EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Yavuz Sultan Selim Han

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> OSMANLI TARİHİ
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Hzr 14, 2009 11:44 pm    Mesaj konusu: Yavuz Sultan Selim Han Alıntıyla Cevap Gönder

Fatih BAYHAN
Haber 7
'Resulullah'ın Sultan Selim'e emridir!'
12 Haziran 2009

Yavuz Sultan Selim Osmanlı’nın en kısa süreli padişahları arasında sayılıyor. Ancak tarihçiler onun bu 8 yıl süren saltanatında 80 yıla sığacak hizmetler yaptığında birleşiyor. Gerçekten de Osmanlı, onun döneminde hazinesini doldurmakla kalmıyor, topraklarını genişletip, siyasi nüfuzunu; Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Balkanlarda artırıyor.

Babasından devraldığı tatminkâr hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etmişti: "Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi. Ta ki Vahdettin’e kadar…

***

Şüphesiz Yavuz’un en büyük zaferi Osmanlı topraklarının kilometrekaresini iki katına çıkartması, ya da Avrupa’da nüfuzunu artırması değildir. Onu asıl sevindiren Rasulullah’ın beldesinin hizmetkârı seçilmesidir.

Evet, Cihan Devleti’nin genç ve kudretli İmparatoru Yavuz, bunca zaferden sonra bir emir alıyor ve o emirden sonra dermanını yitiriyor, gücünü, ihtişamını unutuyor gözlerinden kan gelinceye dek ağlıyor, ağlıyor…

Evet, Yavuz’u böylesine titreten emir Rasulullah’tan geliyordu…

Yavuz’un nedimi Hasan Can o gün Yavuz’la ilmi münazaraya gidememiş, uyuyakalmıştı. İşte ne olduysa o gecenin sabahında oldu.

Cihan Padişahı Yavuz Sultan Selim, Hasan Can’a gidip, “İmdi ne düş gördün beyan eyle, dinleyelim” der. Gördüğü rüyanın tesirinden kalkamayan Hasan Can bir şey anlatamaz, ancak yavuz çok ısrarlıdır. “Bre Hasan, anlat bakalım gördüğün düşü” der ve hasan Can’ı sıkıştırır...

Padişah’ın bu sıkıştırması boşuna değildir…

Kapı ağası Hasan ağa öyle bir rüya görmüştür ki, ne anlatabiliyor ne de gözlerindeki yaşı dindirebiliyor…

Hasan Can, işte Hasan Ağa’nın gördüğü o rüyayı padişah’a nakleder…

Rüya şöyledir; “Gecenin bir vakti Sarayın kapısı çalınır, kalabalık halde gelenler Arap elbiseli, Arap simalı nurani şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine bayrak almışlar. Kapının yanında da dört nurani kimse durmaktadır. Ellerinde birer sancak vardır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise Padişah’ın ak sancağı bulunmaktadır. Hasan Ağa’ya der ki; “Bizi Rasulullah (sav) gönderdi. Selam ettiler ve buyurdular ki, “Yavuz kalkup gelsun, Haremeyn hizmeti ona verilmiştir. Bu gördüğün dört kimseden; şu Ebu Bekri Sıdık, şu Ömer-ül Faruk, şu Osman-ı Zinnureyndir. Seninle konuşan ben ise Ali Bin Ebu Talip’tir. Var Yavuz Sultan Selim Han’a Rasulullah’ın bu emrini bildir” der…
Sultan Yavuz, Hasan Can’dan rüyayı dinledikçe gözlerindeki yaş artar, yüzü kızarır, boynu iki büklüm kalır…

Rasulullah’ın “Haremeyn hizmeti Selim’e verilmiştir” emri Yavuz’un Mısır seferine çıkmasını sağlayacaktır. İşte o sefer, “Hakim-ül Haremeyn değil, hadim-ul Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) ifadesini bu emirden alır…

Ve Kutsal emanetlerin İstanbul yolculuğu da böylece başlamış olur…

***

Yavuz’a verilen “hizmet” görevi Osmanlı’nın “manevi” alandaki en büyük gücü olmuştur. Çünkü İslam’ın ve Müslümanların “halifesi” sıfatı sadece siyasal güç değil, aynı zamanda dini bir simgedir. Osmanlı’nın “sancak sahibi” olmasını en güzel tanımlayan herhalde Yahya Kemal olmuştur. Kemal, “Aziz İstanbul” da şöyle anlatır meseleyi; “Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır. Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor. Selim’in Hırka-i saadet önünde okuttuğu Kuran ki hala okunuyor.” der…

Osmanlı bu derin saygısıyla büyüdü. Ve Yavuz için en büyük mükafat Rasulullah’ın emanetlerinin koruyucusu olma şerefidir.

Emanetlere o kadar kıymet atfetmiştir ki, saray’da muhafaza edilmesini istemiştir. Ve hala devam eden Kuran okunması ise başlı başına bir saygı ifadesi değil de nedir?

“Bizim davamız kuru cihangirlik davası değildir” derken Osmanlı, işte bu kutsal vazifeden aldığı ilhamla yolunu aydınlatıyordu.

***

Sina çölünde önünde yürüyenin Rasullah (sav) olduğunu görünce at’ından inen Yavuz, köleler gibi anılmak için kulağına küpe taktığı ifade edilen Yavuz Sultan Selim, “Benden Allah’ın kulu, kölesiyim” diyebilmiştir bu kadar zaferlerin gölgesinde bir Padişah olarak…
Ama Yavuz’u asıl büyüten de bunca şaşaa ve ihtişama rağmen Mısır zaferi dönüşünde kendisine hazırlanan gösterişli karşılamayı istemeyip, gecenin en koyu vaktinde sandalla boğazdan gizlice saraya geçmeyi tercih edişi olmuştur…

***

(..)

Şimdi yazıyı şöyle bitirelim…

Bu dönemde Rasulullah kendi emanetlerini koruması için acaba kime emir göndermiştir?
.
Fatih Bayhan - Haber 7
bayhanfatih@mynet.com
Kaynak: Tarihçi Hoca Sadettin efendi. Eser; Mukaddes Emanetler-Hilmi Aydın, S.5. emanetlerin Sarayda toplanması.

Yavuz, Portekizlileri de hedef almış

Prof. Dr. Feridun Emecen, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinin ardındaki gerekçelerden birinin de Haremeyn'e yönelik Portekiz tehdidi olduğunu söyledi.

Yavuz Sultan Selim'in Memlükler üzerine sefer düzenleyerek Türk ve Müslüman bir devletle savaşması yıllardır çeşitli kitaplarda eleştirilir. Padişah Müslüman kanı dökmekle, sırf toprak kazanma hırsı yüzünden cana kıymakla suçlanır.

Prof. Dr. Feridun Emecen'in kaleme aldığı Yitik Hazine Yayınları tarafından piyasaya sunulan Yavuz Sultan Selim kitabında bu söylem bir anlamda bozuluyor. Emecen, Osmanlı Memlük ilişkilerini Fatih Sultan Mehmed devrine kadar dayandırarak ilişkinin gelişim sürecini şu şekilde özetliyor: "Fatih devrinde baş gösteren gerilimin ardından II. Bayezid döneminde Ramazanoğulları ile Dulkadıroğulları beylikleri yüzünden, iki devlet karşı karşıya geldi, yapılan antlaşmaya rağmen çekişme bitmedi. Bununla beraber İslâm'ın mukaddes yerlerine (Haremeyn) yönelik Portekiz tehdidi karşısında Memlüklerin yardım talepleri, aradaki bütün çekişmeleri bir tarafa bırakan II. Bayezid tarafından dinî bir heyecanla kabul edildi".

PORTEKİZ TEHDİDİNE KARŞI YAVUZ KURTARICI OLMAYA MECBURDU

Mısır Seferi'nin temel sebebi olarak Yavuz'un "toprak açgözlülüğü", "halife olmak istemesi" gibi konuların gösterilmesinin tarihî gerçeklerle bağdaşmayacağını belirten Feridun Emecen, şunları söyledi: "Mısır, hiç şüphesiz belki de Fâtih Sultan Mehmed'den bu yana Osmanlı padişahlarının dikkatini çeken bir yerdi. Bilhassa her üç semavi dinin kutsal yerlerinin bulunduğu coğrafyaya hâkim olan Memlükler, kendilerini Haremeyn'in koruyucusu ve hizmetkârı olarak bütün İslam dünyasına kabul ettirmişti. Ancak o dönemde Afrika'nın güneyinden dolaşarak Hindistan'a ulaşan ve Kızıldeniz, Arap yarımadası ve Basra körfezinde etkili askeri harekatlara girişen Portekizliler, İslam'ın mukaddes mekânlarını da tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir Hıristiyan tehdidine maruz bıraktı. Portekizliler, Kızıldeniz ve Basra Körfezini kapatıp Baharat Yolu'nun güzergâhına hâkim olarak bir yandan da Mısır'ı ekonomik olarak zayıflattı. Memlükler, bu Portekiz tehdidi karşısında çok zorlanmaktaydı. Bütün bu durum Osmanlıları ve Yavuz'u mecburi bir kurtarıcı olarak öne çıkarmıştır, çünkü Suriye, Mekke-Medine ve Mısır'ın ileri gelen uleması Osmanlılardan medet umar hale gelmişti."

OSMANLILAR PORTEKİZ TEHLİKESİNİ BİTİRDİ

Feridun Emecen, Mısır Seferi'nin başarıya ulaşmasının ardından Mekke üzerindeki Portekiz tehlikesinin tamamen bittiğini, Mekke şerifinin bile dağlara kaçtığı bir zamanda Nisan 1517'de bölgeye ulaşan Selman Reis'in Portekiz tehdidini sona erdirdiğini anlatıyor. Emecen, "Selman Reis'in padişaha gönderdiği mektubu, Portekiz gemilerinin Cidde dolayındaki faaliyetlerini rapor ederken, aynı zamanda Mekke Şerifi Berekat'ın yaptığı yardımlardan da övgüyle söz ediyordu. Yavuz Sultan Selim bundan çok hoşnut oldu." diyor.

YAVUZ MISIR'DA NEDEN SEKİZ AY KALDI

Yavuz Sultan Selim kitabıyla Yavuz hakkında yapılan pek çok hatalı bilgiyi düzeltirken biryandan da yeni bilgiler veren Feridun Emecen; padişahın sanılanın aksine savaş yapar yapmaz İstanbul'a geri dönmediğini anlatırken sözlerini şöyle sürdürdü: "Sultan Selim, Kahire'de sekiz aya yakın bir süre ikamet etti. Hiç şüphe yok ki bu kadar uzun süre bölgede kalması memlekette kalıcı bir idare sağlamak isteğindendi. Özellikle güvenliğe çok önem veren bir padişahtı. Portekizlilerin Kızıldeniz'e ve mukaddes topraklar üzerine yönelik tehditleri, padişahı yeni askerî tedbirler almaya teşvik etti. Bu gibi mühim işlerin yapılması ise ancak padişahın buradaki varlığıyla sağlanabilirdi."

Feridun Emecen, Yavuz Sultan Selim'in devlet idare anlayışının bir türkünün doğmasını sağladığını da şöyle anlatıyor: "Yavuz Sultan Selim, devlet idaresinde son derece titiz bir hükümdardı. Her işi kendi eliyle planlamak, yapılanları bizzat görmek, böylece kazandığı zaferin emin ellerde taçlanmasına şahit olmak ve sonra da gönül rahatlığıyla payitahtına dönmek arzusundaydı. Neredeyse her devlet meselesini kendi kontrolü altında yürüten padişah, Kahire'de kalmaya devam ediyor, ancak asker artık geri dönmek istiyordu. Padişahın hiddeti de meşhur olduğu için bu konuyu kimse huzuruna çıkıp da anlatamamıştı. Padişahın çok saygı gösterdiği Kazasker ve daha sonra şeyhülislamlık makamına yükselecek olan Tarihçi Kemalpaşazâde bu isteği yerine getirirse Yavuz'un kabul edeceği düşünülmüş, vaziyet kendisine anlatılmış. Kemalpaşazâde de padişahın uygun bir anında huzura çıkarak askerin türkü yakacak kadar sıla hasreti çektiğinden dem vurmuştur. Aslında bizzat Kemalpaşazade'ye ait olan bu türkünün sözleri 'Nemiz kaldı bizim mülk-i Arab'ta/ Nice bir dururuz Şam u Halep'te/ Cihan halkı kamu iyş ü tarebde/ Gel gel ahi gidelim Rum illerine' şeklindedir. Padişah ile Kemalpaşazade arasında bir espri konusu da olan bu türkünün, askerin hislerine tercüman olduğu açıktır. Bu gibi çabaların dönüşü hızlandırdığı kaynaklarda belirtilir".

habertaraf

Yavuz Sultan selim Han 40 Bin Aleviyi Katletti Mi?
15 Ekim 2010
Aleviler yıllardır çocuklarına Yavuz ismini vermiyor. Çünkü Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Aleviyi katlettiğine inanıyorlar. Ancak gerçek böyle mi?.. İşte cevabı...
Tarihçi Prof. Dr. Feridun Emecen, 'Yavuz Sultan Selim' adlı son kitabında ezber bozan bilgilere yer verdi.

Yavuz'un herhangi bir Alevi katliamı yapmadığını belirten Emecen, '40 bin Alevi katliamı' iddiasının yanlışlığını dönemin kaynakları ve arşiv belgelerine dayandırdı.
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feridun Emecen, Yavuz Sultan Selim'in Doğu'da 40 bin Alevi'yi katlettiği, sistemli bir soykırım uygulattığı gibi iddialara karşı bir kitap kaleme aldı. Yitik Hazine Yayınları'ndan çıkan kitap, Yavuz ile ilgili tartışmalara belgeler ışığında farklı bir bakış açısı getiriyor. Kaynaklarda Yavuz'un 40 bin Alevi'yi öldürdüğü şeklinde bir bilgi olmadığını vurgulayan Emecen, "Şah İsmail'in de İran'a hakim olduğunda büyük bir Sünni temizliğine gittiği yine devrin kaynaklarında yer alır. Safevi, İran kaynaklarında ve bazı Batılı çağdaş kaynaklarda bunun için yine 40-50 bin Sünni'nin katledildiği belirtilir. Bunlar her iki tarafın kaynaklarının abartmasıdır, gerçek rakamları göstermeyip çokluk ifade eder" dedi.

KATLİAM İDDİASI GERÇEK DIŞI

Osmanlı arşiv belgelerinde Alevi katliamına rastlamadığını vurgulayan Prof. Dr. Emecen şöyle devam etti: "Belgelerde sadece Safevi yanlısı propoganda yapan ajan ve bu harekete sempati duyup yaygınlaştıran bazı tarikat dervişlerinin takibi, ayrıca yine bu hareketi gizlice destekleyen tımarlı sipahilerin tespiti ile ilgili kayıtlar var. 16. Yüzyılın ikinci yarısında yazılmış Osmanlı tarihlerinde teftişler sonucu 40 bin kişinin tespit edildiği, bunların imha edildikleri veya sürgüne gönderildiklerine dair bir bilgi bulunur. Bu bilgi zamanla Anadolu'da yapılan bu teftişler sonucu '40 bin Alevi'nin Yavuz Sultan Selim tarafından katledildiği' şeklinde nerdeyse tartışılmaz bir kabule dönüşmüştür. Bugün bu hatalı bilgi, sosyal ve siyasi vesilelerle sık sık tekrarlanan bir 'paradigma' haline gelmiştir."

HATALI BİLGİ İDDİAYA DÖNÜŞTÜ

Feridun Emecen, Alevi katliamı iddiasından bahseden ilk kaynağın İdris-i Bitlisi'nin Selimşahnâme adlı kitabı olduğunu söyledi. Bitlisi'nin Yavuz Sultan Selim dönemiyle ilgili bilgileri topladığını ancak yazdıklarını temize çekme ve düzenleme imkânı bulamadan öldüğünü aktaran Emecen şöyle koruştu, "Oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi, babasının notlarına kendi edindiği bilgilerle de eklemeler yaparak Selimşahnâme'yi tamamlamıştır. İşte bu eserde, Çaldıran Seferi öncesinde I. Selim'in 'Kızılbaş taifesinin kökünü kazımak için' memleketteki idarecilere bir emir yolladığına dair iddia yer alır. O yazara göre bu emre dayanarak 'katliam' yapılmıştır. Bu bilgi daha sonraki tarihçiler tarafından okunmuş ve Osmanlı tarihleri bu bilgileri esas alarak bir yanlışın daha da yayılmasına yol açmışlardır. Ancak Bitlisi'nin iddia ettiği teftişe dair herhangi bir arşiv belgesi veya o dönemde yazılmış bir kaynak yok. Geç tarihli kaynaklarda bu bilgilerin abartılarak nakledilmesinde Safevi ve Osmanlı arasındaki siyasi-dinî çekişme yatar."

ASİLER KATLEDİLDİ AMA ALEVİ TEMİZLİĞİ DEĞİLDİ

Bazı asilerin öldürüldüğünü doğrulayan Emecen şunları söyledi: "Şah İsmail'in mektuplarıyla yakalanan Safevi halifeleri, bunların Anadolu'nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve âsi elebaşları Osmanlı devlet sisteminin bozulmaması için şiddet uygulanarak katledilmiştir, fakat bunun sistemli bir "Kızılbaş temizliğine" dönüştüğünü söylemek doğru değildir."

YAVUZ KÜPELİ DEĞİLDİ

Bir resimden hareketle Yavuz'un küpe taktığı şekinde bir rivayet üretildiğini söyleyen Emecen, Yavuz'un küpe takmadığını belirtti. "Meşhur küpeli resmin kimi gösterdiği bile net değil" diyen Emecen, "Yavuz'un küpe taktığına dair dönemin kaynaklarında hiçbir bilgi bulunmaz. Kendi çağında çizilmiş minyatürlerinin hiçbirinde küpe gözükmez. Bu küpeli resmin dayanağı muhtemelen 1530'larda çıkan Avrupa'da hazırlanan bir madalyona dayanıyor. Batılılar Osmanlıları Arap olarak tahayyül etmiş ve Mağribî tiplerle resmetmişler. Sonraki yıllarda neden bu resim hem Yavuz'a hem de Yavuz'a benzediği bilinen Şah İsmail'e nispet edilmiş, anlaşılmaz. Ancak Şah İsmail'i gösteren minyatürlerin de hiçbirinde kulağında küpe görmedim" diye konuştu.
aktifhaber

Büyük Cihangir Yavuz Sultan Selim Han

Büyük Cihangir Yavuz Sultan Selim günde üç saat uyku uyuyup tahta kasikla tek çesit yemek yemekteydi.

Herhangi bir saray halkindan ayirt edilemeyecek kadar sade giyinmekte ve bunun sebebini soranlara şöyle demekteydi:

"Vezirlerin ve beylerin süslü giyinmeleri, padisahlarina saygidan ileri gelir. Biz kime sirin görünmek için süslü giyinelim ki? Bizim Padisahimiz (Allah c.c.) vücudun disina degil, içindeki cevhere (imana) bakar."

KAYNAK: Refik, İbrahim; Efsane Soluklar, T.Ö.V. Yay., İzmir/1992, s. 70

Yavuz Sultan Selim Han'ın Türbedarı



Yavuz Sultan Selim’in türbesi Fatih’teki Yavuz Sultan Selim Camimin avlusundadır. Burada, II. Abdülhamid zamanında yaşayan bir türbedarı vardır. Bu türbedar fakir bir insandır, hanımı hamiledir. Bu hamile hanım bir sabah der ki: “Efendi, yine türbeye gidiyorsun. Canım kiraz istiyor. Akşam gelirken bir kilo kiraz âl da gel.”

Hamile hanımların bir şeyi canı çekti mi, onun alınması icap eder. Türbedar, “Tamam” der, türbeye gider, akşama kadar hizmetini görür. Fakat akşam eve gelirken kiraz falan alamaz. Kirazın okkası pahalıdır, satın alacak para yoktur. Akşam eve gelir, kapıyı açar açmaz hanım, “Hani kiraz, almadın mı?” diye sorar.

Boynunu büker, “Hanım, bugün işim çoktu, ayrılıp da çarşıya inemedim, yarın Allah nasip ederse alırım” der ve hanımı yarına atar. Yarın yine türbeye gelir, akşama kadar düşünür. “Bu akşam yine hanıma söz verdim, ben ne yapacağım?” der.

O gün ikindi üzeri kendi kendine düşünürken elindeki süpürgenin sapını Sultanın sandukasına vurur. Der ki: “Ey koca sultan, bunca senedir hizmet ediyorum sana, hiçbir himmetini görmedim. Hanım hamile. Bir okka kirazı dahi alamıyorum. Ne olur, himmet etsen de şu fakirlikten kurtulsam.”

Bu sözü sitem içerisinde söyler ve eve gider. Gider de, ”Söyleyenden ziyade, dinleyen arif olmak gerek” diyoruz ya, söyleyen türbedar, dinleyen de Yavuz Sultan Selim. Burada dinleyen herhalde söyleyenden ariftir. Bakalım, sonuç nasıl tecelli edecek?

Akşam hanım yine, “Hani kiraz?” deyince, boynunu büker, “Hanım, yarın mutlaka alacağım” der.

Üçüncü gün tekrar gelir, türbeyi açar, temizler, melul mahzun beklerken birden türbenin kapısında Padişahın faytonu görülür. İçerisinden bir emir subayı iner, koşa koşa gelir. “Efendi, türbedar sen misin?” der.

“Evet, benim” der.

“Çabuk, Sultan seni istiyor, giyin gideceğiz”

Adam şaşırır. Abdülhamid’in bir türbedarı çağırması, herhalde bir kusur sebebiyledir. Eli ayağı titrer, “Efendim, benim kusurum yok, bir yanlışlık olmasın, belki başkasını çağırıyordur” derken, “Türbedar sen değil misin?” diye emir subayı tekrar eder. “Benim” deyince de, “O halde buyur. Sultan seni çağırır, çabuk” der.

Eli ayağı dolaşarak Padişahın faytonuna atlar ve saraya getirilir. Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkarırlar.

Abdülhamid, “Türbedar sen misin?” diye sorar.

“Evet, efendim, bendenizim” der.

“Söyle bakayım, dedem Yavuz’un türbesinde dün neler oldu?”

Şaşırır, “Birşey olmadı efendim.”

“Türbedar Efendi, sana söylerim, dedemin türbesinde ne oldu, çabuk söyle!”

Titremeye başlar ve olayı hatırlar. Der ki: “Sultanım, hanım hamile, iki gündür kiraz istiyor, alamadım. En sonunda dün de elimdeki süpürgenin sapıyla Sultanımızın sandukasına vurdum ve onun himmetini istedim.”

Abdülhamid, “Anladım” der ve hemen çıkarır bir kese altın atar önüne. “Bir daha böyle birşey olursa, Cennetmekan dedemi rahatsız etme. Sen dün orada dedemin sandukasına vurmuşsun, o da bu gece sabaha kadar benim başıma vurdu, beni uyutmadı. ‘Niçin benim türbedarımla meşgul olmazsın?’ diye beni azarladı. Bir daha bir sıkıntın olursa dedemi rahatsız etme, doğru bana gel” der.

Bir kese altını aldıktan sonra türbedar geri dönerken, Padişah emir subayına emreder: “Bundan sonra Yavuz Sultan Selim dedemin türbedarlarının maaşı iki misli arttırılacaktır.” Ve böylece türbedar hem bir kese altın alır, hem de maaşı iki misline çıkarır.

http://www.sevde.de/Islami_yasama/soyleyene_bakma.htm

“Düşmanın silahıyla silahlanınız”



Mısır’ın fethinden sonra esir Memlûk kumandanlarından Kayıtbay Yavuz Sultan Selim‘in huzuruna getirilir:

Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Söyle bakalım Kayıtbay, cesaret ve kahramanlığın ne işe yaradı?

- Cesaret ve kahramanlığım hâlâ var ey Sultan! Yalnız, bize ne yaptıysa ordunuzdaki toplar yaptı!”

- Anlamadım?.

- Berberilerden biri, Venedik’ten top getirerek bize satmak istemişti de, Peygamberimizin, “ok ve kılıç kullanın” şeklindeki emrine aykırıdır diye satın almamıştık. O satıcı bize, “Yaşayan görecektir ki, memleketiniz top yüzünden elinizden çıkacaktır” demişti. Meğer doğruyu söylemiş.

- Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, “Düşmanın silahıyla silahlanınız” emrine neden uymadınız? Bilmez misiniz ki, “Ok ve kılıç kullanın” demek “Başka silah kullanmayın” demek değildir. O zaman o silahlar varmış, şimdi de bu silahlar var.

25-30 tane Kürt Beyi (ümerây-ı ekrâd) Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi



Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine Doğu Anadolu’nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur alim ve tarihçi İdris-i Bitlisi’ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne ilhakı için vazife veriyordu.

Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslam Birliği’nin zaruretine inanan başta Bitlis Hakimi Şerefüddin Bey,Hizan Meliki Emir Davud,Hısn-ı Keyfa Emiri Eyyubilerden II.Halil, İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt Beyi (ümerây-ı ekrâd) Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi.Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisi kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hadiseden önce Şi’ilerin Diyarbekir’i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultan Selim’e tarihçe müsellem olan tarihi arîzayı,yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.

“Can ü gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik.İlhâdları zâhir olan Kızılbaş’lardan teberi eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’i mezhebini icra eyledik.İslam Sultanı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam Padişahı’nın yollarını bekledik.

Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır,komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam Sultanı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler,ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir.Sünnetullah bizde böyle cârî olmuştur.”

Bu mektup üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisi’nin manevi yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail’in Diyarbekir’i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir.

https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI?ref=stream&hc_location=stream

Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddiasına cevap



Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu'ndan Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddiasına cevap verdi. İşte gerçekler... Bahadıroğlu, İstanbul Boğazı'nda temeli atılan 3. köprüye ismi verilen Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddialarının birinci dereceden belge niteliğindeki hiçbir kaynakta yer almadığını, ilgili söylemlerin 18. yy.'da İran casusları tarafından Avrupa'ya geçtiğini belirtti. Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, Habertürk'te Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddiasına cevap verdi. Katliam iddiasına ilişkin yapılan doktora çalışmaları bulunduğuna dikkat çeken Bahadıroğlu, "Neden yapsın?" sorusunu yöneltmesinin ardından, yapılan yol ve inşaatlara dikkat çekerek "Şimdiye kadar, 40 Bin kişinin ya da biner biner kişinin, onar bin kişilerin gömüldüğü toplu mezar çıktı mı?" dedi. Bahadıroğlu, hiçbirşeyin gizli kalmayacağını, zaman içinde toprağın kusacağını ve o gizliliği dışa vuracağını belirtti. O dönemin İstanbul dışındaki şehirlerinin nüfusunun ortalama On'ar bin kişi olduğunu hatırlatan Bahadıroğlu, bu iddianın aşağı yukarı 4 büyük şehirin tarihten silinmiş olması anlamına geldiğini kaydetti. Bahadıroğlu, böyle bir silinmenin de vergi gelirlerinden anlaşılabileceğini ifade etti ve sordu:

"Orada bir azalma olmuş mu?" Görgü şahitlerinin kayıtlarından da mutlaka bir kağıt, bir defter kalması gerektiğini ancak böyle bir belgenin de bulunmadığını açıklayan Bahadıroğlu, "Bunu en fazla İran casuslarının dillendirdiğini ve Farisi kaynaklardan Avrupa'ya geçtiğini, bizde ancak bazı Kürt kaynaklarında buna benzer iddialar olduğunu görüyoruz." Dedi. Birinci dereceden belge sayılabilecek nitelikteki önemli kaynaklarda ilgili iddialara ilişkin bir ifade olmadığının net bir şekilde altını çizen Bahadıroğlu, "Daha çok 18. yy. sonrasında yoğun bir şekilde bunlar gündeme getirilmiş, hem milliyetçilik duyguları itibariyle Osmanlı hakimiyetindeki Kürtleri, Bulgarları, Yugoslavları kaşımaya başlamışlar hem de halkları birbirine düşman etme çabaları işin içine girmiş, dış güçler işin içinde olmuş" dedi ve özellikle İran kaynaklı asılsız iddialar olduğunu vurguladı.

Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim'in padişah olma sürecindeki gelişmelerin de sebebinin "Şah İsmail'in Anadolu'yu götürüyor olması ve Anadolusuz bir Türkiye'nin de sadece Balkanlarla ayakta duramayacağı" bilgisi ile babasını uyardığı ancak önlem alınmaması üzerine durumun geliştiğini belirtti.

https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI?ref=stream


En son Ekim tarafından Pts Ekm 07, 2013 11:43 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 21, 2012 10:20 pm    Mesaj konusu: ÇALDIRAN SAVAŞI Alıntıyla Cevap Gönder

ÇALDIRAN SAVAŞI



Osmanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selîm Han ile İran şahı İsmâil arasında, 23 Ağustos 1514’de, Çaldıran ovasında yapılan târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri.

Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, 1510’da doğudaki sünnî Özbekleri de yendikten sonra Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başlamıştı.

Yavuz Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine inanıyordu. Bunun için İran yaylasında teşekkül eden şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Dsvleti’ni tehdîd etmesine ve batıya açılan her seferde Osmanlı’yı arkadan vurmasına son vermek emelinde idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin en büyük asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selîm, bütün bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki faaliyetlerini yakından tâkib etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek Şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan sonra bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selîm Han; “İnşâallahü teâlâ, kılıcımız İran toprakları üzerinde şerefle dolaşacaktır. Vezirlerim benimle beraber gelecektir. Âlimlerim, Tebriz’de edâ edeceğimiz Cuma namazı için hazır olsunlar. Yalnız Eshâb-ı kirama söverek dil uzatan, cemâatle namaz kılmayı men eden, câmilerdeki minberleri yıktıran, Ehl-i sünnet âlimlerini öldüren, Şeybek Han’ın kafatasında şarab içen Şâh İsmâil ve tarafdarlarının küfrüne ve kanlarının helâl olduğuna dâir ulemâ ne buyurur?” diye sordu.

Osmanlı tarihçilerinden Hoca Sâdeddîn Efendi’nin yazdığına göre; dîvânın bu karârı üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden; Molla Arab lakabıyla meşhur Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakabıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva verdiler. Ayrıca verilen bu fetvalarda, Şâh İsmâil ile askerlerine karşı açılacak savaşların, diğer din düşmanları ile yapılacak savaşlar gibi cihâd sayılacağı belirtiliyor, umumiyetle bu gibilerin öldürülmelerinin caiz olup, mallarının helâl, nikâhlarının ise bâtıl olduğu açıklanıyordu.

Dîvândan sefer karârını ve âlimlerden de fetvasını alan Yavuz Sultan Selîm Han, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yetmiş üçüncü âyetinin; “Ey sevgili Peygamberim (aleyhisselâm)! Kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” emrine uyarak İran’a sefer karârını verdi.

Bu yıllarda Şâh İsmail, Anadolu’ya sapık inanışlarını yaymak için şeyh kılığında gönderdiği dâîler vasıtasıyla geniş bir propagandaya girişmiş, safiyetini kaybeden bektâşî tekkelerini ele geçirerek, bâzı saf kimseleri kendi tarafına çekmişti. Şehzâdeliğinden beri bu şiî dâîlerini tâkib ve bir kısmını tesbit eden Yavuz Sultan Selîm Han, İran’la yapılacak harpte, memleket içinde bulunan şiî itikadını benimsemiş kişilerin isyânlar çıkarabileceklerini ve bunun devletin başına büyük gaileler açabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple Anadolu’ya, beylerbeyi ve sancakbeylerine nâmeler göndererek, bölgelerindeki Şâh İsmâil tarafdârları listesinin kendisine gönderilmesini istedi. Tesbit edilenleri şiddetle cezalandırıp faaliyetlerine son verdi.

Yavuz Sultan Selîm Han, devletin birlik ve beraberliğini sağladıktan sonra, savaş için gerekli hazırlıkları bitirdi. Edirne’den İstanbul’a geldi. Manisa’da bulunan oğlu Süleymân’a nâme gönderip, onu Edirne’nin muhâfazasına me’mur etti. Eyyûb semtinin Fil çayırında ordugâhını kuran Sultan Selîm, Eyyûb Sultan hazretlerini ve diğer Sahâbe-i kirâmın (r. anhüm) ve ecdadının kabirlerini ziyaret etti. Onlardan manevî yardım istedi.

20 Nisan 1514’de Üsküdar’a geçti. Evvelce hareket eden orduya aynı gün Maltepe’de yetişen Selîm Han, Bosna vâlisi Hadım Sinân Paşa’yı Anadolu beylerbeyliğine tâyin etti. 23 Nisan’da İzmit’e geldiğinde, daha önceden esir edilip orduyla beraber götürülen şiî halîfelerinden Kılıç ismindeki biri vasıtasıyla Şâh İsmail’e bir mektup göndererek, üzerine yürüdüğünü resmen bildirdi. Tâcîzâde Cafer Çelebi’nin kaleme aldığı bu mektupta Selîm Han, Şâh İsmail’in Hulefâ-i râşidîni kötülemesi ile zulümlerini şiddetle tenkid ediyor; dînin emri gereğince üzerine yürüyüp mazlumların âhını dindireceğini beyân buyuruyordu.

Yavuz Sultan Selîm Han, İzmit’den Yenişehir’e geldiğinde, Anadolu ve Rumeli beylerbeyileri de kuvvetleriyle orduya katıldılar. Ordu, on gün sonra Seyyidgâzi’ye geldi. Bu mevkide, 20.000 tımarlı sipahiden meydana gelen öncü ordusuna vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa’yı tâyin eden Selîm Han, Sinop vâlisi Karaca Ahmed Paşa’yı 500 süvârî ile keşfe ve akıncı kuvvetlerini de Nihaloğlu Mehmed Bey emrinde sefere me’mûr etti. Bundan sonra Konya’ya gelen Selîm Han; burada, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî (r. aleyhim) gibi evliyânın türbelerini ziyaret etti. Şâh İsmail’e karşı muzaffer olması, müslümanları bu belâdan kurtarması için o mübarek zâtların ruhları vasıtasıyla Allahü teâlâdan yardım talebinde bulundu. Fakirlere sadaka dağıttı.

Konya’dan hareketle Kayseri’ye gelen Sultan, 2 Haziran’da Sivas’a ulaştı. 140.000 asker, 5.000 zahireci ve 60.000 deveye yükselen orduyu yoklamaya tâbi tutup, muhtemel bir şiî ayaklanmasını önlemek ve yiyecek tedâriki yapmak üzere İskender Paşa kumandasındaki 40.000 askeri burada bıraktı. Çünkü, Şâh İsmail’in kumandanlarından Ustaclı Mehmed Han, Osmanlı ordusunun ileri harekâtını duymuş, burada oturan halkı daha içlere sürerek, geride kalan her yeri ateşe vermişti. Bunun için uzun süre İran topraklarında kalacak olan Osmanlı ordusunun beslenmesi zor olabilir.

Osmanlı ordusu mütemadiyen harâb edilmiş topraklarda ilerlerken, gemilerle Trabzon’a ve oradan da develerle orduya ulaştırılan zahireler yeterli olmuyordu. Bu sebeple Gürcü hükümdarına da, orduya yiyecek gönderilmesi için nâmeler gönderildi.

Ordu, Erzincan Yassıçeşme’de Hasanbey çayırı mevkiine geldiğinde, Şâh İsmail’in cevabî’nâmesi geldi. Şâh İsmâil bu mektubunda muhârebeye hazır olduğunu bildirmekle beraber; gerek sultan Bâyezîd zamanındaki ve gerek Yavuz Selîm’in Trabzon vâliliği zamanındaki dostluklarından (!) bahsederek aradaki düşmanlığın nereden çıktığını anlayamadığını söylüyordu. Bir kargaşalığa sebeb olmak istemediğini belirterek adetâ göz dağı vermekten geri kalmayan Şâh İsmail, Yavuz’un karşısına da çıkmıyordu.

Bir müddettir İran topraklarında ilerleyen ordunun hiç bir karşı harekât görmeden yoluna devam etmesi, bu uzun yolculuğu ve Şâh İsmail’in vadine rağmen hâlâ ortaya çıkmaması, yeniçeriler arasında hoşnutsuzluğa sebeb oldu. Aylarca yol yürümekten, seferin zorluklarından, şikâyete başladılar. Bununla beraber, sancakbeyleri gibi bâzı vezirler, başlangıçta ileri gitmenin aleyhinde olmalarına rağmen bunu açıklamakdan çekindiler. Ancak Sultan Selîm’in askerin hareketini tanzim ile Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’e kadar gidileceği karârında sebat etmesi üzerine, fikirlerini Sultan’a açmaya karar verdiler. Bunu da bizzat kendileri yapmayıp, Pâdişâh’ın çok sevdiği mahremlerinden en yakın nedimi Karaman vâlisi Hemden Paşa’dan, Pâdişâh’ı geri dönmeye ikna etmesini rica ettiler. Her hususta Pâdişâh ile konuşabilen Hemden Paşa, daha ileri gitmeye muhalefet eden bu vezirlerin ricasını kabul ederek Sultan Selîm’in huzuruna girdi. Askerlerin durumunu anlattı. Sonunda da geri dönmenin daha uygun olduğunu söyleyince, Sultan Selîm onu derhal öldürttü. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi; “Pâdişâhım! Hangi hükme dayanarak katlettirdiniz?” diye sorduğunda, sultan Selîm; “Ayet-i kerîmeye muhalefet ettiği için öldürttüm. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: “(Ey peygamberim! Eshâbının) iş hususunda fikirlerini al (müşavere et). Müşavereden sonra da bir şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan. Gerçekten Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân sûresi: 159). Biz bu cihâda çıkarken, vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allahü teâlâya tevekkül ederek yürüdük. Hemden’in yerinde oğlum Süleymân bile olsa, onun da boynunu vurmaktan kıl kadar çekinmezdim” dedi. Hemden Paşa’nın öldürülmesini ve Sultân’ın bu sözlerini işiten vezirler ve yeniçeriler, yaptıkları hatânın büyüklüğünü anladılar. Bir müddet şikâyetleri bıraktılar. Sultan Selîm Han, Erzincan’dan Şehsuvaroğlu Ali Bey’i, düşman hakkında bilgi toplamak için ileriye, Ferahşad Bey’i Tercan, Faik Bey’i de Bayburt üzerine gönderdi. Ordu Erzurum’a yaklaştığında, alınan iki esirden mühim bilgiler öğrendi. Şâh İsmail’e bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta da şöyle yazıyordu: “Hükümdarların toprakları, onların nikâhlısı gibidir. Bu itibârla erkek ve merd olanlar, ona başka birinin elinin değmesine dayanamazlar. Hâlbuki günlerden beri askerlerimle topraklarının üzerinde yürüdüğüm hâlde, hâlâ senden bir eser yok. Aslında şimdiye kadar senin, merdlikle ve celâdetle ilgili bir hareketin görülmemiştir. Bütün hareketlerin sâdece hîleye dayanmaktadır. En seçkin askerimden kırk binini buraya getirmeyerek korkunu gidermeye çalıştım. Buna rağmen gizlenmeye devam edersen, erkeklik sana haramdır. Zırh yerine çarşaf, miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdârlık ve şahlık dâvasından vazgeçmelisin.” Selîm Han bu mektubdan başka, bir de kadın elbisesi gönderdi. Böylece Şâh İsmail’i tahrik edip meydana çıkmasını sağlamaya çalıştı.

Ordu 14 Ağustos’da Eleşkirt civarına geldiğinde, yeniçerilerin yeniden isyânkâr konuşmaları başladı. “Pâdişâh bizi nereye götürür? Daha ne kadar gideceğiz? Askerde savaşacak hâl mi kaldı? Bu şekilde, kaşan düşman kovalanır mı? Üç aydır yol alan askere yapılanlar reva mıdır? Merhamet bu mudur? Geri dönülmezse yapacağımızı biliriz!” gibi ileri geri fısıltılar duyuluyordu. Nihayet Ağustos ayının ortasında, beş yüz kadar yeniçeri, konaklanan bir yerde, Pâdişâh’ın otağına ok atıp ateş açmaya başladılar. Bu sırada Sultan Selîm, Hersekzâde Ahmed Paşa ile konuşuyordu. Silâh seslerini duyan Sultân, Ahmed Paşa’ya; “Bre bu nedir?” diye gürleyince, vezîriâzam Ahmed Paşa sapsarı kesildi. Suskun bir hâlde; “Yeniçeri kullarınız silâh ta’limi yaparlar Sultân’ım!” diyebildi. Sultan Selîm Han; “Paşa Paşa!... Sen uykudasın herhalde. Baksana asker isyân üzeredir. Edebsizliğe billahi rızâmız yoktur” diyerek dışarı çıkıp, Karabulut ismindeki atına bir sıçrayışta bindi. İsyan eden yeniçerilerin üzerine yıldırım gibi atını sürdü. Önlerine geldiğinde, şimşek çakan gözlerini askerin üzerinde dolaştırdıktan sonra, atını şaha kaldırdı ve; “Bre câhiller! Karar verdik, i’lâ-yı kelimetullahı yaymak ve yüceltmek için yola çıktık. Hedefimize henüz ulaşmış değiliz. Düşmanla karşılaşmadan da geri dönmemiz mümkün değildir. Ne gariptir ki, Şâh’ın adamları bâtıl inanışları uğrunda efendileri için can verirlerken, içimizdeki bâzı gayretsizler bizi hak yoldan döndürmeye uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzdan asla dönmeyecek, emre itaat edenlerle birlikte hedefimize kadar gideceğiz. Bâzıları hanımını hayâl edip, yol yorgunluğunu bahane ederek; “Bundan öte gidemeyiz” derler. Bunun gibiler, kendileri bilirler. Geri dönerlerse, dîn-i mübîn yolundan dönmüş olurlar. Onların bahaneleri düşman gelmediği ise, düşman ileridedir. Eğer er iseniz benimle geliniz. Yoksa Şâh oğlunun karşısına tek başımıza çıkarız” diyerek atını ileri sürdü. Bu acı sözlerden sonra, artık niç kimse muhalefet etmedi ve Sultân’ın arkasından yürümeye başladılar.

Sultan Selîm Han, ordusuyla Kazlıgöl mevkiine geldiğinde, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in verdiği habere göre, Şâh İsmâil ordusuyla Hoy şehrine gelmişti. Bu habere sultan Selîm çok sevindi. Ali Bey’e hediyeler verdi. Şâh İsmail, ordusuyla Çaldıran’da toplanacağı haberi kesinlik kazandı. Sonra gelen haberler, Şâh’ın ordusunun Çaldıran’da olduğunu bildiriyordu.

Osmanlı ordusu, yirmi iki Ağustos günü Çaldıran’ın Akçay vadisi tepelerinde konakladı. Şâh’ın ordusu ile aralarında beş-altı km.lik bir mesafe kalmıştı. O güne kadar iki bin beşyüz km. yol alan yorgun askere, her an hücuma hazır olacak şekilde istirahat etmeleri bildirildi. Akşam, sultan Selîm komutanlarını toplayarak; “Hücum hakkında ne düşünürsünüz?” diye sordu. Veziriazam Hersekzâde Ahmed Paşa; “Sultân’ım’! Uzun yoldan geliriz, askerimiz yirmi dört saat dinlense iyi olur diye düşünürüm” deyince, sultan Selîm Han celallenerek; “Paşa Paşa! Sen daha, Osmanlı gâzilerini tanıyamamışsın. Hele sancaklar açılsın, kösler vurulup mehter çalsın, ne yorgunluk ne de uykusuzluk kalır. Bir daha böyle mütâlâa istemem” dedi. Vezirler ve paşalar ne söyleyeceklerini düşünürlerken, defterdâr Pîrî Mehmed Çelebi heyecanını yenemeyerek; “Şevketlü Sultân’ım! Eğer derhâl muhârebeye başlamaz, bir müddet daha gecikirsek, ordumuzdaki şiî casusları, askerimizi aldatırlar. Ne kadar zaman kaybedersek, o kadar adamımızı kandıracaklardır. Orduda Şâh’a meyledenlerin, düşmanla temas ederek o tarafa geçmeleri veya harbe isteksiz girmeleri ihtimâli de vardır. Buna meydan vermeden, sabah erkenden muhârebeye girmek gerekir” dedi. Sultan Selîm Han ile Sinân Paşa ve diğer komutanlar da bu görüşde olduklarından, sabah erkenden muhârebeye girme karârı alındı. Sultan; “Cenâb-ı Hak mu’înimiz, yardımcımız olsun” diye duâ ettikten sonra harp dîvânı dağıldı.

O gece sultan Selîm sabaha kadar uyumadı. Allahü teâlâya göz yaşları arasında ibâdet eyledi. Otağ-ı hümâyûnun yere serili halılarını kaldırıp, pâk toprağa mübarek alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatırken; “Yâ Rabbî! Buralara kadar yüce dînini yaymak ve ism-i şerifini yüceltmek için geldim. Hâtem-ül-enbiyâ olan şerefli Peygamberin sallallahü aleyhi ve sellem ile, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (r. anhüm) efendilerimizin hâtır-ı şerifleri için, Kur’ân-ı kerîmde överek bahsettiğin Eshâb-ı kiramın hatırı için, Ehl-i sünnet düşmanlarını kahrederek, ordumu muzaffer eyle! evliyânın ruhlarını bizimle beraber et!” diye niyazda bulundu. Sonra atına binerek istirahat hâlindeki ordusunun arasında gezindi. Yâsîn sûresini okuyarak, askerlerine duâ etti.

23 Ağustos Çarşamba sabahı Osmanlı ordusu harb nizâmı aldı. Sultan Selîm’in emri üzerine, devlet ricali ve askerî erkân birliklerinin başına geçti.

Ordunun sağ kolunu Anadolu beylerbeyi Sinân Paşa ile Zeynel Paşa’nın emrindeki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise, Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa kumandasındaki Rumeli askeri teşkil ediyordu. Sultan merkezde, her zamanki gibi sipâhî, silâhdâr, ulûfeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmiş olup, yanında sadrâzam Hersekzâde Ahmed Paşa, vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa, vezir Mustafa Paşa, Ferhad Paşa, Karaca Paşa gibi devlet ricali, kazasker ve âlimler bulunuyordu. Pâdişâh’ın ön kısmında mevki alıp, ağaları Ayas Paşa’nın emrinde sayıları 12.000’i bulan tüfekçi yeniçeriler, araba ve develerden meydana gelen bir siper gerisinde bulunuyorlardı. Bunların her iki yanındaki sağ ve sol cenahlarda biri 10.000, diğeri ise 8.000 kişiden ibaret Anadolu ve Rumeli azabları ve hedeflerini bir mil içinde vurmakda usta topçuların nezâretindeki birbirlerine zincirle raptedilmiş 500 topun önünde dizilmişlerdi.

Şâh İsmail, şimdiye kadar devletini Hazar denizinden Umman denizine, Ceyhun nehrinden Dicle nehrine kadar genişletmişti. On dört hükümdarla savaşmış, hep galip gelmiş ve hepsini öldürmüştü. Gençti, gözüpekti. Hedefi, Osmanlı Devleti’nin topraklarını elde etmekti. Sultanlarını öldürüp, devleti işgal edecekti. Yirmi iki Ağustos günü Çaldıran ovasının en müsâid yerine ordusunu yerleştirmişti. Yüz bin kişilik ordunun büyük bir kısmı süvari idi. Şâh’ın plânı; yorgun Osmanlı piyadelerini bu atlı askerleri ile imha etmekti.

23 Ağustos sabahı Şâh İsmail, ordusunu tekrar gözden geçirdikten sonra, hücum emrini verdi. Askerleri “Şâh, Şâh!” diyerek saldırdılar.

Yavuz Sultan Selîm Han atından yere indi, ellerini açarak; “Yâ ilâhî! Ordumu muzaffer eyle, günâhlarım sebebiyle onları kahreyleme...” diyerek duâ etti. Sonra atına bindi. Askerinin savaş düzenini son bir defa gözden geçirdikten sonra; “Yâ Allah!... Bismillah! Allahü ekber!...” diyerek hücum emrini verdi. Osmanlı ordusu; “Allah Allah!” diyerek çığ gibi Şâh’ın ordusuna yüklendi. Gemleri salınan atlar, ok gibi ileri atıldı. Sağ cenahın kumandanı Sinân Paşa, Şâh’ın ordusunun sol kanadıyla önce müthiş bir çarpışmaya, sonra da plân gereği geri çekilmeye başladı. Şâh’ın kumandanı Ustaclıoğlu; “Osmanlı ordusunu bozdum, geri çekilmeye başladılar” zannıyle ileri atıldı. Bir müddet geri çekilen Sinân Paşa, bir anda birliklerini ikiye ayırarak sür’atle yanlara çekildi. O anda, daha önce oraya yerleştirilen Osmanlı topları gürlemeye başladı. Topların önünde kalan ne kadar İran süvarisi varsa, kaçmaya fırsat bulamadan, en güzîde kuvvetlerini bir anda kaybediverdiler.

Bu arada İran ordusunun sağ cenahına kumanda eden Şâh İsmail, Osmanlı ordusunun sol cenahına yüklenmişti. Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa ilk anda şehîd oldu. Osmanlı ordusu sol cenâhındaki plânı tam tatbik edemeden, bozularak karışık bir şekilde geriye çekilmeye başladı. Bu hâli gören Yavuz Sultan Selîm Han; “Allah Allah” diyerek yeniçerilerle, sol kanada yardıma koştu. Bir anda Sultânlarının; “Vurun şahbazlarım! Koman yiğitlerim! Vurun ha, arslan yürekli gâzilerim!” diyen gür sesini işitince, dağılan askerler yeniden canlandılar. Pâdişâhları ile birlikte, yalın kılınç düşmanın üzerine yüklendiler. Askerin maneviyâtı düzelince geri çekilen sultan Selîm, yüksek bir tepeden harekâtı tâkib etmeye başladı. Sinân Paşa’nın plânı tatbik ederek, yıldırım gibi” Şâh’ın ordusunun arkasına dolandığını görünce, ona ve askerlerine duâ etti. Şâh İsmail, ordusunun sarıldığını çok geç anladı. Askerinin tükendiğini gören Şâh, durumun kendisi için çok tehlikeli olduğunu anlayınca, atıyla hamle yapıp cenk meydanından kaçmak istedi ve kolundan yaralandı. Atı da çamura saplandı. Nihayet yaralı bir vaziyette taht ve hanımını harb meydanında bırakarak kaçmak mecburiyetinde kaldı. Şâh’ın kaçtığını gören İran ordusu da, firara başladı. Savaş, Osmanlıların galibiyeti ile bitti. O gün Çaldıran ovası on binlerce şiîye mezar oldu. Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini, Allahü teâlanın izniyle kazandığını gören Yavuz Sultan Selîm Han, şükür secdesine kapandı, sevinç gözyaşları dökerek, Allahü teâlâya hamd etti.

Şâh’ın paha biçilmez tahtını ve yakalanan zevcesini Pâdişâh’ın huzuruna getirdiler. Sultân’ın gözünde bunlar yoktu. O, şehîd olan askerini düşünüyordu. Âlimler ve komutanları ile savaş meydanını dolaştı. Şehîdleri için Fatihalar okudu. Şehîdler arasında; Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa, Sofya sancak beyi Malkoçoğlu Ali Bey ve kardeşi Selanik sancak beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Pirizren sancak beyi Süleymân, Kayseri sancak beyi Üveys, Niğde beyi İskender, Beyşehir beyi Sinân, Mora sancak beyi Hasan Ağa gibi pek namlı kumandanlar vardı. Şehîdlerin defin işleri yapıldıktan sonra, askerin dinlenmesi emredildi.

Yavuz Sultan Selîm Han bu zaferi ile; Anadolu’da müslümanlar arasında yayılan, kendilerini gizliyerek tekkelere sızan ve Eshâb-ı kiram düşmanlığını körükleyen, Türk dünyâsının inanç birliğini bozmaya çalışan sapık inanç sahiplerini temizledi. Bu bozuk inancın yayılmasını önledi. Böylece Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirerek, İslâm’a büyük hizmeti oldu.

DOĞRU YOLDAN AYRILANLAR!
Yavuz Sultan Selîm tahta çıktığı sırada, İran’ın teşvik ve tahriki ile Anadolu’da şiî faaliyetleri devletin bünyesini sarsacak bir durumdaydı. Osmanlı ulemâsı şiîliği red eden risaleler kaleme alıyor ve İran üzerine sefere çıkılmasını istiyordu. Bunlardan Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi’nin şiîler hakkında verdiği fetva şöyledir:

“Hüvelmu’în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allahü teâlâya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve O’nun âline ve Eshâbına (r. anhüm) salât ü selâm olsun. Ey müslümanlar! Biliniz ve anlayınız ki, Eshâb-ı kiram düşmanı râfızîlerin reisleri, Erdebiloğlu Şâh İsmail’dir. Onlar, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yolunu ve sünnetini beğenmezler. Kur’ân-ı kerîm ile alay ederler. Allahü teâlânın “Haramdır” buyurduğuna “Helâldir” derler. Kur’ân-ı kerîmi ve diğer din kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i sünnet âlimlerine ve sâlih müslümanlara ihanet edip, öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûb olanlar, reisleri Şâh İsmail’i ilâh yerine koyup secde ederler. Hazret-i Ebü Bekr’e ve hazret-i Ömer’e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hanımı hazret-i Âişe vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyet’i yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm’a aykırı daha pek çok bozuk îtikâdları ve hareketleri vardır ki, benim ve diğer âlimlerin katlarında tevatür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile, dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetva verdik ki; kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahi onların bâtıl dinlerini beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunları öldürüp cemaatlarını dağıtmak bütün müslümanlara vâcibdir, farzdır. Müslümanlardan ölenler, sa’îd ve şehîd olup, Cennet-i a’lâdadır. Ötekilerden ölenler ise, hor ve hakîr olup, Cehennem’in dibindedirler. Zîrâ bunların boğazladıkları ve avladıkları, okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Nikâhları bâtıldır... Netice olarak, Eshâb-ı kiram düşmanı olan bu râfızîler, hem kâfir, hem mülhid ve hem de fesâd ehlidirler. İki cihetten de katledilmeleri vâcibdir. Yâ Rabbî! Dînine yardım edenlere yardım eyle, müslümanlar arasında fitne çıkaranları kahreyle! Âmîn.

Kulların en fakiri Sarı Gürz lakabıyla tanınan Nûreddîn Hamza.”

ZIRHIMI GİYİP, KILICIMI KUŞANDIM...
Yavuz Sultan Selîm Han, Anadolu’da yıllarca yaptığı şiîlik propagandası ile Osmanlı ülkesini parçalama gayesini güden Şâh İsmail’e karşı harekete geçerken, kendisine de; “Zulmünü, müslümanlar üzerinden kaldıracağını” belirten şu mektubu gönderdi:

“Bilesin ve anlıyasın ki, ilâhî hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dînini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün müslümanların ve adâletsever hükümdarların kudretleri nisbetinde mâni olmaları farzdır. Sen ki, müslümanların memleketlerine saldırdın; şefkat ve utanmağı bir tarafa bırakarak, zulm kapılarını açtın. Günahsız müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendine gaye edindin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluklara uyarak, dîn-i İslâm’ın emirlerini değiştirmeye kalktın. Haramlara helâl diyerek nice müslümanları ifsâd ettin. Mescidleri, türbeleri ve mezarları yıktın. Âlimleri ve Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin neslinden gelen mübarek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı kerîmi hela çukurlarına attın. Hazret-i Ebû Bekr’e ve hazret-i Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hâllerinden sâdece bir kaçıdır. Dillerde dolaşan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, âlimlerim, kesin delillere dayanarak; senin kâfirliğine, dinden çıkıp, mürted olduğuna fetva verdiler. Bu durum karşısında Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, zulm görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım pâdişâhlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım; Allahü teâlânın inâyetiyle senin şahlığını yok etmek ve bu suretle, âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak, kılıçtan önce sana, Sünnet-i seniyye icâbı sünnî îtikadı teklif ederim. Eğer yaptıklarına pişman olup cân ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hâllerine devam ettiğin takdirde; zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve elinden almak üzere, Allahü teâlânın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır.”

Kaynak: Osmanlı İmparatorlugu
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> OSMANLI TARİHİ Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com