EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Gazetecilik ahlaken savunulması çok zor olan bir meslek

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Tem 06, 2009 10:23 pm    Mesaj konusu: Gazetecilik ahlaken savunulması çok zor olan bir meslek Alıntıyla Cevap Gönder



Serdar Akinan
Körlük

Binlerce Tekel işçisi Ankara'nın göbeğinde feci şekilde dövüldü.
Fabrikaları kapatılan, gelecekleri tehdit edilen bu işçiler aileleri, çocukları ve kendileri için onurlu bir hak arayışı sergiliyorlardı.
Hiçbir yere saldırmadılar. Kimseye zarar vermediler.
Türkiye'nin dört bir yanından gelip, geleceklerini ellerinden alan hükümeti, demokratik haklarını kullanarak protesto ettiler.
Görüntüden rahatsız olan hükümet ise bu işçileri döverek dağıttırdı... Bu rezillik neresinden bakarsanız bakın önemli bir haberdir. Fakat dün dehşetle gördük ki hükümete yakın gazetelerin hiçbirinde bu olaylara yer verilmedi.
İktidara yakın bazı yazarlar ise hiç utanmadan hak ararken meydan dayağı yiyen işçilere 'Ergenekoncu' göndermesi yapabildi.
Hak arayan işçiler 'şer odağı'... Elbette dayak yiyecekler... Bunu haber yapan da zaten Ergenekon medyası...
Medyanın bu Goebbels'leri artık mide bulandırıyor.
İktidarın işçilere yönelik açık baskı, hak ihlali ve saldırılarını tartışamazken bu kalemlerin hemen her gün 'demokrasi', 'özgürlükler' ve 'açılım' kelimelerini ucuz bir sos gibi yazılarına boca etmelerini nasıl izah etmeliyiz?
İktidar ve medya ilişkisi gerçekten son derece sorunlu bir ülkede yaşıyoruz.
Bu sütünda, defalarca, bu ilişkinin yapısal bozukluğunun sistemin tamamını zehirlediğinden bahsetmişimdir.
Önceki gün Tekel işçilerinin maruz kaldığı çirkin ve kabul edilemez saldırıyı 'görmeyerek' sicillerine unutulmaz bir çentik attı bu cenah.
Aslına bakarsanız şunu da açık açık konuşmak gerekmiyor mu? Konuşulması gereken konulara karar veren bir kolektif oluştu.
Medyanın her iki ayağı için geçerli bir tez bu...
Kürt meselesi konuşulacak... Konuşalım... Birileri memleket gündemine karar veriyor ve biz aylardır mesela 'Kürt açılımı' konuşuyoruz.
Ciltler dolusu yazı yazıldı, binlerce saat yayında, yüzlerce farklı adam sadece bu meseleden konuştu.
Aylar geçti... Ortada somut tek bir şey var mı? Yok...
Bursa'da yerin yüzlerce metre altında 19 işçi göz göre göre ölüyor. İşçileri bu kadar vahşi bir şekilde ölüme mahkum edenler hakkında insanlığımızdan utandıracak kadar az konuşuyoruz.
İstanbul'da itfaiye işçileri dayak yiyor... Gören bilen yok... Sendikacılar gözaltına alınıyor... İşiten yok.
Her ay binlerce insan işsiz kalıyor. Yuvalar dağılıyor, cinayetler artıyor, suç patlıyor... Biz ne konuşuyoruz? Demokrasi...
Kavramların içini boşaltıp, anlamını esnetmekte mahir bu adamların sicilini nereden okumak gerek?
Amerika’nın Irak işgalinden...
Tezkerenin tartışıldığı günlerde köşelerinden Amerika lehine avaz avaz bağıran bu 'muhafazakar' kalemler Irak’ta bir milyon insanın öldürülmesi karşısında aynı şeyi yapmadılar mı?
Hemen kör oldular.
Dün Tekel işçilerinin maruz kaldığı saldırıyı göstermemeleri de aynı sebepten ötürü...
Körlük... Kasıtlı bir körlük bu...
Artan bu körlüğün nedeni çok açık.
Vicdansızlık ve ahlaksızlık...

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2009/12/19/yazar/15611/serdar_akinan/korluk.html

Serdar Turgut
serdarturgut@superonline.com
Gazeteci hem arkadan hem de önden vurur

Nuran Yıldız'ın 'Gazeteci bir numara küçük ayakkabı gibidir arkadan vurur' lafı doğal olarak kendini gazeteci olarak tanımlayan insanlar arasında tartışma yarattı.
Ben uzun zamandır, Janet Malcolm'un 'Journalist and The Murderer' adlı mükemmel çalışmasından yola çıkarak gazetecilik mesleğinin ahlaken savunulması çok zor olan bir meslek olduğunu düşünüyorum. Bu evrensel bir durumdur, sadece Türkiye'ye özgü olan bir şey değildir.
Düşünsenize gazetecisiniz ve haber, bilgi alacağınız kişinin güvenini kazanıp onun hayatına giriyorsunuz, sonra karşılıklı güven ortamında aldığınız o bilgilerle haberler yapıyorsunuz.
Yazdığınız haberde yalan tek bir kelime olmasa bile bunun etik açıdan savunulabilecek bir iş olmadığı söylenebilir. Çünkü siz soru sormaya başladığınızda karşınızdaki kaynağın yalnızlığıyla, korkularıyla, çaresizliği ile ister istemez oynamaya başlarsınız. Mutlaka bir şekilde onun güvenini kazanacaksınız ki istenilen bilgiyi alabilesiniz. Konuşmayı bitirdikten sonra kaynağınız söylediklerinin hatırası ile yalnız başına kalır ve sizin o bilgilerle ne yapacağınızı bir mahkum gibi beklemeye başlar.
Gazetecinin ahlaksız olmasıyla, karaktersiz olmasıyla filan alakalı olan bir durum değildir bu. Sadece mesleğin evrensel işleyiş kurallarında rahatsız edici felsefi ve etik bir problem olduğunu görmemiz gerekiyor.
HINCAL ULUÇ'A
KATILMIYORUM
O nedenle o laftaki 'arkadan vurur' sözü sadece puştluk anlatan bir tanım değil. Gerçi puştluk da pek bol vardır bu meslekte o da başka bir konu ya neyse şimdilik bırakalım.
Düzgün yapıldığında bile, kurallarına uyulduğu takdirde bile gazetecilik mesleği etik açıdan savunulması zor gözükmektedir Janet Malcolm'un dediği gibi.
Bu sadece içgüdüsel tepkilerle meseleyi şahsileştirip tartışılacak bir konu değil, gazeteciliğin işleyişini felsefi açıdan düşünmek de gerekiyor. Düşünmeye ilk önce 'Journalist and The Murderer' adlı şimdilerde klasikler arasına konulmuş kitabın okunması gerekiyor.
Hıncal Uluç 'Arkadan vurur' lafını şahsi aldı, oysa kimse ona sen böylesin demiyor, diyemez de zaten.
Ama o gazetecilik mesleğini savunuyorum diyorsa o zaman da mesleğin benim vurguladığım boyutu hakkında da konuşmak gerekiyor.
Aslında bana da söylediği için biliyorum Hıncal Uluç gazeteciler hakkında hayli olumlu görüşlere de sahip. Ben bir sohbetimizde 'Gazeteciden arkadaş olmaz, bu benim deneyimim' demiştim Hıncal Uluç 'Bunun sadece benim deneyimim olduğunu kendisinin aynı fikirde olmadığını' söylemişti.
Tabii herkesin deneyimi farklıdır, ben gazeteciden arkadaş çıktığını görmedim, başta bir arkadaşlık kursanız da bir aşamada bir süre sonra gazeteci 'arkadaştan' mutlaka ters bir tavır, arkadan bir darbe gelir (evet dar gelen ayakkabı gibi arkadan vurur).
Bu neden böyle oluyor?
Mesleğe giren insanların genetiği ile açıklanamayacağına göre mesele, mesleğin işleyişinden gelen bazı etkileri düşünmek gerekiyor.
İlk önce mesleğin yukarıda anlattığım gibi felsefi-etik açıdan savunulamayacak süreçler içermesi duyarsızmış gibi gözükse de gazetecinin de ruhuna darbeler vuruyordur mutlaka. Bu darbelerin zaman içinde karakter deformasyonları yaratması çok da doğal.
Ayrıca etik açıdan savunulması zor olan bu meslek, gazetecide abartılı bir kendisini beğenme, narsist bir kişilik de yaratır.
Bir süre sonra hiç kimseyi beğenmemeye başlarsınız, dünyanın kendinizin etrafında döndüğünü sanırsınız.
Bütün bu karışıma bir de tüm dünyada geçerli olan ancak Türkiye'de özellikle güçlü olan haber atlatmak ve manşet olmak baskısını da ekleyin o zaman zatan etik açıdan savunulması zor bir süreçte alınmış bilgiler üzerinde küçük vurgu oynamaları yapılması aşaması da başlar.
Ve güvenini kazandığınız için size bilgileri verdikten sonra bir mahkum gibi sonuçları beklemekte olan kişinin duyduğu güveni de parçalamaya başlarsınız.
Mesleğin işleyiş kuralları maalesef böyle. Ben böyle değilim diyerek işin içinden çıkamayız.
Gerçeklerle yüzleşeceğiz, kendimizi de sorgulayacağız. Örneğin ben haber almaya dayanan gazeteciliği çoktan bıraktım. Kendimi gazeteci olarak da tanımlamıyorum artık yazı-şovmeni diyorum kendime. Ve bu köşenin perdesi her sabah açılıyor ve ben şova gelen insanlara biraz keyif, biraz farklı düşünce ve de biraz gülümseme vermek zorundayım. THE SHOW MUST GO ON!
Bu aşamada şunu sormak da meşru. Peki durum böyleyse gazeteci işini yapmasın mı yani, eğer etik sorunlar dışına çıkamayacaksa mesleği bıraksın mı?
Hayır tabii ki sadece mesleğin sorunlu yanları tespit edilip de sonra mecburen devam edilecek.
Sorun hakkında konuşursak en azından biraz mütevazı olmaya başlarız gibi geliyor bana. Gazeteciler söz konusu olduğunda bu zaten başlı başına bir olay olurdu aslında.
Akşam

Özlem Gürses'in isyanı: "Televizyonları yönetenler, kadın spikerlerin göğüs çatallarının görünmesini istiyor”
20 Kasım 2009
Geçtiğimiz günlerde Habertürk TV'den ayrılan başarılı spiker Özlem Gürses, iddialı açıklamalarda bulundu. Haber3.com'un haberine göre; medya sektöründe özellikle kadın ayağının bittiğini belirten Gürses, “Artık, televizyonları yönetenler, kadın spikerlerin göğüs çatallarının görünmesini ve mini etek giymelerini istiyor” dedi.
Son dönemlerde attığı her adım olay olan Ayşe Arman için de çarpıcı bir yorumda bulunan Özlem Gürses, “Sadece onlar Ayşe Arman'ın değil bugünün talepleri doğrultusunda medya kadınının düştüğü zavallılığı gösteriyor” ifadelerini kullandı. netgazete

Tuğçe Tatari
tugce.tatari@aksam.com.tr
Konsept: Pornografi

Bacakları daha çok görünsün diye eteğini sıyıran kıza mı, göğsüne değen ünlü kadının elinden heyecanlanan oğlana mı, televizyonun tanıtımını ablaya, gazeteninkini kardeşe yaptırtan Habertürk'e mi üzüleyim bilemedim.
Açıkçası gülmedim, alay etmedim ve röportajı okumadım.
Fotoğraflara baktım sadece.
Böylesi fotoğraflar vermeyi içine sindirmiş bir oğlanın fikirlerini, böylesi fotoğrafların ana karakteri bir kızın sorularını nasıl ciddiye alabilirdim ki?
Tamam maksadınız konuşulmak, son yıllarda 'konuşuluyorsa iş iyi iştir' anlayışı hakim medyaya. Ama okutarak konuşulmak değil miydi amaç?

***
Ben aslında röportajın ardından yaşananlardan bahsetmek istiyorum...
Hadi gelin şöyle kısaca bir göz atalım, bakalım röportajdan sonra neler söylenmiş:
Kız, 'Sevişmedik. Konsepte uyduk' dedi.
Oğlan, 'Daha da coştuğumuz kareler vardı, neyse ki onlar yayınlanmamış' dedi.
Kız, 'Sevgili olup olmadığımız kimseyi ilgilendirmez' dedi.
Gazete, 'Kız başarılı. Röportaj yaptığı kişinin 'gerçek yüzü'nü ortaya çıkarttı' dedi.
Oğlan, 'İki ayağını bacağımın arasına koymadı' dedi
Oğlan, 'Gömlek düğmelerimi çözmeye başladı. Daha da ilerliyordu. Kendimizi kaptırmıştık' dedi
Kız, 'Dikkat edilmesi gereken karşı tarafa böyle pozları nasıl verdirdiğimdir' dedi.
Oğlan, 'Başkası olsaydı bu pozları vermezdim. Aramızda bir süredir elektrik vardı' dedi.
Oğlan, 'Yaptık bir hıyarlık' dedi.
Abla, 'Herkesin bir tarzı var ve ben kardeşimin tarzını beğeniyorum' dedi...

***
Anlıyorum...
Bu 'kız'ı meslek sahibi yapmak istiyorsunuz.
Anlıyorum...
O da artık 'biri' olsun istiyorsunuz.
Bu 'biri' olma sürecine en uygunu da bizim zavallı meslek seçilmiş, onu da anlıyorum.
Ama temize çekmeye çalışırken, 'Bak aslında onun da kafası çalışıyor' demek isterken yine tek bildiğiniz ve en iyi bildiğiniz stratejiyi uyguluyorsunuz.
Tam bu sefer olmaya en yakın yerde dururken, yine bir avuç inciri berbat ettiniz.
'Ani parlatma', 'hemen oldurtma' hastalığınıza yenik düştünüz.
Magazin dünyasında yürüttüğünüz stratejiyi 'gazetecilik'e uygulamaya kalktınız.
Maalesef bu seçilen yollar, 'biri' yapmaz o kızı.
Ha! Elbette şöhreti artar ama siz bu yolları hangi iş kolunda denerseniz deneyin, aynı amaca ulaşırsınız.
Akşam

Sabah yazarı Ayşe Özyılmazel'e müdür tavsiyesi: "'Güzel kızsın, mini etek giy, Ayşe Arman gibi poz ver"
18 Kasım 2009
Taraf gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı'nın Helin Avşar'la çektirdiği “seksi” fotoğrafların yankısı sürerken bir itiraf da Sabah yazarı Ayşe Özyılmazel'den geldi. Genç yazar, işe ilk başladığı dönem yaşadıklarını ve patronunun kendisinden istediklerini bugünkü yazısında yazdı. İşte o yazı.

Hadi kızım göster abilere bacaklarını

Hayatımızın akışını ne belirler? Tercihlerimiz elbette.
Neyi seçersen onu yaşarsın, hangi yolu seçersen o yolun insanı olursun. Ha, bir sabah içini pişmanlık sarabilir vazgeçebilirsin. Belki de gidişattan memnunsundur devam edersin. Sen bilirsin.
Pazar sabahı Helin Avşar ve Rasim Ozan Kütahyalı'nın seks kokan röportaj fotoğraflarını görünce aklıma bunlar geldi işte. Bir de başımdan geçen o tatsız hadise...

Şöyle miniler giysen...

Bundan altı sene önce gazeteciliğe yeni başlamışken, sistemi henüz çözmemişken, sadece öğrenmek ve ayaklarımın üzerine basabilmek derdindeyken, gazetede çalışan her büyüğümün sözlerini kutsal kabul edecek kadar safken başıma bir şey gelmişti.
Röportajlara yeni başlamıştım, ünlü erkeklerle röportaj yapıyordum. O zaman çalıştığım abilerden biri (ismini vermeyeceğim çünkü meselem şahısla değil olayla) beni yanına çağırdı...
Purosunu tüttürürken şöyle dedi "Ayşeciğim, böyle jeanlerle kazaklarla çıkma şu röportaj fotoğraflarında."
Şaşkınlıkla abimin yüzüne bakarken bendeki içli iç ses şöyleydi: "Ama benim başka kıyafetim yok ki, param da yok, zaten üç kuruş maaş veriyorsunuz, ne giyeceğim? İşe gelecek parayı zor buluyorum, kıyafetlerim çok mu kötü, bir yerlerden borç mu alsam acaba?"
Abi purosundan bir fırt daha çekip, koltuğunda gerilerek devam etti "Yani diyorum ki, güzel kızsın, şöyle miniler giysen..." o sırada içim çekilmeye başladı, adamın yüzüne patlatsam kesin işimden olurum, sonra sıkıysa popona baka baka annenin evine geri dön kızım Ayşe.

Sabaha kadar ağladım

Abi devam "... şöyle biraz dekolte yapsan, hoş pozlar versen, hani Ayşe Arman gibi."
Aaa! Bu adam bana resmen 'soyun dökün, seksi kadın ol' buyuruyor. Ayşe derin nefes al! Ayşe sus, yok susma! Geçir kafasına kül tablasını çek git buralardan, yok gitme! Gidemezsin! Gidecek yerin yok! Bütün aileye rest çektin kendi evine çıktın! Ayşe derin nefes al!
Ve sinirden gözlerim dolarak şöyle dedim; "Bakın, ailem yıllarca beni oramı buramı açayım diye okutmadı. Ha normalde mini etek giymez miyim, dekolte sevmez miyim severim elbet! Ama ben siz talimat verdiniz diye, yaptığım iş daha fazla konuşulsun diye oramı buramı açamam! Ayrıca ben Ayşe Arman değilim. Ayrıca jeanden başka bir şeyim yok ve işe de zar zor geliyorum çünkü param yok!"
Tepkime karşılık abinin cevabı ne oldu?; "Sen de amma abarttın, annene söyle sana bir şeyler alsın."
O gece sinirimden sabaha kadar ağladım.
Mini elbiseler giymeyi severim, iltifat almayı severim ama böylesi hakaret değil de neydi ki? Bu camiada düzen böyle miydi? Konuşulmak için kadınlığını sergilemen mi gerekti?

Helin iyi röportajcı

Peki ne yaptım? İnadına o adamın dediklerini yapmadım. "Bana dedikodu yaz" dedi yazmadım, bana "Seksi ol" dedi olmadım. Sonra ne oldu? Maaşım uzun süre artırılmadı, sıkıntı çektim ama bugün mesleğim adına hoşlanmadığım bir şeye imza atmadığım için mutluyum.

Bugün bana saygı duyan, benim gerçek başarılarımı isteyen bir gazete ekibiyle çalışıyorum. Bugün kimsenin kadın röportajcılardan böyle hadsiz beklentilerinin olmadığı bir ortamda gururla çalışıyorum. Canım çekerse dekolte de giyiyorum çünkü benim seçimim.

Şimdi Helin'i düşünüyorum... Helin iyi röportajcı, lafım yok! Keşke Rasim Ozan Kütahyalı ile o fotoğrafları çektirmeseydi, hiç gerek yoktu. Bence dirense, sadece sorularını sorsa uzun vadede o kazanacaktı. Neyse...

Bu sabah uyandığımda, günün programı içinde çok önemli bir röportajım vardı. PAZAR SABAH'ta yayınlanınca okuyacaksınız...

Gardırobumu açtım, sonra perdeyi aralayıp havaya baktım. Hiç düşünmeden siyah bir jean ve siyah boğazlı kazağımı giyip evden çıktım.
İnsanın defterinde soruları, içinde bolca merakı olunca böyle oluyor galiba.

Aile
Ahmet ALTAN
ahmetaltan111@gmail.com

Vahşi Batı'da "at hırsızlarını" asarlardı.

Ceza kesindi.

Ve herkes bu cezanın verilmesinde hemfikirdi.

Çünkü geniş ve ıssız ovalarda, dağlarda, vadilerde, kasabalardan millerce uzakta "atsız" kalmak "ölmek" anlamına gelirdi. Kızılderililer tarafından vurulabilir, haydutlar tarafından soyulabilir, vahşi hayvanlara yem olabilirdiniz.

"At hırsızlığını" önlemek herkesin ortak çıkarıydı ve daima bu "yasaya" uydular, at hırsızlarını asarak hırsızlığı önlediler.

Her zaman, her yerde, herkesin çıkarına olan böyle kurallar vardır.

Savaşın çeşitli biçimlerde sürdüğü bir dünyada savaşa girenlerin de "ortak çıkarları" bulunur.

"Aileyi korumak" bu ortak çıkarlardan biri, belki de en önemlisidir.

Mafyada bile kuraldır, aileye dokunmazlar.

Gangsterler birbirlerini vururlar, birbirlerine pusular kurarlar, birbirlerinin işyerlerini patlatırlar ama hepsi de birbirinin ailesine saygı gösterir.

"Düşmanının ailesini" korumak, kendi aileni korumanın en güvenli yoludur çünkü.

Herkes kendi ailesini, eşini, çocuklarını, sevdiklerini koruyabilmek için "düşmanının" da ailesini korur.

Aileye "dokunan" ortaklaşa cezalandırılır.

Ailenin kutsallığından, "dokunulmazlığından", asaletin ölçülerinden, ülkesinin "savaş ilan" ettiğini "düşman" ülkenin liderine bildirdikten sonra ayrılırken "eşinize saygılarımı ve üzüntülerimi iletin lütfen" diyen büyükelçilerden hiç söz etmiyorum bile.

Sadece, bir kavganın içinde bulunan herkese "bir ailesi" olduğunu hatırlatıyorum.

Son zamanlarda epeyce tuhaflaşan, "ölçü, kural, düzey" tanımayan yazılara yer vermeye başlayan Hürriyet gazetesi dün gazetecilik açısından da, insanlık açısından da utandırıcı bir haberi yerleştirmişti sürmanşetine.

Türkiye'nin en parlak hukukçularından biri olan, çağdaş bir anayasayı ve hukuk sistemini savunan Osman Çan'ın eşiyle ilgili ipe sapa gelmez bir haberdi yazdıkları.

Genç hukukçunun eşi öğrenciyken öğretmenine "mailler" atmış.

Eeeee?

Bunun nesi haber?

Eşinin öğrenciyken öğretmenine mail göndermesinin Osman Çan'la ne alakası var?

Hürriyet bir de haberini "yargıdaki savaş belaltına indi" başlığıyla vermişti.

Sen al bir adamın ailesiyle ilgili bir haber yap, bir de buna "ayıplıyormuş" gibi başlık at.

Ayıp buluyorsanız neden sürmanşetinize koyuyorsunuz?

Osman Can, bugün ciddi bir hukuk mücadelesi veriyor, hukuk reformlarının gerçekleşmesi için uğraşıyor, topluma hukukla ilgili gerçekleri anlatıyor ve Hürriyet gazetesinin tepesinde "eşiyle" ilgili bir habere rastlıyor.

Eşinin bu olaylarla ne ilgisi var?

Şimdi o gazetenin sahibine sormak istiyorum.

Sizin eşiniz, çocuğunuz, yakınınız yok mu?

Kızdığınız, beğenmediğiniz, fikirlerine karşı olduğunuz birinin eşiyle ilgili utanmazca bir haberi gazetenizin tepesinde görmeye aldırmazsanız, bir başka insanın "ailesine" dil uzatırsanız, mafyanın bile yapmadığını yapıp "aileye" saldırırsanız, sadece "düşmanlarınızın" değil kendi ailenizin de "dokunulmazlığını" tehlikeye atarsınız.

Osman Çan'ın ailesini korumak biraz izanınız varsa anlarsınız ki aslında "kendi ailenizi" korumaktır.

Aynı soruyu, bu haberi kendisine gerçekten yakıştıramadığım, böyle bir haberi gazetesinin tepesine koyarak sadece beni değil herhalde kendisini tanıyıp seven herkesi şaşırtan Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürüne de sormak istiyorum.

Senin ailen, eşin, sevdiğin yok mu?

O haberi oraya koyarak kendi ailene de kötülük ettiğinin farkında değil misin?

Aileleri bu savaşın dışında tutmak gerekmiyor mu?

İnsanların özel hayatlarıyla ilgili böyle "belden aşağıya" vuruşlar ayıp değil mi?

Hürriyet gazetesi çok insanın canını yaktı, hayatını kararttı.

O zamanlar basın tek sesliydi, kimse "bir başkasını" korumak için kavgaya girmezdi.

Şimdi öyle değil.

Hürriyet gazetesi öyle canının istediği gibi özel hayatlara saldırıp belden aşağıya vurarak, "aynı fikirde" olmadığı insanları sindiremez.

"Başkaları" için kavgaya girecek yeni bir basın var artık Türkiye'de.

"Ayıp" duygusunu hâlâ kaybetmediklerine inanmak istediğim gazete patronuyla, genel yayın müdürünü dostça uyarmak istiyorum, ailelere saldırmayın, bu yolu bir açarsanız, ahlaksızlığı "ölçü" haline getirirseniz, kendi ailenizi de koruyamazsınız.

Kimle mücadele ediyorsanız onunla mücadele edin, "eşiyle, çocuğuyla" değil.

Mafyanın bile yapmadığını yapmayın.

"Bir kişinin ailesine saldıran" kendi ailesi de dâhil herkesin ailesine saldırmış sayılır.

Ve bunu yapan, aynen "at hırsızları" gibi herkesin ortak düşmanıdır.
17 Nisan 2010 - Taraf

Sorması ayıp; medya enseste, tecavüze niçin şaşırıyor?
Atılgan BAYAR
atilgan.bayar@aksam.com.tr

Medyanın ensest ilişkilere, pedofiliye, tacizlere şaşırmasını ağzım açık izliyorum.

Yahu aile içi ilişkilerin, ensestin ballandıra ballandıra, uzun uzun anlatıldığı birkaç dizi bilmem kaçıncı zafer haftasında değil mi bu ülkede?
Yahu daha düne kadar, çocukları dansöz gibi giydirip göbek attıran bir yarışma programı yok muydu? Hani eleştirdik diye tutuculukla suçlanmıştık?..

Yahu sabah programlarında kimin eli kimin cebinde, kim kimle hangi akrabalık bağları içinde seks yapıyor, her gün anlatılmıyor mu bu televizyonlarda?
Yahu daha dün, atların cinsel hayatından bir tecavüz haberi uydurup, bir atın gözü bantlı görüntüsünün önünde kahkahalarla yayın yapmadı mı bu televizyonların hisli sunucularından biri?
Sonra da bu yayınlardan tamamen bağımsızmış gibi konuşuyor medya abileri, medya ablaları:

'Aaaa, ne ilkel bir şey ensest... Aaaa, ne kadar iğrenç pedofili... Aman aman, her türlü kötülüğün müsebbibi bu eğitimsizlik şekerim...' diye...
Sizin televizyonlarınızın, radyolarınızın bir 'kamu yayıncılığı' sorumluluğu yok mu, diye sorduğumuzda ise o otomatik cevabı alıyoruz:
'Kamu yayıncılığını TRT yapsın.'
Herkesin aklını başına toplamasında yarar var. Kamu yayıncılığını sadece kamu kuruluşları yapmazlar. Bu ülkede ulusal yayın yapan ana akım bütün televizyonlar, fiili olarak 'kamu yayıncılığı' yaparlar. Yasal tanımı da bunu içerir zaten.
Bu yüzden,
7/24 televizyonda dizilerde ensest ilişki modelleri, kimin eli kimin cebinde hikayeleri anlatıp; sabah programlarında tuhaf evlilikleri meşrulaştıranların böyle bir yayıncılığın içinde, 'gelen haberler karşında şaşkınlığa gark oluyoruz' taklidi yapması kurtarmaz...
Türkiye, artık her şeyi temize çekmek isteyen bir toplum.
Özel televizyonların da bu süreçte üzerine düşen 'kamu yayıncılığı' görevini yerine getirmesi gerekiyor.
Kamu yayıncılığında, 'beğenmiyorsan zapla' mantığı geçerli olamaz.
Böyle bir sorumsuz yayıncılık, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, üst kurullar tarafından mercek altına alınır.

Tecavüze, enseste ve pedofiliye karşı özel tim
Pedofili, ensest ve tecavüzle mücadele çok ciddi bir güvenlik ve adalet sorunu.
Birçok ülkede, bu konuyla meşgul 'özel birimler', 'özel timler' kuruluyor.
Çünkü bu işin içinde yerel ve ulusal ölçekte çok güçlü figürler de var. Onlarla mücadele özel şartları gerektiriyor.
Benim duyduğum kadarıyla Türk Emniyet Teşkilatı ve Aileden Sorumlu Bakanlık bir yıldır bu konuda çalışmalar yapmaya başladı.
İşte bu noktada dünyada çocuk istismarı konusunda büyük bir mücadele başlatan Amerikalı hukukçu Andew Vachss'ı hatırlatmakta büyük fayda görüyorum.
Vachhs, çocukken kendisi de (cinsel olmayan) istismara uğramış bir hukukçu. Kendisini bu işe vakfetmiş. Ekibinde, kurtardığı tecavüz ve ensest kurbanları arasından kendisini yetişmiş avukatlar, dedektifler bulunuyor.
Vachhs'ın ve ekibinin üç ayaklı bir teorisi var.
Birincisi, savunacakları çocukların velayet/vekaletlerini direkt alıyor, aileyi dava sürecinde aradan çıkartıyorlar. Çünkü birçok olayın aile kaynaklı olduğunu veya ailelerin çeşitli sebeplerle 'davayı karartabildiklerini' deneyimleriyle sabitlemişler.

İkincisi, çocukları sürecin bir parçası yapıyor, dedektiflik işlerini onlarla birlikte yürütüp, çözüme daha hızlı ulaşıyorlar.
Üçüncüsü ise, suçluyu polisle/avukatla birlikte yakalayan çocukların bir katharsis yaşadığını ve adli sürecin parçası olmanın onların öfkelerini geleceğe taşımalarını engellediğini söylüyorlar. Bunun kurbanların ileride tecavüzcüye dönüşmesi tehlikesini bertaraf ettiğini de ifade ediyorlar.
Şimdi Türkiye Andrew Vachss'larını arıyor.
Adalet Bakanlığı, Emniyet Teşkilatı ve Aileden Sorumlu Bakanlık, Türk Andrew Vachhs'ların önünü açacak düzenlemeleri hızla yapmalı.
29 Nisan 2010
Akşam

UĞUR DÜNDAR’IN NAMUSU
15 Mayıs 2010
Uğur Dündar, 'Brezilya'yı duyunca yeri göğü inletti, aynı Dündar, 300 vekili belden aşağı iddialarla töhmet altında bıraktı...

Aktifhaber

Eşinin sık sık Brezilya’ya gittiği Ergenekon İddianamesi’ne yansıyınca televizyon ekranlarından yeri göğü inleten, avazı çıktığı kadar bağıran, herkesi suçlayan, işi resmiyete de döküp suç duyurusunda bulunan Uğur Dündar, kendi namusuyla ilgili bir konuda böylesine hassas bir tavır sergilerken; başkasının namusunu çok kolayca meze yaptı.

Deniz Baykal’ın kaseti konuşulurken Uğur Dündar, kendisine de bir AKP’li milletvekilinin bir Rus kadınıyla alem kasetinin geldiğini söyledi. Dündar bu keseti almayı kabul etmediği gibi seyretmeye bile değer görmediğini de aktardı.

EY SORUŞTURMACI GAZETECİ

Kendi belaltıyla ilgili çok dolaylı “Brezilya” vurgusunda yeri göğü inleten Dündar, AKP’deki 300’ün üzerinde erkek milletvekilini töhmet altında bıraktı. Bir kişi hakkında söylenmiş sözden daha ağır bu. Şu an bütün vekiller Dündar’ın ekrandan açık açık söylediği bu sözler nedeniyle şaibeli duruma düştü.

“AKP’li Milletvekili” tabirini kullanan Dündar’ın yaptığını anlatmak için kendisiyle ilgili yine böyle spesifik bir örnek verelim.

“Star Haber’de çalışan birisinin ünlü bir yemek fabrikasını, yemeklerin içinde böcek bulunduğu şeklinde haber yapmakla tehdit ederek para kopardığının görüntüleri bize ulaştırıldı ama biz almadık hatta seyretmedik...” şeklinde ‘yandaş medya’dan biri ekranda konuşursa, Dündar eminiz yine buna “terbiyesizlik ahlaksızlık ne biliyorsan açıkla” şeklinde bağıra bağıra cevap verir. Haklı da olur… Çünkü almadığın, izlemediğin kasetle ilgili bütün Star Haber çalışanlarını böyle zan altında bırakamazsın.

Kendisini duayen gazeteci gören ve her fırsatta “soruşturmacı” gibi tuhaf bir tabiri kullanan Dündar aynısını yapmış oysa.

Kendi söylediğine göre, bu kaseti almamış ve seyretmemiş. Dolayısıyla içindeki kişinin AKP’li vekil olduğunu görmemiş, görüntüleri karşılaştırmamış…

İzlemediği kasetle ilgili birisi “elimde böyle bir kaset var” dedi diye çıkıp AKP’li bütün milletvekillerini ekranda nasıl böyle ağır biçimde zan altında bırakır soruşturmacı Gazeteci Uğur Dündar?

Bırakır çünkü sözkonusu olan kendi namusu, kendi aile saadeti, aile huzuru, çocuklarının duyguları değil…

Sözkonusu olan AKP’li vekillerin namusu, aile saadeti, aile huzuru ve çocuklarının duyguları…

Bu yüzden de Dündar’ın umurunda değil…
aktifhaber

İşte Dündar'ın 'İlkeli Haberciliği'!!
Uğur Dündar ilkeli haberciliğini (!) yine gösterdi. Gizli çekimle insanları ifşa etmeyi adet edinen Dündar, dün akşam 'ahlak polisi'ni oynadı ve bakın nasıl bir skandala imza attı...
Etik Gazeteci(!) Uğur Dündar Çanlı Yayında Genç Kızı Böyle İfşa Etmişti

Uğur Dündar önce cinsel saldırıya uğrayan dizi oyuncusu genç kızı oynadığı dizileri göstererek ekranda ifşa etti. Kız canlı yayını arayınca da etik takıldı.
Önce Kızı İfşa Etti; Sonra Etik Gazeteci Takıldı

Büyükadada tecavüze uğrayan dizi oyuncusu kızla ile ilgili haberleri biliyorsunuz. O kız Star habere bağlandı. Uğur Dündar, biraz şaşkın yayına aldı onu... Belli ki önceden planlanmamış bağlantı. Zaten kız da sözleri ile bunu doğruladı. Star'daki buzlu görüntülerini görünce panik olmuş ve yayını aramış. Söyledikleri ile hem Uğur Dündar'a hem de tüm medyaya "etik" dersi verdi.

O anları aktarmadan önce bir notu iletelim...
Uğur Dündar, ana haberde genç kızla ilgili haberi sunarken,
-"Star haberin ortaya çıkardığı olay tüm medyada yer aldı" gibisinden bir cümle kullandı. Yani haberi biz patlattık edasında...

Aradan iki haber geçtikten sonra dizi oyuncusu kız yayına bağlandı...
Sözleri ile Uğur Dündar'ı 'sus-pus' etti, herkese güzel bir 'etik' dersi verdi.

A.A.-"Bu ana haber bültenin bile olmaması gerken bir haber... Cinsel saldırı yerine "tecavüz" kelimesini kullanmanız bile acıtıyor. Böyle bir şey yaşayan insanların tanımlanmasın da daha dikkatli olmalı..." diyerek ilk darbeyi vurdu.

Daha sonra da görüntülerinin ekrandan verilmesine getirdi sözü...
Diziden alınan karelerin Star'da yayınlanması onu dehşete düşürmüştü.

A.A; "Sizin VTR'nizi gördükten sonra dehşete kapıldım. O kadar ödüm koptu ki bunun nereye gideceğinden endişe edip aradım. Bundan sonra daha fazla bir şey söylemek istemiyorum."

DÜNDAR'IN UTANDIĞI ANLAR

Genç kız tam dozunda eleştirisi ve haber değerinden önce insan değerini hatırlatan sözleri ile Uğur Dündar'ı mahçup etti... Canlı yayında şu diyalog yaşandı;

DÜNDAR: Ben de burdan bir çağrıda bulunuyorum. Bu hanımefendi zaten bir talihsizlik yaşamış, tekrar tekrar mağdur duruma düşürmeyelim. Onu kaçar duruma sokmayalım.

A.A : Ben İstanbul'da özgür olarak devam etmek istiyorum. Şu anda bir kabusa dönüştü. Lütfen bu kabusu sürdürmeyin.

DÜNDAR: Biz size elimizden geleni yapmaya hazırız...
A.A : Ben şu anda haber değeri olan biriyim. Ama ben insan olarak değerli olmak istiyorum... Sizin VTR'nizi gördükten sonra dehşete kapıldım.
O kadar ödüm koptu ki bunun nereye gideceğinden endişe edip aradım.

DÜNDAR: Beni bir televizyoncu gazeteci olarak görmeyin...
A.A: Zaten öyle görüyorum sizi. 3 yaşından beri tanıyorum

DÜNDAR: Sürçü lisan ettimse bağışlayın...
A.A : Estağfurullah... Haber değeri ile insan değeri arasında seçim yapmak lazım.
DÜNDAR : Yüreğim sızlayarak sizlere geçmiş olsun diyorum.

ASIL TECAVÜZ ŞİMDİ OLAN

Dizi oyuncusu AA'nın mahkemeye verdiği ifade ise medya tarafından ele geçirilmiş. "Bu ifade nasıl sızdırılır" diyerek isyan ediyor. Bütün gazetelerin yarınki baskısında çıkacak olmasının kabusunu şimdiden yaşıyor...

Medyaya şu mesajı veriyor;

"Yarın ben gazetelerde bu olayın ayrıntılarını görmek zorunda mıyım. Cinsel saldırının değişik bir türünü yaşamak zorunda mıyım... Bu olay aylar önce yaşandı, ben terapi gördüm iyileştim. Ama konu şimdi yeniden açıldı ve asıl saldırı şimdi başladı. Şimdi herkes öğrendi... Binler onbinler, milyonlar biliyor... Ben bunların karşısında nasıl duracağım..."

KOLUMA DAMGA BASTILAR

Olayın izlerini hala zihninde taşıyan A.A, Kartal adliyesine sevk edilirken adada koluna damga basıldığını söylüyor. "Bundan fena halde rencide oldum" diyen A.A'nın polislerle yaşadığı diyalog ise inanılmaz...

Saldırıya uğradıktan hemen sonra karakolda ifade veren AA'ya polisler, "
"Aaa siz şu dizide oynayan kişisiniz değil mi" diye sorular sormuşlar...

Aynı Uğur Dündar'ın Dün Akşamki Etik Dersi !!

Gizli kamera görüntüleriyle hazırladığı haberler ve ifşaatlarla akıllara gelen ve bir anlamda da markalaşan Uğur Dündar dün ilginç bir habere imza atarak, fuhuş pazarlığı yaptığı, müşteri kılığındaki polisler tarafından suçüstü yapılan ünlü mankenin kameralar önünde evden çıkarılmasına tepki gösterip, emniyeti eleştirdi.

Geçtiğimiz aylarda Cuma namazına giden öğrencileri suçlayıcı bir şekilde haberleştirip öğretmenleriyle birlikte ana haber bülteninde dakikalarca görüntülü bir şekilde fişleyen Uğur Dündar, fuhuş baskınında gözaltına alınan ünlü mankenin kameralar tarafından görüntülenmesine tepki gösterdi.

“Baskın tamam da kamera niye?” alt yazısıyla verilen haberde, müşteri kılığındaki polisle 1000 dolar karşılığında fuhuş yapmak için anlaşan ve parayı alırken düzenlenen gece yarısı operasyonuyla gözaltına alınan ünlü mankenin ifşa edilmesine tepki gösterildi. Mozaiklenerek verilen görüntülerde, evden çıkarıldığında karşısında kameraları görünce çığlıklar atan ve “ailem kalp krizi geçirecek” diyen manken daha sonra sinir krizi geçirip bayılıyor.

"İŞKENCEYE BENZER UYGULAMA"

Uğur Dündar ise haberin sonunda yaptığı yorumda ise operasyonun yapıldığı ilin emniyet müdürüne seslenerek, bu yanlışı düzeltin çağrısında bulundu: “Haberimiz boyunca operasyon yapılan ilin adını vermedik. Ancak elbette o ilin emniyet müdürü bu olayın nerede geçtiğini biliyorum. Ben de kendisini yakından tanıyorum. Görevine son derece bağlı, dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla ünlü bir emniyet mensubu olduğunu biliyorum. Seyrettiğiniz görüntüler henüz suçu sabitleşmemiş, hâkim karşısına çıkmamış bir kişinin deşifre edilmesinin ne gibi sonuçlara açtığını yol açtığını ortaya koyuyor. Böylesine işkenceye benzer uygulamalara bir daha tanık olmamak için değerli emniyet müdürünün gerekli hassasiyeti göstereceğinden kuşku duymuyorum.
aktifhaber

Bin Yüzlü Adamlar...Padişahın Sol Parmakları
Fatma Sibel Yüksek
15.06.2010
Açık İstihbarat

Muhafazakâr da kendisi, liberal de...

Milliyetçi, dinci, laik, radikal İslamcı, solcu, Atatürkçü hepsi kendisi!

Amerikan dostu-Amerikan düşmanı; İsrail dostu-İsrail düşmanı...

Kürtçü, Türkçü, O anda işine ne gelirse!

Facebook'ta da varlar, twitterda da..

"Hiç bir şeyden geri kalmak yok, yola devam!"

Adam, "açılım" adı altında PKK ile her türlü çirkin pazarlığı yapmış;
bu hıyanet politikasına karşı çıkanları yıllardır zindanlarda tutuyor;
kapısına bağladığı gazeteci bozuntuları, iki yıldır "Öcalan'sız çözüm zor" şeklinde yazılar yazmışlar;

Üst düzey istihbarat yetkilileri defalarca Öcalan'ın ayağına gönderilmiş;

Teröristler hakime ve kaymakama karşılatılmış,

Kuzey Irak'taki eşkiyaya "abi" denilmiş,

Yine de karşımıza geçmiş, "MHP'si, CHP'si, İmralısı el ele verdiler, bizi yıkmaya çalışıyorlar" diye Kırkpınar cazgırı gibi bağırıyor.

Hangi televizyonu açsanız karşınızda bu adamlar.

Konu: "Türkiye'nin ekseni mi kayıyor?"

Tartışmacılar da istisnasız hep aynı isimler. İktidara bağlı gazete ve televizyonlarda yağlı kapı bulmuş tipler.

Bu insanların, hiç mi uykuları gelmez, hiç mi tuvalete gitmezler, hiç mi çamaşır değiştirmezler; ya da ellerinde bavulla, yorganla falan mı geziyorlar, anlamak mümkün değil.

Anlamak mümkün değil, çünkü bu tür yayınların tamamı canlı olduğu için, 3 saat önce bir televizyon kanalında şakırdayan bu adam ve kadınlar, bir bakıyorsunuz başka bir kanalda aynı kıyafetle ahkâm kesmeye devam ediyorlar.

Başbakanlarına yağ çekmek için birbirlerini çiğniyorlar.

Hükümetle ilgili, özellikle Başabakan'ın şahsıyla ilgili bir şey söylendiğinde acayip telâşa kapılıyorlar; saldırganlaşıyorlar.

"Başbakan seyrediyorsa ve ben sessiz kalmış gibi olursam" diye ödleri kopuyor. Akıllarına hemen ballı maaşları geliyor. Leşi elinden alınmış sırtlan gibi diş gösteriyorlar.

Hepsi birer hükümet sözcüsü, hepsi birer buğday dövücünün hık deyicisi.

Herkes padişahın sol parmağı!

Bu utanç verici vazifeden alınmak korkusuyla çamurlaşıyorlar, adileşiyorlar, iftira atıyorlar, gıybet yapıyorlar, yalan söylüyorlar, çarpıtıyorlar.

Kendilerine herşey hak, başkalarının nefes alması bile suç!

Örneğin, geçenlerde bir programda, cemaatin çelik tencere şirketinden "medya grup başkanlığına" tayin edilmiş olan bir zat, "eksen kayması" denilen şeyin neden korkulacak bir şey olmadığını anlatıyor:

"Türkiye, ortadoğuyla da batıyla da, Avrasya'yla da iyi ilişkiler kurabilecek bir ülke. Kimse Türkiye'nin sadece Batı'ya endekslenmesini beklemesin.Biz büyük bir devletiz, menfaatimiz hangi ülkeyle işbirliği yapmamızı gerektiriyorsa onu yaparız"

Doğru bir yaklaşım da sen ne zamandır böyle düşünmeye başladın?

Örneğin,

Senin Başbakan'ın Türkiye'nin AB'ye alınması için Kıbrıs'ı feda ettiğinde,
Almanya ve Fransa'ya Airbus rüşveti verdiğinde,
Türk Devleti'nin egemenliğini ortadan kaldıran her dayatmaya kayıtsız şartsız "evet" dediğinde,
"AB bizi oyalıyor" diyenler "darbeci, statükocu" ilan edildiğinde de böyle düşünüyor muydun meselâ?

Irak'ta yıkılmamış cami, tecavüz edilmeyen kadın, katledilmeyen vatansever bırakmayan ABD askerlerine "tezkere" desteği verilirken de böyle düşünüyor muydun?

Hem adama şunu da sorarlar:

"Milli menfaatler öyle icap ediyorsa, bölge ülkeleriyle işbirliği yapılabilir" fikri sana kimi hatırlatıyor bir düşün bakalım?

Tuncer Kılınç'ı hatırlatıyor değil mi?

Peki Tuncer Kılınç, her devlet adamının savunması gereken bu fikri savunduğu için sabaha karşı evi basılıp gözaltına alındığında ve "avrasyacılık" suçundan (öyle bir suç olduğunu da sayenizde öğrendik) Ergenekon sanığı yapıldığında senin gazeten hangi manşetleri atmıştı?

Sen şimdi bu manşetleri atmış bir adam olarak utanmıyor musun "avrasyacılık" yapmaya, tencereci?

Bir MGK Genel Sekreteri'nin Türkiye'nin dış politika alternatifleri konusunda kafa yorması suç, senin gibi bir tencerecinin başımıza "eksen uzmanı" kesilmesi hikmetten...

Başbakan'ı Obama tarafından İran'da görevlendirilip sonra da ortada bırakıldı ya; şimdi mecburen "bağımsızlıkçı" takılmak gerekiyor.

Hepimiz aptalız, bir tek Başbakan'ı ve kendisi akıllı..

Programda bu tencereciye, "Başbakan yahudi lobisinden ödül almıştı" hatırlatması da yapıldı.

Cevap şu:

"İsrail devleti ile İsrail halkını temsil eden sivil toplumu birbirinden ayırmak gerekir. Biz, asla İsrail halkına karşı değiliz. O ödül, Sayın Başbakan'a İsrail halkı tarafından verilmiş bir ödüldür..."

Dikkat edin, burada da "solcu" kılığına girmesi icap etti tencerecinin. "Halklar, devletler" filan...

ABD'deki yahudi lobisi, gariban İsrail halkının temsilcisiymiş!

Katliamları yapan onlar değil, İsrail devletiymiş!

Başbakan'ı da aslanlar gibi İsrail devletiye mücadele ediyormuş!

ABD'deki yahudi lobisi, yani İsrail devletinden bile güçlü olan, İsrail devletini yönlendirebilen yahudi lobisi, devletin değil halkın temsilcisiymiş!

Yazık sana, yazık...

Seni ekrana çıkarıp 5 saat konuşturana da yazık!

Ekseniniz kaysa yine iyi; şaftınız dağılmış sizin,

Motoru iyiden iyiye bozmuşsunuz...

fasibel@gmail.com
açıkistihbarat

HAŞMET BABAOĞLU / SABAH
28 Haziran 2010
Rezillik!

Ünlüler kolayını buldu.
Günah çıkartmak mı istiyorlar?
En güzeli gazetelere söyleşi vermek...
Öfkelendikleri insanları, aba altından sopa göstererek tehdit etmek veya rezil etmek mi istiyorlar?
Söyleşileriyle ünlü bir gazeteciye telefon edip "konuşmak istiyorum, buluşalım" demek yeterli...
Gerçekleri çarpıtmanın, kafaları karıştırmanın; berbat birini pek iyi, pek dürüst göstermenin en kesin ve sonuç alıcı yolu da bu maalesef!
Gelip teybi açıyorlar! Manşetlere çıkacak parlak laflar ediyorsan, okurun dedikodu şehvetini gıdıklıyorsan kimsenin umurunda olmuyor gerçekleri eğip büktüğün!

***
Dün Hürriyet Pazar ekinde çıkan Eren Talu söyleşisini okumamış olabilirsiniz...
Ama eminim ki, eşten dosttan biri okumuş size sözünü etmiştir.
Eren Talu eşi Defne Samyeli'yle geldiği bozuşma ve boşanma sürecini anlatmış Ayşe Arman'a.
Karısı onu nasıl aldatmış, nasıl birbirlerine yedikleri haltları itiraf etmişler, hepsi en ince ayrıntısıyla orada!
Bir açıdan baktığınızda...
Bazı internet sitelerinde yazıldığı gibi "Eren Talu bu söyleşiyle Defne Samyeli'yi rezil etti" diyebilirsiniz.
Başka bir açıdan baktığınızda...
Söyleşiyi okuyan her arkadaşımın kızgınlıkla dile getirdiği gibi "Eren Talu kendini rezil etti" de diyebilirsiniz.
Bana sorarsanız...
Olayın her yanı rezillik!
Ama belki çoğumuzun hayatının orta yerine kurulmuş bir söyleşi fırsatı bekleyen ne rezillikler vardır!
Belki asıl mesele ne anlatıldığında değil, nasıl anlatıldığındadır!
Zaten tam o noktada çuvallıyoruz.

***

Ayşe Arman kadar mesleğini seven gazeteciyi az gördüm! Arman'ın ses getiren söyleşilerin "kraliçesi" olduğunu da kimse inkâr edemez!
Ama artık şu "söyleşi" denilen şeyi gazetecilik ve insanlık açısından tartışma zamanı geldi.
Bir zamanlar röportaj diye bir şey vardı!
Bir konunun kahramanlarıyla görüşüp toplanan bilgiler ayrıntılarıyla kaleme alınıyordu.
Röportaj bir yönüyle yorumdu.
Bir yönüyle de soruşturmaydı!
Çoktandır röportaj unutuldu, onun yerine soru cevaba dayalı söyleşiler tercih ediliyor.
Koy teybi, karşındaki aklına estiğince anlatsın! Okur da kolayca okuyup keyif alsın!
Sonuç?..
Küçük beyinler "bilge kişi" rolünde; işkenceciler şefkatli politikacı rolünde; sevgisiz eşler mağdur rolünde...
Söyleyin, bu muydu istediğimiz?

Hanefi Avcı, Mustafa Karaalioğlu, Vicdan ve Vefa
Açık İstihbarat Özel
29.09.2010
Hanefi Avcı'nın 28 Şubat sürecinde devlet gücünü belli bir kesim mütedeyyyin vatandaş ve kamu görevlisi üzerinde haksız şekilde kullananlara karşı çıktığı; bu tutumundan dolayı da bedel ödediği biliniyor.

O dönem işlenen hukuksuzluklara ve Emniyet teşkilatında ortaya çıkan yeni dengelere uyum sağlamayı reddeden Avcı, öyle bir dönemde "cemaatçi polis" olarak yaftalanmaktan çekinmedi ve köşeye sıkıştırılmak istenen İslamcı kesimle irtibatını koparmadı. Kamuoyu önünde onların hakkını savunmaktan da geri durmadı.

28 Şubat'ın, "din devletine karşı olmak" maskesi altında, Türkiye'nin üniter yapısını darmadağın edecek olan Amerikancı-İslamcı kadroyu iktidara taşıyan sinsi bir plan olduğu sonradan ortaya çıktı. O dönem Hanefi Avcı'nın himayesinden medet umanlar, bugün büyük servetlerin, etkili konumların, operasyonel görevlerin ve intikam çarklarının başına geçtiler.

Ve her haksız palazlanan güç gibi vicdanı, vefayı ve eski dostlarını unuttular. Unutmakla kalmadılar, kurdukları insan öğütme çarklarında zor günlerinde arkalarında duranları da öğütmeye başladılar.

Siyasi konjonktürün istediği kalıplara girmeyi reddettiği için 28 Şubat'ta görevinden alınan Hanefi Avcı'nın Ankara'daki uğrak yerlerinden birisi de Yeni Şafak gazetesinin Ankara bürosuydu.

Herkesin veba merkezi gibi uzak durduğu bu büronun başında o zaman, Star gazetesinin şimdiki Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu vardı.

Gazetecilik formasyonundan uzak amatör bir kadroyla, dışlanmış bir şekilde ve fakr-ü zaruret içinde ayakta durmaya çalışan Yeni Şafak'a bütün kapılar kapalıydı. Basın toplantılarına çağrılmıyorlar, hiç bir kurum tarafından akredite edilmiyorlar, basın kartı alamıyorlar, Meclis'e giremiyorlar ve bugün yüksek maaşlarla kadrolarına kattıkları isimler tarafından bile aşağılanıyorlardı.

İşte böyle bir dışlanma döneminde Hanefi Avcı, Yeni Şafak'ı hiç yalnız bırakmadı. Kendi ismiyle demeç vermekten de, bildiği kulis bilgileri paylaşmaktan da çekinmedi. O dönem, "devlet" bilgisi sıfır düzeyinde olan ve uçuk-kaçık felsefi yazılar kaleme alan Ömer Çelik gibi köşe yazarlarını da, duydukları her dedikoduyu haber zanneden muhabir kadrolarını da adetâ bir öğretmen gibi eğitti.

Aradan 12 yıl geçti ve aynı Hanefi Avcı, cemaatin devlete ele geçirme planını ifşâ ettiği için önceki gün tutuklandı. Tutuklamanın resmi gerekçesi, "Devrimci Karargâh" adlı aşırı sol örgüte yardım ve yataklık etmek.

Türkiye'de artık herkes biliyor ki tutuklanmak için mantıklı, hukuki ve adil bir gerekçeye değil, sadece AKP ve cemaatin hoşuna gitmeyecek şeyler yapmaya ihtiyaç var.

Avcı'nın tutuklanması, onun mesleki çizgisinden, ideolojisinden ve kendince verdiği mücadeleden tamamen uzak olanların bile vicdani tepkisiyle karşılaşırken, zor günlerinde yanında olduğu "mağduriyet tüccarlarından" alaycı sesler yükseldi.

Avcı'nın tutuklanması Star gazetesinde

“Devrimci Karargah terör örgütü üyeliği suçundan tutuklanan arkadaşı Necdet Kılıç’ın

'polis beni takip ediyor, ne yapmam gerek' sorusuna “Seni gözaltına alacak olsalar takip etmezler. O salaklar senin onları takip ettiğinin farkında değiller. Avukatına söyle herkesi rahatsız etsin, müvekkilim takip altında diye” şeklinde akıl veren Hanefi Avcı, “örgüte yardım” iddiasıyla Ankara’da Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki makamında gözaltına alındı."
şeklinde habercilik dilinden tamamen uzak bir formatta duyuruldu. Haberde, Avcı'nın evinde yapılan aramada üzerinde kendi fotoğrafı olan sahte kimlilk ve pasaportların da ele geçirildiği iddia edilerek "yurt dışına kaçma hazırlığı yaptığı imasında bulundu.

Avcı'nın "eski dostu" Mustafa Karaalioğlu, köşesinde konuya hiç değinmezken, Başbakan'ın öfkeyi "hitabet sanatı" diye sunması gibi müptezelliği "farklı bir yazarlık üslubû " zanneden Ahmet Kekeç, "Heyecan yapma abla...Hanefi Avcı'yı almışlar!" başlıklı alaycı bir yazıya imza attı.

Son günlerde "kullanılıp atılmaktan" duyduğu muzdariplik diline vurmaya başlayan ve kitapları eskisi gibi satmadığı, hakkında davalar açıldığı için AKP Hükümeti'ne sitem üstüne sitem (arada tehdit) mesajları gönderen Şamil Tayyar da Avcı'nın "

Devrimci Karargah örgütü ile telefon irtibatı saptandığı için telaştan kitap yazdığını ama tutuklanmaktan kurtulamadığını"

iddia etti.

Şamil Tayyar daha önce de Mustafa Karaalioğlu'nu fakirlik günlerinde evinde yatırmış, karnını doyurmuş ve kol kanat germiş olan Mehmet Bekaroğlu'na köşesinde

"Kimsin lan sen?"

şeklinde "on ileri demokrasi gücünde" bir üslupla hitap etmişti.

(Kanaltürk'teki Ters Cephe programında, "Bekir Coşkun gibi kalemlere Avrupa'da yazarlık yaptırmazlar" diyen Star gazetesinin "babadan torpilli" yazarı Mustafa Akyol'a hatırlatılır...)
Hanefi Avcı olayı, bugün iktidarda bulunan, kendilerini "ileri demokrat" olarak tanıtanlar ile onların paralı kalemşörlüğünü yapanların, en yakınlarındaki insanlara karşı bile ne kadar tehlikeli bir psikoloji ve kişilik yapısı içinde olduklarını göstermesi bakımından ibret doludur.

İkbâl, istikbâl, yüksek maaş ve mevki umuduyla yağ çekmekten vazgeçmeyenlerin dikkatine

Gazetelerde kadın pazarlaması
Ali Atıf BİR
aabir@bugun.com.tr

Şerif Mardin Türkiye'deki sosyal olguların "Batı aklıyla" anlaşılamayacağını söyler.

Altına bin adet imza atabileceğim bir görüş. Bu görüşe Şerif Mardin okumalarından önce ulaşmıştım. Üstad bizden çok önce bu düşünceye sahip olduğu için ondan söz etmemek ayıp olur.

Yukarıdaki temel önermeden hareket edersek dünyadaki gelişmelere bakıp, kültürden bağımsız bir şekilde "Gazeteler yaşayacak mı yaşamayacak mı?" sorununa yanıt vermekle "Türkiye'de kahvaltı kültürü peynirden, zeytinden mısır gevreğine geçecek mi?" sorusuna yanıt vermek hemen hemen aynı şey.

Türkiye'de gazete okumanın genetik kodları farklı. Diğer iletişim olguları gibi kültürden besleniyor.

Örneğin çok satan ve tiraj yarışı yapan dört gazetenin haber toplantılarının en önemli konusu ön sayfaya ya da arka sayfaya konacak kadının orasını burasını ne kadar açacağı.

Tirajlarının en önemli sürükleyicisi de orasını burasını açan kadınlarla dolu magazin sayfaları.

Yani konu gazete ya da gazetecilik değil baldır bacak fabrikası işletmek.

Baldır bacak fabrikası işletiyorsanız da sizin için önemli olan haberin fotoğraftaki kadınlarla ilintili olması değil kadın fotoğrafının ağızları sulandıracak ya da şaşırtacak kadar farklı olması.

Baldır bacak fabrikası işletmenin amacı kadın vücudunun "teşhiri" yani.

Göz göre kadın vücudunun ciddi haberlerin yanına "side dish" olarak konup sömürülmesi.

Üzücü olan bu "teşhire" gazetelerde çalışan kadınların bile tepkisinin olmaması.

Zaten haber toplantılarına giren kadın sayısı bir iki tane de diğer çalışanlardan söz ediyorum.

Onların da iş kaybetme korkusuyla direnebildiği nokta yok.

Sonra da biz kalkmış "Gazete yaşayacak mı yaşamayacak mı?" tartışması yapıyoruz.

Sorun bu değil ki. Dönüşmeye çalışan gazetelerin internet sitelerine bakın. Porno sitesinden beterler. Sürekli çıplak kadın sergisi barındırıyor.

Kimse bana "Halk bunu istiyor!" demesin!

Halk bıraksan "çocuk pornosu" da ister!

Bu bir seçim. Yetişkin insanların seçimi. Ama çok sağlıksız bir seçim.

Özgür kadından yana olmakla da falan ilgisi yok, kadın vücudunu pazarlamakla ilgisi var.

En fecisi de kadın vücudunu gazetelerde dibine kadar pazarlayanların sonra kalkıp "türbana özgürlük" diyenlere "ama kadının özgürlüğüne aykırı" diye yanıt vermeleri?

Niye aykırı?

Pazarlayacak kadın bulamayacaksınız diye mi?

Batı'nın bizim için ütopik gündemini bırakıp doğru konuları tartışalım. Ancak o zaman gazeteleri bulundukları çukurdan çıkarır doğru yere konumlarız.

Bir de köşe yazarlarının geleceği tartışması vardı. Onu da sonra tartışayım artık...

Çekirgelik

"İşin içine çok aşçı girdi mi, çorbanın tadı tuzu kalmaz." İngiliz Atasözü

Kariyerizm ideolojisi
Nagehan ALÇI
nagehan@nagehanalci.com

MedyamIzdakİ köşe yazarları ikiye ayrılıyor: Birinci gruptakiler liberalizm, Kemalizm, Marksizm gibi ideolojilere inananlar. Belli bir dünya görüşleri, değerleri var. Buna göre yaşayıp, buna göre yazıyorlar. İkinci gruptakiler ise tek bir ideolojiye sahip: Kariyerizm ideolojisi. Onlara göre dünyadaki yegane hedef mesleki başarı. Yaşamı okumaları, değerlendirmeleri tamamen mevki, makam, para ve güç hırsı üzerinden.

***
'Kariyeristler'e göre bir yazar başka bir yazardan bahsetmişse bunun sebebi yalnızca kişisel hesap, PR, reklam. Hayatlarındaki temel endişe 'Bir yerlere gelmek-bir yerlerden gitmek' olduğu için hakiki bir siyasi ve ahlaki perspektif sahibi değiller. O nedenle de işleri zor. Dönemine göre bukalemun gibi değişmek zorunda kalıyorlar.

***
Bu 'kariyerizme tapanlar'dan biri olan Balçiçek İlter benim salı günü Oktay Ekşi ile ilgili yazdığım yazıyı tamamen kendi ideolojisine göre yorumlamış. Daha doğrusu kariyerizm ideolojisinin tesiriyle yazımı doğru dürüst okumamış bile.

***
Ben bu ideolojinin kurbanı olan İlter'in durumuna gülemedim, bu haline gerçekten çok üzüldüm.
4 Kasım 2010 Akşam

“Rüşvetçi meslektaş”larım!..
Serdar ARSEVEN
sarseven@hotmail.com

Today’s Zaman gazetesinden Ercan Yavuz anlattı...

DYP-SHP koalisyon döneminde muhabir olarak görev yaparken bir yurt dışı görev çıkmış...

O günlerin uygulaması; bir bakmış ki “iktidar”dan bir zarf!..

İçinde de birkaç bin dolar!..

Şaşırmış Ercan; “Bu ne bu!” demiş...

Otel, yol masrafları zaten “iktidar” tarafından karşılanmakta...

Gazetesi de harcırahını vermekte...

Bu neyin parası?..

“Efendim” demişler;

“Bu da bizim hediyemiz!.. Programlarımızı takip eden her gazeteciye veriyoruz!”

Ne rezalet değil mi;

Bugünün “kelle” gazetecilerine zarf içinde para dağıtılıyor...

Dağıtılıyor ki, “güzel” haberler, “destekleyici” haberler, “göklere çıkartıcı” haberler yapsınlar!..”

Bir nevi teşvik primi!..

Açıkçası;

“Rüşvet!..”

Ercan Yavuz düzgün gazeteci, derhal reddetmiş zarfı...

O reddetmiş ama...

Bugünün, “üzerimizde hükümet baskısı var, medya özgür değil” yaygaracıları bir güzel indirmiş cebe!..

İtiraz eden çıkmamış, kimse bu çirkin teklifi mesleki onuruna saygısızlık olarak görmemiş!..

Ercan sonradan öğrenmiş ki, bu bir gelenekmiş...

O iktidar döneminde, her yurt dışı seyahatinde “gazetecilere” para dağıtılırmış!..

Bugünün “özgürlükçü gazeteci”leri de her seferinde...

Aynen cebe!..

Dönem öyle bir dönem...

Kimine ev bile vermiş “bakan”lar!...

En yandaşlara birer mekân...

E ne demişler;

Ahiret’te lâiklik, dünyada mekân!..

Hatırlarsanız; Katar’da bir “saat” tartışması yaşamıştık...

Katar Şeyhi, Sayın Abdullah Gül’ün programına katılan gazetecilere birer saat hediye edince, Ergenekon medyası ayağa kalkıp, “Gazeteci olarak bunu kabul edemeyiz... Saatlerin hepsini geri vermek suretiyle protesto gösterisinde bulunacağız” demişti...

Ve dahi bütün muhafazakar gazetecilere “Saatleri vermeyenleri isim isim ilan edeceğiz!..” tehdidini savurmuştu!..

O gün, muhafazakar medyanın bütün unsurları tehdide boyun eğerken bir biz çıkmıştık ortaya...

Çıkmış ve demiştik ki;

“Saati kabul etmeyen sizler, otel paralarını Şeyh’in ödemesine niçin razı oldunuz!.. Her yılbaşı hediye viskileri, şarapları götürürken gazeteciliğiniz aklınıza gelmiyordu!.. İsrail Büyükelçiliği’nin pahalı hediyelerini bir güzel kabul ediyordunuz!.. Arap düşmanlığı yapmayın!.. Ya da ne yaparsanız yapın, ben saati maati geri vermiyorum!..”

Şimdiii...

Ercan’ın anlattığına bakın ki, DYP-CHP koalisyon döneminde “zarf içinde dolar” alırmış adamlar!..

Açıkçası rüşvet almakta sakınca görmeyen bir medya, yani, “bir kısım medya” ile karşı karşıyayız!..

6 Kasım 2010 Yeni Akit

Ahmet Altan/ Taraf
Başbakan'ın yumruğu
03 Aralık 2010

Bu ülkede gazetecilik hep baskı altında yapıldı.

Baskı her zaman, gazetecileri tehdit etmekle, yasaklamakla gerçekleşmedi, gazete patronlarının devletten çıkar sağlaması asıl büyük baskıyı oluşturdu.

Birçok haber, patronun çıkarları bozulmasın diye görülmedi.

Birçok manşet de patronun çıkarları için atıldı.

Patronların orduyla, devletle, hükümetle iyi geçinme arzuları, bazen de kendilerine daha fazla çıkar sağlayacak bir partiyi ya da grubu “hükümet” yapma istekleri, genelde gazete politikalarını belirledi.

Gazetecileri ordu ezdi, hükümet ezdi, patron ezdi.

Birkaç dürüst ve cesur gazeteci dışında buna çok fazla ses çıkaran da olmadı Babıâli’de.

Bu sisteme karşı çıkanlar da parasızlıkla, işsizlikle, hapisle hatta ölümle ödediler bunun bedelini.

Korkuyla, baskıyla, tehditle gazeteciliğin belkemiği çarpıtıldı.

Gazeteler hep galipten ve güçlüden yana oldular.

Mağdurların haklarına pek sahip çıkmadılar.

O kadar uzun sürdü ki bu çarpılma, sonunda bu çarpıklık “normal bir duruş” olarak kaydoldu gazetecilerin bilinçaltlarına.

Gazetecilerin haberlerle ilgili tartışmalarına bakarsanız genellikle “haberin kendisinden” çok “zamanlamasını” ya da “hangi hesapla” yapıldığını konuşurlar.


“Hesapsız” bir haber olamayacağına inanmış vaziyetteler neredeyse.

Çünkü haberlerinin çoğunu bir “hesapla” yaptılar geçmişte.

Birçok haberi aynı “hesaplarla” görmezden geldiler.

Bir haberin “sadece” gazetecilik ölçüleriyle ve kaygılarıyla yapılabileceğini artık neredeyse düşünemez hale gelmişler.

Gazetecilerdeki bu “çarpılmış bilinçaltının” sanırım en acıklı örneklerinden birini dün bir yazıda okudum.

Yazının bir bölümü bizim gazetenin “aslında nasıl bir gazete olduğunu, ne yapmak istediğini” herkesin bildiğini söylüyor.

Bunu tartışmayacağım.

Merak edenler, bu yazının çıktığı grubun gazeteleriyle Taraf gazetesini yan yana koyar, hangi haberi hangisi nasıl görmüş, hangisi görmemeyi tercih etmiş bakar.

Onların görmemeyi tercih ettikleri, kendi okurlarından sakladıkları haberleri sıralamaya kalksak kitap yazmamız gerekir.

Asıl tartışmak istediğim o zavallı ve acıklı cümle, yazının alt taraflarında geliyor.

Aynen şöyle yazmış:


“Keşke Başbakan Erdoğan, aynı gazetenin, daha önce başka kişilerin onurlarını, ellerinde ciddi hiçbir kanıt olmadan uluorta çiğnediği zamanlarda da masaya yumruğunu vursaydı, vurabilseydi.”

Türk basının herhalde en fazla belge yayımlamış gazetelerden biri Taraf’tır, o belgelerin çok büyük kısmı bugün darbe davalarında mahkeme kayıtlarına girdi.

Onların “kanıt” olmadığını söylemek için, darbe planlarına “kâğıt parçası” diyen İlker Başbuğ’un bir gazete köşesine yerleşmiş küçük bir kopyası olmak gerekiyor.

Ne olmak istediğine insanların kendileri karar verir, İlker Başbuğ olmak istiyorsan sen de “kâğıt parçası” dersin.

O belgelere “kanıt yok” dediğine göre Başbuğ’un küçük bir replikası olmayı istiyor zaten.

Ama asıl insanda acıma duygusuyla tiksinme duygusunu birlikte yaratan cümle, “Başbakan yumruğunu vursun” cümlesi.

Ne olacak Başbakan yumruğunu vurursa?

Biz yazdıklarımızı yazmaktan mı vazgeçeceğiz?

Başbakan’dan mı korkacağız?

Dünyanın neresinde, hangi haysiyet sahibi gazeteci, bir gazeteyi susturmak için “başbakanın yumruğunu vurmasını” isteyebilir?

Ve hangi haysiyet sahibi gazeteci “başbakan yumruğunu vurduğunda” bir gazetenin yayınını değiştireceğine inanır?

Buna inanabilmek için haysiyetinden epeyce fedakârlık etmiş, “başbakan yumruğunu indirdiğinde” susmuş, “yumruğunu indirir” diye haberleri saklamış ve saptırmış bir gazeteciliğin parçası olmak gerekir.

Varlıkları generallerin, başbakanların, patronların yumrukları altında ezilmiş, fersudeleşmiş, lime lime edilmiş gazetecilerin bilinçaltlarının sesi bu işte, “başbakan yumruğu vursun, sustursun”.

Türkiye’de gazeteler bu adamlarla, bu korkularla, bu çarpılmalarla çıktı.

Halklarını yıllarca yalanlarla kandırdılar.

Şimdi kendileri gibi davranmayanlardan nefret ediyorlar.

Herkes susarsa, herkes korkarsa kendi haysiyetleri kurtulur zannediyorlar.

Bazıları susmaz çocuğum ve ne bir sessizlik, ne de bir çığlık yeter haysiyetlerinden vazgeçmiş insanların haysiyetini kurtarmaya.

Özkök'e Kimse Böyle Sert Çıkmamıştı

18 Şubat 2011
Haber Türk gazetesi köşe yazarı Umur Talu, Ertuğrul Özkök hakkında öyle bir yazı kaleme aldı ki; Özkök'ün ne omurgasını bıraktı ne de temiz bir yerini bıraktı.
Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet gazetesindeki "Soner Hürriyet'e nasıl geldi" yazısında 10 yıl öncesine giderek "Hepsi beyaz atlara binip gittiler" diye laf attığı Haber Türk gazetesi köşe yazarı Umur Talu'dan Özkök'e çok sert bir şekilde cevap geldi.

Umur Talu da Özkök'e 10 yıl öncesini hatırlattı. Talu'nun 10 yıl öncesini hatırlatması Özkök'ü çok rahatsız edeceğe benziyor. Zira Talu, Özkök için öyle cümleler kurdu ki; Özkök'ün ne omurgası kaldı ne de temiz bir yerini bıraktı. İşte Talu'un bugün ki o köşe yazısının bir bölümü;

Yalan mı Vijdan

“Cesur ve bağımsız” köşe yazarı, “basın rezaletlerinin unutulmaz yönetmeni”; nehir gibi akmış, kenarından üfürmüş.

“10 yıl önceki basın özgürlüğü şampiyonlarını, mangalda kül bırakmayan öfkeli arkadaşları; efelenmeleri, galiz küfürleri, iftiraları, hakaretleri; özgürlük savunur gibi kin kusmaları” hatırlamış.

Çünkü şimdi RTÜK geçerken hepsi suspusmuş. “Nehir kenarı” sandalyesinde doğrulup “haksızlıkların sularda nasıl yıkandığını görerek, bugünkü vicdansızlıklara dayanma gücü” şeytmiş!

Üstüme alındım o basın özgürlüğü beyannamesini! Zaten şahsın bilinçaltı da böyle kıvranıyor.

***

“Arkadaş”; bir kere sen artık yıkanamazsın! Onca şerden sonra çok geç!
Hiçbir nehrin debisi seni temizlemeye yetmez; hiçbir nehir buna tenezzül de etmez!
Öyle kenarında oturur, kendini avutursun. Sandalyede doğrulursun belki; omurganı asla doğrultamazsın!
Bir açıdan haklısın; bugünkü RTÜK o günkü gibi yangın yeri olmadı. Bizim de hatamız, eksiğimiz elbet.
O kadar yalama yaptınız ki medyayı, artık çivi tutmuyor. Her iktidar yanaktan bir makas alıyor.

Lakin, madem çok cesursun, hadi medya grubunu sürükle; çok sıkı muhalefet yapın. Ama manipülasyon değil, muhalefet!

Bırak ihaleyi nehaleyi, “Gazetelerinizi, TV’lerinizi satın” diyen Başbakan’a uysal uysal “Peki” deyip iktidara yakın veya yabancıdan müşteri aramak yerine, gazetecilik isyanı başlatın.

Halk sana inanmayacak da kime inanacak!
Maliyeci olan Soner’e söyle; patrona yaranıp yüksek prim kapmak için kaçındığınız vergileri cebinizden koyun, basın tarihinin kadim gazetelerini baskı görmekten kurtarın.

Halk senin yanında olmayacak da kimin olacak!

***

10 yıl önce “yazanlar”a sallamışsın da, aklına o günler “hiç yazamayanlar, yazdırılmayanlar” hiç gelmedi mi?
İsimlerini saysam belki utanırlar; onca ünlü yazarın boyun eğdiği “tek kelime yazmayın” sansürü, biçtiğiniz yazılar; o nemli vicdanına, nehri bırak, irin gibi aktı mı? Mendilde bir sümük kadar iz bıraktı mı?
Benden hakaret pek gelmez; size de olmadı; olsa, eminim onca dava yığardınız.
“Hakaret” edenler, sülalenize “galiz küfür” sahipleri ise bugün grubunuzda; gazetende yazıyor, sana kankalık ediyorlar. Ve bu rezalete değil, adlarının anılmasına bozuluyorlar!

***

Yahu ben ne diyeyim sana!

10 yıl önce, tam bu ay, zaten o yüzden kovdunuz bizi.

Onca emeğimizi, gençliğimizi, yüreğimizi koyduğumuz gazetemizden, seni “hürriyet”inle, nehrinle, kenarınla, sandalyenle, varsa vicdanınla birlikte kelepir satın almış Milliyet’ten, bizi onca kişi kovdunuz.

Rahmetliler; Turhan Selçuk ile Duygu Asena ne desin sana! O gazeteye hayatını gömmüş Akal Atilla, hastaydı kapıya koyduğunuzda; o kırgınlıkla bir yıl daha yaşayabildi. Bu ay, kovulalı 10, öleli tam 9 yıl oldu.

İhaleniz, mülkiyetiniz sizin olsun; gazeteciye hapis de getiren o yasanıza karşı çıkan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yönetimindeki üç kişiyi birden gazetelerinden kovmuştunuz. (Bir “Gazeteci” cemiyeti, seçilmiş yönetim kurulu üyelerini kovanları asla unutmazdı!)

Onların ikisi, Zeynep Atikkan ile Seçkin Türesay, yönettiğin “iktidar yandaşı” gazetedeydi. Zeynep, “iktidara yandaş” olmayacak kadar gazeteci, sana yoldaş çıkmayacak kadar onurluydu.
Üçüncü bendim; o sıra o nehrinizin içine şeydiyordum!

***

Kanunu veto eden; Anayasa Mahkemesi Başkanı iken kapısına dayandığınız, sonra sürpriz cumhurbaşkanlığında düşman bellediğiniz Sezer’e de onca şantaj haberle vurdunuz. Az mı kapısını aşındırmıştın; “şımarık, kibirli” bir randevu koparmak için. Az mı reddetti tıynetinizi. Başbakanlık odalarında az mı beklediniz Çankaya’yı da işgal için.
Aynı şantajı, iki onurlu iktidar milletvekiline, Uluç Gürkan ile M. Ali İrtemçelik’e de yaptınız.
Vetolu kanun aynen geçsin diye; yiğidim aslanım üç partili koalisyonu; sağdan sola, ulusalcıdan milliyetçiye rehin aldınız!
Yalan mı Vijdan!
Hadi rahat bırakayım, sen döne döne yıkan!
aktifhaber

Özel hayatı mı koruyorsunuz medya çetenizi mi!
Ergun Babahan
Star
02 Ekim 2011

Cem Uzan, kardeşinin ayrıldığı eşi Yeşim Salkım’la telefonda küfürlü konuşmuş gazetelerinizin manşetinde...

İçkiliyken, sözcükler ağzından kayarken babasıyla tartışmış o da manşete girmiş.

O zaman hiç sormamışsınız ‘’Telefonda hala nasıl konuşuyoruz’’ diye...

‘’Bu telefonlar mahkeme kararıyla dinlenmiş’’ diyerek sıyrılmışsınız işin içinden.

Karşınızda duracak güç olmadığından kimse sesini çıkaramamış.

‘’Yarın suratına çarpmak’’ için beklememize gerek yok, Doğan Grubu gazetelerinin arşivinde kısa bir çalışma yapsak, Hürriyet’inden Milliyet’ine kadar neler buluruz.

Çarpacak surat bulsak zaten onları çarparız...

Şimdiki tatlı telaşınızı anlıyorum.

Nedim Şener’in onurunu koruma numarası altında Soner Yalçın’a mesajlar gönderiyorsunuz.

‘’Sakın bizi satma, biz burada senin için aslanlar gibi mücadele ediyoruz’’ mesajı bu.

Çünkü onun suç ortağısınız.

Bakınca Nedim Şener’in özel telefon görüşmelerinde bir yanlış, yamuk yok zaten.

Bu gazetecinin sizin korumanıza ihtiyacı yok açıkçası.

Çünkü korumak istediğiniz başkası.

‘’Medya çete’’nizin eşbaşkanını kolluyorsunuz.

Gıcık olduğunuz gazeteciyle röportaj yapan gazetelerin genel yayın müdürünün annesiyle seks yapma isteğinizi dışa vuran konuşmalar var burada.

‘’Medya mahallesi’’nde raconu sadece sizin kestiğiniz dönemde, nasıl terör estirdiğiniz, patronlara bile tehditler savurduğunuz bir bir ortaya çıkıyor.

Tatlı telaşınızı nehir kenarında oturmuş izliyoruz tüm Türkiye ile beraber.

Kendi çıkarı için önüne gelenin onurunu çiğneyenlerin, kızdıkları gazetecileri işsiz bırakmak için çırpınanların foyaları ortaya çıkıyor.

İlke için mücadele veriyor görüntünüz kimseyi ikna edemiyor çünkü sabıka dosyanız kalın.

Gazete sütunlarınız yetmedi, internet siteleri kurdunuz, karanlık odalarda, karanlık planlar yaptınız.

Parfüm kullanana ibne dediniz, çubuk taktırdı iftirası attınız.

Kimse size laf söyleyemesin istediniz.

Sizin Sedat Peker’den farkınız ne kardeşim, onun tabancayla yaptığını siz gazete sayfalarında, silinmez bilgisayar ekranlarında yaptınız.

İnsanları öldürmediniz ama yüreklerinde derin yaralar açtınız, uzun yıllar kapanmayacak yaralar.

Siz vicdanların katilisiniz, hala da utanmadan konuşuyorsunuz.

Tiraj için bikinili fotoğraf 'şartı'
6 ŞUBAT 2013

[img]http://wscdn.bbc.co.uk/worldservice/assets/images/2013/02/14/130214200923_pistorius_steenkamp_304x171_reuters_nocredit.jpg [/img]

Engelliler Olimpiyatı'nın altın madalyalı yıldızlarından Güney Afrikalı atlet Oscar Pistorius'un manken kız arkadaşı Reeva Steenkamp'ı öldürdüğü suçlamasının şok etkisi sürerken, İngiltere gazetelerinde bu haberin veriliş biçimi bir medya tartışması başlattı.
Gurdian gazetesinde yer alan yorum yazısında, kadına yönelik şiddetin magazin ağırlıklı basında işlenme ve aktarılma biçimi eleştiriliyor.
İlgili Konular
Yaşam
Guardian yazarı Marina Hyde'ın kaleme aldığı makalede, Reeva Steenkamp'in cenazesi daha morgda bekletilirken, kimi gazetelerde ''bikinili güneşlenirken'' görülen fotoğrafının habere eşlik ettiği vurgulanıyor.
Yazar, bu durumu öldürülmüş bir kişinin


En son Ekim tarafından Çrş Ağu 14, 2013 1:41 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Hzr 07, 2012 8:16 pm    Mesaj konusu: Köpek olduğumu ispatlayabilirim Alıntıyla Cevap Gönder

Erdoğan’ın “ölümüne” destekçileri...
Ahmet Sever
10 Ekim 2017



Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresinde, özellikle de yandaş medyada, kendi ifadeleriyle “ölümüne” destekçileri var...

Çoğunu tanıyorum...

Daha doğrusu artık tanıyamıyorum...

Bugüne kadar gazetecilik ve televizyonculuk alanında gösterdikleri uluslararası çapta üstün performans (!) sayesinde çok iyi yerlere geldiler...

Gazetecilerin çoğu ya hapiste ya da işsiz bırakıldıkları için her yerde karşınıza onlar çıkıyor...

Yöneticilik, köşe yazarlığı, televizyon programcılığı, çoğu zaman hepsi birden...

Gazete sayfalarını çevirirken onları görüyorsunuz...

Televizyonu açıyorsunuz yine aynı yüzler...

Hepsi, Erdoğan’ın gözüne girmek için çırpınıp duruyor...

Dertleri Erdoğan’dan “Aferin” almak...

Sırtlarını sıvazlatmak...

Arada sırada, muhalif seslere saldırmayı bırakıp, kendi aralarında kavgaya tutuştukları da oluyor:

“Ben Reis’i senden daha iyi savunuyorum.”

“Hayır. Ben Reis’e senden daha yakınım.”

“Bak, Reis uçağına seni değil beni alıyor.”

Haklarını teslim edelim...

Karşılığını fazlasıyla alıyorlar...

Şişkin maaşlar, yalılar, lüks arabalar, hizmetçiler...

Düzen onlar için mükemmel kurulmuş...

Ülke her alanda kötüye gidiyormuş, zerre kadar umurlarında değil...

Amaçları, Reis’in saltanatı sürsün ki, onların da çıkar, menfaat çarkları da dönmeye devam etsin...

Türkiye’nin gidişatından ülke adına üzülüp, kaygılanıp bir eleştiri getirmeye kalktığınızda ilk önce karşınıza bunlar dikiliyor:

Ne FETÖ’cülüğünüz, ne vatan hainliğiniz, ne ajanlığınız, ne casusluğunuz kalıyor...

Zaten bunlara cevap verecek bir mecra bulmanız o kadar kolay da değil...

Neredeyse bütün köşe başlarını tutmuşlar...

Evet...

Anladık...

“Ölümüne” destek veriyorsunuz...

Ama ölmenize hiç gerek yok...

Yaşayın...

Ama biraz da vicdanlı yaşamayı deneyin.

Eğer kaldıysa tabii...

T24
ETİKETLER
erdoğan reis ölümüne destek gazete gazeteci

İNSAN İÇİNE ÇIKACAK BİR AHLAKINIZ OLMALI
26 Ağustos 2017

Cem Küçük ve Fuat Uğur, TGRT’den sallamaya başlayınca, gözler Amerikan vatandaşı sahibi Mücahid Ören’e ve tarihin en büyük gayrimenkul zengini gazetecisini barındıran TGRT’ye yöneldi.

Ve aklımıza TV tarihinde en çok videosu döndürülen fıkra olmuş bir röportajı yeniden hatırladık.

Erzurum’da parasını Enver Ören’e kaptıranlarla halk röportajları yapılmaktadır. Gazeteci kızımız mikrofonu bir TGRTzede’ye uzatır: “Amca paranızı nasıl kaptırdınız?”

Yaşlı amca (cevap verir): “Bana amca deme, gavat de, Enver Ören’e parasını kaptırmış gavat…”

Bunları niye hatırlatıyoruz, ahlak üzerine konuşabilmeniz için insan içine çıkacak bir ahlakınız olmalı.

Halkın milyar dolarını çal, yetmedi, zenginlik şaibeleri dillere destan gazetecilerle çalış, yetmedi, Fetö’yle kucak kucağa keyif içinde bir ömür geçir, yetmedi, Fetöcü savcılarla yıllarca kanki twitler yayınla, ve sonra TGRT ekranına çık, Fetö kumpaslarına bu halka cesurca teşhir edip Fetö savcıları tarafından yıllarca hapiste çürütülen yazarlara gazetecilere salla.
OdaTv

Köpek olduğumu ispatlayabilirim
Ertuğrul Özkök
30 Mayıs 2012



Dün bir arkadaşım aradı.

Direkt söze girdi:
“Başbakan gazetecilere resmen köpek dedi. Maşallah hiçbiriniz üzerinize alınmadınız. Hepiniz havalara bakıyorsunuz.
Bir süre sustu ve ısrar etti:
“Yahu hiç mi alınmadınız?”
Bu defa gerçekten havalara bakarak, “Yooo... Alınmadım” dedim.
Hayret ifadesiyle baktı:
“Size inanamıyorum. Nasıl olur; deriniz bu kadar mı kalın? Veya bu kadar mı korkaksınız” diye devam etti.
Baktım ki ille de kendine uygun bir cevap bekliyor...
Verdim:
“Alınmadım. Çünkü gazeteciler köpektir” dedim.
Yüzündeki hayret ifadesi kızgınlığa dönüştü:
“İnanamıyorum, böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin” deyince, şu cevabı verdim:
“Söyleyen sadece ben değilim ki...”
Sonra masamdaki kitabı aldım, birinci sayfasını açtım ve önüne koydum:
“Allah Allah... Allah Allah” diye hayretle okumaya daldı.

* * *

Kitap şu cümleyle başlıyordu:
“Önsöz niyetine: Köpeğin genleri ve 'Kripto'”
Şöyle devam ediyordu:
“GEN: Gazeteciler için 'Gerçeğin bekçi köpekleri' derler. Bu havalı cümle, ne zaman birileri gerçeklerin üzerini örtmeye kalksa, gazetecilerin toplumu alarma geçirdikleri savına dayanır.”
Kafasını kaldırıp, “Yok canım. Böyle bir ifade mi olur” deyince, “Acele etme, bir alttaki cümleyi de oku” dedim.
Alttaki cümle şöyleydi:
“Aynı metafordan yola çıkıp, medyanın köpek olduğunu ispatlayabilirim.. Sadece bu ülkede değil, dünyanın her yerinde, tasmasını elinde tutanın önünde kuyruk sallarken sahibinin 'tut' dediğine fena halde saldıran bir köpek...”
Yazar, medyanın hem gerçeğin bekçiliği için hem de sahibinin sesini duyurmak için bağırabileceğini anlatıyordu.

Acaba Başbakan köpek lafını buradan mı aldı

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan'ın gazeteciler için “Tasmalarını biz çözdük” cümlesini işitince, kendi kendime “Ben bu 'tasma' kelimesini bir yerde okudum” dedim.
Birden aklıma geldi... Masamın üzerinde duran bir kitabın hemen girişinde okumuştum.
Radikal gazetesinin eski yazarlarından Ertuğrul Mavioğlu'nun kitabının önsözünde vardı.
Acaba Başbakan Arena konuşmasını yapmadan bunu okumuş mudur diye düşündüm
Kitap bana pazartesi günü geldi.
Ancak önsözün sonundaki tarihe baktım:
Nisan 2012 yazıyordu.

* * *

Polis geçen yıl, Radikal gazetesini basarak, Ertuğrul Mavioğlu'nun bilgisayarına el koymuştu.
Acaba yine ona benzer bir şey mi oldu diye bir komplo teorisi kuracaktım ki, aklıma Ertuğrul Mavioğlu'nu aramak geldi.
Arkadaşlarıyla bir kafede sohbet ediyorlarmış.
“Şu an ben de arkadaşlarıma, Başbakan bu lafı benden almış diye şaka yapıyordum” dedi.
Ondan öğrendim. Kitap 17 Mayıs'ta piyasaya çıkmış.
O konuşmayı yaparken bir şeyi daha hatırladım.
Gazetecilere “köpek” diyen başka biri daha vardı.
Bizzat ben.
Üstelik bu kelimeyi kendim için kullanmış ve “Ben bir tarassut köpeğiyim” demiştim.
İnsan kendi kendine köpek der mi?
Ben derim arkadaş.
Çünkü benim için “köpek” kelimesi bir hakaret değildir.
Böyle düşünmemin bir başka nedeni daha var.

* * *

Gelişmiş demokrasilerde gazetecilik mesleği ve bazı sivil toplum örgütleri için “watchdog” yani tehlikeyi haber veren “bekçi köpeği” ifadesi kullanılır.
Evet, gazeteciler, gelecek tehlikeyi haber verme duyusuna ve görevine sahiptir.
Tehlikeyi görünce de bağırmaya başlarlar.
Boyunlarında tasma olması da fark etmez. Tasma bir zincirle bağlıysa, ileri atılıp onu koparmaya çalışırlar.
Koparamazlarsa bile en azından bağırmaya devam ederler.

* * *

Bana gelince;
Evet ben bir tarassut köpeğiyim.
Gelen ağır tehlikeyi de görüyorum.
“Öyleyse niye bağırıp haber vermiyorsun kardeşim” diyeceksiniz.
Allah kahretsin... Faranjit... Faranjit...
Bağırıyorum ama bir türlü sesim çıkmıyor...

http://www.ensonhaber.com/

Tiraj için bikinili fotoğraf 'şartı'
6 ŞUBAT 2013



Engelliler Olimpiyatı'nın altın madalyalı yıldızlarından Güney Afrikalı atlet Oscar Pistorius'un manken kız arkadaşı Reeva Steenkamp'ı öldürdüğü suçlamasının şok etkisi sürerken, İngiltere gazetelerinde bu haberin veriliş biçimi bir medya tartışması başlattı.
Gurdian gazetesinde yer alan yorum yazısında, kadına yönelik şiddetin magazin ağırlıklı basında işlenme ve aktarılma biçimi eleştiriliyor.

Guardian yazarı Marina Hyde'ın kaleme aldığı makalede, Reeva Steenkamp'in cenazesi daha morgda bekletilirken, kimi gazetelerde ''bikinili güneşlenirken'' görülen fotoğrafının habere eşlik ettiği vurgulanıyor.
Yazar, bu durumu öldürülmüş bir kişinin bedeni üzerinden tiraj elde etme çabası olarak eleştiriyor.
Milyarder işadamı Rupert Murdoch'un kurduğu basın devinin önemli yayın organı Sun gazetesi, 3. sayfasında kadınların bedenlerini açık bir şekilde sergilediği fotoğraflara yer veriyor.
Marina Hyde, cinayet kurbanı manken Reeva Steenkamp'in bikinili fotoğrafının birinci sayfadan verildiği dünkü sayısında Sun gazetesinin 3. sayfa kızını kullanmamasını dikkat çekici buluyor.
Yazar, alaycı bir ifadeyle, her gün bir manken öldürülürse Sun gazetesinin de 3. sayfasına soyunuk poz veren genç kadın fotoğrafı arayıp seçme zahmetinden kurtulacağını söylüyor.
Tirajın şartı: Bikinili foto
Eskiden Sun gazetesinde çalışmış olan Hyde, bu yıllarda ''iyi haber'' değil ama ünlülerin özel hayatlarından ''özel'' fotoğrafların tiraj getirdiği ''gerçeği''nin muhabir kadrosuna tiraj biriminden bir şirket çalışanı tarafından anlatıldığını özel bir bilgi olarak aktarıyor.
Marina Hyde'a göre, Kraliyet ailesi ya da ünlü futbolcu haberlerinin de satışı artırmasına rağmen, bu haberlerin az sayıda olduğunu söyleyen tiraj sorumlusu, bikinili bir manken fotoğrafının daha çok satış getireceğini Sun çalışanlarına özellikle salık vermiş.
Guardian'daki yazıda, Güney Afrikalı manken Reeva Steenkamp'in, kadın haberlerinin ana eksenini oluşturan cinayet ve şiddetteki yerini aldığı kaydediliyor.
Marina Hyde, öldürülen kuaför çalışanı bir kadının işyerinde saç yaparken ya da öldürülen kadın bir öğrencinin kütüphanede çalışırken görüldüğü resimler kapak fotoğrafı yapılırsa, ölmüş bir kişinin bedeni üzerinden kar elde edilmeye çalışıldığı suçlamasını geri çekeceğini yazıyor.
BBCT

Namuslu İnsanların Yapacağı İş Olmaktan Çıktı!
Bülent ESİNOĞLU
Mar 12, 2013
bulentesinoglu@gmail.com



Namuslu İnsanların Yapacağı İş Olmaktan Çıktı!

Patronun çıkarlarına uygun gazetecilik yapma, yani tetikçilik yapmak, her insanın yapabileceği bir iş değildir.

Hele namuslu gazetecilerin yapacağı iş, hiç değildir.

Büyük sermaye sahipleri ve medya patronları, çalıştırdıkları gazetecileri, evinde çalıştırdığı hizmetçiler ile aynı kefeye koydukları için, gazetecilik bitmiştir.

Habercilik biter mi?

Hayır bitmez…

Diyeceksiniz ki, bir yerde bir haber varsa, o habere karşı, patron ne yapabilir?

Bir haberi halka nasıl sunduğunuz, bazen haberin kendisinden daha önemlidir.

Patronun gözünden bir habere bakmak vardır, bir de halkın gözünden habere bakmak vardır.

Haber neresinden bakarsanız bakın, haberdir, ama haberin içine koyacağınız bir tek sözcük, izleyenin aldığı haberi, nasıl yorumlayacağına yol verir.

İşte bu kilit sözcük, ya da tümce, anlamı ve anlamlandırmayı yönlendirir.

Eğer haberin verilişi içerisinde ki, o kilit sözcüğü veya tümceyi fark etmeden haberi dinliyorsanız, zokayı çoktan yutmuşunuz demektir.

Mütareke sürecini barış süreci olarak anlatabilirler.

Oysa süreç; barış süreci değil, bölünme sürecidir.

İşte buradaki kilit sözcük barıştır.

Barış sözcüğünü yutmuşsanız, haberi verenlerin isteklerine uygun düşünmeye başlamışınızdır.

Haberi hiç vermeyerek de, çıkarlarınızın sürmesine yardım edebilirsiniz.

Sözgelimi, barıştan söz edersiniz, sizin karşı tarafa ne vereceğinizden söz etmezsiniz.

Eğer gazeteci olarak, patrona olan bağımlılığınızı ispat etmişseniz, siz artık gazeteci değil, patronun hisseli ortağısınızdır.

Ülke içindeki patronunuzu korumak, bir anlamda, onun dünya tekelindeki ortağını korumak anlamındadır.

Ülkemizdeki büyük işbirlikçi sermayeyi korumak, kollamak, Amerika’daki patronu kollamak anlamındadır.

Uzatmayalım.

İşbirlikçi patronu korumak, emperyalizmi korumak, kollamaktır.

Aslında bazıları için bu anlatmaya çalıştığım döngü, tabi ve doğal mecrasında gidiyormuş gibi görünür.

Oysa hemen hemen her haber ve yorum, bir çıkara ve onun iktidarına yöneliktir.

Aslında büyük çıkar sahipleri, iktidar ve medya ayrı ayrı kurumlar değildir.

Her ne kadar baktığımızda, büyük sermaye ve medyayı ayrı ayrı şeylermiş gibi görsek de, iktidar tektir.

Tüm egemenleri tanımlar.

Özet; medya iktidardır, iktidar medyadır.

Günümüzün iyi gazetecisi olarak önümüze konulan kişiler; büyük sermayenin ve onun iktidarının plan ve programlarını, patronun gözü ve Amerika’nın gözünden, bize aktaranlardır.

Halkın çıkarını gözeten gazeteci artık işsizdir.

Kaynak ve yazının devamı için: http://www.guncelmeydan.com/pano/namuslu-insanlarin-yapacagi-is-olmaktan-cikti-bulent-esinoglu-t34043.html

ALLAHSIZ İSLÂMCILIĞINMEDYA NAMUSSUZLUĞUNA MEDYATİK BAKIŞ
Ahmet ÖLÇÜLÜ
19 Eylül 2017

KAHROLSUN BAHREYN KRALI!

Açıyorum bilgisayarımı, haberlere göz atıyorum. Bakıyorum bir haber, “Yeniakit”in haber sitesinde, İsrail’le ilişki kurmak gerektiğini söyleyen Bahreyn Kralı haberi için şu başlık atılmış:

“Kral iyice şaşırdı: İsrail’le diyalog kuralım!”

“Bahreyn Kralı Hamad bin İsa el-Halife Arap ülkelerinin İsrail ile diplomatik ilişki kurması gerektiğini savundu.”

Elin adamı İsrail’le ilişki kurmaya kalktığında her türden saldırı mübah. Nasıl olsa elin adamından bir zarar gelmez, oradaki kral için, “şaşırdı” demek bunların ekmeğine mani olmaz, tezgâhlarını bozmaz.

Ama Erdoğan ilişkileri geliştirmeye başlarsa, hık-mık, mırın-kırın…

“İsrail’e muhtacım!” diyen Erdoğan için, bu ifadesini ve sonrasında geliştirdiği ilişkileri, şehidlerin kanını satmış olmasını protesto edermiş gibi yapıp, nazikçe bir iki açıklama ile hadiseyi geçiştirmelerinden başka bir tepki gördünüz, duydunuz mu?

Ama benzer şeyi dandik Bahreyn Kralı yaparsa, sizin nazarınızda “iyice şaşırmış” oluyor da Erdoğan niçin şaşırmış olmadı hiç şimdiye kadar?

Ki, Bahreyn Emiri, “Ben İslâm âleminin lideri olarak Erdoğan’ı örnek alıyorum!” dese, ne cevap vereceksiniz?

İsrail’e Bahreyn üzerinden kafa tutarmış gibi yapıp, kendi ülkesinin muhtaç hâlini görmezden gelmek, Bahreyn Kralı’na ayar vermeye çalışırken, kendi liderinin Bahreyn Kralı’ndan daha düşük hâlde olduğunu görmezden gelmek…

Erdoğan’a, “iyice şaşırdı” demek yer mi?

Mama elden gider mama!

O zaman kahrolsun Bahreyn Kralı!

BİR MEDYATİK BAKIŞ DA CEM TÜRKBİNER’DEN

“HAKAN ALBAYRAK DİYESİYMİŞ Kİ…

Hakan Albayrak diyesiymiş ki, “hem İslâmcı hem Batı ile iyi geçinen bir parti gerektir”… Reisçiler adama hain diyorlar… İyi peki de, siz de yola bu söylemlerle çıkmıştınız ve bugün hatırlatıldığı zaman tevil olarak o dönemki tavrın bir oyun olduğunu söylüyorsunuz… Peki hakan Albayrak vb’nin, tıpkı sizinkine benzer bir türden oyun oynamaya neden hakları yoktur?..

Derseniz ki, “onlar oyun da oynuyorsa ben bilemem tenkit ederim”, o hâlde size bu çerçevede yapılan tenkitleri niye böyle karşılamadınız?.. Eğer Albayrak’ın dediği gibi bir çıkış olsa ve başarıya ulaşsa, üç vakte kadar o da Batı tarafından aşağılamalara uğrayacak ve onlara da böyle diyen bir Albayrak türeyecek… Elbette Albayrak’ı da o sıralarda Batı düşmanlığı ve millî güzelleme ile hain ilan eden olacak…

Sahtekârlıklarınız artık hareket etme imkânı bile bırakmamış size lâkin görmek istemeyenden daha kör kim olabilir ki?..”

(https://www.facebook.com/hayyamcem.baker/posts/503449520014435)

Kaynak. Adımlar

Turgay Güler'in İzmir Marşı okumasına sosyal medyadan tepki yağıyor: 'Yavaş dön ümmet yetişemiyor'
15 Kasım 2017



2012 yılı 10 Kasım'ında, "9'u 5 geçe 'hazır ol’a geçmedim, durumum nedir?" sözlerini kullanarak alay eden yandaş Turgay Güler, Erdoğan'ın Atatürk söylemini öne çıkarması üzerine bu kez programında İzmir Marşı okudu. Turgay Güler'in İzmir Marşı okumasına sosyal medyadan tepki yağdı. Kullanıcılardan Güler için, 'Yavaş dön ümmet yetişemiyor' yorumu geldi.















Cumhuriyet

An gelir herkes aslına rücu eder; gizlenen çapsızlık, dökülüverir ortaya
HÜRREM SÖNMEZ
22/11/2017



Epeydir medyada lümpenliğin, bayağılığın saltanatı sürüyor malum.

Önceki gün onlardan biri tam kendine yaraşır bir cümle etti, ırkçılık ve cinsiyetçi belaltı mizah memlekette rutin faaliyet olduğu için normalde pek kimseyi bozmayabilirdi ama o şahsın işlevi sona ermiş olsa gerek ki birden “Sizinle yollarımızı ayırmaya karar verdik” denilerek oyundan elendi. Uzun müddet o lümpenliğiyle çokça prim yapmıştı oysa ki.

Elbette tüm ömrü dolanların sarıldığı sihirli cümleye sarıldı: “Operasyon çekiyorlar.”

Sürekli birilerine operasyon çekmek için hazır bekleyen dahili ve harici karanlık güçler var memlekette… Yoksa yandaş olan herkes masumdur, televizyoncusundan, tecavüzle suçlanan köy imamına kadar. Masumiyet karinesinin yeni hali!

Bu günleri anlatırken şöyle diyeceğiz ileride:

“Herkesin her şey olabildiği bir dönemdi, tek koşulu yandaş olmanızdı ama bu yandaş kelimesi epeyce bir alt anlam içeriyordu elbette, itaat etmeniz gereken koşullara göre; bazen vicdanı, bazen aklı izanı bazen de şahsiyeti bir kenara bırakmak, sıklıkla da hepsinden birden vazgeçmek icap ediyordu. İnançlı, imanlı, abdestli namazlı görünürsen iyiydi tabii ama şart da değildi, ideal bir yandaşta aranan en mühim vasıf itaatkârlıktı çünkü.

Herkesin (yani yandaş olan herkesin) her şey olabildiği günlerdi, onlar da fırsatı kaçırmadılar, iştahla saldırdılar, yemek programından, futbol yorumuna, oradan siyasete, siyasetten ekonomiye.

Kahvehane sohbeti düzeyinde bir bilgiye dahi gerek yoktu, yandaşlar için şahane bir ‘ifade özgürlüğü’ ortamı vardı çünkü, ahlaki, insani, hukuki hiçbir sınırlama olmaksızın üstelik..

İki kelime yazamazken gazeteci oldular…

Üç kelâmı yanyana getiremiyorlardı televizyoncu oldular…

Adalet nedir haberleri yoktu, dertleri de değildi ama televizyonlarda hukukçu sıfatını adlarının önüne ekleyip ahkam kestiler.

Saçma sapan, çalıntı tezlerle üniversitelere atandılar, gerçi akademik çalışmaya ihtiyaç da yoktu istedikleri gibi akademik kariyer yapabilirlerdi. Ayetle büyüyen fasülye üretirlerdi, onlardan akademiği olmazdı…

Dönemin sanatçıları da koşullara uygun oluştu, pek çoğunun sanat adına ne yaptığı soru işareti olmakla birlikte sanatçı sıfatlı hormonlu bir kadro lâzım gelen tüm karelerde boy gösterdiler.

Her şey mümkündü mezarlıklar müdürüyken tiyatroların başına geçebilirdiniz, lambadan çıkan cin, ‘Dile benden ne dilersen’ demişti bir kere…

Sanırım en çok da zengin olmak istiyorlardı, oldular da…

Velhasıl bir kısım insanın harika (!) bir hayatı oldu, canlı yayında yenen kebaplar, yalılar, şoförler, koruma orduları, makam odaları, ekranlarda her akşam yalan haberler ve binbir türlü kepazelik ile kazanılan paralar.

İhtirasla, iştiyakle vazgeçilen haysiyet haraç mezat paraya tahvil edildi.

Gerçek gazeteciler hapisteydi o sırada. Yıllarca emek vermiş akademisyenler üniversiteden ihraç edilmişti. Hayatını bilime, sanata adamış insanlar birer ikişer ülkeyi terk ediyordu.

Önce fazla mesele olmadı bu. Herkes her şey olabildiği, rasyonel bir akıl ve mantık gerekmediği, gerçeğin de bir kıymeti olmadığı için her şeye bir açıklama bulunabiliyordu.

Örneğin gazeteciler gazetecilikten yatmıyordu, ‘terörist’ti hepsi. Akademisyen olup da barış talep edene dünyada yaşam hakkı bile verilmezdi, hepsi haindi. Bilim, felsefe… bunlar milli ve dini şuura sahip genç nesiller yetişmesini engellemek için kurulmuş tuzaklardı. Sanat deseniz milli kültüre, ahlaka uygun değilse yere batsındı, blok flütte bile ne kirli oyunlar vardı, bilen biliyordu.”

Eskilerin lafıdır: ‘Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.’ Ama benim gibi iflah olmaz umutlular için şu bilgi mühim: ‘Kırk gün sonra da olsa kokusu çıkmış işte.’

Hani Cevat Fehmi Başkurt’un klasikleşmiş oyunu vardır, ‘Buzlar Çözülmeden’; kasabaya atanan yeni kaymakam diye akıl hastanesinden kaçmış bir deli kaymakamlık yapar, buzlar çözülüp yollar açılınca gerçek ortaya çıkar. Tabii olayımızdan farklı olarak o oyunda kaymakam görünümlü akıl hastası çok iyi icraatlar yapar, hırsızın, uğursuzun hakkından gelir.

Herkes her şey olabildi, bilgi, erdem, liyakat iyi olan ne varsa alaşağı edildi, kim daha çok alçalacak kim daha ahlaksızlaşacak, kim en büyük yalanı söyleyecek müsabakalarına girişildi, itibarlı insanlar itibarsızlaştırıldı… Lakin burada kalmayacaktı elbette, buzlar çözülmeye başlamıştı.

Kifayetsiz muhterislerin etrafını böyle vakitlerde hafiften bir korku sarıyordu, üstelik emsal de vardı önlerinde. Bir önceki versiyonda tıpkı onlar gibi hak etmedikleri yerlere gelen kimi eski dostlarının akıbetlerini biliyorlardı.

‘Şer odakları komplo kurdular’ çığırışlarının da bir yerde miadı dolacaktı elbet. Altın yaldızların, yalanların dolanların ve işlevine göre fiyat biçilenlerin, hepsinin bir son kullanma tarihi vardı.

Han-ı iştiha, han-ı yağma sonsuza dek sürer zannedenler tarih boyunca genellikle yanıldı.”

Bugünlerden bahsedecek olursak bir gün böyle diyeceğiz: “Herkesin her şey olabildiği günlerdi ama sonra birer birer asıllarına rücu ettiler, yani hep vezir kalacaklarını zannediyorlardı ama rezil oldular.”

Kayıt tutanlar hepsini görüyor; nedamet getirmek için fırsat kollayanları, “Ama bu kadar da olmaz” deyip yavaştan çark etmeye çalışanları, raf ömrü dolup ıskartaya çıkınca vicdanlı pozlarına girenleri, birbirini satanları…

Daha da çok şey görecekler belli ki.

Uzaktan duyulan uğultu, bayağılık, yalan ve iftira üzerinde yükselenlerin çöküşünün uğultusu.

Şairin dediği gibi: “Bu harmanın gelir sonu.”

Diken
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com