meclisi namına hiçbir selahiyetleri bulunmadığını Ali Fuat Paşa vasıtasıyla Sovyet Hükûmeti’ne iletmiştir. Bunu öğrenen Cemal Paşa Moskova’dan gönderdiği 11 Temmuz 1920 tarihli mektubunda, “Bu resmî tebligatınızda benim, Talât ve Enver Paşaların Büyük Millet Meclisi namına hiçbir teşebbüsat-ı siyasiyede bulunmağa salâhiyetimiz olmadığını ihtar ediyorsunuz. Benim buraya gelirken gerek Talât ve gerek Enver Paşalarla görüştüğüm sırada bana söyledikleri sözlerle sizin bu tebligat-ı resmiyeniz arasında cidden büyük bir ihtilâf var… Talât Paşa diyordu ki: “Türkiye’ye haricî muavenetler(yardımlar) temini için her türlü teşebbüsat-ı siyasiyede bulunmağa mezunuz. Ve şu kadar ki Türkiye’nin taahhüdatını icap edecek hususat için son söz ve îta-yı emr ü karar Büyük Millet Meclisine aittir”. İşte ben buraya bu zihniyet ve bu talimat ile geldim.” (age. sayfa.348) diyerek, Mustafa Kemal Paşa’nın Berlin’deki lider kadrosuyla varmış olduğu mutabakata aykırılıktan söz etmiş ve kırgınlığını belirtmiştir.


Bu mutabakat Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın karşılıklı mektuplarına da yansımıştır. Enver Paşa Mustafa Kemal’e Moskova’dan gönderdiği 26.09.1920 tarihli mektubunda, kendisinin görüştüğü Sovyet Hükûmeti erkânın esasen komünizm şeklinde olmasa bile İngiltere aleyhindeki harekâtı ihtilâliyeye yardım etmeyi prensip olarak kabul ettiklerini bildirir.


Enver Paşa mektubunun devamında bir dünya analizi yapar. Değerlendirmesinde, 1.Dünya Savaşından sonra Almanya’ya imza ettirilen anlaşmanın uygulanmasının kabil olmadığını, Almanlarla Fransızlar arasında bir savaşın kaçınılmaz olduğunu, savaştan İtalyanların pek çok zararla çıktıklarını, İngiliz tazyiki altındaki İtalyanların iktisadi buhranı aşamadıklarını, İngiltere aleyhinde harb eden Türkiye’yi tabii bir yardımcı olarak kabul ettiklerini, İtalyanlardan Anadolu’ya silah tedarikinin mümkün bulunduğunu, bütün Avrupa’da İngiliz aleyhtarlığının umumi bir şekil aldığını, Fransa’nın bile İngiltere’ye karşı memnuniyetsizliğini bazı vesilelerle izhar ettiğini, ancak Almanya’dan çekindiği için İngiltere’den uzaklaşmaya cesaret edemediğini, bu arada Macarların Antant’a karşı mücadeleyi devam ettirmek için Almanya, Bulgaristan, Rusya ve Türkiye ile bir ittifak arayışında olduğunu belirtir.


Enver Paşa’ya göre beş yıl içinde deniz üstünlüğü Amerika’ya geçecektir. Bu durum İngilizleri korkutmaktadır. Öte yandan, İrlanda meselesi İngiltere için ciddi bir tehlike halini almıştır. Mısır, Hindistan ve Irak’taki harekâtta buna ilave edilince, İngiltere’nin pek müşkül bir durumda olduğu ortaya çıkmaktadır. Enver Paşa bu şartların bizim için pek müsait bir zemin oluşturduğunu, bu vaziyetten istifade için, Avrupa’nın karışacağı zamana kadar sebat ve mukavemet etmek gerektiği tavsiyesinde bulunmuştur.

Paşa mektubunda, İslâm âleminde ortaya çıkan Antant aleyhindeki hareketlerin bir teşkilattan yoksun bulunduğu görülerek, bunların bir teşkilat çatısı altında toplanması hususunda bu ülke murahhasları ile mutabakata varıldığını, bu maksatla bir cemiyet oluşturulduğunu, Rusya’nın da muvafakatı ile, Moskova’da bir merkez teşkil edildiğini yazar. (age.shf.43-46)

Mustafa Kemal Paşa 05.10.1920 tarihli mektubuyla Enver Paşa’ya cevap verir. Mektubunda, Enver Paşa’nın dünya ahvali ve şark İslâm memleketlerinde tebarüz eden harekâtı milliye hususundaki değerlendirmelerinin kendi görüşleriyle muvafık olduğunu, bundan memnunluk duyduğunu belirtir. Mustafa Kemal Paşa, umumi harpte bozulan iktisadi dengesini Şark âlem-i İslâmı’nı nüfuzu altına alarak düzeltmeye çalışan İngiltere’nin Batı Avrupa’da Bolşevik cereyanını imha etmeye çalıştığını, İngiltere hükûmetinin bu teşebbüsüne fiili ve ciddi bir surette muhalefet ve mukavemet edecek yegâne İslâm Hükûmetinin Türkiye Devleti olduğu için, garp emperyalizm ve kapitalizminin en şiddetli taaruz darbelerini Anadolu’ya yönelttiğini ifade eder.

Mustafa Kemal Paşa, Ankara Hükûmeti’nin bu hain taarruza şimdiye kadar muvaffakiyetle mukabele ettiğini, bu taaruzun uzun süre devam edeceği ihtimaline karşı Şarkta bir “nokta-i istinad”a lüzum duyulduğunu, bu maksatla Bolşevik Rusya Cemiyeti ile bir îtilaf (yardım) akdinin yapıldığını, ancak bu akdin iyi sonuç vermesinin ve karşı tarafça değiştirilmesini önlemenin, sahip olduğu hilafet makamı dolayısıyla bütün âlem-i İslâm üzerinde nüfuz sahibi olan Türkiye devletinin bu nüfuzunu, içinde bulunduğu yüzyılda da, soydaşı olsun olmasın bütün âlem-i İslâm üzerinde artırarak devam etmesine bağlı olduğunu açıklamıştır.

Mustafa Kemal Paşa amansız düşmanımız olarak gördüğü İngiltere’ye karşı yapılacak mücadelenin etkisinin sadece Türkiye ile sınırlı kakmayacağını, muvaffakiyet halinde “bütün cihan-ı medeniyetin ve bilhassa şark âleminin” bütün çehresini kökten değiştireceğini mektubunda şu cümlelerle ifade etmiştir:

“Binaenaleyh memâlik-i İslâmiyede tebarüz eden (ortaya çıkan) harekâtı milliyeyi bir teşkilâtı mahsusaya rapdetmek suretiyle tensik ve tevhid (bir nizama koyma ve birleştirme) emrindeki tasavvurat ve teşebbüsat dava-yı millîmizin galebe-i kat’îyesi (kesin galibiyeti) nokta-i nazarında ezher cihet müfid ve şayanı şükrandır. Bu babda sarfedilecek mesai ve himematın muhasala-i içtimaı düşmanı bîamanımız (amansız düşmanımız) olan İngiltere’nin tahribi bünyanı (bünyesinin tahribi) tahakküm ve salatanatına matuf olacağından husulü muvaffakiyet halinde bütün cihanı medeniyetin ve bilhassa şark âleminin çehre-i hâzırını esasından tebdil ve tağyir edecek (değiştirecek) mahiyette olan bu teşebbüsü muazzamanın idaresi bilistihkak (hakkı olarak) ve herhalde Türkiye Devletinin yeddi tedbir ve siyasetinde bulunmak tabiri sarihle ileride istiklal ve belki mevcudiyeti millîyemize muarız olabilecek diğer yabancı bir devlet ve milletin eline baziçei âmal (oyuncak) olmamak lâbeddir.” (age.shf.48-49)

Mustafa Kemal Paşa mektubunda Türkistan, Afganistan, Acemistan ve Hindistan’a uzanacak olan mücadelenin Rusları şüphe ve endişeye sevk etmemesi için Pan İslâmizm şeklinde sunulmasından kaçınılmasını istemiş ve mücadelenin maksadı hususunda dikkat edilmesi gerekenleri şöyle açıklamıştır:

“… hakikatı makâside de muvafık olacağı veçhile, İslâm ve gayri İslâm bütün şark akvamını (kavimlerini) çiftlik hayvanatı menzilesine indirmek isteyen İngiltere tahakkümüne karşı insanca temini mevcudiyet ve istirdadı hakkı istiklâliyet maddesi şeklinde gösterilmesine de bilhassa dikkat ve ehemmiyet atfedilmesi hususudur.

“Böyle bir maksat üzerinde ve bu şekil ve suret tahtında tensik ve tanzim edilecek şark harekâtı milliyesi için hedefi aslî İngiltere’yi Hindistan’dan tard ve teb’ide (çıkarmaya) müncer olacak bir hareketi muazzama-i müştereke ihdası olduğuna ve bu iştirâki mesai ve harekâtta en büyük âmili müessir Türkiye’nin asırlardan beri bütün Asya ve bilhassa Şark dillerinde destan olan şeref ve nüfuzu manevisi bulunduğuna göre, oradaki teşkilatın buradaki mukarrerat (kararlar) ve icraat ile hem ahenk olması muhtacı izah değildir.” (age.shf.49)

Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa’nın teşebbüs ve icraatının başarılı olmasını canı gönülden istediğini ve karşılıklı haberleşme isteğini şu cümlelerle ifade etmiştir:

“Şu halde Ankara Hükûmeti tecelli ve temadisini (sürmesini) eczanı dil temenni ettiği muvaffakiyatı devletlerine ait (Enver Paşa kastediliyor) teşebbüsat ve icraat hakkında muntazaman verilecek malumat ve tafsilata her zaman intizar edeceği gibi muhafaza-i mevcudiyeti millet (milletin mevcudiyetinin muhafazası) ve muktezayı asra göre temdidi bünyanı devlet emrinde buraca vaki olacak teşebbüsat ve icraat hakkında bu bilmukabele (karşılıklı) muntazaman itayı kasit ve mesai temin etmeyi pek münasip görürüm.” (age.shf.49)

Bütün bu karşılıklı yazışmalar, Batı Avrupa’da ve Şarkta faaliyet gösteren İttihatçı liderler ile Mustafa Kemal Paşa arasında gerek düşman algılaması, gerekse mücadele sahaları ve yöntemleri hususunda bir mutabakat bulunduğunu ortaya koymaktadır. Yazışmalarda, emperyalizm ve kapitalizmin temsilcisi olan, amansız düşman İngiltere’yle mücadele etmek üzere, üçlü bir alan paylaşımı yapıldığı görülmektedir. Buna göre, Mustafa Kemal Paşa hem Anadolu Hareketini yönetecek hem de Arap dünyası ile ilişkileri koordine edecektir. Talat Paşa Berlin’de, Şark Kulübü (Orient Klub) bünyesinde, batılı devletlerinin işgali altındaki bütün doğu devletleri temsilcilerini bir araya getirecek ve bu ülkelerde direniş örgütleyecektir. Enver Paşa Moskova’da İslâm İhtilal Cemiyetleri İttihadı kurarak, işgal altındaki İslâm ülkelerini Batı müstemlekeciliğine karşı isyana (kıyama) hazırlayacaktır. Cemal Paşa Türkistan ve Afganistan’da ordu teşkil ederek, Hindistan’da İngilizler aleyhine isyanlar teşvik edecektir.

Ne var ki, 1921 yılı ortalarına kadar devam eden işbirliği ve dayanışma dönemi, bu tarihten sonra bozulacaktır. “Dâhildekiler” ile “Hariçtekiler” arasındaki mutabakatın bozuluş nedenlerini bir sonraki yazımızda ele alacağız.

Yararlanılan kaynaklar:

Hüseyin Cahit Yalçın; İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Temel Yayınları, 2002.


Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkânı, Menteş Kitabevi, 1967.

İlhan Tekeli-Selim İlkin; Kurtuluş Savaşında Talat Paşa ile Mustafa Kemal’in Mektuplaşması, Belleten C:XLIV Nisan 1980.

Prof.Dr.Metin Hülagu; İslam Birliği ve Mustafa Kemal, Timaş Yayınları, İstanbul-2008.

Yrd. Doç. Dr. Hülya Baykal; Milli Mücadele Yıllarında Mustafa Kemal Paşa İle Cemal Paşa Arasında Yazışmalar, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 14, Cilt V, Mart 1989.


sinantavukcu@yahoo.com.tr
haber10

SOYAĞACI İLK KEZ YAYIMLANDI

2 Kasım 2009 09:25
85 yıldır ortada görülmeyen ve Atatürk’ün akrabalarından Ahmet Esmen’in elinde bulunan soyağacı, NTV Tarih dergisinin Ekim sayısında yayınlandı. .

İşte NTVTarih Dergisi’nin Kasım sayısında ilk kez yayımlanan Atatürk’ün soyağacı, iddialara da cevap niteliği taşıyor. Derya Tulga ile Ayşegül Parlayan’ın imzasını taşıyan haber, Atatürk’ün soyağacı konusunda yapılan çalışmaların genel bir özetini de veriyor. Ancak, asıl önemli olan, 85 yıl sonra ilk kez yayımlanan bu soyağacının doğrudan Mustafa Kemal tarafından hazırlanması. Dergide yer alan bilgilere göre, Mustafa Kemal, kendisi gibi Hacı Abdullah Ağa’nın torununun torunu olan ve Cumhuriyet’in ilk Bayındırlık Bakanlığı görevini yürüten Süleyman Sırrı Bey ile birlikte oturup soyağacını hazırlamaya başlıyor.

Dergiden takip ediyoruz:

Mustafa Kemal hazırladı

“Zübeyde Hanım dahil aile büyüklerinin peşpeşe hayata veda etmeleri, belki de bu kararın alınmasını etkilemiştir. Çalışmada diğer kağıtlara göre katlamaya biraz daha dayanıklı olan ve tuval olarak da kullanılan beyaz keten resim kağıdı seçilir. İş bittikten sonra Gazi, Süleyman Sırrı’ya kendisinden sonra bu şecereyi muhafaza etmesini tembihler. Fakat o sırada zor şartlarda çalışan Süleyman Sırrı Bey, 51 yaşında vefat eder. Böylece şecere, Süleyman Sırrı’nın ilk evliliğinden olan kızı Gülseren Hanım’la oğlu Fikri Ziya Aral’a miras kalır. Yeni kuşakların eski yazıdan anlamadıkları için şikâyet etmeleri üzerine Aral, 1987’de bunu Latin alfabesine çevirir, yeni kuşakları ekler ve kısa süre sonra vefat eder. Gülseren Hanım’a kalan aile emaneti 2009’da onun da vefatıyla tek çocuğu Ahmet Esmen’in eline geçer.”

Soyağacı Ahmet Esmen’de

Peki ama bu kadar kıymetli bir belge, nasıl olmuş da bugüne kadar kütüphane raflarında kalmıştır? Ahmet Esmen şöyle diyor: “Durumu anlayabilecek yaşa geldiğimde annemle babam beni karşılarına alıp, ‘Tesadüfler bu kıymetli insanla aynı soydan gelmene sebep oldu. Senin bunda hiçbir marifetin yok. Ayrıca hepsinden önemlisi, akrabalığın verdiği bir mesuliyet var’ dediler.”

“Pek çok yerde ortaya atılan Zübeyde Hanım’ın Hacı Sofiler’den olduğu iddiası bu şecereyle çürüyor. Çünkü bu aile Mustafa Kemal’in değil, şecerede görüldüğü gibi Hacı Sofilere gelin giden Gülsüm Molla yoluyla Süleyman Sırrı’nın sülalesi. Bazı kaynaklar, Zübeyde Hanım’ın babasının tam üç kere evlendiğini kaydetmesine rağmen şecerede bunu göremiyoruz. Israrla Atatürk’ün teyzesinin oğlu iddia edilen eski TKP liderlerinden Reşat Fuad Baraner de şecerede gözükmüyor, zaten şecereye göre Atatürk’ün teyzesi yok, iki dayısı var.”

(Hürriyet)

Çin İstihbaratı Osmanlı Şehzadesi Abdülkerim Efendi'yi Öldürttü

Uygur Haber Ajansı

Cennet mekan Sultan II. Abdülhamit Han in en büyük oğlu Selim efendi nin oğlu Abdülkerim efendi : 1906 yılında İstanbul’da Dünya ya geldi,

3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı kanunla hilafetin kaldırılmasından sonra, hanedan üyeleri yurtdışına çıkarıldığında henüz 18 yaşındaydı, önce babasıyla birlikte Şam’da daha sonra ise Beyrut’ta yaşadı, 1930 yılında Doğu Türkistan a giderek Çin emperyalizmine karşı istiklal savaşı içersinde olan Kaşgarlı Mahmud’un yurdu kaşgara da kı direnişcilere önderlik yaptı.

Zor koşullarda mücadele eden Türkistan halkı savaşı kazanamayınca Abdulkerim efendi soluğu Amerika da aldıysa da Çin istihbaratı peşini bırakmadı , amerikada kaldığı bir otelde intihar süsü vererek öldürttü.

Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle Konya akşehirden 37 Astsubay gine kaşgara gönderildi, bunlardan 3’ü ancak hayat dönebildiyse de geri kalanından hiç haber alınamadı.

12/11/1933 yılında Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti ilan edildikten sonra ’’ Gökbayrak’tan Albayrağ’a selam ‘’ diyerek selam gönderildi. Türkistan Cumhuriyeti Yetkilileri Atatürk e bir kuranı-kerim, üç kılıç hediye göndermişti.

Atatürk bir kılıcı Doğu Cebhesi'ne , ikincisini de İzmir Fatihi komutasına gönderdi,diğer bir kılıcı Türkluğun savunulması için ben saklıyorum diye muhafaza eden ulu önderin bu kılıcı hala Atatürk ‘ün Anıt mezarında bulunmakta.

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Atatürk neden gec gömüldü?

Türkiye’nin en büyük lideri, kurucu ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı beş ay boyunca neden ortadan kayboldu? Anıtkabir’in yapımı niçin 12 yıl sürdü? Ata’nın yakın arkadaşı İsmet Paşa mı, yoksa 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar mı daha vefalı davrandı?

İki gün sonra Ulu Önder Atatürk’ü ölüm yıldönümünde anacağız. 10 Kasım’da yine Anıtkabir’e akın edeceğiz ve yine büyük kurtarıcımızı rahmet ve minnetle yad edeceğiz. Ama Atatürk’ü artık, hamasi nutuklardan ve şablonlardan kurtarmamızın zamanı gelmedi mi? İnsan Mustafa Kemal’in gerçekleriyle yüzleşmemizin zamanı gelmedi mi? Eğer biz Atatürk’ün gerçek öyküsüyle yüzleşmezsek, bunu hangi art niyetlilerin yapacağını bilmek sır değil! Peki, o halde 2 gün sonra anacağımız 10 Kasım’la işe başlayalım. Ölümü, cenaze töreni ve Anıtkabir’e defniyle ilgili kalın sis perdesini biraz aralamaya çalışalım.

DOKTORUN SON RAPORU

Hepimiz, Atatürk’ün 10 Kasım Perşembe günü saat 9’u 5 geçe hayata gözlerini yumduğunu biliyoruz. Atatürk için doktorlar heyetinin, 8 Kasım günü düzenlediği rapor ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterli’ğinin yaptığı açıklama şöyleydi:
Riyaseticumhur Umumi Katipliği’nden
1 Bugün ikinci teşrinisaninin (Kasım) 8. Salı günü saat 23’te Reisicumhur Atatürk’ün sıhhi vaziyetleri hakkında müdavi ve müşavir tabipleri tarafından verilen rapor ikinci maddedir.
2 Bugün saat 18.30’da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kesbetmiştir.
Hararet derecesi 36.4, Nabız: Muntazam-100, Nefes:22’dir.

CENAZEDE TÜRKÇE EZAN

Şimdi 10 Kasım’a gelelim. Saat 9’u 5 geçe Atatürk hayata gözlerini yumdu? Peki, cenaze namazı kılındı mı? Hemen kılınmadı. Dolmabahçe’den alınıp Ankara’ya gönderileceği sırada (19 Kasım 1938) kardeşi Makbule Atadan’ın isteği üzerine namaz kılındı. Namazı İslam Tetkik Enstitüsü Başkanı daha sonradan da Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yürüten Şerafettin Yaltkaya kıldırdı. Ezan Türkçe okundu. Ama namaz 2.5 dakika sürdü, Dolmabahçe Sarayı’nda eda edildi. Camiye gidilmedi.
Peki, bu önemli anın fotoğrafı var mı? Hayır yok. Tartışmalar da bu yüzden günümüze kadar uzuyor. Dolmabahçe’deki katafalkın önünde halkın büyük bir ilgisi vardı. Hatta yaşanan izdihamda ezilenler oldu ve 11 kişi hayatını kaybetti.
Atatürk’ün ölümünden tam 26 saat sonra yeni Cumhurbaşkanımız seçildi: İsmet İnönü. Hem de Meclis’teki oyların tamamını alarak. İşte burası çok ilginç. İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünden önce tam bir yıldır ortalıkta yoktu. 1937 Eylül’ündeki o ünlü kavgadan sonra yolları ayrılmış, sağlık sorunlarıyla boğuşan Atatürk’le hiç görüşmemişti. Hatta o kadar ki Atatürk hastalığının son evresinde İsmet İnönü’nün görüşme talebi gerçekleşmemişti. Atatürk’ün son bir yılda çevresinde kümelenen grup Hasan Rıza Soyak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve Recep Zühtü Soyak olası bir ölüm durumunda İsmet Paşa’nın Atatürk’ün yerine geçmesini engellemeye çalışıyorlardı. Eğer İstanbul ziyareti olursa ve Atatürk’le görüşmeye gelirse suikast düzenleneceği haberleri dolaşmaya başladı.
İsmet Paşa, Atatürk’le ölüm döşeğinde görüşemedi. Ama her ne olduysa oldu ve ölümden tam 26 saat sonra alelacele yapılan Meclis oturumunda İsmet İnönü bütün milletvekillerinin oyunu alarak (348) Cumhurbaşkanı seçildi. Peki, ne oldu da son günlerinde Atatürk’le görüşmeyi dahi beceremeyen İnönü bütün oyları alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Onu öldürtmeye kalkan milletvekillerinden birkaçı dahi muhalefet etmedi ve oturuma katılan milletvekillerin oylarının tamamını aldı? Atatürk’ün girdiği son komada Dolmabahçe’de toplantı yapılıp Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’ya Cumhurbaşkanlığı vekâleti zaten verilmişti. Daha cenaze kaldırılmadan bu acele niyeydi? Devletin devamlılığı masallarına sakın inanmayın. Kıran kırana bir iktidar savaşı yaşanıyordu. Hangi gizli el bu seçime dokundu acaba? Devam edelim.
Atatürk öldükten sonra Dolmabahçe Sarayı’ndan Ankara’ya yapılan uğurlama töreni ve cenaze namazına Cumhurbaşkanı İnönü katıldı mı? Hayır, katılmadı. Peki, Ata’nın naaşı ne zaman Etnoğrafya Müzesi’ne kaldırıldı. Mart 1939’da. O halde 19 Kasım’dan mart ayına kadar cenaze neredeydi? Bilmiyoruz! Atatürk’e uygun bir kabir yapma girişimi ise İnönü’nün 12 yıllık iktidarında tam bir yılan hikâyesine dönüştü.

12 YILDA BİTİRİLEMEDİ

Anıtkabir’in yerinin tespiti için bir komisyon kurulmasına 1941 yılında karar verildi. Yani ölümden 3 yıl sonra! Tek parti dönemi. İsmet Paşa tek adam. Ama Anıtkabir için yer konusunda bir türlü karar verilemiyor. Aynı yıl bir de uluslararası bir proje yarışması açıldı. Yarışma sonucunda Türk mimarlar Emin Onat ve Orhan Arda’nın eserleri layık görüldü ve inşaata 1944 yılında başlandı.
Tam 6 yıl Atatürk için yapılacak kabrin inşasına başlanamamıştı. Anıtkabir’in temelini o günlerin Başbakan’ı Şükrü Saracoğlu attı. Saracoğlu’nun temelini attığı Ankara Ulus’taki devasa Gençlik Parkı ise birkaç yılda hizmete (1943) girmişti. Hem de ödenek yokluğundan birkaç kez inşaat durduğu halde. Anıtkabir ise bir türlü bitmiyordu. 1945’te mozole ve tören meydanını kapsayan 2.kısım inşaatına başlandı. Giriş kuleleri çevre düzenlemesi ve ağaçlandırılması ise 1950 yılına gelindiğinde halen bitmemişti. İsmet İnönü 1950 seçimleriyle birlikte koltuğunu Celal Bayar’a devrettiğinde tam 12 yılda bitmemiş bir Anıtkabir inşaatı ve Etnoğrafya Müzesi’nde bekleyen bir naaş bırakmıştı.

CELAL BAYAR SAHİP ÇIKTI

Bugünden baktığımızda yobazlara kol kanat gerdiğini düşündüğümüz Celal Bayar ise önce Atatürk’ün aziz hatırasına yapılan saldırıları engellemek için 1951’de Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarttı. Ardından da bütün hızıyla yarım kalmış Anıtkabir inşaatını bitirdi. Hatta 1951 yılında projenin bir an önce bitirilebilmesi bir tadilat bile istedi. Mimarlar mozole bölümünde değişiklik yapıp kısa sürede inşaatı bitirdiler. Ve 1953 yılında Ulu Önder Atatürk ebedi istiratgahına defnedildi. İsmet Paşa Cumhurbaşkanlığı koltuğunu ertesi gün yani 11 Kasım’da almıştı. Ama Anıtkabir’in inşası 12 yılda bitirememişti! Şimdi cevaplayın bakalım?
Banknotlardan Atatürk’ün resmini kaldırıp kendi fotoğrafını koyan İsmet Paşa mı daha fazla Atatürkçü yoksa Anıtkabir’i bir an önce tamamlayıp Ulu Önder’i ebedi istiratgahına uğurlayan Celal Bayar mı?

DEVLETİN ‘TUNÇ ELİ’ BURADA

Tarİhİn garip cilvesi işte! Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül Tunceli’yi ziyaret etti. Tarihte Tunceli’yi ziyaret eden ikinci Cumhurbaşkanı oldu. İlki Atatürk’tü. Atatürk ne zaman gitmişti Tunceli’ye? 1937 yılında. Yani, 1935’te çıkarttığı Tunceli Kanunu’nun hemen sonra. Hastalığı ilerlemiş olmasına rağmen yaptığı Doğu gezisinde Tunceli’yi de eklemişti. Ata’nın manevi kızı Sabiha Gökçen’in de katıldığı uçaklı saldırıyla ünlü Dersim İsyanı henüz bastırılmış isyanın elebaşı sayılan Seyit Rıza ve arkadaşları yakalanmıştı. “Dersim’e devletin Tunç eli değecek” diyen Atatürk, Dersim’in adını Tunceli olarak değiştirmişti. Şimdi aradan geçen 72 yıl sonra Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Tunceli’yi ziyaret etti. Ve onu Kürt açılımı tartışmalarının gölgesinde “Dersim’e hoş geldin” pankartıyla karşıladılar, Dersimspor forması hediye ettiler!
Akşam

Atatürk Halifeliği Kime Önerdi?

Central Florida Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. Hakan Özoğlu, Atatürk'ün halifeliği kaldırmak istemediğini yazdı.

11.01.2011

Star gazetesinin haberine göre Mustafa Kemal, Abdülmecid Efendi yerine daha uysal bir halife seçtirmek istedi. Böylece halifelik ruhani liderlik olarak kalacak ve Türkiye, yeni rejimi ile İslam dünyasında farklı bir konuma yükselecekti.
Amerikalı diplomatların Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin pek çok raporu, “ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye’nin İçişleri ile İlgili Belgeler” başlığı altında tasnif edildi ve araştırmacılara sunuldu.

Central Florida Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hakan Özoğlu’nun kaleme aldığı yazıya göre; ABD arşivlerinde 867.00/1801 sayılı “Gizli” ibaresiyle 17 Haziran 1924’de gönderilen bir yazı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 3 Mart 1924’de halifeliği kaldırmadan önce Halife Abdülmecit’i değiştirip yerine Kuzey Afrikalı Şeyh Ahmet el Sunusi’nin İslam Halifesi seçilmesine destek vermeyi teklif ettiğini iddia ediyor.

ABD Yüksek Komiseri Amiral Mark L. Bristol tarafından Amerikan Dışişleri Bakanı’na gönderilen raporda Amiral Bristol, kendisine Şeyh Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin tarafından İstanbul’daki büyükelçilik binasında bir ziyaret yapıldığını anlatıyor ve bu görüşmenin sonunda topladığı bilgileri aktarıyor.

Uysal halife arayışı

İlgili kısmın tercümesi şöyle: “Geçenlerde Ahmet Şerif el Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin Bey ile birkaç görüşme yaptım. Size “çok gizli” statüsünde gönderdiğim bu bilgiler Türkiye’deki politik ve dini konular üzerinedir.

Çok iyi bilindiği gibi Şeyh Sunusi Türkiye’deki milliyetçi hareketin ilk aşamalarında bu hareketin dini konulardaki danışmanı olarak önemli roller oynadı. Saltanatın kaldırılmasını ve halifeliğin tamamen manevi bir alanda kalmasını onayladı.

Aynı zamanda, İslam’ın Türkiye’deki modernleştirilmesi çabalarına sempati ile bakmaktaydı. Halifeliğin geçen Mart ayında kaldırılıp Abdülmecit’in sınır dışı edilmesinden kısa bir süre önce Mustafa Kemal Paşa Şeyh Sunusi’ye, eğer Türkiye dışında yaşamayı kabul ederse, halife olmasını destekleyeceğini söyledi. Bu teklifi şeyh reddetti ve Abdülmecit’in manevi kapasitede halife olarak İstanbul’da oturması taraftarı olduğunu açık bir şekilde izah etti. Bunun üzerine Ankara, Şeyh Sunusi’ye verilen ödeneği iptal etti.”

Doçent Özoğlu’na göre iddia eğer doğru ise, Atatürk’ün ilk tercihi, halifelik müessesesinin tamamen kaldırılmasından ziyade, Osmanlı hanedanı dışından daha uysal bir halife bulmak.

Özoğlu, Abdülmecit’in Mustafa Kemal’i rahatsız edecek seviyede ruhani liderlikten daha fazlasını istediğini belirtiyor ve bu yüzden Ankara’nın Abdülmecit’i değiştirmek istediğini kaydediyor.

Biristol’dan gelen kripto

867.00/1812 numaralı ve 26 Temmuz 1924 tarihli yine Bristol tarafından Dışişleri Bakanı’na gönderilen başka bir kriptoda şunlar kayıtlı: Fahrettin Bey’in anlattığına göre Mustafa Kemal Paşa, dini konulardan dolayı Türkiye’de problemler çıkmasından tedirgin olduğu için Şeyh Sunusi’nin desteğini arıyor.

Mustafa Kemal, Şeyh Sunusi’ye birkaç hafta önce şunu teklif etti: Eğer dini karizmanı kullanıp Türkiye’deki dinci unsurları yatıştırırsan, ben de Kahire’de yeni halifeyi seçmek için toplanacak olan Pan İslam Kongresi’ne bir heyet gönderip senin halife seçilmene yardım ederim. Eğer halife seçilirsen İstanbul’da ikametine de rıza gösteririm.

23 Ocak 1925 tarih ve 867.00.1837 sayılı bu belge ise Mustafa Kemal’in Pan İslam Konferansı’ndaki desteğini şu şarta bağlıyor: Şeyh bütün konuşmalarında Türkiye hakkında iyi konuşacak ve onun İslam dünyasındaki eski yerine yükselmesi için yardım edecek.

İslam dünyasından kopmayalım
Doçent Hakan Özoğlu’na göre bütün bunlardan Mustafa Kemal’in yeni Türkiye’yi İslam dünyasından koparmak fikrinde olmadığını aksine yeni rejime İslam dünyası içinde yer aradığını çıkarmak mümkün.

Kahire’deki Pan-İslam Konferansı bir halife seçemeden dağıldı. TRT

EY ŞANLI DOLİKOSEFAL

18 Mart 2011
Emine Uşaklıgil’in Cumhuriyet Gazetesi’nin ve Nadi Ailesi’ni anlattığı “Benim Cumhuriyetim” kitabında çok ilginç anekdotlar var… Atatürk’ün Çankaya Sofraları’nda konukların kafatası ölçme aletiyle başları ölçülürmüş…
Kitap/Aktifhaber

Geçtiğimiz günlerde Emine Uşaklıgil’in “Benim Cumhuriyetim” kitabı çıktı.
Uşaklıgil kitabında ailesini, Cumhuriyet Gazetesi’ni ve aynı zamanda gazete ile aynı adı taşıyan Cumhuriyet rejimini anlatmış.

455 sayfalık kitapta Cumhuriyet dönemine ilişkin çok ilginç anılar da sayfalardaki yerini almış.

ULUSALCILIĞIN İLK MİMARI

Günümüzde toplumu ayrıştıran, kamplaştıran “Ya sev ya terket” sloganını başka bir formül içerisinde de olsa ilk kullanan Yunus Nadi olmuş.

Yunus Nadi, 25 Ağustos 1927 tarihli Fransızca Cumhuriyette “Adalet İstiyoruz” diyerek gösteri yapan Yahudilere gözdağı verirken şöyle yazmış:
“Ülkeyi sevmemiz, kanunlara riayet etmemiz… veya yeri boşaltmamız lazım”
Yani ya ülkeyi sevin ya da gidin demiş…

“EY ŞANLI DOLİKOSEFAL”
Yazar Emine Uşaklıgil’in anlattıklarına göre 1930’lu yıllarda kafatası ölçme olayı çok meşhurmuş. Temmuz 1932’de toplanan tarih kongresinde Şevket Aziz Kansu, Atatürk’e hitaben “Ey Şanlı dolikosefal” diyerek başlamış sözlerine. Hatta o dönemde Atatürk’e bir de kafatası ölçme aleti hediye edilmiş. Atatürk’ün Çankaya Sofrası’nın düzenli konuklarının kafatasları ölçülmüş bu aletlerle... Ve çoğu “saf kan” savunucusu üzülmüş ölçüm sonuçlarına…

Kitap’ta ayrıca Atatürk ile İnönü ayrılığının da daha önce günyüzüne çıkmamış detayları var…
aktifhaber



Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ksm 12, 2009 11:57 pm    Mesaj konusu: Donmuş Fikirler Alıntıyla Cevap Gönder

19 Kasım 2009
Emre Aköz
Bu şartlarda CHP'nin arka bahçesi olmaya devam edilebilir mi?

Dünkü yazının son cümlesinde "Bir şey sorabilir miyim" demiştim, "Dersim harekâtını Atatürk'ün bizzat yönettiği söyleniyor. Doğru mu bu?"
Bazı okurlarımız, sağ olsunlar, benim beceriksizce yapılmış 'tecahül-ü arifane'me cevap vermiş.
Yine de binlerce teşekkür. Burada birlikte bir şeyleri öğreniyor ve paylaşıyoruz. Çok mutlu oluyorum.
Önce sorunun cevabına değinelim. Daha sonra büyük resme bakarız...
***
Dersim (Tunceli) harekâtını o sırada Başbakan olan Celal Bayar şöyle anlatıyor:
"Mareşal, Erkân-ı Harbiye Reisi, ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz.
Üçümüz bir arada 'Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır', onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi'nde muharebe etmişler.
Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim'in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk'le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. 'Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını' dedim. Atatürk: 'Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk..."
Yani işin başında Cumhurbaşkanı Atatürk ve GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak var. Sivil kökenli Başbakan Bayar da "üstüne düşeni" yapıyor.
Haritayı da unutmayalım: Harekâtta yapılanları Atatürk'ün kendi eliyle işaretleyerek gösterdiği harita, Trabzon'daki müzede durmakta... 'Buradan girdik, şuradan vurduk' diye anlatmış.
***
Bayar ve Çağlayangil'in anılarını yan yana getirdiğinizde (daha niceleri var) manzara ortaya çıkıyor:
Operasyonu Atatürk ve Çakmak yürütüyor. En tepede onlar var. Diğerleri emirleri uyguluyor.
Ama emri verenin de, uygulayanın da vicdan azabı çektiğini, pişmanlık duyduğunu gösteren işaret pek yok:
Zehirli gaz da kullanarak, suçlu/suçsuz ayrımı yapmadan, kadın/çocuk demeden, toptan yok etmeyi, doğru ve meşru bir eylem olarak görüyorlar.
***
Bu ve benzeri olaylardan çıkan bazı sonuçlar şunlar:
* Şimdiye kadar okullarda okutulan cumhuriyet tarihi koca bir yalandır. Her şey çarpıtılmış ve sansürlenmiştir.
* "O vakit öyle düşünülmüş, öyle yapılmış" diyerek 'geçmişi' mazur gösterenler, o dönemi 'bugün' niye savunduklarını anlatsınlar da öğrenelim. İnsanlık suçuna niye sahip çıkıyorlar?
* Şimdi de aynı şeyi mi yapmak istiyorlar? Evet, istiyorlar. CHP'li Onur Öymen tam da bunu dedi.
* Gerçeklerin ortaya çıkması için 'Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun da kaldırılması gerekir.
* "Bazı" Alevilere sormak gerek: Madem Dersim'de yapılanları biliyordunuz... Niye 2006'da bin köye, bin Atatürk büstü dağıttınız? Kemalist darbecilerin organize ettiği Cumhuriyet mitinglerini niye desteklediniz? Ve niye, Reha Çamuroğlu'nun ifadesiyle, CHP'nin arka bahçesi oldunuz? Peki, olmaya devam edecek misiniz?

Sabah

15 Kasım 2009
"Köşecinin böyle fikir sektirmesi delilik alameti sayılmaz.. "
Selahattin Duman

"Benim sevgili arkadaşım, değerli demokrat Reha Muhtar’ın da eline bir kitap geçmiş.. Hatta iki kitap.. "

İşin kolayına kaçacaksan bir Atatürk hikâyesi bul..

Bu lafım, her meseleyi tarihten bir anekdot cımbızlayarak halletmeye çalışan köşe yazarlarımızadır.. Durumun bir benzerini bulur, hikâyeni anlatırsın.. “Atatürk o zaman böyle yapmıştı..” dersin.. Okurun kafasına iyi girsin diye bir de “Yaaaa işte böyleee!” çekersin.. Olur biter..

Bizim köşeciler de arada sırada kitap okur..

Eğer okudukları kitap Atatürk veya Kurtuluş Savaşı üzerine ise onlara fazladan üç beş günlük yazı konusu çıkar..

Ben de o yazıları okur, oturduğum yerden keyiflenirim.. Demokrasinin tartışıldığı her zeminde “Ama..” diye başlayan bir cümle varsa o cümlenin sonu mutlaka Gazi Paşamız’a ait bir anekdotla tamamlanır..

Oradan ahaliye verilecek ders çıkarılır..

Gazi Paşamız zamanında söylediği her yenin başına kakılacağını bilse adım gibi eminim bu kadar çok konuşmazdı..

Lakin ne yapacaksın? Çankaya’da oturuyorsun.. Ahalinin iki gözü sana dikili.. Herkes ağzından çıkacak yeni bir keramet bekliyor..

Mecburen konuşacaksın..

***

Temsil.. O zamanın taksi şoförleri bir dernek yapıp Çankaya’ya Gazi Paşamız’ı ziyarete gitmişler..

Gazi Paşa’nın da onlara bir şey demesi gerekir ki şoför milletinin kulağına küpe olsun..

O devirde oluk oluk gelen turist de yok ki “Türk şoförü turisti kazıklamaz..” gibisinden özlü bir söz çıksın..

Veya “Acele giden ecele gider..” mealinde bir şey söylensin.. Bu da söylenemez.. Çünkü daha önce “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri..” lafı marşa girmiş..

Sözü edilen Türk şoförse mecburen yavaşlamayacak, önüne geleni sollayacak..

Gazi Paşamız da mecburen; huzuruna kadar gelip, gözünü kendine diken şoförlerimiz için önüne konulan şeref defterine “Şurası muhakkak ki Türk şoförleri çok derin hislerin sahibidir..” gibisinden bir şeyler yazmış..

Alın size bir adet alamet daha.. Bu laf üzerine “Atatürk ileride arabeskin moda olacağını bilmişti..” diye köşe yazısı yazabilirsiniz..

KÖŞECİ DEYİNCE..

Bizim ahalinin sosyal şuurundaki kaymanın birinci sebebi budur..

O sebep de yazısında Atatürk’ten söz edecek olan köşeci makûlesinin, söz konusu meseleyi kendine lazım olan ucundan tutmasıdır..

Bunu sokaktaki adam bir psikiyatrın önünde yapsa cebine bir deli raporu konur..

“Zengin yapınca beli derler, fakir yapınca deli derler..” hesabı köşecinin böyle fikir sektirmesi delilik alameti sayılmaz..

Tam tersine fikrinin taştığını gösterir..

Şu arada “Kürt açılımı” tartışılıyor ya! Birileri yine Atatürk’ten üç beş mesel bulup “Aha işte..” yazısı yazdı..

Bu mesellerden biri de Gazi Paşamız’ın Dersim Mebusu Diyab Ağa ile otomobil makinasında yan yana çekilmiş fotoğrafıdır..

Durup dururken böyle bir fotoğrafı basarsan onun altına da “Aha işte.. Devr-i Atatürk’te böyle bir sorun yoktu..” hükmü yakışır..

Oysa o fotoğraf çekildiğinde Dersim Koçgiri’de kıyamet kopuyordu..

Sivas Valisi Ebubekir Hazım Teperyan Ankara’ya “Buradaki kumandan Paşa’ya laf geçirin.. Ahaliyi yok yere kırıyor..” telgrafı çekiyordu..

Haydi bakalım, çık işin içinden..

***

Benim sevgili arkadaşım, değerli demokrat Reha Muhtar’ın da eline bir kitap geçmiş.. Hatta iki kitap..
Biri Gazi Paşa’nın uşaklarından Cemal Granada’nın hatıratı, öbürü Gazi Paşamız’ın kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun hatıratı..

İkisi de Gazi Paşamız’ın portresine dair dikkat çekici malzemeye sahip olduğundan çok değerlidir.. Ancak bütün bu anılardan anlaşılmaz..

Reha Kardeşim anılardan giderek bahar akşamı Gazi Paşa’nın yalnızlığını anlatıyor.. Sofra dağılmış, herkes gitmiş.. Gazi Paşa tek başına ve hüzünlü..

Çevresinde ne birlikte savaştığı paşalar var, ne inkılâpları başlattığı ideal arkadaşları.. Kadın desen o saatten sonra hiç arama..

FATURASI KİME?

İyi de Reha Abi.. bu yalnızlıkta bizim suçumuz ne ki bize laf sokuyorsun? Biz mi dağıttık yakın çevreyi?

Yakın çevrenin başına ne gelmiş şöyle bir bakalım..

İstiklâl Savaşı’nın bir numaralı askeri gücüne sahip Kazım Karabekir Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

En yakın arkadaşlarından ve komutanlarından Ali Fuat Cebesoy Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Refet Bele Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Cafer Tayyar Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Yakın arkadaşı ve başbakanı Fethi Okyar.. İdamla yargılanmamak için yurt dışına kaçtı..

Yakın arkadaşı ve başbakanlarından Rauf Orbay.. Asılma ihtimaline kadar yurt dışına kaçtı..

Kurtuluş Savaşı’nın Rüştü Paşası.. Emekliydi.. Niye asıldığını bile anlamadı..

Anadolu’ya geçerken annesini emanet ettiği ve Şişli’deki evinin anahtarınını verdiği İsmail Canpolat.. Asıldı..

Lozan’da İsmet Paşa’ya teknik bilgi anlamında büyük yardımlar yapan Maliyeci Cavit Bey.. Asıldı..

Cephe ve sofra arkadaşı Albay Ayıcı Arif.. Asıldı.. Sadık adamlarından Sarı Edip Efe.. Asıldı..

Eşi Latife Hanım.. Anadolu Ajansı’nda yayınlanan iki satırlık bir tebliğle kendisini boşanmış halde baba evinde buldu..

Çankaya’nın savaş yıllarındaki gözdesi, annesinin büyüttüğü Fikriye Hanım.. Sırtından girip göğsünden çıkan yirmi iki kalibrelik bir kurşun ile tuhaf biçimde ihtihar etti..

Gazi’nin arkadaşlarını asan İstiklâl Mahkemesi’nin korku veren hakimi Kel Ali (Çetinkaya) yaka paça sofradan atıldı, bir daha köşke dönemedi..

Yazar Halide Edip.. Ölene kadar muhalif yaşadı.. Kocası Adnan Bey asılma ihtimali üzerine kaçtı..

***

Bunu da anlat bana Reha Abi? Asılanlar, sürülenler, kaçanlar olmasa o devrin Çankaya’sı daha şenlikli olur muydu olmaz mıydı?

O sofranın güzelliklerini polislerden, garsonlardan, uşaklardan okuyacak yerde bu ağızlardan da dinler miydik dinlemez miydik?

Vatan


Ahmet Altan
Taraf Gazetesi
Donmuş Fikirler
12 Kasım 2009

Bizim medyanın entelektüel düzeyi düşüktür. Bu sanırım bilinçli bir tercih.

Düzey düşüklüğü “yaratıcılığı” ve dürüstlüğü engeller çünkü.

Yeni fikirler, yeni yaklaşımlar, yeni bakışlar getirmeyecekleri için sürekli olarak “klişelerin” ve “tabuların” içinde dolaşırlar.

“Klişe” dediğimiz neticede “Donmuş” fikirlerdir. Aynı sözlerin sürekli tekrarlanması anlamına gelir.

Baktığımızda bir çok konuda medyanın tutumu elli yıl öncesiyle aynıdır.

Sanki dünyada ve Türkiye’de hiçbir şey değişmemiş gibi sürekli olarak aynı sözleri, aynı cümleleri, aynı ağıtları tekrarlarlar.

Resmi ideolojinin her yıl kendini yeniden doğurarak varlığını sürdürmesine yardımcı olmaya çabalarlar.

Bu klişeler, “bugünün gerçeklerini” gözlerden saklar.

Zaten temel amaç ta budur.

Halkın iradesine hiç aldırmayan bir “devlet sultasının” gözlerden saklanmasıdır asıl istenen.

Klişeler bunun için kullanılır.

Türk medyasında Atatürk ile ilgili “konuşulmaz”, Atatürk’le ilgili olarak ağlanır.

Bu anlayış, yaşadığımız bütün “olumsuzlukların” Atatürk’ün “eksikliğine” bağlanmasını sağlamak içindir.

Onlara göre, bugünkü sistemde, devlet sultasında, tek parti rejiminin sürdürülme çabalarında, ordunun “muhtıra” verme özgürlüğünde, darbe planlarında, 12 Eylül Anayasası’nda, Kürtlerin ikinci sınıf vatandaşlar haline getirilmesinde, dindarların inanç özgürlüğünün engellenmesinde, Alevilerin haklarının gasp edilmesinde, insanların özgür fikirlere sahip olmasının yasaklanmasında, eğitim sisteminde, tarihi gerçeklerin gizlenmesinde bir sorun yoktur.

Sorun bugün Atatürk’ün olmamasındadır. Atatürk yaşasa ya da Atatürk’ün yetmiş yıl önce yaptıklarını yapsak sorunlarımız olmayacaktır.

İnsanlarının zihinlerine yerleştirilmek istenen düşünce budur.

Ve bu yalandır.

Sadece Neşe Düzel’in Cemil Koçak’la yaptığı konuşmayı okumak bile bunu anlamaya yeter.

Bizim bugün yaşadığımız birçok sorun Atatürk’ten önce de vardı, Atatürk döneminde de vardı, Atatürk’ten sonra da vardı.

Bu sorunları çözmek için Atatürk’ten kopya çekmeye çalışmak sorunları çözmeye yetmez.

En basitinden Kürt meselesinin Atatürk’ün yöntemleriyle nasıl çözüleceğini biri bana anlatsın, Atatürk Kürt meselesini çözdüyse biz bugün niye hala bu mesele ile uğraşıyoruz?

Çünkü çözemedi.

Bir isyanı bastırmak liderlerini asmak “toplumsal” bir sorunu, aynı ülkenin vatandaşları arasındaki eşitsizliği çözmeye yetmiyor, sadece bir isyanı bir süreliğine bastırmış oluyorsunuz, daha sonra o mesele yeniden gündeme geliyor.

Tarihi bir liderin tecrübelerinden yararlanmak için sürekli olarak klişelerle onu övmek ve onun için ağlamak yetmez, onun hangi konularda başarılı hangi konularda başarısız olduğunu görmek, başarılarının ve başarısızlıklarının nedenini bulmak gerekir.

Bunu bizim medya yapmaz.

Çünkü medya “çözüm” aramıyor, medya bu düzenin devamını sağlamaya çalışıyor.

Bugünkü düzeni de Atatürk’le özdeşleştirip, düzeni dokunulmaz ve tartışılmaz kılmaya uğraşıyor.

Atatürk için yetmiş yıldır ağlayıp duran bu medya neden Atatürk’ün döneminde imzalanan Lozan antlaşmasıyla hiç ilgilenmez?

Bugün yapılacak her anlaşmaya “ver kurtul” adını takmaya çalışan Babıali’nin Atatürkçüleri neden Musul-Kerkük meselesini merak etmez?

Çünkü onlar aslında Atatürk’le yada onun yaptıklarıyla ilgili değiller, onlar Atatürk’ü “bugünkü gerçekleri” gizlemek için kullanmaya çalışıyorlar.

Her 10 Kasım’da sayfalarca ağlayan bu medya Atatürk’ü seviyor mu gerçekter?

İnsan sevdiği biriyle ilgilenmez mi?

Siz bu gazetelerde Atatürk’ün yaptıklarıyla ilgili kaç ciddi yazı okudunuz?

Atatürk’ün Sovyet ilişkileriyle, Kürt meselesiyle, Hatay sorunuyla, Musul-Kerkük anlaşmazlığıyla ilgili politikaları konusunda kaç araştırmaya rastladınız?

Neden bu konular hiç yansımaz gazete sayfasına?

Atatürk’le bu toplumun ilişkileri sadece “klişelerin” her yıl tekrarlanmasından mı ibaret?

Neden bu medya “klişelerden” bir adım öteye gidemez?

Çünkü klişelerden bir adım ötede “gerçekler” vardır.

Amaç ta o gerçeklerin saklanmasıdır.

Onlar Atatürk’ü sevdikleri için yeryüzündeki hiçbir ciddi gazetede rastlanmayacak türden ağıtlar yakmıyorlar, o ağıtlar, gazetelerin “gerçeklere” duyduğu nefretten kaynaklanıyor.

Atatürk’ü sevmiyorlar, Atatürk’ü kullanıyorlar. Sevseler biraz ilgilenirler.

13 Kasım 2009
Ata'nın Cenaze Törenine Eleştiri
Başarılarıyla tarihe geçen Kazım Karabekir'in günlükleri yayınlandı. Karabekir Paşa, Atatürk'ün cenaze töreninde yaşadığı kırgınlığı anlatıyor...

Doğu Cephesi’ndeki başarılarıyla tarihe geçen Kâzım Karabekir, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Günlükler”inde, Atatürk’ün cenaze töreninde İstiklal Harbi’ne katkısı bulunan isimlerin hatırlanmamasını eleştiriyor, “Yapılan merasimde tarih değil hal düşünülmüştür” diyor

Milli Mücadele sırasında Doğu Cephesi’ndeki başarılarıyla tarihe geçen Kâzım Karabekir’in, 1906-1948 yılları arasında kaleme aldığı ve o döneme ışık tutan “Günlükler”i Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Günlükler’de Kurtuluş Savaşı’nı hazırlayan gergin günlerden, cumhuriyet dönemindeki çarpıcı anılara kadar birçok tarihi tanıklığa yer veriliyor.
Karabekir’in günlüklerindeki sayfalar, Atatürk’ün cenaze töreniyle ilgili kırgınlıklar yaşadığını da ortaya koyuyor. Karabekir’in o günlerde günlüğüne düştüğü notlar şunlar:

14 Kasım 1938 Pazartesi
Rauf Bey merasime birlikte köprüden iştirak etmeyi teklif etti. Çağrılmadıkça gitmeyi mahzurlu buluyorum dedim ve gitmedim. Programda mütekaitlere bile yer bırakılmamış!

19 Kasım 1938 Cumartesi
Atatürk’ün cenaze merasiminde malul gaziler ve emekli zabitler ve hatta generallerin adı anılmadı. Halbuki Erzurum ve Sivas kongreleri azaları dahi levhalarla ve mevcutlarıyla görünerek, İstiklâl Harbi tarihi canlandırılmalı idi. Yapılan merasimde tarih değil hal düşünülmüştür.

19 Mayıs sonrası
Karabekir, Mustafa Kemal’in Samsun’a geçişinden 12 gün sonra Anadolu’daki tabloyu şöyle özetliyor:

31 Mayıs 1919 Cumartesi
29/5/35 tarihli 9. Ordu Müfettişi Kemal Paşa’nın tamimi: İtilaf devletimizi idama mahkûm etti. İzmir ve Manisa’yı Yunan işgal, İtalyanlar Antalya ve Konya’yı işgal. Tevessüleri (Yayılma) vahim olacak. Samsun ve Trabzon gibi Bahr-ı Siyah sahillerimizin de aynı akıbete uğratılması tedarükatına başladıkları anlaşılıyor. Ermenistan hülyası saha-i hakikate iktiran ile hakk-ı hayat-ı millimize darbe-i idamın indirilmesi baîd (uzak) değildir. Vilayat-ı şarkiyenin işgalini iki tarzda tasavvur ediyorum: Ya Karadeniz sahilindeki Rum ahali isyan ederek cumhuriyet ilan ve bir taraftan da kuvvetli dahili ve bilhassa harici çeteleri vilayatımızı tarac (talan) edecektir. Veyahut böyle bir isyanla müteradif (tabi) olsun olmasın sahile ufak veya büyük ecnebi kuvvetleri çıkacak ve belki dahile de sarkacaktır. Bunlar hakkında tedbirlerden de bahistir, ki gerilla harbi tavsiyesidir!”

Türkçe hutbe eleştirisi
Karabekir, camilerde Türkçe hutbe okunmasının karar verildiği 1927’de ise, günlüğüne şu notu düşüyor:

31 Aralık 1927
1928’de Türkçe hutbeler başlayacakmış. Gazeteler birkaç gün evvel ikisinin suretlerini neşretti! Hutbeleri Türkçe fakat kelâm-ı kadim (Kuran-ı Kerim) tercümesiyle hükümetin meşgul olmamasını meşrutiyet ilanından beri söylediğim gibi, salahiyettar (yetkili) olarak 1338 ve 39’da (1920 ve 1921) anlatmaya uğraşmıştım. Altı sene menfi tecrübelerden sonra karar verilmiş.
aktifhaber

23 Kasım 2009
'Atatürk Tanrılaştırıldı'
"Türkiye’de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bunda onun da günahı var."

TEK PARTİ DÖNEMİ UZMANI ÜNLÜ TARİHÇİ Prof. DR. Mete Tunçay: “Türkiye’de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bu, Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. O da razı oldu. Bunda onun da günahı var. Atatürk büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet için yapıyorlar. İsmet Paşa’ya sen küçüksün diyemedikleri için “Atatürk çok büyüktü” dediler. "

Röportaj: Fadime Özkan/Star

* * *

Prof. Mete Tunçay, Türkiye’de siyasal düşünceler tarihi disiplininin gelişmesinde katkısı çok büyük olan, çok büyük bir düşünür, akademisyen. Sosyalizmin (hatta sosyal demokrasinin) gerçekleşmesi için demokrasiyi gözden çıkarmayı düşünen kimi “sözde sosyalistler”den farklı olarak liberal demokrasiye, açık topluma inanıyor. Herkesin ortak saygısını kazanmış sol liberal bir demokrat. Tarihçiliğin namusuna halel getirmeyen bir tarihçi.

İki ciltlik “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı devasa çalışmasının yeni baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkınca kapısını çaldık ve Türk sol düşünce tarihinden bugünün neden güçlü bir solun olmadığına, tek parti döneminden Atatürk’e, Dersim’e kadar engin bir deryaya daldık. İnsanın, işi gücü bırakıp öğrencisi olası geliyor. Öyle “tatlı” anlatıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Tunçay’ın pek çok başka değerli çalışmasının yanı sıra “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı çok önemli bir çalışması daha bulunuyor.

• Atatürk ve Cumhuriyetin ilk yılları artık daha geniş toplum kesimlerinin de takip ettiği bir tartışmanın öznesi oldu. Yöntem ve üslubu nasıl buluyorsunuz?

Teslim etmek gerekir ki; Türkiye’de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, “Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma” falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk’e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk’ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.

İNÖNÜ’YE MUHALEFETLE BAŞLADI

• ‘Abartmalar’ nasıl bir yere doğru gitti?

Yıllarca önce Bulgaristan’da geziyorum. Yanımda da Cengiz Hakof adında bir Türk var. Orada tarih profesörü. Ben Kiril harfleri okuyorum ama Bulgarca bilmiyorum. Bir yerde Dimitrov’un adını gördüm. Ne yazıyor burada, diye sordum: “Dimitrov Bulgarya’nın yetiştirdiği önemli adamlardan biridir’ yazıyor dedi Cengiz. “Ulan” dedim “Ne kadar kansızsınız. Biz olsak en büyük deriz”. Cengiz de dedi ki “Olmaz, Dimitrov en büyükse, Jivkof eşeğin biri mi demek istiyorsun?” Bu bana müthiş bir aydınlanma olarak geldi.

• Ne anlamda?

Çünkü “Atatürk çok büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet olarak yapıyorlar. İsmet Paşa paralara pullara kendi resmini koydurduğu zaman “sen kim oluyorsun da bunu yaptırıyorsun” dendi. Halbuki her padişahın kendi parasını çıkartması bizim geleneğimizdir. O da çıkartacak. İsmet Paşa’ya ‘sen küçüksün’ dememek için ‘Atatürk büyük’ deniyor. Bir süre sonra Halk Partisi bunun farkına varıyor: “Tabi büyüktü, partimizi o kurdu” diye bir yarışma başlıyor. Bir çeşit açık arttırma, çok abartmalı şeyler. Bunlar Atatürk’ün sağlığında başlamış olmakla birlikte asıl İnönü’ye muhalefette yükseliyor.

• Sağlıklı bir şekilde nasıl tartışabiliriz?

Bu kültten sıyrılmak “Atatürk haindi, faşistti” terimleriyle yapılabilecek bir şey değil. Atatürk de hiç şüphesiz bir takım takıntıları olmakla birlikte iyilik isteyen bir adamdı.

• Atatürk’ün takıntıları neydi?

Mesela Atatürk’ün bir Arap sevmezliği olduğu muhakkak. Kürtleri de her zaman bir tehlike olarak gördüğünü biliyoruz. Fakat ilginç yanları vardı.

MEMLEKETİN SAHİPLERİNİ BİLİYORDU

• Neydi en ilginç yanı?

Mesela Samsun’a çıktıktan sonra bir böbrek problemi var. Havza’da bir ay geçiriyor. 1919 28 Mayısı ve Haziranın önemli bir kısmı. Orada “memleketin sahiplerine” mektuplar yazıyor. Memleketin sahiplerinin kimler olduğunu biliyor. Çeşitli Kürt aşiret reisleri, şeyhler falan. İşte “sizinle şurada tanışmıştık, söylediklerinizi her zaman saygıyla hatırlıyorum” falan diye yazıyor ama içten içe de her zaman tedirgin. Kendisi de Türk milliyetçisi olduğu için diğer milliyetçiliğin yükselmesinden çekiniyor. Fakat Birinci Mecliste üzerine geldikleri zaman, hiçbir zaman Türk milleti falan diye milliyetçilik yapmıyor. Zaten Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi. “Biz burada Türk’ü Arap’ı Çerkez’i Kürd’ü hep beraberiz” diyor.

POLİTİKAYA İNANMIYORDU

• Bu onun iyi bir politikacı olduğunu gösteren bir şey midir?

Politik manevra yapmak bakımından iyi bir politikacı ama politikayı sevmeyen bir adam Atatürk. Politika değil, buyurganlık yanlısı. Politika uzlaşı demektir. O ise kimseyle uzlaşmak istemiyor. Ama çeşitli

manevralarla onu ona, onu ona oynayıp kendi alanını açıyor. Pek çok örneği var bunun ama politikayı bir değer olarak benimsemiş biri değil. Pozitivist bir tarafı var. Neyin gerekli olduğunu bildiğine inanıyor. Doğruyu biliyorsan onu yerine getirmek senin için ahlaki bir vazifedir. O da biliyor neyin iyi olduğunu, ona inanıyor. O yüzden de buyuruyor.

BİR DİKTATÖRLÜK MÜ BIRAKACAĞIM?

• Milli mücadele ile ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru?

Bir takım oransızlıklar var. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ordusu 2 milyon kişiyi askere aldı. Ve Avrupa cemiyeti ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina’da, Çanakkale’de büyük darbeler yedi. Ermenilerle başlayan sonra Yunanlılarla devam eden Milli Mücadelede sayılar inanılmayacak kadar küçüktü. En çok yüzeli, iki yüz bin kişi. Son derece uzun sürmüş küçük bir şey ama Milli Mücadele ya da İstiklal Harbi, siyasi bir olay olarak önemli. Fakat sonrasında politik sebeplerle Ali Fuat Paşa, Karabekir Paşa ve Rauf Bey ortalıktan siliniyor. Bunlar da muhalefete geçiyor. Ali Fuat Paşayı Çerkes Ethem ile işbirliği yaptı diye Moskova’ya büyükelçi olarak sürüyorlar, Karabekir’in askeri zaferlerini görmezden geliyorlar. Sonra Rauf Bey’e takıyor. Ki Rauf Bey Milli Mücadele’de hep onunla birlikte. Mesela Nutuk’ta en çok yerilen kişi Vahdettin değil Rauf bey.

• Muhaliflerini ekarte etmekten dolayı bir rahatsızlık duyuyor mu?

Tabi Atatürk zeki bir adam. Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurtmadan önce Okyar’ın defterine kaydettiği bir şey var. Atatürk ona dert yanıyor, diyor ki “Bütün gençliğim Harbiye sıralarında Abdülhamit’e muhalefetle geçti. Şunları, şunları yaşadık öyle bir durum oldu ki, bugün gözlerimi kapasam arkamda kalacak olan bir diktatörlük manzarasıdır”. Mustafa Kemal’in böyle düşündüğüne şüphe yok.

• Bu bir pişmanlık ifadesi sayılabilir mi?

Hayır. Pişmanlık değil de daha çok bir hayal kırıklığı. “Ben beceremedim bu işi” demek gibi bir şey.

Tek Parti döneminde yaprak kıpırdamadı

• 1936 doğumlusunuz...

Çocukken 2 buçuk yaşındaki halimle Atatürk’ün cenaze törenini hatırlardım. Üzerimdeki kıyafeti tarif etmiştim de annem doğrulamıştı.

• O ilk yıllar, heyecanlı ama kaygılı yıllar. Psikolojisinden de etkilendiniz haliyle?

Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesi sarmış bir heyecan vardı. Pek çok kişiyi almış götürüyordu. Ama bu ne pahasına oluyordu? Alfabe inkılâbından sonra okur yazarlık yüzde 10’larda geziyor. Ekonomik felaket kötü. Köylünün üretimi para etmiyor. Peşinden benim hatırladığım savaş yılları. Annemin ekmek dilimlerini güneşte kurutup bozulmasın diye saklardı. Şeker, ekmek karneyle. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar eleştirel gözle baktığım yıllar. O vakte kadar bunlar verilmiş bunlara uyacaksın, doğru olan da budur iyidir hep iyiye gidiyor...

• Merakla ve eleştirel gözle baktığınız yıllardan bugüne ne değişti ülkede?

DP’ye gelinceye kadar Türkiye, elli yıldır kımıldamamış bir vaziyette. Her ne kadar benim arkadaşlarım mesela Sina Akşin DP’nin iktidara gelmesini karşı devrim olarak görüyor idiyse de hakikat halinde, köylerin elektriği yok, yolu yok, şehirlerde küçük bir grubun yaşadığı hayatla nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir alakası yok. İlk defa böyle bir entegrasyon DP zamanında başladı. Elektrifikasyon 60’tan sonra gerçekleşti. Benim gençliğimde telefon büyük bir belaydı. Bir tarafa telefon edeceksen santrale yazdırırsın; acele yıldırım bilmem ne diye farklı tarifelerde, beklersin. Teknoloji açısından müthiş bir gerilik vardı.

İkinci Dünya Savaşına İsmet İnönü Türkiye’yi sokmadı. Belki en büyük iyiliği o oldu. Gerçi adamı da ‘milletin erkekliğini öldürdü’ diye tenkit ettiler. Savaşı girsek iyi olur iyi. Benim elime bir liste geçti. Ayak diremek için “ordunun ihtiyaçları karşılanırsa savaşa katılabiliriz” deniyor. Rauf Orbay heyetinin İngilizlere sunduğu bir liste bu. Toplu iğneye dikenli tele varıncaya kadar her şey var listede. Sadece toplar tüfekler değil. Toplu iğne bile yapılamıyor. Toplu iğne çivi gibi bir şey. Kumaşa saplayınca yırtıyor kumaşı. Ampul diye bir şey yok. Türkiye Tek Parti döneminde hiçbir şey yapamadı. 2. dünya savaşı gelince de onun sıkıntıları boğucu oldu.

Dersim’de isyan bastırılmadı halk edeplendirildi

• CHP’nin genel başkan yardımcısı Onur Öymen, kendini savunmak için “Ne yani Dersim isyanını bastıranlar faşist miydi” dedi ve bir tartışmayı kapatmak isterken farkına varmadan başka bir tartışmayı başlattı.

Milli Mücadelenin başında, Cumhuriyetin ilk yıllarında Bektaşiler Aleviler kesinlikle Mustafa Kemal’i desteklediler. Hele hilafeti kaldırması Alevileri sevindirdi çünkü baskı unsuru gibi görülürdü. CHP Alevilerin partisiydi, bu Dersim’e rağmen devam etti. Alevilerin CHP desteği Demirel zamanına dek devam etti. Hatta bir ara anayasaya aykırı bir Alevi partisi kuruldu. Demirel bu partiye sırf CHP’den bir kısmını kopartır diye izin verdi. Ama Dersim özel bir durum.

• Nasıl özel bir durum?

Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde “ola ki bunlar ayaklanır” diye önleyici tedbir alınıyor. Şeyh Sait’inkinde önce bir isyan sonra harekat var. Diğerlerinde bir isyan bastırmaktan değil Kürtlerin yola getirilmesinden bahsediliyor. Dersim’den önce ve sonra Kürt ve Türk Alevi cemaatinin büyük kısmı CHP’yi desteklemiştir. Alevilik etnisiteden önemliydi.

• CHP Tunceli’den iki vekil çıkarırdı ama 22 Temmuz’da bu olmadı. Aleviler de “CHP’nin arka bahçesi değiliz” demeye başladı. Laikliğin Kemalizmin bekçisi ilan edilip de aynı sistem tarafından görülmemeyi sorguluyorlar” artık.

Alevilik kimliği tanınmıyor, böyle bir kabul yok. Bir Alevi toplantısında “Osmanlı, halkı din üzerinden sınıflandırıyor. Ermenileri Gregoryanlar, Katolikler ve Protestanlar diye üç ayrı millet olarak kabul ediyor. Fakat iş Müslümanlara gelince ayrım yapmıyor, Alevi milleti demiyor. Aleviliği geçici olduğunu ümit etmek istedikleri bir sapma diye görüyor” deyince Aleviler “Mete hoca bize sapık dedi” diye itiraz ettiler. Talihe bak ki yanımda Mehmet Ağar oturuyor. Kalktı, hoca öyle demedi, dedi. “Şu hale bak” dedim kendime “beni Mehmet Ağar savunuyor”.

Demokrat Parti muhalif değildi

• Demokrat Parti döneminde Atatürk’e ve dönemine siyasi muhalefet var mı?

DP’de herhangi bir Atatürk muhalefeti yok. Celal Bayar belki en içtenlikli Atatürkçü. Her şeyini Atatürk’e borçlu. 27 Mayıs’ta Atatürk inkilaplarına muhalefet etti deniyor ama bu haksız bir ithamdı. Menderes daha serbestçe ‘İstiklal harbi dediğiniz şey, 3,5 sene sürdü 6 aylık işti, halbuki sayılar küçük, ben bunu ast subaylarla da yapardım’ gibi münasebetsizlikler etti diye çok kızdılar ama asıl işin sahibi Celal Bayar müthiş bir Atatürkçü. Hatta bir dönem bir Ticaniler put diye Lozan meydanındaki Atatürk heykelindeki kılıcı tutan ip kırmış. Celal Bayar, bir sembol olarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gelip kaynak makinesiyle kendisi tamir etti heykelin ipini.

Bu topraklar bir ‘federasyon’a gebe

• Prof. Halil İnalcık “Türkiye milli devlettir. Yeni Osmanlılıktan bahsediliyor, bu yanlış olur” dedi. Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle ilişkileri de giderek gelişiyor, ne dersiniz?

Osmanlılık değil ama ben bir ‘federatif ülke’ye inanıyorum. Ben görmem ama, insanlık çeşitli gruplaşmalar etrafında bir dünya devletine doğru gidecek. BM son derece sınırlı tecrübe. Muhtemelen eski Osmanlı toprakları üzerinde bir federasyon olacaktır. Türklerin hâkimiyetinde değil Türklerin de, Yunanlıların Bulgarların Sırpların Arnavutların, Kafkasların, Suriyelilerin Iraklıların Ürdünlülerin İsraillilerin de yer alacakları bir federasyon. Bana öyle geliyor ki bu yapıya erişilse var olan problemler daha kolay çözülebilir. Mesela Kürt Türk çatışması bu kadar taraf olursa daha sağlıklı çözülebilir. Ama buna yeni Osmanlıcılık demek yanlış olur. Osmanlıdan önce de burada bu insanlar bin yıl ortak bir yönetim altında yaşadılar, Doğu Roma’da. Bir arada yaşama geleneği var.

28 Kasım 2009
'Emrinizdeyim Paşam' Diyor Ama
Atatürk'ün silah arkadaşı ve Cumhuriyet döneminin önemli ismi Kâzım Karabekir 42 yıl boyunca günlük tuttu.

Günlüklerde Atatürk'le olan fikri ayrılığı açıkça görülüyor

Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa'ya, Erzurum'da buluştuklarında "Emrinizdeyim Paşam" diyen Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın "Günlükleri" 61 yıl sonra ilk kez Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Günlüklerdeki notlarda, milli mücadele boyunca Edirne Milletvekili ve Doğu Cephesi Komutanı olarak görev yapan Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal Paşa'ya ve onun bazı yakın silah arkadaşlarına bakış açısını gösteren pek çok ifade, çok tartışılacağa benziyor. 1906 yılından Meclis Başkanı iken öldüğü 1948'e kadar aralıklarla tuttuğu günlüğünde Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal'e hep şüpheyle baktığı yazdıklarından ortaya çıkıyor. İşte Karabekir'in, Mustafa Kemal Atatürk'ün 'günlükteki ayrılıkları':

NEDEN SAMSUN'A ÇIKTI

21 Mayıs 1919 (...)Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış. Neden Samsun'da vakit geçiriyor. Memuriyeti kabul ettim diyor. Neden daha evvel etmedi. Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahri Yaver-i Padişahi" dediğine nazaran Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?

3 Temmuz 1919 Perşembe (...) Bilhassa Havza'dan Kemal Paşa adeta firar etmiş! Tali Bey kendisini ikazına rağmen pek fena bir tesir yapmış. Tabii Sivas'ta da durmadığından her yerde aynı tesiri yapmış.

16 Ağustos 1920 Pazartesi Sünnet düğününe (gürbüzlerin) İsmet Bey'e şifre: Mustafa Kemal Paşa karargâhının kumarhane haline geldiği hakkında.

BURAK ARTUNER'İN NOTU: Yapı Kredi Yayınları'ndan basılan günlüklerde 'kumar' iddiasıyla ilgili açıklayıcı bir bilgi yok. Fakat Karabekir, Emre Yayınları tarafından daha önce basılan İstiklâl Harbi'ne neden girdik, nasıl girdik, nasıl idare ettik adlı eserinde İsmet Bey'e (İnönü) gönderdiği şifre metnine yer veriyor. Söz konusu metin şöyle: "Karargâhların saygınlıklarının halk ve asker üzerindeki tesiri malûmdur. Karşı inkılâpçılar da bu zayıf noktadan tabii çok yararlanmışlar. Bana gelen dedikodulara göre Mustafa Kemal Paşa Hazretler'nin muhitindeki ufak rütbeli zabitanın, sabahlara kadar poker oynadıklarıdır! (...) Paşa Hazretlerinin malûmatı olmadığına kâni olduğum bu fenalıkların sûreti munasebede izalesi himmetinize bağlıdır."

11 Temmuz 1921 Pazartesi (...) Mustafa Kemal Paşa'ya Teşkilât-ı Esasiye hakkındaki şifrem (M. Kemal'in nutku sahife 371 vesika cevap 25 Temmuz'dadır.) Cumhuriyet vehimdir. Türkiye'nin siyasetinde Halife-i İslam olacak bir hükümdar sultan bulunacaktır. Osmanlı Hanedanı'ndan bahis yok! Şâyân-ı dikkat bir ifade.

İSMET'İN NUTKU PEK GÜLÜNÇ

27 Temmuz 1932 İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gezetedeki nutku pek gülünç: Usulen her şeyi yapan Gazi'dir nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli davaya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki milli rehberden refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932 Çarşamba Mübadillere verilen bonoların müthiş ihtikârla kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış. Maliyeden tam tahsil etmiş!
Sabah

06 Aralık 2009
Atatürk'ün Tuttuğu Takım!
Atatürk hangi takımı tutuyordu? Her takım kendini tuttuğunu söylüyor. Ama bu kez bir delil de ortaya kondu.

Galatasaray Lisesi'nden 1959 yılında mezun olan 74 mezuna mezuniyetlerinin 50. yılı dolayısıyla madalya ve beratları törenle verildi. Törende konuşma yapan Galatasaray Eğitim Vakfı Başkanı İnan Kıraç, Atatürk'ün Galatasaraylı olduğunu söyledi.

Atatürk hakkında çok konuşulduğunu, kiminin Fenerbahçeli, kiminin ise Beşiktaşlı olduğunun söylediğini kaydeden Kıraç, “Biz de diyoruz ki Atatürk Galatasaraylıydı. Çünkü Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda yanında 23 Galatasaraylı vardı. Bu Cumhuriyetin temellerinin atılmasında böyle Galatasaraylılar var. Bu kişilerin isimlerinin yer aldığı bir kitabı yakında çıkaracağız” dedi.
aktifhaber

Gündemde üç film, bir Atatürk
AVNİ ÖZGÜREL
21/03/2010

Atatürk’ün hayatını konu alan filmler birbiri ardına vizyona girerken Atatürk’ün siyasi hayatı çok farklı düşüncelerle yapılabilecek çalışmalara uygundur. Milli Mücadele içindeki Atatürk farklıdır, Cumhuriyetin inşasında farklı, 1930 sonrası farklıdır.



Tarihe yön veren insanlar üzerine yazılmış binlerce öykü/roman, çekilmiş yüzlerce sinema filmi var. Biz ise henüz destan/kahraman geleneğinin izinde Kara Murat hattındayız. Atatürk bir yana uzak/yakın tarihe kenarından köşesinden şimdilik sadece kalem dokundurmuş sayılırız. Ama iki senede üç Atatürk filmi çekmiş olmak kimilerine cilayı yenilemek gibi görülse de farklı bir şeyler söylemek istediğimizin işareti olabilir

Kısa bir süre önce bir yazı vesilesiyle Atatürk’ü iç dünyası tahliliyle tanımak isteyenlere dünyaca ünlü psikiyatrist Prof. Vamık Volkan’ın Türkiye’de yayınlanırken birkaç paragrafı/sayfası sansürlenmiş olan Ölümsüz Atatürk adlı eserini önermiştim. Bundan ibaret değil elbette Falih Rıfkı’nın ‘Çankaya’sı ve ‘Atatürk’ün Bana Anlattıkları’ türünden birkaç önemli kaynak, Varlık Yayınları’nın neşrettiği özel mektupları, hizmetlisi Cemal Granda’nın anıları da var.
Son iki senede Can Dündar’ın belgesel formundaki ‘Mustafa’sından başlayarak iki sinema filmi daha çıktı.
Zülfü Livaneli ‘Veda’sı ve Hamdi Alkan’ın ‘Dersimiz Atatürk’ü.
Mustafa hakkında ben dahil pek çok kişi yazdı, eleştirdik. Tarzı farklıydı, canlandırmalar efekt düzeyinde kullanılmıştı, kimi yanlış kabullerle görselleştirilmiş Can Dündar makalesi sayılabilirdi ‘Mustafa’. Ama kabul etmek lazım ki alışılagelmişten farklı tellere dokunuyordu Dündar. Belki de sadece dokunup elini çekmesinden, o tellerde gezinmeye cesaret edememişliğin oluşturduğu karanlık noktalardan kaynaklanıyordu ‘Mustafa’ya itirazlar.
‘Veda’ ve ‘Dersimiz Atatürk’ ise sinema olmaktan ziyade ilköğretim ders kitaplarında Atatürk bahsinin görselleştirilmiş hali düzeyinin ötesine geçememiş oldukları yorumlarıyla eleştiri oklarının hedefi.
Anladığım kadarıyla ‘Dersimiz Atatürk’ün görsel okul kitabı olmanın ötesinde bir iddiası zaten yok. Eldeki bildik belgesel görüntü ve fotoğraflara biraz da özensiz canlandırmalar eklenmiş; o kadar. ‘Veda’ya gelince film başarılı makyaj, kostüm dokusuna, kimi karakterleri canlandıran sanatçıların oyunculuk yeteneklerine rağmen Livaneli’nin mesleki ilişkileri dolayısıyla fazla köpürtülüp kışkırtılmış ilgi, dolayısıyla dozu kaçmış PR çalışması sonucu kendi yükselttiği çıtanın altında kaldı.

Hangi Atatürk?



Oysa Türkiye Cumhuriyeti’ne vücut veren siyasi iradenin kaynağındaki isim olarak Atatürk’ün siyasi hayatı genel kabulün aksine biribirinden çok farklı düşüncelerle yapılabilecek çalışmalara kapı açmaya uygundur.
Milli Mücadele içindeki Mustafa Kemal farklıdır, Cumhuriyet’in inşa sürecindeki farklı, 1935 sonrası farklıdır. Eskişehir’de Zağnos Paşa Camii’nde hutbe okuyan ‘Kanun-u Esasi Kuran’ı azimü şandır’ diyen, BMM’nin açılışını cuma günü denk getirip o gün Türkiye’nin bütün camilerinde hatim kıraat edilmesini tamim eden de Mustafa Kemal’dir; imzasını koymadığı, Afet İnan’a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler’de ‘Türk yalnız tabiatı takdis eder’ diyen de. Elmalılı Hamdi Yazır’a kendi tahsisatından ödeme yaptırıp ünlü Hak Dini, Kuran Dili tefsirini yazdıran, Anadolu Alevilerinin kendisini mehdi ilan etmelerine itibar etmeyip Diyanet’in Sünni/Hanefi mezhebi ve Maturidi itikadı üzerine inşası emrini veren de odur.
Benzer örnekleri Güneş Dil ve Tarih teorileri konusunda verebiliriz; keza dilde öz Türkçeleşme akımına, musikide Batı formlarının benimsenmesine öncülük edip kol kanat gerişinin ardından kendi ruh dünyasını yansıtan yerli tınılara sarılışını.
Sanırım sıkıntı Atatürk söz konusu olduğunda senarist ve yönetmenlerin onu her cephesiyle anlatma telaşından kaynaklanıyor. Hem çocuk, hem asker, hem kumandan, hem devrimci, hem âşık, hem eş, hem arkadaş, siyasetçi, devlet kurucusu, hatip, dilci, tarihçi. Bunların hepsini 110 dakikada ve bir defada anlatmaya sinema sanatı müsait değil. Rahmetli Şevket Süreyya Aydemir üç ciltlik ‘Tek Adam’ı yazdıktan sonra “Hiç zahmetsiz iki cilt daha yazabilirdim” diyor. Kuşkusuz yazabilirdi. Kemal Tahir’in tarih okumalarıyla yazdıklarının birkaç katı Tarih Notları var.
Sinema ise yan öyküleri dışlamayan ama tek bir öykü üzerinde yapılan bir sanat. ‘Mustafa’ gibi, ‘Veda’ da, ‘Dersimiz Atatürk’ de her şeyin anlatma derdinde iddia taşıyan yapımlar. Zaman kısıtlaması, anlaşılabilir mali sınırlamalar dolayısıyla bazı şeyleri anlatmaktan sarfınazar eden, anlattıkları çok şeyin ise hepsine biraz değinip geçmek zorunda kalan çalışmalar.
Oysa Atatürk, gerek özel gerekse siyasi hayatında nadiren çalıntı zamanlarda neşelenmiş, güvensizlik çemberinden çıkamamış, hayal kırıklıkları ve kader anları sarmalı pençesinde, yaşamış, özellikle yaşamının son iki senesinde portresi resmedilenin ötesinde çok farklı çizilebilecek bir lider. Sadece hastalığı süreci bile Ankara ve İstanbul cephesiyle bakıldığında başlı başına bir gerilim.
Radikal

Atatürk'le ABD Elçisi'nin Gizli Kalmış Din Sohbeti



M. Kamal Atatürk, “Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman “tiksineceğini” söylüyor

Sözkonusu eser ilki 1934 yılında Atatürk yaşarken, üç kez Türkçeye çevrildi ve M. Kemal müdahale etmedi… Demek oluyor ki bunları gerçekten M. Kemal söyledi. Ayrıca “Radikal” ve “Milliyet” Gazetesi’nde de yayınlandı…


Atatürk’ün din hakkındaki görüşlerine ışık tutacak yeni bir belge ortaya çıktı. 1932-1933 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in hazırladığı ve Atatürk’ün kendi ağzından dinle ilgili görüşlerini içeren rapor ilk kez Toplumsal Tarih dergisinde araştırmacı yazar Rıfat N. Bali’nin hazırladığı yazıda yayımlandı.

Büyükelçi, Ankara’da görev süresi boyunca Atatürk ile yaptığı görüşmelere ve gözlemlere dayanarak “A Year’s Embassy to Mustafa Kemal” adlı bir kitap hazırlamıştı. Eser ilki, 1934 yılında Atatürk yaşarken, üç kez Türkçeye çevrildi. Kitabın en ilginç bölümü Atatürk’ün dine bakışını içeren kısımdı. Bu bölümde yazar, Atatürk’le yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş ancak Atatürk’ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış bunu da “Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamını burada vermek hiç doğru olmaz” satırlarıyla dile getirmişti.

Ancak Sherill, kitaba sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi özetleyerek bir rapora döktü ve ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdi. ABD Dışişleri Arşivi’ndeki bu raporu, Rıfat N. Bali Türkçeye çevirip Toplumsal Tarih’e yazdı. Aşağıda, raporun tam metni yer alıyor.

ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ
Sayı:423
Ankara, 17 Mart 1933
Konu: Türkiye’de din
MÜNHASIRAN MAHREM
Saygıdeğer Hariciye Vekili
Washington
(…)

Arapça neden yasaklandı?

“Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor.


Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kuran’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran’ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum. Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü.”

KAYNAKLAR:

ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ, Sayı: 423, Ankara, 17 Mart 1933, Konu: Türkiye’de din, MÜNHASIRAN MAHREM, Saygıdeğer Hariciye Vekili, Washington.

ABD Dışişleri Arşivi’ndeki bu raporu, Rıfat N. Bali Türkçe’ye çevirip “Toplumsal Tarih”e yazdı. Ayrıca Milliyet Gazetesi’nde haber olarak yayınlandı, bakınız: Milliyet, 7 Eylül 2006.

Kaynak: http://www.facebook.com/photo.php?fbid=10151040924027360&set=a.182751512359.127977.182737067359&type=1&theater


En son Ekim tarafından Pts Mar 22, 2010 1:48 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Arl 07, 2009 12:10 am    Mesaj konusu: Çerkez Ethem'in abisi Atatürk'e 'Kürt açılımı' önermiş Alıntıyla Cevap Gönder

Tabutluktan işkence anıları!
24 Ocak 2010,

Geçen hafta vefat eden Ordinaryüs Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan'ın tabutluktan işkence anıları: "Almanya'dan özel ampul getirip gözümü kuruttular"

Geçtiğimiz salı günü defnettiğimiz Ordinaryüs Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Sorbonne ve Columbia Üniversitelerinde akademik çalışmalar yapar ve bir kısmı yabancı dilde 39 kitaba imza atar.
Velüd bir kalemdir, çeşitli gazete ve dergilere makaleler yollar, film ve dizi senaryoları hazırlar. Kızılderililerin Türklüğü konusunda sunduğu belgeler hayli yankı bulur üniversite camiasında ama dönemin siyasileri tarafından pek sevilmez.

Türkiye gazetesinden İrfan Özfatura, Türkkan'ın tabutlukta uğradığı işkenceleri anlattı....

Tabutluktan gurbete bir dava adamı

Yıl: 1944...
Yer: Ankara
3 Mayıs günü Türkçü gençler Rusya'yı tel'in etmiş, İstiklal Marşı söylemiş, kahrolsun komünistler diye bağırmıştırlar.
Tam dağılıyorlardır ki atlı polisler gelir ve kalabalığı coplar. Gençler de mukabelede bulunurlar. Sıradan bir hadisedir ama İsmet Paşa pek kızar, devletin gücünü gösterecektir onlara!
Orda olsun ya da olmasın “kafası koparılacakların” listesi yapılır, Halid Ziya'nın oğlu Reha'yı da unutmazlar.
Genç hukukçuyu, gazeteci Ziyad Ebuzziya uyandırır “haberin olsun Reha” der, “seni de alacaklar!”
Babası tecrübeli bir bürokrattır. “İstanbul'da örfi idare var” der, “iyisi mi sen git Ankara'da teslim ol, askerin eline düşmemeye bak!”
Reha gecikmeden koşar Haydarpaşa'ya. Ankara'ya birkaç istasyon kala sivil memurlar tarafından tutuklanır. Sanki gerilla lideri gibi vilayetin arka kapısından sokar, bir odaya kapatırlar. “Yaz!”
- Neyi?
- Sorular kağıtta!

MAKALE GİBİ

Katılmadığı bir nümayişin hesabı sorulmaktadır, içi rahattır. Eline kalemi almışken döktürür, üstüne vazife gibi hükümetin Rusya'ya yaklaşmakla hata yaptığını açıklar. 23 yaşında bir çocuk işte, azıcık tecrübesi olsa “görmedim, duymadım” der, yırtmaya bakar.
Reha kağıdı memura uzatıp sorar “şimdi gidebilir miyim?” Adam elini sallar, “çok beklersin daha!”
Akşam olur, mesai biter, memurlar dağılırlar. Bakın şu toyluğa ki polislerden birine “ama gitmem gerek” diye sızlanır “annem merak eder sonra!”
Bakar tepki yok, “telefon edeyim o zaman...”
- Hayır! Men-i ihtilat var!
İki gün sonra sabrı taşar, “Ceza Usulü Muhakemesi kanununa göre beni ya salmalı, ya da hakime çıkarmalısınız. Ayrıca Anayasamızın...”
- Beyimiz kendini hukuk mektebinde sanıyor galiba!
Vilayet binasını iyi bilir, ani bir kararla yürür, doğru Valinin odasına... O sıra Vali Nevzat Tandoğan ile Hasan Ali Yücel ile konuşmaktadırlar. İkisi de aile dostudur, yakinen tanışırlar.
Vali yumuşakça sorar “seni aydınlık bir odada tutmalarını, yemek ısmarlamalarını tenbihlemiştim...”
- Beni burda tutmaya hakkınız yok ama!
Hasan Ali Yücel parlar “Vatanperverlik sana mı kalmış? Akıllanmadın mı hâlâ?”

KOMŞU HATIRINA

Milli şefimiz Sovyetlere şirin görünmekten yanadır. Maraz derecesinde ihtiyatlıdır zira. Hele Rus-İngiliz ittifakı kurulunca korkusu artar, öyle ki bize sığınan Azeri kardeşlerimizi geri verecek kadar. Moskova ile buzları eritmek için bir şeyler yapmalıdır, Turancıları toplamalıdır mesela.
Nitekim o yıl 19 Mayıs nutkunda “Türkçü elebaşlarına” verip veriştirir. Meğer neler yapmamışlar? Önce hükümeti devirecek, bilahare Almanya ile el ele verip Rusya'ya savaş açacaklarmış da filan...
Bir gece Reha'yı Etimesgut'tan trene atarlar, doğru İstanbul'a. Ama Haydarpaşa'ya götürmez, Pendik'te indirirler aşağıya. Meraklı insanları azarlar, halkı silahla hizaya sokarlar.
“Kaldırın ellerinizi, dönün duvara!”
Reha Oğuz'u Sirkeci'ye götürür bir deliği tıkarlar. Kör karanlık... El yordamı ile bir somya bulur, bavulunu dikine sığdırabilir ancak. Saçları arasında bir kımıldama hisseder pire herhalde deyip elini atar. Ama hayvan zıplamaz. Yoksa? Evet üstünü başını bit sarmıştır bir anda.
“Bu ne pislik? Doktor istiyorum, tifüs aşısı yapılsın bana!”
Kime anlatıyorsa!
Gece boyunca bit, pire, tahtakurusu ayıklar, sonraki günlerde direnci zayıflar koyverir yoluna...
Zaman mekan tasavvuru kalmamıştır, ben kimim, burası neresi, hangi aydayım sonra?
Lâkin hisleri gelişir komşu hücrede Muzaffer'in bir sonrakinde Savaş'ın yattığından emindir. Uzaktan uzağa Zeki Velidi Togan ve Prof. Namık Orkun'un sesini duyar. Ve tanıdık bir hıçkırık Ankara Musiki mektebi müdürü Orhan Şaik Gökyay'dan!
Her gece bir kapı açılır, içeridekinin canını çıkarırlar. Cellatlar adım adım yaklaşmaktadır. Hani ağzını burnunu kırsalar tamam da beklemek olmasa...
Bir sürü intihar vakası cam bulan bilek keser, zemin kıpkızıl kan.

YAZ OĞLUM

Bir sabah polisler onu alır huzura çıkarırlar. Bir yüzbaşı sandalye gösterir, otur!
- GGC'yi ne zaman kurdun?
- Anlayamadım?
- Yaz Muammer. Lise son sınıftayken üç arkadaşla birlikte Gizli Gürem Cemiyetini kurduk...
- Bu benim ifadem mi?
- Evet senin.
- Hiç heveslenmeyin, hayatta imzalamam.
- Anlaşıldı, seninle işimiz var. Atın şunu tabutluğa!
Aşağı indirir duvardan bir demir kapı açarlar. İte kaka deliğe sokar bileklerine halkalar geçirip tavana asarlar. Kapı kapanır paslı demir adeta dayanır burnuna. Tepesinde dört iri ampul ama böylesini görmemiştir daha...
Önce sadece bilekleri acır derken bütün eklemleri kopar. Sancı sancı sancı. Bir saat değil iki saat değil, 4 iri ampulün beyne verdiği eza diğerlerini bastırmaya başlar. Saçlar tutuştu tutuşacak. Şakaklarına şiş sokmaktalar. Göz kapakları ışığa mani olamaz, orbitaya kor korlar adeta. Ona da tamam da insanın dişleri niye gıcırdar?
Dayanılacak gibi değildir getirin imzalayacağım der, kapıyı açarlar. Ferah serin bir oda, ceviz masa, maroken koltuklar...
İçeri kısa esmer, çenesinin gücü yüzüne vurmuş bir adam girer. “Su verin şuna!”
İfade önüne gelir... Yok ırkçı Turancı bir teşkilat kurmuşlar da, babası destek olmuş onlara. Nihal Atsız'ın, Prof Zeki Velidi Togan'ın, Dr. Hasan Ferit Cansever'in adı geçer. Hatta Celal Bayar ve Ali İhsan Sabis Paşa... Silah üzerine yemin etmişlermiş, ihtilal yapacaklarmış. Sonra Almanya ile anlaşıp Rusya'ya...
Bir sürü zırva...

YAPANIN YANINA

İmza atsa alayı yanacak, atmasa tubutluğa tıkılacak.
Rica ederim der, daktiloya emretseniz de kendi ifademi yazdırsam.
O kadar vaktimiz yok, hem imzalayacağım demişsin memura.
- Bu şekilde imkanı yok ama...
Emniyet amiri doktoru çağırtır. “Bak bakalım dayanabilir mi?”
Doktor sadece kalbini dinler “arıza yok, ezaya müsait!”
Reha ifade kağıdını alır, parçalayıp doktorun yüzüne atar. “Tüh senin kalıbına!”
Polisler de ona girişir, tekmeler tokatlar... Yaka paça götürüp tabutluğa asarlar.
İstanbul Valisi Lütfi Kırdar'dır o sıralar... Düşünebiliyor musun böyle bir adamın adı sanatla kültürle anılıyor. Ne tuhaf!
Ve sil baştan askı. Demir halkalar bileklere gömülür, omzu çıktı çıkacak. Yere bir bassa! Hani boyu bir karış uzun olsa...
Sıcak, ışık, havasızlık... Çene kasıldıkça dişler zorlanır, azılar kırıldı kırılacak. Boğazı alev alev yanar.
Ya Rabbim sen büyüksün. Ah bir bayılsam. Ve bayılır da. Kendini yerde beton üzerinde bulur bir ara. Ne kadar da serindir. Ayıldığını belli etmez, azıcık daha yatsa...
Polislerden biri “yazık” diye acınır, öbürü, “geç” der, “bişey olmaz onlara!”
Ayılınca su verir, helaya götürür ve yeniden asarlar. Merhametli polis bir güzellik yapar ara sıra ampulü söndürür, çaktırmadan.
Ama sonraki günler full. Dört gün sonra bakarlar sol göz kurumuş, götürüp hücresine atarlar. Nasıl uyku... Bitmiş pireymiş kimin umurunda?

AÇ Bİ İLAÇ

Henüz dalmıştır ki sarsar kaldırırlar. Açlıktan midesi yapışmıştır sırtına..
Yine o Emniyet amiri ve yine o yüzbaşı. “Konyalı'ya yemek söyledik” derler, “ifadeni imzala da git otur sofraya!”
Akılları sıra tongaya bastıracaklar. Reha “mecmua çıkarmak için arkadaşlarımı çağırdım” diyor onlar, “kurduğum gizli cemiyetin mensupları ile o gece hafi bir toplantı yaptık” yazdırıyor.
- Eğer benim ifadem alınacaksa karışmayın, siz yazdıracaksanız kendi imzanızı atın altına!
- Mutena odayı unutma, bak tıktırırım bir daha!
- Ne duruyorsun? Korkutacağını mı sandın?
- Tabutluktan başka usullerimiz de var. Biz adamı öttürürüz icabında...
- Eğer laf alabileceğinizi bilseniz bunu yapardınız çoktan.
Emniyet müdürü yılışır. “Hadi ama çok uzattın, yemeğini soğutma!”
- Söyleyin çöpe atsınlar, zaten şu an itibariyle açlık grevine başlıyorum. Haberiniz ola!
MI ACABA?
Açlık grevi ilk günlerde zor gelir ama sonra alışır gider, ekmek su aramaz. Bir gün ona acıyan polis “yemeden olmaz ama” der “ölür gidersin burada!”
“Bana iyilik edeceksen olup biteni babama anlat!” Para uzatır. “Koy onu cebine insanlık ölmedi daha!”
İhtimal babasına ulaşmıştır. Bunu hisseder ve üste çıkar. Tutuklanması hukuksuzdur. Bir insan neyle suçlandığını bilmelidir en azından. Şimdi o sorar savcıya.
Ama adam kaşarlıdır, ifadeyi zapta geçirirken çaktırmadan tahrifat yapar. Reha bunları tek tek bulur ve sildirir, yeniden kapışırlar.
Savcının söylediklerine bakılırsa diğer tutuklulara dilediklerini imzalatmıştırlar. Arkadaşları onun kadar yürekli çıkmamıştır anlaşılan.
O gece uzun uzun düşünür, bir ses “dayan” derken öbürü “kendini kurtarmaya bak” diye fısıldar “şakası yok, darbenin cezası idam!”
Ne çirkef dünya... Kurtulmak istiyorsan salla arkadaşına! Hem böyle diren diren nereye kadar?
Pes etmeye niyetlenmiştir ama sorgu hakiminin karşısına çıkınca diklenesi tutar “asın beni” der, büyük bir kararlılıkla.
Bu defa savcı alttan alır, onun dediklerini yazdırır kağıda. Reha bu ifadeye de imza atmaz, değiştirilebilir kaygısı ile (ki değiştirilmiştir) uyduruk bir şeyler karalar.
(Mahkemede imzasının sahte olduğunu açıklayacak, bu kurnazlığı temyiz yolunda büyük puan kazandıracaktır ona.)
Bir ara hanımı ziyarete gelir. Reha direk Yüzbaşıyı gösterir “Güntekin” der “bu adam bana işkence ettiriyor!”
Hanımı öfke ile fırlar gözleri ateş saçmaktadır adeta. Yüzbaşı afallar “yalan” diye bağırır, “görüşme bitmiştir tamam.”
- Gel öyleyse, tabutluğun yerini göstereyim sana!
- Tamam dendi uzatma!
Ve Türkkan ailesi topyekun hücuma geçer. Dahiliye vekili yakınlarıdır zira. Annesi Savcı Alöç'ün odasına dalar, masasını yumruklar “bunu yanına koymam!”

HİÇ YOKTAN

Daha kuruyan göz meselesi vardır ki başlarına iş açacaktır anlaşılan. Reha'yı sinsice öldürmek için ne gerekiyorsa yapar, veremli bir mahkumun yatağına yatırırlar. Kah bodruma indirir akreplerin arasına atar (ki Müteferrika derler oraya), kah komünistlerle birlikte kapatırlar. Temmuz sıcağında suyu kesilir, garibim heladaki taharet musluğundan yudumlar.
Ama öldürmeyen Allah öldürmez. Reha işkence izlerini mahkemeye göstermekte kararlıdır bileğinde kabukları sürekli kanatır ve yaranın taze kalmasını sağlar.
Nihayet dava günü gelir.
Heyet-i hakime ve müddeiumumi (savcı) girer yerlerine otururlar. Savcı onunla uğraşan yüzbaşıdır bizzat, cübbe değiştirmiştir o kadar. Alayına idam istemektedir hem üstüne basa basa...
Hakimler arasında bir de general vardır Ziya Paşa!
Sıra Reha'nın ifadesine gelir, söylemediği cümleleri duyunca ayağa fırlar. Hakim tokmağı vurur, “atarım ha!”
Avukat tutmalarına izin verilmemiştir, hukuk kitaplarını da elinden alırlar. Sonraki celselerde avukat izni bağışlar ama onları da konuşturmazlar. İtiraz eden dışarıya!
Amir ve savcı direncini çözmek için sinir harbi başlatır. Mesela o gece Reha'nın yanında sarışın bir çocuğu falakaya yatırtırlar. Biri yorulur diğeri alır. Seyretmek daha yıpratıcıdır. Öyle ya dayak dediğin yiyinceye kadar!
Bir celsede savcı “bunlar nezarethanede ihtimamla ağırlandılar” deyince Reha dayanamaz “emniyette emniyette olmadık asla!”
Ve bir istida uzatır, dava dosyama koyun! Koymazlar.
- Askeri Usul Kanununun filan maddesine aykırı davrandınız. Madem öyle reddettiğinizi geçirin zapta!
İş inada binmiştir içlerinden biri kulağına fısıldar “bak kaçmaya kalktı der, sırtına sıkarız haberin ola!”

GECİKEN ADALET...

Heyet-i hakime yukarıdan emir almış olmalıdır ki o gün farklı davranırlar. İsmet Rasin'in avukatı Kenan Öner'in savunması belagat klasiğidir adeta.. “Eğer adalet işkenceden bahsedilirken burun kıvırıp başka tarafa bakmaksa....”
Reha “bu dava kanunsuz ve usulsüz başlamıştır” der, heyeti nazilere faşistlere benzetmekten korkmaz. Savcıya vatan haini ve müfteri diye hitap eder hatta!
Neticede Zeki Velidi Togan 10 yıl yer, Nihal Atsız 6, Reha ise 5 yıl beş ay...
Askeri cezaevi ayrı alemdir, daracık koğuş, hırsızı katili, sağcısı solcusu kucak kucağa...
Kış sert geçer, soba moba arama...

Reha temyize baş vurur, peşlerini bırakmaz.
O güne kadar CHP hep tek başına seçime girmiştir, bu defa (1946) DP vardır karşılarında. Paşa her ne kadar “açık oy gizli tasnif” gibi ucube bir usulle kendini garantiye aldıysa da adımını ölçülü atar. İçerideki Türkçüler Menderes'e yarar mı? Yarar valla...

Ve n'olursa olur, Askeri Yargıtay kararı bozar.

Bir anda kapılar açılır. İçerdekilerle vedalaşır, dışardakilerle kucaklaşırlar.
Hatıralarımı hislerime kapılmadan yazabilmek için on sene bekledim diyen Reha Oğuz (1955'te Tercüman Gazetesinde Tefrika edilmişti) CHP zulmünden uzaklaşmak için gurbete katlanır, ver elini Amerika...
Orası ayrı hikâye, bir başka yazıya...
ARSA MESELESİ Mİ?

Reha Oğuz'un babası Halid Ziya Türkkan bir İstiklal harbi gazisidir. Eski bir haritacıdır, Tapu Kadastro teşkilatını o kurar. Milli Şefimiz iktidar yıllarında Beşiktaş sırtlarındaki yarım kalmış Taşlık Camisinin arazisine göz koyar. Arsa önce Vakıflara aktarılır, sonra haraç mezat İnönü'lere satılır. Paşa bununla da kalmaz önünün park yapılmasını arzular. Gelgelim Tapu Kadostro Müdürü Halid Ziya istifası cebinde dolanan gözü kara bir adamdır, vazifede bulunduğu müddetçe yolsuzluğa alet olmaz.
anadoluhaber

Mustafa Armağan/Zaman
Çerkez Ethem'in abisi Atatürk'e 'Kürt açılımı' önermiş
(..)
İşte bundan yaklaşık 80 yıl önce yazılan bir 'açık mektup', tam da bugünkü tartışmalara bir cevap niteliğinde.

Mektubu yazan Çerkes Ethem'in ağabeyi Reşid Bey, ilk TBMM'de Saruhan (Manisa) milletvekiliydi ancak hain ilan edilince 8 Ocak 1921'de milletvekilliği düşürülmüştü. Lozan'dan sonra ilan edilen 150'likler listesine alındığı için uzun yıllar Amman'da yaşamış ve rejime muhalefetini her fırsatta dile getirmişti.

Reşid Bey'in, aşağıda yayınlayacağımız ve aslı Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde bulunan 'açık mektubu', Şam'da çıkan "El-Kâbes" gazetesinde Arapça olarak basılmış, Dışişleri Bakanlığı Basın Genel Müdürlüğü tarafından Türkçeye çevrilerek Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'e takdim edilmiştir.

Mektup daha önce Mete Tunçay tarafından "Tarih ve Toplum"un Ekim 1992 sayısında yayınlanmıştır. Ancak belgenin ekinde bulunan gazetedeki kupürü dikkate alınmadığı için metin tam olarak yansıtılamamıştır. Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde A VII/I D 86 F I-90-91 numarada kayıtlı bulunan çeviriyi Arapça metniyle karşılaştırmak suretiyle anlaşılır bir hale getirmeye ve günümüz diliyle ifade etmeye çalıştım.

Mektubun yazıldığı tarihte Türkiye kamuoyu biri Doğu'da, öbürü Batı'da olmak üzere iki kritik olaya gömülmüş durumdadır. Birincisi Türk siyasetinde fırtına gibi esen Serbest Fırka'nın kuruluşu, öbürü de peş peşe çıkan 5 Kürt isyanının kara bulutları. Mektup, batısında yeni bir umut rüzgârının tutuştuğu, halkın CHP'den kurtulma umudunun doğduğu, doğusunda ise en büyüğü Ağrı'da gerçekleşen Kürt isyanlarının peş peşe patladığı bir ortamda yazılmıştı.

Reşid Bey, son çare olarak Atatürk'e 'Kürt açılımı' tavsiyesinde bulunuyor, gerçekten namını Türkiye'nin iki halkı, yani Türkler ve Kürtler arasında yükseltmek ve ebedileştirmek istiyorsa gerekirse kendisini feda etmesini istiyordu. Sertlikle, baskıyla, şiddetle Kürtleri yola getiremezsiniz diyor ve ekliyordu:. Tek çare, ılımlı bir yönetimi iş başına getirip her iki millete de hak ve özgürlüklerini tanımaktır. Türkiye ancak böyle yapılırsa bölünmekten kurtulacaktır.

İşte 80 yıl öncesinden bugünlere seslenen o mektup:

"İşittiklerime ve gördüklerime dayanarak şunu söyleyeyim ki, hem Kürtlerin dinlerine tutku derecesinde bağlılıklarına, hem de kamuoyunun vicdanına aykırı olan mevcut durum, bu necip milleti tehlikelere ve savaşlara sürüklemektedir.

80 yıl önce yazılan bir 'açık mektup', bugünkü tartışmalara cevap niteliğinde.

İşte kanlar akmakta, canlar yok olmakta, hırs uyanmakta, intikam sevdası kalplerde kök salmaktadır. Ülkemin çöküşe doğru gittiği meydandadır. Dahası, cahil ve gafil Türk gazeteleri bu ayaklanmayı muhaliflerden yalnız birkaç kişinin üzerine yıkmaktadırlar.

Kürtlerin zulme gelemeyecekleri şüphesiz iken, şiddet, despotluk ve türlü imha yöntemleri ve Kürt beylerinin -Seyyid Abdülkadir de onlardandır- idamlarıyla sonuçlanan Şeyh Said İsyanı'nın (1925) ikinci bir isyan doğurmayacağını mı zannediyordunuz? Kürtlerin intikamları da şiddetli olur. Tarihten delil getirmeye gerek yok, yalnız bu son isyan bile öldürme, zulüm, şiddet ve köklerini kazımanın (tenkil) sınırları olduğunu gösteriyor.

Ülkemizin 15 milyona ulaşan nüfusunun yarısını teşkil eden Kürtler, tarihin en eski zamanlarından beri kendi mamur beldelerinde yaşamakta iken, uygulamakta olduğunuz siyaset memleketlerini bölüp parçaladı.

Halbuki çeşitli vesilelerle ve özel olarak da tarafınıza, Kürtlerin geleneklerine ve dinen kutsal bildikleri şeylere hücum etmenin, ülkemizin çöküşüne neden olacağını açıklamıştım. Ne var ki, hükümetimizin başı (İsmet Paşa) ve yoldaşlarının Türk milliyetçiliğinde ve ülkenin harap ve bitap düşmesinde ısrar, hatta inat ettikleri görülüyor.

Ey Gazi, şu an bu fırsattan yararlanmak için üzerinize büyük bir görev düşüyor.

1. Mert Kürt milletini harcamayın (zayi etmeyin) ve ona karşı düşmanlığın devamına meydan vermeyin.

2. Korkarım, tarih bizim geçmişteki beraberliğimizi tescil etmiş bulunuyor. Günahlarınız yüzünden ülkenin bölünmesinden kaygı duyuyorum. Unutmayın ki, en büyük ve uzun ömürlü şöhret, tarihin tescil ettiği şöhrettir. Ne mutlu ki ey Paşa, şimdiye kadar yaptıklarınız ve söyledikleriniz sizi tarihî nam ve şöhretten mahrum bırakıyor. Ancak bugün elinize bunu tersine çevirecek büyük bir fırsat geçmiştir. Bir an için kendinizi ölmüş farz edip namınızı yükseltmeye bakmalısınız. Kürtlerin dine tutkunlukları ve millî asaletleri, onları Türklerden ayrılmaktan men ediyor. Ancak bir şartla: Yönetimi cumhurdan, yani halktan ılımlı ve hür bir gruba emanet etmeniz gerekir. Böyle yaparsanız, himayeniz altındaki milletlerin (Türkler ve Kürtlerin) özgürlüğünü temin ve ülkemizin selametini muhafaza etmiş, böylece tarihte büyük bir ad ve şöhrete nail olmuş olursunuz."

Mektup burada bitiyor. Bitiyor mu sahiden de? İsmet Paşa ve yandaşlarının bugün de aynı kafada olduklarını gördükten sonra bu mektup hiç bitmez dostlar!
Zaman

Rauf Atilla Polat
HaberX
Türkiye’deki ’’İSRAİL ÜSSÜ’’ Çalışıyor Mu?
11 Ocak 2010

7 şehit olayının arkasında MOSSAD ile birlikte Rus Yahudilerinin yönettiği KGB’nin olduğunu yazdığımızda ’olmaz’ öyle şey diyenlere, zannediyorum Tayyar’ın makalesi bir şeyler anlatmıştır.

Devlet bu konunun üzerine gitmeli, muhakkak gitmelidir.Bu mesele 33 şehit olayından farklı bir boyuttadır. Konu kapatılmamalı.Bence MİT ve diğer güvenlik birimleri bu konuyu deşmeye çalışmalıdır.

Çünkü ufukta farklı bir birim vardır.

*

Asıl meselemize gelince;

28 Şubat darbesinde görünmeyen darbeci devletin İsrail olması;

7 Şehit olayının arkasında İsrail’in olması;

Güneydoğudaki olayların çıkmasında ve Kürt devleti projesinin arkasında İsrail’in olması;

ve İsrail’in Türkiye’de bu kadar rahat hareket ediyor olması...

Hayır, sizlere MOSSAD’ın Türkiye’deki yapılanmasını anlatmayacağım. Artık bu konulardan herkes sıkılmış durumda.

Anlatacağım yapının ucu çok ilginç yerlere bağlanıyor ve bu yapının Türkiye’de hala aktif olup olmadığı belli değil...

Ve hiç dile getirilmeyen bir ÜS...

Bu üsse Türkiye’de ’’İSRAİL ÜSSÜ’’ diyorlar.

Bu üssün ülkenin neresinde olduğu pek açık değil.

Üstelik bu üs uzun yıllardır kullanılıyor.

*

Malumunuz üzere İsrail’i ilk tanıyan devletlerden biri olarak İsrail’le görüşen ilk devlet büyüklerinden biriside bizim tek adam İSMET İNÖNÜ’dür.

İnönü’nün şu meşhur gizli görüşmesinin detaylarını kimse bilmemektedir.

Bu görüşmenin içeriği ne meclis kayıtlarında mevcuttur ne de İsmet İnönü’nün yanında kendisinden başka devlet yetkilisi vardır. Görüşme meçhul kalmıştır.

Bildiğiniz gibi ABD, TÜRKİYE ve İSRAİL 1958 yılında Türkiye’de bir İsrail üssü kurulmasına karar vermişti. MOSSAD elemanları CIA ile birlikte o dönemde kurulan Özel Harp elemanlarımıza eğitimi birlikte veriyordu. (Bu sürekli İsrail yandaşı basın tarafından görülmemektedir)

1958’ten sonra da ülkedeki karışıklıklar artmış ve 60 darbesi de peşi sıra gelmişti. -Detaya girmeye gerek yok-

Bilindiği kadarıyla bu MOSSAD üssü 1970 yılına kadar CIA ile birlikte Özel Harp dairesinde beraber çalışıyordu. 70’den sonra İsrail üssünün farklı bir yere taşındığı yönünde kesin bir bilgi elimizde bulunmasa da duyumlara göre o dönemde Ergenekon’da da değişen bir yapıyla birlikte üssün farklı bir yere taşındığı söyleniyor.

Öyle ki bu yapı, hem PKK’yı hem de Ergenekon’un belli bir kanadını çok rahat bir şekilde kullanabiliyordu. Şuan da içeride olan ve ismi geçen masonlar Ergenekon’da MOSSAD adına çalışan ayakları oluşturan kişilerden bazılarıdır.

İlk 8’in içinde de ciddi bir mason, yani Mossad ağırlığı göze çarpıyor. Masada oturan bir yöneticinin de ayda bir İsrail’e ve ABD’ye gittiğini ve Yahudilerle görüşmesini de işin içine katarsak zannediyorum olayın boyutu biraz daha belirginleşecektir.

80’den önce çıkan olaylarda özel harp dairesine eğitim veren CIA elemanlarında bazılarının Yahudi oluşu, Kandilin ve Barzani’nin en büyük dostu İsrail’in olması ve bu MOSSAD elemanlarının Türkiye’de rahat dolaşıyor olmaları bu üssün çok rahat hareket ettiğini gösteriyor.

Benjamin Beit-Hallahmi’nin de dediği gibi;

’’MOSSAD ile gerçekleştirilen bir gizli görüşme de Başbakan İsmet İnönü’nün 1964 yılında İsrail Başbakanı Levi Eşkol ve MOSSAD Başkanı Meir Amit ile Paris görüşmesiydi. Kıbrıs’ta katliamlar sürecinde gerçekleştirilen bu görüşmede çok önemli konuların yanı sıra MOSSAD üssü ve MOSSAD’ın faaliyet bağlantılarının görüşüldüğüne şüphe yoktur.’’

Ne yazık ki bu görüşme bugüne kadar gündeme getirilmemiştir. Gizli tutulmuştur.

İsmet bey, MOSSAD’la görüştükten sonra Türkiye’de İSRAİL ÜSSÜ kuruluyor ve bu üs hiçbir kitap ve gazeteye konu olmuyor.

Acaba niçin?...

CIA tartışılırken İSRAİL ÜSSÜ neden hiç konuşulmamıştır.

Bu üssün varlığını inkar etmek kolaydır. Ancak bazı şirketler ve Almanya’daki PKK ile Yahudi Merkel’in adamlarının bağlantıları ve PKK’nın yurt dışı sorumluları ile yapılan görüşmeler nasıl inkar edilecektir?

Başlarına çuval geçirilen askerlerden sorumlu olan Korgeneral Köksal Karabey’in, Dick Cheney’in şirketinin , Koç grubunun ve Yahudi işadamlarının desteklediği Silopi’de kurulan ’’Emekli Ajanlar Şirketi’nin’’ İsrail üssü ile bir alakasının olduğunu söylersek ve buradaki yöneticilerden bazılarının Türkiye’de uzun yıllardır bulunduğunu da eklersek hata mı etmiş oluruz?

Jitem’in aktif olduğu dönemde bölgede PKK kadrolarına hem sınır dışı hem de sınır için de rahat bir şekilde silah dağıtımı yapan, Ankara ve İstanbul’da PKK’lı bazı yöneticilerle özellikle 92-99 arası toplantılar yapan MOSSAD’ın Türkiye’de üssünün olmadığını nasıl yok sayacağız?

Kurulan bu Black Hawk şirketine birileri pasif demeye çalışsa da o bölgede yaşayanlarla konuştuğunuz zaman ve o bölgede çalışan askerleri dinlediğiniz de size çok farklı bilgiler verecektir.

Ayrıca;

’’Dışişleri Bakanıyken Hikmet Çetin İsrail’i ziyaretin de Şimon Perez’le 12 madde’lik çok gizli bir anlaşma yapmıştı.

Bu anlaşma ile İsrail; Suriye ve İran’da çok rahat operasyonlar yapabilecekti,

İsrail’in Türkiye’de organize ettiği bir ’’özel güvenlik şirketi’’ aracılığıyla ajan eğitimi verilmesine,

İsrail İstihbaratı’na Türkiye’deki MOSSAD Üssü’nü genişletme imkânı tanımasına,

Türkiye’de TEVEL ve TZOMET adlı MOSSAD şubelerinin resmen açılmasına,

İsrail savaş uçaklarına Konya’da uçuş üssü verilmesine ve savaş pilotlarının eğitimine izin verilmiştir. ’’

Dikkat ederseniz bu anlaşma 1993 yılında yapıldı. İkinci madde de özel bir şirket diyor. Silopi’deki Özel bir şirketti. Tansu Çillerin de İsrail ile olan görüşmelerini göz ardı etmemek lazım.

Veli Küçük ve Doğu Perinçek’in de alt kadrolarında şirketlerle bağlantılı isimler mevcut. Ergenekon’daki güvenlik şirketlerinde çalışanları da bir gözden geçirmekte fayda var.

Son olarak;

2001 yılında CIA ve MOSSAD tarafından 5 bin MİT mensubunun gerçek kimlikleri deşifre olduğu yönünde bir haber vardı. Bu bilgilerin deşifresin de o banka da çalışan yönetici ve güvenlik elemanlarından bazılarının MOSSAD’a çalıştığı yönünde bir de bilgi paylaşsak ve bu yöneticilerden bazılarının Ergenekon operasyonundan sonra kayıplara karıştığını açıklasak ne dersiniz?

Ya da;

Özel hap dairesine girilmesinden rahatsızlık duyan Murat Karayılan’ın 99 yılından önce MOSSAD’ın adamı olarak PKK içerisinde çalıştığını ve birçok harekatı da onlarla birlikte gerçekleştirdiğini yazsak ve yine desek ki; 7 şehit olayından birkaç gün sonra çıkıp operasyonu sahiplenmesini de başkan DAGAN istedi diye bir tez ortaya atsak ... Bize kızarlar mı?..

Evet fazla uzatmayalım;

Türkiye’deki İsrail üssünün varlığını devlet biliyor mu? Ergenekon’a 2003’te inanmayan devlet bu üssün varlığına inanıyor mu? Eğer cevap olumsuzsa son bir önerim var;

Devlet son iki MİT başkanı ve merkez medyanın eski yaşlı yazarını çekip sorgulasın. Bakarsınız duymadığınız şeyleri ilk kez duymuş olursunuz...

MUSTAFA ARMAĞAN
m.armagan@zaman.com.tr
07 Şubat 2010
"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım"



Ölümünün 62. yıldönümü vesilesiyle geçtiğimiz 25 Ocak günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen Kâzım Karabekir'i Anma Töreni'nde konuşan Org. İlker Başbuğ, Paşa'nın bazı sözlerini Balyoz Harekâtı İddiası'nı boşa çıkarmak için kullanmıştı.
Yalnız Sayın Başbuğ'un konuşmasında andığı sözler ile Karabekir'in orijinal ifadesi arasında bir kelimenin farklı olduğu gözden kaçmadı.

İlker Başbuğ konuşmasında Karabekir'in sözlerini şöyle aktarıyordu:

"Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren, sonra münakaşasını istediğin gibi yap. Birincisi, hakikatin aranması ve öğrenilmesi konusu senin vicdanına; ikincisi ise münakaşadaki durum kişilerin seviyesine ve irfanına, bilgi birikimine dayanıyor. (...) (H)erkes (...) önce vicdanına, sonra da seviyesine, bilgisine dayanarak hareket etmeli."

Eğer bir dil sürçmesi değilse Sayın Başbuğ'un önündeki metni hazırlayan uzman, Karabekir'in bir kelimesini yanlış yazmıştır. Diyeceksiniz ki, bu tür hataları hepimiz yapıyoruz, Genelkurmay Başkanı yapmış çok mu? İyi ama biz tarihimizi böyle mi 'doğru' anlayacağız? Emrinde binlerce uzman bulunan ülkemizin en seçkin kurumlarından birinin başkanı 5 cümlelik bir alıntıda bu hatayı yapabiliyorsa işin hakikatini nasıl araştıracağız?

Geçen hafta da sormuştum: Genelkur-may'ın Karabekir Paşa açılımı iyi güzel de, onun ciltlerce kitapta ortaya koyduğu ve resmi anlatıya taban tabana zıt mahiyetteki 'alternatif inkılap tarihi'ni nereye koyacağız?

Bu yazıda "yakın tarihin Pandora'nın kutusu" dediğim Karabekir'in tezlerini daha geniş olarak ele alacağım. Aşağıdaki radikal iddialarından açıkça görülecektir ki, eğer yakın tarihimiz Karabekir Paşa gözüyle yazılmış olsaydı, bugün bambaşka türden bir inkılap tarihi okuyor olacaktık.

Ben bu yazıda bu "Cıss" diyen birilerine aldırış etmeden Karabekir'in gözüyle İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş seyrini anlatacağım. (Özet bana ait ama bilgiler tamamen Karabekir Paşa'nın kitaplarından derlenmiştir; kaynaklarını merak edenler lütfen yeni kitabımı beklesinler.)

7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa Filistin'de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu'nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana'ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı haberi geldi. Benim başında bulunduğum 15. Kolordu (eski 9. Ordu) ise elde kalan en güçlü askeri birlikti. Morali düzgündü ve yenilmemişti.

Ancak Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul'a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm, hepimizi birden yakalayıp Malta'ya sürseler, Doğu'dan başlayacağına inandığım Milli Mücadele'yi kim yapacaktı?

İşte bu yüzden hem Padişah Vahdettin, hem de Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu'ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Padişah 'ümidim sizde' diyordu. En ümitsizi ise İsmet Paşa idi. Köye dönüp çiftçilik yapmayı bile düşünüyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul'da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli'deki evinde yaptığımız baş başa görüşmede (o sırada ameliyatlıydı, hasta yatıyordu) benim Anadolu'ya geçme fikrime biraz soğuk baktı ve "Bu da bir fikirdir, sonra görüşürüz" dedi.

12 Nisan 1919'da İstanbul'dan hareket ederek Milli Mücadele'yi bizzat başlattım. "Siyasî ve askerî esas planlarını tespit ettim." Bir hafta sonra 19 Nisan'da Trabzon'a çıktım. İzmir'in işgali üzerine ilk mitingi Trabzon'da düzenlettim, daha o sırada Mustafa Kemal Paşa Samsun'a bile çıkmamıştı. 1918'de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Kurtuluşun Doğu'da olduğundan adım gibi emindim. Trabzon'da Miralay (Albay) rütbesinde bir Osmanlı Şehzadesi ile karşılaşmam ilginçtir. Adı, Cemaleddin Efendi idi (Abdülaziz'in torunu).

17 Haziran günü "küçük Erzurum Kongresi" toplandı. Öte yandan Amasya Genelgesi az daha başımızı derde sokacaktı, zira askerî bir ihtilal havası vardı. Bunu dünyaya kabul ettiremezdik. Oysa Wilson prensiplerine göre bizim halkla beraber, millet olarak harekete geçmemiz gerekiyordu. Asker bu harekete sadece kol kanat gerecekti.

Bunun içindir ki, sivil bir olum olmasına önem verdiğimiz Erzurum Kongresi'ne katılmadım, İstanbul'dan tutuklama emri elimde bulunan Mustafa Kemal'i "Hepimiz emrinizdeyiz Paşam" diye selamlayarak karşıladım. Mustafa Kemal Paşa sendeleyerek üzerime atıldı, boynuma sarılarak yanaklarımdan tekrar tekrar öptü, teşekkür etti. Kendisine rahatça çalışabilmesi için askerlikten istifa etmesi gerektiğini söyledim. Lakin etmedi, bunun üzerine askerlikten uzaklaştırıldı, arkasından geç de olsa istifa etmek zorunda kaldı. Böylece sivil olduğu için Erzurum Kongresi'ne katılması imkân dahiline girdi.

Erzurumlular onu, milli hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı, ben bu şüpheyi teminat vererek giderdim. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey benim etki ve baskımla üye seçildiler, M. Kemal'i başkan seçtiren de benim. Böylece Milli Mücadele, Erzurum Kongresi ile başlamış oldu. Hayret edilecek şey: Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek tekrar gelmek durumunda kaldı...

Görüldüğü gibi her cümlesi dinamit gibi olan iddialar bunlar. Resmi tarihe taban tabana zıt, her biri başlı başına bir tartışma konusu. Ancak madem inkılap tarihini Karabekir Paşa gözüyle (en azından Org. Başbuğ'un dediği gibi gerçeği arayış yöntemini göz önünde tutarak) yazacağız, o zaman iddialara biraz daha devam etmemiz gerekiyor.

Son olarak Karabekir, "Nutuk"un ilk cümleleri olan "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara"nın kendisi açısından nasıl göründüğünü de yazmayı ihmal etmemişti. Bu radikal bir iddiaydı ve o cümleler çok şeyi anlatıyordu:

"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Şarktaki askeri vaziyet şöyleydi..."

Can Dündar
Milliyet Gazetesi
“Halam intihar etmedi, sırtından vurdular”
28 Şubat 2010

Fikriye Hanım’ın yeğeninin iddiası:

“Halam intihar etmedi, sırtından vurdular”

Fikriye Hanım’ın ölümü, “Cumhuriyet tarihimizin ilk şüpheli ölüm”ü sayılabilir.
Çünkü 86 yıl sonra bile bu ölümün ardındaki sır perdesi tartışılmaya devam ediyor.
Zülfü Livaneli’nin “Veda”sından sonra tartışma yeniden gündeme geldi.
Filmde Fikriye Hanım’ın Çankaya’da Mustafa Kemal Paşa ile görüştürülmediği için intihar ettiği tezi işleniyor.
Biz de 1994’de yaptığımız “Fikriye” belgeselinde öyle işlemiştik. Ancak belgesel yayımlandıktan sonra ortaya çıkan bir tanık bildiğimiz her şeyi alt üst etti.

Bir telgraf ve bir haber
O tanığa geçmeden, “bildiğimiz her şey”i özetleyeyim. Tevatür çok ama elde ciddiye alınabilecek iki belge var:
Biri Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 baharında, evlenip Ankara’ya döndükten hemen sonra Adnan Bey’e çektiği bir telgraf metni... Şemsi Belli’nin arşivindeki o metinde şu yazılı:
“Fikriye Hanım’ı tedavi için Almanya’ya göndermiştim. Benden izin almadan neden Dersaadet’e gelmiştir? Katiyen Ankara’ya hareketine müsaade edemem. Kendisine para vermiştim. Orada ikamet etsin ve bana izahat versin.”
İkinci belge ise, 1 Haziran 1924 günkü Vatan Gazetesi’nde “Fikriye Hanım’ın intiharı”nı duyuran haber:
“Fikriye Hanım Ankara’ya çıkınca istasyondan doğruca Reisicumhur dairesine gelerek Reisicumhur ve refikalarını görmek istediğini söylemiştir. Gazi ve hanımını görmek mümkün olmayacağı kendisine bildirilmiştir. Fikriye Hanım beklettiği kira arabasıyla geri dönmeye mecbur olmuş ve dönüş sırasında, üzerinde bulundurduğu anlaşılan tabancayla araba içinde intihar etmiştir.”

Çıkagelen tanık
Bu haber, muhtemelen bir “resmi açıklama”ya dayanıyordu ve yıllar boyu da “resmi tarih”in temel dayanağını oluşturdu.
Şimdi dönelim “gayriresmi tarih”e...
Belgesel yayımlandıktan sonra Türkan Şoray “Fikriye”nin öyküsünü sinemaya taşımayı
önerdi. Birkaç kez
buluşup konuştuk.
Bu hazırlık gazetelerde haber olarak çıktı.
İşte o haber üzerine Amerika’dan bir telefon geldi.
Arayan, Abbas Hayri Özdinçer’di.
Fikriye Hanım’ın öz yeğeniydi.
Kendisini tanıtınca, belgeselin hazırlığı sırasında Fikriye Hanım’ın ailesinden birilerine ulaşabilmek için çok çaba sarf ettiğimizi, kimseyi bulamadığımızı söyledim.
Ailenin olaydan sonra “bir nevi sürgün”e tabi tutulduğunu öğrendim.
Özdinçer belgeseli izlememiş ama film projesiyle ilgili haberleri okumuştu. Bizimle görüşmek istiyordu.
İstanbul’a geldi. Türkan Şoray’la birlikte buluştuk.
Son derece zarif bir beyefendiydi. Ancak kaygılı görünüyordu. Bildiklerini anlatmanın ne tür sonuçlara yol açabileceğini kestiremiyordu. O nedenle yıllarca susmuştu.
“Ama artık yaşlandım. Bu sırları size devretmek, bildiğim her şeyi anlatmak istiyorum” dedi.
Ve anlattı.
Bir defa Fikriye Hanım’ın hastalık
nedeniyle değil, Ankara’dan uzaklaştırılmak amacıyla -veya Ankara’da yapılmasında sakınca görülen bir tıbbi operasyon için- yurtdışına gönderildiği kanısındaydı.
Türkiye’ye dönüşte Ankara’ya gelip
bir süre Çankaya Köşkü’nde Mustafa
Kemal ve Latife Hanım’ın konuğu olarak kalmıştı. Ancak Latife Hanım’la yaşanan gerilimin ardından İstanbul’a dönmüştü.
Yeniden Ankara’ya geldiğinde Köşk’ün yaveri Rasuhi Bey tarafından içeri alınmamıştı.
Özdinçer halasının ikinci gelişinden ve içeri alınmayışından Mustafa Kemal Paşa’nın haberdar edilmediği inancındaydı.
Peki ölüm?
Yeğenine göre Fikriye Hanım intihar etmemiş, vurulmuştu.

“Alçaklar, vurdular beni...!”
Bilinenin aksine, Fikriye Hanım, olaydan sonra hemen ölmemiş, kanlar içinde Memleket Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
Olaydan sonradan haberi olan Gazi, bizzat hastaneyi aramış, ilgilenmiş ama Fikriye Hanım kurtarılamamıştı.
Ölümden sonra Fikriye Hanım’ın İstanbul’daki ağabeyi Ali Enver Bey iki sivil polis eşliğinde Ankara’ya getirilmişti.
Enver Bey, cesedi görmek istediğinde, kendisine naşın defnedildiği söylenmişti.
Ama o, işin peşini bırakmamış, kardeşinin yattığı hastaneye giderek ölüm olayını araştırmıştı. Ve olay gecesi hastanede çalışan görevlilerden biri, kendisine “büyük sır”rı söylemişti:
“Kurşun, kardeşinizin sırtındaydı”.
O gün hastanede yatanlardan çoban
Hüseyin ise Ali Enver beye şöyle demişti:
“O gece bir avrat getirdiler. Sabaha kadar
avaz avaz ‘Alçaklar... katiller... vurdular
beni...’ diye bağırdı”.

“Boynu bükük sümbül”
Abbas Hayri Dinçer bunları anlattıktan sonra bir sigara yakmış ve “Üzerimden büyük yük aldınız, babam Enver Bey’e olan bir vefa borcumu ödedim” demişti. Sonradan olayı Atatürk’ün emir eri Ali Çavuş’un şimdi rahmetli olan kızından da dinlemiştim.
Bu olaydan sonra Atatürk’ün günlerce üzüntüsünü belli etmeden ıstırap çektiğini, Köşk’ün arka bahçesinde Fikriye Hanım’ın çok sevdiği “Boynu Bükük Sümbüle Döndüm” şarkısını mırıldanıp ağladığını söylemişti bana...
Hayri Bey 2006 yılında Fikriye Hanım’a ait bazı özel eşyaları Ulaştırma Bakanı’nın da katıldığı bir törenle TCDD’ye bağışladı.
Yatak örtüsü... Kırlent... Birkaç soluk fotoğraf... Atatürk’ün Şam’dan hediye getirdiği tepsi...
Bu eşyalar törenle teslim alındı ve Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’le zor günlerde bir arada yaşadığı tarihi Gar Binası’na yerleştirildi.
Törende Hayri Bey’e gazeteciler ısrarla Fikriye Hanım’ı sordular. Şöyle dedi:
“Bizde Fikriye Hanım’a ait bazı hikayeler ve hatıralar var. Ancak, bunlar şu anda açıklanacak şeyler değil. Hakkında bilinmeyen şeylerden biri, halamın gömüldüğü yer, diğeri ise otopsidir. Bunlar hiç kimseye açıklanmamıştır. Halama ait eşyalar babama verilmemiştir. İntihar edip etmediği hususunda ise hiçbir şey söyleyemem.”

01 Mart 2010
Mete Tunçay: 'Atatürk Dönemi Yargısı İçler Acısı'
Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarih konuşuldu.

PAZARTESİ KONUŞMALARI
Neşe Düzel
Taraf Gazetesi

“Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”

“Milli Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”

“Atatürk, orduyu güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu birine verdi. Planı, güçlü bir orduya ihtiyaç duymadan, bölgesel paktlarla savaş riskini ötelemekti.”

* * *

NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?

Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?

İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?

İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?

Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?

Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?

30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?

Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?

Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?

Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?

Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?

Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?

Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?

Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?

Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?

Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?

Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?

Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?

Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Mar 03, 2010 12:19 am    Mesaj konusu: Laiklik Sabetaycıların Eseri![/ Alıntıyla Cevap Gönder

02 Mart 2010
Laiklik Sabetaycıların Eseri!

Atatürk Hint müslümanlarından gelen 600 bin liranın 100 bin lirasını savaş için devlete ödünç verdi. Sonra bu parayı geri aldı....

Neşe Düzel
Taraf Gazetesi

“Ordunun ilericiliği, bahane. Niye daha ileride olsunlar ki toplumdan? Bütün bu laiklik, Atatürk devrimleri sözleri, halka emretmeyi sürdürmenin bahanesidir.”

“Yeraltı muhalefeti, “Abe diye konuşanlar bizi yönetiyor” diye kızıyor. Atatürk de dahil böyle konuşuyor ve Rumeliliğe karşı Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor.”

“Yalçın Küçük, “Sabetaycılık, Selanik’te hâkim oldu. Cumhuriyet’i kuran sivillerin bu Sabetaycı kökeni, laikliği belirledi” deseydi, benimsenirdi.”

* * *

İKİNCİ BÖLÜM
Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: ‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

METE TUNÇAY: Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?

Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.

İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?

Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.

Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?

Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de...

Ordunun asıl istediği nedir?

Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?

Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

Niye?

Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.

Atatürk İstanbul’a niçin küstü?

İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

Affediliyor mu?

Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.

Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?

Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?

Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?

Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

Anlamadım...

Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?

Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya...

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?

Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?

Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?

M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...

Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?

Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?

Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?

Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?

Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?

“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?

Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?

Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?

Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?

Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?

Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?

İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?

Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?

Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?

Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?

Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

Okuyucu yorumları

İktidar gafildir.
metin kocakurt
"Tarihin asırlar zarfında meydana getirdiği şeyi emirnamelerle değiştirmek isteyen iktidar sahipleri gafildir." (Gustave Le Bon) "Bence en mühim şey, Cumhuriyetin iyi bir şey olduğunu ekseriyet anlatmak ve cumhuriyeti hakiki cumhuriyetperverlerle tutmaktır. Riyakarlarla değil. Riyakarlar kuvvetinin ismi ne olursa olsun alkışlayanlar bedbahtlardır. (Kazım Karbekir) "Müstebit zalimleri tard edenmillet değil de fertlerse yeni bir zulme o millet yine boyun eğecektir." K.K
02 Mart 2010
dini reform
metin kocakurt
M.Kemal,Ülkenin siyasi yapısını değiştirmek, halkı uyandırıp onun Fransız İhtilali ile doğan ve şimdi Batı Avrupa'nın bir çok ülkesinde gelişen milli egemenlik kavramıyla ilgilenmesini sağlamak istiyordu.Böyle bir değişikliğin pek çabuk olamıyacağını biliyordu.Nedeni İslam diniydi.Dini güçler demokrasinin yerleşmesine karşı koyacaklardı.Onun için, M.Kemal siyasi reformu her şeyden önce dini reform olarak görüyordu.(Lord Kınross-ATATÜRK-Sa:66
02 Mart 2010 Salı 21:59
http://www.aktifhaber.com/news_view_comment.php?id=274879

03 Mart 2010
Oğlunun Biri Asılacak Sen Seç
Prof. Mete Tunçay'dan İstiklal Mahkemesi gerçeğini anlatan çorpıcı örnek: Babayı perişan eden soru: "Biri asılacak biri askere gidecek. Hangisini asalım , sen seç"

Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'in ünlü tarihçi Profesör Dr. Mete Tunçay'la yaptığı söyleşinin üçüncü bölümünde Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan birbirinden ilgi çekici olaylara yer verildi.

Cumhuriyet dönemi İstiklal Mahkemeleri'nin dehşet saçtığını anlatan Prof. Tunçay, o dönemde "biri eski bakan,iki İtihatçı mahkum oldular. Halkın içine mahkum olarak çıkamayız deyip karara itiraz edince tekrar yargılanıp asıldılar" diye konuştu.

Tunçay'dan bir başka ürpertici örnek: İstiklal Mahkemesi iki asker kaçağı kardeşi yargılıyor. Babaya 'Biri asılacak, biri askere gidecek. Hangisini asalım, seç' diyor...

İşte Düzel'in Tunçay'la yaptığı röportajın üçüncü bölümünün tam metni:

Takrir-i Sükun Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama… Cumhuriyetin ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükun’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükun’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyetin kimliği belirleniyor. Meclistekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükun öncesinde daha özgürlükçü olan cumhuriyet, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor. ‘İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. . Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. ‘Ne söylerseniz onu yapacağım ben’ diyor. Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya.... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğula geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyetin kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i alem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükun’dan sonra kurulan İstiklal mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde… İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme Başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemeleri’nde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemeleri’nde neler yaşanıyor peki?

Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkum oluyorlar. ‘Biz memleketin içine sanık ve mahkum olarak çıkamayız. Mahkumiyet kararına itiraz edelim’ diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkum edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurt dışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkum oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemeleri’nin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, ‘Frenk Taklitçiliği ve Şapka’ isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela… Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, ‘oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç’ diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?

Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, ‘bizim partimiz efkar ve itikat-ı diniye saygılıdır’ diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M.Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk, Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

‘Ankara istasyonuna omuzunda flintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi’ diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayınladığı anılarında, ‘Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı’ diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?

Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, ‘Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu’ diyor.

Bazıları Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, ‘Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir’ diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cumaya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün… İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, ‘Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset denildiğinde, ‘Allahaısmarladık diyeceğiz ya’ dedi.

Atatürk, cumhuriyeti bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

Aynı şey. Bulgaristan’da, ‘Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir’ diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, ‘Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz?’ diye sordum. ‘Olmaz’ dedi. ‘Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?’ dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?

Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, ‘Atatürk büyüktü sana ne oluyor?’ demeye başlıyorlar. ‘Atatürk büyüktü’ demek, ‘sen büyük değilsin’ demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve ‘tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu’ diyorlar. Böylece bir açık artırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’de demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz?

Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hala savunuyor mu?

Resmen savunmuyor ama… Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hakimiyetlerini sürdürmek için de, ‘biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir’ diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.

Bugün de milletvekili yok… CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?

Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, ‘Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu’ diye soruyorlar. ‘Yol yapın, ordu girebilsin’ diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce?

1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. ‘Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum’ türünden mektuplar yazıyor.

Yani…

Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hakim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet paşa boyun eğdi mi?

Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?

O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki… Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, ‘bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun’ diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu cumhuriyetin koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?

Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla cumhuriyetin kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama… Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi Hissetti?

1930’da Fethi Okyar’a ‘benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası’ dedi.

‘Başka türlü olamazdı’ deniliyor. Olamaz mıydı?

Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?

Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, ‘Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok… Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek’ diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M.Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.
aktifhaber

Zülfü Livaneli'nin yazıp yönettiği 'Veda filmi tarihî yanlışlıklarla dolu

06 Mart 2010 C Zülfü Livaneli'nin yazıp yönettiği 'Veda' filmi, Can Dündar'ın Mustafa'sına kırgınların gönlünü alan bir yapım. Veda, tarihî gerçekliklere işaret eden ayrıntıları işlerken hataya düşmekten kurtulamamış. Zaman gazetesinin haberine göre; NTV Tarih dergisi yazarlarından Ahmet Kuyaş, Necdet Sakaoğlu ve Derya Tulga, filmde göze batan hataları listelemiş.

Gazeteci-yazar Can Dündar'ın 'Mustafa'sıyla başlayan tartışmalı Atatürk filmlerine bir yenisi daha eklendi. Mustafa Kemal Paşa'nın yaveri Salih Bozok'un anılarından yola çıkılarak kurgulanan Veda'da, Atatürk'ün çocukluğundan ölümüne kadar geçen süre, Latife ve Fikriye Hanım çatışması dışında; politik, resmi tarih esas alınarak anlatılmış. NTV Tarih Dergisi yazarlarından Ahmet Kuyaş, Necdet Sakaoğlu ve Derya Tulga, filmde göze batan hataları listelemiş. İşte birkaçı...

Selanik'te Molla sıfatıyla tanınan Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım karakterinin tavrı, giyim kuşamı ve çoğu sahnede başının açık olması, dindarlığıyla çelişiyor. Kafa karışıklığına sebep olan sahnelerden biri, oğlunu karşılamak için başında örtü olmadan sokağa çıkması. Bu tür bir davranışın, o dönemin Selanik'inde gerçekleşmesi mümkün değil. Mustafa Kemal'in mahalle mektebine giderken giymek istemediği sarığı o dönemde çocukların kullanması ise gerçek dışı. Çünkü erkek çocuklar, o zamanlar büyüklerin eskiyen feslerinden dönüştürülen veya ev yapımı külahlardan takıyordu. Sarık sarmak için en azından hocalık derecelerine ulaşmak gerekiyordu.

Veda'daki Conkbayırı sahnesi de hatalarıyla göze çarpıyor. Süngü hücumuna, muharebenin komutanı Mustafa Kemal'in en önde katılması doğru bir bilgi değil. Bunun yanı sıra savaş tekniği açısından da asılsız. NTV tarih yazarlarına göre, grup komutanı Mustafa Kemal, 10 Ağustos 1915 sabahı gerçekleşen taarruzda, Conkbayırı'nın hemen doğusunda, Boyun noktasının Kördere tarafındaki korunaklı siperdeydi. Arıburnu Raporu'nda yalnızca saldırının işaretini verdiği yazılmıştı. Fakat gösterildiği gibi Anafartalar komutanı olarak saldırının en önünde değildi.

Atatürk'ün Samsun'a Milli Müca-dele'yi başlattığı 1919 tarihli ziyaretinin işlendiği bölümde, Paşa'nın bölgeden yanında yalnızca iki yaverle ayrılması ise oldukça kafa karıştırıcı. Yine aynı mevzuda Mustafa Kemal'in bir köylüyle yaptığı konuşmada, "Düşman yakında Samsun'u işgal ediyor." demesi de ilginç. Çünkü o tarihlerde Samsun Limanı, İngiliz işgalindeydi ve giriş-çıkışlar onların kontrolündeydi.

Erzurum Kongresi düzenlendikten bir yıl sonra Mustafa Kemal ve beraberindeki beş kişinin idama mahkum edilmesi konusu, filmde kongreden hem önce hem de yalnızca Paşa için geçerliymiş gibi gösteriliyor. Aslında 11 Mayıs 1920'de Nemrut Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki 'Birinci Divan-ı Harb-i Örfisi' Atatürk ve birkaç arkadaşını gıyaben ölüme mahkum eder. Bu isimler şunlardı: Selanikli Mustafa Kemal Efendi, Kara Vasıf Bey, Mirliva Salacaklı Ali Fuat Paşa, Washington Sefiri Midillili Alfred Rüstem Bey, Doktor Adnan Bey ve Halide Edip Hanım.

Filmin tarihi gerçekliğin dışına çıkan en önemli hatalarından biri ise Mazhar Müfit Kansu'nun anılarından alınan sahne: Mustafa Kemal Paşa'nın zaferden sonra Cumhuriyet'in kurulacağına, fesin yasaklanacağına ve diğer devrimlere dair notlar aldığı, üçlü toplantı gecesi... Kansu'ya göre bu gece, Erzurum Kongresi'nin kapandığı, aynı zamanda da 7-8 Temmuz 1919 tarihli gecedir. Bu ikili bilgi nedeniyle birçok ciddi tarihçinin sonradan uydurulmuş olduğunu düşündüğü, fazla önemsemediği bu sahne filme alınmış. Yine Kansu'nun anılarında o gecede İbrahim Süreyya (Yiğit) Bey yer alırken, filmde aynı sahneye Kazım Karabekir Paşa konulmuş. Böylelikle bir anı tahrif edilmiş Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra da Tek Parti fikri etrafında yapılan tartışmalarda tavrını muhaliflerden yana koyan Karabekir, ideolojik ve siyasi olayların destekleyicisi gibi tanıtılmış.
netgazete

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Neden Atatürk filmi yapılamaz

'Mustafa' furyası yeni bitmişti ki 'Veda' tartışması başladı. Eleştiriler yağmur gibi geldi. Peki biz neden doğru dürüst bir Atatürk filmi çekemiyoruz? Ya da soruyu doğru soralım. Dört başı mamur bir Atatürk filmi çekilebilir mi? Bence çekilemez. En azından şimdilik...
1 -Gerçek bir Atatürk biyografisine halen sahip değiliz
Atatürk'ün ölümünün üzerinden 72 yıl geçti. Halen gerçekçi bir biyografisine sahip değiliz. Bir ülkenin kurucusu, en büyük önderi hakkında neden dört dörtlük bir biyografi yazılmaz. Düşünün Atatürk'ün daha doğum gününü bile bilmiyoruz. Bir sohbetinde söylediği sözden hareketle sembolik 19 Mayıs tarihini kabul ediyoruz. Babasının fotoğrafının o bilinen fotoğraf olmadığını bizzat kendisi Falih Rıfkı Atay'a söylemişti. 'Bu adam babama hiç benzemiyor, bari benzeyen birini bulsaydınız.' Doğum yeri ise tam bir muamma. Selanik değil Manastır olduğu bugün yeni yeni konuşuluyor. Selanik'teki o ünlü evin sembolik olduğu artık kabul ediliyor. Bu son tartışmalar olmasa üvey babası Ragıp Bey'den çoğu kimse haberdar değildi. Ve üvey kardeşi Rukiye'yi daha sonra yanına evlatlık olarak aldığını kimse bilmiyordu. Ona tıpatıp benzeyen manevi oğlu Abdürrahim Tunçak mevzusu ise hiç tartışılmadı. Yıllarca yanından ayırmadığı Abdürrahim Bey yakın zamanda hayatını kaybetti. Sorup soruşturmadık. Üvey babası Ragıp'ın yeğeni Fikriye'nin intihar ettiği öğretildi yıllarca. Oysa yaver Rusuhi Bey tarafından vurulduğu konuşuluyor. Sahi Fikriye Hanım intihar ettiyse neden mezar yerini bilmiyoruz? Atatürk'ün annesiyle ilişkisi çok çalkantılıdır. Hem büyük bir sevgi hem de nefret ilişkisi vardır. Annesinin cenazesine katılmayışına 'işleri çoktu' savunması komiktir. Hadi işleri çoktu diyelim ama şu bilgiyi bize verecek biyografi neden yok. Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923'te hayata gözlerini yumdu. Mustafa Kemal Paşa, tam 15 gün sonra 29 Ocak 1923'te Bursa'da şampanyalar patlatarak evliliğe adım attı. Annesinin baskın karakteriyle hiçbir zaman yıldızı barışmadı. Latife Hanım'dan boşanmasına hiç girmiyorum. Halen Tokat'ta, Atatürk'ün ayağını masanın altından başka kadına uzatma masalına inanmaya devam edelim. Veya Livaneli'nin filmindeki gibi askerlerle konuşması üzerine sinirlenen Latife Hanım'ın sinir krizi hikayesine... Bu kadar sırlarla dolu bir hayat üzerine sağlıklı bir Cumhuriyet inşa edilebilir mi? Hem her şeyi ona havale edeceksiniz hem de onu tam manasıyla tanımayacaksınız. Ben 'insan' Atatürk'ü arıyorum. Zaaflarıyla, korkularıyla kahramanlıklarıyla Mustafa Kemal'i...
2- Normalleştiremedik, mucizelere inanmak istiyoruz
Bİz Türkler hep mucizelere inandık.
Alpaslan'ın 400 aslanıyla Anadoluya girişi mucizeydi. Fatih Sultan Mehmet bir mucizeyi başardı ve gemileri karadan Haliç'e indirdi. Çanakkale, Sakarya mucizenin dikalasıydı. Bu yüzden 'Şu Çılgın Türkler' adlı safsatalarla dolu kitap milyonlarca sattı! Kimse gerçeği öğrenmek istemedi, sorgulamadı. Doğru 'Şu Çılgın Türkler' bir mucizeydi, ama kitabın satış mucizesi. Yokluklar içinde bir avuç Türk, düvel-i muazzamayı dize getiriyordu. Bayıldık... Ama gerçekten öyle miydi? Bir kere Çanakkale ile Kurtuluş savaşını birbirinden ayırmamız gerekiyor. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale'ye bakınca çok çok küçük bir savaştır. Kurtuluş Savaşı'ndaki esaslı kapışmamız sadece Yunanlılarla olmuştur. Fransızlarla İtalyanlarla hep çete savaşları yapıldı. Demirci Mehmet Efe ve sonradan hain ilan ettiğimiz Çerkez Ethem, çete savaşlarının öncüleriydiler. Tarihimizi tek kişiye indirgemek bizi büyültmez, sadece çocuklaştırır. Mustafa Kemal 19 Mayıs'ta Samsun'a çıktı diye başlayan bir tarih yazımı, masalsıdır. Gazi'nin ittihatçılarla
nasıl boğuştuğunu, Sivas'ta reisliği almak için
Rauf Bey ve ekibiyle nasıl mücadele ettiğini anlatmadan hangi duygusallıktan bahsedebiliriz. Atatürk'ün mucizesini arıyorsanız bu Sivas'tadır.
3- Nutku, resmi tarihin en temel metni olarak kabul ettik
Cumhuriyetimizin resmi tarihinin temel metinini 'Nutuk' oluşturur. Ama Atatürk'ün 1927'de kaleme aldığı Nutuk da tarihi değerinden daha çok siyasi bir metin olarak algılanmalıdır. 1926'da (Gazi'ye suikast davasıyla) İttihatçı temizliği yapılmış, Osmanlı ile yarım kalan hesaplaşma tamamlanmış, Atatürk'ün tüm bu olan biteni açıklama ihtiyacından doğmuştur. 1927 Nutku siyasi bir cevap metnidir. Oysa biz ne yapıyoruz? O metni esas alarak bütün tarihimizi yazmaya soyunuyoruz. Haliyle yanıltıcı oluyor. Atatürk ilk kez 1927 sonunda İstanbul'a gitti unutmayalım. Atatürk döneminin insanlarının hatıraları ise oldukça dikkatli okumaya muhtaçtır. Sadece bir kişinin anılarından yola çıkarsanız sonunuz felaket olur. (Livaneli gibi yaveri ve çocukluk arkadaşı diye Salih Bozok'u baz alırsanız, durum Veda'daki gibi olur.) Hangi hatırayı nasıl okumanız gerektiğini, kimden ne alacağınızı bilmelisiniz. Örneğin Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları yazıldığı yıllara göre şekil değiştirir. Anılar ya Atatürk'ün etkisinde kalanların ya da tam düşmanlarının yazdıklarıdır. Rıza Nur'u okuyarak Atatürk'ten nefret edebilirsiniz veya Hasan Rıza Soyak'ın anılarını okuyarak mistik bir Atatürk'le karşılaşabilirsiniz. Her ne kadar yaşadığı dönemde 'Atatürk'ün dili' dense de Falih Rıfkı'nın yazdığı Çankaya (dikkatli okumak şartıyla) en sağlam kitaptır. Bir de bana en samimi gelen uşağı Cemal Granda'nın anılarıdır. O kadar saf bir adamdır ki Granda içinde hiçbir şey saklamaz, olduğu gibi anlatır.
4- Sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyet olsaydı işimiz kolay olurdu
Atatürk bizim için sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyetten ibaret değildir. Öyle olsa işimiz kolaydı. Ama Atatürk bizim kurucu doktrinimizin adıdır. Bu ülkede modernleşmenin, çağdaş eğitimin adıdır. Karlofça'dan beri parçalana parçalana küçülen bir milletin son büyük çıkışının adıdır. Atatürk bizim yaşam gustomuzdur. Onun gibi giyinebilen ve giydiği üzerine bu kadar yakışan bir başka lider gördünüz mü? Pelerinli fotoğraflarını bir hatırlayın. Ve sonraki siyasi liderlerimizi
bir de pelerinle düşünün... Mesela Turgut Özal'ı... Boyları hemen hemen aynıydı. Atatürk bir köy çocuğuydu ama bir salon adamı olarak hayatını tamamladı. Centilmendi.
Parlak bir zeka, kusursuz bir stratejist, bir zamanlama dehasıdır. Aynı zamanda kararlı bir devlet adamıdır. Gerektiğinde en yakın arkadaşlarını bile harcamaktan çekinmeyen sert bir otoritedir. Tüm bunların ötesinde Atatürk
bizim kuruluş felsefemizin adıdır. Onun zaafları eksiklikleri
açmazları sanki 80 yıllık Cumhuriyetimizin eksikleriymiş gibi algılanıyor. O zaman Atatürk'te tartışılamaz kalıyor.
5- Sinemamız, tarihi filmi layıkıyla çekebilecek düzeyde değil
Hakkıyla tarihi bir film çekebildik mi? Bir kere buna uygun bütçeyi Türk sinemasının bulması zor. Dahası Hollywood gibi yaratıcı sinema unsurlarını bir araya getirecek bir sinema sektörümüz yok. Kadrajı kadar olan bir sinemamız var. Bir Truva, bir Braveheart veya Titanic gibi yapımlar bizden çok uzak. Ama bunun için öncelikle net, düzgün, çocuksuluktan arındırılmış bir tarihe ihtiyacımız var. 'Bir millet uyanıyor'dan daha iyisini çekemedik. Çünkü izleyici anlatılan hikayeyi inandırıcı bulmuyor. Düşünsenize 2010 yılındayız, Hollywood Avatar'ı çekerek hayal dünyasına müdahale ediyor, biz ise halen daha birdirbir oynarken eğilmeyen çocuk tiplemesiyle uğraşıyoruz. Daha büyük kahramanlık hikayemiz olan Çanakkale'yi bile çekemedik. Edirne'nin geri alınması , Balkan göçü, Sarıkamış önümüzde duruyor. Birine devlet el atsa ya... Küçücük İsrail mağdur imajını nasıl yarattı sanıyorsunuz? Kusursuz soykırım filmleriyle...
Şu yaptığımız Atatürk filmlerine bir bakın... Sinemasal olarak binbir hatayı bir tarafa bırakın... Oyuncunun Kemal Paşa'ya benzeyip benzememesi hiç önemli değil, yarattığımız karakteri eğer tanımasak korku filmi zannedebiliriz. Çünkü gerçek değil. Sahici değil, ayakları yere basmıyor. İlkokul kitaplarından bu yana bu anlatıma alışık olan izleyici de haliyle soğuk soğuk beyaz perdeye bakıyor. Bir de Atatürk'ü çocukluğundan başlayıp hayatının tamamını anlatma telaşı var ki insan sormadan edemiyor? Niye? Atatürk'ün hayatından bir kesit alamaz mısınız? Örneğin ittihatçılardan mühürü kaptığı Sivas Kongresi'ndeki büyük kapışma günlerini veya milli mücadeleye çıkmadan İstanbul'da geçirdiği 6 ayı anlatan bir film ne güzel olur... Başlı başına aşkları bile mükemmel bir film olabilir.
SONUÇ: YÜZLEŞMEK GEREK
İŞte bu sebeplerden layıkıyla bir Atatürk filmi çekilemez. Çünkü henüz kendi tarihimizi bilmiyoruz, yüzleşmedik. İdeolojik kamplaşmanın toz bulutu içinde, 'Mustafa' veya 'Veda'yı izleyerek sadece bir kısım mahir girişimcilerin kariyer ve ticari hesaplarına alet oluyoruz, o kadar.
Durun..! Şimdi daha kötüsü ve karikatürize olanı geliyor. Turgut Özakman'ın 'Dersimiz Atatürk' önümüzdeki günlerde vizyona giriyor. Asıl felaket orada. Atatürk filmi çekmek için önce çıkarsız ve dürüst bir geçmişe sahip olmak, kendini bu ülkeye ve Cumhuriyetimize sadakatle bağlı hissetmek, tarihimizi harf harf sökmüş olmak gerek. Hakikatin ipine sarılmak gerek. Gerçeğin yakıcı etkisinden de çekinmemek gerek. Sonrası kolay. O filme ruh da verilir, canda...

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2010/03/07/yazar/16564/gurkan_hacir/neden_ataturk_filmi_yapilamaz.html

Gürkan Hacır/Akşam
Atatürk'ün intihar eden manevi kızı Zehra Aylin

Zehra Aylin, Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü yakınlarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını söyledi. Pencereye yanaştı ve ne olduysa o an oldu. Bir rivayete göre dengesini kaybedip düştü, bir diğerine göre ise intihar etti
Geçtiğimiz hafta henüz Atatürk'ün doğru düzgün biyografisine sahip değiliz diye yazmıştım. O halde iş başa düştü. Atamızın bilinmeyen yaşamına ilişkin küçük bir katkı sunmak şart oldu. Atatürk'ün manevi kızları denince aklımıza bu dünyadan göçmüş olan Sabiha Gökçen, Afet İnan Hanımlar ve halen hayatta olan Ülkü Adatepe Hanımefendiler gelir. Ama Atatürk'ün manevi evlatları bu isimlerle sınırlı değildi. Rukiye, Zühre, Ömer, Afife, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim Tunçak ve Zehra Aylin...
Hemen hiçbiri hakkında doğru dürüst bilgimiz yok. Ne yaptılar? Nasıl bir hayat sürdüler? Kimle evlendiler? Çocukları oldu mu? Hiçbir şey bilmiyoruz... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ü artık Selanik-Samsun tarih tekerlemelerinden kurtarmamız lazım...
Mesela evlatlıklar arasında da akraba evlilikleri oldu mu?
Ama şu bilgiler elimizde. Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kızı Rukiye ise Atatürk'ün manevi evladı oldu. Aslında Rukiye Hanım Atatürk'ün üvey kardeşiydi. Kendine manevi evlat yaptı.
Zübeyde Hanım'ın evlatlığı Vasfiye Hanım ile Fransızca öğretmeni Tahsin Çukurluoğlu'nun kızları olan Ülkü Hanım (Adatepe) da Atatürk'ün evlatlığı
oldu. Yani Ülkü Hanım'ın annesi Vasfiye Hanım Zübeyde Hanım'ın evlatlığıydı, kendisinde Mustafa Kemal'in evlatlığı oldu.
Ülkü Hanım ilk evliliğini kiminle yaptı? Manevi evlatlardan Sabiha (Gökçen) Hanım'ın amcasının oğlu üsteğmen Fethi Doğançay ile. Bu evlilikten iki çocuk dünyaya geldi ama kısa sürdü. Ülkü Hanım, Fethi Bey'le evliyken gönlünü bir Musevi gence kaptırdı. Hemen eşinden boşandı. İkinci evliliğini tüccarlık yapan Musevi asıllı Yeşua Bensusen'le yaptı...! Bu evlilik büyük tepki topladı. Atatürk'ün kızı bir Yahudi'yle evlenemezdi! Tepkiler üzerine Yeşua Bensusen adını Yaşar Bensu olarak değiştirdi. Ama nikahtanda da vazgeçmediler. Milli Türk Talebe Birliği Atatürk'ün miras haklarının Ülkü Hanım'dan alınması için gösteriler yaptı... Tepkiler hem Atatürk'ün kızının bir Musevi'yle evlenmesi hem de kendinden genç bir gençle evlenmesi yüzündendi.
Neyse konumuz bu değil...!
Zehra Aylin'e gelelim.
Atatürk onu bir Dar-ül Eytam (yetim) yurdu ziyaretinde tanıdı. Yetim çocuklardan 8-9 yaşındaki bir kız çocuğu dikkatini çekmiş ve bu kara kaşlı kara gözlü bu kıza adını sormuştu. Küçük kız Zehra diye cevap verdi. Atatürk 'benimle gelir misin' diye ekledi. Zehra başını öne eğdi. Atatürk'ü tam olarak tanımıyordu. Olur, diye mırıldandı. Zehra Aylin için ondan sonra Çankaya günleri başladı. Babasını Çanakkale savaşında kaybetmişti. Babasının adı Mehmet’ti. Amasyalı'ydılar. Zehra Aylin babasını hiç hatırlamıyordu.
Çankaya'da diğer evlatlıklar arasında en çok Rukiye (Erkin) ve Sabiha (Gökçen) ile anlaşıyordu. İçine kapanık biraz da dalgın bir yapısı vardı. İlkokulu Çankaya Köşkü'nde okudu. Orta eğitim için Atatürk'ün isteği üzerine Arnavutköy Kız Koleji'ne gönderildi. Edebiyata ilgisi vardı. Bunu öğretmenleri de fark etmişti. Zehra Aylin'in edebiyatta yetenekli olduğu bilgisi Atatürk'e ulaştırıldı. Gazi, yaz tatillerinde Zehra Aylin'le uzun edebiyat sohbetleri yapıyordu. Ama eğitimini daha da geliştirmesi için yurtdışına gitmesi gerektiğini söylüyordu. 'Ben Afet'le tarih, Zehra'yla edebiyat konuşacağım' diyordu.
Zehra'nın bir diğer ilgi alanı da havacılık olmuştu. Sabiha ile beraber havacılık eğitimi almak istiyordu ama bu merakı yarım kaldı. Tahsil için İngiltere'nin yolunu tuttu. Londra'da eğitime başladı. Ama bir şartla... Yaz tatillerinde Türkiye'ye gelecekti.
1935 yılında neler oldu peki? Burada duralım.
Zehra Aylin, o yıl Türkiye'ye dönmek istiyor muydu?
Anlatılanlara bakılırsa
Londra'da adaptasyon sorunu yaşıyordu ve Türkiye'ye dönmeyi arzuluyordu. Peki nasıl
yola çıktı? Önce gemiyle Manş Denizi'ni aşıp Paris'e gelecek oradan da Paris Ekspres'iyle Türkiye'ye demiryoluyla varacaktı. Ama ona eşlik eden birisi vardı. Londra Büyükelçimiz Fethi
Okyar...!
Şimdi şu soru ortalık yerde duruyor. Neden Londra
büyükelçimiz trenle eşlik etsin. Ali Fethi Bey yaz tatiline gidecek Atatürk'ün manevi kızını neden bu kadar kontrol altında
tutmaya çalışsın.
Neyse...
Zehra Aylin Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü kıyılarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını, midesinin bulandığını söyledi ve kompartımandan çıkıp koridordaki pencereye yanaştı. İşte ne olduysa o anda oldu. Bir anlatıma göre dengesini kaybedip hareket halindeki trenden düştü, bir diğer versiyona göre de intihar etti...
Zehra Aylin oracıkta yaşamını yitirmişti. Tren biraz ileride durduktan sonra herkes Zehra'nın yanına koştu, ama cansız bedeniyle karşılaştılar.
Fransız gazeteleri haberi 'Atatürk'ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi intihar etti', şeklinde verdiler. Atatürk, olayın fazla konuşulmasını istemedi. Ama yine de Türkiye'de çıkan bazı gazeteler küçük bir haber olarak yer verdiler. Ama hepsi Zehra
Aylin'in ölümünü bir tren kazası olarak duyurdular.
Zehra Aylin'in talihsizliği ölümüyle de bitmedi.
Zehra Aylin için ilk tören Amiens'te yapıldı. Ama bir kilisede...! Ardından cenaze Paris'e gönderildi. Burada Paris Büyükelçisi Suat Davas vardı ve Paris Belediye Başkanı da ona eşlik ediyordu. Kalabalık bir katılımla düzenlenen ikinci törenin ardından Zehra Aylin'in naaşı 'Teofil Gotye' vapuru ile Türkiye'ye yollandı.
Ancak ilginçtir,Türkiye'de beklendiği gibi bir cenaze töreni düzenlenmedi. Hatta cenazeyi Galata Limanı'nda karşılayan bile olmadı. Defin işlmlerine devlet ricalinden kimse katılmadı.
Cenaze Teşvikiye sağlık yurduna götürüldü. İstanbul Valisi
Muhittin Üstündağ naaşı buradan alıp sessiz sedasız bir şekilde Maçka mezarlığına gömdü.
(Zehra Aylin'in hikayesini araştırdığım yıllarda mezarını bulabilmek için birkaç kez Maçka mezarlığına gittim. Ama mezar yeri belli olmadığı için bulamadım.)
Zehra Aylin'in yetimhanede başlayan trajik hikayesi mezarı bile belli olmayan bir istirahatgahta son bulmuştu.

Şimdi şu soruları sormak zorunlu...
1- Zehra Aylin devletin önem verdiği biri değilse neden Londra büyükelçimiz Türkiye dönüşünde ona trenle eşlik ediyor?
2- Yok eğer çok önemliyse ve kazayla öldüyse neden cenaze töreni düzenlenmiyor?
3- Fransızlar, Müslüman bir ülkenin mensubunun cenazesinde hangi bilgiye dayanarak kilisede tören düzenliyorlar?
4- Zehra Aylin'in, Amasya'da siyaset yapan akrabalarına, Atatürk'ün hissedarı olduğu için İşbankası'ndan bir ödeme yapıldı mı?

Bu soruların cevabı araştırmacılarını bekliyor... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ümüzün daha nesini biliyoruz ki, evlatlıklarını bilelim.
Notlar: Zehra Aylin'in bu talihsiz hikayesini araştırdığım yıllarda yardımlarını esirgemeyen ve Amasya bağlantısını kurmamda yardımcı olan Amasya tarihi konusunda uzman sayın Hüseyin Menç'e teşekkür ederim.
Bu konuyla ilgili olarak Zehra Aylin'in yakın arkadaşı Atamızın diğer manevi kızı Sabiha Gökçen'in intihar iddialarını yalanladığını da belirtmeliyim.
Akşam

Engin Ardıç
Savarona fetişizmi

Atatürk Galatasaray Lisesi'ni ziyarete geldiğinde okul müdürü Behçet Bey'in odasında kahve içmiş (orta mı şekerli mi acaba?), fincanı hiç yıkamadan, kuru telvesiyle Galatasaray Müzesi'ne kaldırmışlar...

Atatürk'ün artığı bile kutsaldır bu ülkede!

Kutsalların başında da, "Atatürk'ün gemisi" Savarona gelir.

Fakat onu becerip de bir müze yapamadılar.

Bir süre deniz kuvvetlerinde "okul gemisi" olarak kullanıldı, bir ara yandı. Sonra Galatasaray'dan sınıf arkadaşım armatör Kahraman Sadıkoğlu kiraladı, o da yabancı zenginleri gezdirdi.

Bu, ne hikmetse, hiçbir Kemalist'in kanına dokunmadı... "Atatürk'ün yatıyla emperyalistler geziyor" diye kimse tantana yapmadı.

Fakat astarı yüzünden pahalıya geldiğinden Sadıkoğlu da şimdi onu satmaya kalkınca kıyamet koptu. (Satmaya mı, devretmeye mi, orası da karanlık.)

Çünkü alıcı bir Arap...

Avrupa sosyetesinin Savarona'nın kamaralarında kokain çekip çiftleşmesi mubahtı, "elin Arabı çorabı" onu almaya kalkınca Atatürk ilkeleri çiğneniyor...

"Bugün Savarona satılırsa yarın Dolmabahçe Sarayı, öbür gün Anıtkabir satılır" gibi dangalakça eleştiriler de yapılmakta...

Nedir bu Savarona?

"Makam arabası" gibilerden bir "makam gemisi"... Atatürk'ün, hem de Hitler'in hediyesi olan makam otomobili hurdaya çıkarılıp yıllarca Kadıköy-Bostancı dolmuş seferi yapmıştı, ona kimse ses etmemişti.

Atatürk, Savarona'dan önce cumhurbaşkanlığı yatı olarak Ertuğrul gemisini kullanmıştı, bu tekne nerededir? Sökülmüştür. Niçin ona da aynı özen ve saygı gösterilmemiştir?

Savarona'yı Amerikalı zengin bir kadın yaptırmış (Emily Cadwallader), aşırı yüksek vergisinden dolayı Amerika'ya sokamayınca da, yattan soğumuş, satmış.

Hitler'in talip olduğu, ama "Atatürk istiyor" dediklerinde vazgeçtiği de söylenir.

Hastalığı ilerleyen Atatürk'ün son günlerinde bir "oyalanma aracı" olarak düşünülmüş. Daha önce deniz kenarında bir köşk aramışlar, hatta Suadiye'deki ünlü Geylani Köşkü'ne gidip bakmışlar ama sonra yalıdan vazgeçip gemide karar kılmışlar...

Atatürk Savarona'da toplam altı hafta geçirmiş, bir buçuk ay... Gemi 1 Haziran 1938 günü İstanbul'a gelmiş, Atatürk aynı yılın 10 Kasım'ında vefat etti, geminin toplam saltanatı da beş ay...

Yani öyle ulu önderin "dümenine geçip de Yunan donanmasını topa tuttuğu" bir gemi falan değil bu...

Becerip adını da değiştirmemişler, şöyle "Piri Reis" ya da "Barbaros" falan yapmamışlar, adı Savarona kalmış. 1931 Hamburg yapımı, dizaynı artık tapon görünmekle birlikte zarif bir gemidir.

Altı üstü bu işte...

Savarona devletimizde kalmalı ve bir "yüzer müze" yapılmalıdır. Yalnız Atatürk değil, genel bir "Türk Denizcilik Müzesi" yapılabilir, bir iskeleye sürekli demirlenir, Beşiktaş'taki vergi dairesinden bozma, içi muhteşem, dışı kelek deniz müzesi buraya nakledilebilir.

Ama, "Atatürk'ün kutsal ayağıyla bastığı Savarona'nın güverte tahtalarına yüz sürmek ibadettir" gibilerden eşekleşmeden...
SABAH

Atatürk'ün Zsa Zsa Gabor'la gönül ilişkisi varmış

21 Temmuz 2010 Macar asıllı Amerikalı sinema yıldızı 93 yaşındaki Zsa Zsa Gabor'un otobiyografisini onun adına kaleme alan ABD'li gazeteci yazar Wendy Leigh, İngiliz Daily Mail gazetesinde yayınlanan bir makalesinde ilişki yaşadıkları öne sürülen ünlü yıldız ve Atatürk hakkında yeni bir iddia ortaya attı. Vatan gazetesinin haberine göre; kalça kemiğinin kırılmasının ardından dün 3.5 saat süren bir ameliyat geçiren Gabor'un 35 yıllık arkadaşı olan Leigh, "Zsa Zsa bana gençliğinde Modern Türkiye'nin kurucusu olan Atatürk'ün kendisine romantik ilişkilerinin bir sembolü olarak yakutlarla süslü bir 'Fatma'nın Eli' mücevheri hediye ettiğini söyledi" dedi.

Bunun doğru olup olmadığını bilmediğini ifade eden gazeteci, Gabor'un birçok tuhaf hikayesinin sonunda gerçek çıktığına da dikkat çekti. Bu nesne genellikle 'Fatma'nın Eli' olarak bilinilirse de Araplar arasında 'Hamse Eli' diye anılır. Hamse, beş demektir ve bir elin parmak sayısını gösterir. Hindu'lar 'Humsa Eli', Museviler ise 'Hameş Eli' veya 'Miryam'ın Eli' adını vermişlerdir. Bazı kültürlerde yukarıya dönük, bazı kültürlerde aşağıya dönük el şeklinde bulunmaktadır. Ünlü tasavvuf uzmanı Annemarie Schimmel de, "Tanrı'nın Yeryüzündeki İşaretleri" adlı kitabında Fatma'nın Eli'nin önemine dikkat çekiyor: "Parlak gümüş veya altın mücevherler üzerine kazınan veya kırmızı boyayla çizilen, bazen de evi koruması için duvara çizilen 'Fatma'nın Eli', İslam dünyasında en sevilen muskalardan birine kaynak olmuştur. Bu el genellikle Sufilerin kullandıkları asa veya değneklerin baş tarafını oluşturur. Ayrıca Ali veya Oniki İmam'ın isimleri bazen metal bir 'Fatma'nın Eli'nin üzerine kazınır". Prof. Dr. Beyza Bilgin, halk arasında genellikle kolye olarak kullanılan Fatma'nın Eli'ndeki 5 parmağın, sülalenin 5 üyesi, Hz. Muhammed, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i sembolize ettiğini belirtiyor. "Annem fırına yemek koyarken dahi 'Benim elim değil, Fatma'nın eli koyuyor' derdi. İlaçla geçmeyen ya da ilaca gerek olmayan hastalıkların, Fatma'nın Eli'yle dokunulduğunda, dua okunduğunda iyileşeceğine inanılır" sözleri ise bu inancın ne kadar hayatın içinde olduğunu kanıtlıyor. Yeniaktüel-netgazete-haber1001

"Örtbas Etme Kültürü" Üzerine...
Mehmet BARLAS
SABAH

Sosyo-politik yaşamımıza egemen olan en ağırlıklı kurumun "Çifte Standartlar Enstitüsü" olduğunu hep vurgularım.
Gözden kaçırdığım bir diğer kurumsal olguyu da Ali Saydam hatırlattı Akşam'daki yazısında.
Buna da "Örtbas Etme Kültürü" diyebiliriz.
Sevgili Ali Saydam yazısında Atatürk'ün hem çok yakın arkadaşı hem de attığını vuran silahşor olarak bilinen "Recep Zühtü Olayı"nı özetlemişti.
Recep Zühtü 1930'lu yıllarda Fatma Medeniye adındaki güzel bir dulla yaşamaktadır. Recep Zühtü güzel dulun beklentilerini yerine getirmeyince, Fatma Medeniye kendisine genç bir dost bulur.
Bu durumu öğrenen Recep Zühtü, Fatma Medeniye'yi Çengelköy'deki evinde bulup, kafasından ve bacaklarının arasından kurşunlar...
Olayın sonrasını Ali Saydam'ın satırlarıyla hatırlayalım:

Çengelköy cinayeti

"Atatürk, olayı duyunca çok kızıyor. Kılıç Ali'ye 'Kanuni icabı yapılmalıdır' diyor. Ama tam o günlerde seçimler var. Recep Zühtü bu hadisenin üzerinden henüz bir hafta bile geçmeden milletvekili seçiliyor. Peki, cinayet davası ne oluyor? Yakın arkadaşları, Mazhar Osman'dan 'Cinnet halindeyken bu cinayeti işlemiştir, cezai ehliyeti yoktur' yollu bir rapor almaya çalışıyorlar. Doktor, 'Madem cezai ehliyeti yoktur, milletin meclisinde ne işi vardır?' deyip gönderiyor gelen ekibi. Ama asistanı Fahrettin Kerim Gökay istenen raporu tanzim ediyor... Recep Zühtü Soyak beraat ediyor..."
"Örtbas Etme Kültürü"ne çok somut bir örnektir bu Recep Zühtü olayı...
Ali Saydam da yazısının sonunda "Bugün 'örtbas'çılar 'milli kültürümüzün' bir parçası olarak aramızda yaşıyor olabilir mi? Ne dersiniz?" diye sormuş.
Bugün gözaltına alınmaları istenen generallerin ve albayların durumlarının YAŞ'ı nasıl etkilediğini izlerken, bazılarımızın "Darbe girişimleri ve cunta oluşumları görmezden gelinseydi daha doğru olmaz mıydı" dediklerini duymuyor muyuz?

Örtbas etme kültürü

Çünkü gerek Çifte Standartlar Enstitüsü'nün kuralları, gerekse Örtbas Etme Kültürü'nün kriterleri, sosyo-politik yaşamımıza sürekli ağırlıklarını koyarlar.
Emniyet'teki polisler ve müdürler yasadışı girişimlerde yer aldıkları zaman polis ve adliye bunları hemen yakalar.
Ama Türk fiili hukuk anlayışında Silahlı Kuvvetler mensupları, diğer bürokratlardan farklıdır.
Çünkü onlar Cumhuriyet'i koruyup kollarken yasa dışına çıksalar bile, bunlar diğer suçlulardan farklı ele alınır.
"Koruyup kollamak" kapsamında darbecilik de, cuntacılık da olabilir.
Masamın üzerinde Başbakan İsmet İnönü'nün imzasını taşıyan 23 Şubat 1962 tarihli belge var.
Bu belge 21 Şubat'taki 1'inci Talat Aydemir darbe girişimi üzerine hazırlanıp, darbecilere verilmiş.

Çifte Standartlar Enstitüsü

Şunlar yazılı belgede: "Silahlı Kuvvetler başkomutanının emirlerine uymak ve girişilen harekâta derhal son vermek şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmemiş olması göz önünde tutularak harekete katılanlar hakkında hiçbir cezai takibat yapılmayacağına Hükümet başkanı olarak söz veriyorum. 23 Şubat 1962-saat 01.00- Başbakan İsmet İnönü"...
Bu belgenin sonrasını hatırlar mısınız?
Talat Aydemir "Silahlı Kuvvetler Birliği" ni kurup, fiili lider oluyor.
Bakanları bu "Birlik" belirliyor, komutanların emekliliğine bu "Birlik" karar veriyor.
Sonra da 21 Mayıs 1963'te de Aydemir 2'nci darbe girişimini başlatıyor.
Bu defa örtbas edilmek yerine idamla sonuçlanıyor Aydemir'in serüveni.
Ne dersiniz?
Çifte Standartlar Enstitüsü ve Örtbas Etme Kültürü korunsaydı, "bu defalık" örtbas edilseydi olanlar ve YAŞ'ın tadı kaçmasa mıydı?
Sabah

Pamukoğlu: Dersim'in emrini Atatürk verdi
19 Ağustos 2010

Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, Dersim isyanı sırasında Atatürkün hayatta olduğunu ve isyanın bastırılması emrini de Atatürkün verdiğini söyledi. Pamukoğlu,Dersim birkaç kere ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk'tü. dedi.

12 Eylül’de yapılacak olan Anayasa referandumu için ‘hayır’ kampanyası başlatan HAK ve Eşitlik Partisi (HEPAR) Genel Başkanı Osman Pamukoğlu Edirne’de basın mensupları ile bir araya geldi. Yapılan basın toplantısında, sürekli gündeme getirilen Dersim isyanına değinen Osman Pamukoğlu, Dersim isyanının Atatürk’ün emri ile bastırıldığını öne sürdü. İsim vermeden Ak Parti hükümetini eleştiren Pamukoğlu, hükümetin ‘hüneri’ olmadığı için ölülerle ve Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki insanlarla uğraştığını ifade etti.

‘MUSTAFA KEMAL PAŞA BAŞIMIZA TAŞ YAĞDIRDI’

Atatürk’ün Dersim isyanını bastırmak için harekat yönettiğini savunan Pamukoğlu şunları söyledi:

“Hünerleri olmadığı için ölülerle ve Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki insanlar ile de uğraşıyorlar. ‘Atatürk’ diyemiyorlar, meydanı boş buldukları zaman onu da diyecekler. Hiç uzatmanın gereği yok. Dersim birkaç kere ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk’tü. O kadar Atatürk’tür ki Trabzon’da Atatürk’ün kaldığı bir ev var. O evde Atatürk bu Dersim isyanında Karadeniz bölgesindeydi, bizzat haritaya kırmızı ve mavi, kendisi işaretlemiştir. Bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye. Kendi el yazısı ve farklı askeri şekiller çizmiş, oklar çizmiş ve harekatın nasıl yapılacağını ve ortadan kaldırılacağını bizzat kendisi eli ile yazmış ve şekillendirmiştir. Harita Trabzon’dadır. Hatta doğuda görevliyken, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir Kürt vatandaş ile sohbet ettim.

O isyanları bana anlattı.

Söylediği söz, ‘Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı’. İsyanları devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk’te öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa yine aynı şekilde bastırılacaktır” dedi.


İPamukoğlu'nun bahsettiği o harita
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Nis 14, 2010 10:19 pm    Mesaj konusu: TBMM Arşivinden Çıkan Tarihi Belge Alıntıyla Cevap Gönder

14 Nisan 2010 1
TBMM Arşivinden Çıkan Tarihi Belge
Bugün Türkiye’yi kaosa sürükleme planlarına malzeme yapılan Kutlu Doğum ile ilgili Atatürk’ün ne yaptığını gösteren bir vesika bu...

Peygamber Efendimizin yeryüzüne teşriflerinin yıldönümü olan Kutlu Doğum Haftası geldi.

İçinde bulunduğumuz günlerdi dünyanın dört bir yanında herkes O’nu en güzel şekilde anabilmek için adeta birbiriyle yarışacak.

Maalesef bazı kesimler çok yakın geçmişte Kutlu Doğum’u ülkeyi kaosa sürüklemek için yaptıkları planlara bile alet etme cüretini gösterdiler.

Bu ülkede milletin Peygamberinin doğum gününü kutlamasından rahatsız olanlar 27 Nisan’da muhtıra yayınladı.

Kutlu Doğum iktidar partisinin suç faaliyeti olarak kapatma davası iddianamesine girdi.

Bu ülkede bir zihniyet milletin Peygamberinin doğduğu günü kutlamasına bile tahammül edemedi.

Ne için ?

Güya Cumhuriyeti korumak için.

Cumhuriyeti kim kurdu bu ülkede ?

Mustafa Kemal Atatürk.

Bu ülkede bir zihniyet; yıllarca dini sanki Cumhuriyetin düşmanıymış gibi göstermek için hep yalan söyledi.

Peki bu nasıl bir zihniyet ?

27 Mayıs’ı hazırlarken ülkede irticanın alıp başını gittiği yalanını ortaya süren de, 28 Şubat’ı hazırlarken aynı irtica yalanına sarılan da, 27 Nisan’da yine o irtica safsatasının arkasına sığınan da, bugün elinden gelse yine aynı teraneyi okuyarak Türkiye’yi yeni bir kaosa sürükleyecek yolun bahanesini hazırlamayı düşünen de işte bu zihniyet.

Aslında Cumhuriyeti kuran Atatürk’ü kendilerine kalkan yaparak ona en büyük düşmanlığı yapan da bu zihniyet.

İşte size tarihi bir belge.

Bu belge TBMM’nin arşivlerinden çıktı.

Bugün Türkiye’yi kaosa sürükleme planlarına malzeme yapılan Kutlu Doğum ile ilgili Atatürk’ün ne yaptığını gösteren bir vesika bu.

Hem de resmi, kimsenin yalan dolan diyemeyeceği, tamamen Meclis zabıtlarına geçmiş bir kayıt.

Bir Kanun.

Altında Atatürk’ün imzası var.

Şunlar yazıyor:

“12 Rebiül evvel gecesiyle gününün (Mevlid Kandilinin) Milli Bayram olmasına dair teklif ve Kanun.”

Yanlış okumadınız.

Peygamber Efendimizin doğum gününün milli bayram olmasından bahsediliyor.

Acaba yukarıdaki cümleyi; 27 Nisan bildirisini hazırlayan Yaşar Büyükanıt ya da Ak Parti’yi kapatma iddianamesine Kutlu doğum faaliyetlerini koyan Başsavcı Yalçınkaya okusa ne yapardı ?

Bu teklif Büyük Millet Meclisi’nde 24 Ekim 1923’de kabul edilerek kanunlaşmış.

Üstelik Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasıyla.

Ve Peygamber Efendimizin doğum gününe de “Hakimiyet Bayramı” denilmiş.
Atatürk’ün kurduğu ilk Meclis Efendimizin doğumu olan Mevlid Kandilinin Milli Bayram olarak kutlanmasını ilan etmiş.

İşte kanunun tam cümlesi:

“Leyle-i Viladet Hazreti Risaletpenahiye müsadif olup Türkiye’de saltanat-ı şahsiyenin ilgasıyla hukuk-ı saltanatın uhde-i millete istikrarını ve hakimiyet-i milliyenin teessüsünü sureti katiyede tespit eyleyen kararın Büyük Millet Meclisince kabul edildiği 12 Rebiü’l evvel gecesi ile günü Hakimiyet Bayramı addolunmuştur.”

İşte bu satırlarla Efendimizin doğum günü 12 yıl boyunca milli bayram olarak kutlanmış bu ülkede.

Peki sonra ne olmuş ?

1935’te son verilmiş.

27 Mayıs 1935’te “Milli Bayram ve genel tatiller” hakkında kanun yapılırken Peygamber Efendimizin doğum günü bu kapsamdan çıkarılmış.

Yedinci İnönü hükümeti tarafından hazırlanan kanun teklifiyle; Atatürk’ün milletin hassasiyetlerini ve Peygamberine olan hürmetini dikkate alarak imza attığı uygulamaya son verilmiş.

O tarihe kadar Cumhuriyet Halk Fırkası adıyla anılan İnönü iktidarının, adını Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirdikten sonraki ilk icraatlarından biri 27 Mayıs 1935 tarihli kanunla kutlu doğumu bayram olmaktan çıkarmak olmuş.

Kutlu Doğum ile ilgili bu tahammülsüzlüğün ve rahatsızlığın nerelere dayandığını ve nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu arşivler ortaya koyuyor.

Bugünse CHP’nin Genel başkanı Deniz Baykal, Kutlu Doğum töreninde konuşma yapmaya, ılımlı mesajlar vermeye hazırlanıyor.

Acaba bugün hayatta olsaydı Kutlu Doğum’u milli bayram ilan ettiği için Atatürk hakkında da TSK muhtıra yayınlar mıydı?

Acaba Kutlu Doğum’u milli bayram ilan ettiği için Atatürk hakkında da irticai faaliyetlerin odağı olduğu gerekçesiyle siyasi yasak istenir miydi ?

Atatürk’e sığınarak ortaya sürülen Cumhuriyet’i koruma yalanlarına artık kim inanır ?

Şimdi siz söyleyin;

Cumhuriyet rejimine “sözde değil özde bağlı” olan Cumhuriyetin kurucusu Atatürk mü, yoksa Atatürkçülük oynayanlar mı
aktifhaber

Mustafa Armağan
Zaman Gazetesi
İnönü'yü Hitler'e ilk benzeten kimdi?
09 Mayıs 2010

Ünlü romancı bu sözleri söylerken, herhalde İnönü'nün 90 küsur yıl sonra dahi manşetlerden inmemeyi başaracağına ihtimal veremezdi.

Ancak İnönü öylesine bir kapalı kutudur ki, korkarım tam olarak açılmasına 21. yüzyılın ilk yarısının bile nefesi yetmeyecektir.

Başbakanken eleştirilemezdi. Cumhurbaşkanıyken hiç eleştirilemedi. 1950'de Demokrat Parti'ye iktidarı eski defterleri açmama şartıyla devrettiği için eleştiriden yırttı. 27 Mayıs'ta yeniden kutsandığı için kimse yan bakamadı...

Velhasıl, kapanmamış bir hesap var ortada. O kadar ki, İnönü'nün fiilen yaklaşık 50 yıl (30 yılı bizzat, 20 yılı da el altından) süren baş döndürücü uzunluktaki iktidar devrinin yeni yeni çözülmeye başladığını söyleyebiliriz.

Mesela onun Amerikan mandacısı olduğunu henüz tartışmadık. Kâzım Karabekir'in "İstiklal Harbimiz" adlı kitabına aldığı bir mektup, Atatürk Samsun'a çıktıktan çok sonra bile İnönü'nün Amerikan mandacısı olmaya devam ettiğini ortaya koyuyor.

Tarih: 27 Ağustos 1919. Albay İsmet şöyle yazıyor İstanbul'dan Erzurum'a:

"Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır deniliyor ki, ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerika'nın murakabesine tevdi [denetimine emanet] etmek, yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir."

Ancak Karabekir Paşa'nın mektubu yorumlayışı daha da çarpıcıdır. Ona göre bu mektupta bir düşünce (mülahaza) değil, bir "ruhî hastalık" dile gelmiştir. Arkasından İnönü için "müstebid (despot) ruh" ve "hâris (hırslı) dimağ" tabirlerini kullanır.

Atatürk'ün yerine Çankaya Köşkü'ne çıkınca ilk işinin, Bakanlar Kurulu'nun dış görünüşüne çekidüzen vermek olduğunu biliyoruz. "Cumhuriyet" Gazetesi'nin eski sahibi Nadir Nadi, "Perde Aralığından" adlı anılarında Milli Şef'in, bir ara bakanların, hatta Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun bıyıklarına taktığını ve kestirmeleri için baskı yaptığını söylüyor. Zekeriya Sertel'in hatıratında ise şu keskin nota rastlıyoruz:

"İnönü Cumhurbaşkanlığına geldikten sonra diktatörlüğü artırdı. "Tek millet, tek parti, tek şef" diye bir sistem kurdu. [Bu, Hitler'in Almanya için bulduğu slogandı- M.A.] Millet o demekti, parti demek o demekti."

Milli Şef'in demokrasi anlayışını buradan ölçüp biçebilirsiniz aslında ama Hitler'e duyduğu teveccüh, onu çok daha ileri noktalara taşımıştır.

16 Nisan 1939 tarihli gazetelerde ilginç bir haberle karşılaşıyoruz. Bir grup fötr şapkalı ve takım elbiseli (çoğu) bakan ve milletvekilinden oluşan bir grup "elçi", Sirkeci Garı'nda gazetecilere poz vermişlerdir. Bunlar sırasıyla Bayındırlık Bakanı Ali Fuad Cebesoy, emekli General Pertev Demirhan, Genelkurmay 2. Başkanı Asım Gündüz, o tarihlerde milletvekili yapılmış üç gazeteci, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit Yalçın ve Necmettin Sadak'tır. Ne için gitmektedirler biliyor musunuz? Hitler'in 50. yaş gününü kutlamak üzere. Tabii Milli Şefimizin tebrik ve selamıyla! Nitekim Hitler, heyeti yarım saatliğine kabul etmiş ve Milli Şef'e samimi teşekkürlerini bildirmiştir.

1941'e geldiğimizde 15 Mayıs'ta Hitler'in Milli Şef'e "dostane bir mesaj" gönderdiği haberini manşetten okuruz. 21 Haziran'da ise "Führer ile Milli Şef arasında samimi tebrikler" haberi vardır. Bu dönemde Türkçü yayınlarda bir patlama yaşandığına tanık olunur. Ancak Müttefiklerin zoruyla 1944'te bu yayınlar yasaklanır, Türkçüler de tabutlukları boylar.

Aslında Hitler, Atatürk döneminden başlamak üzere bilinçli bir politika gütmüş ve Türkiye'den büyük miktarlarda hammadde çekmiştir. (Özellikle de savaş sanayii için ihtiyaç duyduğu kromu). Karşılığında Türkiye silah almak ister ama vermezler. Bunun yerine mamul madde satın almaları istenir. Nazi Almanya'sına krom satışı, Müttefiklerce 1944'te Türkiye'ye bir nota verilinceye kadar devam edecektir.

Görüldüğü gibi İnönü döneminde sadece Hitler'in bıyığına imrenilmemiş, 19 Mayıs gösterileri dahil pek çok alanda Naziler bal gibi örnek alınmıştı. Tabii basına talimatlar verilmesi, manşetlerin kaç punto ile atılması gerektiği gibi yukarıdan emirler, süresiz keyfi gazete kapatma rezaletleri de benzerlikler arasındaydı.

İşin garip tarafı, şimdi bize İnönücülük taslayan "Cumhuriyet" gazetesinin, Milli Şef döneminde kapatılan ilk gazete olmasıdır. Kurucusu Yunus Nadi ile oğlu Nadir Nadi'nin daha Milli Şef safını belirlemeden önce Alman yanlısı bir tavır içine girmiş olmaları (ne hadlerine!) "Cumhuriyet"in aylarca kapalı kalmasıyla ödüllendirilmiştir! (Ne var ki, 1941'den sonra bu defa Almancılık geçer akçe olacaktır.)

Gazetesinin kapatılması Yunus Nadi'yi derhal harekete geçirmiş, eski dostu İnönü'yle görüşüp meseleyi halletmek istemiştir. Lakin ne mümkün! Bir çözüm yolu bulur ve doğru Ankara Garı'na gider. Milli Şef'i karşılayanlar arasına katılarak derdini anlatmaktır niyeti. Ancak hiç beklemediği bir tepki alır. "Ticari maksatlar uğruna siyasi yazılar yazılmasına müsaade edemezmiş." Milli Şef. "Katiyen müsaade edemem" der ve Yunus Nadi'nin elini bile sıkmadan çıkar gider.

İşte oğul Nadir Nadi'nin patladığı an budur. "Perde Aralığından"a, bugünkü tartışmalara ışık tutmak istercesine şu zehir zemberek satırları not düşer:

"Sorumsuz bir cumhurbaşkanı nasıl olur da tıpkı Hitler gibi, Mussolini gibi hakaret edercesine uluorta bir arkadaşını paylardı?"

Anlaşılan, Nadir Nadi, "Hitler ve Mussolini gibi" birisiyle karşı karşıya olduğunu cici gazeteleri kapatılınca anlamış. Peki ezanı Arapça okudu diye falakaya yatırılanların, Kur'an öğretiyor diye hapse girenlerin feryatlarını gazetelerinde yıllarca "Kara irtica hortluyor" diye yüreklerini soğutarak verenlerin feryat etmeye hakları var mıydı? Hitler'in 'uzun bıçağı'nın bir gün kendilerini de keseceğini düşünememişler miydi?

***




1941'e geldiğimizde 15 Mayıs'ta Hitler'in Milli Şef'e "dostane bir mesaj" gönderdiği haberini manşetten okuruz. 21 Haziran'da ise "Führer ile Milli Şef arasında samimi tebrikler" haberi vardır.

Anasayfaya Dön Karakter boyutu :

Erhan Afyoncu
Bugün Gazetesi
Camileri parti binası bile yapmışlardı
09 Mayıs 2010

Camiler, tek parti döneminde kapatılmış, depo yapılmış, yıkılmış, kiraya verilmiş, parti binası ve spor kulübü lokali bile yapılmıştı

Başbakanımızın İnönü döneminde camilerle ilgili sözleri bana eski bir tartışmayı hatırlattı. 1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.

CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN

15 Kasım 1935'te "Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında" bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda "Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır" hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı.

Anadolu'nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat'ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940'lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949'da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta Tokat'ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.

MESCİT PARTİ BİNASI OLDU

Anadolu Hisarı Barutçular Sokak'ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.

KONYA'DA DEPO YAPILAN CAMİLER

Şevket Eygi'ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya'daki durumu şöyle ifade etmişti:

İnönü istibdadı zamanında Konya'daki ibadethanelerin durumu şöyledir:

1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu.

Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.

http://sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-snc4/hs432.snc4/47554_136809423030537_100001044408832_209493_7275502_n.jpg[img][/img]

10 Teşrinisâni
Engin ARDIÇ
10 Kasım 2010

Bulursanız eski gazeteleri karıştırmayı sever misiniz, onların sararmış ve pıyrım pıyrım sayfalarını?
Atatürk'ün ölüm haberini "sıcağı sıcağına" izlemek, yorumları ve tabii ağıtları görmek için sahaflara gidip hiç boşuna 10 Kasım tarihli (daha doğrusu 11 Kasım tarihli, ertesi günkü) gazeteleri aramayınız.
Öyle bir tarih yoktur.
Bulursanız, o günün "10 Teşrinisâni" olduğunu göreceksiniz.
Atatürk'ü 10 Kasım'da değil, 10 Teşrinisâni'de kaybettik.
Kimi gazetelerde bu tarihin "10 İkinciteşrin" şeklinde atıldığını da göreceksiniz, bu şekilde "sadeleştirmeye" çalışıyorlardı... "Kasım" ismi, taa 1945 yılında icat edilmiştir!
Atatürk'ün ölümünden yedi yıl sonra.
Bizim "Ekim" diye bildiğimiz aya o tarihe kadar "Teşrin-i evvel", Kasım'a "Teşrin-i sâni", Aralık'a "Kânun-u evvel", Ocak ayına da "Kânun-u sâni" denirdi.
Birtakım "Türkçeleştirme" girişimleri yok değildi, bu aylara "ilk" ya da "birinci", "son" ya da "ikinci" ekleri uygun görülmüş, ayların isimleri "İlkteşrin", "Sonkânun" gibi şeylere dönüşmüştü.
Ama bu gene de yeterli bulunmamıştı. "Radikal" bir değişikliğe gidildi.
"Ay devrimi" tuttu, tıpkı Latin alfabesi gibi. Bugün en yaşlı vatandaşımız bile eski isimleri kullanmaz, hatırlatılmadıkça da hatırlamaz.
Fakat niçin bu kadar beklenildi acaba?
Ekinlerin ekildiği aya Ekim (sahi ekinler ekimde mi ekilir?), ocakların yandığı aya Ocak dediler (sanki yılbaşına kadar herkes denize giriyordu), arada kalan aya da hiçbir isim uyduramadıkları için Aralık deyip çıktılar. (Kasım mis gibi Arapça kökenlidir oysa.) Aslında bütün ayların isimlerini değiştirmeyi düşündüler.
Buldukları isimleri de size sıralayayım:
"Ocak, Gücük, Yelin, Açaray, Gülay, Bozaran, Biçim, Derim, Verim, Ekim, Kasım, Aralık!"
Dördü kabul gördü, ötekiler tutmadı. "Osmanlıca kokan" isimleri değiştirdiler, putperest tanrılarının adlarını taşıyan Mart ve Temmuz aylarına, bir Roma İmparatoru'nun adını taşıyan Ağustos ayına dokunmadılar.
Tuhaftır, haftanın günlerinin Farsça sayı saymaya dayalı isimlerine de ilişmediler (cihar, penç, cihar-ı şenbe, penc-ü şenbe, çarşamba, perşembe.) Aslında pek devrimci bir yaklaşımdı bu, Fransız Devrimi'nde kabul edilen "cumhuriyet takviminin" Fructidor, Thermidor, Germinal, Prairial, Ventose, Pluviose ayları falan gibi...
Neyse ki "milat" olarak 1923 yılını düşünmediler, Fransız cumhuriyetçilerinin 1792'yi sıfır yılı almaları gibi. O kadarına cesaret edemediler.
Fakat bu devrim niçin daha önce değil de taa 1945 yılında?
Niçin Atatürk kalkışmamış böyle bir işe de İnönü kalkışmış?
1932 yılında meclisi kamutay, mebusu saylav yapmayı bilenler, niçin aylara ancak 1945'te el atabilmişler? (Ayrıca, "gerici ve karşıdevrimci Demokrat Parti" iktidara geldiğinde Arapça ezana dönmüş ama eski ay isimlerine niçin geri dönmemiş?)
İsterseniz soruyu daha "kapsamlı ve temelli" soralım:
Devrimler niçin bölük pörçük ve zamana yayılarak yapılmıştır?
Niçin alfabe için beş yıl, soyadı için on bir yıl beklenmiştir?
Karşı çıkacak bir odak, bir güç, bir muhalefet mi bırakılmıştı ortada? Neden çekiniliyordu?
"Alıştıra alıştıra" mı yapılıyordu?
Öyleyse yazı devrimi için neden üç ay gibi çok çok kısa bir geçiş süresi verildi?
Yoksa ortada somut ve belirgin bir "plan ve program" yoktu da, devrimler keyfe keder ve "akla geldikçe" mi yapılıyordu?
Yoksa çok partili sistem için yirmi yıl beklendiği iddiası da bir yanılgı mı? Bazı ahmak yalancıların ileri sürdükleri gibi "çok partili düzene geçmek için otuzlu yıllarda bütün hazırlıklar yapılmış" falan değildi de, şartlar mı zorladı?
Savaşı Almanya kazansaydı Milli Şef İnönü çok partili sisteme geçmek zorunda kalacak mıydı, ister ocak ayında ister gücük ayında?

Sabah

Atatürk’ün gördüğü son rüya

Bildiğimiz gibi Atatürk ölmeden önce baya bir süre hasta olarak yatmış. Yine hasta olduğu 26 Eylül 1938 tarihinde ilk defa hafif bir koma atlatmış.

Şimdi Prof. Afet İnan’ın ağzından o olay:

“-o geceyi rahatsız geçirdi. İlk komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında:”
“-Demek ölüm böyle olacak” diyerek uzun bir rüya gördüğünü anlattı.
“-Salih’e söyle, ikimiz bir kuyuya düştük, fakat o kurtuldu” dedi

Atatürk’ün bu olaydaki “kuyuya düşme” olayı ölümün habercisiydi. Salih Bozok’un kuyudan kurtulması ise Atatürk’ün vefatından sonra çok üzülen Salih Bozok’un intihar ettikten sonra kurtarılmasını simgeliyor.
http://wolkanca.com/ataturkun-gordugu-son-ruya/


Kaybeden idare fırkasıdır çocuk!
Ahmet Turan ALKAN
t.alkan@zaman.com.tr
10 Kasım 2010

Hürriyet refikimiz, üç gün boyunca Şehriban Oğhan'ın kaleminden çok dikkat çekici bir yazı dizisi yayınladı; bu dizi, Atatürk'ün özel kalem memurlarından Ali Rıza Erdim'in (Bebe) hâtıratından yapılan özettir.

Hâtıratın hikâyesi ilginç: "Bebe" Rıza, yaşlanınca (1973 yılında) bildiklerini anlatmak için güvenilir bir gazeteci aramış ve Seyfettin Turhan'la on kaset uzunluğunda iki celselik bir görüşme yapılmış ama röportaj, her nedense yayınlanmamış. Gazeteci Turhan kasetleri şahsi arşivine koymuş ve 1995 yılına kadar unutmuş! 95'te hatırlayınca kızı Belkıs Menemenlioğlu'ndan yardım istemiş ama o esnada vefat edince Belkıs Hanım, işi tamamlamak için babasının ikinci eşinden kasetleri rica ettiyse de on kasetten sadece 4'üne ulaşabilmiş. Şehriban Oğhan'ın üç günlük yazı dizisi, işbu dört kasetten yapılan özet. Hürriyet'i kutluyorum, güzel gazeteciliktir.

Tam şu kısmı okurken çok şaşırdım. "Atatürk'ü en son ne zaman gördünüz?" sorusuna Rıza Bey şöyle cevap veriyor: "Dolmabahçe'deyiz, yedek subaylar, özellikle öğretmenler maaşları verilmediği için Gülhane Parkı'nda toplanmışlardı. Polisler bir ayaklanma falan zannetmişler. Saraya aksettirilmiş mesele. Subaylar saraya yürüyeceklermiş. Ben de o gün nöbetçiyim. Bu askerî toplantılardan, yürüyüşlerden Atatürk kuşkulanmış. Orduya, 'Bana bağlılığınızı bildirin' diye tamim göndermiş. Her taraftan bağlılıklarını bildiren yazılar geliyor. Yazılar o kadar çok ki, yoruldum, bıktım... Saat; 2.00-3.00. Paşa karşıma oturdu. 'Erzurum'dan var mı?' diyordu. Erzurum'da Salih Omurtak kumandan. 'Var Paşam' dedim. Sayıları okumaya başladım. 22-23... Ben yazı okuyorum diye rakamları okuyorum. 'Bu çocuk yorgun, yatırın bunu' demiş. Sonra, Atatürk'ün emriyle maaşlar verildi."

Dönemle ilgili bulabildiğim her şeyi toplamaya, okumaya çalışırım fakat bu hadiseyi hatırlamıyorum. Elimin altında Andrew Mango'nun "Atatürk"ü var, o da zikretmemiş; belli ki gizli-kapaklı kalmış bir mesele. Öte yandan 29 Ekim 1938'deki son Cumhuriyet Bayramı gününde askerî okul öğrencilerinin bandoyla bir gemiye binerek Dolmabahçe Sarayı açıklarında Atatürk'e sevgi tezahüratı yaptığı ve Atatürk'ün hasta yatağından kaldırılarak pencereye taşınıp gençleri selamladığı çok yerde zikredilir.

Bu mesele zihnime takıldı. O günlerin gazetelerine yansımış mıydı acaba? Hatırladığım kadarıyla Hasan Rıza Soyak'ın Atatürk'ten Hatıralar adlı eserinde de yok. Hâsılı araştırılmaya değer bir konudur bu.

Yeri gelmişken Andrew Mango'nun fevkalade insaflı ve (bence) isabetli bir yorumunu da zikretmeden geçmeyeceğim. Atatürk zamanında demokrasinin niçin işletilemediğini izah ederken diyor ki, "Mustafa Kemal siyasal hoşnutsuzluğun yasal ve denetim altında bir yolla yansıtılması gerektiğine karar verdi ama bir sorun vardı. Kendi yönetimine muhalefetin, dürüst olmayan politikacıların oyuncağı olan dini tepkilerden kaynaklandığına inanıyordu. Eleştirilere izin verirken, dini tepkinin bundan yararlanmayacağından emin olmak istiyordu. Ne var ki, Türk halkının çoğunluğu her zaman hoşnutsuzluğunu dini terimlerle anlatmaya alışmıştı. Onlara göre yoksulluk dinsizliğin sonucuydu; zenginlik ise İslam yasalarına uyularak elde edilebilirdi (...) Laik bir muhalefet partisi bile, Kemalist rejimin gücendirdiği dindar Müslümanları kendi tarafına çekebilirdi." (s. 540)

Ve son anektot: Serbest Fırka'nın kısmî başarı sağladığı 1930'daki Belediye seçim sonuçlarını sekreteri Hasan Rıza'ya soran Atatürk, "Tabii, bizim fırka paşam" cevabını alınca gülmüş ve demişti ki, "Hayır efendim. Hiç de öyle değil. Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan idare fırkasıdır, çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler. Bunu bilesin." (Soyak, 1973, s. 436)

CHP'nin 46'dan bu yana niçin eli-yüzü düzgün bir seçim zaferi kazanamadığını derd edinenler bu nükteyi duymuşlar mıydı acaba?
Zaman

İsrail'den Atatürk'le ilgili garip iddia

İsrail Futbol Federasyonu: "Atatürk İsrail’le maç yaptı, ikinci golü de O attı"

İsrail Futbol Federasyonu’nun internet sitesinde, Atatürk’ün 1915 yılında İsrail’in eski liman kenti Yaffo’da Sultan’ın takımı ile Maccabi Tel-Aviv takımları arasında yapılan ve 2-2 sonuçlanan maçta ikinci golü attığını duyurdu

Atatürk’ün bugüne kadar hiç bilinmeyen bir yönü ortaya çıktı. Bu ilginç yönünü ortaya çıkaran İsrail Futbol Federasyonu’nun internet sitesi. Haberde 1915 yılında Sultan’ın izniyle yapılan Maccabi Tel-Aviv maçında oynadığı ve 2-2 biten maçta Sultan’ın takımının ikinci golü Mustafa Kemal’in attığı yer aldı. İsrail Futbol Federasyonu’nun haberi şöyle; “Tevrat’ta yer alan ve merkezi Yeruşalayim (Kudüs) olan Erets Yisrael topraklarına yerleşen İsrailoğulları, David A’Meleh ve Şlomo A’Meleh’in (Hz.Davud ve Hz.Süleyman’in) yönetimlerine sahne olan Erets Yisrael’in en eski Liman şehri Yaffo veya Yafadır.

İkinci ziyarette Yafo, İsrail topraklarına deniz yoluyla gelenlerin kapısı niteliğinde, Osmanlı hakimiyeti altında olan Filistin bölgesinin bir parçasıydı. 1906 yılının sonlarına doğru Yafo limanına gelen bir Fransız gemisinden inen ilginç yolcular arasında, Mustafa Kemal Atatürk de vardı. Mustafa Kemal, Osmanlı idaresinde görevli yüksek rütbeli bir arkadaşını ziyarete gelmişti.
Gemiden inerken Mustafa Kemalin dikkatini, sahilde top koşturan gençler çekmişti. Koyu bir Beşiktaş taraftarı olan Mustafa Kemal, futbolü seven ve fırsat buldukça futbol oynayan bir kişiydi. 1895 Yılında İstanbul’da kurulan Maccabi (Makabi) spor klübünün idarecileriyle iyi ilişkiler içinde olan Mustafa Kemal, Sultan’ın iznini alarak, 1915 yılında tekrar ziyarete geldiği Yaffo şehrinde, kendisinin de kadroda yer aldığı Sultan’ın futbol takımı ile Maccabi Tel-Aviv takımları arasında yüksek bir seyirci kitlesi önünde 2 - 2 lik bir skorla sonuçlanan çok heyecanlı bir maç oynandı. Bu maçta, iyi bir komutan olduğu kadar, iyi bir futbolcu olduğunu, maçın beraberlik golünü atarak en iyi bir şekilde kanıtlayan kişi, Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Aradan iki yıl geçmiş ve birinci dünya savaşı patlak vermiştir. Osmanlı devletinin hakimiyeti altında olan Yafo, Tel-Aviv ve diğer şehir ve köylerde yaşayan Yahudi gençler, Osmanlı saflarında savaşmak üzere silah altına alınarak, Mustafa Kemal Paşa ile omuz omuza çarpışarak, kimileri gazi, kimileri şehit olmuşlardı. Bu dönemde Yafo ve Tel-Avivde spor ve futbol etkinlikleri, gençlerin sılah altına alınmaları nedeniyle çok azalmıştı. Ne diyelim, Vatanlarımız sağ olsun...”

‘Hayalleri güçlü’TÜRK Tarih Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu “1915 yılında Atatürk’ün futbol oynadığı iddia ediliyor ancak bunun imkanı yok. Çünkü o tarihte Çanakkale Savaşı var; ölüm kalım savaşı. Bu tarihte böyle bir şeyin olma ihtimali yok. Bu iddiayı atanların hayal güçleri iyi ancak tarih bilgileri ise çok kötü” görüşünde.
Prof. Dr. Halil Berktay ise bildiğimiz tarih ile bu iddianın birbirine ters düştüğünü söylüyor: “1914 yılının sonlarından itibaren Çanakkale’de abluka başlıyor. 18 Mart 1915’te denizden ilk zorlama girişimi oluyor. 6 Ocak 1916’ya kadar abluka kesintisiz devam ediyor. Bu şartlar altında başını kaşıyacak vakti olmayan Atatürk’ün bugünkü İsrail topraklarında futbol oynadığını iddia etmek bildiğimiz tarih ile çelişiyor. Olacak şey değil, bu iddiayı duyunca çok çok şaşırdım.”
VATAN

İsmeeeet!
Engin ARDIÇ
19 Kasım 2010

Atatürk'ün sesinin "ince" olduğu genellikle kabul görmüş bir kanıdır.
Bunun "otuzlu yılların ses kayıt teknolojisinden" kaynaklandığı da genellikle bilinir.
Doğaldır. Herhalde saniyede "on altı kare" geçen sessiz film döneminde de insanlar sarsak sarsak yürümüyorlardı...
Atatürk'ün sesinin inceliğiyle alay etmeye kalkan densizler görülmüştür.
Şimdi de "oh çok şükür kalın çıktı" diyen işgüzarlarla karşı karşıyayız.
Al birini, vur birine.
Sami Şekeroğlu'nun yıllardır gözü gibi sakladığı ve hiçkimseye el sürdürmediği, şimdi ortaya çıkan birtakım belgesellerde, Atatürk'ün sesi kalınmış. (Oturdum seyrettim ve dinledim, kalın değil, "makul" kalınlıkta. Baritona kaçan bir tenor sesi.)
Fakat bunun Atatürk'ün gerçek sesi mi olduğu, yoksa "remasterize" edilmiş, yani dijital yöntemlerle parazitlerden arındırılmış ve bu süreçte kaçınılmaz bir şekilde kalınlaşmış bir ses mi olduğu da pek anlaşılamadı, laf aramızda.
Zarar yok, bunu görünce sevindirik oldular...
Sanki kötü canlandırmalarda rahmetli Agah Hün'e okutulan metinlerin "bas sesi" böylece doğrulanmış oluyordu!... (Kemalistler yapar da "ötekiler" geri kalırlar mı, onlar da "din ağırlıklı" berbat Yeşilçam yapımlarında Agah Hün sesi kullandılar.)
Hani günün birinde Atatürk'ün esmer ve uzun boylu olduğu "ortaya çıksa" çok daha bir sevinecekler, onu Rutkay Aziz'e oynatmanın gülünç saçmalığı ortadan kalkacak!
Bu kutlu sevinç ve asil heyecanla, bir de "Atatürk'ün kendi sesinden türkü" attılar ortaya.
Kendini sosyalist sanan hızlı Kemalist Tarık Akan, televizyona çıktı, "Çalın Davulları" adında bir Selanik türküsünü Atatürk'ün sesinden dinletti.
Türkü güzel, ses, eh, fena değildi.
So what?
Ne vardı bunda?
Atatürk'ün keyifli akşamlarında türkü söylediği bilinmeyen bir gerçek değildi. Hem dinler, hem eşlik eder, hem de kalkar zeybek oynardı. "Atatürk'ün sevdiği şarkılar", her Türk vatandaşının zihnine çivi gibi çakılmış (ve kabak tadı vermiş) bir konudur.
(Radyoda Osmanlı müziğini yasaklatacak kadar radikal bir Batılılaşmacı olan büyük önderin sevdiği şarkılar arasında "niçin ilaç için bir tek de yabancı şarkı olmadığı" şeklindeki soruma, en azgın Kemalist bile cevap veremiyor.)
Bir daha sevindirik oldular. Aman aman, bu ne müthiş bir şeydi, inanılır gibi değildi canım, Atatürk türkü söylüyordu... Sanki "Kelam" ete kemiğe bürünmüş, yeryüzüne inmiş, biz naçiz fanilere seslenmişti...
Hemen ardından Can Dündar çıktı, bu türküyü Atatürk'ün değil, kameraman Murat'ın söylediğini açıklayıverdi! "Mustafa" filminde kullanmış.
Daha sonra Murat Bardakçı bu kayıdın kendisinde de olduğunu, birçok belgeselde defalarca kullanıldığını, Reha Muhtar'ın da bir programında yayınladığını hatırlattı.
Bu saçmalıklara Internet sitelerinde tıklamalar boyu, bir gazetede de yarım sayfa yer verildi.
Bu tür zırvalarla niçin vakit öldürülüyor? "Siteciler" video yayınlayıp tıklama alıyorlar, buna dayanarak reklam topluyorlar, ekmek paraları, onları anladık da...
Kemalistler "tapınma" sürecinde yeni bir avadanlık bulduklarına seviniyorlar galiba. Ya da bir "relik", ermişlerin kemikleri, çarmıhın çivisi falan gibi.
Sözüm söz: Opera aryası falan demiyorum, bana Atatürk'ün kendi sesinden bir tek Carlos Gardel tangosu ya da Maurice Chevalier şarkısı getirin, ya da "şu Martha Eggert de pek güzel söylüyor canım" dediğine bir tek kanıt, düşüncelerimi gözden geçireceğim.

Sabah

Atatürk ölmeden önce ismini değiştirmiş!
05 Aralık 2010
Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, Atatürk'ün “Mustafa Kemal” ismini ölmeden önce “Kamal” olarak değiştirdiğini söyledi.

Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, Atatürk’ün, tarih kitaplarına konu olan ve öğretmeni tarafından verilen “Mustafa Kemal” ismini ölmeden önce “Kamal” olarak değiştirdiğini söyledi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün şimdiye kadar doğum tarihi ve isimleri sayısız tartışma konusu oldu. Hatta Matematik Öğretmeninin ona “Kemal” adını vermesi tarih kitaplarında yer aldı. Ancak Atatürk’ün 1935 yılında matematik öğretmeninin kendisine verdiği “Kemal” ismini değiştirerek “Kamal” yaptığı iddia edildi. Doğumundan ölümüne kadar Mustafa, Mustafa Kemal, Mim Kemal, M.Kemal Bey, M.Kemal Paşa, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Gazi Paşa isimlerini kullanan Atatürk’ün ölümünden 1 yıl önce ismini ordu ve kale anlamına gelen “Kamal” olarak değiştirmesinin hikayesini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan araştırdı. Doç. Dr. Alkan’ın ilgi çekecek yaptığı araştırması Toplumsal Tarih Dergisinin Aralık ayı sayısında okuyucuyla buluştu.

Amcasının ismi verildi

Doç. Dr. Alkan araştırmasında ilk önce Atatürk’ “Mustafa” isminin nasıl verildiğini kardeşinin ağzından anlatıyor.

Atatürk’ün kardeşi Makbule Atadan ağabeyisine “Mustafa” isminin nasıl verildiğini şöyle anlatıyor: “Ağabeyime ad koymak için bütün hısım ve akraba toplanmışlar. Birçok ad söylemişler. Fakat babam bunların hiçbirini beğenmeyerek, ağabeyimin adını(Mustafa)koymuş. Bunun sebebi de, babam küçükken kardeşi Mustafa’nın salıncağını sallarken onu düşürüp ölümüne sebep olmuş. Kardeşinin hatırasını yaşatmak için ağabeyime Mustafa adını koymuşlar.”

Atatürk’ün ailesinin kendisine koyduğu isimden hiç memnun olmadığını ise Doç. Dr. Alkan onun yıllar sonra verdiği bir hatıratıyla ifade ediyor. Atatürk isminden duyduğu memnuniyetsizliği “Ben kendi adımdan hiç memnun değilim.

Böyle koymuşlar. Bir gün erkek çocuğu doğuran bir hanım, çocuğuna “Mustafa Kemal” adını koymak istemiş. Bu konuda benim onay vermemi istediler. Kendilerine benim bu adı hiç sevmediğimi, fakat ana hakkına karışmayacağımı, diledikleri adı koymakta özgür oldukları cevabını verdim” sözleriyle anlatıyor.

Yeni adı yurda duyuruldu

Alkan, “Kemal” isminden “Kamal”e gidişi ise bir çok belgelerle ortaya koyuyor. Atatürk’ün ailesinin ona verdiği ismi zamanla kendisinin değiştirdiğini ve yeni isminin tüm yurda duyurulması ise Soyadı Kanunu ile oluyor. Kanun sonrasında Atatürk için hazırlanan nüfus kağıdının fotoğrafı ilk kez Ulus gazetesinde yayınlanmış ve altına şu cümle yazılmıştır: “Kurultay’ın, Reisicumhurumuz Atatürk’e bu soyadını vermesi üzerine değiştirilen hüviyet cüzdanının dün aldırdığımız bir fotoğrafını da okurlarımıza sunuyoruz”

Cüzdanında “Kamal” adı

Kemal ismi resmen “Kamal” olmuş, bu nedenle Atatürk’e hemen ikinci bir nüfus cüzdanı çıkarılmıştır. “Kamal” isminin Türkçe, “Kemal” adının ise Arapça olduğunu söyleyen Doç. Dr. Alkan bu değişikliğin dilde sadeleşmeyle ilgisi olduğuna da dikkat çekiyor ve ekliyor: “Dilde özleştirme veya tasfiye hızlanmış, yeni sözcükler icat edilmiştir. ‘Kemal’in ‘Kamal’a dönüşmesinin de hararetli ortamlardaki kazalardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk 1937’nin sonuna doğru bu fiili olarak ‘Kamal’ isminden vazgeçiyor, yazışmalarında tekrar ‘Kemal’ ismini kullanıyor. Ama öldüğünde kullandığı nüfus cüzdanında ‘Kamal’ ismi yazıyor. Yani resmi olarak bu isimden vazgeçmiyor.”
(Vatan)

En Vahimi, 'Aydınların Yabancılaşması'!..
Attila İlhan

Gâzi'nin ve Anadolu İhtilâli'nin talihsizliği, acaba -bazı lider arkadaşları gibi- 'taraftarı geçinen' aydınların da, 'ileri Tanzimatçı' olmaları değil miydi? Hanidir içinde yuvarlandığımız keşmekeş, düpedüz onların 'marifeti'; bunu kim inkâr edebilir?

...Zaman, hatıraları bulanıklaştırıyor; o yüzden, kesin konuşamıyorum: acaba hangisi söylemişti? 'Medeniye' hocamız, -o tarihte henüz doçent- Ferit Hakkı Bey mi; yoksa kürsünün sahibi, -sakalı hariç, her şeyi ile 'dört dörtlük Osmanlı' - 'meşhur ve mülehham' Ebû'l Ulâ Mardin Bey mi? Cumhuriyet'in her icraatını, gizli bir istihzayla anlatmak alışkanlığı; Mecelle'ye büyük hayranlığı hesaba katılırsa, muhtemelen ikincisi!..

Anlatılan şudur: Gâzi, 'yeni Türkiye'de toplumun, artık Medeni Hukuku'nu, Mecelle'yle yürütemeyeceği görüşünde imiş; zamanın uzmanlarını toplayıp, yeni düzene uygun bir 'Medeni Kanun' tedvir etmelerini istiyor; bunun için onlara sanırım üç yıl da süre tanımış; gel gör ki süre bittiğinde, 'ulusal' uzmanlarımız Gâzi'ye rejimin temellerine göre oluşturulmuş, yeni, özgün ve ulusal bir yasa getirmemişler; onun yerine İsviçre Medeni Kanunu'nun 'şartlarımıza uydurularak' kabulünü önermişler; esasen, öyle de yapılmış!

Ne yalan söylemeli, daha o tarihte, bu davranış beni utandırmıştı; bilahare Türk Ceza Kanunu'nun İtalyan, İdare Hukuku'yla ilgili kanunların Fransız Hukuku'ndan aktarıldığını öğrenince, utancım daha da büyüdü; çünkü başarısızlığımıza anlam veremiyordum, ancak yıllar sonra 'olay'ın aslında 'ecnebi'nin uyguladığı 'kültürsüzleştirme operasyonu'yla ilgili ve onun tabii neticesi olduğunu anladım: Emperyalizm, göz koyduğu ülkeyi öz kültüründen soyutladı mı; o ülkenin aydını yaratıcılığını kaybeder; artık 'yaşantısı' gibi, 'eserleri' de 'kopya'dır!

Gâzi'nin önüne çıkan 'talihsizlik' buydu!

Aydın 'çare'yi 'ecnebi'den beklerse...

Bursa Türkocağı'ndaki kalabalık ve heyecanlı toplantıda, muhatap olduğum sorulardan birkaçı, aynı sorunla ilgili idi: ''...memleket yanlış yolda, işler sarpa sarıyor, ama yol gösteren yok, biz ne yapacağız?..'' Tuhaftır, soru sahipleri, cevabı bulmakla mükellef olanın da, kendileri olduğunu ne biliyor, ne kestirebiliyor; anlamıyor da: çünkü 'kopya', 'alafrangalık' sahici 'yurttaşlık bilincini' bulandırmış; artık 'meseleyi va'z etmek' ve 'ulusal çözüm bulmak' kabiliyeti yok; böyle bir soruyu sordukları anda, yetersizliklerini itiraf ve çareyi başkalarından -muhtemelen 'ecnebi'den- beklediklerini açıklamış oluyorlar. İyi de, 'kültürsüzleşme' dedikleri, 'bizâtihi' bu değil midir?

Söyler dururum, asıl sorun -sanıldığı ya da gösterilmek istendiği gibi- halkımızda değil; tam tersine, (buraya dikkat!) ona kılavuzluk etmesi gereken aydınlarımızın 'yabancılaşmasında'dır; bu 'yabancılık' toplumun 'ulusal idrakini' tahrip ediyor; aydını, öz ülkesinde, 'ecnebi'; halkına ters gelen bir kütürün 'temsilcisi' durumuna düşürüyor ki, bunun en korkunç neticesi 'ulusal'a 'ilgisizlik', hatta düpedüz 'kayıtsızlık'tır; en irkiltici sonucu da, 'bilmem ne yapacağız' kötümserliğine düşmüş bu takımın, o kötümserliğin ana sebebi olan 'kültürsüzleşme'yi hâlâ benimsemeleri; yani mesela 'alafrangalığı' önemseyip; çocuklarını 'ecnebi misyoner' okullarına göndermekte devam etmeleri oluşturuyor.

Bilir misiniz ki, Yusuf Akçura gibi bir 'ulusallık' devi, bu tehlikeli duruma, daha 1932'de Tarih Kurumu'nun ilk Kurultayı'nda parmağını basmıştı; Cumhuriyet Maarifi'nin hazırlattığı ilk tarih kitaplarını; bakar mısınız, nasıl yerden yere vurmuş:

Kim 'aksini' söyleyebilir?..

''...Fransız tarihçileri 1789 İhtilâli'ni abartıp şişirmişlerdir; ve bu maksatla, ondan önceki devirleri ve başka ülkelerde gerçekleşen değişiklikleri, pek silik geçiştirirler. Halbuki hakikat böyle değildi. Maarif'in Müfredat Programı, Fransız İhtilâli'ne -Fransızların deyimiyle- 'hakiki mevkii'ni' vermek üzere tertip edilmese de, (kitabın yazarı) Ali Reşat Bey, Program'dan daha çok, (çevirdiği) yazara sadık kalmıştır. 1848 İhtilâli için de aynı şey geçerli idi...''

''...Hele iktisadi meseleler ve bunların tarihteki rolü, yine Müfredat Programı'na uygun anlatılmamıştır. (Buraya dikkat!) İktisadi meselelerle izah edilebilen Emperyalizm ve dünyanın Avrupa tarafından istilası ve taksimi mevzularında; vuzûhsuz, nâkıs, yanlış ve sırf Avrupa'nın sınıfsal çıkarlarına göre söz edilmiştir. Bu kısmı yazılırken, kitabın yazarı adeta Türklüğünü unutup Avrupalıların dünyayı istilalarına 'fetih' namını vererek, onların adeta haklı; bu Müslüman kavimlerin, memleketlerinin ve servetlerinin, sırf Avrupalıların çıkarları uğruna gasp edilmesi hadisesini de, haklı görmektedir...'' (bkz. 1. Türk Tarih Kongresi, Konferans ve Zabıtları, 1932.)

Gâzi'nin ve Anadolu İhtilâli'nin talihsizliği, acaba -bazı lider arkadaşları gibi- 'taraftarı geçinen' aydınların da, 'ileri Tanzimatçı' olmaları değil miydi? Hanidir içinde yuvarlandığımız keşmekeş, düpedüz onların 'marifeti'; bunu kim inkâr edebilir?
( 28.01.2005)
Kaynak:Cumhuriyet

Atatürk'ün Ölüm Gerçeği!
Kalpten difteriye, sıtmadan zatürreeye onca hastalığı da yendi ancak onu bekleyen son bambaşkaydı.

57 gibi erken bir yaşta vefat eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümüne neden olan hastalık siroz olabilir. Fakat siroza yakalandığında ve bundan önce çeşitli sebeplerden birçok hastalıkla mücadele etti.

Beş kardeşinden Makbule (Atadan) hariç, dördünü erken yaşlarda kaybettiği düşünülürse (Fatma 4, Ahmet 9, Ömer 8, Naciye 12 yaşlarında), Atatürk'ün hayatla kavgası daha iyi anlaşılabilir.

Kaburga kırığı

12 Ağustos 1921'de Polatlı'da cephede attan düştü. Üç kaburga kemiği kırıldı fakat tam iyileşmeden 17 Ağustos'ta cepheye döndü.

Karaciğer hastalığı

22 Ocak 1938'de siroz teşhisi kondu. Ve hastalık ilerledikçe kaşıntı, burun kanaması, bilinç kaybı, geçici hafıza kaybı yaşadı.

Sıtma

1896'da girdiği Manastır Askeri İdadisi'nde etkisini hayat boyu taşıyacağı sıtmaya yakalandı. Çanakkale Savaşı'nda, Samsun'a çıkarken ve Sivas Kongresi sırasında nöbet geçirdi. 20 Eylül 1919'da Sivas'ta görüştüğü Amerikan Heyeti Başkanı General Harbord anılarında "Elinde durmadan tespih çekerdi, sonradan öğrendim ki bunun sebebi yakın zamanda sıtma nöbeti geçirmesi ve yüksek ateşli olmasıymış" diye yazmıştı.

Zatürree

22 Kasım 1936'da ve 7 Şubat 1938'de iki defa zatürree teşhisi kondu. O dönemde özellikle penisilin gibi antibiyotiklerin bulunmadığı düşünülürse bir yandan karaciğer hastalığı ile uğraşırken zatürreeyi yenmesi önemliydi.

Gözde hasar

16 Ocak 1912'de, Libya Derne'de toz bulutu içinde kaldı ve gözüne kireç parçası girdi. Hastaneye yattı fakat tamamen iyileşmeden cepheye döndü. Savaş şartlarından ötürü Mart'ta rahatsızlık tekrarladı. Kasım'da Viyana'da muayene olup başarılı bir müdahale geçirmesine rağmen sol gözünde şaşılık kaldı.

Kulak egzaması

Gençliğinden itibaren kulak egzaması vardı. Kulak ağrısıHaziran 1926'da Bursa'da nüksetti. Bu sebeple zaman zaman kulağında iltihaplanma oluyordu.

Difteri

Kardeşleri Ahmet ve Ömer gibi küçük yaşta difteri-kuş palazı geçirdi. Kardeşlerinin aksine hastalığı atlattı.

Kalp rahatsızlığı

Kasım 1923'te savaş sonrasında ve Mayıs 1927'de Nutuk'u hazırlarken çok çalıştığı günlerde kalp krizi geçirdi. Ankara'ya davet edilen iki Alman doktor kahve ve sigaradan uzak durmasını tavsiye etti.

Böbrek rahatsızlığı

20'li yaşlarının başında hayatının sonuna kadar devam edecek ağrılı, sık idrara çıkmaya yol açan, ateş yapan, bazen titreme ve terlemeye neden olan pyelonefrit'e yakalandı. Sürekli böbrek sancılarından ötürü Haziran 1918'de Viyana Cottage Sanatoryumu'nda, ardından Karlsbad'da kaplıca tedavisi görse de, tamamen atlatamadı.

Kaynak: Dr. Eren Akçiçek, "Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü" 2005) newsweek.

Bediüzzaman ile Mustafa Kemal hiç karşılaştılar mı?
Mustafa ARMAĞAN
2 Ocak 2011
"Hür Adam" filmi henüz vizyona girmedi ama basına yansıyan tanıtım ve tartışmalardan, hakkında epeyce bilgi sahibi olduk sayılır. Bu fırsattan yararlanarak Said Nursi ile Mustafa Kemal Paşa'nın münasebetlerine dair birkaç noktayı berraklaştırmakta fayda var.

Anlaşıldığı kadarıyla, filmin düğüm noktasında Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal Paşa ile tartıştığı sahne yer alıyor. Bazılarına göre böyle bir olay hiç yaşanmadı. Acaba?

Şunu söyleyelim ki, henüz dört başı mamur Atatürk ve Bediüzzaman biyografileri yazılamamıştır. Yazılamayışının sebebi, akademinin soğuk elinin bu iki dünyaya eğilme imkân ve fırsatını bulamamasıdır. İşin ilginç tarafı, hem Atatürk'ün hem de Bediüzzaman'ın sağlıklarında birer hatırat bırakmış olmalarıdır. Belki de bilim adamlarını tedirgin eden husus, "Nutuk" ve "Tarihçe-i Hayat"ın lehine veya aleyhine yazmak zorunda kalmaktır.

Peki Mustafa Kemal ile Said Nursi hiç karşılaştılar mı?

İlk olarak 1916'da Kafkas cephesinde karşılaşmış olabilirler. Zira Bediüzzaman gönüllü milis alayının başında, Mustafa Kemal ise 16. Kolordu komutanı olarak aynı cephede Ruslara ve Ermenilere karşı savaşmışlardı.

Peki 1922-23'te Ankara'da karşılaşıp tartıştılar mı?

Bu konuda resmî kaynaklar gayet ağzı sıkı davranıyor. Bediüzzaman'ın TBMM'ye geldiğini, orada "hoş amedi" (hoş geldin) töreni icra edildiğini ve kürsüye dua etmek üzere davet edildiğini resmî tutanaklardan okuyoruz. 9 Kasım 1922'de geldiği Ankara'dan ayrılış tarihi 17 Nisan 1923 olduğuna göre 5 ay kadar Ankara'da kaldığı da kesin.

"Tarihçe"ye göre Mustafa Kemal, "şifreyle" 3 defa davet etmişse de, Bediüzzaman önce gelmek istememiş, fakat dostu, eski Van Valisi Tahsin Bey araya girince razı olmuştur. Alkışlarla karşılansa da, Ankara'da umduğunu bulamayan Nursi'nin Hacı Bayram Camii civarında ikamet ettiğini biliyoruz. Ne var ki, Meclis'te dine kayıtsızlık ve Batılılaşma bahanesi altında İslamiyet'e karşı soğukluk havası gördüğünden milletvekillerine hitaben namaza teşvik edici bir bildiri yayımlar. Bildiriyi Mustafa Kemal'e okuyan kişi ise Kâzım Karabekir Paşa'dır. Etkisi hemen görülür, namaz kılanlara 60 kişi eklenir, mevcut mescit dar gelince daha büyük bir odaya taşınılır.

Yine "Tarihçe"de geçtiği kadarıyla, başkanlık divanında 50-60 milletvekili içinde Mustafa Kemal ile Bediüzzaman arasında bir "fikir teatisi" yaşanır. Mustafa Kemal, yüksek fikirlerinden yararlanmak için çağırdıkları halde Nursi'nin gelir gelmez namaza dair bildiri yayımlamasını eleştirir, 'aramıza ihtilaf soktunuz' diye ona yüklenir. Nursi ise birkaç makul cevap verdikten sonra, tartışma alevlenince "şiddetle ve hiddetle" iki parmağını ileri uzatarak, "Paşa, Paşa! İslamiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü, merduttur (dinden çıkmıştır)" der. Bunun üzerine M. Kemal özür diler, ona "ilişemez".

"Tarihçe-i Hayat"ta Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'le konuştuğu ikinci bir sahne daha yer alır. Buna göre İslam âleminde büyük bir uyanışın işaretlerini görmek umuduyla Ankara'ya gelen Nursi'nin hayal kırıklığı ve dinden uzaklaşma yönündeki gidişatı düzeltmek için çalıştığından söz edildikten sonra bu defa Meclis Başkanlığı odasında (muhtemelen Büyük Zafer'i tebrik vesilesiyle) Mustafa Kemal'le 2 saat kadar konuştukları belirtilir. Burada onun Paşa'yı daha direkt ifadelerle içine girdiği yoldan çevirmeye çalıştığını görürüz. "İslam ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak için İslam'ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyası için büyük bir zarar doğuracağını" söyler ve eğer illa bir "inkılab" yapılmak isteniyorsa, bunun Kur'anî doğrultuda yapılması uyarısında bulunur.

Mustafa Kemal itiraz eder ama Bediüzzaman'ı da gözden çıkarmak istemediği dikkat çeker. Ona milletvekilliği dahil olmak üzere bazı cazip tekliflerde bulunur. Ne var ki, Nursi, kimi manevî yorumlar ışığında bu çağda siyasetle mücadele yolunun kapandığını, gelişmelere "manevi kılıç" hükmündeki "icaz-ı Kur'an'ın nurlarıyla" mukabele edilebileceği kanaatiyle teklifleri reddeder ve kalması yönündeki ricalara rağmen Van'a çekilir.

Diğer ismi "23. Lem'a" olan "Tabiat Risalesi"nin başındaki not, bu bilgileri tamamlayıcı niteliktedir. Büyük Zafer'den sonra Ankara'ya gittiğinde "gayet müthiş bir zındıka fikri"yle karşılaştığını anlatır burada. Milleti bozmak ve zehirlemek için "dessasane" çalışanları görünce "Eyvah" der, "bu ejderha imanın erkânına (esaslarına) ilişecek." Risaleyi bu sürece karşı bir tür panzehir olarak yazmıştır.

Bediüzzaman, Mustafa Kemal'le karşılaşma sahnesini böyle anlatıyor. Ne yazık ki, karşı cepheden bir anlatım elimizde yoktur. Peki bu kadar zengin ayrıntıları bir insanın uydurması mümkün müdür? Üstelik Kâzım Karabekir'in aynı süreç hakkında yazdıkları ortadayken. Bediüzzaman'ın "dinsizlik" ve "İslam'dan uzaklaşma" hakkında yazdıklarını şöyle doğrular Karabekir:

"Ankara'da yeni bir hava esmeye başladı. "İslamlık terakkiye mani imiş." CHP "lâ-dinî" (din dışı) ve lâ-ahlâkî (ahlak dışı) olmalı imiş! (...) Türkiye İslam kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman olacaklarmış!"

10 Temmuz 1923 günü istasyon binasındaki özel kaleminde Mustafa Kemal Paşa ile görüşen Karabekir Paşa, Gazi'nin kendisine "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdur. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir." dediğini aktarmaktadır.

Said Nursi'nin siyasetten uzaklaşma öyküsünü bu ışık altında yeniden okumakta fayda var. Gayri resmi hatıratlardan parçalar yan yana getirilince bazı soluk hatlar seçilir hale geliyor, öyle değil mi?
Zaman


Binbaşı Mustafa Kemal, Trablusgarb cephesi, 1911

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/

İnönü'nün sattığı camii aslına dönüyor

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, tarihi eserlerimizi ihya etmeye devam ediyor. Taksim’de 350 sene namaz kılınan, ibadet edilen ancak 1941'de İsmet İnönü tarafından 4 bin liraya satıldıktan sonra “İstiklal Meyhanesi” adı ile dansözlü meyhane olarak kullanılan Katip Mustafa Çelebi Camii aslına döndürülüyor. Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bulunan meyhanenin kullanım alanı “Dini Tesis Alanı” olarak düzenlendi.

Plan Değişikliğini Anıtlar Kurulu Onayladı

2863 sayılı kanun çerçevesinde hazırlanan Beyoğlu 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı, Anıtlar Kurulu tarafından 7 Ocak 2009 tarih ve 2302 sayılı kararı ile onaylandı.

Plan, 15 Mayıs 2009 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde kabul edildi. Anıtlar Kurulu’nun onayladığı, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde kabul edilen imar planıyla “İstiklal Meyhanesi” kaldırılacak ve aslına uygun olacak Katip Mustafa Çelebi Camii ibadete açılacak.

Beyoğlu 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile, Beyoğlu ilçesi Kâtip Mustafa Çelebi mahallesi Çukurçeşme Sokağı'nda bulunan meyhanenin kullanım alanı “Dini Tesis Alanı” olarak düzenleniyor. haber1001

"İnönü Zamanında Kur'an'ı Toprağa Gömdüm"

06 Haziran 2011
Ömer Çelik, Seyhan Belediyesi önünde 120 engelliye tekerlekli sandalye dağıtım törenine katıldı. Çelik’in yolunu 82 yaşındaki Zeki Demircan isimli bir vatandaş kesti.

Demircan, CHP döneminde Kur’an-ı Kerim'lerin toplatıldığını belirterek, “Ben İsmet İnönü zamanında Ağrı’da iken Kur'an'ı toprağa gömdüm. Cenazemiz oldu, kefen alamadık. Yorganımın yüzünü söküp cenazeme kefen yaptım. Sigara paketlerinin üzerindeki eski yazılara bile tahammülleri yoktu. ” diye konuştu.

Demircan'ı dinlerken çok duygulandığını aktaran Çelik, şöyle dedi: “CHP zihniyetini yaşamış canlı örnekler bunlar. CHP zihniyeti Kur'an'ı yasaklamış tek parti döneminde. Bu insanlar Kur'an'a bir halel gelmesin diye Kur'an'ı toprağa gömmüşler. Aynı örnekleri Beyli'de gördüm. Sigaranın üzerinde Osmanlıca yazıyı tehdit sayıyorlardı. Aynı zihniyet devam ediyor, işte canlı örnekler burada yaşıyor. “
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Mar 30, 2011 9:33 pm    Mesaj konusu: Latife Hanım Gece Yarısı Silah Çekti Alıntıyla Cevap Gönder

Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı
MUSTAFA ARMAĞAN
27.11.2007

1918 şartlarında İngilizleri tutmayan var mıydı ki, Hürriyet gazetesinde yer alan bir köşe yazısında(1), Mondros Mütarekesi'ni ve İngiliz himayesini kabullendiği için Sultan Vahdettin'e hain yaftası yapıştırılabiliyor?
Açın bakın, Mondros'ta İngiltere ile aramızda rica minnet çöpçatanlık yapan General Townshend'in hatıralarını, İngiliz gemileri kasım ayında Çanakkale'den nasıl birer 'kurtarıcı prens' olarak girmişlerdir, hayretle görürsünüz. Hadi onu bulamadınız diyelim, bari tarihçi Orhan Koloğlu'nun 1918 yılı üzerine yazdığı kitabındaki(2) basın taramasını okuyun ve zamanın PTT'sinin Mondros Mütarekesi'ni kutlamak için tam 22 bin serilik bir posta pulu çıkardığını hayret ve ibretle görün.

O zaman Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı" mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise "Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini" söylediğini ve dahi "muhataplarımızla [yani İngilizler, Fransızlar vd.] anlaşmak lazımdır" dediğini de hatırlamamız gerekmez mi? Ya Mustafa Kemal Paşa'nın 11-13 Ekim 1918'de Halep'ten Vahdettin'e çektiği telgraftaki ilginç teklifleri... Şöyle diyordu padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği telgrafta: Müttefiklerle olmadığı takdirde ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır. (Orijinali: "Müttefiken olmadığı takdirde münferiden behemahal sulhü takarrur ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır.")(3) Peki, bütün bu belgeler bilinip dururken birilerinin kalkıp da "Mütareke hükümlerine sonuna kadar riayetkâr davranmalıyız" şeklindeki tavrı nedeniyle Vahdettin'in hain ilan edilmesini anlamak gerçekten de mümkün değil.

Karabekir'in hatıratında Vahdettin

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir'in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları'nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin'le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon'a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir'e dönüp, "Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz... Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir" demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: "Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb." Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir'e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah'ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum'a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları'nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin'i 'beraat ettirici' nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir'in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.

Mustafa Kemal'in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa'yı Edirne'ye, Ali Fuat Paşa'yı Ankara'ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa'yı Erzurum'a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin'le görüştükten sonra dördüncü ve merkezÎ ayağı oluşturmak üzere Samsun'a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay'a anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk'ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?

İngiliz gizli belgeleri ne diyor?

Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de 'esir padişah'ı Samsun'a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa'nın ancak İtalya'nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar "haydut" kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin'in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: "It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him."

Bir başka belge ise gerçekten şaşırtıcı. 14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul'a gelip Pera Palas'ta ikamete başlamış olan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor: "Mustafa Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti. "Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik... Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum... Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."

Kim kahraman, kim hain?

Anadolu'da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir: "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..."(5) Türk Tarih Kurumu'nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler. Şimdi söyleyin bakalım, İngilizlerle ilişki kurmak vatan hainliği sayılabilir miymiş?

Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve "tarih" denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain'in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya'ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa'da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin'in başına.

En iyisi son sözü, bir ara bakanlık da yapmış olan Hüseyin Cahit Yalçın'a bırakmak. Bakın yakın tarihimizdeki hain-kahraman düellosu hakkında bu tecrübeli kalem ne ibret-âmiz laflar söylemiş: "İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi [Mondros'u] imza eden Rauf [Orbay] Bey, bugün âdeta vatan haini oluyor. Çünkü Halk Fırkası'ndan çıkmıştır. İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi kabul eden ve imza etmesi için emir verenler arasında bulunan Fethi [Okyar] Bey ise bugün Millet Meclisi Reisi bulunuyor. Çünkü, henüz Halk Fırkası'na mensuptur. Bu ne mantıktır, bu ne ölçüdür, bu ne mutaassıp fırkacılık [particilik] hissidir?"(6) Tarih yalan söylemez; ama ona yalan söyletilebilir. Tabii yatsıya kadar...

1) Bkz. Tufan Türenç, "Tarih yalan söylemez: Vahdettin haindir", Hürriyet, 14 Kasım 2007. 2) Orhan Koloğlu, 1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı, İstanbul 2000, Boyut Kitapları, s. 190. 3) Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 2, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 232. 4) Bkz. S. Ramsdan Sonyel, Turkish Diplomacy 1918-1923, Londra 1975, s. 154, dipnot 1'den aktaran: Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 5, İstanbul 1992, Tekin Yayınevi, s. 249-250. 5) Price'ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 98. 6) Aktaran: Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, cilt IV, İstanbul 1962, s. 180.
Zaman

Bu Bayrak Kimin?

Üzerinde Ay Yıldız ve kelime-i tevhid olan bir bayrak. Bir ulusun diriliş simgesi olmuş. Tarihte kaybolan bu bayrak hangi topraklara aitti?

16 Nisan 2011
Anadolu Haber

4 Haziran 1920'de Irak'ta (Telafer) da başlayan Irak'ın İngiliz işgalinden kurtuluş hareketinin başkanı Mustafa Kemal’in arkadaşı Muhammet Cemil El Halil Efendi idi. Kurtuluş hareketi 27 Haziran'da Felluce’ye ve 30 Haziran'da Ramisa'ya sıçradı. Akabinde diğer Irak illerine sıçradı.

Resmini gördüğünüz üzerinde ayyıldız ve “Lailahe illallah” lafızları olan bayrak o günlerde Telafer, Felluce ve Ramisa'da direnen insanların gönderlerde dalgalandırdıkları bayrak.

Bayrak hakkında bir diğer önemli iddia bayrağın tasarımının Anadolu’da işgal güçleriyle mücadele eden direniş önderleri ve Atatürk’ün katkılarıyla oluşturulduğu yönünde.

O dönemde Irak’taki en önemli isim sayılan Ahmet İdris El Sunusi’nin Anadolu’da bulunması ve Irak topraklarındaki askeri komutan Muhammet Cemil El Halil Efendi’nin Teşkilat-ı Mahsusa’dan direkt Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı olduğu iddiaları bu tezi güçlendiriyor.

Irak Demokrat Türkmen Partisi sözcüsü Kasım Ömer’in araştırmalarına göre Mustafa Kemal Paşa, 15 Nisan 1920 anlaşması ile İdrisi Sunusi'yi Irak'a kral yapacaktı, anlaşmaya göre halifelik Türkiye'de kalacak, herkes kendi milli kurtuluş mücadelesini verecek ve kurtuluştan sonra konfederasyona gidilecekti. Ancak Irak'ta İngilizler hakim olunca bu plan gerçekleşmedi.

Osmanlı'nın Ortadoğu stratejisi, Nusaybin, Deyrezur ve Telafer üçgenini kontrol altına almaya dayanıyordu. Bu üçgene hakim olan devletin Ortadoğu'ya hakim olacağı öngörülüyordu. Atatürk de bu stratejiyi benimsiyordu.

Latife Hanım Gece Yarısı Silah Çekti
30 Mart 2011



Yeğeninin anlatımlarıyla Latife Hanım'ın hayatından ve Atatürk ile olan ilişkisinden yeni ve çarpıcı bilgiler...
Sinirini yelpazesini avucuna vurarak gidermeye çalışan Latife Hanım, elini kanatır. Atatürk, tokat atmaya yeltenir. Fakat Latife Hanım kendini müdafaa için elini siper etmeye kalkınca kanlı parmaklar Atatürk’ün yüzüne isabet eder...

Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatına giren bütün kadınlar üzerinden hep bir tartışma yaşanmıştır. Annesi, kardeşi, dinî nikâhlı eşi olduğu söylenen Fikriye ile resmî eşi Latife Hanım’ın Atatürk ile ilişkisi hep merak konusu oldu. Özellikle Latife Hanım konusunda sayısız kitap ve makale yazıldı. Doğrusu birbiriyle çelişen bilgiler meraklıların kafasını iyice karıştırdı. Latife konusunda çalışma yapan önemli isimlerden biri de genç araştırmacı Fatih Bayhan.

Araştırmacı bu kez kaynakları tarayıp bir de aile fertlerinden Mehmet Sadık Öke ile teyzesi Latife Hanım’ı konuşmuş. Geniş kapsamlı söyleşi önümüzdeki günlerde kitap hâlinde piyasada olacak. Bu söyleşide Latife Hanım’ın hayatına dair yeni bilgiler öğreniyoruz. Sır gibi saklanan Latife’nin özel hayatına dair 85 yıl aradan sonra ilk kez aileden birinin konuşuyor olması tarihe not düşülmesi açısında çok manidar.

Latife Hanım ile Mustafa Kemal 1923’te evlenip 1925’te boşanıyor. Atatürk, 1938 yılında, Latife Hanım ise 1975’te vefat ediyor. Aralarında 20 yaş fark var. Ancak Latife ile Atatürk arasındaki ‘konuşmama’ ahdi hâlen geçerliliğini koruyor. Çünkü Latife, Atatürk ile ilişkisine dair neredeyse hiç konuşmamış. İlk kez yeğeni teyzesini, annesinden ve büyüklerinden dinlediği bilgiler ve ailedeki evraklardan yola çıkarak kısmen anlatıyor. Uşşakizadelerden Latife Hanım aynı zamanda Aşkı- Memnu romanının yazarı Halit Ziya Uşaklıgil ile akraba. İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça ve Rumcayı iyi biliyor.

Usta bir piyanist olduğunu da yeğeninden öğreniyoruz. Atatürk ile olan resmî ilişkisi kısa sürse de aslında ölümüne kadar devam ediyor… İşte yeğeninin anlatımlarıyla Latife’nin hayatından ve Atatürk ile olan ilişkisinden yeni ve çarpıcı bilgiler.

Latife, 17 Haziran 1899 (1900 doğumlu olarak bilinir) yılında dünyaya geliyor. Doğmadan önce onun erkek olacağına o kadar inanmış ki ailesi, kız doğunca bunu zarif bir şaka olarak görmüş. Zira Latif, zarif olan demek; Latife de zarif bir şaka. Bunun için Latife adını vermişler. Ama asıl ismi Fatıma-tüz Zehra Latife. Doğarken Fatıma-tüz Zehra ismi kayıtlara giriyor. Boşandıktan sonra yurt dışına çıktığında, bir fenalık ile karşılaşmamak için Fatma Sadık adını kullanıyor.

Ancak Latife onun üzerine yapışan tek isim oluyor zamanla. Babası Muammer Bey masondur. Ancak iddia edildiği gibi Sabetayist değil. Mehmet Sadık Öke bu konuda Soner Yalçın’a kızıyor: “Kitabını tekzip edebilirdik. Öyle büyük bir hata var ki, Serasker Rıza Paşa’nın karısının adının da Adeviye olmasından dolayı yazarın kafası karışmış. Kitabın içinde aynen şu cümle geçiyor: Vecihe Hanım ile Hayri Bey kuzendi. Bu çok yanlış, yok böyle bir şey.”

Latife Hanım, Fransa’da eğitim aldıktan sonra İzmir’e dönmüştür. Atatürk İzmir’e girince kalacak bir yer arar. Latifelerin evi en uygun mekân seçilir. Göztepe’deki bu evden bütünİzmirgörünür. Atatürk burayı karargâha dönüştürürken Latife evde yoktur. Eve dönen Latife’yi muhafızlar durdurur. Ancak orada oturduğunu söyleyince içeri alınır. Atatürk ile ilk kez burada karşılaşırlar.

Mustafa Kemal köşkte 16 gün kalır. Ancak burada hem Latife ile aralarında bir aşk başlar hem de ilk kalp spazmını geçirir. Hemen Muammer Bey’in doktoru getirtilir. Mustafa Kemal muayeneden geçirilir. Doktor kahve, sigara ve içkinin azaltılması hatta kesilmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerine Latife Hanım içkileri dolaba kaldırıp kilitler.

Latife ile Mustafa Kemal 4 gece boyunca baş başa kalarak saatlerce konuşur. Olayın detayını Mehmet Sadık Öke şöyle anlatıyor: “Gerek Lord Kinross’un, gerek daha başka yazarların belirttiği gibi; Mustafa Kemal, Beyaz Köşk’te Latife Hanım’dan o kadar etkileniyor ki, beraber olmak istiyor. Ancak Latife Hanım tabii ki asla kabul edebilecek yapıda biri değil. Hikâyeyi geniş anlatmak gerekirse; bu konuşmalar esnasında bir gece birbirlerine ilgilerini ifade ediyorlar.

İlk önce Latife Hanım ilgisini söylüyor. Paşa’nın, yaveri Salih Bey’e ertesi sabah ifade ettiği gibi, ‘Devir değişti Salih. Artık kadınlar aşklarını önce söylüyor.’ Ancak Armstrong’un ve Lord Kinross’un da kitaplarında belirttiği gibi, Latife Hanım onunla evlenebilirdi ama metresi olamazdı. Anneannemin 1984 yılında Yalçın Pekşen’e verdiği röportajda, ‘Bizim aile öyle bir aileydi ki evlilik bağı dışında hiçbir şekilde birlikte olamazlardı.’ şeklinde anlattığı üzere başka türlü bir birliktelik imkânsızdı.

Mustafa Kemal Paşa birliktelik teklifini bir adım ileri götürmeye karar vererek, gece vakti İzmir sokaklarına çıkıp bir müftü bularak imam nikâhı ile evlenmeyi teklif etmiş. Ancak Latife teyzem babası olmadığı bir ortamda gerek kendisinin, gerekse Paşa’nın onuru açısından bunu kabul etmemiş. İzmirliler, Türkiye ve dünyanın gözü önünde bunun yakışık almayacak bir hareket olduğunu belirtiyor. Kendisinin İslam dinine göre reşit olup istediği kişi ile evlenme hakkını haiz olmasına rağmen, babasının ve ailesinin onayı olmadan bunu yapmayacağını ve gizli tutulacak bir imam nikâhını kabul edemeyeceğini açıkça söylemiş. Paşa ikinci defa ısrar ederek, aşkının ne kadar derin ve gerçek olduğunu göstermek için Latife Hanım’ı öpmek üzere eğilmiş.

Bunun üzerine Latife Hanım, terastaki büyük mermer masanın üzerinde duran esir komutan Trikopis’in beylik tabancasını kaparak havaya üç el ateş etmiş ve Paşa’ya, eğer devam ederse dördüncü kurşunla kendisini vuracağını, zira Paşa’nın bu memlekete elzem, kendisininse önemsiz olduğunu söylemiş. Bu sırada koşup gelen korumalar ve yaverlere Paşa, ata binen, fayton kullanan Latife Hanım’ın iyi bir silah atıcısı olduğunu söylemesi üzerine iddiaya girdiklerini söylemiş. Deneme yaptıklarını ve İzmir’de böyle iyi silah kullanan hanımlar varken, Yunanlıların zaten savaşı kaybedeceklerinden emin olduğunu söyleyerek hem espri yapmış, hem Latife Hanım’ı onurlandırmış ve gelenleri geri göndermiş.”

Paşa hayranlık ve şaşkınlık içinde, “Bunu gerçekten yapar mısınız?” diye sorunca, “Siz savaşlar kazanmış bir komutansınız, saldırmayı da, ricatı da ne zaman yapacağınızı bilirsiniz. Siz durabilirsiniz ama ben sadece genç bir kızım, siz durmazsanız ben de duramayabilirim.” diyerek konuşmasını şöyle sürdürür Latife: “O zaman siz de ben de içinden çıkılmaz bir duruma düşeriz. Ben Latife Uşşaki’yim, öyle ya da böyle canıma kıymak pahasına da olsa sizi durdururum ama size kıyamam.” Latife Hanım’ın bilgisine, terbiyesine zaten hayran olan Paşa bu cevap üzerine kendisine meftun olarak, “Sana inanıyorum Latif” dedikten sonra (ilk olarak burada Latif demiş) ciddileşerek “O zaman Küçük Hanım, İzmir’in kurtuluşunun simgesi olan bu tabancayı cesaretinizin bir nişanesi olarak size hediye ediyorum.

Zatı âlinize bir kasıt olduğunda kullanırsınız. Ancak bir daha benden size bir kasıt gelirse rica ederim kendinizi değil beni vurunuz. Zira sizin güzelliğinizin ve memlekete ileride çok faydalı olacağına inandığım zekânızın ve bilginizin bu dünyadan ayrılmasına gönlüm razı olmaz. Ben ahrete gidebilirim ama gittiğim her yere senin sevgini ve kara gözlerini, kara kalbinle beraber (evlilik teklifini reddetmesini kastederek) götürürüm.” demiş. Latife bu romantik laflar üzerine yumuşamış ve kendisinin de onu sevdiğini ama bu şekilde olmasının imkânsız olduğunu söylemiş.

Latife İzmir’de kaldığı sürece Atatürk’e birçok konuda yardım etmiş. Özelikle gelen yabancı evrakların tercümeleri onun elinden geçer. Dışişleri Bakanı Yusuf Ke-mal Bey (Tengirşenk) artık İzmir bir Türk kenti olduğu, tamamen ele geçtiği için İngiliz ve Fransız donanmasının körfezden gitmesini istiyor. Fakat buna mukabil İngiliz ve Fransız donanması gitmiyor. O sırada Mustafa Kemal çok kızıyor. Bir türlü istediği ültimatom yazılamıyor.

Tabii diplomasiyi düşünürsek Yusuf Kemal Bey İngilizlerle savaş istemediği için biraz daha yumuşak bir nota yazıyor. Fakat Latife bunun üzerine Mustafa Kemal’in çok sinirlendiğini anlayınca, “Eğer izin buyurursanız ben yazayım, Paşam.” diyor.

“Siz mi yazacaksınız?”

“Evet Paşam.”

“İngilizce mi?”

“Evet Paşam.”

“Buyurun yazın, Küçük Hanım.”

Bunun üzerine Latife Hanım notayı yazıyor: “24 saat içinde İzmir Limanı’nı terk etmezseniz, sizi batırırım.” Bu kadar basit ama son derece sert. Yazıldıktan sonra Mustafa Kemal notayı okuyor ve soruyor: “Bu kalemle mi yazdınız, Küçük Hanım?” “Evet Paşam.” diyor. Paşa, “Verin onu bana.” diyerek kalemi alıyor, öpüyor ve “Çok teşekkür ederim Küçük Hanım.” deyip Latife Hanım’a geri veriyor. Öke, teyzesinin ömrünün sonunu kadar bu kalemi yazıhanesinde sakladığını aktarıyor: “Önemli şeyleri her zaman bu kalemle yazmıştır. Tabii bu meyanda Köşk’te olaylar meydana geliyor.

O günlerin en önemli olaylarından biri buydu. Bu olaydan sonra da ona ilk defa, “Sen yaversin.” diyor. Ona yaver demesinin sebebi budur. Latife teyzeme ‘Yaver’ diye hitap ederdi. O zamandan itibaren de, “Sen Latife değil, Latif’sin.” diyerek artık bir daha ‘Küçük Hanım’ demiyor. Bu latifliğin de çok önemli bir özelliği var. Latife, küçük, tatlı şaka demek. Latif ise erkek ismi olarak değil, Paşa’nın kullandığı manada Allah’ın isimlerinden biri. Lütfeden, lütuf eyleyenden geliyor.”

Mehmet Sadık Öke Zübeyde Hanım’ın vefatından kısa süre sonra Atatürk ile teyzesinin evlenmesini ise bir annenin acil vasiyeti olarak yorumluyor: “Zübeyde Hanım parmağındaki yüzüğü çıkarıp ‘Bu da Mustafa’mın olsun, Makbule’ye verme.’ diyor Latife teyzeme. Ben hep merak ederdim. Nişanlandığında onu niçin Latife teyzeme vermedi diye.

Ama Mustafa Kemal’in daha sonra yüzüğü Latife teyzeme, gelinine vermesi için onu Mustafa Kemal’e vermesini istiyor. Bu da pek söylenmez, anlatılmaz. Diyeceklerdir ki, “Afakî söylüyor.” Desinler, herhâlde Mustafa Kemal elmas yüzüğü takmayacağına göre müstakbel karısına vermesi amacıyla verilen bir yüzüktür ki, zaten öyle oluyor. Zaten teyzem ölene kadar parmağından bu yüzüğü hiç çıkarmamış. Yüzük şu anda ailemizde.

Tartışılan konulardan biri de Latife ile Atatürk’ün anlaşmazlığı ve boşanma konusudur. Bu konuda da aslında yeni bilgiler ve önemli ayrıntıları Fatih Bayhan’ın sorduğu sorulara verilen cevaplarda bulabiliyoruz. Latife’yi en çok kızdıran konu Atatürk’ün içki masaları. Çünkü sağlığı açısından içkiden uzak durması gerektiğini Latife her seferinde Paşa’ya hatırlatıyordu. Öke, teyzesinin şikâyetini aktarırken anneannesinin anlattıklarını hatırlatıyor: “Teyzem annesine dert yanıyormuş ‘Hep yanındalar, hiç yalnız bırakmıyorlar. Biz hiç yalnız kalamıyoruz, o saatten sonra o kadar içkiyle bize paylaşacak bir şey kalmıyor.” Hatta Mehmet Sadık Öke, Paşa’nın konuşma metinlerini, ilk nutuklarını Latife Hanım’ın kaleme aldığını, birlikte düzeltmeler yaptıklarını da anlatıyor.

ATATÜRK İLE LATİFE BOŞANDI MI?

Ortaya çıkan ilginç bir ayrıntı ise Latife Hanım’ın milletvekili olma çabası. Bunu hem Atatürk hem de kendisi istiyor. Ancak kadınların seçilme hakkı olmadığı için (1934’te geliyor) Latife Hanım vekil seçilip Meclis’e gidemiyor. Hatta Konya’da Latife Hanım adına oy pusulaları bile çıkıyor. Latife Hanım’ın Kars Türk Ocağı’na üye yapılmasının en büyük sebebi, bir sonraki seçimde Kars’tan milletvekili adayı olarak gösterilmesinin altyapısını hazırlamak olduğu belirtiliyor. Eğer boşanma olmasaydı, Latife ya Van ya da Kars’tan milletvekili adayı olacaktı.

Atatürk’le Latife’nin boşanıp boşanmadığı konusu da hâlâ muallâk. Mehmet Sadık Öke bunun çok önemli bir durum olduğunu söylüyor. Çünkü Enver Paşa’nın çıkmasına ön ayak olduğu 1917 tarihli ‘Aile Hukuku Kararnamesi’ var. Bu kararnameye göre, o dönemde kadın boşanmayı kabul etmezse ve mücbir (zorunlu) bir sebep yoksa kadı boşanmayı onaylayamaz. O sıralar Türkiye Cumhuriyeti kurulmasına rağmen yeni kanun henüz çıkmamıştır. Bununla ilgili bir başka kanun olmadığı ve boşanma bu kanuna göre yapılmadığı için, Latife ve Atatürk evli sayılır. Öke durumu şöyle anlatıyor: “Bu boşanma şeklen bu kararnameye uygun ama özü itibariyle uygun değildir. Çünkü Latife Hanım boşanmak istememiştir.

Oysa Mustafa Kemal, ‘Biz Latife Hanım ile beraber ayrılmaya karar verdik.’ diyor. Bunu kararnameye uygun olabilmesi için söylüyor. Bazıları diyebilir ki, İstiklal Savaşı sırasında bu kararname askıya alındı veya iptal edildi. Oysa bu kararname sadece İstanbul’da askıya alındı ziraAnkaraHükümeti,İstanbulHükümeti’ni tanımadığını ilan etmişti. Bu durumda bahsedilen aile hukuku kararnamesinin İstanbul Hükümeti’nin bir tasarrufu olarak askıya alınmasının da hukuki bir geçerliliği yoktu. Mustafa Kemal’in var olan kararnameden daha geri bir usulle boşanması yakışık alır bir hareket olmayacaktı. Yani bir taraf kabul etmiyorsa, son aile kararnamesi de bu yönde olduğuna göre ondan daha gerideki bir yöntemle, yani üç kez ‘boş ol’ demekle boşanması mümkün değil. Teknik olarak Latife ve Atatürk hâlen evlidir. Ama ikisi de birbirlerine olan sevgilerinden dolayı konuyu hiç gündeme getirmedi.”

Mustafa Kemal Paşa, “Biz Latife Hanım ile boşanmaya karar verdik.” diyor, ancak yazının altında tek imza var. İfade çoğul; ama imza tek. Paşa, karısı adına kararı daha doğrusu kendi kararını deklare ediyor. Latife’nin annesi; “Alafranga evlendiler, alaturka boşandılar.” diyerek ince bir sitemde bulunur.

TOKAT VE KANLI YELPAZE

Mehmet Sadık Öke belki bundan sonra büyük bir tartışmaya yol açacak ilginç bir olayı anlatıyor. Latife ile Atatürk arasında geçen olay şu şekilde gelişir: “O akşam Köşk’te bir resmî davet var. Mareşal Fevzi Çakmak, İsmet Paşa, Amerikan ve Avusturya maslahatgüzarları, Latife teyzemin kardeşi Paris sefareti üçüncü kâtibi İsmail Bey ve eşi Melahat Hanım da davetlilerden birkaçı.

Kalabalık bir davet ve bunaltıcı derecede sıcak bir akşam. Paşa, her zaman olduğu gibi Latife Hanım’a, “Piyano çal.” demiş. Biliyorsunuz önce şiir okutur, ondan sonra piyano çaldırırdı. Latife Hanım da şöyle demiş: “Şimdi çalamam, buradakilerin hiçbiri dinlemiyor, yorgunum.” Bunun üzerine Mustafa Kemal çok kızar. Aslında ilk kıvılcımın kopmasına sebep olan bu kadar basit bir şey ama bir noktada gerginlik arttıkça biliyorsunuz her şey artık rahatsızlık veriyor. Bunun üzerine Vedat piyano çalar. Buradan da ikinci bir gerginlik doğmaya başlar. Vedat eseri bitirince Paşa gidip alnından öperek teşekkür eder. O andan itibaren ikisi birbirine biraz sert davranmaya başlıyor. “Sen benim yerime Vedat’a çaldırıyorsun, niye çaldırıyorsun, çaldırma. Zaten buradakilerin hiçbiri dinlemiyor. Hatalı çaldı, iyi çalmadı, bak kimse anlamadı.” diyor.

Bunun üzerine Mustafa Kemal, “Hanımefendi buradakilerin hepsi anlıyor ama siz anlamıyorsunuz.” deyince Latife Hanım elindeki yelpazeyi hızla avucunun içine vuruyor ve elini kesiyor. Buna çok sinirlenen Mustafa Kemal tokat atmak üzere elini kaldırmış. Latife teyzem de gayr-i ihtiyari elini yüzüne siper etmek için kaldırınca eli Paşa’nın yanağına çarpıyor ve elindeki kan onun yanağına bulaşıyor. Yanağı da biraz çiziliyor ama Latife Hanım’ın elindeki kan bulaştığı için, Mustafa Kemal’in yüzünde büyük bir yara var gibi gözüküyor.” Bu olay komutanların ve diplomatik erkânın önünde meydana geliyor. Bunun üzerine Avusturya ve Amerikan maslahatgüzarları “Komutanların önünde karısından tokat yedi. Türkiye Cumhuriyeti liderinin karizması çizildi. Her an bir darbe beklenebilir.” diye ülkelerine kripto yazmış. Bu olay karı-kocanın ilişkilerinin hangi noktaya geldiğini gösteriyor.

Sadık Öke bu olayı anlatırken ikili arasındaki ilişkinin artık bittiğinin da altını çiziyor: “Latife teyzemin herkesin ortasında kocasına, erkeğine tokat vurabilecek, el kaldırabilecek karakterde bir yapısı yok. Teyzem, kocası elini kaldırınca kendini korumak amacıyla elini yüzüne siper etmek için kaldırıyor ve onun eline çarpıyor. Fakat o sırada Latife teyzemin tırnağı yüzüne geliyor, yüzünü kesiyor. ‘Bana bunu da mı yapacaktın Kemal!’ diyor, ‘Elini de mi kaldıracaktın bir kadına?’ Zira babası en sert kavgalarda bile annesine bağırmayan bir insan. Ailesinde kadına el kaldırıldığını, tokat atıldığını görmemiş. Bu, son noktayı koyan olaydır. Fakat Türkiye’de çok kişi bunu başka türlü algıladı. O gecenin sabahında durumu düzeltmek için Latife Hanım’ın yanına gelmiyor Mustafa Kemal. Sabaha kadar dışarıda askerlerle konuşuyor. Belki onun da kafasını sakinleştirmeye ihtiyacı var, sonuçta o da 44 yaşında bir erkek. Hiçbir zaman bir kadın hâkimiyetine girmemiş. ‘Evlilik benim tabiatımda yoktu, ama bir örnek teşkil etmek için yaptım.’ diye söylemiş.”

Haşim Söylemez
Aktifhaber

M. Kemal Paşa ve İsveç Veliahtı
Mehmet Şevket Eygi
06 MAYIS 2011

4 Ekim 1934 tarihli CHP'nin yayın organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Gazetesi'nde şu haber yayınlanmıştı:

"Reisicumhurumuzun Konukları Geldiler... Reisicumhur Hazretlerinin büyük misafirleri İsveç Veliahtı Prens Güstav Adolf Hazretleriyle zevcesi Prenses Luiz ve kerimesi Prenses İngrit hazeratı hususi trenle dün saat 10.45'de Ankara'ya gelmişlerdir...

Akşam muhterem misafirimiz veliaht Prens Güstav Adolf şerefine Reisicumhur Hazretleri tarafından bir ziyafet verilmiştir. Ziyafette Reisicumhur Hazretleriyle Prens Hazretleri arasında ayrıca dercettiğimiz nutuklar irat edilmiştir. Ziyafeti bir suvare takip etmiş ve geç vakte kadar devam etmiştir.

Gazi'mizin ziyafette söylediği nutuk:

"Altes Ruvayâl!.. Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye'ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız. İsveç Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu, bu iki ulus, ünlü, sanlı özlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özençe değer değildir.

Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utkusu.

Altes Ruvayal!.. Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır. Ünlü babanız, yüksek Kralınız Beşinci Güstav'ın gönenci için en ısı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl Prenses Luiz'in, sevimli kızınız Altes Ruvayâl Prenses İngrit'in esenliğine, tüzün İsveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum."

Veliaht Hazretlerinin söyledikleri nutuk:

"Reis Hazretleri!.. Haşmetlû İsveç Kralı Hazretleriyle ailem ve şahsım hakkındaki çok dostane sözlerinizden pek ziyade mütehassis olduğum halde Prenseslerle birlikte Türkiye'yi ilk defa olarak ziyaretimizden fevkalade memnun ve mahzuz olduğumuzu Zat-ı Devletlerine temin etmek isterim. Bize karşı gösterilmiş olan güzel kabul, bizde çok kıymetli bir hatıra bırakacaktır. Hatırası İsveç'te hala canlı olan tarihi hadiseler vaktiyle milletlerimizi birleştirmiştir. Şu halde terakkisi Zat-ı Devletlerinin münevver ve şeciane idareleri altında bahir bir surette göze çarpan genç Türkiye cumhuriyetinin doğmasının, kuvvet bulmasının memleketimizde çok hususi bir alâka ve teveccühle takip edilmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Birbirlerinden uzak mıntıkada ve yekdigerinden tamamiyle farklı şartlara tabi bulunan memleketlerimiz, aynı gayeyi, fikri ve iktisadi memba ve servetlerimizin inkişafını mümkün kılacak yegane çare olan sulhun istikrarı gayesini takip ediyorlar. Bu gaye edildiği ve dünyada itimat hüküm sürmeğe başladığı takdirde milletlerimiz arasında daha normal münasebata rücu ümidi hasıl olabilecektir. Türkiye ve İsveç, her ikisinin de muhtaç olduğu mütekabiliyet esasına müstenit ticari münasebetleri de bundan müstefit olacaklardır.

Kadehimi, yeni Türkiye'nin Büyük Gazisi Zat-ı Devletlerinin sıhhatine ve asil, kahraman Türk milletinin saadet ve refahına kaldırır ve içerim."

72 yıl önce Köşk'teki Atatürk'ün İsveç veliahtine verdiği yemeğin mönüsü:

Çankaya Kaymağı... Prens Gustave Adolphe levreği... Gurmelerin kuzu yemeği... Krallara layık bıldırcın... Soslu kuşkonmaz... Odun ateşinde pişmiş piliç... Salata... Stockholm dondurmalı parfe... Şekerlemeler... Peynir çeşitleri ve meyve sepeti.

İçkiler: Perle d'Ankara... Rubis de Çankaya... Pouilly Fuisse... Chateau Pontet Canet 1923, Pommery et Greno Extra Sec...

(Yıllarca sonra Türkiye cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Ankara'yı resmen ziyaret eden İsveç kralına çektiği ziyafetin mönüsü de şuydu: Kabak çiçeği gratenli kuşkonmaz... Karides ve havyar sosu ile... Zeytinyağlı biber dolması... Akdeniz salatası... Dil balığına sarılı istakoz bacağı,... Karışık sebzeler ile... Ananaslı çikolatalı şarlot... Kahve ve çikolata.

İçkiler: Kavaklıdere Altın Köpük şampanyası, Kavaklıdere Selection... Narince Semillon şarabı, Kavaklıdere Selection Öküzgözü Boğazkere...)

Mustafa Kemal Paşa'nın konuşmasındaki Türkçe A. Dilaçar (Agob Martayan) Dil Kurumu devrim Türkçesidir. İsveç veliahtının Türkçesi ise normal edebi Türkçedir.

1934'teki Çankaya yemekleri ve şarapları mı daha lüks, yoksa A.N. Sezer'inkiler mi?.. Bu hususta karar vermeyi okuyucularıma bırakıyorum.
Millî Gazete

Atatürk'e jöle - rakı!
Yunanistan'ı karıştıran kitap...
11 Ağustos 2011
KÜRŞAD OĞUZ / HABERTURK.COM
koguz@haberturk.com



Kim, neden imal etti, akıbeti ne oldu? Hepsi ve daha fazlası Deniz Bölükbaşı'nın "Dışişleri İskelesi" kitabında...

Batı'da artık gelenek haline gelen, devletin üst kademelerinde görev yapmış isimlerin anılarını yayımlaması, yavaş yavaş bizim topraklarda da kendini gösteriyor. Öyle ki, önceden çoğunlukla "ardından" yapılan bu girişimler, şimdi 'yaşarken' gerçekleştiriliyor. Bu da, anı sahiplerine bazı sorular sormamıza ve 'gerçeklikleri' sorgulamamıza imkân tanıyor. Deniz Bölükbaşı'nın Doğan Kitap'tan yayımlanan "Dışişleri İskelesi" adlı kitabı da bunlardan biri.
Bölükbaşı kitabında, 1973'te adım attığı Dışişleri'ndeki 34 yılını anlatıyor. Zira kendisi, 2007 yılında istifa ederek politikaya atıldı. TBMM 23. Dönem MHP Ankara Milletvekili oldu. MHP'yi sarsan kaset skandalında milletvekilliği adaylığından ve genel bakan yardımcılığı görevinden istifa etti. Deniz Bölükbaşı, Türk siyasi tarihinde Millet Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi çizgisinin iz bırakan siyasetçisi Osman Bölükbaşı'nın oğlu.

(..)

ATATÜRK'E ÖZEL JÖLE RAKI!



Ama kitabın en çarpıcı detayı, bana sorarsanız Bölükbaşı'nın Bonn görevi sırasında Atatürkle ilgili öğrendiği sırlar. Ben şimdiye kadar onun anlattığı bu hikâyeyi duymadım. Siz de duyunca çok şaşıracaksınız:
"Bonn'a gelişimden kısa bir süre sonra Türk rakısı konusunda akademik bir çalışma yapan bir araştırmacı randevu istedi.
Rakıya olan mütevazı aşinalığımın neden bir araştırmacının ilgisini çekmiş olabileceğini merak ederek kendisiyle görüştüm.
Anlattığı şuydu: Atatürk'ün rahatsızlığının ağırlaştığı ilk dönemde tedavi için Berlin'e gitmesi düşünülmüş. Bu konuda randevular alınmış, seyahat hazırlıkları başlatılmış.
Bu arada Tekel İdaresi Atatürk'ten önce Berlin'e beş küçük fıçı özel jöle rakı göndermiş. Ancak, hastalığın ağırlaşmasının seyahate izin vermeyecek olması nedeniyle Berlin'e gitmesi mümkün olmamış. Bu arada Tekel'in yola çıkardığı rakı fıçıları Berlin'e ulaşmış ve Türk Büyükelçiliği'ne teslim edilmiş.
Araştırmacının resmi kayıtları olduğunu söylediği bu hikâyeyi dinleyince çok heyecanlandım. Atatürk için özel olarak hazırlanan fıçı içinde jöle rakıyı ilk defa duyuyordum.
Nasıl hazırlandığını ve içildiğini sordum:
Rakı katılaştırılıyor, yosun özü gibi bağlayıcı özelliği olan bir madde ile karıştırılıp jöle haline getiriliyordu. Kullanılacağı zaman bir yemek kaşığı jöle bir kap su içinde ısıtılıyor, bir gece dinlendirildikten sonra servise hazır hale getiriliyor.
Tekel İdaresi'nin bunu kendi inisiyatifiyle mi yaptığını bilmiyorum. Ama, büyük Atatürk'ün son döneminde bile Tekel'in böyle bir sevkiyat yapmasının yine de ince bir düşünce olduğu söylenebilir.
Araştırmacı, kullanılmayan fıçı rakıların Türkiye Büyükelçiliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası Berlin'den Bonn'a taşınırken buraya getirildiğine ilişkin bir bilgiye ulaştığını söyleyince hemen 'içki kavı'ndan sorumlu garsonu çağırdım.
Bu konuda bilgisi olup olmadığını sordum. Cevabı benim için tam bir hayalkırıklığıydı:
"Evet, fıçı rakılardan biri Bonn'a gelmiş ve ne olduğu bilinmeden uzun süre kavda bir köşede sahipsiz kalmış. Ren Nehri'nin taşması sonucu büyükelçilik kavını su basmış, parçalanan fıçı da atılmış."
Fıçı sel sonucu tahrip olup atılmamış olsaydı hiç şüphesiz el koyardım. Bir kaşık nostaljik deneme sonrası da özel olarak muhafaza ederdim.
Kısmet değilmiş!"
habertürk

Atatürk ve İnönü'nün Yolları Nasıl Ayrıldı?

24 Eylül 2011
Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün yolları 1937 yılının sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Peki yolları neden ve nasıl ayrıldı?
Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak, Atatürk ile İnönü arasında yaşananları, görüş farklılıklarını ve onları ayrılığa götüren kavgayı yazdı..

İşte Prof. Dr. Cemil Koçak'ın yakın tarihimize ilişkin ezbeleri bozduğu yazısı;

Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün yolları 1937 yılının sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Bu kopuş yıllar sonra farklı siyasî polemiklere yol açtı.

Güncel politika, tarihsel geçmişi kendi uygun gördüğü şekilde yeniden kurar ve geçmişle günümüzü kendince tutarlı bir şekilde bağlamaya çalışır. Bunu yapabilmesi geçmişin ancak kendisi açısından uygun gördüğü kısmını ve geçmişi ancak uygun gördüğü oranda yansıtmasına bağlıdır. Sözünü ettiğim kopuş bunun somut örneğidir.

Atatürk ile İnönü’nün ilişkilerini sorunsuz ve benzersiz gibi göstermeye çalışanlar açısından ayrılığın nedenini açıklamak çok güçtür. Genellikle geçiştirilmek istenir. Buna karşılık ileride İnönü’nün siyasî hasmı olacaklar için söylentiye açık hayli bereketli bir konudur. Şimdi ayrılık nedenlerine gelelim.

Atatürk’ün hükûmet üzerindeki müdahaleleri

Nedenlerin ilki, Atatürk’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal yetkisi olmamasına rağmen İnönü hükûmeti üzerindeki müdahaleleriydi.

Başbakan, kendisine sorulmadan, danışılmadan kabinesinde yapılan değişikliklere karşı öfkeliydi. Bir tarihte geceyarısı yapılan bir bakan değişikliği karşısında Cumhurbaşkanına çektiği telgrafta, “geceyarısı gaflet uykusundan uyandırılarak kabinesinde değişiklik yapılmak istendiği haberini alan bir başvekilin bu hususta ileri süreceği mütalaadan nasıl bir fikir selâmeti beklenebilir?” diye sorma gereğini hissetmişti!

Başbakan olarak sorguya çekilmeye, kınanmaya tahammül göstermesi isteniyor; İnönü de buna karşı sert tutum alıyordu.

Anılarında şöyle yazıyor:

“Evvelce de Atatürk ile hükûmet başkanı olarak beni müteessir eden bir olay cereyan etmişti. Atatürk, vekillere sert muamele yapacak. Atatürk’ten bilhassa rica ettiğim, vekillerden hangisini istemiyorsa, itimadı yoksa söylesin. Vekile söyleriz. Hiç kimse kendi itimadına mazhar olmadığı halde vekâlette kalmak arzusunda değildir. Emin olsun bundan. Bunu değiştirmek mümkündür. Yapmasın bunu. Bunu rica ettim kendisinden. Bu nokta üzerinde son derece kırılıyorum. Toplanıyoruz. Herhangi bir vekili istifaya mecbur etmek için sert muamele yapmak, onun için çok ağır bir muamele oluyor. Hükûmet olarak, başvekil olarak, benim için de çok üzüntü verici bir hadise oluyor.”

Unutulmasın ki, Celâl Bayar’ın ekonomi bakanı olarak kabineye girişi, yine Atatürk’ün ısrarı üzerine ve İnönü’nün de pek de hevesle karşılamadığı bir başka örnek olarak bilinmektedir.

Dış politikadaki görüş ayrılıkları

İkinci neden, dış politika konularındaki görüş farkıydı. Tam bu sırada imzalanan Nyon anlaşması, Türkiye’nin Akdeniz’de İngiltere ve Fransa ile yakınlaşması anlamına geliyordu. İtalya’ya karşı da sert bir yanıttı. Atatürk, kısaca ülkesinin yeniden İngiltere ile yakınlaşmasından yanaydı. Bu askerî birliktelik İtalya’ya karşıydı; buna karşılık başbakan Sovyetler Birliği ile ilişkileri dengelemenin daha tedbirli bir politika olacağını düşünüyor ve ülkesinin bu hızlı rota değişiminden tedirgin oluyordu. Hele dış politikayı kendisi bir yana bırakılarak Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile doğrudan saptamasına da mesafeli yaklaşıyordu. Hele bir de Hatay sorunu vardı ki, Atatürk’ün bütün ısrarlarına ve eleştirilerine rağmen, İnönü Fransızlarla görüşmelerin sonucunun beklenmesinden yanaydı. Hatay, o kadar da mühim bir mesele sayılamazdı; görüşmelerden olumlu bir sonucun alınması sabırla beklenmeliydi. Bu tutum Atatürk’ün düşündüğü şekilde zaman kaybı olarak görülmemeliydi; oysa Atatürk sabırsızdı; açıkça hükûmeti eleştiriyor, hatta askerî bir harekâtı dahi masanın üzerinde güçlü bir ihtimal olarak tutuyordu ki, İnönü anılarında buna kesinlikle kaşı çıktığını anlatmaktadır.

Devletçilik tartışmaları

Nihayet bir üçüncü ve çok temel bir anlaşmazlık konusu daha vardı ki, bu da devletçilikti. 1929 dünya ekonomik bunalımı Türkiye’de de benzer pek çok örnek gibi devletçilik dönemini başlatmıştı. Diğer yandan, devletçiliğin niteliği ve tanımı, ne olduğu, bundan ne anlaşıldığı ya da anlaşılmak gerektiği, hiçbir zaman somut ve açık olarak tartışılmamıştı; uygulamada dönemden döneme, hatta bakandan bakana değişen farklılıklar dikkat çekici olmakla birlikte, görmezden geliniyordu.

İnönü’nün Recep Peker’le birlikte devletçiliği temel bir iktisat politikası olarak kabullenme eğilimi açıkça görülürken; Atatürk, hantal bir bürokrasi çarkına dayanan ve verimlilikten çok uzak faaliyet gösteren bu eğilimi dizginlemeye çalışıyordu. Celâl Bayar’ın ekonomi bakanı olması aslında özel teşebbüs-devletçilik tartışmalarının göbeğinde Atatürk’ün Bayar’ı tercih ettiğini açıkça göstermişti. 1932 yılındaki bu atamadan sonra devletçilik uygulaması hep dalgalı bir seyir izledi. Bir yanda Celâl Bayar ve ekibinin kurduğu İş Bankası grubu, diğer yanda özel teşebbüsün her teşebbüsünü kuşkuyla izleyen İnönü’nün kadrosu hep çatıştılar. Celâl Bayar, bütün bu çatışmaların Atatürk’ün hakemliğinde çözüldüğünü ve onun hep kendisine destek olduğunu anılarında özenle belirtir. Bayar’ın devletçilik anlayışı Atatürk tarafından da paylaşılıyordu. Devletçilik, ekonomik ve siyasal bir konjonktürün zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, onlara göre; ülkenin hızlı sanayileşmesinde manivela işlevi görecek, fakat daha sonra özel sektörün gelişmesi ve özellikle de özel sermaye birikiminin gerçekleşmesiyle birlikte tarihsel misyonunu tamamlamış olacaktı. Oysa İnönü ve ekibi, devletçiliği yalnızca ekonomik politikada uygulanacak bir yöntem olarak görmüyordu; aksine siyasette de devletin önde gelebilmesinin baş koşulunun ekonomide devletin hâkim olmasından kaynaklandığını anlamış gibiydiler. Hatta sonraları solcu olarak tanınacak Kadro dergisi de, büyük ölçüde İnönü’nün devletçilik anlayışını destekler gibiydi. Nitekim bizzat Başbakan “biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz” demişti. İnönü şunu soruyordu: “devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faaliyetlerinden beklemeye sevk etmek, bu memleketin anlayacağı bir şey midir?”

Kadro dergisinde yazdığı yazıda ise, İnönü, “iktisatta devletçilik siyaseti bana her şeyden evvel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi.” “İktisatta devletçiliği biz inkişaf yolu takip edebilmek için bir müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir azimet noktası, bir temel addetmeye mecbur bulunuyorduk.” “Memleketin muhtaç olduğu sanayi, teşkilâtı, vesaiti, devletin yardımcı nezareti ve hatta doğrudan doğruya teşebbüsü olmaksızın kurabilmeyi safdil olanlar düşünebilir.” “Benim kanaatimce bir işin efrada veya devlete ait olması o işin talep ettiği vesaitle ölçülmez. Meselenin bütün memlekete alâkası veya hususî menfaatlere terk edilebilmesi ihtimalidir ki, bu hususta karar vermeye esas olacaktır.” diyordu. Oysa Atatürk için devletçilik en kısa zamanda sona erdirilmesi gereken bir süreçti; bu sürecin sonunda devletin elinde toplanmış olan bütün üretim araçları yeniden özel girişime devredilecek, yani ülkemizde son yıllardaki adıyla özelleştirilecekti.

İnönü Atatürk için ne diyor?

Eğer bu değerlendirmemin yeterince ikna edici olmadığını düşünüyorsanız; aradan uzun yıllar geçtikten sonra İnönü’nün bu konudaki görüşünü aktarmakla yetineyim: Atatürk “başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.” “Atatürk devletçi değildi; liberal ekonomiden yanaydı.” Bayar da herhalde nadir olarak İnönü’yü onaylıyor: “Atatürk tedricen dar devletçilikten beriye doğru geldi; İsmet Paşa olduğu yerde kaldı. Mesele budur.” Sonra daha açık bir şekilde “esasta” İnönü ile anlaşmazlık konusunu dile getirmektedir: “Bilhassa ekonomik hayatta devlet-fert münasebetleri, devletin rehberlik hududu, hür teşebbüsün hak garantisi, vatandaşın refah sınırının meşru emeğinin ulaşabileceği kadar genişliği, sosyal hakların sadece resmi hizmetlere münhasır kalmama görüşü, yaratıcı gücün devlet adalet ve şefkatine mazhariyeti bahisleri…”

Kavgaya doğru

Atatürk’e ait Atatürk Orman Çiftliği’nin hazineye bağışlanması talep ve önerisinin İnönü’den gelmesine karşılık Atatürk’ün isteksiz davranması; çiftlikte bulunan bira fabrikasının genişletilmesini istemesine karşılık İnönü’nün bu öneriyi reddetmesi; Atatürk’ün İnönü’nün gerekçelerini yakınlarına soruşturması ve bunun gibi günlük pek çok ayrıntı sayılabilecek gelişmelerin yarattığı tartışmalar, çekişmeler, çatışmalar nihayet Eylül 1937 kavgasıyla sonuçlanacaktır.

İnönü şöyle anlatıyor: “Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk’ündü. Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü. Haksızlık ona aitti. Şunun için: Aramızda geçen bir devlet işini, ‘sonra görüşürüz’ dedikten sonra, akşam masada halletmek, yani gündüzden tasarladığı mülâhazaları ve sebepleri imposition şeklinde karar alarak tebliğ etmek ve bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi. Evvelâ sakin idim. Sükûnet ile geçiştirmek istedim. Halindeki tecavüz manasının arttığını görünce, sabrım tükendi. Sonra şiddetle mukabele ettim. Mukabelemin şiddeti onu sükûnete getirdi. Tasmim ettiği hâdiselerde haklı olmak için sebep toplamak kararına derhal başladı. Sükûnet... Tariz... Hafif tahrik... Sonra Hatay ve Nyon meselelerini de söyledi.”

Ayrılığa götüren son kavga

İnönü ayrılık sahnesini de şöyle naklediyor: “Bir akşamüzeri sofrada kavga eder gibi bir münakaşa geçti. Ertesi gün Atatürk ile görüştük. Kendisinin bana söylediği şuydu: ‘Şimdiye kadar bin meselede bin defa kavga ettik. Akşam pek aleni oldu. Bir müddet çekilmen, istirahat etmen lâzım.’ ‘Minnettar olurum sana’ dedim. ‘Çok teşekkür ederim’ dedim. Hakikaten kendime hâkim olamayacak bir vaziyet idi. Olabilir. Oluyor. Hepimizin hergün yanımızda bulunanlarla birlikte çalıştıklarımızla başına gelen bir mesele.” “Bin defa kavga ettik, ama hepsinde ikimiz baş başa idik. Yalnız bu sonuncusu vekiller heyeti önünde olmuştur. ”Neticede 20 Eylül’de İnönü’nün sağlık nedenleriyle izinli olarak başbakanlıktan geçici olarak ayrıldığı açıklandı. Bayar vekaleten başbakan olmuştu. Bir hafta sonra ise söylentilerin ayyuka çıkması üzerine bu ayrılığın kalıcı olduğu resmen doğrulanacaktır. Cumhuriyet döneminin âdeta değişmez başbakanı sıfatını kazanan İsmet İnönü, bizzat Atatürk tarafından görevinden uzaklaştırılmıştı. Siyasete yeniden dönecektir; ama Cumhurbaşkanı olarak ve aradan bir yıldan uzun bir zaman geçtikten sonra.

Ayrılığın basındaki resmi yorumu

“Başvekil Malatya mebusu İsmet İnönü’ye talep ve ricası üzerine Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili vekâleten Bayar tayin edilmiştir.” (Anadolu Ajansı: 21 Eylül 1937)

“Başvekilimiz bir buçuk ay mezun. Tahkikatımıza nazaran Başbakanın Reisicumhur nezdindeki bu istirhamına doktorların bu kadarlık bir istirahat fasılası için gösterdikleri lüzum âmil olmuştur. Başbakanın sıhhî vaziyetinde endişe olunacak hiçbir cihet yoktur. Mesele yeni ve mühim işlerin başlangıcı olan meclis içtima iptidalarına kadar Başbakanın istirahat eylemesinden ibaretir.” (Cumhuriyet: 21 Eylül 1937) “Muzır elemanların aleyhimize yapabilmeleri muhtemel spekülasyonlara meydan vermemek için son vaziyetin izahında matbuat teenni ile hareketi bir vazife bilmiş, hatta İstanbul vilayetinin bir tebliğile Başvekâletteki tebeddüle dair birden bire curcuna şeklini alıveren neşriyata devamın caiz olmadığı bildirilmişti.” (Cumhuriyet: 28 Eylül 1937)

İnönü’nün günlüğünden ayrılık nedeni

İnönü, başbakanlıktan ayrıldıktan sonra günlüğüne şunları yazacaktır: “Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiriyle alınan teşebbüsleri ertesi gün iptal etmek bir eski âdetimizdi. Son seneler[de] bu âdet kalkmaya başladı. Hele nihayete doğru, (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam ve takip etmeye başladı. Sıhhatinde ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.” Bayar ise bu değerlendirmeye hiçbir zaman katılmadığını açıklayacaktır.

İnönü Atatürk’le konuşmasını anlatıyor

İnönü, Atatürk ile trende geçen konuşmalarını günlüğüne şöyle not etmiş: “Ayrılmak kararı kısa oldu. Dil kongresi [tarih kongresi] için İstanbul'a giderken trende beraber bir kahve içtik. ‘Ne olacak?’ dedi. Ben evvelâ çok müteessirdim. Ağlayacak vaziyette idim. Gönlünü almayı istiyordum. ‘Çok muzdaribim’ dedim. ‘Bilmiyorum nasıl oldu?' ‘Âlem önünde olmasaydı’ dedi. ‘Ne düşünürsün?’ dedi. Birden uyandım. Her zamanki gibi geçmiş veya geçecek hâdise addediyordum. Bu sual üzerine ayıldım. Teessürümü yendim. ‘Bir şey düşünmedim. Ne emrederseniz öyle yaparız.’ dedim.

O: ‘Bir fasıla verelim’

Ben: ‘Hay hay... Size müteşekkir olurum.’

O: ‘Şekli’

Ben: ‘Hastalık’

O: ‘Evvelâ izinle yapalım’

Ben: ‘Çok iyi... Kongreden evvel mi, sonra mı?’

O: ‘Nasıl istersen... Sofraya gidelim.’

Ben: ‘Çok yorgunum. Gidip yatayım.’

O: ‘Gizli tutalım. Kimi düşünürsün?’

Ben: ‘Mazur gör... Kimseyi söyleyemem.’

O: ‘Celâl Bayar!’

Ben: ‘Hakikaten bana iyi tesir etti’ (İnönü’nün Hatıra Defteri’nden Sayfalar)

Atatürk Bayar’ı övüyor

Yakup Kadri Karaosmanoğlu anılarında şöyle yazıyor: Atatürk “ne vakit İş Bankası’ndan söz açtı ise, o bankanın bütün başarılarını Celâl Bey’in dirayetli sevk ve idaresine atfedici beyanlarda bulunmuştur. Hatta bir gün gelmiş, İş Bankası’nın kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle İstanbul’da Ertuğrul yatında yapılan bir törende, bize Celâl Bayar’ı göstererek, ‘Bilesiniz ki, Mahmut Celâl Beyefendi Türkiye’nin en büyük iktisatçısıdır’ demiş ve her birimizin kalkıp onu ayrı ayrı tebrik etmemizi istemişti.”

Atatürk Bayar’a yol gösteriyor

Bayar’ın ekonomi bakanlığına atanmasından hemen sonra Atatürk şöyle demişti: “Millî iktisat yolunda emin olarak ve emniyet vererek kat’i ve radikal adımlar atarken, esas programımızın ilham ettiği ameli tedbirleri tercih etmek en doğru yoldur.” “Muvaffakiyetiniz için benimle beraber bütün arkadaşlarımızın ve yurttaşlarımın maddî ve manevî her türlü vasıtalarla yardımcınız olduğunu düşünerek müsterihane ve muvaffakiyetten emin olarak radikal surette çalışınız efendim.”
AKTİFHABER

1911 TRABLUSGARP, FETHI OKYAR'IN FOTORAFLARI VE MUSTAFA KEMAL'IN KILICI
10 EKIM 2011

Tam yüz yıl olmuş...
İtalyanların "Emperyal devlet" olmaya karar verip saldırdıkları yer, Libya -yani Trablusgarp...
Osmanlının yıkılış devri...
Bu ay Atlas Tarih dergisi, konuyu kapak yapmış ve dergiyle beraber bir de fotoraf albümü vermiş...
Fotorafların büyük bir bölümü, Fethi Okyar'ın torunu Fethi Okyar tarafından verilmiş (Torunu onunla aynı adı taşıyor).
Önce ilk not:
Fethi Okyar'ın Büyükada'daki evinde, kocaman bahçeye ve denize bakarken, oradaki muazzam huzur çok dikkatimi çekmişti. Evin kendi sahili var...
Evin içi, sanki 1930'lu yılların sonunda donmuş gibiydi...
İçerisi biraz sıkıcıydı...
Orada, Fethi Okyar'ın karısının da, tıpkı Mustafa Kemal'in karısı gibi ilelebet sustuğunu öğrenmiştim. Bu harika Hanımefendi de, daha sonra magazin malzemesi olmamak için elinden geleni yapmış, kocasına ve o dönemlerin anısına sonuna kadar sadık kalmıştı...
Atlas Tarih'te Fethi Okyar'ın Trablusgarp'daki fotorafları var. Orada Enver ve diğerleri de var ve hepsi biraradalar, birlikte savaşıyorlar...
Fotoraflar içinde benim yeniden dikkatimi çeken ikinci şey, Mustafa Kemal'in kılıcı oldu...
Fotoraf yabancı değil, mutlaka daha önce de görmüş olmalıyım. Ama kılıca dikkat etmemiştim...
Mustafa Kemal burada arkadaşı Ali (Çetinkaya) ile birlikte ve bir uzun eğri kılıç taşıyor.
Kılıcın kabzası, yatağan kabzasını andırıyor ama Kafkas işi de olabilir, çünkü el koruma kısmı (yani Japonca 'Tsuba'sı) yok. Kılıç oldukça uzun ve eğri, Yatağan'dan farklı bir şekilde kıvrılıyor ve kılıfıyla birlikte, omuzdan geçirilen deri bir kayışa tutturulmuş...
Kılıç dikkatimi çekti, çünkü büyük bir ihtimalle, zamana uydurulmuş bir Yatağan (Yatağan'ın da 'Tsuba'sı olmaz).
Yatağan, -bugün artık unutulmakla birikte- en Türk olan şeylerden biridir. Japonun Katana'sı nasıl tartışılmayacak kadar Japon ise, Türkün Yatağan'ı da tartışılmayacak kadar Türktür...
(Xiung Nu ve Tu Cüh'den beri böyledir...)
O dönemde Osmanlı Türk Ordusu'nda, şimdi de kullanılan klasik yassı 'Tsuba'lı hafif eğri kılıçlar kullanılmaktaydı...
(Araplardan alınan eğri kılıç bile kullanılmıyordu.)
Mustafa Kemal'in Yatağan'ı bu nedenle dikkatimi çekti...
Eski Yatağanlar sadece antikacılarda satılıyor...
Ama ben yenisini, geçenlerde Galata'da bir dükkanda gördüm...
Teşhir amaçlı yapılmıştı...
(Gerçek ölçülerine göreydi. Leventlerin kullandığı kısa Yatağanlardan.)
Türklerin unutkanlığı, bazen şaşırtıcı olabiliyor. Ama o kadar da unutkan değiller bereket!..

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Vahdettin, Mustafa Kemal’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettirmiş
24 Ocak 2012


Mustafa Kemal Paşa’nın, Bandırma Vapuru ile Samsun’a gitmeden bir gün önce İstanbul’da, Kuran-ı Kerim üzerine el basarak yemin ettiği ortaya çıktı.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in döneminde Bahriye Nazırlığı ve Başyaverlik görevlerinde bulunan Ahmet Avni Paşa’nın kaleme aldığı çarpıcı detaylarla yüklü hatıratı, 90 yıl sonra ortaya çıkarıldı.

Yazar Osman Öndeş’in kaleme aldığı, “Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” isimli kitapta yer alan hatıratla, Vahdeddin’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ve Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine dair karanlıkta kalan birçok nokta aydınlandı. Kitapta yer alan bilgilere göre, Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı, Osmanlı Ordusu’nun dağıtılması sürecini denetleme ve asayiş için görevlendirmeye karar veriyor. Vahdettin, Atatürk’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettiriyor. Yıldız Camii’ne gelen Mustafa Kemal, cuma selamında, 15 Mayıs 1919’da, Kuran-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor.

İŞTE O YEMİN

Vatan gazetesinin haberine göre, yemin olayı ise şöyle anlatılıyor: “Sadrazam Paşa, Yaver Paşa padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa askeri duruşuna dini bir edâ dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kuran-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi. ‘Heyet-i Vükelaca tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tedkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallâh billâhi.”

HAYAL KIRIKLIĞI

Yemin edildikten bir gün sonra, 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Genel Müfettişi vazifesiyle 18 silah arkadaşıyla birlikte Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıkıyor. Kitapta, Bandırma Vapuru’nu hazırlayan kişinin de Avni Paşa olduğu anlatılıyor.

Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gidip Kurtuluş Savaşı sürecinin kıvılcımını çaktıktan sonra Vahdettin ve İstanbul’la ilişkileri koparmıştı. Avni Paşa, bu Vahdettin’in ülkeyi terk etmeden önce hem yakın çevresine hem de Mustafa Kemal’e serzenişte bulunduğunu anlatıyor. Avni Paşa, şunları yazıyor: “Anadolu’ya düşmanları defetmesi için görevlendirdiğimiz Mustafa Kemal’in ihtirası ve muvazaası karşısında kaldım. Her tarafımı istila eden kör ve nankörler arasında dolandım ve ıztırap içerisinde bunaldım. Bu şekildeki hilafete, kendimde ne direnme ve ne de itaat imkanını göremeyerek, ortalık sakinleşinceye kadar belirli bir süre için bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaşmaya karar verdim.”

AHMED AVNİ PAŞA KİMDİR?

1878’de Batum’da doğan Ahmed Avni Paşa, 1897 Osmanlı-Yunan, Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşları’na katıldı. Son padişah Vahdettin’in başyaverliği görevi ile Bahriye Nazırlığı görevlerini yürüttü. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924 yılında 150‘likler listesine dahil edilerek sürgüne gönderildi. Lübnan’ın sahil kasabası Cünye’ye yerleşti ve ölümüne kadar burada yaşadı.
http://www.sonhaberler.com/

"Atatürk Selanik'te değil, Malatya'da doğdu"
ÖMER ŞAHİN
19 Ağustos 2012



Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını ezbere biliriz. Anaokulundaki çocuğa sorsanız, “1881 yılında Selanik’te doğdu, annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey” diye saymaya başlar. Bu bizim resmi ezberimizdir. Aksi de şu ana kadar ispat edilemedi. Bunca yıl sonra birileri çıkar da, “ Atatürk hakkında bütün bildiklerinizi unutun” derse, ne yaparsınız? Kimse inanmaz değil mi? Ya da şaşırırsınız. Peki, Atatürk gerçekten farklı bir hayat öyküsüne sahipse? Memleketi, hatta annesi ve babası bile farklı biriyse? Bu gerçekleri bildiği halde ‘devletin bekası’ adına bizzat kendisi göz yumduysa?

Atatürk ’ün büyük sırrı

Bu günlerde hummalı bir kitap çalışması var. Kitabın adı,”Mustafa’dan Kemal’e, Atatürk ’ün Büyük Sırrı”. Yazarı genç bir isim. Fatih Bayhan. Yıllardır bu işle uğraşıyor; belge, bilgi topluyor. Uğraşı alanı ‘kozmik’ olunca isminin yazılmasını istemiyor. Çalışmalarını gizlilik üzerine yürütüyor. Atatürk ’ün gizli kalmış hayat öyküsünü kaleme alıyor. Ama ne öykü? Hollywood senaristleri duysa filme çeker. O derece ilginç ve şaşırtıcı. Masasının üzerini dolduran belgeler bize bambaşka bir Atatürk anlatıyor. Ezberi bozduğu gibi hayretler içinde bırakıyor. Eğer, bu kitapta yer alacak belgeler doğru ise en başta bütün ders kitapları değişir. Atatürk ’ün hayatı yeniden yazılır.

O yazarla buluştum. Bana inanmakta güçlük çektiğim şeyler anlattı, kimi Osmanlıca belgeler gösterdi. Elinde tapu, nüfus kayıtları, mahkeme tutanakları ve ses kayıtları olduğunu söyledi. Ve anlatmaya başladı: ”Mustafa Kemal, Malatya Akçadağ’da doğdu. Ailesi Çakıroğulları diye biliniyor. Babası Mamo lakaplı Mehmet Reşat Bey. Türkmen kökenli, Teşkilat-ı Mahsusa üyesi. Annesi Ayşe Hanım. Akçadağ’da çiftlikleri var. Halası Zübeyde Hanım, çeteler tarafından kaçırılıp, bir süre alıkonuyor. Aile, laf-söz olmasın diye O’nu çiftliklerinde çalışan Ali Rıza Efendi ile evlendirip, Selanik’e gönderiyor. Atatürk 5 yaşındayken babası, çeteler tarafından şehit ediliyor. Ayşe Hanım, oğlunu alıp Selanik’e gidiyor.O da vefat edince Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım, küçük Mustafa’yı nüfusuna geçiriyor.” Hepsi bu kadar değil. Devamı da var. “ Atatürk , 1931 yılında Malatya ’ya gidince aileyi belediye hoparlöründen anons ettirmiş. Daha sonra da maaş bağlatmış. Atatürk ’ün abisi Ömer de cephede şehit olunca maaş çocuklarına geçmiş. Halen de ödenmeye devam ediyormuş…”

Anlatılanlara inanasım gelmedi. Ne de olsa ilk kez duyduğumuz şeylerdi bunlar. “Niye şimdi?” diye sordum. Madem böyle bir durum var, bunca yıldır neden kimse konuşmadı? Atatürk , bile bile niye sustu? Ya Akçadağ’daki yakınları? Atatürk , bir ulusun simgesi. Böyle bir ismin hayatı yüz yıldır yanlış biliniyor olabilir mi? Dedim ya her soruya bir cevabı mutlaka var. Anlattığına göre, devletin derinlikleri ve Atatürk ’ün yakın çevresi durumdan haberdarmış. Cumhuriyetin, devletin “bekası” adına adeta “omerta kuralı” işlemiş. Bilenler susmuş. Ebediyete kadar saklanmak istenen bu “sır” 1993 yılındaki bir tapu davasıyla ifşa olmuş. Çakıroğlu ailesi kadastro sorunu yaşayınca konu mahkemelik olmuş. Tapu, nüfus kayıtları, banka hesapları derken olay dallanıp-budaklanmış.

Ortaya Atatürk bağlantısı çıkmış. Tabii, bunu duyan Ankara derhal devreye girmiş. Bir rivayete göre, dönemin Genelkurmay Başkanı merhum Necip Torumtay apar-topar Malatya ’ya gidiyor. Belgeler toplanıp, Ankara ’nın kozmik odalarına getiriliyor.Bu arada dosya kapatılıyor;dava düşüyor. O mahkemenin tutanakları ve tanıkların ses kayıtlarının elinde olduğunu söyledi yazar. İşte böyle. İnanılması zor şeyler bunlar. Bize anlatılanlar “kurgu” ise, bu belgeler ne? Okuduklarınız, duyduğum ve gördüklerimden ibaret. Buradan yargıya varamayız. Kitap, yakında raflardaki yerini alacak. Bakalım, tarihçiler ne diyecek? Genelkurmay kayıtları,belgeler ne söyleyecek? Akçadağ’daki “akraba”lar ne anlatacak? Merakla bekleyeceğiz…

Kaynak: Radikal

Çözüm: 'Türkiye'yi Batıdan Korumakta!'
Banu AVAR
25 Haziran 2010



Bu Cumhuriyet kurulduğunda bir DIŞ POLİTİKASI vardı.. Nasıl mıydı?

Bugün ve dün koltuğa oturtulan beylerin ve onların politikaları sonucu batının beslemesi olan aydıncıkların ağızlarında çevirip durdukları gibi değildi!

Şu kesindir ki: Mustafa Kemâl Türkiyesi’nin dış politikası BATI EKSENLİ değildi!

Hayattayken tek bir batılı ülkeyle ittifak edilmemişti! ‘Atatürkçüyüm’ diyenler bunu iyi bilsinler.

Attilâ İlhan ‘Gazi Türkiyesi’nin Dış Politikası’nın oturduğu 3 ekseni şöyle özetler:

1. Balkan Antantı (Türkiye böylece Balkanlar’daki eski Osmanlı topraklarını kontrol ediyordu);

2. Saadabat Paktı (Türkiye, böylece Irak, İran ve çevresindeki, sömürge, yarı sömürge ülkeleri kontrol ediyordu);

3. SSCB dostluk ve işbirliği (Türkiye böylece Batı’nın 200 yıldır kışkırttığı Türk-Rus düşmanlığını yok ediyordu)…

Attilâ İlhan "Gazi, Türkiye’yi batı’ya karşı korumaya almıştır!’" derdi.

‘Avrasya ekseni’ zorunluluktur!

O, hiç kuşkusuz AVRASYA EKSENLİ bir dış politika benimsemişti. 30’larda Emperyalizmin örgütlediği NAZİ saldırısına karşı Balkan ülkeleriyle ittifak yapmış, arkasını Saadabat Paktıyla sağlama almış, Sovyetlerle, İran’la, Afganistan’la elele vermişti..

O Avrupa ki , Osmanlı’yı önce iktisaden ve kültürel olarak göçertmiş, topraklarını ve kaynaklarını paramparça etmiş, petrol coğrafyasına el koymak için önce Arapları sonra Kürtleri kullanmaya kalkmıştı.

O Avrupa , O Amerika, topraklarımız üzerinde yeni devletlerin sınırlarını belirlemişti!

Aynı Batı, emperyal amaçları için, Birleşmiş Milletler’in ağababası ‘Cemiyet-i Akvam’ (Milletler Cemiyeti)dan karar çıkartmış, sinsi yollarla Musul ve Kerkük’ün manda yönetiminde kalmasını karara bağlamıştı!

Lozan’da müzakereler tıkanınca Atatürk, ‘Ömrüm yeterse, Musul Kerkük ve Adalar’ı alacağım! Diplomasiyle olmuyorsa askerle!’ demişti. Akabinde isyanlar patlamıştı!

İngiltere, petrol coğrafyasına el koyma arsızlığı içinde Nasturi ve Şeyh Sait isyanlarının kışkırttı. Lord Curzon ‘Şimdi olmazsa biraz ilerde icabınıza bakacağız!’ demişti. ‘Hakkari hristiyandır’ kampanyası açıldı, ardından silahlar bölgeye yığıldı.. Amerika Kürdistan ve Ermenistan için çizdiği sınırları izlemeye almıştı.

İtalya sırtlan payını Oniki adalar’ı kaparak almış, Fransızlar Hatay’a gözkoymuştu!

O çete savaşını göze almıştı!

Yeni savaştan çıkmış, yoksul, aç perişan bir ülkenin komutanı olarak Mustafa Kemâl Paşa, bintürlü oyuna karşı direnmiş, ardı ardına çıkan isyanları bastırmış, Hatay’da çete savaşını göze almıştır. Hem de ölümünden 1 yıl önce...

Hatay’da Fransızların karşısına Balkan ve Saadabat Paktı içinde yeralan ülkelerin genel kurmay başkanlarıyla çıkmıştır..

Attila İlhan’ın Hasan Rıza Soyak’ın Atatürk’den Hatıralar kitabından aktardığı konuşması, Onun 1937’de de 1920 de olduğu kadar ‘taviz’den uzak olduğunu kanıtlamaktadır:

‘Gâzi her zaman aynı kişiydi; ölümüne bir yıl da kalmış olsa, 'Batılı, Beyaz ve Hıristiyan' güçlere aynı şeyleri, aynı kudretle söylüyordu; zira onun karakteri, 'hürriyet' ve 'istiklâl' di...

''... bakınız benim kendi dostluğumun yanında, bütün şu etrafımda gördüğünüz şanlı ve mümtaz şahsiyetlerin, temsil ettikleri şerefli kuvvetlerin, Balkan Paktı ve Sadabat Paktı kuvvetlerinin, kıymetli, kudretli ve muazzam dostluğu var; bunun önemini devletinizin anlamamasını ve benim talebimi reddetmesi ihtimalini, tasavvur edemiyorum...”

Fransızlarla görüşmeler tıkanır gibi olunca söyledikleri mi… İşte:

"İşi silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Derhal devlet reisliği ve mebusluktan istifa edeceğim. Serbest bir Türk vatandaşı olarak bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay’a
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Eyl 03, 2012 1:16 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Mar 21, 2012 11:02 pm    Mesaj konusu: “Dersim Belgeleri” Alıntıyla Cevap Gönder

“Dersim Belgeleri”
Mart 16, 2012

Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay’ın arşivlerinde yer alan sır “Dersim Belgeleri” ortaya çıktı. Harekat emrini kimin verdiği ve Atatürk’ün tutumu tek tek kayda alınmış!

Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinde yer alan sır “Dersim Belgeleri”ne VATAN ulaştı. Belgelerde, idam edilen Dersim olaylarının sembol ismi Seyit Rıza’nın 11 Eylül 1937′de teslim olmasından bir gün sonra Atatürk ile İnönü arasındaki karşılıklı tebrik mesajları dikkat çekiyor.

Başbakan İnönü, Atatürk’e hitaben, “Seyit Rıza’nın teslim olması Cumhuriyet ıslahatının yeni bir safhasıdır. İltifatınız bizim için çok kıymetli bir teşviktir” diyor. Atatürk ise İnönü’ye, “Teslim olması Cumhuriyet hükümetinin Dersim’deki yüksek şuurlu hareketinin neticesini gösteriyor” mesajını gönderiyor.

Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı arşivinde yer alan belgelerde, Seyit Rıza’nın teslim olması hakkında Atatürk ve İsmet İnönü’nün yazışmalarının yanı sıra Tunceli (Dersim) Harekatı’na ilişkin yazışmalar, raporlar, Dersim isyanları hakkında 4. Umumi Müfettişlik’ten alınan raporlar, Seyit Rıza ve adamlarının isyanları, Dersim bölgesinden Batı yerleşim bölgelerine nakledilen kişilerle ilgili bilgiler, Genelkurmay Başkanlığı’nın Tunceli Kanunu’nun uzatılması önerisi, Tunceli Harekatı’na başlama ve bitim tarihlerine kadar kamuoyunun bilgisine sunulmamış birçok sır yer alıyor. Tarihe ışık tutacak belgelerden bazıları şöyle:

HAYDUTLUKLAR SÜREBİLİR KANUN YÜRÜRLÜĞÜNÜ UZATIN:

(Genelkurmay Başkanlığı’nca Tunceli Kanunu’nun yürürlük süresinin uzatılması önerisi hakkında Başvekalet’e, Dahiliye Vekaleti’ne, Genelkurmay Başkanı Mareşal imzasıyla yazılan 9.6.1939 tarihli belge) Müddeti bitmek üzere bulunan Tunceli Kanunu’nun daha üç sene temdidi ve bu kanunun maddelerine bazı hükümlerin eklenmesi hakkında 4. Umumi Müfettişliği’nin şifre yazısı örneği ilişik olarak sunulmuştur. Yapılan arama ve taramalara rağmen mıntakanın hususiyetlerinden ötürü miktarı mahdut bazı muzir eşhasın mezkur bölgede saklanmağa muvaffak oldukları, alınan günlük raporlardan anlaşılmaktadır. Devam eden tazyıkın azalması ile bunların tekrar faaliyetlerini tevsi ile ilerde mühim hareketler icrasını müstelzim bir vaziyet ihdas etmeleri daima beklenebilir.

Keza, esas mefsedet yatağında bulunan muzur eşhas civardan gördükleri teşvik ve müzaharetle şekavet ve haydutluklarının devam ve idamesine imkan bulabilmektedirler. Halen yardım ve teşvik ile iş gören bu eşhasın ilerde bilfiil şekavet ve haydutluk etmeleri de muhtemeldir. Bu sebeplerden ötürü 4. Umumi Müfettişliği’nin teklifi Genelkurmayca da uygun görülmüştür. Bu teklif tensip ve tasvip buyrulduğu takdirde Hükümetçe ittihaz edilecek kararın ait makama işarına ve sonuç hakkında Genelkurmay’a bilgi verilmesine müsadelerini saygı ile arzederim.

TUNCELİ HAREKATI’NIN BAŞLAMA VE BİTİM TARİHLERİ:

(Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Encümeni Başkanlığı’na 15.10.1940 tarihinde Harekat Yarbaşkanı Tümgeneral imzasıyla yazılan Tunceli Harekatı’nın başlama ve bitim tarihlerini hakkında yazılan belge) Son Tunceli tedib ve tenkil harekatı esaslı bir şekilde 1937 ve 1938 senelerinde başlamıştır. 1937 harekatı, 12 Mayıs 1937′de başlayarak 1 Temmuz 1937 ayı sonunda bitmiştir. 1938 harekatı 8 Haziran 1938′de başlamış ve bu harekata 8 Ağustos 1938′den itibaren ordu manevresi halinde devam olunmuş ve manevreye 10 Eylül 1938′de nihayet verilmiştir. Tunceli tedib ve tenkil harekatı için; 25 Mart 1937 tarihli Hey’eti kararnamesiyle 4 bin ihtiyat eri celbedilerek birlikler takviye edilmiş, 25 mayıs 1937 tarih ve icra vekilleri heyeti kararnamesiyle bu harekattan (muharebe ve müsademeleri istilzam eden mahiyette ve hususi ehemmiyette olduğu) tasdik olunarak subay ve askeri memurlara bir nefer tayini zammı verilmiş ve nihayet 27 Mayıs 1937 tarihinde icra vekilleri heyeti kararnamesiyle, Tunceli harekatının 1776 sayılı kanunun ilgili maddesi mucibince (sefer mahiyetinde mühim harekat) olduğu kabul edilerek harekata iştirak eyleyen, kara ve hava birlikleriyle sabit ve seyyar jandarma eratına kuvvetli tayin verilmiştir.

Harekat başlangıcında geri hizmet teşkilleri vücuda getirilmiş, sefer kadrosuna göre sıhhıye bölüğü, seyyar hastane, arabalı hasta nakliye takımı yeniden teşkil edilmiştir. Keza aynı harekat sahası içinde bulunan ve harekata iştirak eyleyen birlikler hakkında Askeri Ceza Kanunu’nun ilgili fıkrası mucibince harp hükümlerinin cari olacağı tesbit ve emrolmuştur. (Tunceli harekatı için dahili ve harici vaziyet düşünülerek seferberlik ilan edilmemiş ise de seferberlik icaplarının yapıldığı ve bu hususta hükümetçe bir karar verilmesinin muvafık olacağı) mütelasında bulunulmuştur. Birbirini takip eden iki sene içinde yapılan iş bu tedib ve tenkil harekatı sırasında yukarda zikredilen kararname ve emirler muhteviyatından anlaşıldığına göre hükümetçe kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Bu yolda bilgi edinilmesini ve gereğinin buna göre yapılmasını rica ederim.

HAREKAT EMRİ MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’TAN:

(Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak imzasını taşıyan 12 Mayıs 1937 tarihli belge) Tunceli vilayetinde Devlet Kuvvetlerine karşı müçtmian ve müseliahan vukubulan isyan dolayısıyla harekatı askeriye başlamış olmakla ceza kanununun yedinci maddesine göre harekatın başlangıcından diğer bir emir verilinceye kadar harp hükümlerinin carı olacağının kıt’alara tebliğ edilmesini dilerim.

İSMET İNÖNÜ’DEN FRANSA HASSASİYETİ:

(5 Mayıs 1937′de İsmet İnönü’nün Başvekalet Vekili doktor Refik Saydam’a aktardıklarına gösteren belge) Dün Dört Mayıs İstasyonundan hareket ederken Milli Müdaafa Vekili bay Özalp mareşalin diğer bir fıkra için yeniden dört bin ikmal efradı celbedilmesi teklifini aldım. Doktor Aras ile gönderdiğim cevapta bir saat evvel büyük erkanı Harbiyede vaziyeti mütalea ettiğimizi ve şimdilik böyle bir tedbire lüzum olmadığını anladığımı mahaza vaziyetin Atatürk’e arz ile emirleri mucibince harekat olmasını bildirmiş idim. Şimdi alttaki mütaleayı arzediyorum; Büyük Erkanı Harbiyede verdiğimiz kararların eldeki vasıtalarla tatbiki imkanını ve kıtaatın halini ve mahallin şiraitini General Alpdoğan ile mütalea etmek üzere sayın Mareşalin süretle Elazize gitmesini teklif ederim.

Şayet yeniden ikmal efradı celbi lüzumlu görülürse teklifim şudur; Fransızlarla yeni bir sui tefsir vukuuna mahal vermemek için benim Paris mülakatımı beklemek muvafık olur. Andan sonra meseleyi dahili bakımdan memleket efkarı umumiyesine karşı açıktan vaz etmek lazımdır. Çünkü yeni ikmal efradı celbi dahilinde endişeşi mucip olabilir. Meleseyi açıktan vazettikten sonra 4 bin yerine 8 bin ikmal efradı celbederek iki fırkayı taviye etmek müreccahdır. Bu mütaleatımı Mareşale, Özalpe ve Atatürk’e arzetmenizi hürmetle rica ederim.

CUMHURİYET ISLAHATININ YENİ BİR SAFHASI: (Başvekil İsmet İnönü’den Reisi Cumhur Atatürk’e gönderilen 12 Eylül 1937 tarihli belge) Seyit Rıza’nın teslim olması cumhuriyet ıslahatının yeni bir safhasıdır. Lütufkar iltifatınız bizim için çok kıymetli bir teşviktir. 4. Umumi Müfettişi tebrik ederken, büyük Reisi Cumhurun Hükümeti taltif etmek lütfunda bulunduğunu ve Reisi Cumhurun yüksek takdirlerinin tabiatile kendisine ve emri altındakilere müteveccih olduğunu tebliğ ettim.

ATATÜRK’TEN İNÖNÜ’YE DERSİM TEBRİKİ:

(Atatürk’ten Başvekil İsmet İnönü’ye 1937 Eylül’ünde giden mesajı gösteren belge) Seyit Rıza’nın teslim olması Cumhuriyet hükümetinin Dersim’deki yüksek şuurlu hareketinin neticesini gösteren bir müşahhas delildir. Ondan dolayı kendilerini tebrik ederim.

‘Resmi tarihin gerçeklere aykırı yazıldığının kanıtı’

Açıklamalarıyla CHP’de “Dersim krizi” yaratan CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, belgeleri değerlendirdi. Aygün, “Sizin bulduğunuz bu belgeler halkın 75 yıldır inandığı, konuştuğu şeylerin doğru olduğunu, resmi tarihin bu konuda gerçeklere aykırı olarak yazıldığını kanıtlıyor” dedi.

Aygün, belgelerdeki ilkleri de şöyle sıraladı, “Askerin harekata katılan personelden halka şefkatli davranılmasını istediği belge, Seyit Rıza’nın Meclis’ten hayat güvencesi istediği ve teslim olduğunu gösteren belgeler, hükümet yetkilisinin gazete yöneticilerinden istekleri, 14 bin Dersimli’nin tayini ve hangi illerdeki işkollarında çalıştıklarını gösteren belgeler ilk defa gün ışığına çıktı.”

Aygün, Seyit Rıza’nın teslim olmasının ardından Atatürk’le, İsmet İnönü arasındaki yazışmaları gösteren belgeyle ilgili,
“Seyit Rıza’nın aslında Erzincan Valisi’yle ilişkili olduğu ve oraya teslim olmaya gittiği Dersim yöresinde olay meydana geldiği günden beri anlatılıyordu. Dolayısıyla onun isyancı, eli silahlı bir lider, isyanı sevk ve idare eden kişi olduğuna dair resmi tez aslında halkın sathında hiçbir değer sahip değildi. Sizin bu bulduğunuz belgeler halkın 75 yıldır inandığı konuştuğu şeylerin doğru olduğunu, resmi tarihin bu konuda gerçeklere aykırı olarak yazıldığını kanıtlıyor” ifadesini kullandı. Aygün, Dersim Harekatı’nın Mareşal Fevzi Çakmak’ın talimatıyla başladığını gösteren belgeyi ise “Dersim’le ilgili en sert raporu Mareşal Fevzi Çakmak yazmıştır. ‘Dersim’e bir koloni yönetimi kuralım. Dersimliler konuşmaktan başka bir şeyden anlamaz bunlar sadece silahın gücünden anlar’ demiştir. Fevzi Çakmak hareketin baş sorumlusudur” dedi. Dersim Harekatı’na katılan askeri personele kuvvetli tayin verilmesi belgesini ise Aygün, “Olayın, normal bir iç operasyon değil bir savaş gibi ele alındığını gösteriyor” diye değerlendirdi.

Kaynak: Vatan

Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir nasıl unutturuldu?

Yıllarca İstiklal Savaşı tek cepheli savaş gibi gösterildi. Varsa yoksa Batı Cephesi. Karambolde Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir unutturuldu? Tarihçi Mustafa Armağan unuturulan paşalar dosyasını Haber 7'ye açtı:Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ‘Karabekir Açılımı’nda söyledikleri önemliydi önemli olmasına ama resmi tarihimizde İstiklal Savaşının Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü yere göğe sığdırılamazken, Şark Cephesinin efsane komutanı Karabekir Paşa’nın önce unutturulup aradan bu kadar uzun bir süre geçtikten sonra hatırlanmasının garipliğine de bir şekilde değinmek gerekir.

Soru şudur:

Şimdiye kadar kimler engelledi ki, Genelkurmay Başkanlığı ancak ölümünün 62. yıldönümünde onu anma cesaretini gösterebildi?

Yıllar yılı İstiklal Savaşı tek cepheli bir savaş gibi gösterildi, durdu.

Varsa yoksa Batı Cephesi… Varsa yoksa şanlı komutan İsmet Paşa’nın Birinci ve İkinci İnönü “zaferleri”.

Oysa gariptir, İsmet Paşa’nın herhangi bir zafer kazandığını kimse söyleyemiyor bize.

Nerede savaşa girdiyse yenildiği biliniyor.

1917 Ekim’inde yapılan Üçüncü Gazze Muharebesi’nde İngilizler cephemizi onun komuta ettiği kanattan yarmışlardı. Bildiğiniz gibi Cephe Komutanı Von Kress ağır suçlamalarda bulundu, o da kendisini savunmak zorunda kaldı. Yenilgiye bahaneler ileri sürdü.
O savaş gümbürtüsü arasında unutuldu gitti her şey. Ne de olsa beterin beteri vardı.
Öte yandan Birinci İnönü Muharebesine zafer demek için bin şahit lazım.

İsmet Paşa hiç savaş kazandı mı?

Hatta bir seferinde Refet Bele ve diğer İstiklal Savaşı komutanları kendi aralarında konuşurlarken bir gazeteci gelmiş, onlara “İnönü zaferi”ni sormuş, paşalar hep birlikte gülüşmüşler.

Gazeteci bir pot mu kırdım acaba deyip gülüşmelerinin sebebini sorunca “Canım” demişler, “onu bize anlatma, İnönü kaçarken adamları gelip Yunanlıların da geri çekildiklerini haber veriyorlar, bunun üzerine düşmanın üzerine hücum ediliyor, Yunanlılar zaten kaçıyor, hepsi bu!”

Bunun üzerine gazeteci merakla sormuş:

“Peki Atatürk’ün İnönü’yü tebrik ettiği, “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz” dediği telgraf neyin nesi o zaman?”
Refet Bele gülerek cevap vermiş:

“Mustafa Kemal Paşa İsmet’in morali bozulmasın diye ‘Söyleyin Hamdullah Suphi Beye, benim ağzımdan şuna bir telgraf döşensin’ demiş. İşte bu telgraf o telgraftır.”

İkinci İnönü Muharebesi ise Fevzi Çakmak’ın son andaki müdahalesi sayesinde hezimete dönüşmekten kurtulmuştur. Meclis zabıtlarını okuduğunuz zaman görürsünüz ki, istisnasız herkes bu zaferin Fevzi Çakmak’a ait olduğuna inanmaktadır. Aksini düşünen dahi yoktur. (İyi ama kimse Fevzi Çakmak’ın bir zafer kazandığını okuyamaz kitaplarımızda.) Nitekim İsmet Paşa da telgrafında İnönü savaşını gerçek kazanan komutanın Genelkurmay Başkanı Çakmak olduğunu beyan etmiştir:

Askerlerimizin, zabitlerimizin ve kumandanlarımızın tarihî şecâat ve kabiliyetlerini yüksek sevk ve idaresiyle düşmana faik ve muzaffer kılan zat-ı devletlerine, âcizleri ile beraber bütün ordunun samimi ve mutlak olan itaat ve tazimatını te’yid eder ve takdirat ve tebrikatınız ile cümlemizin iftihar ettiğimizi arz ve temin eylerim.

Bugünkü dille ifade edersek mana şudur:

“Asker, subay ve komutanlarımızın tarihî kahramanlık ve yeteneklerini yüksek sevk ve yönetimiyle düşmana üstün ve muzaffer kılan yüce zatınıza, aciz olan benimle beraber bütün ordunun içten ve mutlak olan itaat ve saygılarını vurgular, takdir ve tebriklerinizle hepimizin övündüğümüzü arz ve temin ederim.”

Demek ki, İkinci İnönü Muharebesi’nde ordumuzu kim sevk ve idare ediyormuş? Fevzi Çakmak.

Ordu düşmana kim sayesinde galebe çalmış? Fevzi Çakmak.
Fevzi Paşa İsmet’i ne için tebrik ediyormuş? Görevlerini iyi yaptı diye.
Onun tebrikleriyle kim övünüyormuş? İsmet ve arkadaşları…
Gördüğünüz gibi İnönü muharebelerinde İnönü’nün sevk ve idare yetkisi yok, sadece uygulayıcı konumunda. Onu da becerebilse bari.

Geliyoruz Sakarya’ya

Kütahya cephesine doğru hücuma geçen Yunanlılara saldırarak tam bir felakete sebebiyet veren İsmet Paşa’nın hatasının bedelini ağır ödemiştik. Kanatlara saldıran düşman, tıpkı Gazze’de olduğu gibi cephemizi delip ordumuzu bozmuştur. Ağır kayıplara sebep olan bu yenilgi, mecliste ve kamuoyunda derin üzüntü ve heyecana yol açmış, İsmet Paşa aleyhine bir cereyan başlamıştır. İlginç olan, bu kampanyayı önleyenin Fevzi Çakmak olmasıdır. Meclis kürsüsüne çıkıp ‘İsmet Paşa’nın bu tarzda hareketini ben de uygun bulmuştum’ şeklinde açıklama yapan Fevzi Çakmak bu hareketiyle İsmet’i kurtardığı gibi kendi kariyerini de riske atmıştır.
Böylece İsmet Paşa bir kere daha yırtmıştır.
Onun yüzünden meydana gelen Beylikköprü faciası ise bambaşka bir konudur.

Karabekir’in silinen yüzü

Sözü şöyle toparlayalım:

Hayatında hiç yenilgisi olmayan, bütün savaşlarını galibiyetle sonuçlandıran Kazım Karabekir ile İstiklal Savaşımızın stratejisini ve bütün savaşların planlarını çizen Fevzi Çakmak ders kitaplarımızda gözükmezken, gözüktüğü zaman da birer kukla halinde sunulurken, İsmet Paşa gibi girdiği her savaşta yenilmiş olan bir komutan yıllarca “eşsiz asker” filan diye kakalanmıştır millete.
İşte bir lise ders kitabından “Şark Fatihi” Kâzım Karabekir’in Cumhuriyet neslinin hafızasından nasıl silinmek istendiğine çarpıcı bir örnek:

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (o zamanki adıyla Maarif Vekaleti’nin) 1931 tarihinde çıkardığı Tarih IV adlı lise ders kitabında Mustafa Kemal Paşa'nın İzmir'de annesinin mezarı başında çekilen fotoğrafından Kâzım Karabekir Paşa'nın bulunduğu kısım, üstelik sayfada boş yer olduğu halde kasıtlı olarak kesilmiştir.
Halbuki eğer ille de kesilmesi gerekiyor idiyse, sol taraftaki çoluk çocuğun kesilip sağ taraftaki Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak gibi iki tarihî kişiliğin gençlere sunulması gerekmez miydi? Hem söyler misiniz, bir tarih ders kitabı tarihteki önemli şahsiyetleri öğretmeyecek de neyi öğretecektir gençlere?
Nitekim büyük boy 350 sayfa tutan bu kitapta Karabekir'in ismi sadece 2 yerde geçmekte olup onlarca İsmet Paşa ve o zamanlar Meclis Başkanı olan Kâzım (Özalp) Paşa fotoğrafı bulunduğu halde bir tane olsun Karabekir fotoğrafına yer verilmemiştir. Olduğu zaman da örneğimizde gördüğümüz gibi resimden kesilmiş, çıkarılmıştır, böylece kasıtlı olarak unutturulmak istenmiştir.
Mesaj gayet açık değil mi?
Böylece hem Şark Cephesi diye bir 'cephe' yok denilmiş oluyor, sadece İsmet Paşa'nın komutanı olduğu 'Garp Cephesi'nin başarısı vurgulanıyor, hem de tasfiye edilen muzaffer komutanın görüntüsü hafızalardan temizleniyor.
Oysa biliyoruz ki, İstiklal Savaşı önce Doğu'da başlamış, sonra Batı'ya yayılmıştı. Burada Doğu'nun ‘Kürt kimliği’ de tehlikeli bulunuyor olmalı. İstiklal Savaşı'nın öncülüğü eğer Doğu'ya verilirse bu savaşın Kürtler arasında başladığı zannedilir kaygısının egemen olduğunu düşünüyorum bu kesip biçme operasyonunda.
O zaman da doğal olarak 1930'larda inşa edilmekte olan “Türk kimliği” bundan zarar görecek veya en azından tasarlanan mükemmeliyetine halel gelecektir.
Fotoğrafın aslına ve kesilmiş haline baktığınızda bir tarihin nasıl doğrandığını açıkca görebiliyorsunuz. O zaman Genelkurmay’ın da Karabekir’in farkına bu kadar geç varmasına şaşmamak gerekiyor.

kaynak:
http://evladiosmanli.blogspot.com/2010/08/kurtulusun-komutanlar-nasl-unutturuldu.html#more

Mustafa Kemâl Paşa’nın Yemin Merasimi



Mustafa Kemâl Paşa’nın Samsun’a çıkmadan Vahdettin’in huzurunda ettiği yeminin orijinal metinleri ve Avni Paşa Hatıratından orijinal bir nüsha…

Yemin Merasimi

Zat-ı şâhâne elbise-i askeriyelerini lâbis olduğu halde ayakta bulunuyorlar. Önlerinde masanın üzerinde dahi Kelâm-ı Kadîm duruyordu.

Sadrazam Paşa[1], Yaver Paşa[2] Padişah’ın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa tavr-ı askerîsine dinî bir edâ dahi vererek ilerledi. Ve sağ elini Kelâm-ı Kadîm’in üzerine koyarak şu yemini eyledi:

Yemin sureti

“Hey’et-i Vükelâca tanzim olunup irâde-i seniyye-i hazret-i Padişahî’ye iktirân eden yirmi bir maddelik ta’limât-ı mahsûsada musarrah salâhiyet-i vâsi’a mucebince Anadolu vilâyât-ı şâhâneleri bil’umum me’murîn-i mülkiye ve askeriyesi üzerinde icrâsına me’mur buyurulduğum teftişât ve tedkikâtı rızâ-yı âli-i cenâb-ı Hilâfet-penâhî dâire-i necât-ı bâhiresinde medâr-ı fahr ve mübâhât-ı memlûkânem olan sadâkat-ı kâmile ile bezl-i makderet eyleyeceğime vallâhi billâhi.”

[1] O tarihte Sadrazam, Damat Ferid Paşa idi.

[2] Hatıratın sahibi Başyaver Ahmed Avni Paşa.

http://www.mustafaarmagan.com.tr/mustafa-kemal-pasanin-vahdettine-ettigi-yeminin-orijinal-metni.html



Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal diyaloğunda esrarengiz şeyler
28 Eylül 2013

Vahdettin ile Atatürk ortak hareket ettiler!
Vahdettin vatan haini iddialarının sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıktı.

Sultan Vahdettin’in Atatürk hakkında almış olduğu idam kararının da İngiltere’ye karşı oynanan bir siyasi oyun olduğu Meclis’in gizli celselerindeki konuşmalarda açıkça görülüyor.

Vahdettin ile Atatürk arasındaki ilişki yıllarca “Vahdettin’in vatan haini” olduğu yakıştıramasının temelinde yapıldı. Ancak Atatürk’ün ağzından Meclis’teki gizli celse de Sultan Vahdettin için kullanılan ifadelerde Atatürk ile Vahdettin’in ortak hareket ettiği ortaya çıktı.

Atatürk hakkında idam kararı aldıran Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal hakkında aldırdığı idam kararının ardından yaveri ile özel bir mektup göndermiş… Mektupta Vahdetin Atatürk’e şu ifadeleri kullanmış: “İngiliz süngüsü altında böyle bir karar almak durumundayım. Bu kararı almam senin çalışmaların ile alakalı yürüyeceğin yolda moralini bozmasın.

Yani durum gösteriyor ki Atatürk ile Sultan Vahdettin bu yolda ortak hareket etmiş ve İngiltere’ye karşı müthiş bir siyasi oyun oynamışlar… Bu belgelere göre; “Atatürk ile Sultan Vahdettin milli mücadale döneminde ortak hareket ettiler” yorumları da tarihçiler tarafından yapılmaya başlandı.

İşte Gazeteci yazar Fatih Bayhan’ın Aksiyon Dergisi’ne konu ile ilgili yaptığı açıklamalar:

Vahdettin-Atatürk ilişkisi tam manasıyla araştırılmadı bugüne kadar. Yazar Fatih Bayhan, elde ettiği yeni belgelere dayanarak “Mustafa Kemal’in Samsun görevi onun Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görevdi.” diyor.

Vahdettin ve Mustafa Kemal ilişkisi, kimi çevrelerin kendi görüşleri üzerine temellendirildi bugüne kadar. Kimse de bildik kalıpların dışına çıkacak adımları atmadı veya atamadı. Zira doğru dürüst bir çalışmaya tabi tutulmamıştı konu. O yüzden de Halife ve Sultan VI. Mehmet Vahdettin de ‘vatan hainliği’ ile suçlanıp durdu yıllarca.

Ama tarih doğru araştırılınca, ortaya yeni belgeler çıkarmak mümkün. Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in temasları hiç de söylendiği gibi görünmüyor yeni bilgi ve belgelere göre. Hatta Paşa’yı Samsun’a gitmek için görevlendirenin bizzat Sultan Vahdettin olduğunun ötesinde “Samsun görevinin, Mustafa Kemal’in Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görev” olduğu da anlaşılıyor.

Tarihî konularda yaptığı çalışmalarla gündem oluşturan gazeteci-yazar Fatih Bayhan, yeni yılda Vahdettin ve Mustafa Kemal ilişkisini kitaba dönüştürüp yayımlayacak. Kıbrıs Gerçeği, Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım, Tarih Değiştiren Suikastler, Teyzem Latife, Atatürk’ün Aşkı Latife, Atatürk’ün Büyük Sırrı kitaplarının yazarı Bayhan, 1922 ve 1923 yıllarına tekabül eden 1. Meclis gizli celse zabıtlarına göre “Halifeye emanet-i şerifeyi teslim ve biat etmek üzere İstanbul’a bir mebus heyeti bile gönderildiğini” tespit etmiş mesela. Yeni belgeler, Vahdettin’in hain olmadığı tartışmasına da noktayı koyacak.

-“Atatürk, Osmanlı derin devletinin adamıydı.” diyorsunuz. “Atatürk’ün Büyük Sırrı” kitabında o kanaate varmış mıydınız?

Zaten o çalışmalar sürerken bir şey ortaya çıkıyor. Yani ‘Neden Mustafa Kemal?’ sorusu hep zihinleri kurcalamıyor mu? Neden Kâzım Karabekir, İsmet Paşa, Refet Bele, şu bu değil de Mustafa Kemal Atatürk seçiliyor?

-Pek çok rakibi de var. Seçildiği zaman İttihat Terakki bağı var, sonra o bağını kopartıyor.

Kopartmak zorunda kalıyor. Çünkü artık İttihat Terakki’nin bütün siyaseti bitiyor. Yeni bir döneme giriliyor.

-Sultan Vahdettin-Mustafa Kemal üzerine yeni ne tür bilgilere ulaştınız?

Benim ulaştığım nokta, Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal, Samsun’a hareketten önce, son gece, diz dize ahitleştiler. Görüşmede anlaşmaları şöyleydi: Vatanın sağlam bir şekilde selamete çıkartılması hususunda kendisi İstanbul’da düşman devletlerin ilgisini ve dikkatini çekecek, sulh ve anlaşma havası içinde zaman kazanacak, bir yandan da işgalleri bitirmeye, Anadolu’da yeniden güveni tesis etmeye çalışacaktır. Mustafa Kemal Paşa da Samsun’dan başlayarak Anadolu’yu örgütleyecek, dağınık askerî ve idarî yapıyı düzene sokacak ve bu sayede işgallere karşı bir sivil ve askerî harekat başlatacaktır. Anadolu’nun kurtuluşunun temini hangi yolda görülürse bir diğeri kendini feda edecek ve ülkenin kurtuluşuna zemin hazırlanmış olacaktır.

-Bu konuşma olarak mı aralarında geçiyor?

Bu ahitleşmenin kaydı kızı Sabiha Sultan’dadır. Ve Vahdettin’in özel yaverindedir. Nitekim bu ahitleşme gecesinde neler yaşandığını kısmen Nutuk’ta anlatır Paşa. Kısmen anlatır ama. Çünkü burada İngiliz siyasetine karşı bir siyaset geliştirilmiştir. Aradaki o ihtilaf noktalarının tamamı danışıklı dövüş. Mesela, çok enteresan bir şey söyleyeyim. Paşa hakkında, biliyorsunuz idam fermanı çıkartıyor. Şeyhülislam da mürted ilan ediyor değil mi? Ankara Meclisi’nde padişahın bu kararı tartışılıyor, gizli celsede.

-Azletme yoluna gidiliyor…

Onu tartışıyorlar. Mustafa Kemal kürsüye geliyor. Gizli celseler açıklanıyor şimdi. Gizli celse konuşmalarından çıkarttım ben o konuşmayı. Diyor ki “Padişah Vahdettin bana özel yaverini gönderdi. Biz Düzce’de görüştük.” Ve Vahdettin’in ona gönderdiği özel mektubu gösteriyor. “İngiliz süngüsü altında böyle bir karar almak durumundayım. Bu kararı almam senin çalışmaların ile alakalı yürüyeceğin yolda moralini bozmasın.” Paşa gizli celsede bunu okuyor. Yani bizimkiler müthiş bir siyaset izliyorlar İngiltere’ye karşı. Bu benim kurgum değil. Tarihî veriler üzerinden yaptığım okumalar sonucu kareleri birleştirince böyle bir fotoğraf ortaya çıktı. Onun için Mustafa Kemal Paşa ile ilgili, yani Vahdettin hain mi, değil mi tartışmalarının yapılıyor olması abesle iştigaldir. Sonra gizli celselerden aldığım bir belge daha var.

-Açıldı mı gizli celseler?

Daha açılmadı. Bu belgeyi paylaşabiliriz kamuoyuyla. Orada, Ankara’da hükümet kuruluyor, Meclis diyor ki ‘Padişahımıza biatımızın yapılması lazım.’ Mustafa Kemal Paşa’nın katıldığı Meclis’te biat ekibi kuruluyor. Biat ekibi özel bir trenle İstanbul’a naklediliyor. Harcırahları tartışılıyor.

-Kimler var biat heyetinde?

Erzurum Mebusu M. Durak Bey, Bursa Mebusu Operatör Emin Bey gibi isimler… Mustafa Kemal Paşa görevini yapmış, Anadolu’yu toparlamış, askerî ve idarî dağınıklığı gidermiş. Sultan Vahdettin bunun üzerine iki ayrı devlet görünümünde kalmak yerine, kendini feda ederek tek resmî yetkinin tümüyle Ankara hükümetinde olduğunu kuvvetlendirmiştir. Eğer Vahdettin vatanı terk edip gitmeseydi iki ayrı hükümet temsil edecekti Türkiye’yi Lozan’da.

-Neden yurtdışına çıktı Sultan Vahdettin?

Orada da Vahdettin’in, “Mustafa Kemal’in aklı da hırsı da yüksektir. Aklı galebe çalarsa çok faydalı olur, hırsı galebe çalmasın.” sözü olayı özetlemiştir. Ancak cumhuriyetin ilanından sonra İngiliz baskısı ve yeni kurulan devletin tanınmama riski saltanat ile yolların ayrılmasına neden olmuştur.

-Sultan Vahdettin’in İngiliz gemisi ile gitmesi mecburi miydi?

Başka ne yapabilirdi? Başka seçeneği yoktu. Orada İngilizlere tam anlamıyla güven verebilmek için onların gemisine bindi ve kendini feda etmiş oldu. Vatan için kendini feda etmiş bir padişahtır Sultan Vahdettin. İngilizler nitekim daha sonra onu kullanmak da istemişler belki. Bakın bir şey daha var. Neden ‘Mustafa Kemal?’ sorusunun arkasındaki en önemli cevaplardan biri şudur: Mustafa Kemal, şehzadeliği sırasında Vahdettin’e seryaverlik yapmış, birlikte Almanya seyahatinde bulunmuş ve bu seyahat sırasında Anadolu’daki ahvali ayrıntılarıyla konuşma fırsatı bulmuşlar. Paşa, Anadolu’nun her cephesinde bilinçli olarak görevlendirilmiştir. Oranın fotoğrafını iyi çeksin diye. Bu önemli bir husus. Vahdettin’in ikinci nedeni de damadı Enver’in Mustafa Kemal Paşa’ya tasallutuna mâni olmak için onu İstanbul’da fazla tutmak istememiştir. Bu yüzden de hep Anadolu’da. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın günü gelecektir. Planı budur.

-Mustafa Kemal, İstanbul’a bir daha 8 sene sonra mı geliyor?

Daha sonra geliyor, tabii. Hatta Sultan Vah-dettin’den Almanya ziyareti dönüşünde kendisinin padişahlığında Harbiye Nezareti’ne talip oluyor Mustafa Kemal. Kabinede görev almak istiyor. Vahdettin diyor ki “Zamanı var.” Sultan Vahdettin padişahlık makamına oturunca, sağlık dolayısıyla İsviçre’de tedavi gören Paşa, apar topar tedavisini yarıda kesip İstanbul’a dönüyor. Vahdettin’den randevu istiyor. Salı günü randevu istiyor, cuma selamlığından sonra görüşüyorlar. Mesela orada da enteresan tespitlerim var. Vahdettin’in güvenini kazanan Mustafa Kemal Paşa, özellikle son iki yılda, 1918-1919’da, Samsun’a çıkışına kadar, Sultan Vahdettin’le cuma selamlığından sonra neredeyse her hafta kayıtsız özel görüşme yapmıştır.

-Her zaman mı?

Evet. Padişah olduktan sonra. Bunu kimileri En-ver’den korktuğu için diye telaffuz eder ama asıl Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal’i İstanbul’da erken bir şekilde gündeme getirmeme kaygısından kaynaklandığını düşünüyorum ben.

-Peki, en baştaki konumuza tekrar dönelim. Mustafa Kemal, rakipleri arasında, Sultan Vahdettin nezdinde nasıl bir adım öne geçebilmiş? O bahsettiğiniz ‘derin yapının’ etkisi var mıdır bunda?

Mustafa Kemal’in Vahdettin’le kurduğu o sıcak temas, Almanya seyahati, onun sonraki hamlelerinde hep avantaj sağlamıştır. Ve padişaha bağlı bu derin yapı Mustafa Kemal’e tam anlamıyla güvenmiştir. Samsun’a gönderilmeden önce Dahiliye Nezareti’nden Mehmet Ali Bey, Mustafa Kemal Paşa’yı Şişli’de kaldığı evinde ziyaret ediyor. Bu zat kritik görevde bir zattır. Ardından Bahriye Nazırı Avni Paşa, Şişli’deki evine sık gidip gelmeye başlıyor, ahbap oluyorlar. Bu görüşmeler Mustafa Kemal’in saltanat, sadakat hislerinin öğrenilmesi ve teyidi için yapılmıştır. Sonra Avni Paşa özel otomobilini Şişli’deki evine gönderip Mustafa Kemal Paşa’yı evinden aldırıp bakanlığa getiriyor. Memleketin ahvalini konuşuyorlar. Mustafa Kemal Paşa o günlerde Harbiye Nazırı Şakir Paşa tarafından makamına davet ediliyor. Odasında tek kelime edilmeden Samsun’la ilgili görevi takdim ediyor. Onu Samsun’a görevlendiren Vahdettin’in kendisidir. Yani Samsun görevi onun Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görevdir. Bandırma Vapuru’nu ayarlayan da Vahdettin’dir. Ailesine yetecek kadar parayı veren de, ailesini himaye eden de Sultan’ın kendisidir.

-Padişah’a rağmen olmamıştır bunlar yani?

Tabii. Paşa’yı bu göreve götürecek tek vasıta Bandırma Vapuru’dur ve gemiye ait işlemler bizzat Bahriye Nazırı Ahmet Avni Paşa tarafından yürütülmüştür. Paşa, gizli, kaçarak gitmemiştir. Bandırma Vapuru, Kaptan İsmail Hakkı kumandasında Samsun seferi için görevlendirilmiştir. Sadrazam, 14 Mayıs 1919’da Nişantaşı’ndaki konağında Mustafa Kemal Paşa’ya akşam yemeği verdi. Ertesi gün vapur yola çıkacaktı. O gece Rauf Orbay geç saatlerde Bahriye Nazırı Avni Paşa’nın telefonuyla bakanlığa çağrılır ve son gelişmeler konuşulur. Çünkü yeni gelişme İzmir’in işgaline giden sürecin başıydı. Rauf Bey bir an evvel vapurun İstanbul’dan kalkması için çalışırken öğlene doğru Şişli’deki Mustafa Kemal’in evine gidiyor. Evde Refet Paşa, Kurmay Binbaşı Hüsrev ve Ordu Müfettişi Doktor Albay İbrahim Tali de var. Orada hazırlıklara son şeklini veriyorlar. Mustafa Kemal, Samsun öncesi veda ziyaretlerinde bulunuyor. Önce, günün sabahında, Babıali’de Sadrazam ve nazırlarla görüşmüş, cuma selamlığından sonra da Hamidiye Camii mahfilinde Padişah Vahdettin’le bir araya gelmiştir. Çünkü gece hareket edeceği kesinleşmişti artık. Ve 16 Mayıs Cuma gecesi gün batımında vapur yola çıkmıştır. Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, nezaretin örtülü ödeneğinden 1100 altından 1000 altını makbuz karşılığında Mustafa Kemal’e vermiştir.

-Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderenin Sultan Vahdettin olduğuna dair belge bile kamuoyunda tartışmalara vesile olmuştu. Soldan çok eleştiriler yapılmıştı.

Bu işin sağı-solu yok artık.

-Bülent Ecevit ‘Vahdettin hain değildi’ dedi, kıyamet kopmadı mı?

Tarih, belgeler ve olaylar üzerinden okunur. Tarihi sağ-sol diye ayırmamamız lazım. Bugüne kadar böyle bir şey yapıldı. Vahdettin-Mustafa Kemal ilişkisi çok önemli. Çünkü Turgut Özakman gibi tarihçi olmayan bir ismin yazdığı çalışmada bir sürü iftira var. Ziyadesiyle Vahdettin’in aleyhine kullanmıştır. Tarihte durduğunuz yer çok önemlidir. Eğer objektif bir yerden bakarsanız belgeleri doğru okursunuz. Ama taraflı bir yerden bakarsanız o belgelerin her biri size farklı şeyler fısıldayabilir. Daha ötesini söyleyeyim size. Samsun öncesi Mustafa Kemal’e 9. Ordu Müfettişliği ve kurmay heyetini kurma yetkisi verilmiştir. Anadolu’daki ordu komutanlıklarına yapılan atamalar Samsun öncesine rastlar ve Mustafa Kemal’in isteğine göre yapılmış atamalardır. Paşa, müfettiş sıfatı ile görünürde Samsun’daki azınlıklarla ilgili ayaklanma olabilir vesaire bahanesiyle gönderiliyor. Ama görev tanımı Amasya, Sivas ve Erzurum ordularını da kapsıyor.

-O da planın bir parçası diyorsunuz.

Evet. Dahası Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu görevi, yetkilendirilmesi, şark vilayetleri valilerine de, askerî ve idarî makamlara da bildiriliyor. Onun için kolordu müfettişi olarak Samsun’a gittikten sonra Sivas’a, Amasya’ya, Erzurum’a gittiğinde valiler tarafından karşılanıyor. Paşa’nın vali tarafından karşılanması Vahdettin’in gönderdiği gizli talimatname üzerinedir. Mustafa Kemal Paşa’ya bu görev evrakı esnasında sadrazamla doğrudan temas yetkisi de veriliyor. Bir müfettiş için oldukça geniş yetkiler verildiği açıkça görülüyor. Böylesi geniş yetkilerin verildiğine dair atama kararı 5 Mayıs 1919 tarihli Takvim-i Vekayi’de de yayımlanıyor.

-Başka neler var Vahdettin-Mustafa Kemal diyaloglarında?

Mesela o süreçte yazışmaları var. Sivas’ta, bütün toplantı tutanaklarını rapor ediyor Sultan Vahdettin’e. “Sivas’ta yaptığımız kongrede şunlar oldu. Filanı filan yere aldım, filanı filan yerde görevlendirdim. Buradaki Ermenilerin durumu bu, azınlıkların durumu bu.” diye mektupla rapor ediyor.

-Bunlar bugüne kadar açıklanmadı mı?

Bir kısmı açıklanmıştır ama olay Atatürk-Vahdettin ilişkisi düzleminde ele alınmadığı için gündeme gelmemiştir.

-Bir art niyet mi var sizce?

Art niyet elbette var. Yoksa bu, Sultan Vahdettin’i meşrulaştırır. Vahdettin’i vatan hainliğinden çıkarıp normalleştireceği için belli kesimler bu ilişkiyi görmezden gelmişlerdir.



-Sultan Vahdettin yurtdışına gittikten sonra temasları olmuş mu Mustafa Kemal ile?

Olmuş. Arada heyetler gidip geliyor. Hatta Sultan Vahdettin yurtdışına gittikten sonra elbette mali kriz yaşadılar. Ama Meclis’in örtülü ödenekten para gönderdiğini biliyor musunuz, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatı ile.

-Bunlara nasıl ulaşıyoruz?

Kayıtlardan ulaştık. Para gönderme olayı oluyor. Ama Vahdettin’e sadık olduğunu iddia eden bazı isimler para alışverişlerinde tabir caizse Vahdettin’i dolandırıyorlar.

-Onlar belli mi?

Belli ama isimleri vermem doğru olmaz.

-Derin yapının padişaha bağlı olduğuna nasıl kanaat getirdiniz?

Böyle bir yapı elbette var. Osmanlı’yı idare eden derin yapı var. Mesela Ankara’yı başkent seçen Osmanlı’nın derin yapısıdır.

-Atatürk istemiyor, hatta taşımak da istiyor. Ama sonradan arkadaşlarım burada mal-mülk edindi, geç kalındı diyerek vaz geçiyor bundan.

Ankara, Mustafa Kemal’in Ankara’sı değil, Osmanlı’nın seçtiği Ankara’dır. Ankara’ya ilk giden Enver Paşa’dır. Enver Paşa, Kastamonuludur. Çanakkale Savaşı sürerken Enver Paşa Kastamonu’ya gider. Çünkü Çanakkale geçilirse ne olacağı üzerine bir B planı hazırlıyorlar. Önce Kastamonu başkent olarak planlanıyor. Bu B planıdır. İkinci bir yer olarak, tren güzergâhı da olduğu için Ankara seçeneği masaya yatırılıyor. Ve Enver Paşa Kastamonu’dan Ankara’ya geliyor. Fiziki koşulları da uygun görünce derhal Meclis’in inşasına başlanıyor. 1. Meclis’in yapım tarihi 1915’tir. Planlarını çizdiren, yapımına onay veren, temelini atan Enver Paşa’dır. İttihat ve Terakki’nin merkezi diye gösteriliyor. O zaman Ankara’da nüfus kaç ki İttihat ve Terakki’ye merkez yapıyorsunuz. Meclis imarının talimatı Çanakkale Harbi sürerken 1915’te veriliyor. Zaten Ankara’nın en önemli caddelerinin isimlerine bakın, İttihatçıların başındaki adamların tamamının isimlerine ait caddelerdir. Ankara bir İttihatçı şehridir bu anlamda. Dönelim Kayseri’ye.



-Meclis’in oraya taşınması da gündeme geliyor.

O da C planı. Bugün Kayseri Lisesi olarak hizmet veren merkez aslında Meclis binası olarak planlanmış bir yer. Dolayısıyla Ankara’yı seçen irade Osmanlı’nın derin iradesidir. Mustafa Kemal’i seçen irade ile aynı iradedir.

-Bu derin yapının iradesi, ideolojisi neye tekabül eder?

Devletin kendi varlığını sürdürme iradesi olarak bunu yorumlamak lazım. Nitekim bugün Türkiye Cumhuriyeti ayakta ise bu iradeye borçludur bunu.

-Bugün biraz anlam kaymasına uğradı ama…

O ayrı bir şey. Derin yapısı olmayan devletler özde sahipsiz devletlerdir. Her devletin bir kırmızı kitabı vardır ve o kitabı icra eden bir heyeti vardır. Türkiye Cumhuriyeti, Selçuklu, Osmanlı, Türk geleneğini sürdüren bir cumhuriyettir. Ve cumhuriyet olma kararı Mustafa Kemal Paşa’dan çok önce, 2. Meşrutiyet’ten sonra Sultan Abdülhamid’in tartıştığı ve gündeme aldığı bir konudur, daha 1908’de. Yani Meşrutiyet’ten sonra cumhuriyete geçiş süreci planlanmıştır, Harf İnkılabı’na kadar.

-Atatürk’ün vasiyeti konusu var. Gerçekliği nedir? “1988’de Kenan Evren ertelemiştir açıklanmasını.” da deniyor. Buna dair bir iz çıktı mı karşınıza?

Bu arkadaşların çalışmalarına saygı duyarım. Ancak söz konusu iddia ettikleri vasiyetle ilgili Genelkurmay arşivlerinde çalışma yaptım. Genelkurmay arşivlerinde ne böyle bir kayıt var ne de gizli, rafa kaldırılmış böyle bir vasiyet.

-Siz hepsine ulaşabildiniz mi arşivlerin?

Evet. Şöyle de bakarsanız, 1940’lı yıllardan sonra aşırı Kemalist bir yapılanmaya dönüşen devlet jakobenizmi, Mustafa Kemal’in bir vasiyeti varsa onu gizlemez, rafa da kaldırmaz, o vasiyetin gereğini yerine getirir. Çünkü Mustafa Kemal bir efsaneye dönüştürülmüştür.

Kaynak: Aksiyon Dergisi

SULTAN VAHDEDDİN'İN ÖLÜM HABERİNE MUSTAFA KEMAL'İN TEPKİSİ

Murat Bardakçı tarafından hazırlanan ve Sultan Vahdeddin'e ait hatıralar ve özel mektupların da yer aldığı Şahbaba adlı kitapta geçen bir anekdotta, Mustafa Kemal'in Sultan Vahdeddin'in ölüm haberi üzerine daha önce onun hakkında kullandığı ifadelerden farklı bir tepki gösterdiği ortaya çıktı.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'den nakledilen anekdot şöyle: Sultan Vahdeddin'in ölüm haberi geldiğinde Adana'da bulunan Atatürk'ün sofrasında Hamdullah Suphi de vardır.

Atatürk ölüm haberini duyunca şöyle der: "Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...."

Devamı sansürlenen bu sözün sonunda ise yayınlanması uygun olmayan ifadeler bulunmaktadır..

İstanbul'dan ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra yokluk, zaruret ve vatan hasreti içinde San Remo'da vefat eden Sultan Vahdeddin'in borçları yüzünden haciz konulan cenazesi bir süre teslim alınamadı.

Türkiye tarafından da kabul edilmeyen cenazesi onbinlerce Suriyelinin ve Suriye devlet başkanının katılımı ve büyük bir devlet töreni ile Şam'daki Süleymaniye Camii'nin avlusunda toprağa verildi.

-alıntıdır-
Kaynak: https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI

Atatürk’ün “büyük aşkı” Emine hanım

Atatürk’ün “büyük aşkı” olan Emine Hanım, selanik merkez kumandanı şevki paşa’nın kızıdır.
Atatürk bu aşkı ile malesef vuslata erememiş, ömrünün sonuna değin yakın dostlarına Emine’den bahsetmiştir.
hatta çakırkeyf olduğu bazı zamanlar kendi bizzat çok sevdiği “eminem” türküsünü dinlemiş ve söylerken çok içlenmiştir.
Atatürk’ün unutamadığı Emine Hanım, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’ın da arkadaşıdır.
1930′lu yıllarda bir gün Atatürk kız kardeşi Makbule Hanım ile sohbet ederken laf arasında Emine Hanım’ın bahsi geçmiş, Makbule Hanım’dan, Emine Hanım’ın hiçbir zaman evlenmediğini, çoluk çocuğa karışmadığını ve o’nu unutmadığını haber alan Mustafa Kemal, aşkının o’nu unutmadığını öğrenince hem sevinmiş, hem de hüzünlenmiştir.

Atatürk’ün Harbiye’ye gitmek üzre Selanik’ten ayrılırken Emine Hanım’a yazdığı not şöyledir;

‘Bu dakikada vapura gidiyorum. bu an-i mes’um bize kan ağlatacak. bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin eder, sizden de aynı vefayı beklerim, allahaısmarladık. Mustafa Kemal’
https://www.facebook.com/pages/Gazi-Mustafa-Kemal-Atat%C3%BCrk/1400952330139168?fref=photo

Mustafa Kemal Atatürk'ün soykütüğünü çıkartan Emekli İmam Türkiye'nin gündemine oturdu
15 Eylül 2014



Büyük uğraşlar sonrası Mustafa Kemal Atatürk'ün soykütüğünü çıkartan ve Atatürk hakkında yapılan çirkin iftiralara son noktayı koyan emekli imam Mehmet Ali Öz bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu.

Mehmet Ali Öz; Atatürk ve annesi Zübeyde Hanım'a atılan iftiralara noktayı koydu. Yıllarca emekli maaşını harcayıp kuru simit ile beslenerek araştırma yapan Emekli İmam Öz, Mustafa Kemal Atatürk'e yapılan iftiralara çok üzüldüğünü söyledi.

Mehmet Ali Öz'ün Tarihin Arka Odası'nda yaptığı açıklamalar da bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu. Öz'ün Atatürk'ün Askeriyim ve Emeğim Mustafa Kemal'e helal olsun sözleri sosyal medyada en çok konuşulan konu haline geldi.



Murat Bardakçı Türkiye'de bu konu ile ilgili oldukça fazla tarih profesörü olmasına rağmen, bu bilginin bir Emekli İmam tarafından ortaya çıkartılmasını akademik olarak vahim bir olay diye niteledi.

İŞTE SOYKÜTÜĞÜ

İnkılâp Tarihi Enstitülerinin, tarihçilerin ve askerî tarih uzmanlarının şimdiye kadar yapamadıkları işi emekli bir Diyanet görevlisi yaptı ve Atatürk’ün ailesi konusunda arşivlerde bulunan bilinmeyen belgeleri ortaya çıkardı.

Mehmet Ali Öz adında emekli bir din adamı, Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım hakkındaki eksik bilgileri tamamlayan ve tamamen belgelere dayanan bir çalışma yaptı. Öz, baskısı tamamlanan ve önümüzdeki günlerde dağıtımı yapılacak olan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü (Osmanlı Arşivi Belgelerine Göre)” isimli kitabında arşiv evrakına dayanarak Atatürk’ün nesiller öncesine uzanan soykütüğünü veriyor ve Zübeyde Hanım ile üç çocuğuna Ali Rıza Efendi’nin vefaatının ardından bağlanan aylıkların belgelerini yayınlıyor.

TV’de yaptığım programlarda ele aldığımız konuları bu sayfaya taşımak âdetim değildir ama bu kuralımı bugün ilk defa bozuyor ve Habertürk TV’deki “Tarihin Arka Odası” programında dün gece konuştuklarımızı önemlerine binâen bugün yazıyorum... Dün gece yayınlanan Tarihin Arka Odası’nı izlememiş olanlar için, programda ele aldığımız konuyu söyleyeyim: Programda, Mehmet Ali Öz adında emekli bir din görevlisini konuk ettik ve Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım ile babası Ali Rıza Efendi hakkında arşivlerde Öz tarafından ortaya çıkartılan ve şimdiye kadar yayınlanmamış olan bazı belgeleri tanıttık.

NAKİBZÂDE AİLESİ

Mehmet Ali Öz, yeni yazdığı ve dağıtımı önümüzdeki günlerde yapılacak olan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü (Osmanlı Arşivi Belgelerine Göre)” isimli kitabında bu belgelerin yanısıra daha birçok evraka yer veriyordu. Öz, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın babası Feyzullah Efendi’nin Selânik’in eski ailelerinden “Nakibzâdeler”in mensubu olduğunu ve 1857’de doğduğunu yazıyor.

Selânik’e ait nüfus defterlerinde bulduğu kayıtlara göre Zübeyde Hanım’ın 17. yüzyıl şeyhülislâmı Feyzullah Efendi’nin, Mustafa Kemal’in babası Ali Rıza Efendi’nin de Selânik Mevlevihânesi’nin şeyhlerinden Ahmed Efendi’nin torunu olduğunu ifade ediyor. Mehmet Ali Öz’ün, Atatürk’ün anne ve baba soyu hakkında ortaya çıkartıp yazdıklarının ayrıntılarını burada anlatmayacağım, zira merak edenler önümüzdeki günlerde piyasaya verilecek olan kitabı okur ve merak ettikleri herşeyi belgeleri ile görebilirler. Ama, bugün bu sayfada kitapta yeralan ve aynı şekilde öneme sahip başka belgelerden söz edeceğim: Zübeyde Hanım’ın kocası Ali Rıza Bey’in vefatının ardından kendisine ve yetim kalan üç çocuğuna aylık bağlanması için bir dilekçe vermesi üzerine isteğinin yerine getirildiğini bildiren ve Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın çocuklarının isimlerinin kayıtlı olduğu belgelere...

YİRMİŞER KURUŞ AYLIK

Emeklilik komisyonu, Zübeyde Hanım’ın dilekçesinin ardından 1870 ile 1880 seneleri arasında “rüsumat” yani gümrük memurluğu yapan, daha sonra istifasını vererek ticaret hayatına atılan ama iflâsının ardından 1888’de vefat eden Ali Rıza Efendi’nin on senelik hizmetinin ayrıntılarını çıkartarak ailesine aylık bağlanmasına karar veriyor. Bu karara göre Ali Rıza Efendi’nin üç çocuğuna, oğlu Mustafa’ya, Selânik’te küçük yaşta vefat edecek olan kızı Naciye ile diğer kızı Makbule’ye ve hanımı Zübeyde’ye yirmişer kuruş aylık bağlanıyor. Kararda, aylığın Mustafa’nın yirmi yaşına gelmesine yahut bir işe girmesine; Naciye ile Makbule’ye de bu maaşın evlenmelerine kadar ödenmesi öngörülüyor. Yukarıda da söyledim: Atatürk’ün ailesini ve Zübeyde Hanım’ın maddî bakımdan hayatta kalma çabasını Mehmet Ali Öz’ün kitabında ayrıntıları ile okuyabilirsiniz.

Zübeyde Hanım'ın kendisi ve çocukları adına Ali Rıza Bey'den emekli maaşı alabilmek için dilekçe vermesi üzerine 12 kuruş emekli aylığı bağlanması ile ilgili karar.

İNKILÂP TARİHÇİLERİ NE YAPAR?

Şimdi, bu kadar söz ettikten sonra, uzun zamandır aklıma takılan ve bu yazıyı yazdığım sırada daha da merak ettiğim bir soruyu soracak ve cevabını bekleyeceğim: Dindar olduklarını iddia ettikleri halde Zübeyde Hanım gibi namazında-niyazında bir kadına utanmadan ve mesnedsiz şekilde olmadık iftiralar atan, hattâ binbir imlâ hatası ile dolu sahte belgeler bile uyduran tuhaf kafalı adamları bir tarafa bırakıyorum, zira onları ciddiye almak bile vakit israfıdır! Asıl mesele, üniversitelerimizdeki dünya kadar “İnkılâp Tarihi” kürsüleri, mebzul miktardaki “Atatürk Enstitüleri” ve “devrim” konusunda çalışan birhayli bilmemne kuruluşu... Sözkonusu kürsüler, enstitüler ile vesaireler senelerden buyana dünya kadar yayın yapıyorlar... Bu yayınlarında nelerden sözedildiğini sizler de bilirsiniz: Atatürk’ün mavi gözlerinden, o gözlerde çakan kıvılcımlardan, devrim aşkından, Türkiye’yi nasıl çağdaş bir seviyeye çıkarttığından, Türk kadınını dünya standartlarının üzerine yükselttiğinden, vesaireden... Ama işin tuhaf ve acı olan tarafı, sözünü ettiğim enstitülerin ve üniversitedeki kürsülerin hiçbirinin bu devletin kurucusunun ailesi hakkında şimdiye kadar arşiv belgelerine dayanan ciddî bir yayın yapmamış olmaları...

LÂFTAN BAŞKA İŞ YOK!

Mehmet Ali Öz, üniversitelerdeki bütün inkılâp tarihi kürsülerinin, cumhuriyet tarihi enstitülerinin ve bu konu ile alâkadar olup yayın yaptıkları iddiasında bulunan diğer bütün kurumların neredeyse doksan küsur seneden buyana ortaya koyamadıkları bir işi başarmış ve Mustafa Kemal’in ailesi hakkında ortaya bilimsel anlamda ilk defa gerçek belgeler koymuştur. Daha açık söyleyeyim: Bu işi profesyonel bir tarihçinin değil arşivlerde araştırmanın nasıl yapılması gerektiğini bilen bir din adamının yapmış olması, İnkılâp Tarihi konusunda uzmanlıklarını iddia edip senelerden buyana devletten bu iş için aylık alan ama lâftan başka bir iş yapmayan akademisyenler açısından utanç verici bir iştir! Sizler, yani inkılâp tarihçilerimiz! İyisi mi artık gide-gele aşındırdığınız o lâf yollarında emeklemenizi sürdürün, okumayı, araştırmayı ve arşivlerde çalışmayı hatırınıza getirmeden “Senin o mavi gözlerinde çakan kıvılcımlar yolumuzu aydınlatacak, varlığından aldığımız kuvvet geleceğe atılma heyecanımıza güç katacak, çağdaşlık ülkümüzü daha da kuvvetlendirecektir” gibisinden teranelerin tekrarına devam buyurun!

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin memuriyet sicili.

EMEKLİLİĞİN ARDINDAN ARŞİVDE YENİ BİR HAYAT

ARŞİVLERDE uzun seneler çalışarak Mustafa Kemal’in ailesi hakkında şimdiye kadar ortaya çıkmamış belgeleri bulan Mehmet Ali Öz, 1960’ta Sivas’ın Gürün ilçesinde doğdu. Sivas İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Eskişehir Üniversitesi’nin İş İdaresi Bölümü’nü bitirdi, 1978 ile 1997 arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, 1997’den emekli olduğu 2005’e kadar da Sağlık Bakanlığı’nda çalıştı.

İngilizce’yi, Arapça’yı ve Osmanlıca’yı özel dersler alarak öğrenen Öz bir ara gazetecilik yaptı, çok sayıda makaleler yazdı, bazı yerel gazeteler ile dergilerin editörlüğü ile genel yayın yönetmenliklerinde ve bazı kültür derneklerinin de yöneticiliğinde bulundu. 2003’te Sivas Valiliği tarafından Sivas Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi sorumlusu olarak görevlendirildi. Merkezde çok sayıda bilim adamı, şair, yazar ve araştırmacının katıldığı dört büyük toplantının koordinasyonunu yürüttü, bu arada Sivas ilinin tarihî ve kültürel coğrafyası ile konusunda 1000 sayfalık bir de proje hazırladı. Mehmet Ali Öz, 2005’te Sağlık Bakanlığı’ndan emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşti.

Makbule ve Zübeyde Hanımlar ile Yüzbaşı Mustafa Kemal, 1900'lü yılların başında.

2001 ile 2014 seneleri arasında Osmanlı Arşivleri’nde çeşitli alanlarda yapmış olduğu “Bütün Yönleriyle Gürün İlçesi”, “İslâm Tarihinden Önce Darende Tarihinden Kesitler”, “Bütün Yönleriyle Ulaş İlçesi”, “Gürünlü Şair Kadir Gülsoy’un Hayatı ve Şiirleri”, “Gürünlü Şairler” gibi araştırmalarını kitap haline getirdi. Öz’ün, Mustafa Kemal’in anne baba tarafından aile geçmişi konusunda arşivlerde uzun yıllar çalışarak bulduğu belgeleri biraraya getirerek hazırladığı “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü (Osmanlı Arşivi Belgelerine Göre)” isimli kitabı önümüzdeki günlerde piyasaya verilecek.
(Murat Bardakçı)

Atatürk'le ilgili ezber bozan iddia: 1877'de mi doğdu?
10 Kasım 2014



Gazeteci Murat Bardakçı, Mustafa Kemal Atatürk'ün 76. ölüm yıldönümünde ezber bozan bir iddiada bulundu. Bardakçı, Atatürk'ün 1881'de değil de 1877'de doğduğunu iddia etti.
Atatürk'le ilgili ezber bozan iddia: 1877'de mi doğdu?
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 76. ölüm yıl dönümünde doğum tarihiyle ilgili çarpıcı bir iddia ortaya atıldı. Osmanlı Arşivleri'nde bulunan belgeden yola çıkılarak, Atatürk'ün 1881’de değil, 1877’de doğduğu iddia edildi.

Habertürk Gazatesi'nden Murat Bardakçı köşesine taşıdığı ve Emekli bir din adamı olan Mehmet Ali Öz'ün araştırmalarına dayandırdığı belgeye göre; Zübeyde Hanım ile çocuklarına aylık bağlanması hakkında Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu 9 Ocak 1893 tarihli bir belgede, gümrük memuru Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mustafa, 1893’te 16 yaşında görünüyor. Bu kayıt ile Mehmet Ali Öz, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1881’de değil, 1877’de doğduğunu iddia ediyor.

İşte tarihçi gazeteci Murat Bardakçı'nın HaberTürk'teki köşesinde ele aldığı o yazı:

Mehmet Ali Öz adındaki emekli bir din adamının Zübeyde Hanım ile çocuklarına aylık bağlanması hakkında Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu 9 Ocak 1893 tarihli bir belgede, gümrük memuru Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mustafa, 1893’te 16 yaşında görünüyor. Bu kayıt, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1881’de değil, 1877’de doğduğu anlamına geliyor

Türkiye'de hemen herkesin bildiği, daha çocukluk senelerinde ezberlere alınan ve hafızalardan hiç silinmeyen iki tarih vardır: 1881 ve 1938, yani Atatürk’ün doğum ve ölüm tarihleri...

Vefat tarihi olan 1938’i kimse sorgulamaz, o zamanı yaşayanlar henüz hayattadırlar ama 1881 üzerinde arada bir tartışma çıkar. Atatürk’ün doğum kaydı henüz yayınlanmadığı için bu tarihin kesin olmadığını söyleyenler vardır, hangi gün doğduğu da henüz bilinmemektedir, üstelik 1930’lu senelerdeki bazı resmî yayınlarda 1881 yerine 1880 tarihi yeralır ve bu tarih daha sonra bir yıl ileriye çekilip 1881 yapılmıştır.

BİLGİLERİ TAMAMLADI

Bundan iki ay önce yazmıştım: Mehmet Ali Öz adındaki emekli bir din adamı, Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım hakkındaki eksik bilgileri tamamlayan, tamamen belgelere dayanan ve yakında yayınlanacak olan bir çalışma yapmıştı. Öz, ''Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü (Osmanlı Arşivi Belgelerine Göre)'' ismini verdiği kitabında Devlet Arşivleri’nde bulduğu evrakı kullanarak Atatürk’ün nesiller öncesine uzanan şeceresini çıkartmış ve Zübeyde Hanım ile üç çocuğuna, Ali Rıza Efendi’nin vefatının ardından bağlanan aylıkların belgelerini de vermişti.

YİRMİŞER KURUŞ AYLIK

Zübeyde Hanım 1870 ile 1880 seneleri arasında ''rüsûmat'' yani gümrük memurluğu yapan, daha sonra istifasını vererek ticaret hayatına atılan ve iflâsının ardından 1888’de vefat eden kocası Ali Rıza Efendi’nin ardından kendine ve yetim kalan Mustafa, Makbule ve Naciye isimli çocuklarına aylık bağlanması için bir dilekçe sunmuş.
Dilekçeyi değerlendiren emeklilik komisyonu, Ali Rıza Efendi’nin on senelik hizmetinin ayrıntılarını çıkartarak Zübeyde Hanım ile çocuklarının aylık almaya hak kazandıklarını belirlemiş ve anne ile üç çocuğa yirmişer kuruş aylık bağlanmış.

Kararda, aylığın Mustafa’nın yirmi yaşına gelmesine yahut bir işe girmesine; Makbule ile Selânik’te daha sonra küçük yaşta vefat edecek olan Naciye’ye de evlenmelerine kadar ödeneceği ifade edilmiş.

1893'TE 16 YAŞINDA

Rumî tarihle 27 Kânunevvel 1309, yani Milâdî tarihle 9 Ocak 1893’te hazırlanan belgede çok önemli bir ayrıntı var: Aylık miktarları ile isimlerin üzerinde bulunan ''sinni'', yani ''yaşı'' sütununun hemen altında Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın oğulları Mustafa’nın o tarihte 16 yaşında olduğu yazıyor!

Mustafa’nın 1893’te 16 yaşında olması demek, 1877’de dünyaya gelmiş olması demektir ve emekli din adamı Mehmet Ali Öz’ün ortaya çıkarttığı Atatürk ile ilgili bu en eski resmî belgede 1877 tarihinin görünmesi, onunla alâkalı bilgilerde büyük bir bilinmeyenin ortaya çıkması demektir.

Mustafa Kemal hakikaten 1877’de mi dünyaya geldi, eğer öyle ise 1880 yahut 1881 tarihi niçin ve nasıl ortaya çıktı, askerî mektepte bulunduğu sırada yaşı dört sene küçültülüp doğum tarihi 1881’e mi çekildi, bilmiyoruz. Muamma, Mustafa Kemal’in Selânik’te bundan birkaç sene önce Yunanlı bir tarihçi tarafından ortaya çıkartılan ama henüz neşredilmeyen doğum kaydının yayınlanmasının ardından aydınlanacak.

Kaynak: http://haber.stargazete.com/guncel/ataturkle-ilgili-ezber-bozan-iddia-1877de-mi-dogdu/haber-963927

Selanik Belediye Başkanı: Atatürk bu evde doğmadı
06 Şubat 2015



Selanik Belediye Başkanı Yiannis Boutaris, bugüne kadar bilinen Selanik yakınlarındaki Langada'da Atatürk'ün doğduğu düşünülen gerçek evin bulunduğunu söyledi.

Selanik'teki bilinen evin Atatürk'ün büyüdüğü ev olduğunu belirten Boutaris, "Biz Selanik'teki evin çevresini düzenliyoruz. Langada Belediye Bakanı oradaki evi tanıtmak istiyor. Doğduğu ve büyüdüğü ev bağlantısı kurmak istiyoruz. Atatürk Türk olabilir, ama önce Selanikli. Büyük bir şahsiyet. Turizm için değil, Selanik'in Osmanlı geçmişi bir gerçektir, biz tarihi ortaya çıkarmak ve tanıtmak istiyoruz. Düşmanlıklar sona ermeli" dedi.

Boutaris, Selanik yakınlarındaki Langada'da Atatürk'ün gerçekten doğduğu düşünülen evin bulunduğunu söyledi. Selanik'teki evin çevresinde düzenlemeler yapmaya başladıklarını belirten Boutaris, "TÜRSAB da destek verecek. Çünkü bizim paramız yok. Langada Belediye Bakanı da Atatürk'ün doğduğu evi ortaya çıkarmak ve tanıtmak istiyor. Doğduğu ev ve büyüdüğü ev olarak bağlantı kurmak istiyoruz. Atatürk büyük bir şahsiyet. Türk olabilir ama ilk önce Selanikli. Tarihi hatırlamak, tanıtmak istiyoruz. Bu çalışmaları turist toplamak için yapmıyoruz. Tarihi ortaya çıkarmak gereklidir. Selanik'in Osmanlı geçmişi bir gerçek. Bunu tanıtmalıylız. Düşmanlıkların ortadan kalkması gerekli. Selanik'te İslam Sanatları ve Osmanlı Sanatları koleksiyonu sergisi açmak istiyoruz. Bu bir kültür hazinesidir" ifadelerini kullandı.
Cumhuriyet

BU GİDİŞİN BAŞI VAR, BİR DE SONU
Banu Avar
24.06.2010

Bu gidişat çok önceden belirlenmişti! 100 yıl önce bugün hedeflenmişti!

Yıl 1912. Amerikan başkanı Woodrow Wilson .. Türkiye’yi param parça eden ünlü Wilson ilkelerine adını veren kişi… Türkiye sınırları içine bir Kürdistan ve bir Ermenistan haritaları çizen Amerikan başkanı.. Bakın ne diyor:

‘Amerikan kapitalizminin temel hedefi, zayıf ülkelerin hammaddelerini ve ulusal pazarlarını açık birer kapı olarak tutmaktır. Bunun için diplomasi ve gerekirse zor kullanılmalıdır…’

Geçenlerde Dışişleri Bakanı işte bu Wilson’ın adıyla anılan ödüle layık görüldü…
Wilson’ın 100 yıl önceki planı neydi? Petrol coğrafyasına bir Kürt ve bir Ermeni Devleti oturtmak…

O zaman ince ince hesapladıkları, Türkiye’yi bölme ve yutma hayalleri gerçekleşmedi. Kuyruklarını ardlarına kıstırıp bir daha gelmek üzere gittiler…
Türkler inaılmaz şartlarda yaptıkları savaştan galip çıktılar. Yedi Düvel buna ağızları köpürerek ‘Türk Mucizesi’ dediler..
Ardından yepyeni bir ülke kuruldu. Türkler ulusal kaynaklarına sahip çıkıyorlardı. Ardı ardına fabrikalar açtılar. Uçaklar , Arabalar yaptılar. Madenlerini işlemeye başladılar, Petrol aradılar…Tarıma yol verdiler, yurttaşlar yarattılar.
Ama içerde işi bozulanlar vardı. Onlar kullanıma hazırdı.. … Kürt Sait isyanı Lozan’da Musul meselesi masadayken, Dersim İsyani, Hatay için direnilirken tezgahlandı.

BATIYA HAYRAN AYRAN BUDALALARI!

1930’lardan itibaren koyun postlarına bürünmüş ‘uzmanlar’ genç cumhuriyeti ziyaret etmeye başladı.. Her şey yeniden kurulurken maskeli sırtlanlar Ankara’da boygösterdi .. Tanzimat kafalı Batıya ayran budalası gibi hayran ‘münevverler’, yabancı emeller için uygun arazi şartları sağladı. 1938’de milletin önderi öldü ve geride kalanlar hemen Batı’ya koştu! İngiliz ve Fransızlarla üçlü anlaşma imzalandığında , Gazi Paşa’nın ölümünün üzerinden 5 ay geçmemişti. Gazi paşa’yı ‘anlamayıp sadece inananlar’ asıllarına rücu ettiler!

2. paylaşım Savaşına kadar ‘ecnebi uzmanlar’ yurdun tüm açık yaralarına dair raporlarını hazırladılar…
2. Dünya savaşı ile bir süre ara verdiler.. Yalta’da yeni bir düzen kuruldu artık Avrupa’nın mührünü Amerika alacaktı
Savaşın sonunda ‘yeni dünya’ sırtlanları İsmet İnönü’yü bir sömürge anlaşmasına daha razı ettiler. Marshall yardımı çerçevesinde imzalanan anlaşma, Kurtuluş’dan 24 yıl sonra Türkiye’yi esir etti.
Önce Dünya Bankası ve İMF denetimine girdik. Sonra NATO’ya alındık Bedelini Korede kanla ödeyecektik. Üstüne üstlük ‘Canım Amerika!’ diye şarkılar söyledik!
Hollywood filmleri seyrettik, Dean Martin, Frank Sinatra dinledik..

1956’da küresel elitin önde gelen ismi, Rockefeller, ABD başkanı Eisenhower’a: ‘Türkler oltada balık! Yeme ihtiyaçları yok!’ diyordu.. Sonra Ortadoğu’daki yüksek idealleri için, işlerine gelen hükümetleri iktidarda tutmak işlerine gelmeyenleri devirmek amacıyla yardım fonlarının kullanılacağı’ karara bağlanıyordu..
1966’da NATO haberalma tesislerine kapıyı açtık. Tüm istihbaratımızı ABD’ye devrettik.
1971’de ‘Büyük Türkiye’ hayallerimizin bedelini birbirimizi kırdırarak ödettiler Ardından bir darbeyle işi bitirdiler!
Uslanmayıp 1974’de Kıbrıs barış harekatını yapınca ASALA terörünü başımıza bela ettiler! Ama biz yılmadık, müttefikimize daha sıkı sarıldık..
1980’de Sovyetlerle sanayi işbirliği, hızlı sanayi atılımları sürerken bir CIA darbesiyle daha sarsıldık..
1984’de Türkiye ağır sanayi hamlelerine Güneydoğu Anadolu Projesini ekledik. PKK ile ödüllendirildik!
SEVR HORTLADI!

100 yıllık Kürt devleti hayali paketlenip Türkiye’nin önüne kondu. Ve SEVR HORTLADI, kabusumuz oldu..

Fulbright burslarıyla yetiştirdikleri liderleri getirip ülkemizin başına koydular…
1991’de başa geçirdikleri Turgut Özal’a kukla bir Kürt devleti için ilk adımları attırdılar.
Çekiç Güç kontrolünde bir Kürdistan devletinin tohumunu attılar..
Irak’ın kuzeyi güvenli bölge ilan edildi ve PKK Çekiç Güç kontrolünde pamuklar içinde yetiştirildi!
Derken Özal, ‘Bir Türk-Kürt Federasyonu’ndan’ bahsediverdi!
Bu arada on binlerce vatan evladı yitirildi….

1995’de Avrupa Birliği ‘Kürt Sorununu askeri tedbirlerle ortadan kaldıramazsınız!’ diyordu. İçerdeki besleme koro onaylıyordu. Bu ülkenin has vatandaşları Azınlık konumuna oturtuldu…
Aynı anda Türkiye’nin Gümrük Birliği ile eli kolu bağlandı! Yani tüm gelirlerine el kondu, üretimi durduruldu, terörle mücadelede deli gömleğine sokuldu.
1999’da Apo Türkiye’ye verildi. Artık İmralı’dan terörü yönetecekti!
Vatan evladı ölmeye devam etti!
2002 de Türkiye’ye bir sessiz darbe yapılacak, oyunun son perdesi sahnelenecekti.. Küresel elit, Sevr hükümleri karşılığında AKP’ye iktidar koltuğunu verdi!
2004’de Avrupa Birliği Uyum Yasaları önümüze geldi… Bu yasalarla ellerimiz arkadan bağlanıyor, teröriste ise ‘VUR!’ deniyordu.
Vurmaları için gerekli tüm silahlar, Irak ve Güneydoğuya NATO uçaklarıyla aktı…Ordunun sınır ötesi harekatı sınırlandırıldı. İstihbaratımız ABD ve İsrail istihbaratının içinde eridi ve kayıplarımız, 10 yıl içinde 50 kat arttı.
Eşzamanlı olarak Bölgesel Kalkınma ajansları, ikiz yasalar ve yerel ‘iktidar’ girişimleri teröre zemin hazırladı.
Medya vasıtasıyla zehir enjeksiyonu had safhadaydı. Basın tümüyle işgal altında ve köşe başlarını tutanlar. ‘Sahiplerinin sesi’ olmaya can atmaktaydı!
Üniversiteler

ADD: Atatürk başı sıkışanların, zorda kaldıklarında sığınacakları bir liman değildir
30 Mar, 2017



Almanya’da yayın yapan Bild gazetesinin manşetinin ardından başlayan “Atatürk yaşasaydı referandumda Hayır’dan yana mı Evet’ten yana mı tavır alırdı” tartışması devam ediyor. Tartışmalara ilişkin Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi de yazılı bir açıklama yaptı. Açıklamada, “Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de AKP, başlarının her sıkışmasında Atatürk’e sığınmayı alışkanlık haline getirmiş bulunuyor. Referandumda ‘Hayır’ rüzgarını tersine çevirebilmek uğruna Atatürk’ün tek kişi yönetimine ‘Evet’ diyeceği öne sürülüyor. Atatürk başı sıkışanların, zorda kaldıklarında sığınacakları bir liman değil, görüşlerini okuyup, anlayıp onun yolunda ilerleyenlerin yanındadır” denildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Bild'in manşetini, Atatürk üzerinden yüklenmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Bild’in manşetini, Atatürk üzerinden yüklenmişti.
Yazılı açıklamada bazı yazılı eserlerden alıntılar yapıldı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Atatürk şu anda kalksa o da bizim hazırladığımız bu düzenlemeye kendisi de böyle yaşadığı için ‘evet’ derdi” şeklindeki sözleri eleştirildi.
Açıklama şöyle: “Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de AKP, başlarının her sıkışmasında Atatürk’e sığınmayı alışkanlık haline getirmiş bulunuyor… 15 Temmuz’daki CIA güdümlü Fethullahçı kalkışmaya karşı AKP Genel Merkezi’ne dev bir Atatürk posteri asılmıştı. Şimdi de, referandumda ‘hayır’ rüzgarını tersine çevirebilmek uğruna Atatürk’ün tek kişi yönetimine ‘evet’ diyeceği öne sürülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin son dönemde Atatürk’e sığınmak zorunda kalması sevindiricidir. Ancak, Atatürk’e sığınanların Atatürk’ü çarpıtmaktan kaçınmaları yaşamsaldır… 13 Ağustos 1923 günü Meclis’te Türkiye’yi ‘bir halk devleti’ olarak tanımlayan Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nde ‘tek kişi yönetimi’ ve ‘diktatörlüğe’ yol açacak her girişime şiddetle karşı çıkmış ve millete şu tarihi uyarısını yapmıştır: ‘Egemenliğinizi asla bir şahsa vermeyiniz…’ Atatürk bir konuşmasında ‘padişahlıktan yeni kurtulduk. Başınıza yeni padişahlar mı arıyorsunuz’ diyerek başkanlık sistemini reddetmiştir. (Taylan Sorgun, ‘Atatürk’ün Başkanlık Sistemine Tepkisi’, Bağımsız Dergi, Sayı 1, 25-31 Ocak 2013) Celal Bayar, Atatürk’ün başkanlık sistemi ile ilgili düşünceleri hakkında şöyle konuşmuştur: ‘…Cumhuriyetin ilan edildiği günlerdi. Beş mebus bana geldiler….Gazi Paşa’dan bir talepte bulunacağız ve diyeceğiz ki, Amerika’daki gibi başkanlık olsun, siz de başkan olunuz. Sizin düşüncelerinizi almak isteriz. Kendilerine şu cevabı verdim: ‘Sakın haa, böyle bir teklifte bulunmayınız. Çok sert cevap alırsınız. Çünkü O meclis ve parlamento sistemini kabul eder.’ (Taylan Sorgun, “Atatürk’ün Başkanlık Sistemine Tepkisi’, Bağımsız Dergi, Sayı 1, 25-31 Ocak 2013) Atatürk, kendisini ziyaret eden gazetelerin Ankara temsilcilerinin, ‘arz edelim ki, size böyle bir teklif (Başkanlık rejimi) yapıldı. Yanıtınız ne olurdu?’ sorusuna şu yanıtı vermiştir: ‘Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkârı umumiye bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hâkimiyetini egemen kılmak ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir manada telakki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manasını, beni iyi tanımış olan Türk milleti, benden daha iyi takdir eder.’ (Orhan Çekiç, 1938 Son Yıl, sayfa 66-67) Atatürk, kendisine ‘tek kişi yönetimi’ önerenler hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a şöyle yakınmıştır: ‘Şaşarım, o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri de budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir… Hadi diyelim ki ben bu gaflete düştüm. Vekâletlerin yürütmekte oldukları işlerin büyük kısmı bilgi ve ihtisas isteyen konular olduğuna göre… benim ortaya atacağım yanlış mütalaalar vazife sahibini şaşırtabilir, tereddüde düşürür. Bu suretle mutlaka aksi tesir yaparak memlekete fayda yerine zarar getirir.’ (Orhan Çekiç, 1938 Son Yıl, sayfa 69-70) Çıkarılacak ders; Atatürk başı sıkışanların, zorda kaldıklarında sığınacakları bir liman değil, görüşlerini okuyup, anlayıp onun yolunda ilerleyenlerin yanındadır.”
İlkKurşun

İnönü'nün annesi irticaya nasıl geçit vermişti?
Mustafa Armağan
21 Eylül 2008
Zaman

Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın beyaz tülbentli resmini her Atatürk köşesinde gördüğümde şu fikre kapılırım: Acaba İnönü'nün şevket devrinin önü 1950'de kesilmemiş olsaydı bugün biz okul kö
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Mar 30, 2017 9:17 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ksm 06, 2016 9:15 pm    Mesaj konusu: İnönü'nün annesi irticaya nasıl geçit vermişti? Alıntıyla Cevap Gönder

Erdoğan, Atatürk'e edilen hakaretlerle ilgili ilk kez konuştu
15.05.2017



Cumhurbaşkanı Erdoğan, Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik çirkin kampanya için ilk kez konuştu. Erdoğan bir gazetecinin “Atatürk’le ilgili bir tartışma oldu. Afet İnan ile ilişkisi, yakışıksız, annesiyle ilgili sözler söylendi. Toplumda tepki oldu, yargı süreci başladı. Nasıl değerlendiriyorsunuz” şeklindeki sorusuna “Olay çok çirkin. Şüphesiz ki annelerin, eşlerin bu işe karıştırılması son derece çirkin. Olay yargı sürecine girdiği için olayı kendimi yargı yerine koymak suretiyle değerlendirmem doğru olmaz. Zaten önce gözaltı, sonra tutuklama işlemleri oldu. Nereye kadar uzar; bunu yargıda göreceğiz” cevabını verdi.
BirGün

Murat Bardakçı, Atatürk'ün annesine attıkları iftirada kullandıkları belgeyi inceledi
14 Mayıs 2017



Habertürk yazarı Murat Bardakçı, Nurcu Hasan Akar gibi dincilerin Atatürk'ün annesine attıkları iftirada kullandıkları belgeyi inceledi. Bardakçı, söz konusu belgenin sahte olduğunu anlattı. Bardakçı belgedeki sahteliklere "çüş ki ne çüşşşş" dedi.

Bardakçı söz konusu belgeyi şöyle anlattı:

"Atatürk’e ve Zübeyde Hanım’a karşı yapılan bütün bu hakaretlerin kaynağının Dr. Rıza Nur isimli çatlağın hatıralarına dayandığını geçen gün yazmıştım.. Ama iş Rıza Nur’un edepsizlikleri ile kalmadı, onun yazdıkları temel alınarak son derece acemice hazırlanmış sahte bir mahkeme kararı uyduruldu: Selânik Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararı olduğu iddia edilen ama imlâsı baştan aşağı bozuk ve sadece dil değil, resmî üslûp bakımından bile Osmanlı dönemi mahkeme kararları ile alâkası bulunmayan ve yeni imal edildiği daha ilk bakışta anlaşılan, eski harflerle sözümona bir belge... Düzmece belgede Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ile Abduş adındaki hayalî bir kişinin ilişkisinden bahsediliyor ve ayrıntılarını yazmaya edebin ve terbiyenin elvermeyeceği başka iddialarda da bulunuluyordu."

BELGEDE HER KELİME HATALI

"Belge, 1980’lerin ortasında elden ele dolaşmaya başladı. Belge, 1988’de 'Ümmet' isimli bir derginin yayınladığı 'M.Kemal’in Babası Kim?' isimli küçük bir kitapta da yer aldı" diyen Bardakçı, belgedeki hataları şöyle sıraladı:

"Şekil, ifade ve imlâ bakımından baştan aşağı yanlıştı, 19. yüzyıl Osmanlıcası ile değil, 'yeni Türkçe düşünüp eski Türkçe yazmaya heveslenmiş' acemiler tarafından yakın zamanlarda uydurulduğu ilk bakışta anlaşılıyordu ve neresinden tutsanız elinizde kalıyordu!

Meselâ, 19. asır Türkiyesi’nde vârolmayan bir 'Asliye Hukuk Mahkemesi' ismi uydurulmuştu. Belgenin üslûp bakımından Osmanlı döneminin resmî yazı kuralları ve mahkeme kararları ile de hiçbir alâkası yoktu. O devrin resmî yazılarında geçmeyen kelimeler kullanılmıştı, hattâ acemilikten en alta tarih koyarken bile kurtulamamışlar, mahkeme kararlarında şart olan Hicrî tarih akıllarına gelmemiş, sadece Rumî tarih kullanmışlardı, hattâ 'kânun-ı evvel' ayının imlâsı bile yanlıştı.

Ama asıl rezalet, ortada imlâ diye birşeyin bulunmaması, dünya kadar kelimenin yanlış yazılması idi!

Sözkonusu sahte belgedeki imlâ hatalarından bazılarını aşağıda maddeler hâlinde sıralıyorum. Eski harfleri bilenlerin kolayca anlayabilecekleri bu izahatım gerçi biraz teknik olacak ve Eski Türkçe’yi bilmeyenlere pek bir şey ifade etmeyecek ama elde bulunmasında yine de fayda vardır, zira günün birinde işinize yarayabilir!

İşte, okuma-yazma özürlü biri veya birileri tarafından devrilen çamlar:

Aded: Cehalet silsilesi, düzmece belgenin girişinden başlıyor! Bu kelimenin imlâsı belgeyi uyduran cahilin yazdığı dibi 'ayın-dal-te' değil, 'ayın-dal-dal' biçimindedir ve 'aded'i o devirlerde değil hâkimler, mahkemenin kahvecileri bile 'te' ile, yani 'adet' diye yazmamışlardır.

Vermiş: 'Vav-rı-mim-şın' değil, 'vav-ye-rı-mim-şın' yazılır; yani 'ver' kelimesinin aslı 'vir' olduğu için 'vav'dan sonra mutlaka 'ye' konur.

Olduğun: 'Eliv-vav-lamdal-ye-kef-nun' ile değil, 'elif-vav-lam-dal-ye-gayın-nun' diye yazılır. Ancak 'olduğun' kelimesinin o devirde böyle bir cümlede 'olduğunu' şeklinde kullanılması gerektiği için, sondaki 'nun'dan sonra da 'ye' konur.

İddia: Çüş ki, ne çüşşşş! Bırakın o devrin hâkimlerini, bugün belediyelerin açtığı eski Türkçe kurslarına gitmeye daha yeni başlamış bir hevesli bile, 'iddia'nın bu belgeyi uyduran cahilin karaladığı şekilde yani 'elif-ye-te-dal-ye-ayın-elif' diye değil, 'elif-dal-ayın-elif' biçiminde yazıldığını, yani kelimenin 'itdiae' değil, 'iddia' olduğunu bilir! Aynı şekilde, 'iddianâme'nin başındaki 'iddia'nın imlâsı da böyledir!

Miras: 'Mim-rı-elif-sin' değil, 'mim-ye-rı-elif-se' yazılır ve mahkeme belgesi uydurarak hâkimlik oynamaya çalışan cahil her kim ise, hukukun en yaygın kelimelerinden olan “miras”ın yazılışından bile habersizdir!

Vermiş: Doğru yazılışı 'vav-rı-mim-şın'değil, 'vav-ye-rı- mim-şın'dır!

Veled: 'Vavlam-tı' yani 'velt' yahut 'vült' okutturacak biçimde değil 'vav-lamdal' yazılır ve 'veled' okunur.

Keyfiyetin: Bu ifade, tarihte tek bir defa bile olsa mâlûm belgeyi uyduranların cehalet çukurlarında debelendikleri şekilde, yani 'kef-ye-feye-he-dal-yenun' diye yazılmamıştır; doğrusu 'kefye-fe-ye-te-kef' iledir.

Tezkire veya tezkere: Hukukun yine en fazla kullanılan ifadelerinden olan 'tezkire', meçhul sahtekârların ücra dağların tepesindeki mekânlarında yazdıkları gibi 'dal' ile ve 'dezkereeee' diye telâffuz edilmektedir ama kelime asırlar boyunca 'te-zel-kefrı-he' şeklinde yazılmıştır, bugün de böyle yazılır ve 'tezkirenin' derken de sondaki 'nin' eki için 'nun-ye-kef' değil, sadece 'nun-kef' ilâve edilir!

Kânun-ı evvel: 'Aralık ayı' mânasına gelen bu kelimede ikinci 'nun'dan sonra 'ye' gelmez; üstelik bu ifade resmî belgelerde böyle acemice ve iki ayrı kelime hâlinde değil, birleşik ve genellikle harfler içiçe geçmiş şekilde yazılır ve bir adlî kâtibin ay isminde bile hatâ etmesine imkân yoktur!

Abduş: Herifler ortaya attıkları hayalî ismi, yani 'Abduş'u bile doğru yazmaktan âciz! İsmin aslı olan ve 'kul' mânâsına gelen 'Abd' sözü 'elifbe-dal' değil, 'ayın-be dal'iledir ve adamlar Kur’an’da defalarca geçen 'abd' sözünü yazmayı bile becerememektedirler!"

Bardakçı, sahtekarlara ise şöyle seslendi: "aranızda doğru dürüst okuma-yazma bilen ve sahte belge hazırlarken daha az hatâ yapacak tek bir kişi bile kalmadı mı?".
Habererk

İnönü'nün annesi irticaya nasıl geçit vermişti?
Mustafa Armağan
21 Eylül 2008
Zaman



Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın beyaz tülbentli resmini her Atatürk köşesinde gördüğümde şu fikre kapılırım: Acaba İnönü'nün şevket devrinin önü 1950'de kesilmemiş olsaydı bugün biz okul köşelerinde Zübeyde Hanım yerine Cevriye Hanım'ın resmini mi görecektik?

Cevriye Hanım da kim mi? İsmet İnönü'nün siyah başörtüsünü son nefesine kadar çıkarmayı reddetmiş olan sevgili annesinden bahsediyorum. Bir: Okullarımızın olmazsa olmazı 'Atatürk köşesi', büyük ölçüde 27 Mayıs'tan sonra yaygınlaşan nevzuhur bir uygulamadır. İnönü devrinde yoktur. İki: İnönü'nün, kendi resimlerini Atatürk'ünkiler yerine resmi dairelere astırdığı gibi, eğer kendisinden önce 'Atatürk köşesi' uygulaması olsaydı bunu da derhal 'İnönü köşesi'ne çevireceğinden kuşkunuz olmasın. Üç: Orada oğullarının iki yanında Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın resimleri yerine Reşit Efendi ile Cevriye Hanım'ın resimlerini görüyor olacaktık. Cumhuriyeti kuran büyüklerimizin, Atatürk ve İnönü'nün hayatları hakkında çok sayıda yayın yapıldı gerçi ama eşlerine sıra gelince, bir iki derleme dışında yayın yoktur neredeyse. Hele anneler? Bir Zübeyde Hanım biyografisi neden yoktur? Ya Cevriye Hanım neden gözlerden saklanır ısrarla? Başı örtülü olduğu için olmasın sakın! Kimdir Cevriye Hanım? Torunu Gülsün Bilgehan'ın yazdığı "Mevhibe" isimli kitaptan öğrendiğimize göre Rumelili bir aileye mensup. Babası, bugünkü Bulgaristan'ın Razgrad şehrinde medrese hocası. Bitlis'te Kürümoğulları diye bilinen bir aileden Hacı Reşit Efendi'yle 1880'de evlenmişler. İsmet ailenin ikinci evladı. Kocası Reşit Efendi 1920'de ölünce Cevriye Hanım dul kalıyor. Bilgehan, ninesini şöyle takdim ediyor: "Hepsini [yani bütün aileyi], akıllı, otoriter bir Osmanlı kadını olan Cevriye Hanım yönetirdi." Bunu bir kenara not edin, zira Cevriye Hanım öyle kolay pes edecek bir kadın değildir; oğlu üzerindeki nüfuzunu da son yıllarına kadar sürdürecektir. Tabii gelini Mevhibe Hanım'ı huysuzlukları ve hükmetme tutkusuyla nasıl çileden çıkardığını da öğreniyoruz kitaptan. İşte bu Cevriye Hanım, 1949 yılında öyle bir olayın altına imza atmıştı ki, kelimenin tam manasıyla ortalığı 'duman etti'. Bunun nasıl olduğunu görmek için 13 Ekim 1949 tarihli "Hürriyet" gazetesine uzanmamız gerekecek. Türkiye CHP iktidarının ellerinden hızla kaymakta, Batı Bloku'nun de zorlamasıyla ilk kez tek dereceli ve hür seçimlere doğru gitmektedir. Bu sırada CHP'lilerin nasıl dini bütün Müslüman kesildiğini imam-hatipleri açmaktan türbelerin kapısına vurulmuş olan paslı kilitleri sökmeye kadar pek çok olayda gözlemlemek mümkün. Müslümanlığı Demokratlara kaptırma telaşı bacayı sarmış durumdadır anlayacağınız. İslamî konulardaki serbestleşmeye basın da ucundan kıyısından ayak uydurmuş, eskiden geçiştirilen Ramazanlara, hacca geniş yer ayırmaya başlamıştır. İşte "Hürriyet" gazetesinden Hikmet Feridun Es, o yıl özel olarak hacca gönderilmiş ve "Hürriyet" reklama asılmış, okurlarına yılın yazı dizisi olarak duyurmuştur hac hatıralarını. Yayın başlamıştır ama daha ilk günden bomba da patlamıştır. Hikmet Feridun Es Kabe'nin anahtarcıbaşısı Şeyh Şeybî ile görüştükten sonra onun şu sözlerini aktarmıştır: "Cumhur Reisiniz İsmet Paşa'nın validesinden bir mektup aldım. Kâbe örtüsünden bir parça istemiş!.. Güzel bir parça hazırlatıp gönderdik." Kâbe örtüsü eskiden beri halk arasında her derde deva olarak bilinir. İnanışa göre görmeyen gözleri açıyor, tutmayan ellere ayaklara hareket getiriyormuş. Bunu yapan halktan biri olsaydı CHP'lilerin tavrı malumdu. Basardınız batıl inançlı, hurafeci, üfürükçü… damgasını, olur biterdi. Ama iş, kendi genel başkanlarının annesine gelip dayanınca fena halde sıkışmışlardı. Fakat bu hava içinde hiç yapılmaması gereken bir şey yapıldı ve hükümet Cevriye Hanım'ın Kâbe örtüsünü istediği ve örtünün geldiği haberini resmen yalanladı. 6 Aralık tarihinde Başbakanlık'ın yayınladığı resmi tebliğ, aslında CHP'nin nasıl büyük bir panik içinde olduğunun en güzel belgesiydi. İşin garip tarafı, bu haberin hükümeti ilgilendirmiş olmasıydı. Hadi Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği bir açıklama yapıp yalanlasa anlaşılabilirdi ama hükümetin, cumhurbaşkanının annesiyle ilgili konularda resmi tebliğ yayınlamaması da ne demek oluyordu? Nitekim konu TBMM'ye intikal etmiş ve Afyon Milletvekili Hasan Dinçer, "Bir gazete ile bir vatandaşı alakadar eden bu işe bir devlet olayı mahiyeti verilerek resmi tebliğ neşredilmesinin sebebi nedir?" diye sözlü bir soru önergesi vermiştir. Hikmet Feridun Es ise cevap olarak aynı yazı dizisinde haberinin arkasında olduğunu duyurmuştur. Bu arada olay şaşırtıcı bir mahiyet almıştır. Cevriye Hanım'ın Kâbe örtüsü istediğini okuyan dertli insanlar yazara mektup yağdırarak ondan kendilerinin nasıl edineceklerini sorarlar. Bunun üzerine Hikmet Feridun Es şu muzip cümleleri döktürür gazeteye: "Acaba İnönü'nün pek sayın anneleri -ki hakikaten hayırsever bir hanımefendi olduğunu daima işitiriz- bu dertlilere, getirttikleri örtüyü taksim edemezler mi? Benim aldığım mektupları bu sayın hanımefendi okumuş olsa, eminim ki tereddüt dahi etmez; ve bunu yaparsa Kâbe'ye gitmiş kadar sevaba gireceğine ve hudutsuz dua kazanacağına eminim. Nihayet kendisi için bir kere daha örtü isteyebilir. Zaten Şeyh Şeybî ile gıyabî ahbaplık tesis etmiş sayılır." Bitmedi. Bu defa yeni bir skandala açılır bu kapı. Aylar sonra, 16 Ocak 1950'de Fevzi Çakmak'ın not defterine yazdığı bir cümleye dayanarak seçim sath-ı mailine girilen Türkiye'de CHP'lilerin Cevriye Hanım'ın Kâbe örtüsünden yararlanmak istediklerini ve dine ne kadar bağlı olduklarını cumhurbaşkanının annesini örnek göstererek seçim propagandası yaptıklarını öğreniyoruz. Ah iktidar, sen nelere kadirsin. Yıllar yılı ninelerimizi, analarımızı hurafeci diye diye aşağıla, sonra kendi devlet başkanının annesi aynısını yapınca bunu üstelik kullanmaya kalk.
zaman
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com