EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Marksizm

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Tem 03, 2009 11:08 pm    Mesaj konusu: Marksizm Alıntıyla Cevap Gönder



Marks ve Engels’in Bazı Tezleri Üzerine
Coyotte

Aslında çok yazılıp çizildi bu mevzular. Başta Marks ve Engels olmak üzere Materyalist felsefenin ve ideolojinin babaları Alman ideolojisini (felsefesini) halı döver gibi dövmeye, pataklamaya çalıştılar. Alman ideolojisi nezdinde sarsılmaya çalışılan ise başta George Wilhelm Friedrich Hegel olmak üzere Ludwig Feuerbach, Bruno Bauer ve Max Stirner gibi filozoflardır. Burada bazı değerlendirmeleri ele alıp kendi düzeltmelerimizi yapacağız.

"Bilinç (Das Bewusstein), bilinçli varoluş’tan (das bewusste Sein) başka bir şey değildir. İnsanın varoluşu ise, insanın gerçek hayat sürecidir. Eğer, bütün ideolojilerde insanlar ve ilişkileri karanlık film odalarındaki gibi tepeüstü ortaya konurlarsa, fizikî hayat süreci içersindeki cisimlerin görüntülerinin retinaya ters düşmesi gibi bu olgu da (fenomen), doğal olarak, onların tarihî yaşam süreçlerinden aynı şekilde tepe üstü ortaya çıkar.”

Böyle diyorlar Marks-Engels. "Bilinç, bilinçli varoluştan başka birşey değildir." Önce bilinç-şuur denen şeyin Batı normlarına göre bir tarifini yazmak gerekir çünkü, Bilinç-şuur mevzuunun hala (Batı biliminde bile) çok netâmeli ve tartışmalı bir tema olduğu bilinirken Bilinç-şuur kavramını böyle tek bir cümlede açıklarsak ML ideoloji bağlılarının sıkça yaptığı gibi yüzeyde kalmaya mahkûm oluruz. Hal böyleyken, “bilinç” (şuur) gibi hayli önemli bir konunun deşilmesi –en azından kurcalanması- gerekir.

Bilinç-Şuur: Dış dünyadan (Nesneler evreninden) ya da bedenin içinden gelen algıları fark edebilen zihin bölgesidir. Düşünce süreçlerini ve heyecansal (Emotional) durumları da kapsar. Şuur muhtevası konuşma ya da davranışlarla çevreye iletilir. Bu anlamıyla şuur “Zihin Sathı”ni teşkil eder.

Bu tanımda bile birçok tartışmalı nokta olmasına rağmen birkaçına kısaca dokunup geçeceğiz. Birincisi; bu tanımı okuyan sıradan bir insan, örneğin “bdenin içinden gelen algılar” cümlesinden ne anlayabilir? Onun ne anlayıp anlamadığını kestiremeyiz ama ona perspektif verebiliriz. Bu cümlenin en müşahhas mânâsı, Tıb bilimi terminolojisinde “VTR” (Vague Tendon Reflex-Derûnî Kiriş Refleksi veya ne olduğu tam olarak tanımlanamayan bir derunî his) olarak adlandırılan hâldir. İkincisi; söyleyişte de bir anlam bozukluğu var: “algılar”. Algı, adı üzerinde bir alma, duyumsama, farkına varma (perceive, idrak) durumudur, bu nedenle algılar gelmezler, aksine gelen “impulslar” (duyumlar, itkiler) algılanabilirler. O halde doğrusunu şöyle yazmalı: “bedenin içinden gelen itkiler veya duyumlar.”

Şimdi şuurla ilgili tanımı derinleştirerek devam edelim. Günümüzde birçok farklı ekol şuurun sadece insan türüne has bir hakikat olmadığını, örneğin bitkilerin ve hayvanların da hattâ eşyanın da “şuurlu” olduğunu savunuyor. Bu durum artık bir vakıa haline gelmiş durumdadır. İnsanı hayvandan ayıran haslet, birinin şuurlu diğerinin şuursuz olması değil, insanın hayvana göre çok daha yüksek bir şuur düzeyine sahib olmasıdır (biz bunu bir temenni olarak algılıyoruz zira günümüz gerçekliğine bakarsak mevcut insan şuuru (emmare şuur) ile hayvan şuuru arasındaki mesafe ihmal edilebilir bir noktadadır). Eşyayı mânâlandırmanın yolu insanın kendi şuur seviyesini yükseltmesinden geçer. Şuur’un Yükselişi’nin (Sublimation of the Consciousness) önünde duran en büyük engeller, şartlanmalar, geleneklere takılıp kalmalar, Süper Ego’nun aşırı baskısı, aşırı duygusallık, öğrenmeye kapalılık ve mekanik otomatizasyon olarak belirtiliyor. Yükselemeyen Şuur de izafî olarak gerilemekte, tasmalanmakta yani köleleşmektedir. Özellikle son 50 yılda şiddetle artan, intiharlar, stress baş ağrıları, yorgunluk sendromu (fatigue syndrome), vampirizm, transvestism (travestilik), sadizm, sado-mazohizm, fetişizm v.s gibi kişilik bozuklukları, ağır depresyonlar ve yabancılaşmanın (alienation) esas nedeni şuur düzeyindeki korkunç gerilemedir.

Hayvanî şuura yaklaşan insan, kendi şuur gerçekliğinden fersah fersah uzaklaşmakta ve Zaman’ın ortaya koyduğu keyfî-nitel değişim ve dönüşümleri ve onun içtimaî yansımalarını kavrayamamakta ve onun acımasız dişlileri arasında paramparça olıp “Şuur Ölümü” (Real Excitus) yaşamaktadır. Bunun tabiî karşılığı “Şuurun vejetatif (bitkisel) hayata girmesi”dir ki, mevcut durum budur.

Bu kısa izahattan sonra, “Şuur, şuurlu varoluştan başka birşey değildir”i nasıl okyalım? Eğer, Marks-Engels burada "Üst-Şuur düzeyinde bir varoluş”tan dem vuruyorlarsa buna katılırız ama örneğin, sıradan insanın sıradan ve aşağı düzeydeki şuurundan bahsediyorlarsa ki, muhtemelen bundan bahsediyorlar, o halde “şuur”u doğru okuyamadıklarına hükmederiz ve böylelikle bu değerlendirmeyi boşa düşürürüz. Bu durumda, burada va’zedilen “Şuur”, “(insanî) şuurlu varoluş)la hiç alâkası olmayan birşey olur ki, onun adı “Hayvanî” veya “Bitkisel” şuurdur.

Bunun devamında gelen cümle de “başaşağı” ve “çok dengesiz” duruyor: “İnsanın varoluşu ise, insanın gerçek hayat sürecidir”. Buradan ne anlamalıyız? Örneğin, “İnsanın varoluşu, doğduğu ândan (fizikî olarak) öldüğü âna kadar geçen hayat sürecidir” biçiminde anlamamız gerekiyorsa, bu çok sathî ve tam materyalist bir bakış açısıdır. “Varoluş” kavramı, “olmak” (to be), “Yaşamak” (to live), “Olaylanmak” (to occur), “Oluşmak” (to become), “meydana çıkmak” (to appear), “sahnede belirmek” (appear on the scene), “başlamak” (begin) v.s. gibi birçok anlama geliyor. Ama örneğin Latince “Surgo” kavramı “Varoluş”u, “Yüksek bir yerde oturmak” anlamında ele alıyor. Eğer böyle anlarsak, insanın varoluşu doğduğu ândan değil, tâ “feyz-i akdes” döneminden başlıyor ve fizikî ölümüne kadar değil, tâ “haşrolduğu” âna kadar devam ediyor. Benim “gerçek”im bu! Marks-Engels’in “gerçek”i ise kuvvetle muhtemelen, “başı ana rahminde ayakları ise mezarda” bulunan fizikî varlık. Tabiîdir ki, Marks-Engels’in ve onun tercümesini yapan günümüz adamının (Homo Modernus!), ne Takyonlar’dan, ne karadelikler’den, ne Işık Hızı’nın aşılabileceğinden, ne de Quasarlar’dan haberi yok! Üstelik bunlar “modern dünyanın bilimsel olguları”.

"İnsanlar ve ilişkileri karanlık film odalarındaki gibi tepeüstü ortaya konulurlarsa...” Bu muhabbet çok klasiktir. “Hegel’de başaşağı duranı Marks aldı ve ayaklarının üzerine koydu.” O zaman biz de, Marks’ta başaşağı duran veya sendeleyen bazı şeyleri yazalım:

Marks, "duyumların”, çok gelişmiş “örgensel özdekler”de (organik maddelerde) meydana çıktığını savunur.

Sayısız varlığın mevcud olduğu kâinat platformunda, temel ihtimaller (main probabilities), “Proton, Nötron ve Elektron” etrafında şekillenirler. Bunlar elementleri, elementler ise varlığı oluşturagelir. Böylelikle ihtimaller 3’ten trilyonlara taşınır. En üst düzeyde farklılaşan insan beyninin birçok fonksiyonu çözülemediği gibi diğer varlıkların mekanizmaları da tam olarak çözülebilmiş değildir. Beynin nöro-fizyolojik (sinir sistemi işlevbilimi) model açıklamaları, şuurun çeşitli durumlarını izah etmeye yetmez, işte bu nedenle ve belki, olay holografik modelle açıklanabilecektir. Eğer, “maddî gelişkinlik”in ve “evrimleşmişlik”in belirleyici olduğunu ileri sürüyorsak, Kâinat’ın “Oluş Öncesi” (Quark Öncesi) mücerret ve bilinemeyen (ve mantıken de asla bilinemeyecek olan) dönemini de açıklamamız gerekir. Burada şunu artık bir tartışılmaz gerçek olarak yazalım: Kâinat’ta en gelişmiş varlık, “organik madde” değil, “Takyonik varlık”tır ki, onun maddî kimliği yoktur ve Işık Hızı’nın ötesinde devinir. Kabul edilmelidir ki, Işık’tan defalarca hızlı ve devingen bir varlığın maddîlikle hiçbir alâkası olamaz. “organik maddi varlık” ise, varlıklar arasında en hantal ve en gerisidir ki, örneğin insanın fizikî varlığı buna tam uyar. İnsanın takyonik varlığa evrilmesinin önündeki en büyük ve en geri varlık “organik varlık”tır.

Diyalektik Materyalizm, bilimsel feksefeye inandığını ve teoriyi pratikle denetleyip doğruluğunu sınadığını söyler. Ama, deneyemediği, denetleyemediği, tecrübe etmediği ancak varlıkları Matematik biliminin verileriyle saptanmış olan teoriler için nasıl bir tavır takınır veya asla deneyemeyeceği durumlar (örneğin milyarlarca derece sıcaklık ortamının oluşturulabilmesi) için ne yapar? Ne yapacağını bilemeyiz ama ne yapması gerektiğini söyleyebiliriz: En azından kuşkuyla bakmalıdır. Fakat materyalizm “kuşku”yu da mahkûm eder çünkü kuşku “determinizm”i ortadan kaldırır.

Marks, 9. Tezi’nde şöyle der: “Bence maddecilik, İnsan’ın varlık ve bilgi yapısının temelidir”.

Bunu iddia etmek, bileşenlerin bileşenlerinin sonsuz olmasını savunmak demektir. Günümüzde ise, bileşenlerin bileşenlerinin sonsuz olmasının, Mikrokosmos’la (mini kâinat) Makrokosmos’u (dev kâinat) birbirinden koparacağı ve “Sonsuzluk İdeolojisi”nin, “Hiçbirşeyin temel olmadığı” anlamına geldiği için, “Kesinkeslik”in olamayacağı, bunun tüm diğer ideolojiler gibi materyalizmi de sadece bir “ihtimal” olarak kabul etmemiz gerektiğini beraberinde getirir ve sonsuza dek “temel” olamaz: İndeterminizm (anti-kesinkeslik) yasası. Bu cümleden olarak, Sonsuz’a sınır koymak mümkündür ve bunun amacı madde’nin altyapısının (bileşenlerin bileşenlerinin) Üstyapı’dan kopmasını önlemektir. Aksi takdirde, bileşenlerin bileşenlerinin ulaşabileceği bir son nokta yoktur veya varılacak son nokta “Mücerret Hilbert Mekânı”dır ki, orada Zaman boyutu yoktur ve Uzay tek boyutludur.

Marks-Engels şöyle derler: “Düzgün-doğrusal olmayan, kesinkesçi-gerekirci- belirginci sistemlerin kaidesiz-kuralsız, öngörülemez davranışı Kaos’tur.”

Düzgün-doğrusal olmayan tanımı doğrudur zira Kâinat’a giren bir doğru parçası (lineer parça) ki, bu “NEDEN”dir, Çekim etkisiyle eğilir, bükülür, yuvarlanarak devinir ki, bu da “SONUÇ”tur. Bu nedenle, Kâinat’ta hiçbir hareket dolayısıyla “Sistem” doğrusal olamaz (Non-Lineary’dir). Burada “determine-kesinkes” olarak kabul edilebilecek tek şey, Kâinat’ın bu “doğrusal” olmayan yapısı ve devinimidir, ancak, bu yapının içinde sonsuz sayıda çeşitlilik ve doğrusal olmayan “eğri” alternatif vardır ve bunların hiçbiri “determine” değildir. Daha da ötesi “Âlemlerarası geçiş” de ciddi bir ihtimâl olduğundan bu geçiş noktalarında apayrı ve trans-fizik (Klasik fizik kanunlarının dışında) kanunlar işler. Bu da “determinizm”in ölümüdür. Bütün bunlar çok rafine (estetik) bir işleyişle yürür.

Daha bir sürü boşa düşürme mümkün. O nedenle diyoruz ki, insan ve insan ilişkilerinin derinlikler ve genişlikleri hakkında “iri” kelamlar edebilmek için önce “insan” denen “meçhul”ü çok iyi tanımak lazım. Görünen o ki, Marks-Engels, Hegel’in derinliğine ve dehâsına dokunabilmekten çok uzaktalardı.

KAYNAK: Akademya Sitesi Arşivi, 2001-2004

Gilad Atzmon
Enayiler için Kabile Marksizmi

Filistinle dayanışma söylemlerine yıllardan beri Yahudi Marksistlerin yürüttüğü sol ideoloji hâkimdir. Yahudi solcuların desteği ilk başlarda oldukça önemli olmasına rağmen, Filistin direnişi ve Filistin dayanışması, etnik temellere dayalı güçlü ve özerk bir söyleme doğru evrildiği için daha sonraları üstünlüğünü ve aciliyetini kaybetti. İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçları artık gayet iyi belgeleniyor. Durumu, bu "hakşinas koşer Yahudinin" onayından geçirmeye kimsenin ihtiyacı yok.

Filistin dayanışma söyleminin ilerlediği gerçeğine rağmen Yahudi Marksistler, kendilerinin kabile yönelimli, gerçekliğin sahte analitik vizyonunu zorla kabul ettirmede halen ısrar ediyorlar.

Yahudi Marksizmi, Marksizm'den veya Sosyalizm'den çok farklıdır. Marksizm, evrensel bir paradigmayken, onun Yahudi versiyonu çok başkadır. Marksist diyalektiği Yahudi uşağı bir kaideye çevirir. Yahudi Marksizmi esas itibariyle "Marksist benzeri" bir terminolojinin, Yahudi kabile davasının tek gâyesi uğruna çiğ bir şekilde kullanılmasıdır. Siyasi gücü hedefleyen, Yahudi merkezli sahte entelektüel bir düzenlemedir.

Gazze'de, Nablus ve mülteci kamplarındaki durumun 19.yy Avrupasınınkiyle aynı olmadığını farkedenlerin ilki herhalde Filistinli düşünürlerdi. Marksizmin tek analitik araç olarak kullanılışına kafa tutmak için yeterliydi bu. Bununla birlikte, Yahudi Marksistlerin Filistinliler, Araplar ve genel olarak bölge için çok daha mâceracı planı vardı. Arapların kozmopolitan ateist olmalarını istiyorlardı. Arapların "tepkici İslamı" terkedip, bir yüzyıl önce Yahudilerin yaptığı gibi kendilerini özgürleştirmelerini telkin etmişlerdi.

Görünüşe bakılırsa Filistinli ve Arap entelektüeller Rusya'yı milyonlarca insanın canı pahasına Sovyetlere dönüştüren yöntemin kendilerini özgürleştirmeyeceğini kavramışlardı. Yahudi Marksistlerin, Filistinli mültecileri evlerine geri getirme niyetlerinin olmadığını apaçık anlamışlardı. Yahudi Marksist, herhangi bir şekilde yeterli bir direniş bile sergilememişti. Dikkatleri Yahudi politikasıyla ve Yahudi kimliğiyle ilgili sorulardan başka yöne çekmek amacıyla söylemi boş laflarla ve sahte analitik jargonla doldurmak için vardı o.

Yeterince ilginç olmalı, İslamı terketmeleri şartıyla Filsitinlileri desteleyenler aslında Yahudi kabile politikalarının ibret verici nihâi timsâli olan Yahudi Marksistlerdi. Yahudinin çirkin politik tavırlarını en ham haliyle ifşa eden "Siyonist" değil "Yahudi Marksist'tir." Yahudi solunu takibe almak ve onun felsefesini anlamak için yeterli bir sebeptir bu. Birazdan göreceğimiz gibi Yahudi Marksizmi, Yahudi sorununa herhangi bir şekilde yakınlaşmayı fırıldak çevirerek bastırmak için vardır.

Yahudi gücünün ve Yahudi lobisinin mercek altına alınmasını engellemek için vardır. Yahudi Marksist, cevapları bildiğini iddia eden ama bazı sebeplerden dolayı yine de tarihi olayları tam bir felaket denilecek şekilde okuyan sahte bir kahindir. Tahminlerinin hiçbirisi gerçekliğin testine dayanamaz.

Yahudi Marksist ideolojinin son timsâlinden biri de Profesör Moşe Machover'dır. Machover Tel Aviv'de doğmuş ve 1968'de İngiltere'ye yerleşmiş. Matzpen adlı minyatür bir Sosyalist örgütün kurucusu (1962).

Machover'in Siyonizm okuması hayli abes. İsrail diyor, "bir yerleşimci devlet/i/dir" Machover için gerekli bir kalkış noktasıdır bu zira Siyonizmi sömürgeci, genişlemeci bir proje olarak ele almaktadır. Böylesi sakat bir entelektüel fırıldaklığın arkasındaki gerekçe açıktır. Siyonizm sömürgeci bir proje olarak nakledildiğinde, Yahudiler sıradan bir halk olarak görülmelidir. Fransızlardan veya İngilizlerden bir farkları yok demektir; ölümcül sömürgeci projelerini sadece farklı bir zamanda yürütüyorlar demektir.

Bununla birlikte, Machover dikkatleri Yahudi sorunundan, Yahudi kabile politikasından ve Yahudi kimliğinden öte yana çevirmeyi gözü dönmüş bir şekilde istiyorsa da, tüm önermesi tek bir hamlede yıkılabilir. Şayet İsrail bir yerleşimci devlet/i ise o halde sormalı, "anavatanı" neresidir? İngiliz ve Fransız sömürgeciliği devrinde, yerleşimci devletler/i bağlarını "anavatanlarıyla" çok açık bir şekilde korumuşlardı. Yerleşimci devlet/i/nin, tarihte bazı hallerde, anavatanla bağları kopardığı da olmuştur. Hayli dikkat çekicidir. Boston Çay Partisi bir şeyler anımsatabilir. Bununla birlikte, bildiğimiz kadarıyla "Yahudi yerleşimci devlet/i" ile arasında asli bir bağın olduğu "Yahudi anavatanı" yoktur. Yahudi halkı, Yahudi devleti ile ilişkilendiriliyor ama ne ki Yahudi halkı, özerk egemen varlığın "maddesi" değildir. Maddi bir Yahudi anavatanının olmayışı, Machover'ın sömürgeci savının çöküşüne neden oluyor, hemen ve derhal.

Dahası, İbrani, İsrailli Yahudiler kültürel ve duygusal olarak hiçbir anavatana bağlı değildir, kendi devletleri hâriç. Eski bir İsrailli olarak şahitlik edebilirim ki ne ebeveynim ne ben ne de İsrail vatandaşlığından çıkmış diğerleri İsrail hâriç herhangi bir (anavatanla) devletle bağımızın olduğu şeklinde bir farkındalık taşımadık. Dolayısıyla, Siyonizmin bazı sömürgeci nitelikler taşıdığı doğru olabilirse de bizâtihi (per se) sömürgeci bir proje değildir çünkü Yahudi yerleşimci devlet/i ile Yahudi anavatanı arasında bir maddi tekabüliyeti hiç kimse gösteremez. Yahudi ulusal projesi tarihte benzersizdir ve Marksist maddeci açıklamalara uymamaktadır.

Demek oluyor ki Machover'ın "yerleşimci devlet/i/nin" bir diğer Yahudi Marksist fırıldaklık olduğunu farzetme hakkına sahibiz ve o, İsrail'in bir Yahudi devleti olduğu gerçeğini gözlerden kaçırmak için vardır. İsrail'in benzersiz durumunu anlamak için "kimler Yahudi'dir" diye sormamız gerekiyor. Musevilik nedir? ve Yahudilik nedir? Bu soruya vereceğimiz cevap sayesinde Machover ve diğer Yahudi Marksistlerin bu yanar döner işlere niçin bu kadar yatırım yaptıklarını anlayabiliriz. Machover'ın Marksist ideolojiyi tahrif edişi, çok ilginç bir benzerliktir, Siyonistlerin Eski Ahidi tahrif edişine benzer.

Machover'ın Kasım 2006'da Brunei Gallery Lecture Theater (SOAS) yaptığı tumturaklı uzun bir konuşma bazı nedenlerden dolayı International Socialist Review (ISR) tarafından bu ay yayınlandı.

Marchover'ın kahince tahminlerinin hiçbirisi de gerçekliğin testine dayanamamıştır. Böylesine mahcub edici bir çalışmanın yayınlanması, ISR editörlerinin mevcut dünya meselelerini kavrayışları hakkında ciddi kaygıya yol açıyor. Machover'ın İslam hakkındaki şu sözlerini ISR'nın onaylayıp onaylamadığını öğrenmek çok ilginç olacaktır: "İslam, geriye dönüktür [çağdışıdır] ve tabiatı gereği, ilerlemeyi sağlayamaz." Bu gezegende yaşayan her müslüman bilmeli ki Londralı yaşlı bir Yahudi Marksist, Kur'ân'ı kaldırıp atmaları gerektiğine kâni.

Ulusçuluğun yükselişinden dolayı burada, İngiltere'de ve diğer Avrupa ülkelerinde kaygılanan çok az insan var. Yeterince sarsıcıdır, Machover'in kurumlu ve üstünlükçü bir tavırla İslamı ele alışıyla sağcı ulusçuların İslamı ele alışlarının mukayese edilmesi eğlendirici bir gerçeği ifa eder. Machover, Yahudi kabilesinin üstünlükçü üyesi, kendisini Nick Griffin ve BNP'nin sağına yerleştirdi. Griffin ise "anavatanlarına" dönmelerini için yabancılara 50.000 Sterlin teklif ederken şu bizim Koşer Marksist Machover, yerliyi kendi toprağında soyup soğana çevirmenin derdinde. Griffin, İslam'a "çağdışı" deyip sonra sıvışıp gidemezdi. Şaşırtıcı değil çünkü Griffin büyük bir muhalefetle karşılaşmak durumunda kalırken Machover sol cenahtan çok az muhalafet görecektir. Bunun bir nedeni açıktır ki Machover ve onun üç Yahudi takipçisinin farkedilebilir olmamalarıdır. Bir diğer nedeni ise ırkçılık ve üstünlüğün maalesef "Yahudiye mahsus" bir saha olmasıdır. Gördüğümüz gibi Machover sıvışıp gidiyor. Ümit o ki bu durum yakında değişecektir.

Machover 2006 Kasım'ındaki konuşmasını ilginç bir soruyla açıyor: "İsrail-Filistin çatışması hakkında nasıl düşün-mel-iyiz?"

Machover'ın "biz" ve "meli-malı" eklerini kullandığı sanırım gözden kaçmamıştır. Konuşmanın şekli, entelektüel cephaneliğinde bulunan doğru cevaplara yaşlı kişinin sahip olduğunu telkin ediyor. İbrâni kahinlerin geleneğini takip ederek kendinden emin bir şekilde ilan ediyor: "Meseleye nasıl yaklaşılması gerektiği hususunda sarîh olmalıyız."

Marjinal Yahudi bir Marksist "biz", "meli-malı" ve "lazım" gibi [we, should, ought] takı, zamir ve sözcüklere başvurduğunda kırmızı alarmlarım çalmaya başlar.

Machover, bir çözüm kavrayışı sunan analitik bir savla geliyormuş gibi yapmaya cüret ediyor "Anlamak" diyor, "hükme takaddüm etmeli." Belki de 50 yıldır tek bir felsefi metin okumayan şu İbrâni kahine birisi hatırlatmalı, "anlamanın" bizâtihi kendisi önceki "anlayışlara" ve "hükümlere" tâbidir. Aslında Machover'ın, İslam'ın ve Arap direnişinin gücünü anlamadaki sistematik başarısızlığı bile bizâtihi önceki anlayışları ve keskin Yahudi Marksist telkinlerden dolayıdır.

"Çözüm" vizyonunun - ilkeler ve önşartları – ana hatlarını ortaya koymadan evvel Machover'ın binlerce kelimelik sahte analitik metin döktürmesi gerekiyor.

"Herşeyden evvel" diyor "Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Suriye'nin Golan Tepeleri üzerindeki işgaline son vermesi için İsraile baskı yapılmalıdır." "Eşit haklar, kalıcı bir çözümün ete kemeği bürünebilmesi için temel unsurdur" diyor tasdik ederek. Çatışmayı kavradığını iddia eden bir adamın parmak ısırtan bir ufku bu. "Analitik araştırmasına" rağmen, Machover Yahudi devletinin kendi iradesiyle, hangi şekle sahip olursa olsun "eşitliği" onaylamayacağını farketmiyor; zira Yahudi siyaset ideolojisi, insanın eşitliğine râm olmaz.

"Dönüş hakkı" diye devam ediyor "Filistinli mültecilerin anavatanlarına dönme hakkının tanınması, haklarının iadesi, mal kaybının ve geçimliklerin uygun bir şekilde tazmin edilmesidir."

Güzel ve doğru sözler bunlar ancak Machover, İsrailli Yahudileri kendi küçük "Yahudilere mahsus" devletlerinden neyin vazgeçireceğini anlatmakta başarısız.

Machover nihayet çok basit bir çözümle geliyor. "Sahici bir çözümün üçüncü ve en temel unsuru, çatışmanın temel nedenini ortadan kaldırmaktır: Siyonist sömürge projesi ilga edilmelidir." Bu noktada söylemeliyim ki Machover, benim hivic olsun diye ortaya attığım kurgusal bir karakter değildir. Gerçek bir kişidir ve asgari üç Yahudi Marksist takipçisi vardır. Buradaki can alıcı soru, söz konusu dört Yahudi Marksistin bu mâkul fikri İsrailli Yahudilere nasıl satacaklarıdır.

Filistinin geleceğini tâyin edecek olanın "o zemindeki fiili durumun / gerçeklerin" olduğunu takdir etmede zaafa düşen diğer ayartıcı dayanışma kampanyacıları gibi Marchover da akademik tek devletli-iki devletli çözüm söylemine yapışıyor. "İki devletli bir çözümün onları tatmin etmesi için İsrail, Siyonizmi terk etmelidir: Etnik merkezli yerleşimci devlet/i olmaktan tüm sâkinleri için demokratik bir devlet olmaya doğru yol almalı, dönüşmelidir." İsrail'de dahi yaşamayan Machover bazı nedenlerden dolayı, İsraillilere ne tür bir ülkede yaşamaları gerektiğini söyleyebileceğine inanıyor. "Diğer yandan, tek bir devlet sırf demokratik (dolayısıyla seküler) olmakla kalmayıp iki ulusun varlığını tanıyan, onlara eşit ulusal haklar ve statü veren bir anayasal yapıya kavuşmalıdır." Yaşlı Yahudi Marksist, mümkün nihâi marjinal ses, şayet birlikte yaşamak istiyorlarsa seküler olmak zorunda olduklarını yine bir kez daha Filistinlilere ve İsraillilere anlatıyor. Şimdiye kadar kabul etmiş olmalı, Yahudi Marksist olmak biraz Chutzpah [arsızlık derecesinde hırslı / küstah olmayı] gerektirir.

Sözlü mastürbasyonun eşiğindeki 22 sayfalık Marksist zevk-ü sefâ'dan sonra, herifçioğlu zorunlu noktaya geliyor. Dinleyicilerinin vaktini israf ettiğini kabul ediyor.

"Güçler dengesindeki devâsa orantısızlıktan dolayı, hakikat, sahih bir çözüm kısa veya orta vadede mümkün değil" diyor.

Değişimin nasıl söz konusu olabileceğini merak ediyorsunuzdur bu durumda. İşte şöyle, Arabistanlı Moşe'nin sunacak iki cevabı var: "İlki, Amerikan'ın küresel hâkimiyetinin çökmesi", sanki İsrail mevcut ittifaklarını kaybetmeye mahkum. Machover'ın da bileceği üzere, Yahudiler son yüzyılda çok sık müttefik değiştirmişlerdir.

"İkincisi" diyor, "Arap Doğu'sunun, Arap ulusunu bir dereceye kadar birliğe sevkedecek radikal-ilerlemeci bir sosyal, iktisâdi ve siyasi dönüşümden geçmesidir – bölgesel federasyon şeklinde olması muhtemeldir bunun." Görünüşe bakılırsa, arkaik Marksist bâriz bir biçimde gelişen hikayeyi toparlayamıyor; Arap ulusu büyük ölçüde müslümandır. Araplar, Allah sevgisi ve Ümmet fikri etrafında daha da birleşiyor. Söz konusu olan gerçeklik olduğunda, İslam yükselen güçtür, Yahudi Marksistimiz hoşlansa da hoşlanmasa da. Hamas, yapılan ilk Meclis seçimlerinde müthiş bir başarı elde etti. Bugün Filistinde seçim yapılsa, Hamas'ın zaferi daha büyük olacaktır. Batı sömürgeciliğine ve Siyonist savaş makinesine karşı başarılı tek direniş gücünün İslam olduğu gerçeğini gözönüne aldığımızda, ISR'nin yayınladığı Machover'a ait Yahudi merkezli, entelektüel bakımdan sakat analiz, Sosyalistlerin ve Marksistlerin kendilerini Yahudi'nin siyasi kıskacından kurtarmaları için vaktin yeterince olgunlaştığını gösterir. Marks 1884 tarihli "Yahudi Sorunu" başlıklı paha biçilmez çalışmasında, dünyanın kapitalizmden azad olması için kendisini evvela seküler Yahudi'den kurtarması gerektiğini savunmuştu. Bu hükmü biraz daraltıp şunu söyleyeceğim: Marksistler ve Sosyalistler, akıl hocalarının belirttiği üzere, söylemlerini kurtarmak için evvela kabilenin köstebeklerinden kurtulmayı dikkate almalıdırlar.

Daha önce gördüğümüz gibi, Machover, hoşgörü ve ahlak bakımından, kendisini Griffin'in ve BNP'nin sağına yerleştirmiştir. Siyasi pragmatizm bakımından da Şimon Peres'in ve onun "Yeni Ortadoğu'sunun" sağındadır. Yeni Ortadoğu için Machover'ın kendi planları var. Hepsini birleştirecek ve Kur'ânı kaldırıp atacakmış.

Şimdiye kadar gördüklerimizden anladık ki Machover İslam'dan hazzetmiyor. Diyorki "İslamizm'in yükselişi sahte umut dağıtıyor...muhtemel birleştici bir güç olamaz: Tam aksine, Sunniler ve Şiiler arasında olduğu gibi, bölücüdür ve İbraniler şöyle dursun, gayrimüslimler, laik Araplar (Filistinliler dâhil) için hiçbir cazibesi yoktur."

Yeterince ilginç, Arabistan'ın Moşe'si 2006 Kasım'ında bu hicap verici konuşmayı yaptıktan beş ay sonra Şii Hizbullah, İsrail ordusuna aşağılayıcı bir mağlubiyeti tattırmaya hizmet edecek şekilde İsrail'e kendilerinin sadece Kuzey'de olduğunu, uyanık olduklarını hatırlatırarak Gazze'deki kardeşlerine yardım sinyali gönderdi. Yaşlı komedyen Marksist 2006 yılındaki bu konuşmasını, Hamas'ın Meclis seçimlerinde büyük bir zafer elde etmesinden yaklaşık bir yıl evvel yapmış oluyor. Bugün seçim yapılsa daha büyük bir zafer elde edecekler.

Aslında pek çok Sosyalist ve Marksist bilhassa Anglo-Amerikan dünyasındakiler böyle yapıyor. Ancak İslam karşıtı fikirleri yayan Marksist ve Sosyalistler, Yahudi lobisine, Wolfowitz ve neocon'lara, NJF'ye katılsalar yeridir. Böyle yapmaları daha iyi çünkü ait oldukları yer orası.

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın

STALİN'İN GORİ'DEKİ HEYKELİ KALDIRILDI

25 Haziran 2010
Eski Sovyet lideri Yosip Stalin'in doğum yeri olan Gürcistan'ın Gori kentindeki heykeli kaldırıldı.
Kent meydanında bulunan 6 metre yüksekliğindeki heykelin, kentteki Stalin müzesine kaldırıldığı, heykelin yerine, 2008'deki Rusya-Gürcistan savaşının kurbanlarının adına anıt dikileceği belirtildi.
Gori, Rusya'nın 2008 Ağustosunda saldırı düzenlediği ayrılıkçı Güney Osetya'nın birkaç kilometre uzağında bulunuyor. 5 gün süren savaşta ağır topçu ateşi ve hava saldırılarına maruz kalan Gori, Rus birlikleri tarafından kısa süre işgal de edilmişti. haber10

Prof. Veysel Batmaz
Marx ve din üzerine kısa not

“Din halkın afyonudur.”

Marx’ın din üzerine söylediği bu ünlü söz, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nin (Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, 1843) “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” (A Contibution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right) adıyla anılan Giriş bölümünde yer alır.

Marx’ın sağlığında yayınlanmayan bu kitap doktora tezinden üç yıl sonra yazılmıştır. Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark (1841) adlı tezinde ilk olarak Hegel’den ilham alarak din eleştirisine başlayan Marx, Eski Yunan felsefesi geleneğinde Tanrı kavramı ile en fazla uğraşan, Mısır’in semavî tanrısallığını (Aton--Güneş Dini) Yunan felsefesine sokan ve neredeyse tek Tanrıcı bir dinsel temel kuran Demokrit ve Epikür’ü inceleyerek, doğa-içrek dinin tarihsel ve toplumsal temellerini inşa etmiştir. Epikür mutluluk için erdemli bilginin koşul olduğunu, nedensiz korkuların (Tanrı ve ölüm korkusu) yok olmasıyla insanın özgürleşeceğini söyleyen bir filozoftur. İnsan özgürleşince erdemli bir kişi olarak bilgiye daha kolay ve kusursuz varabilir. Bu bilgi (hakikat) ile yaşadığı yeri cennet yapar. Demokrit ise, Epikür’den önce atomist olarak, en küçük parçayı (atom) teorik olarak evrenin dinamizmine yerleştiren kişidir. Leucippus’tan aldığı atom düzeneğinin, kainatın temeli olarak deviniminin (ilk hareket ettiricinin) temeli olarak kabul etmesi, ona karşı çıkan Aristotales’e ilk hareket ettiricinin (Tanrı) varlığı kavramını geliştirmesini sağlamıştır. Böylece, hem Demokrit, hem de Epikür, doğa kavramının düşüncede, idea kavramına üstün gelmesi yolundaki temel taşları oluşurmuşlardır. Marx’ın doktora tezinde irdelediği Yunan filozofları bunlardır.

Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi kitabında Marx, satır satır Hegel’in Elements of the Philosophy of Right (Grundlinien der Philosophie des Rechts) adlı kitabını ele alır ve Hegel’de soyut ve metafizik olarak varolan bütün önermelerin maddi temellerini ortaya koyar. Hegel’de tersine duran dünyayı, “ayakları üzerine” çevirir.

Marx’ın din eleştirisini bir din reddi haline getirenler için Marx’a göre din, insanları uyutan düşünceler menzumesidir. Bireysel olan herşeyin ve insanlığın oluşumunu maddi emek-üretim-mülkiyet ilişkilerinden kaynaklandığını söyleyen biri için (Marx) bu türlü bir din reddiyesinin benimsenmesi ve kasıtlı olarak yaygınlaştırılması, zalimlere, ezilenleri uyutmak amacıyla Marx’ı “kötü” göstermeleri için temel bir argüman olmuştur. Kapitalizm sürecinde bütün coğrafyalarda büyük bir çoğunluğu dindar olan emekçiler ve ezilenlerin kendilerine ne vaad ediyorsa etsin, zalimlerce dine düşman olarak tanıtılan birinin (Marx’ın) peşinden gitmeleri Tanrı tanımazlıkla ve “günah” ile eştir. Ancak, Marx’ın din eleştirisi, hiç de bir reddiye değil, tam tersine, dinin toplumsal işlevlerini bütün çıplaklığı ile ortaya koyan genel bir eleştirel kabüldür. Üstelik dinlerin saf oluşum biçimleri ile Marx’ın önerileri büyük bir koşutluk ve eşlik gösterir. Dinler de, Marx’ın düşüncesi de yoksullara ve ezilmişlere, zalimlerin zülmünden kurtulacakları bir dünya kurmanın yolunu öğretirler, hem de aynı kavram ve kelimelerle. Sadece hitap edilen zaman ve yer ve hitap eden özne değişiktir. Hitap kitlesi aynıdır: Ezilenler, zulüm görenler ve zamanlarının proleterlerdir.

Entelleküel kitlenin çoğunluğunca, ne Yunan felsefesi, ne de Batının orta ve yeni çağ klasik felsefesinin sözüyle ve özüyle bilinmediği Türkiye’de ise, Marx’ın din eleştirisi bir reddiye olarak, çok daha derin ve düşmanca bir kabule sahiptir. Bunun egemen sınıflar için çok büyük bir avantaj, yoksullar ve emekçiler içinse çok büyük bir tuzak ve dezavantaj olduğu apaçık değil mi?

Ben burada tarih boyunca ve güncel olarak zulüm gören yoksullara tuzak olan bu kabulün değiştirilmesi için ilk olarak Marx’ın o ünlü sözünü hangi bağlamda yazdığını, önünü ve sonrasını, Türkçe’de saptadığım çeviri yanlışlarını düzelterek açıklamaya çalışacağım. Çalışacağım ki, bizi biz yapan hikâyeler rivayet değil, ete kemiğe bürünen somut veriler olsun.

“Din halkın afyonudur” cümlesini içeren bölümlerde şöyle yazmıştır Marx:

The foundation of irreligious criticism is: Man makes religion, religion does not make man. Religion is, indeed, the self-consciousness and self-esteem of man who has either not yet won through to himself, or has already lost himself again. But man is no abstract being squatting outside the world. Man is the world of man – state, society. This state and this society produce religion, which is an inverted consciousness of the world, because they are an inverted world. Religion is the general theory of this world, its encyclopaedic compendium, its logic in popular form, its spiritual point d’honneur, its enthusiasm, its moral sanction, its solemn complement, and its universal basis of consolation and justification. It is the fantastic realization of the human essence since the human essence has not acquired any true reality. The struggle against religion is, therefore, indirectly the struggle against that world whose spiritual aroma is religion.

Religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering. Religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions. It is the opium of the people.

The abolition of religion as the illusory happiness of the people is the demand for their real happiness. To call on them to give up their illusions about their condition is to call on them to give up a condition that requires illusions. The criticism of religion is, therefore, in embryo, the criticism of that vale of tears of which religion is the halo. ."

(Karl Marx, A Contibution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right http://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/critique-hpr/intro.htm . Uluslararası kabul gören İngilizce çeviri.)

Şimdi bu paragrafları, iki Türkçe çevirisinden okuyalım:

Çeviri I:
Çeviren: Kenan Somer

Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Yani din, henüz kendine erişmemiş ya da çoktan yitirmiş bulunan insanın sahip olduğu kendinin bilinci ve kendinin duygusunu oluşturuyor. Ama insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir öz değil. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri alt üst olmuş bir dünya oluşturuyor. Din bu dünyanın genel teorisini, onun ansiklopedik özetleme kitabını, onun halksal biçimdeki mantığını, onun tinselci point d'honneur'ünü [onur sorununu], kendinden geçmesini, ahlaksal onaylanmasını, görkemli tamamlayıcısını, teselli ve aklanmasının evrensel temelini oluşturuyor. Din insanal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz gerçek gerçekliğe sahip bulunmuyor. Öyleyse dine karşı savaşım vermek, dolaylı olarak dinin tinsel aromasını oluşturduğu dünyaya karşı savaşım vermek anlamına geliyor.

Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.

Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.

(http://www.kurtuluscephesi.com/marks/hegelhukuk.html- Karl Marx'ın Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie [1843] adlı yapıtının Fransızcasından (Critique du droit politique hegelien, Editions Sociales, Paris 1980 / Critigue d'etat hegelien, Union Generale d'Editions, Paris 1976) Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adı ile Sol Yayınları tarafından Eylül 1997 tarihinde yayınlanmıştır. Çeviren: Kenan Somer)

Çeviri II:
Çeviren: Kaya Güvenç

Dine karşı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Gerçi, din henüz kendi kendini bulmamış olan ya da kendini yeniden yitirmiş insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir. Ama insan, dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi son point d’honneur, coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır. Din insanın hayal’i gerçekleşmesidir, çünkü insanın esas gerçeği yoktur. O halde dine karşı mücadele etmek, dolaylı olarak, dinin manevi kokusu olan dünyaya karşı mücadele etmektir.

Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur.

Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunun beyan ettiği taleptir. Durumu hakkında hayallerinden vazgeçmesini istemek, onun hayallere gereksinmesi olan durumdan vazgeçmesini istemektir. Öyleyse dinin eleştirisi, ilke olarak, dinin halesi olduğu bu gözyaşları vadisinin eleştirisidir.

(Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Marx-Engels'ten bir derleme olarak oluşturulan Din Üzerine adlı kitapta (Çeviren: Kaya Güvenç, Sol Yay., 1. Baskı, 1976) bu ünlü deyişi içeren 37-38. sayfaları.)

Çeviri III:
Çeviren: Belli değil

Din karşıtı eleştirinin temeli: din insanı değil, insan dini yapar. Din esasta ya kendisine henüz ulaşmayı başaramamış ya da kendisini yeni kaybetmiş insanın özbilinci ve izzetinefsidir. Ancak insan dünyanın dışında yerleşik olan soyut bir varlık değildir. İnsan insanın, devletin ve toplumun dünyasıdır. Bu devlet ve bu toplum dünyanın tepetaklak bilinci olan dini üretir, zira devlet ve toplum tepetaklak dünyanın ta kendisidir. Din bu dünyanın genel teorisidir. (…) (Din bu dünyanın) ahlâkî müeyyidesi, yegâne tamamlayıcısı, teselli ve mazeretin evrensel temelidir. İnsanî özün herhangi bir gerçek hakikate kavuşamaması sebebiyle o insanî özün hayalî gerçekleşmesidir. Dine karşı mücadele bu sebeple dolaylı olarak ruhanî havası din olan dünyaya karşı mücadeledir.

Din aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur. (Andy Blunden, Marx Neden Ateist Değildi? Çev: Belirtilmemiş, http://istiraki.blogspot.com/2009_08_01_archive.html )

****

Türkçe literatürde, sözkonusu cümleyi içeren bölümlerin bu tür çeviri farklılıklarını ve yanlışlarını çoğaltmak mümkündür. Üçüncü çeviri doğruya en yakınıdır. Fakat o da Internet’in bulunmaz aleminin içine gizlenmiştir. Biliyoruz ki, Marx’ın bu ünlü sözünü yabancı dil bilmeyen büyük çoğunluğumuz ilk iki çeviriden okumuşlardır. Herşeyden önce vurgulamak gerekir ki, Marx’ın bu kitabının adı üç dilde de farklıdır: Orjinal Almancası Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, Fransızcası, Critique du droit politique hegelien ve İngilizcesi Critique of Hegel’s Philosophy of Right’dır.

Marx’ın kitabının adını Türkçeye, Almancasından, Hegelyen (Medeni) Hak Felsefesinin Eleştirisi, Fransızcasından, Hegelyen hukuk politikasının eleştirisi, İngilizcesinden de Hegel’in Hak Felsefesinin Eleştirisi olarak çevirmek mümkündür. Bu nedenle kanımca Türkçeye ancak şöyle çevrilebilir: Hegel’in Hak Felsefesinin Eleştirisi. Burada “Hak” kelimesi hem Tanrı (Hakk), hem de hukuk olarak anlaşılmalıdır. Çünkü Marx tarafından eleştirilen Hegel’in kitabının adı Hak [Doğru] Olanın Felsefesinin Ögeleri (Elements of the Philosophy of Right) veya orijinal adıyla Hak Felsefesinin Temel Çizgileri (Grundlinien der Philosophie des Rechts)’dir. Bu kitabında Hegel, dinsel-Tanrısal hak ve adalet kavramını eleştirir ve medeni haklar ile ilişkili olarak günündeki din hukukunun sorunlarını irdeler. Ama Marx’a göre çok soyut ve metafizik kalmıştır.

Şimdi, Marx’ın o ünlü sözünü içeren paragraflarının nasıl Türkçeye aktarılması gerektiğini kendi çevirimle yazıyorum:

Çeviri IV:
Çeviren: Veysel Batmaz

Dine kayıtsız eleştirinin temeli şudur: İnsan dini yapar, din insanı değil. Din, gerçekte kendini henüz kazanamamış veya tekrar yitirmiş bir insanın “kendine saygısı” ve kendi bilincidir. Fakat, insan dünyanın dışında mülk sahibi olan soyut bir varlık değildir. İnsanlık, ademoğlunun, devletin, toplumun dünyasıdır. Bu devlet ve bu toplum dini üretir, ki din dünyanın tersine çevrilmiş bilincidir çünkü alt üst olmuş dünyadır bu devlet ve toplum. Bu altüst olmuş dünyanın genel kuramıdır din, onun ansiklopedik özüdür, halkça mantığıdır, ruhsal şerefidir (point d’honneur), vakur şevkidir, ahlakî yaptırımıdır ve evrensel tesellisi ve mazeretidir. İnsan özünün henüz hakikâti (doğru gerçekliği) kavramamış olmasından dolayı o özün hayalperestçe gerçekleşmesidir. Dine karşı mücadele bu yüzden dolaylı olarak ruhsal râihası (kokusu) din olan dünyaya karşı mücadeledir.

Dinsel çile, tek başına ve aynı anda gerçek çilenin (ezanın), bir ifadesi, hem de gerçek ezaya karşı bir başkaldırıdır. Zulm edilen yaradılanın hıçkırması, vicdansız bir dünyanın vicdanı, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.

Halkın yanılsanmış mutluluğu olan dinin ilgası (kaldırılması), halkın hakiki mutluluğuna olan taleptir. Kendi koşullarının yanılsamasından vazgeçmeleri çağrısında bulunmak, halktan, yanılsamaları gerektiren koşullarından vazgeçmelerini istemek demektir. Dolayısıyla din eleştirisi, gözyaşı ırmağının halesi olan dinin henüz doğum anındaki eleştirisidir.

Görülüyor ki, İngilizceden yaptığım çeviri, diğer iki çeviriden önemli derecede farklıdır. Benim çevirimde, dine karşı olan bir Marx’tan çok, dini anlamaya ve dini maddi temellere indirgemeye çalışan ve bu yolla, emekçilerin içinde bulundukları yanılsamalar aracılığı ile kendilerini ezdirmeye rıza göstermelerinin üzerindeki ideolojik örtüyü kaldıran bir Marx vardır. Marx’ın bu sözleri, egemen sınıfların ürkütücü bir aracı haline gelmiş olan ve özünden kopartılan, uyuyan ve uyutan hıristiyanlık ve özellikle katolik yorum için söylediği çok açıktır. O, inancın bir dolayımı olarak yanılsama yoluyla acının duyulmamasını sağlayan kurumsal dine karşı çıkarak, bu din ideolojisinin dünyayı tersine çevirdiğini söylemektedir. Kuşkusuz bu sözleriyle Marx’ın doğa dışında bir yaratan kabul ettiğini söyleyemeyiz. Ancak dinlerin oluşum (peygamberlik) dönemlerine karşıt olduğunu da ileri süremeyiz. Yukarıdaki paragrafların hemen arkasından şunları eklemektedir Marx:


“Criticism has plucked the imaginary flowers on the chain not in order that man shall continue to bear that chain without fantasy or consolation, but so that he shall throw off the chain and pluck the living flower. The criticism of religion disillusions man, so that he will think, act, and fashion his reality like a man who has discarded his illusions and regained his senses, so that he will move around himself as his own true Sun. Religion is only the illusory Sun which revolves around man as long as he does not revolve around himself.

It is, therefore, the task of history, once the other-world of truth has vanished, to establish the truth of this world. It is the immediate task of philosophy, which is in the service of history, to unmask self-estrangement in its unholy forms once the holy form of human self-estrangement has been unmasked. Thus, the criticism of Heaven turns into the criticism of Earth, the criticism of religion into the criticism of law, and the criticism of theology into the criticism of politics.”

Türkçe olarak aşağıdakilerden istediğinizi seçin:

“Eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayali çiçekleri yoldu; bunu, insanı hakikî mutsuzluğa götüren zinciri taşısın diye değil; zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsin diye insanın hayallerini yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönenhayali güneşten başka bir şey değildir.

Öyleyse tarihin görevi hakikatin ötesinin ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal biçimi [din] bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal olmayan biçimlerde kendi kendini yabancılaştırmanın maskesini indirmek ilkin tarhin felsefesinin görevidir. Böylece cenettin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine; dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.” (Çev: Kaya Güvenç, s. 39).


“Zincirlerin her yanını örten imgesel çiçeklerden eleştiri, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için zincirleri arındırıyor. Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliğini akıl çağına erişen ve yanılsamadan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkilemesi ve biçimlendirmesi için, kendi kendinin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırıyor. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen aldatıcı [sayfa 192] bir güneşten başka bir şey oluşturmuyor.

Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının yitip gitmesinden sonra, bu dünyanın gerçeğini ortaya koymak oluyor. İnsanın özyabancılaşmasının (kendi kendine yabancılaşmasının) kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki özyabancılaşmayı da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi de siyasetin eleştirisine dönüşüyor.” (Çev: Kenan Somer)

“Eleştiri, [zulüm] zincirinin üzerindeki imgesel çiçekleri koparıp attı; insanın kölelik zincirlerini hayallerden arınmış olarak veya teselli bulmak için taşımaya devam etsin diye değil, zincirin kendisini de, üzerindeki yaşayan çiçeği de koparıp atsın diye. Dinin eleştirisi insanı yanılsatmaz; böylelikle, kendi hakikatini, yanılsamalarından arınmış, kendi duyularını yeniden kazanmış olarak düşünür, harekete geçirir ve hakikatine biçim verir, kendi hakiki Güneşi etrafından hareket eder. Din sadece yanılsamalı bir Güneş’tir insanın çevresinde dönen, insanın kendisinin, kendi etrafında dönmediği sürece, döner durur.

Demek ki, hakikatin öteki dünyası ortadan kalktığında, tarihin görevi, bu dünyanın doğrusunu kurmaktır. Felsefenin acil görevi, tarihin hizmetinde, insanın kutsal öz-gayeden uzaklaşmasının maskesinin bir kez düşürülmesiyle, kutsanmamış biçimlerindeki öz-gayesinden uzaklaşmasının maskesini düşürmektir. Böylece cenetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine; dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.” (Çev: Veysel Batmaz)

Marx’ın meselesi de budur. Yani, dinin kutsallık ritüelleri ve ideolojisi halindeki egemen sınıflara hizmet eden, ezilmişlerin sömürülmelerine yol açan yanılsamalı dünya algısını kuran kurumsallıklara karşı, dinsel kurumsallıktan ayrılmış bir algının, kendi hakikatini, bu ister doğa olsun, isterse Tanrı, özgürce ve eşitçe bulabilmesidir.

Günümüzde, dinin özünün kavranması zamanının gelmiş olması ve dinin ruhbanlar tarafından sanki bir Mısır dini haline dönüştürülmüş biçimine yapılan Marksist eleştiri, insanlığın güzel geleceğine olan imanın başlangıç ve güncel noktasıdır. Yukarıdaki sözleri yazan Marx, 20.yy’da yaşasaydı ve başkaldıran Bundçuları, Kızıl Kiliseleri ve İslam alemini görseydi, eminim: "din halkların kokainidir.” (uyarıcısıdır) derdi.
haber10

Selahattin Yıldırım: “Henri Lefebvre: Kent Hakkı ve Kentsel Adalet”
Salim Ayhan
19 Ocak 2014



Selahattin Yıldırım Hoca’nın Özgür Üniversite’deki “Henri Lefebvre: Kent Hakkı ve Kentsel Adalet” Başlıklı Seminerinden (1) İlham, İntiba ve Notlar:

Selahattin Yıldırım Hoca, Özgür Üniversite’de gerçekleştirdiği seminerine, “20.yüzyılın en önemli düşünürlerinden” Lefebvre ’nin yaşam öyküsünü anlatarak başladı.. Annesi Katolik ve babası ise bohem hayatı yaşamaya meraklı bir entelektüel.. Annesi tarafından papaz okuluna verilir, ama buradan kaçar.. 20’li yaşlarda üniversite öğrenimi görürken Taksi şoförlüğü yaptı -bohem yaşam tarzına da merakı bu konuda etkiliydi- ve şehri yakından tanıma fırsatı buldu… Bu dönemde Sorbonne’da Philosophies adlı felsefe grubunda felsefi bir devrimin peşindeydi.… Ve daha sonra Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu… Stalinist politikaları benimsemiyordu ve bu sebeple komünist parti üyeliği 1958 yılında askıya alındı .

Determinizme karşıydı.. Determinizmin karşısında özgürlüğü savunuyordu, bu özellik onu Ortadoks Marksizmden ayırmaktadır.

Şiirsel bir dili vardı..

Sezgileri oldukça güçlüydü Lefebvre ’nin, enformatik devrimi ve küreselleşmeyi çok önceden öngördü.

Kent Hakkı’nı anlattığı kitabındaki ilk bölüm : “okuyucunun dikkatine” sözleri başlamaktadır ama, bu kısım, “giriş” başlığıyla çevrilmektedir. David Harvey bile onun ilk bölümde değindiği temel şeyleri kaçırabilmişti. Bu şüphesiz büyük bir talihsizlikti.

Sistem karşıtı bir “sistemci”ydi filozof Lefebvre , Sistemlerin düşünce faaliyetini zorlaştıracağı kanaatindeydi. (Bu noktada Bütün Fikirin gerekliliği ve kurulamazlığı meselesini hatırlıyoruz..)

Kentlerin felsefenin kızı olduğuna belirtmiştir ve felsefe de kentin kızıdır.

Bu noktada Selahattin Hoca, Lefebvre ’nin anlaşılması için, Kent’in (Arapça: medine) medeniyet ile olan etimolojik ilişkisini vurguluyor...

Evet kentler yaşam alanıydı… Yaşamın geçtiği yerlerdi, bu sebeple özerk ve özgür olmalıydı.. İnsanların kullanım hakları olmalı ve kolektif yaşamın merkezi olmalıydı kentler –ortak yaşam alanı olmalıydı-.

Farklılık hakkı ve bilgi hakkından da söz ediyor Lefebvre .. ayrıca kentlerin dayanışmacı olması gerektiğini vurguluyor… [Şüphesiz bu dayanışmacılık kapitalist sisteme radikal bir meydan okumadır.]

Lefebvre ’nin çağrısı bir direniş çağrısydı. Onun bu direniş çağrısı sıklıkla başka dillere yanlış çevrilmiştir. [“çığlık” olarak çevrimiştir] oysa burada söz edilen şey sömürüye, homojenliğe, yabancılaştırmaya, insanı ezen ve tüm manâsıyla sürdürülemez kente karşı direnişin çağrısı…

Selahattin Yıldırım Hoca bu konu ile ilgili, Bodler ile Lefebvre arasındaki etkileşime de değindi. (Gördüğüm kadarıyla Lefebvre Baudelaire (Bodler)’den etkilenmişti. Ve böylece –kabaca ifade edecek olursak-cehennemî şehri bir devrim ile yaşanmaya değer şehre çevirmek niyetindeydi .)

Turgut Cansever Hocanın konferanslarında belirttiği pek çok prensip, Lefebvre tarafından da dile getiriliyordu.

BD_İBDA dünya görüşünün de sorduğu, “yaşanmaya değer hayat hangisi” sorusu, yerini şehir hakkı çerçevesinde “yaşanmaya değer şehir hangisi” “hangi yaşam tarzına göre nasıl şehir” sorusuna bırakıyor..

Şehrin medeniyet ile olan kavramsal ilişkisi de ortadayken, bir toplum projesi ortaya koymuş her dünya görüşü bu soruyu cevaplamaya mecburdur.

Bu arada İdeolocya Örgüsü’ndeki şu değerlendirmeyi hatırlıyoruz:
[Fildişi kaldırımlarda, her yaştan, maddeleri ve ruhları nur insanların sel sel akacağı İslâm(Metropolis)leri, Garbın milyonluk şehirlerindeki ruh ihtilâcının tam zıddına yataklık edecektir. Şâir (Bodler) in , 19. Asırdaki cehennemî Avrupa şehrinin mânasından aldığı ve böylece 20 nci Asrı ihtar etmiş bulunduğu korku ve kasvet duygusu, İslâm (Metropolis)inde büyük refah ve ümide dönecektir.
· Ruhi, harsî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî, fenni ölçülerden, gerçek ruh ve harsın gittikçe müeyyidesizleşmesi neticesinde, öbür ölçülerin cehennemî terakkilerle büyümesi ve nihayet Avrupa (Metropolis) lerin bir türlü çözülmez grift ukdelerin kaynağı haline getirmesi, çok
ince bir vâkıadır. İşte (Bodler) ve onu takip eden büyük şâirlerin farkında o|mıyarak, bazı mütefekkirlerin de bile bile haber verdikleri ve dehşet belirttikleri bu büyük şehir vakıası, müsbet olan her müessiri semerelendirildikten sonra, menfî olan bütün saikleri ve müessirleriyle tasfiye edilip, Hak ve hakikate giden kahraman insanların şevk ve muvazene bucağı olmak haysiyetini, İslâm İnkılâbının şehir telâkkisinde bulacaktır.
· İslâm inkılâbının, köy bahsinde bir cephesiyle işaret edilen büyük ve salahiyetli (Metropolis) leri, köyü sömürerek, köleleştirerek ve yok ederek inkişaf etmek yerine, insanoğlunu köy kaynaklarında üretip ummânlara benzer şehir denizinde toplayan ve aradaki kemmiyet ve
keyfiyet sınırlarını daima muhafaza eden üstün hak ve adalet nizamının kurultay merkezi olacak; ve en ince, en muğlâk, en hassas, en dakik, en mükemmel, en sanatlı, en hesabî madde ve mâna donatımını âbideleştirecektir. ] [1]

Kent çerçevesinde, Ortadoks Marksist Teori’yi de eleştirdi, Selahattin Yıldırım Hoca: [O, alt yapı’nın üst yapıyı belirlemediği kanatindeydi…]

Bu durum kentteki ekonomik ilişkiler önemsizdir demek değildir. Anladığım kadarıyla Lefebvre, Ekonomik determizim karşısında yaşam mahalli olan, yaşamın geçtiği yer olan, medeniyetin binlerce yıllık birikimi olan kent’i kurtarıyordu, onu nesne olmaktan çıkartıp bir özne, bir merkez, bir yaşam merkezi olarak düşünüyordu. Böylece Kent ve Kentlilik talep edilmesi gereken bir hak oluyor, homojenliğe karşı özgürlük ve farklılık zafer kazanıyordu.

İkinci olarak, Lefebvre -hukuki terminolojideki- “kullanım hakkı” meselesi ile kapitalist sistemi – onun mülkiyet ilişkilerini- derinlemesine sorguluyordu zaten, ancak bu ekonominin diğer bütün değerleri dışlayarak merkez olması fikri, her şeyi ekonomiye bağlamak fikri; böylece etiğin, estetiğin, kültürün ve diğer değerlerin, yaşam ile ilgi tüm diğer teori ve pratiklerin, alt yapı tarafından mukadder oluş şeklinde belirlenmesi fikri yanlıştır. Bu durum ekonomi hariç her şeyi önemsizleştirirken, ekonomiye ise tanrısallık, tanrısal bir determinizm gücü izafe etmek demekti..
(..)
Selahattin hoca, kent ve kadın meselesine de değindi.

Homojenliğe karşıydı lefebvre, Kadın ve Erkeğin şehirdeki ihtiyaçları farklıydı, her kadın ve her erkek şehirde kendi beklentilerini karşılayabilmeliydi. Örneğin kadın için güvenlik, -evde ve sokakta şiddet taciz edilmemek öncelikli bir meseleydi- .“Yaşlı bir kadın için” hükümet politikalarının çok önemi yoktu.” O günlük hayatı ile ilgili şeyler ile ilgilenirdi.. Meselâ mahallesindeki komşuluk ilişkileri.. ulaşım vs.. [Böylece kent özerk yapısıyla kentlilerin bütün ihtiyaçlarını onların talepleri doğrultusunda karşılamalıdır. Tabii ki Gerçek ve adaletli bir öz yönetim ile bugünkü sahte kapitalist kent meclisleri, sahte seçimler ve sahte temsili demokrasi vs ile değil]

Ayrıca, bir takım anarşist entelektüellerin eleştirdiği Marksist kuramdan söz etti Selahattin Yıldırım Hoca: “Evet 'eski gözlük' eksik yada yanlış olabilir ama bize 'yeni bir gözlük', yeni bir teori gereklidir, oysa bu arkadaşlar yeninin ne olduğu konusunda hiçbir şey söylemiyorlar. Evet eski eskide kaldı ama yeni de meydanda yoktur. Yeniyi birlikte oluşturmalıyız.” Dedi.

Sonuç olarak “yaşamaya değer” bir şehrin mümkün olduğuna inanan Selahattin Yıldırım Hoca, bu konu da Lefebvre ’nin iyimserliğini vurguladı..
(..)
BD-İBDA dünya görüşü, şehircilik anlayışı da mutlak beşerî mülkiyeti tanımıyor ve şehirlerde mülkiyeti fertlere ait olmayan ortak yaşam alanlarının olduğu tektipleşmemiş şehirler öngörüyor.

Lefebvre ’nin kullanım “hakkı meselesi” de bize gösteriyor ki, BD- İBDA dünya görüşü ve 20. Yüzyılın en önemli (Marksist) düşünürlerinden Lefebvre , şehircilik konusunda, pek çok ortak düşünceye sahiptir:

[Evet, bugüne kadar insanoğlunun uzanabildiği ne kadar iktisadî ve içtimaî sistem varsa –ki İslâm bunlardan hiçbiri değildir ve hiçbiriyle isimlenmez – hepsinin de iyi taraflarından tek mahsup halinde bütün kıymeti, aslı ve hakikati İslâmdadır. Kötü taraflarının panzehiri de yine İslâmda...
·Böylece hudutsuz ve murakabesiz fert mülkiyetinin, zıt sistemlerce son derece haklı olarak çerçevelenmiş bütün kötü ve zararlı istismar ve ihtilâtlarını dibinden tasfiye edilmiş görmek isteyenler İslâma buyursun! Ve ferdî mülkiyet hakkından mahrum edici telâkkilerin, yine aykırı rejimler tarafından gayet doğru olarak belirtilen bütün öldürücü tesirlerini temelinden önlenmiş görmek isteyenler yine İslâma buyursun! Ayrıca iki cephenin de ne kadar iyi ve faydalı tarafı varsa, en erişilmez, nisbet ve kıvam miyarı ve üstün hakikat ruhu içinde topyekûn ezelden zaptedilmiş olduğunu görmek isteyenler, bilhassa İslâma buyursun!
·Ferde alabildiğine mülkiyet hakkı veren İslâm, ferdî içtimaî mal evine (beytülmâl) ve öbür fertlere karşı bağladığı mutlak kayıtlarla, dâhhameleşmiş başı boş sermayenin bütün istismarcı, ihtikârcı, murabahacı, maddeci ve zorba temayüllerine hiçbir dayanak noktası bırakmamıştır.] [3]

Son bir not: Selahattin Yıldırım Hoca, Bahar döneminde Özgür Üniversite’de bu konu ile ilgili bir dizi seminer vereceğini müjdeledi, biz de ilgilenenlere bu vesile ile duyuralım..
Dipnotlar:

[1] Bu seminer Özgür Üniversite’de 19 Ocak 2014’te verilmiştir.
[2] Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu yayınları, İstanbul

[3] Age.

Kaynak: http://www.millibirlikruhu.blogspot.com/2014/01/selahattin-yldrm-henri-lefebvre-kent.html
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ağu 11, 2013 9:38 pm    Mesaj konusu: Marx'tan geriye kalan Alıntıyla Cevap Gönder

Marx'tan geriye kalan
Selçuk Salih Caydi
2.4.12



Berlin duvarı yıkılıp, şehrin doğusuna giden bariyerler açıldığında, Doğu Alman SED'si (yani iktidardaki “Almanya'nın Sosyalist Birlik Partisi”) ve Türk TKP'si (Türkiye Komünist Partisi) tipi maaşlı Komünist Partilerinin buharlaştığı görüldü. Doğu Berlin'de yaşayan Vietnamlılar dışında hemen bütün "yoldaşlar" kayıplara karıştı. İçlerinden davayı bırakıp "serbest piyasacı" olanlar bile oldu. O günlerden beri, Marksizmin krizi, işçi hareketinin krizi ve ulusal kurtuluş örgütlerinin krizinden bahsediliyor (Tabii sorumluluk duyarak düşünmeye devam edenler bu konulardan bahsediyorlar.) “Eski tartışmalar”ı özlemiş olanları hayal kırıklığına uğratmak pahasına da olsa söylemeliyiz ki: O günlerden beri konuşulan asıl konu Marx ve Marksizm değil, Kapitalizmdir!Kapitalizmin cinnet devrinde yaşıyoruz. Böyle bir devirde nostaljik Marx muhabbetleri yerine, Marx'ın kapitalizme yönelttiği kategorik eleştirileri konuşmak, Marx'ı bu bağlamında ele almak galiba en doğrusu olacaktır. Marx'ın eskimiş teorileri ve konunun hikaye/tarih kısmı dışında kalanı, yani Marx'tan geriye kalan, bu yazının ilgi alanını oluşturuyor.
Bugünkü haliyle kapitalizm, küresel iklim felaketine neden olan, dünyadaki yaşamın ve insanlığın geleceğini tehdit eden çok somut bir tehlike haline gelmiştir. Kapitalizmin tehdidi altındaki insanlar/kesimler, (Marx'ın deyimiyle) “sömürülenler” değildir sadece. “Sömürenler” de kapitalizmin tehdidi altında yaşıyorlar. Buradan, yeni kapitalizm eleştirisinin ilk ilkesini çıkarıyoruz: Günümüz kapitalizmi, ayrım yapmadan bütün insanları, dünyadaki yaşamı ve yaşam koşullarını tehdit etmektedir. Bütün insanlık tehdit altındadır...
Hatta yüksek sesle şunu söyleyebiliriz: Kapitalizm, şimdiki haliyle, insan soyuna karşı olabilecek en büyük tehdittir. Çünkü sistem, ekonomi denen şeyin işlediği yerlerde, nerdeyse bütün insanları kapitalistiyle, proleteriyle (ve proleterlerden çok daha fazla sayıdaki beyaz yakalılarıyla birlikte) bu sisteme hapsetmiştir. (Ya da onlar kendilerini sisteme hapsetmişlerdir.) Bunun anlamı şudur: Sisteme eleştiri getirenlerin (tamamına yakını) gene sistemin içinde yaşayan, bir şekilde sisteme bağımlı insanlardan oluşmaktadır.
İnsanların bu sisteme hapsolmalarının ilk önemli nedeni vardır. İlki, (sistemin ortaya çıktığı 16'ıncı yüzyıldan 19'uncu yüzyıla kadar) insanın kendi zaafları idi (insanın kendi nefsinin kurbanı olması durumu, 'beşer'likleri); ikincisi, (20'inci yüzyıldan itibaren) yaşam koşullarının artık onları sisteme mecbur etmesidir. Sistemin içine doğdular ve onun yarattığı koşullara bağımlılar. Bağımlılıkları, bir çoğu için yaşamsaldır. Sistem içinde yaşayan insanların çok büyük bir çoğunluğu, bundan daha farklı bir yaşam tarzı (ve ekonomik sistem) olabileceğini düşünemiyorlar. Yeni Kapitalizm Eleştirisi, sadece kapitalistlere karşı çıkıp proleterlere (ve sistemin diğer önemli bileşenlerine) ses çıkarmayan(sistem içi) bir eleştiri türü değildir. Kapitalist/proleter/işsiz demeden ve ayrım yapmadan, sistemin yıkıcılığına karşı insanı/yaşamı/doğayı ve insani değerleri savunmaktadır, savunmalıdır.
Kapitalizm gibi, insanın ve yaşamın aleyhine işleyen bir sistemi değiştirmek için -Marx'ın önerdiği gibi- sadece "işçi sınıfı" itici kuvvet olamaz. Çünkü işçi sınıfı ("sınıf"lığının derecesi/türü de tartışmalıdır) sistemin içinde yer almaktadır ve sistemin en önemli/vazgeçilmez bileşkenlerinden sadece biridir (kapitalistlerden sonra ikinci önemli bileşkendir). Hal-i hazırda sisteme, sistemin değişimini dayatacak/zorlayacak iki temel kuvvet bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, sistemin/ekonominin/sosyalin dışına itilmiş olan daimi işsizler, yani "sınıfsızlar sınıfı"dır. İkincisi, toplumların bütünüdür. Yani toplumların akıllarını başlarına devşirerek topyekün bir değişim için birlikte tedbirler almaya başlamaları ve bu çabaları ısrarla sürdürmeleri olayıdır. Bunun için de insanların önce -kapitalistlerden başlayarak- açgözlülüğü bırakmaları gerekmektedir. Para hırsının akıl almaz boyutları, ahlak sınırlarını aşmıştır ve delilik/çılgınlık noktasına doğru koşmaktadır.
Eğer mütevazi olmayıp (-ki her türlü erdemin ve dinin temelidir) bu paracıl açgözlülük durumlarına karşı tedbirler alınmazsa, "sınıfsızlar sınıfı", toplumun "sınıflılar sınıfı"nın tepesine binecektir. Bu da bir tür kaos/yağma ve ayaklanma demek olacaktır. Burada, -eski usul- devrimden/mevrimden de bahsedilemez, çünkü "sınıfsızlar sınıfı"nın dişe dokunur (ciddiye alınabilecek) hiçbir siyasi/sınıfsal hedefi yoktur. Olanları da modernizmden/kapitalizmden bozma ikinci el popülist laf salatalarıdır. "Sınıfsızlar sınıfı", toplumdan tamamen dışlandığı yere zorla girip talancılık yapmak, araba yakmak, kapkaç, kaçakçılık ve mafyöz/yöreci pseudo-örgütçülük gibi konularla ilgilidir. Bu "kitle"den siyasi bir şeyler çıkma olasılığını zaman gösterecektir. Bu kesim, sistem dışı yeni yerel/bölgesel ekonomi alternatifleri geliştirilmediği sürece, -ki vahşi kapitalizm kendisi dışında varolmayı deneyen başka ekonomik deneylere izin vermemektedir- bencil bir lümpenliğe/yağmacılığa tekabül etmektedir. O nedenle sadece yıkıcı bir potansiyele sahip görünmektedir. Bunlar, sistemin insanlara kimlik niyetine sunduğu tek temel kimliklerini (yani "ekonomik kimlik"lerini) yitirmişlerdir ve onun yerine koymaya çalıştıkları (örneğin etno-kültürel kimlikler vs.) şeylerin karın doyurmadığını hissetmektedirler, ve bu yüzden çok öfkelidirler. "Hayatlarını kurtarmak!" için örneğin Hristiyanları öldürüyorlar. Çünkü sistem, parası olmayana, tanınmayana, sistem içinde saygın bir yaşam hakkı bile tanımamaktadır ve insan haysiyetine yakışır bir saygın/varoluş alternatifi sunmamaktadır.
Dünyadaki son özelleştirme furyasından sonra, sağlık/eğitim gibi temel alanlarda da, parası olmayana hizmet verilmemektedir. Son Kaliforniya yangınında, bunun akıllara sakat başka bir örneği görüldü: Özelleştirilmiş itfaiye, sadece para ödeyen evleri söndürdü, diğerlerinin yanmasını seyretti! Sistem artık böyle bir cinnet/bitiş dönemini yaşamaktadır.
Kapitalist sistem; düşünce tarzlarından (kuru rasyonelci düşünce tarzı ve tarihi materyalizm de buna dahildir), -izm'li dile kadar, hatta düzenli-müzik-ritmine kadar (Taktrythmus), ücretli iş sistemine, sürekli daha fazla kazanmak gerektiren para (sistemine) kadar ve sistemi işletmek için sürekli daha fazla yakılmak zorunda olunan petrole kadar... insanların (hangi "sınıf"tan olduğuna bakmadan) insanları inanılamayacak derecede derinlemesine kuşatmıştır. Ve bu kuşatma hızla sürdürülemez hale gelmektedir, çünkü vardığı absürd boyut, insan doğasına tamamen aykırı bir noktaya gelip dayanmıştır. Kapitalistler de bu gidişin bir geleceği olmadığını biliyorlar ve bundan kurtulamıyorlar. Çünkü artık herşey birbirine bağlıdır (İşçiler patrona, patronlar işçiye, devlet onlara, hepsi paraya vs.)
Böyle bir kısır döngüyü, sadece kapitalistleri suçlayarak, kırmak mümkün değildir. Kapitalistler kadar olmasa da, çalışanlar da (neredeyse kapitalistler kadar) suçludurlar. Armosferi tek başına üç-beş kapitalist kirletmiyor. O kadar pisliği birkaç kişinin üretmesine imkan yoktur! (Ayrıca, sistemin merkez ülkelerinde saf/katışıksız "patron" diye bir zat, artık yok denecek kadar azdır. Bütün büyük firmalar, borsa üzerinden ortaklara sahiptirler ve o ortaklar arasında beyaz yakalılar VE tabii işçiler/proleterler vardır. Marx'ın ve Lenin'in yaşadığı dönemlerde böyle şeyler söz konusu bile değildi veya istisnaydı) Klasik marksist klişeler, bu tek örnekte bile görüleceği gibi, çağdaş kapitalist sistemi açıklamaya (ve aşmaya) kesinlikle yetmemektedir.
İşin kötü tarafı, sistemin intihar tribini engellemek için gerekli politik mekanizmalar da bulunmamaktadır. Çünkü politika, kapitalizmin çerçevesi dahilinde (kapitalizmin "ulus-devlet" formatına göre) tarif edilmiş bir şeydir. Para üzerinden sınıf/zümreler arasındaki çıkar farklılıklarını barışçıl bir şekilde düzenleyen bir kurumdur. Politika, para/mal üzerinden tarif edilen bir şeydir. Bu nedenle, sistemin değiştirilmesi için sadece işçilerin (veya sadece kapitalistlerin) harekete geçmesi yeterli değildir. Herkesin -koordineli bir şekilde- harekete geçmesi ve herşeyin ortak akıl/ruh ile değiştirilmesi gerekiyor. Bunun için mümkünse her kesimin ikna olması (veya ikna edilmesi!) şarttır. Her kesimin, -ekonomik kimlikleri adına değil insanlık adına- değişime katılması, katkıda bulunması gerekiyor.
Bu zorunlu değişime herkesi katacak, olmadı değişimi her kesime dayatacak gelişmeler ve muhalefet yöntemleri, "politika"ya alternatif olan 'Yeni Siyeset'in kapsama alanına giriyor. Bu yol, zor olan yoldur ama tek alternatiftir. Yeni Siyaset devreye giremezse, lümpenler/magandalar devreye girecektir -ki bu toplumun sonu ve şiddet dozu yükselmeye açık bir kaos demek olur. (Toplumlar, özellikle sistemin merkez ülkelerinde, sosyal ilişkilerini tamamen para ilişkilerine indirgeyip, yoğun bir bireyleşme/yalnızlaşma yaşadıklarından, eskisine nazaran çok daha kırılgandırlar)
Marx'ın bu konteksteki yeri, kapitalizmin temelleri hakkında çok yerinde ve doğru kategorik analizler/eleştiriler getirmiş olması ve bu eleştirilerin bir kısmının günümüzde de geçerliliğini aynen (hatta eskisinden daha çok) sürdürmesidir. Bunun ötesinde, bütüncül bir Marx ve Marksizm hayranlığı (Groucho Marx için belki geçerli olabilir, ama Karl Marx için) söz konusu olamaz. (Tabii Marx'ın kapitalizm eleştirisi için olmazsa olmaz analizleri ve Marx'ın saygı duyduğumuz kişiliğini, bunun dışında tutuyoruz)
Günümüzde bir samimiyet testine tâbi tutarsak, Marx'la yeniden ilgilenenleri üç kategoriye ayırabiliriz: 1. Sadece şık olduğu ve şimdi moda olduğu için Marksist olanlar. Bunların jeopolitika/günlükpolitika merkezli "Sol" sohbetleri tatlı ama samimi değiller. Söyledikleri, magazin değeri dışında önem taşımıyor ve bu yazının ilgi alanına girmiyor. 2. Marx moda olunca, tozlu raflardan eski Marksist (aslında daha çok Leninist/Troçkist/Maoist) malzemeyi indirerek sadece yüksek perdeden konuşmak isteyenler. (“Marksizm gelecekse biz getiririz, sosyalistlik yapılacaksa biz yaparız” tipi anadan doğma "eski" Marksistler) Bunlar da samimi değiller. Çünkü herkesin malumu olduğu üzere eski dogmalar dışında yeni birşey söylemiyorlar. Bunlarla konuşmak, onların uzun cümlelerini okumak, kültürlerine gıpta etmek falan çok zevkli. Ama o kadar... 3. Marx'a SADECE onun hâlâ geçerli olan (mesela kapitalizmin yapı taşlarını tarif eden) kategorik kapitalizm eleştirileri nedeniyle ilgi duyanlar. Dolayısıyla Marx'a -dogmatik bir şekilde bağlı olMAyanlar. (Yani mutlaka Marksist/Marksçı/Marksgil olmak gibi bir derdi bulunmayanlar) Bunlar, Marx'a saygı duymakla birlikte, onun yazdıklarına "kutsal kitap" muamelesi yapmıyorlar ve onu incelemek için mutlaka eski/yeni Solcu olmak gerektiği gibi saplantılara/tekelciliklere sahip değiller.
Marx derken, onun önemli kuramlarından yola çıkarak (bu yazıda şimdilik kısaca) değineceksek, mesela “Marksist devrim” (1) konusu günümüzde geçerliliğini tamamen yitirmiş ve iflas etmiştir. Bunun nedeni, eski Marksist-Leninist (ML) Sol'un bu işler için kullandığı veya kullanmayı hedeflediği “Sol parti”, “sosyalist devlet” manivelasının yokluğu/kurulamaması değildir sadece. Global kapitalist ortamda MODERN (sol liberal veya liberal kapitalist) hiçbir devlet/parti, (Venezüella dahil), uluslarötesi finans/iş sisteminden kopmadan sahici bir sosyal devrim/reform yapamaz. Yaptığı/yapacağı şey mutlaka kapitalist konteks içinde olacaktır. Oysa bir devrimden konuşacaksak, devrim ancak, kapitalizmin (tüm değerleri ve sınıflarıyla birlikte) dışına doğru bir değişim olabilir. Bu "imkansız!" gibi geliyor kulağa. Ama zorunludur! Yoksa sistem çökecek ve dünyada kan gövdeyi götürecektir.
Kısacası: Sistem öyle veya böyle mutlaka zaten çökecektir. Burada önemli olan, insanların aptal olmadıklarını kanıtlayarak, kendi yaptıkları hatayı kendilerinin temizleyebileceklerini göstermeleri, bu iradeyi göstermeleri meselesidir. O ZAMAN, KURTULUŞ İÇİN, UMMADIKLARI İMKANLAR ORAYA ÇIKABİLİR. Televizyon/bilgisayar başında oturup etliye-sütlüye karışmayan "lüks" tartışmalarla vakit öldürürlerse gök başlarına çökecektir ve Göğün gazabı korkunç olacaktır. Burada önemli olan, sistemin çökmesine meydan vermeden onu ELBİRLİĞİYLE değiştirmektir.
Klasik Marksizm, kapitalizmi eleştiren temel teori olmayı bugün de sürdürmesine rağmen krize girmiş ve günümüz kapitalizmini açıklamakta, ona yeni ve sağlam bir eleştiri getirmek konusunda yetersiz kalmıştır. Kapitalizme karşı -parti ve/veya sendika, üniversite üzerinden- kullandığı (grev/boykot/vs.) yaptırım gücünü yitirmiştir. Daha 1950'li yılların sonundan itibaren kapitalizmin gelişmesini izleyememiş ve ona uygun eleştiri ve alternatifler geliştiremeyerek donmuştur. Gerçi ulusal kurtuluş hareketleri bu tarihten sonra marksımsı bir dil ve örgütlenme modeli ile yolculuğu sürdürmüşlerdir, ama aynı tarihlerde Marx'ın teorilerinin motoru “işçi sınıfı”, en güçlü olduğu Avrupa ve Amerika gibi yerlerde devrimciliğini ve kapitalizmle “uzlaşmaz” (?) çelişkisini çoktan bırakmıştır. Ve “zincirlerinden başka” kaybedebileceği bir otomobile, bir eve, yılda bir kez yurtdışında yaptığı tatile, borsa üzerinden ortağı olduğu firmaların hisse senetlerine falan sahiptir.
Marksizmin krizinden daha 1930'lu yıllarda bahseden Marksist Karl Korsch, krizin teorik kökenlerini, Marx ve Engels'in devrimci teorilerinde, onların devrimci halefleri tarafından hedefinden saptırılmasında aramanın “yanıltıcı ve yanlış” olduğunu söylüyor. Korsch'a göre “Bugünün (1931'de) krizi, son tahlilde, başlı başına Marx ve Engels'in teorilerinin krizidir.” Ve “bu teori, en başından bu yana, asla 'mevcut sınıf mücadelelerinin genel ifadesi' olmamıştır. Daha ziyade o (Marksizm), (daha) önceki bir tarihsel dönemdeki sınıf mücadelelerinin (...) bir ürünüdür ve dolayısıyla da, tamamen yeni koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkan günümüz sınıf mücadeleleriyle herhangi bir somut ilişkisi bulunmamaktadır.” (2)
Karl Korsch bugün yaşasaydı acaba “sınıf mücadelesi” hakkında ne diyecekti? Klasik "sınıf mücadelesi" diye birşey kalmış mıdır? (Artık sınıflar birbirinin içine girmiş durumdadır. İşçi burjuva özelliklerine sahiptir, burjuva da bazen işçiden daha çok çalışmaktadır vs.) Özellikleri birbirine son derece benzeyen kesimlerin bir karışımı söz konusudur. Bir tek bugünün kalıcı işsizleri, yani sömürülemeyenleri, bu "sınıflılar sınıfı" dışında değerlendirilebilir. Günümüzün "sınıf" (?) mücadelesi de olsa olsa; sistemin DIŞINDA kalmış 'sınıfsızlar sınıfı' ile (işçisi ve patronuyla) sistemin İÇİNDE yer alan 'sınıflılar sınıfı' arasındaki mücadele olabilir. Günümüz kapitalizminde işçi ile patron arasındaki sınıf mücadelesi talidir. Sistemin içindekiler ile sistemin dışında kalmış olanların mücadelesi, dünyadaki temel paradigma olmaya aday bir gelişme seyri izlemektedir.
Karl Korsch'un bugün de geçerli olan en önemli eleştirisi ise şudur: Klasik Marksist iktisat kapitalist iktisadın temel kategorilerini (değer/Wert, mal/meta/Ware, ücretli-iş/Arbeit ve para/Geld) eleştirmemektedir. Korsch bunu kendince şöyle ifade ediyor: “Marksist iktisat, başlangıçta, burjuva politik iktisadının radikal bir eleştirisi olarak, yani teorik hem de pratik nihayetini gerçek bir devrimde bulan bir eleştiri olarak formüle edildi. Başlangıçtaki bu şema, sonradan Marx tarafından değiştirildi ve Engels tarafından enikonu dönüştürüldü. Günümüzde Marksizmin hem savunucuları hem de eleştiricileri, Marksist iktisadı, hemen hemen neredeyse, burjuva toplumunun tüm ekonomik fenomenlerini, teorik olarak, eleştiri dışı ve aksiyomatik bir 'değer' kavramından çıkarsayan bir bilimsel sistem olarak görmektedir.” (3)
Yeni kapitalizm eleştirisinin Marx'da yeniden keşfettiği şey, eski Sol/Marksist klişeler değildir. Tam tersine, Sol'un bugüne dek tamamen es geçtiği konulardır: “Modern fetişizmin eleştirisi” (4), “mal/meta üretimi” (5), Marx'ın sözleriyle “malın değerlendirilmesi/tüketilmesi” (“Verwertung des Werts”) (6) ve kapitalist topluma özgü -gene Marx'ın deyimiyle- “Otomatik birey/özne”dir (“Automatisches Subjekt”) (7).
Yeni kapitalizm eleştirisi, sistemin yapı taşlarına ve kategorilerine yönelik eleştiriler getirir. Bunun merkezinde örneğin “ücretli iş sistemi” (Marx'ın deyimiyle: “Abstrakte Arbeit”) ve onun ifade biçimleri de önemli bir yer tutmaktadır (yani proleteryanın, sistemin ayrılmaz bir parçası olduğuna dair konular da buna dahildir) Klasik Marksizm, -Doğu Berlin'deki (Moskova'daki, Beijing'deki vs.) yoldaşlarda gördüğümüz şekliyle- değil bu kategorileri konuşmak, bunların farkında bile olmamıştır. Çünkü sosyalist ülkelerde, değeri kiloyla ölçülen sayısız "bilimsel sosyalist" kitap yazılmıştır ama bu konuları içerenleri bir elin parmakları kadar bile değildir. Kapitalizmden kurtulmak demek, bu kategorilerden kurtulmak demektir, o kategorileri başka şekilde “sosyalist toplum”da aynen sürdürmek değil. Klasik Marksistler, “ücretli iş”i asla sorgulamadılar, kapitalizmden aynen alıp kullandılar. Para'yı da asla sorgulamadılar, aynen alıp kullandılar.
Klasik Marksistler Marx'ın 'değer teorisi'ni (8) hiç anlamadılar. “Piyasa” lafını duyunca, bazı eski Komünistler hâlâ kapitalizmin serbest piyasasını anlıyorlar! (Sanki 'piyasa' sadece kapitalizme özgü bir şeymiş gibi) Kapitalizmi kapitalizm yapan bu temel kategorilerde, Lenin'in (Troçki'nin, Stalin'in, Mao'nun ve diğerlerinin) bize “sosyalizm” diye sunduğu düzenle kapitalist düzen arasında HİÇBİR temel/nitel farklılık yoktur. Bütün farklılıklar niceldir. Reel sosyalizm, bir tür kooperatist/devletçi kapitalizmdir. İyi niyetli bile olsa sonuçta, sadece kapitalizmin (iki farklı şekilde) tüm dünyaya yayılmasına ve eski kültürleri/uygarlıkları tasfiye etmesine hizmet etmiştir. Ve kapitalizm öncesi kültürlerin yaşayan/öz itibarıyla TÜMÜNÜN acımasızca yeryüzünden silinmesiyle sonuçlanmıştır. (Bu “silim” işi en kesin biçimiyle sosyalist ülkelerde gerçekleşti) Sovyet Rusya'da, Halk Çini'nde yapılan kültür soykırımı, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş ölçülerdedir. Modern kapitalist “uygarlık” (yani modern barbarlık), birbirinden tamamen farklı/renkli kültür ve uygarlıkları istisnasız tamamen yoketmiş veya tanınmayacak ölçüde değiştirip kendine uydurmuştur. Kapitalizm, yok ettiği kültürlerin yerine dünyanın her yanında aynı beton binaları dikmiş, aynı asfalt yolları yapmış, insanlara aynı giysileri giydirmiş (takımelbise/kravat), aynı müziği dinletmiş (düzenli ritmli “World music”), aynı şeyleri yedirmiştir. (Hamburger)
Bu vahşetin Sol/Marksizm/devrim adına yapılması halinde “ilericilik” (nereye?) sayılabileceği düşüncesini kabul etmek kesinlikle mümkün değildir -tam tersine!.. Solun "sosyalizm kuruyoruz" diye Rusya'da, Çin'de yarım bıraktığı kooperatist devlet kapitalizmi ve kültür/uygarlık katliamının üzerine, dünyanın en vahşi kapitalizm türü kurulmuştur. Ve bu süreçte Sol, -haklı olarak- halkların güvenini tamamen yitirmiştir. Bu durum, Solun kapitalizme karşı kazanımlarını da gölgede bırakmıştır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Reel-sosyalist ülkelerde uygulanan kültür/inanç/uygarlık soykırımı, reel-kapitalist (liberal) ülkelerle kıyaslanamayacak kadar barbarca olmuştur. Kültürden geçtik, Stalin dönemindeki zorunlu göçler sırasında, Gulaglarda, Mao'nun "Kültür Devrimi"nde ve ondan önce “İleriye doğru büyük adım” kampanyasında, “sosyalizmi kurmak adına” soykırıma tabi tutulanların, ölen/öldürülenlerin sayısı, iki dünya savaşında ölenlerden daha fazladır.

Dipnotlar:
1.Marx'ın 'proleterya ihtilali' (proletarische Revolution) konusundaki fikirleri hakkında bkz. Marx-Engels Werke (Marx-Engels Temel Eserler) (MEW) Dietz Verlag D.Berlin 1972 C.7, S.12-34. Ayrıca C.14, S.435-458 ve tabii "Kommunistisches Manifest" (C.4, S.459-493)
2.Karl Korsch “Sosyal Bilimler ve Marksizm” (Seçme Yazılar) 2007. S.73-74 (Vefa Saygın Öğütle'nin çevirisi)
3.a.g.e. S.77
4.MEW, C.1, S.86-104 (Marx'ın 29.6-3.7.1842'de Rheinische Zeitung'a yazdığı mektuplarda)
5.MEW, C.23, S.341-355 ve 226-244 ("Das Kapital" C.1) ayrıca C.24, S.359-390 ("Das Kapital" C.2)
6.MEW, C.23, S.161-191, (ayrıca C.24, S.31-68)
7.aynı yerde.
8."Werttheorie" MEW, C.19, S.355-383. Ayrıca bkz. Friedrich Engels'in "Das Elend der Philosophie"ye (Felsefenin Sefaleti) yazdığı önsöz.

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com