EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

"Taraf Pavyonu"

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr May 10, 2009 8:56 pm    Mesaj konusu: "Taraf Pavyonu" Alıntıyla Cevap Gönder

Oray Eğin: Evinde uyduruk aşk romanları yazan Ahmet Altan’ı ne dürttü de böyle bir yükün altına girdi?
19/01/2017



Kaçak patronun bavulundan ne çıkacak

Başar Arslan da kaçmış. FETÖ’nün Ergenekon, Balyoz gibi davalarında özel olarak kullandığı Taraf Gazetesi’nin sahibi şimdi bulunamıyor. Kendisine Taraf Gazetesi’nin manşetlerinden biriyle seslenmek isterim: “Daha karpuz kesecektik...”

Hâlâ Taraf Gazetesi operasyonunun kodlarını tam olarak çözemedik. Bu iş Ahmet-Mehmet Altan’ı ya da kendi egosuna yenilen zavallı bir taşeron Mehmet Baransu’yu hapse atarak kapatılacak bir konu değil.

Zira Taraf sıradan bir gazete değildi; özel olarak FETÖ’nün operasyonlarını kamuoyuna aktarmak ve ikna etmek, mesajı yönetmek için kurulmuştu. Örgütün kendisinden bağımsız gibi görünen bir gazeteye ihtiyacı vardı, Taraf bu ihtiyacı giderdi.

Sahte belgeleri hazırlayıp insanları tutuklayanlar kadar bu belgeleri manşetlerine taşıyan, Türk ordusunun cami bombalayacağı gibi yalanları yazan Taraf Gazetesi’nin de süreçteki sorumluluğu tartışmasız. Öyle ki, Taraf iddianamelerde bile yer almayan yalanlarla yıllarca bilgi kirliliği yaptı.

Hâlâ merak ediyorum, Göztepe’deki evinde oturup yüz binlerce satan uyduruk aşk romanları yazan Ahmet Altan’ı ne dürttü de böyle bir yükün altına girdi?

ABD’deki rahat hayatını bırakıp neden Türkiye’ye döndüğünü anlamadığım Yasemin Çongar’ın onu baştan çıkardığı kesin.

Orhan Pamuk’un Nobel almasından sonra belki aynı şiddette bir deprem yaratmak istedi... “Askeri vesayeti yıkan gazeteci” diye uluslararası arenada kim bilir nasıl bir madalya bekliyordu?

Hadi onlarınki ego diyelim...

Peki Başar Arslan nasıl bir anda gazete sahibi oluverdi? Büyük gruplar bile yazılı basına girmekten kaçınıyor, çünkü kârlı bir iş değil.

Adını hiç kimsenin bilmediği bir kitapçı sahibiyken Başar Arslan önce astronomik ücretle Ahmet Altan’ı yayınevine transfer etti... Ardından İstanbul’un belli merkezlerine yayılarak kitabevleri açtı. Sonra da gazete patronu oluverdi.

Taraf bir gazete değil, FETÖ’ye meşruiyet kazandıran, eylemlerine zemin hazırlayan bir araçtı.

Gizemli bavullarla servis edilen belgeler bir yana, FETÖ’cü polisler Emrullah Uslu ve Önder Aytaç açık açık, kendi adlarıyla Taraf’ta yazar yapılıp örgütün propagandasını yaptılar, planını adım adım işlediler...

Bütün bunlar nasıl oldu?

Şimdi artık kendi mahallesinden kovulan Taraf’ın eski yazı işleri müdürü Yıldıray Oğur belki itirafçı olup bu soruları yanıtlar.
Kaynak: Diken

Kapatılan Taraf gazetesinin sahibine FETÖ'den yakalama kararı
14.01.2017



FETÖ soruşturması kapsamında kapatılan Taraf gazetesinin imtiyaz sahibi Başar Arslan hakkında "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan yakalama kararı çıkarıldı
ı
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütü Suçlar Bürosu savcılarından Can Tuncay tarafından kapatılan Taraf gazetesi yazar ve çalışanlarına yönelik yürütülen soruşturma kapsamında, gazetenin imtiyaz sahibi Başar Arslan hakkında gözaltı kararı verildi.

Savcılığın talimatı üzerine harekete geçen polis ekipleri, Arslan'ı söz konusu adreslerde bulamadı. Bunun üzerine savcılık, Arslan hakkında yakalama kararı çıkarılmasını talep etti.

Talebi değerlendiren İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği kararında, Arslan'ın "FETÖ'nün emniyet ve yargı içerisindeki unsurları tarafından sahte veya maniple edilmiş delillere dayanan, terör örgütünün stratejisi ve amacı doğrultusunda, TSK içerisindeki örgüte mensup olmayan asker şahısları tasfiye amaçlı kamuoyunda ''kumpas'' diye tabir edilen Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk soruşturmalarında toplum genelinde haklılık algısı yaratma işlevi gören ve örgütle iltisakı nedeniyle kapatılan" Taraf gazetesinin imtiyaz sahibi olduğu vurgulandı.

Hakimlik kararında, "Söz konusu gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmış Ahmet Altan ve yazar Mehmet Baransu ile terör örgütünün medya unsurlarından oldukları, örgütsel olarak 'büyük ağabeyler' olarak tabir edilen grup arasında yer alan istişare heyeti üyesi şüpheli Alaeddin Kaya tarafından verilen talimatlarla haber hazırlayıp yayımladıkları" denilerek, bu haliyle şüpheli Arslan'ın süreklilik arz edecek şekilde terör örgütü adına faaliyet göstermek suretiyle atılı suçu işlediği" yazıldı.

Soruşturma kapsamında, Ahmet Altan ve Mehmet Altan tutuklanmıştı.
BirGün

Hiç tanımadığınız bir erkek size bavul dolusu belge verirse…
Esra ARSAN
06 Mart 2015



1970’li yıllarda deodorant denen şeyle Türkiye yeni yeni tanışıyordu ve 1980’lerde tek kanallı TRT televizyonunda bir reklam filmi çok meşhur olmuştu. “Hiç tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse sakın şaşırmayın” diyordu reklam metni. O markanın deodorantını kullanan kadınlar o kadar çekici olacaklardı ki, sokakta yürüyen erkekler dayanamayıp kadınlara çiçek vereceklerdi…

Normalde, ülkemizde erkekler durduk yere kadınlara çiçek verirse başımıza gelecekleri az çok biliyoruz. Bir de zaten “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü” gibi veciz deyişleri olan bir toplumuz. Birisi bize böyle hiç beklemediğimiz bir güzellik yapıp ediyorsa, arkasından pek hayırlı şeyler çıkmayacağını biliriz.

Bir süre önce tutuklanan Mehmet Baransu’nun gazeteciliğini de ben bu deodorant reklamındaki kadının durumuna benzetiyorum. Nedenlerini anlatacağım.

Öncelikle, Baransu neden tutuklandı? Tutuklanması gerekir miydi?

Baransu gazetecilik pratiği nedeniyle yargılanıyor. Olabilir. Gazeteciler gazetecilik yaparken yasaları ihlal edebiliyorlar. Ama tutuklanması gerekmezdi; tutuksuz da yargılanabilirdi. Aynı, haklarında süren saçma sapan veya ciddi gazetecilik davaları nedeniyle halen tutuksuz yargılanan başka yüzlerce gazeteci gibi.
Peki, Baransu’nun yaptığı gazetecilik etik ve teknik açıdan savunulabilir mi? Gönül rahatlığıyla “Hepimiz Baransu’yuz” denebilir mi? Kanımca hayır. Çünkü Baransu yaptığı haberlerde pek çok gazetecilik ilkesini çiğnedi, masum insanlara iftira attı, gerçek olmayan şeyleri hakikatmiş gibi habere dönüştürdü, güdümlü gizli kaynaklar kullandı ve futboldan siyasete, medyadan yargıya kadar çok sayıda insana ve kuruma zarar veren asılsız haberlere imza attı. Hiçbir gazeteci bu kadar çok hata yapma özgürlüğüne sahip değildir. Ama o çalıştığı Taraf gazetesinin hükümetle ve hükümetin o zamanki iş ortağı Gülen Cemaatiyle olan yakın ilişkileri nedeniyle hep korundu, kollandı. Nedim Şener, Ahmet Şık, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, yazdıkları veya yazacakları kitaplar nedeniyle hapiste gün doldururken o serbestçe çalışmalarına devam etti. Bu arada, Taraf gazetesinde çalışan Mehmet Baransu, Önder Aytaç, Emrullah Uslu gibi Cemaat piyonlarının iftiraları nedeniyle hapse atılan gazeteciler oldu. Taraf’ın bazı diğer yazarları muhalif oldukları için içeri atıldıkları apaçık olan bu gazetecilere sahip çıkacaklarına, “Yargı sürecini bekleyelim bakalım, bu gazeteciler neden tutuklandı bilmiyoruz” gibi saçmalıklara imza attılar.

Şimdi eski yayın yönetmenleri Ahmet Altan ve Yasemin Çongar Mehmet Baransu’yu savunuyor.

Baransu’nun yaptığı haberler çok önemliymiş de, o tutuklandıysa Baransu’nun getirdiği belgeleri okuyup yayımlamaya değer gören sorumlular olarak sıkıysa kendilerini de tutuklasınlarmış. Her şey belgeli bulguluymuş… Balyoz darbe planı davasında yeniden yargılanma kararı çıkmış durumda bu arada.

Baransu da savcılıkta verdiği ifadede Taraf gazetesinde yayımlanan sızıntı belgeleri nasıl ele geçirdiğini bir kez daha anlatmış. Bir gün yolda yürürken hiç tanımadığı bir adam yanına yaklaşıp ona bir bavul dolusu belge vermiş. Aynı bizim 1980’lerdeki deodorant reklamındaki gibi…

Peki, gazeteci eline tutuşturulan her belgeyi, içinde yazılanlar doğru bile olsa sorgulamadan yayımlar mı? Yayımlamalı mı? Gazeteci eline gelen her belgeyi öyle bir dikkatlice okuyup kendince doğruluğuna ikna olduktan sonra istediği gibi yayımlamayacağı gibi, “O tanımadığım adam acaba bu belgeleri bana neden verdi?” diye de düşünmek zorundadır. O tanımadığım adam bana o sızıntı belgeleri babasının hatırına mı verdi, yoksa başka amaçlar peşinde mi? Acaba ben bu haberi yaparsam birileri beni kişisel, kurumsal çıkarları için kullanmış mı olacak? Bu yaptığım önemli haberle istemeden masum insanlara zarar verecek miyim? Acaba bu masum insanların zarar görmesini engellemek için nasıl önlemler alabilirim? Haberimi kamu yararı içerecek ama hak ihlali yapmayacak şekilde nasıl daha doğru düzgün yazabilirim? Bu soruların hiçbirisini sormadı Baransu ve editörleri. Çünkü asıl dertleri gazetecilik değildi. Asıl dertleri başkaydı. Muhtemelen kendisine o belgeleri veren de öyle tanımadığı bir adam filan değildi. Artık bunları açıkça konuşmanın zamanı geldi.

Taraf, kendisinden önce bir deneme için yeniden kurulan Nokta dergisi gibi bir projeydi. Bir gün hiç tanımadığımız adam bir dergi kurmak için medya sektörüne para yatırdı. Kadro kurdu. O dergide de hiç tanımadıkları bir adam tarafından bavullarla gelen bazı belgeler yayımlandı. Sonra ortalık karışınca bu hiç tanımadığımız medya patronu aniden Nokta dergisini kapatıp sahayı terk etti. O sırada, Gülen Cemaatinin AKP ile birlikte yürüttüğü güç ve hegemonya mücadelesinde, laikçi ve darbeci askeri ekarte edip, çürümede askerden hiç de geri kalmayan Cemaatçi polis teşkilatını öne çıkarmaya yönelik bir plan proje vardı. Bu projeye göre, yandaş yayınlara sızdırılacak “çok gizli” belgeler zaten çoktan hazırlanmıştı. Nokta kapandıktan sonra Taraf gazetesi Emre Uslu, Önder Aytaç, Mehmet Baransu gibi, Cemaatçilikleri artık üzerlerinden akan yazar çizer kadrosuyla ülkedeki güç savaşında rol aldı. Belgeler, Taraf Gazetesi Muhabiri Baransu’ya sokakta yürürken çok güzel koktuğu için değil, zaten o gazetenin var oluş nedeni o belgeleri yayımlamak olduğu için veriliyordu.

Taraf gazetecileri yayımladıkları haberlerle ne menem bir güç savaşının içinde yer aldıklarını Cemaatle AKP arasında tepişme başlayınca anladılar. Gazete yöneticileri arkalarına bakmadan tüydü. Geri kalanların bir kısmı hoca efendiye, bir kısmı da reise biat etmeye devam etti. Bazıları yeni proje yayımcılıklara doğru yelken açtı. Proje gazetecilik diye bir ekol yaratıldı aslında bu arada, o da ayrı konudur. Aralarında hakikaten haysiyetli gazeteciliğe inanan az sayıda kalem vardı, bu tezgahı geç de olsa görüp gazeteden uzaklaştılar, onları tenzih ederim. Zamanında Taraf’ın yazı işlerinde olan bitene tanıklık etmiş eski çalışanlarıyla bir konuşun, bin ah işitin.

Evet, Taraf yöneticileri ve Baransu gibi piyonlarla el birliği ederek ülkedeki güç mücadelesinde birilerinin ekmeğine yağ sürdüler. Ama şimdi piyonlar değişti. Baransu harcandı, yerine başkaları geldi. Tanımadığı adamlar artık Baransu’ya bavulla belge değil, hapiste yatacak ranza vermeye niyetli. Ana akım medyanın büyük bir bölümü iktidarın eline geçtiğinden, artık Taraf gibi proje yayımlara ihtiyaç kalmadı. Taraf yöneticileri darbelerle hesaplaşma misyonu konusunda başladıkları işi bitiremediler. Sırtlarını dayadıkları Cemaat, onun savcıları ve polisleri saf dışı edildi. Çok demokrat parti diye cilalayıp,haberleriyle baskı rejimine kamudan rıza ürettikleri AKP, halihazırda darbe yapmış generalleri bile doğru düzgün yargılamadı. Potansiyel darbeci olduğunu iddia ettikleri askerleri de hapisten çıkartıp ilerde yine Kürtlerle savaşırsak lazım olurlar diye affetti. Demokrasi adına işlenen büyük bir gazetecilik suçudur Tarafçıların yaptığı. Şimdi bir de esip üfürüyorlar.

Tekrar Baransu’nun tutuklanmasına gelirsek… Bu kişi gazetecilik yaparken etik ve yasal ihlal işlemişse, elbette yargılanmalı. Hem vicdanen hem de hukuken. Ama demokratik her ülkede olduğu gibi gazeteciler tutuksuz yargılanmalı. İftira, yalan haber, güdümlü gazetecilik, zümrecilik ve nefret söylemi gazetecilik etiğine aykırı olduğu gibi, hukuken de suçtur. Ama kimse bizden “Baransu’nun arkasındayız” filan dememizi beklemesin. İyi gazetecilik ve kötü gazetecilik var. Kötü gazeteciler hapse atılmasın, ama inşallah medya alanından silinsin. Bir daha gazetecilik yapamasınlar. Onların yerlerine dengeli, sorgulayan, yaptığı her haberin sorumluluğunu alacak kadar dürüst, insanlara ve kurumlara zarar vermekten ölümden korkar gibi korkan, haysiyetli gazeteciler gelsin. Baransulara güdümlü gazetecilik yapacak alan açılsın diye meslekten dışlanmış pek çok gazetecide zaten bu vasıflar var. Eminim yenileri de çıkacaktır.
Kaynak: Evrensel

Taraf : Çarpık Doğdu, Yamuk Öldü
Ragıp Duran
Birdir Bir
27.12.2012



Taraf gazetesi beş-altı yıllık yayın hayatını tamamlarken de ilk günkü gibi şeffaflıktan ve dürüstlükten yoksun bir şekilde gömüldü. Kaçınılmaz son, belki de geç bile kalmıştı.

Çünkü bu gazete henüz kuruluş aşamasında çeşitli alan ve konularda sakat doğmuştu:

* Gazetenin malî yapısı, medya mülkiyet kimliği şeffaf değildi. Teorik olarak Alkım Yayınevi gazetenin sahibi görünüyordu. Ne var ki, o günlerde, tüm yayıncıların çok iyi bildiği üzere, Alkım Yayınevi’nin kâğıtçı, ciltçi, matbaacı ve dağıtımcılar başta olmak üzere uçan kuşa borcu vardı. Yeni bir gazete kurmak için gerekli olan sermaye nereden, nasıl, ne zaman gelmişti?

Taraf’ın sahibi ve yöneticileri bu sorulara son altı yıl içinde hiçbir zaman açık, net, belgeli yanıt veremediler.

* Ahmet Altan son yazısında da bu sır perdesini itina ile koruyor. Ayrılırken bile gazetesine yönelik iddia ve suçlamaların hiçbirine yanıt ver(e)miyor. Üstelik, Altan neden istifa ettiğini bile açıkla(ya)mıyor. Şeffaflık ve dürüstlükten yoksunluğun adı ne zamandan beri “demokrasi kahramanlığı” oldu?

Hele birisi de kalkmış Altan’a “mangal yürekli” demez mi? Ben hiç hoşlanmadım bu kebapçı edebiyatından! Bir başkası da kalkmış kendini “Ahmet Altan’ın çocukları ve kahramanları” diye niteliyor. Çocuklar ne zamandan beri babalarını seçebilmişler ki?

Ayrıca, bir insanın kendi kendisini kahraman ilân etmesi biraz megalomania olmuyor mu? Babadan geçe geçe, kala kala bu megalomania mı kalmış? Kendisine iletilen belgeleri bavula koyup savcılara götürmeyi gazetecilik sananlar, üç haberinden biri tekzip yese de hâlâ bu meslekte kalabiliyorlarsa, galiba hakikaten kahramandır!

* Bu gazete, çeşitli kesimlerden gelen talep ve sorulara rağmen, Fethullah Gülen Cemaati ile ilişkisi konusunda bir açıklama yapmaktan kaçındı. Şeffaflık ve dürüstlük yoksunluğu salt malî alanda değil, siyasal ve ideolojik düzlemde de sırıttı.

Altı yıl boyunca bu gazetede Cemaat aleyhine bir tek satır, aleyhte bir haber, yorum, fotoğraf yayınlanmaması nasıl açıklanabilir? Keza Zaman ve bu gruba bağlı diğer yayın organlarında da Taraf aleyhinde bir tek satır yazı çıkmamış olması acaba tesadüf müdür? Çıkar kardeşliği, medeniyetler ittifakı, dinler arası hoşgörü, diyalog, empati filan falanla mı açıklayacağız bu ilişkiyi?

* Bu gazete Türkiye’nin iki büyük sorunu olan Recep Tayyip Erdoğan ve Kürt meselesi konusunda altı yılda galiba en az üç kez tutum ve politika değiştirdi. Üstelik, bu değişiklikler öyle nüans sayılabilecek değişiklikler olmadı.

Koyu Erdoğan taraftarlığından kişisel de olsa yine koyu bir Erdoğan karşıtlığına geçtiler. Kandil’de röportaj yapan Taraf ile “Kürt sorununun çözümünü engelleyen PKK’dır” diyen Taraf aynı gazete midir?

İlginç olan, özellikle Taraf’ın Erdoğan konusundaki değişikliklerinin Zaman grubunun da Erdoğan’la ilişkileri bozduğu dönemlere rastgelmesi; bu da herhalde tesadüf idi.

* Bu gazetenin haberciliği, kendi dışındaki (belki de içinde, henüz tam olarak bilemiyoruz) bir odağın sağladığı belgeleri ciddi bir editoryal süzgeçten geçirmeden yayınlamakla sınırlı. Dolayısıyla, bu gazeteyi aslında Altan – Çongar ikilisi yönetmedi. O odak yönetti.

Özellikle Alev Er’in ayrılmasından sonra, gazete tamamıyla bu odağın denetiminde yayınlandı. Altan, Alev Er’in gazeteden neden ayrıldığını açıklayacağı yerde, son yazısında ona teşekkür ediyor. Utanma sözlüğü galiba her eve lâzım…

* Bu gazetede kuşkusuz belirli sayıda dürüst, aklı başında gazeteci ve yazarlar da vardı. Bazıları arkadaşım ve meslektaşım. Bir kısmı zaten zaman içinde Taraf’tan ayrıldı. Sorun zaten, Altan hariç, kişisel bir sorun değil. Ama gazetecilik gibi son derece kolektif bir alan ve meslekte Altan’ın egosu Taraf’ı gerçek anlamda bir gazete olmaktan alıkoydu.

Bir zamanlar gazete içindeki bir ihtilafta, servis şefleri ile sayfa sekreterleri “sayfanın gerçek patronu kim?” konusunda kapışırken Altan sorunu hemencecik çözüyor:

“Bakın, bu sayfaların gerçek sahibi ne servis şefidir ne de sayfa sekreteri. Bütün sayfaların tek patronu benim, ben sizlere bu sayfalarda çalışma hakkı veriyorum, o kadar!”

Ne güzel, değil mi? Demokrasi kahramanı böyle olur işte! Mangal yürek de buna denir!

Megalomani adamı Pennslyvania mescidinin sıradan bir ulağı haline getirir… Farkına bile varmazsın. Biri sana söylese bile inanmazsın, inanmak istemezsin. Çünkü sen o kadar büyüksün ki… Kibirdir yorulup yollarda kalan. Gururdur motoru patlatıp adamı aciz bırakan!

* Bu gazetede 1 Mayıs 1977 katliamını aklamaya çalışan bir akademisyen, Altan ve arkadaşlarının malî sebeplerle istifa ettiğini, ayrılma olayında hiçbir siyasal neden bulunmadığını yazdı. Biz de inandık!

Altan bir süredir Başbakan Erdoğan aleyhinde çok sert yazılar yazıyordu. Bu yazıların içeriği genellikle doğru olmakla birlikte, üslûpta gereksiz bir bireycilik göze batıyordu. Bir gazeteci, siyasî iktidarın bir numarası ile senli-benli kavgaya girişmez. Mesele iki kişi arasındaki bir anlaşmazlık değil ki…

Altan’ın yürüttüğü muhalefetin dörtte birini yazanlar kendilerini polis-savcı-hâkim üçlüsünden geçtikten sonra cezaevinde bulurken, Altan hakaret davalarıyla yetinmek durumunda kaldı. Altan ve arkadaşlarının Taraf’tan neden ayrıldığı konusunda tahmin ya da öngörüde bulunmak çok zor olmasa gerek. Yeni Şafak ve Zaman’da bile hafif muhalefet edenlerin işlerinden olduğu bir dönemde, Erdoğan, Altan’ı gazetenin başından uzaklaştırarak hem “pis bir muhalifinden” kurtuldu, hem de Pennslyvania’ya mesaj atmış oldu.

* Polis Akademisi’nde ders verenlerin boş zamanlarında köşe yazarlığı yaptığı bir mekândır Taraf gazetesi. Twitter’dan ve köşesinden kadın-erkek ayrımı yapmadan ispatlanamayacak iddialarla meslektaşlarına çamur atanların el üstünde tutulduğu bir gazetedir Taraf.

Başyazarının “patrona güzel bir hediye” olarak tasarladığı bir gazetedir Taraf.

Keza aynı başyazar ve kurucunun “roman yazmaya ara verdiği dönemler”deki meşgalesidir Taraf gazeteciliği.

Sonuç olarak, Taraf Türkiye basın tarihinde bence öyle önemli ve değerli bir yer alamayacak. Ama Türkiye siyaset tarihinde, manipülasyon tarihinde mutlaka hak ettiği bir konuma geçecek.

www.acikistihbarat.com

Taraf'ta istifa depremi
14 Aralık 2012





6 yıl önce yayın hayatına başlayan, özellikle Balyoz ve Ergenekon konularındaki haberleriyle dikkat çeken Taraf Gazetesi'nde istifa depremi yaşandı. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, yardımcısı Yasemin Çongar ve yazar Murat Belge istifa etti. Gazetenin sahibi, istifalar nedeniyle Taraf'ın kapatılacağı iddialarını yalanladı. Altan'ın yerine geleceği iddia edilen Yıldıray Oğur Twitter'dan açıklama yaptı. Gelişmeler üzerine Taraf Ankara Büro’dan rest geldi: Altan yoksa biz de yokuz.

Taraf gazetesi, dün gece Ahmet Altan’ın istifasıyla sarsıldı. Yıllardır maddi sıkıntılar nedeniyle maaşların zaman zaman ödenmediği gazetede, Altan’ın ayrılık kararı üzerine Yasemin Çongar da sabah saatlerinde “Ahmet Altan yoksa ben de çalışmam” diyerek istifasını sundu. Röportajlarıyla ses getiren Neşe Düzel ve "Türkiye'nin Halleri" isimli köşeyi yazan Murat Belge de istifa eden isimler arasında yerini aldı.

Toplantı yapan gazete çalışanlarından Yazı İşleri Müdür Yardımcısı Mehtap Genç ve Ekonomi Şefi Eylem Düzyol başta olmak üzere bütün birim yöneticilerinin istifa kararı aldığı belirtiliyor.

'FEVRİ OLMAYIN UYARISI'

Gazete çalışanlarını fevri olmamaları konusunda uyaran Yasemin Çongar, “Bu gazeteyi bugüne kadar beraber çıkarttık, bundan sonra da sizler çıkartacaksınız” diye konuştu. Ahmet Altan okurları için “Veda Yazısı” yazdı. Taraf çalışanları iki aydır maaşlarını alamıyor…

‘TARAF YOLUNA DEVAM EDECEK’

Taraf gazetesinin sahibi Başar Arslan, gazetenin kapatılacağı iddialarını yalanladı. Arslan, 'Taraf yoluna devam edecek. Ahmet Altan ve ekibinin çok büyük hizmetleri oldu. Dostluğumuz sürecek' dedi.

'DEMOKRASİ TARİHİNE GEÇTİLER'

Taraf gazetesinin sahibi Başar Arslan, Kurucu Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar ve kurucu ekipte yer alan Neşe Düzel'in istifalarının ardından "gazetenin lağvedileceği" iddialarını yalanladı. T24'e konuşan Arslan, "Taraf yoluna devam edecek. Altan ve ekibinin çok büyük katkıları oldu. Yaptıklarıyla demokrasi tarihine geçtiler" dedi.

Başar Arslan, ayrılık gerekçesi olarak "Çok önemli işler yaptılar ve yoruldular. Geldiğimiz noktada bir anlayış farkı oluştu" dedi. Arslan, şunları söyledi: "Taraf'ı lağvetme, kapatma söz konusu değil. Taraf yoluna devam edecek. Çok büyük hizmetleri oldu, çok önemli işler yaptılar. Türk demokrasi tarihine geçtiler. Ama yoruldular, geldiğimiz noktada bir anlayış farkı oluştu. Ahmet Altan'la elbette dostluğumuz sürecek."

TWITTER'DAN DUYURDU

Haberi, Taraf Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kurtuluş Tayiz sosyal paylaşım sitesi Twitter'daki hesabından duyurdu.

T24 internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni ve Taraf Gazetesi'nde de yazan Doğan Akın da bilgi aldığı Taraf yöneticilerinin istifa haberini doğruladığını belirtti.

OĞUR'DAN YALANLAMA

Son dönemde Ahmet Altan’la köşesi üzerinden tartışan Yıldıray Oğur’un genel yayın yönetmenliği koltuğuna en yakın isim olduğu iddia ediliyordu. Oğur bu iddiayı Twitter'dan ''Taraf'a Genel Yayın Yönetmeni olduğum iddiaları külliyen yalandır'' yazarak yalanladı.

ALTAN YOKSA BİZ DE YOKUZ

GENEL Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, Yardımcısı Yasemin Çongar ve Neşe Düzel’in Taraf gazetesiyle ilişkilerinin koparılması üzerine gazetenin Ankara bürosunun çalışanları da “onlar yoksa biz de yokuz” dediler.

Gazeteciler yaptıkları açıklamada şunları kaydetti:

“Ahmet Altan’ın Taraf’ında çalışmaktan özlük haklarımızda yaşadığımı ciddi sıkıntılara rağmen her zaman mutlu idik. Gazeteyi var etmiş olan Altan ve Çongar’ın yokluğu halinde Taraf’ın, silahlı ya da silahsız, özellikle de hükümet dahil tüm iktidar odaklarına karşı editoryal bağımsızlığını koruyabileceğini düşünmüyoruz. Bugüne kadar işverenden alamadığımız-eksik aldığımız maaş dahil hak ve alacaklarımızın ödenmeme tutumu üzerine, gazete genel yayın yönetiminde yapılan bu yıkıcı değişiklik tercihi üzerine öncelikle, yasal hak ve alacaklarımızın artık lütfen ödenmesi gerektiğini aksi durumun, her birimizin iş akdini haklı fesih nedeni olacağını hatırlatırız. Ahmet Altan ve Yasemin Çongar yoksa bizim de gazetede olmamızın bir anlamı yoktur. Çok emin olduğumuz diğer şey de ne denilirse denilsin, Altan’ın gazeteden koparılması bir siyasi tercihtir, bunda siyasi iktidara yaptığı muhalefetin payı olmadığını kimse bize söylemesin. Altan ve Çongar’ın, eski görevlerine en kısa sürede döndürülmelerini bekliyor, aksi durumda bizim de bir değerlendirme yapacağımızı iletiyoruz.”

İSTİFA SONRASI HİSSEDE SERT HAREKETLER
Taraf'ta arka arkaya yaşanan istifalar ve gazetenin yayın hayatına devam edip etmeyeceği ile ilgili spekülasyonlar şirketin borsadaki hisselerini de etkiledi. İlk seansı yüzde 1.39 artışla 7.32 liradan tamamlayan hisseler ikinci seans yönünü aşağı çevirdi. Bir ara yüzde 7.4 kayıpla 6.68 liraya kadar gerileyen hisseler daha sonra toparlandı ve seans sonunda düne göre yüzde 0.3'lük yükselişle 7.24 liradan kapattı.

Taraf Gazetesi'ndeki istifa depremi sosyal medyada da yankı buldu. Gazeteciler olayı twitter hesaplarından şöyle değerlendirdi:

supertitiz ?@super_titiz
Zamanında Yalçın Küçük, Yasemin Çongar Milliyet'in Washington temsilcisi iken "Washington'un Milliyet Temsilcisi" demişti. Bak aklıma geldi

TOKYOPHONE ?@halil_calik
Yasemin Çongar ve Ahmet Altan; bir gün o çember gelir sizi de boğmaz mı zannetmiştiniz?

Barış Zeren ?@zerenbaris
Ahmet Altan ile Yasemin Çongar batan gemiden atlamışlar... Neşe Düzel de peşlerinden... Malum, denizlerimizde fırtına giderek şiddetleniyor.

Tufan Türenç ?@tturenc
Ahmet Altan ve Yasemin Çongar Taraf''tan istifa ettiler deniyor. Doğruysa muhalefet yapmaya başladıkları için onların da ipi çekildi demek

eren eğilmez ?@erenegilmez
Ergenekon davası karar aşamasına gelir misyon tamamlanır Ahmet Altan, Yasemin Çongar gider Taraf'ın görevi son bulur desek?
Kaynak: Hürriyet

'' Telegraph'' gazetesinden aldığımız metne sadık kalalım dedik,din tarihi bilgisi eksikliğiizin kurbanı olduk ; Hz. Zeynep'in Hz Ali'nin kızı olduğunu artık biliyoruz affola ''

“Ahmet Altan'ı çileden çıkaran tercih: Boykot!
Murad Salih

Başlık internette rastladığım bir haberden...

Haber şöyle:

[12 Eylül'deki referandumda boykot kararı alan BDP'ye en sert tepki Taraf gazetesinden geldi. Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, boykot kararına öyle gıcık olmuş ki; bugünkü köşesinde BDP'ye giydiriyor... Boykot'un da "demokratik bir hak" olduğuna aldırmadan, Genel yayın yönetmenliği yetkilerini kullanarak, başka bir despotluk yapıyor. Bundan sonra gazetede BDP'nin demeçlerine yer vermeyeceğini açıklıyor. İşte o yazının ilgili bölümü:

(...) Kürt halkının büyük çoğunluğuyla ters düşen, Kürt sivil toplum kuruluşlarıyla çelişen, 12 Eylül hukukuyla hesaplaşmak isteyen Kürtlerin sandık başına gitmesini istemeyen BDP'li politikacıların manevraları bana fazla kıvrak geliyor son zamanlarda.

ONLARDAN DEMEÇ İSTEMİYORUM

Bu yüzden saygısızlaşıp kabalaştıklarını düşünüyorum. Ben BDP'li politikacılardan da, hoyratlıklarından da sıkıldım, çocuğum yaşındaki birinden hakaretler işitmek de hoşuma gitmiyor, yazıişlerindeki arkadaşlarımın neredeyse tümü karşı çıktı ama ben bundan sonra BDP yönetiminden demeç istemiyorum.

TİRAJ UMURUMDA DEĞİL

Biliyorum bu gazeteciliğe aykırı, bu yüzden tiraj da kaybedebiliriz ama ben o kadar da iyi bir gazeteci değilim, iş hakarete geldiğinde tiraj falan da umurumda değil. BDP, maksatlı olmayan, 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen gazetelerle konuşsun. Yolları açık olsun. ]
(1)

Ahmet Altan malûmunuz...

Taraf gazetesi genel yayın müdürü ve başyazarı...

Taraf gazetesi de malûm AB-D emperyalizminin ülkemizdeki “yarı resmî” gazetesi...

AB-D emperyalizmi de malûmunuz; bütün dünyaya “demokrasi” götürmek istiyor...

Bu yüzden de Taraf gazetesinde yayınlanan her haber, her yorum bir şekilde, AB-D emperyalizminin ülkemize dayattığı bu “demokrasi”nin faziletleriyle başlayıp, onun ne bulunmaz bir nimet olduğunu “şu cahil halkın” kafasına vura vura anlatmaya ayarlanmış...

Ahmet Altan’ın yazıları da öyle...

Tabiî, demokrasi var...

Bir de demokrasi var...

Kitapların yazdığı "teorik demokrasi" başka...

Vietnam, Irak, Afganistan, Filistin, Türkiye halkına dayatılan "pratik demokrasi" başka...

Kitaplar ne yazarsa yazsın...

Biz olana bitene bakarız...

Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da kaç milyon yaşlı çocuk, ihtiyar, kadın bu “demokrasi getirme operasyonu”n da katledi, sakatlandı, işkencenin en berbat şekillerine maruz kaldı, evleri başlarına yıkıldı, işyerleri talan edildi, paraları gasp edildi?

Ebugureybler....

Guantanomalar...

Gizli toplama ve işkence kampları...

İşkence için özel dizayn edilmiş CIA uçakları-gemileri...

İşgal ve talan edilen ülkeler...

Geldi mi bari?

Tabii ki gelmedi...

Çünkü dünyada kitapların yazdığı gibi bir demokrasi hiç olmadı ve olması da mümkün değil...

Ama dehşetli bir propaganda makinesi...

Medya yoluyla yürütülen toplu zihin kontrol faaliyetleri...

Bir gün mutlaka bizim ülkemizi de şendireceğini/şereflendireceğini müjdeliyor ve bizi bu “müjdeli habere” iman etmeye zorluyor...

Kısaca...

Ab-D tarafından oluşturularak dayatılan bir illizyonun adıdır demokrasi...

Hiçbir gerçekliği yok...

Tam bir kumpas...

Adi bir tiyatro...

Çünkü...

Kitaplarda yazan demokrasiye göre son karar halka aittir...

Yönetimde halk ne derse o olur...

Halkın iradesini belirtmesi, tercihini göstermesi için...

Seçim diye bir şey yapılır...

Halk bu seçimlere katılarak kendisini yönetecek genel veya yerel/mahallî yönetici adayları arasından seçimini yaparak bazılarına vekâlet verir...

Veya referandum yoluyla kendisine sorulan sorular için tercihini belirtir...

Yine kitaplara göre, bu seçim veya referandumların meşru olabilmesinin asgarî şartları vardır...

Bunlar...

Adaylıkta ve oy vermede “serbest”lik olacak... Yani adaylara ve oy verenlerin önüne engelerl konulmayacak...

Aday olanlar veya oy verenlerin “hür iradeleri” ile, hiçbir baskı, zorlama, tehdit ve şantaja maruz kalmadan bu işi yapmalarının sağlanacak...

Her türlü hile ve yanıltmalardan uzak “dürüst” bir seçim...

Gizli oy...

Açık tasnif...

Falan filan...

Bugün sadece medya etrafında, doğrudan insan iradesini esir alan olağanüstü tekniklerin geliştirilerek kullanılıyor olması ve bu yolla insanların zihinlerinin kolayca kontrol altına alınabiliyor olmasını dikkate alınarak...

Ne demokrasinin fiiilen uygulandığı iddia edilen AB-D ülkelerinde, ne de AB-D emperyalizmi tarafından demokrasinin zorla dayatıldığı ülkelerde hür, serbest, dürüst bir seçimden sözetmek mümkün mü?

Irak, Afganistan, Pakistan gibi kendilerine zorla demokrasi dayatılan ülkelerin başına seçim yoluyla gelen şu ipten kazıktan kurtulma, kaatil, işkenceci, ırz düşmanı, hırsız, uğursuz, yağmacı, ahlâksız takımının bu halkların hür iradeleriyle serbest ve dürüst bir seçimle işbaşına geldiğini, içinde hasarlı da olsa bir vicdan kırıntısı taşıyan hangi entellektüel/aydın iddia edebilir...

Bizdeki AB-D muhibleri, ne bunu iddia edebiliyorlar, ne de bu kepazelik konusunda tek kelime edebiliyorlar...

Ama “demokrasi” denildi mi, onun faziletleri konusunda saatlerce martaval atabiliyorlar...

Neyse sadede gelelim...

Demokrasi hakkında yukarıda yazdığım gerçeklerin hiçbirini -tıpkı bizim dermokratlar gibi- nazara almadan, görmemezlikten gelerek, yok farzederek/varsayarak...

12 Eylül’de yapılacak denokrasinin kitaplara yazılan teorik demokrasiye birebir uygun hilesiz hurdasız, hür ve serbest bir seçim olduğunu düşünelim...

Bu zor bir şey ama...

Deneyelim...

Bir referandumda halk, iradesini kaç şekilde beyan edebilir?

A-) “Evet” diyerek (AB-D’nin en istediği ve en çok sevineceği durum)...

B-) “Hayır” diyerek (AB-D’nin beğenmese bile içine sindirebileceği durum)...

C-) “Boykot” ederek veya “geçersiz oy” kullanarak (AB-D’nin en istemediği, en çok kızacağı durum)...

AB-D medyasının “evetçi” ve “hayırcı” kesiminin ortak dayatmasına göre, halk bu referandumda üç değil iki şıklı bir tercihi kullanacak...

Üçüncü şık olan “Boykot” veya “geçersiz oy”un hafızalardan özenle silinmeye çalışıldığını herhalde farketmişsinizdir..

Bu tavrı dillendiren BDP işi bozduğu için Kürtlere başka Türklere başka bir metod uygulanıyor...

Kürtlere BDP’nin “hayır” diyeceği her haberin/yorumun içinde, bir iki cümle ile zihinlere sinsice sokuşturulurken...

Türklere de “PKK’lı teröristler’in seçimi boykot edecekleri” telkin edilerek “boykotçu”ların PKK ile ittifak içinde gösterilebileceği şantajı yapılıyor...

İşte Ahmet Altan’ın demokrasiyi de, tiraj kaygısını da bir kenara koyarak; Kürtlere, “ya, ‘evet’ veya ‘hayır’ diyerek bu demokrasi müsameresine katılırsınız! Ya da ‘boykot’ gibi, bu müsamereyi bozucu bir tutumda ısrar ederseniz gazetemde sizden, sizin parti ve örgütlerinizden, sizin hak ve hukukunuzdan tek kelime bile yayılamam!” anlamına gelen yukarıdaki -içinden buram buram “totaliterlik/otoriterlik/baskıcılık/vesayetçilik” tüten- yazısı bu yüzden...

Türkiyede’ki seçim sonuçlarına baktığınızda yüzde 20 ile 30 arasındaki bir seçmen kitlesi (ki bu aşağı yukarı Türkiyede tek başına iktidar olma oranı), Ya sandığa gitmiyor veya cezadan kaçmak için sandığa gidiyor ama geçersiz oy kullanıyor...

CHP ve MHP, AB-D’nin referandum dayatmasını gerçekten boşluğa düşürmek isteselerdi; boykot tavrı alarak yüzde 20-30’luk boykotçu kitlenin üzerine yüzde 35-40 civarında kendi oylarını ilave ederek bunu rahatlıkla yapabilirlerdi...

Hesap ortada...

Toplam seçmenlerin yüzde 20-30'luk kesin kararlı, demokrasiye red/boykot cephesi...

Yüzde 35-40'lık CHP-MHP oyu...

Yüzde 5’lik BDP oyları toplandığında...

Yüzde 60-75’lik bir seçmen kitlesinin sandık başına gitmediği veya gidip de geçersiz oy kullandığı...

Yani sadece AKP ve AB-D’nin arkasında durdıuğu bir referandumun meşruiyetini hiç kimse iddia edemezdi....

Haydi, CHP’nin bu kayıkçı kavgasındaki “kötü adam/tecavüzcü Coşkun rolü” malûm ve CHP’nin eli bu sebeple “hayır”a mahkûm...

Peki MHP’ye ne oluyor?

Haaaa....

Bu sadece bir anayasa referandumu değil...

Malûmunuz AB-D emperyalizminin arkasındaki “Yahudi aklı”, az para-maliyet ile çok iş çıkarma üzerinde çok marifetlidir...

Referandumdan “evet” sonucu çıkarsa ki; öyle veya böyle çıkacaktır...

Bu sonuçla sadece Anayasa’nın bir kaç maddesi değişmeyecek, bu sonuçlar özellikle CHP ve MHP’de ve “boykot” kararının arkasında kararlılıkla duramazsa BDP ve PKK’da çok önemli çatlaklar, bölünmeler ve tasfiyeler yaşanmasına da sebep olacak gibi görünmektedir...

Bunun emareleri hem MHP’de, hem de CHP’de açıkça görülmeye başlandı bile...

Sonuç olarak...

Ahmet Altan apırsa da köpürse de; ben bu “demokrasi müsameresi”ni boykot etmekte kararlıyım...

Kimse bana PKK’lı filan da diyemez...

Çünkü Müslümanım ve Türk’üm...

Dipnotlar:

1- “Ahmet Altan'ı çileden çıkaran tercih: Boykot!” , 24 Ağustos 2010, Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2937

Ne yaptın Ahmet Altan?
09 Mayıs 2009 Cumartesi 15:43
Taraf gazetesinin ''vicdan'' sesi Oya Baydar, Ahmet Altan’ın özensiz benzetmesine o kadar kırıldı ki yazılarına son verdi.

Dilek Yaraş / Gazeteciler.com

Oya Baydar, 14 Şubat tarihinden itibaren, haftada bir gün vicdanının sesini haykırıyordu Taraf gazetesinin sütunlarından.

İnsana, ‘’Keşke her gün yazsa ve her konudaki vicdan sesini bizlerle paylaşsa,’’ dedirten, okumaya doyulmayan her haliyle yürekten geldiği belli olan yazılardı bunlar.

Biz haftada bir yazı ile yetinemezken, Oya Baydar’ın yazı gününü sabırsızlıkla beklerken ve henüz on üçüncü yazısında iken vedasıyla karşılaştık yazarımızın.

Hem de ‘’Pavyondaki kadın’’ın vedası başlıklı bir yazıyla.

Şaşırdım mı?.. Hayır.

Çünkü; 7 Mayıs tarihli Ahmet Altan yazısını okuyunca Oya Baydar’ın kırılabileceğini ve sert bir tepki verebileceğini düşünmüştüm

Yazarımızın bugünkü veda yazısını okuyunca bu sezgisel düşüncede ne kadar haklı olduğumu anladım sadece. Hüzün ve esefle…

Söz konusu yazıda Altan, Taraf kadrosundaki ‘’sıkı sosyalist’’ yazarların liberallerin arasında bulundukları için ‘’pavyondaki namuslu kadın’’ huzursuzlukları gösterdiğini öne sürüyordu.

E, yıllarını sosyalizme veren, bu uğurda türlü badireler atlatan, yıllarca sürgün hayatı yaşayan ve Taraf gazetesinde vicdanının sesini haykıracağı ümidiyle yazmaya başlayan Oya Baydar’ın böyle bir üsluba sessiz kalması da beklenemezdi herhalde.

Baydar, Altan’ın ne kadar yakışıksız bir benzetme yaptığını ''nazik'' bir şekilde ifade ederek diyor ki:

‘’Teşbihte hata olmaz, dense de teşbihte sık sık hata olur; bunlar çoğunlukla bilerek yapılan, en azından bilinçaltının yansıması olan hatalardır. Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’ın, ‘övündüğü yazar kadrosu’ndan söz ederken ‘sıkı sosyalistler’ olarak nitelediği Roni Margulies ve Oya Baydar’da, “liberallerin” arasına “düşmekten” dolayı ‘Türkân Şoray filmlerini andıran -pavyondaki namuslu kadın- huzursuzluklarının tezahür ettiği’ saptaması, işte bu türden teşbihlere, ya da şakalara, ya da üslup hoşluklarına iyi bir örnek…’’

Ayrılma sebebi olarak, birbirini lafla dövmeyi polemikçiliği marifet sayman; uzlaşmayı değil çatışmayı, barışın dilini değil eril iktidar dilini benimseyen üslupdan yorulduğunu anlatan Baydar’ın bu veda yazısının her satırı ve özellikle de satır araları, Ahmet Altan dahil tüm liberallerin, kemikleşmiş sosyalistlerin, her şeyi ben bilirimcilerin, kısaca herkesin ama herkesin ders alması gereken tokat gibi bir cevap niteliğinde.

Oya Baydar’ın bu tavrınının yazarlık egosuyla veya ‘’kadınsı’’ bir kırılganlıkla hiç ilgisi olmadığı düşüncesindeyim.

Son derece ilkeli, tutarlı bir davranış; vicdanın politik bilinçle sarmalandığı onurlu bir eylem, bir karşı duruş olarak görüyorum ben bu vedayı.

Ne Ahmet Altan ne de bir başkası ‘’Ne var bunda canım, alt tarafı çok bildik, bizim kültürümüzden bir benzetme,’’ diyerek hafife almaya çalışmamalı bu durumu.

Tam da bu yüzden, tam da çok bildik, bizim kültürümüze ait bir benzetme olduğu ve şeytan ayrıntılarda saklandığı için önemli ve sorgulanması gereken bir durumla karşı karşıyayız.

Oya Baydar da tam olarak bunu yapmış. Sorgulamış alabildiğine…

Taraf’taki ilk yazısında, ‘’…Vicdan; bütün mağdurlara ve bütün mağduriyetlere, hiçbir çifte standarda yer vermeden, kendi inançlarımızın, kendi mahallemizin ama’lar çemberine kısılıp kalmadan tek ölçütle, ‘o da tıpkı benim gibi insan’ ölçütüyle yaklaşabilmemizi sağlayan hesapsız saf bakıştır. Bu yüzden de iktidar olgusuyla, siyasetle, hele de gündelik siyasetle çatışır çoğu zaman. Muktedirlerin en tutarlısının, en temizinin bile vicdanı kabukludur; çünkü iktidarın hep ama’ları vardır ve bu ama’lar vicdanı aşındırır, kabuk bağlatır…’’diyen Baydar, son yazısında:

‘’ Otuz yıl aradan sonra yeniden yazmaya başlamamın tek nedeni, Türkiye’ye gerekli ve yararlı bu çorbada tuzumun bulunması isteğiydi. İçine sürüklendiğimiz cepheleşme ve cinnet ortamında, bu hale gelmemizin baş nedeni saydığım darbeci, vesayetçi, militarist, izolasyonist, ayrımcı zihniyete ve bu zihniyetin taşıyıcı güçlerine karşı, kendilerini liberal sayanlarla birlikte yürüyebileceğim bir yol olduğunu düşünmüştüm.’’ diyor.

...

Özetle, romanlarında kadın ruhunu anlamaya çalışarak erkek ruhunu anlatan Ahmet Altan’ın, biraz da Oya Baydar'ın anlattıklarından feyz alarak onurlu ve vicdanlı bir insanın, bir yazarın ruhunu anlamaya çalışmasında fayda var.

Soranın da anasını
Ahmet Altan - 10.05.2009

Çimen kokusuna karışmış bir deniz kokusu sabahın serinliğinde bütün sahile yayılmıştı, çimlerin üstü bembeyaz papatyalarla kaplıydı, erguvan ağaçlarının eflatunumsu çiçekleri yapraklarına ayrılıp havada uçuşuyordu, ortancalar kabarmıştı, bahçe çitlerinden mor salkımlar sarkıyordu, kaldırım kenarlarında narin gövdeli leylak ağaçları dizilmişti, manolyalar tomurcuklanmıştı.

Bir neşe, bir işve, bir aşiftelik sinmişti sabahın ışığına, kokuları, çiçekleri, renkleri, cilvesiyle bahar, “gel, gel” ediyordu.

Ben gazeteye gidiyordum.

O öfkeli Kazak Abdal’ın sesi dolanıp duruyordu içimde.

“Gazetenin de anasını...”

Onun o hergele öfkesi, sabahın sevincine, içimin coşkusuna, işe gitmenin kızgınlığına pek bir denk geliyordu.

“Kazak Abdal nutkeyledi,

Cümle halkı ta’neyledi

Sorarlarsa kim söyledi,

Soranın da anasını...”

Gazeteye gelip bilgisayarımı açtım ki...

Ooo, Kazak Abdal kaç para, Türkü Kürdü ağızbirliği etmiş bana sövüyor.

Ne olmuş?

“Barış olsun” demişim.

Barışın da anasını...

Çocuklar ölüp duruyor ya bu diyarda, ben de ölmesinler istiyorum.

Artık iyiden iyiye çıldıran bu iki halk barışsın, savaş bitsin, çocuklar güzel, mutlu bir hayat yaşasın istiyorum.

Her zaman böyle olmaz ama dışarıda bahar doludizgin koştururken panjurları inik bir odada çalışmak beni bunalttığından olsa gerek ben bir kızdım.

Bir sövdüm

Ölmesin diyenin de anasını...

Babamın muhteşem bir sözü vardır, “savaş kârlıysa savaş olur, barış kârlıysa barış olur.”

Artık barış daha kârlıydı ve kaçınılmaz olarak barış olacaktı.

Ama birileri için hâlâ “savaşın” kârı da sürüyordu.

Savaşın da anasını...

Barışa engel olmak isteyenlere bir bahane vermemek, bir an önce barışı sağlamak için bazı “jestler “yapılması gerektiğini söylemiştim, “Erdoğan’ın barış için geldiği 2005’te Diyarbakır’dan kovalanması iyi olmamıştı” demiştim, “PKK silahlı militanlarını sınır dışına çekerse savaş isteyenlerin bahanesi kalmaz” demiştim...

Aman Allahım, ne “Tayyipçiliğim, ne hükümet yandaşlığım, ne pasifistliğim”, hatta Kemalist kardeşlerim üzülecekler ama “ne Kemalistliğim” kalmıştı.

Türkler de öbür yandan yüklenmişti.

Onlara göre de “hain, Kürt âşığı, vatan ve bayrak düşmanı”ydım...

Vatanın da anasını, bayrağın da anasını...

“Deli miyim ulan ben” diye düşündüm.

Sanki “barışı getirmek” gibi bir görevim vardı da görevimi iyi yapmamıştım.

Kürtlerin de Türklerin de derdi birdi, “barış olacaksa olsun ama ne yapılacaksa öbürleri yapsın.”

Kürt çocukları “biz silahı bırakmayız” diyorlardı.

Silahın da anasını...

Barışmak bu kadar ağırınıza gidiyorsa barışmayın.

Öldürün birbirinizi.

Bana ne?

Ben zaten ihtiyarım, kendiliğimden öleceğim, bu konuda hiç yardıma ihtiyacım yok.

“Ama gençler yaşayacaklar, iyi yaşasınlar, mutlu yaşasınlar” gibi manasız bir takıntım var.

Takıntının da anasını...

Bazıları da beni “gazeteyi almamakla” tehdit ediyordu.

İstanbul karşımda öyle nazlı bir kadın gibi serilmiş yatıyor, ağaçlar yaprak yaprak, deniz serin bir mavi, sahiller kıpırtılı, çiçekler çıldırmış.

Almayın gazeteyi.

Alıp da bana mı iyilik yapıyorsunuz?

Hoşunuza gitmiyorsa, işinize yaramıyorsa almayın gitsin.

Bırakın batsın.

Batmayın gazetenin de anasını...

Kim kime iyilik yapıyor?

Siz mi bana?

Ben mi size?

Kim söyledi size benim bir gazete çıkarmaya mecbur olduğumu, Allahın emri değil ya bu, batırırız gider canına yandığımın gazetesini, gazete çıkartacağım diye mevsimleri pencereden seyredeceğim, bir de beni tehdit edeceksiniz.

Bu gazete benim değil, bu gazete kimsenin değil, bu gazete onu kim alıyorsa onun, beğenmiyor musunuz, sevmiyor musunuz, hoşunuza gitmiyor mu, bırakırsınız batar.

Gider tehdit edecek başka birini bulursunuz.

Ne fikirlerimi söyleyeyim diye bir derdim, ne gazete çıkartayım diye bir ihtirasım, ne de okuyucular tarafından tehdit edileyim diye bir arzum var.

Dostsak dostuz.

Değilsek değiliz.

Barış istemiyorsanız...

Barışmayın.

Savaşmak istiyorsanız savaşın...

Barışın da anasını, savaşın da anasını...

Gazetenin de anasını...

Dışarıda bahar var...

Baharın da anasını...

Oray Eğin
oray.egin@aksam.com.tr
Liberaller böyle adam kullanır işte

Anlayamadı, onun yazar yapılmasının tek sebebi belli bir misyonun sözcülüğüydü. Çünkü adı, geçmişi, duruşu, imajı, algısı inandırıcıydı. Halbuki diğerlerinin sırtında pek çok bagaj vardı, çeşitli bağlantıları, deşince ideolojik olarak kirli geçmişleri çıkıyordu. Gazetenin ortaya çıkışı, psikolojik harbin bir silahı olmaktı. Bu amaca hizmet edecek bütün diğer gazetelerin ciddi bir 'inandırıcılık' sorunu vardı. Yıpranmış, çürümüş markalardı. Oysa yeni gazete taze ve yeni olma iddiasındaydı.
Yeni yeni tetikçiler bulması, bakkal, minibüsçü tiplilerden yazar yapması da bundandı. Ama onları kimse ciddiye almadı.
Oysa şimdi talih kuşu konmuştu: Tam da aradıkları türden bir figür kapılarına dayanmıştı, 'Beni yazar yapın' diye dil dökmüştü.
Herhalde 'merkez' tartmış, kendi içinde araştırmasını yapmış olacak ki ferman çıktı: 'Hadi haftada bir yaz.'
O da bir yazı yazdı... Bir anda bu yazı psikolojik harbin bildirgesi, kendisi de bu dönemin 'poster kızı' oldu. Evindeki mazbut hayatından vazgeçip o gazete senin bu TV benim diye gezip promosyon turlarına başladı. Merkez medyanın liberal kalemleri alıntılayıp durdu...
Ben bu kadar yıldır Türk Basını'nda bir tek köşe yazısı için; üstelik de zekadan yoksun, klişelerlele dolu bayık bir yazı için, böyle bir reklam çalışması görmedim.
Sanırım yazar 15 dakikalık şöhretin cazibesine kapıldı... Bu 'poster kızı' durumu hoşuna gitti... Bir anda kraldan daha kralcı olmaya başladı; kendisinin kullanıldığından habersiz, taraf olduğunu düşünmeye başladı...
Gerçi özgeçmişine bakıldığında hayatının her döneminde 'poster kızı' olmak, kendi kendisini dönemin rengine göre adapte etmek ve şekle girmek tercihi olmuştu.
60'larda üniversite eylemcisi...
70'lerde sıkı sosyalist...
80'lerde sürgündeki yazar...
90'larda sivil toplumcu...
2000'lerde de liberal demokrat...
'Sol şıklık' adına yükselen değer neyse onlara takılmak ilkesi oldu... Çeşitli davaları sahiplenenlerin şöhreti de kılavuzu...
Bu masal şimdilik bitmişe benziyor. Kraldan çok kralcı olduğu bir hareketten gönüllü olarak ayrıldı. Halbuki nasıl da heyecanlanmıştı, nasıl da kendisini dolduruşa getirmişti...
Şuna üzüldüm: Bir yazar nasıl da bu insanların kaba olduğunu, dillerinin çirkinliğini görmez? Bunu görmesi için illa kendisinin mi hedef alınması gerekiyordu? Yol arkadaşları başkalarına her türlü belaltı saldırıyı yaparken onları alkışlıyor, destekliyor, kendisine 'pavyondaki namuslu kadın' benzetmesi yapıldığında öfkeleniyor...
Oysa onların çirkin dili sadece seksizmde gizli değil ki... Politikaya yaklaşımları, insanları damgalamaları, yargısız infazları, yalan haberleri de hep bu çirkin dilin esareti altında...
Oya Baydar bu kadar zaman bunu anlamadı da kendi adıyla pavyon yan yana geldi diye mi öfkelendi?
Herkesin demokratlığı kendine.

Akşam

Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan'dan çalışanlara uyarı: "Bir ay içinde gazete kapanabilir, hazırlıklı olun"

21 Mayıs 2009 Bir süre önce yaşadığı ekonomik krizi ortak bularak atlatan Taraf Gazetesi, yine zor durumda. Medyatava sitesinde yer alan habere göre; Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, bu sabah yapılan
yazı işleri toplantısında çalışma arkadaşlarına kötü haberi verdi. Ahmet Altan tüm çalışanların bulunduğu toplantıda, ekonomik olarak ciddi bir darboğazda olduklarını, bir ay içinde gazetenin kapanabileceğini, herkesin kendisine iş araması gerektiğini söyledi. netgazete

Taraf gazetesinin polis yazarları ayrıldı! Emrullah Uslu istifa edince "Apotelika" köşesi Dr. Önder Aytaç'a kaldı

18 Mayıs 2009 Taraf gazetesinde başkomiser Emrullah Uslu ile Dr. Önder Aytaç'ın birlikte yazdığı "Apotelika" köşesi artık sadece Önder Aytaç tarafından yazılıyor. Haklarında TCK 301. maddeden soruşturma da başlatılan başkomisen Emrullah Uslu ile Önder Aytaç, Taraf Gazetesi çıktığı günden beri "Apoletika" köşesini birlikte yazıyorlardı. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; devlet memuru olmasına rağmen Taraf'ta tepki çeken yazılara imza atan Emrullah Uslu, sonunda gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. Önder Aytaç, yeni gelişmeyi bugün şöyle duyurdu: "Sözde Emre, bundan sonra özde ve gözde Emrullah olarak bu köşeyi bütünüyle bana bırakacak ve devlete özde hizmet edecek. Ben de sözde kendim olarak Taraf'ta yazmaya devam edeceğim." Yüksek lisans için gittiği ABD'de "Okyanus ötesi uçamaz" raporuyla 8 yıl kalan Emrullah Uslu, geçtiğimiz ay Türkiye'ye dönmüştü. netgazete

Taraf'ın kapanacağı yönündeki haberler çalışanların moralini bozdu! Ahmet Altan, Çalık Grubu'ndan gelecek paraya bel bağladı

25 Mayıs 2009 Taraf Gazetesi Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, ''Gazete kapanıyor'' haberleri üzerine, ''Turkuvaz Dağıtım'dan paramızı tahsil edebilirsek sorun kalmayacak'' dedi. Gercekgündem sitesinde yer alan habere göre; Taraf'ın ay sonunda kapanacağına ilişkin haberlerin internet sitelerinde yer alması üzerine, gazete içindeki huzursuzluk arttı. 3 aydır maaşlarını alamayan Taraf çalışanlarının birçoğu iş aramaya başladı. Öte yandan, Taraf Yayın Yönetmeni Altan, yakın çevresine, ''Gazetenin dağıtımını yapan Turkuvaz'dan hayli yüklü alacağımız var. Gazeteyi dağıttıkları için paralarımız onlarda kalıyor. Satıştan elde edilen paranın önemli bir kısmını ödemediler. İçeride rehin tuttular. Parayı da ay sonunda ödemek üzere söz verdiler. Eğer parayı alabilirsek sorun kalmayacak, maaşları dağıtacağız'' iddiasında bulundu. netgazete

Entelektüel ikoncan
Oray Eğin

En güzel tabir Yalçın Küçük'ten gelmişti, 'küfür romanları' demişti Ahmet Altan'ın bugün romancı olarak anılmasını sağlayan edebiyat parçalamalarına dair. Bugün 'azizlerin içindeki orospu'yu, 'orospuların içindeki azize'yi keşfetme turlarına çıkan, 'kadın memelerine vatanı satan' Ahmet Altan o yıllarda edebiyatta epey politikti. Bugün gazetelerde yapmaya çalıştığına benzer provokasyonları kitaplarında yapmak için uğraşıyordu.
Sebebi çok basitti. 12 Eylül dönemiydi, solculuk demode olmuştu. Türkiye yeni bir açılımın eşiğindeydi, Özal'ın 'vizyonu' yükselen değerdi ve Uğur Mumcu'nun tabiriyle 'aile boyu döneklik' kültürü edinmiş bir ailenin isyankar oğluydu.
Bir insanın yazmış olmaktan utanacağı kadar amatör ve zavallı bir roman olan 'Dört Mevsim Sonbahar'dan tutun da 'Sudaki İz'e edebiyat macerasının tek ama tek bir amacı vardı: Solculara ve solculuğa küfretmek. Devrim yapma hayaliyle hayatlarını kaybeden binlerce insanla dalga geçmek ve kendisini onlar üzerinden aklamak.
Vizyona adapte olmak, kendisini bir 'burjuva' olarak göstermek. Kısacası göz kırpmak ve 80'lerin 'yükselen değeri' olarak kabul edilmek.
70'lerde de babası aynıydı. Gençleri gaza getirir, o evinin balkonunda viski içerek ölen binlerce insanı izlerdi. 70'lerde devrimcilik modaydı çünkü, 12 Mart gerçekleştiği zaman nasıl askerlere şakşakçılık yaptığı o yılların gazetelerinde belgeli olarak duruyor.
Askerin gelmesini, hükümeti devirmesini alkışlamıştı Çetin Altan kendi darbe günlüklerinde...
O yüzden şimdi hiç kimse kalkıp da Altan ailesinin darbeye karşı aldığı tavırları falan anlatmasın.
Neyin mücadelesini vermişler, neye direnmişler, neyi feda etmişler ki?
Babası 12 Mart'a alkış tutmuş, oğlu 12 Eylül olur olmaz solcu geçmişine küfretmiş ve Özal'a yaranmış. Cumhurbaşkanı'nı ayakta alkışlayan, iktidar sofrasında kadeh tokuşturan onlar. Hangi demokrasi mücadelesinden bahsediyorsunuz, tek amaçları ceplerini doldurmak ve kendilerine rant sağlamaktı.
En büyük özellikleri ise ne modaysa onun peşinden gitmek...
Önce solculara küfretmek, sonra Özalcılık, sonra dönemin modasına uygun olarak Kürtçülük, şimdi Fethullahçılık ve Siyasal İslamcılık... Bugün Türkiye'de gerçek bir darbe havası olsa, asker de gerçekten darbe yapmaya niyetli olsa, kamuoyunda bir darbe beklentisi olsa baba-abi-kardeş-torun-damat hep bir ağızdan en büyük darbeci olurlardı. Babasının 12 Mart'ta yaptığı gibi darbeye alkış tutarlar, askeri müdahalenin öneminden bahsederlerdi...
Ama şimdi moda askere vurmak, onlar da modaya uyuyor...
Hadi vursunlar, ama en acıklı olanı ne biliyor musunuz?
Çok ama çok cahiller... Altan ailesini Türkiye'nin düşünce hayatından çıkarın ve ne eksilir, hiç hesapladınız mı? 'Bayburt'a tenis kortları açılsın' gibi absürd fikirler ve 'bir kadın memesine vatanı satarım' türü ucuz pornografi dışında literatüre ne katkıları var?
O profesör oğlan dünyanın herhangi bir üniversitenin ancak kantincisi olabilir... Diğerinin gazeteciliği geçmişte de, bugün de ortada... Babasının tek ama tek yeteneği Türkçe'yi çok iyi kullanması...
Gerisi koca bir boş ve düşünce akımlarına yönelik bir 'ikoncan' olma çabası... Ne ama ne modaysa onun peşinden gittiler, bugün de gitmeye devam ederler.
Dün küfür romanı yazarlar, yarın alenen küfür ederler...
Yazık ki düzeyleri de çok düşüktür; sokak diliyle entelektüel mücadeleye kalkışma çabalarından olsa gerek.
Bu ailenin Türkiye'nin düşünce hayatı üzerinde oluşturduğu kara buluta isyan ediyorum.

Bir cahili düzeltelim

Adam profesör olmuş ama gerçekten cahil... Bu okumuş olanı bir de... Önce dedi ki 'Dünyanın neresinde askeri mahkeme var', yanıtı Genelkurmay Başkanı'ndan aldı. Google'lasa öğrenir oysa. Hadi bilgisayar kullanamıyor, bari kulağına kalem sokan çantacısına sorsaydı...
Tipik bir 'Hem dersini çalışmamış hem de şişman herkesten' durumu.
Dansöz; şimdi kıvırıyor... 'Askeri mahkeme hiçbir yerde yok' diye tutturdu rezil oldu ya, şimdi de diyor ki 'Dünyanın bir tek ülkesinde Askeri Yargıtay var mı, onu söyleyin' diyor...
Al sana yanıtı: Amerika Birleşik Devletleri!
Kaynak: Akşam Gazetesi

ABD'den dönüşü olay olmuştu! Taraf'ın başkomiser yazarı Emrullah Uslu, Bingöl’e atandı

05 Temmuz 2009 Mastır ve doktora eğitimi için Emniyet Genel Müdürlüğü’nce ABD’ye gönderilen ancak eğitim süresi dolduğu halde aldığı sağlık raporlarıyla ülkeye dönüşünü geciktirdiği gerekçesiyle geri çağrılan Başkomiser Emrullah Uslu, Bingöl’e atandı. Uslu’nun Bingöl’de göreve başlaması bekleniyor.
Uslu hakkında inceleme yapan Emniyet Genel Müdürlüğü polis başmüfettişleri, bir dönem Taraf gazetesinde köşe yazıları yazan Doç. Dr. Önder Aytaç’la birlikte TCK’nın 301. maddesi kapsamında yargılanması için savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu.
Milliyet gazetesinin haberine göre; müfettişler, suç duyurusuna gerekçe olarak, Uslu ve Aytaç’ın, yazılarının bazı bölümlerinde TSK, Emniyet teşkilatı, yargı ve devlet görevlileri hakkında “küçük düşürücü” ve “eleştiri amacını aşan ifadeler” kullandıklarını belirtmişti.
netgazete

Oray Eğin oray.egin@aksam.com.tr
Murat Belge'ye zorunlu bir yanıt

Geçen günkü Zaman gazetesinde Murat Belge'yle yapılmış bir röportaj vardı. Üniversiteden hocama söyleşinin bir yerinde benimle de ilgili bir soru sormuşlar, o da 'Öğrencimdi, nasıl bir adam olduğunu bilirim' demiş. Beraber geçirdiğimiz ders saatleri ikimizde de karşılıklı birtakım fikirler oluşmasına vesile olmuştur illa ki; bunları geçiyorum.
Son zamanlarda dikkatimi çekiyor, Zaman gazetesi kendince amatör bir 'ödüllendirme' yöntemi olarak işine gelen fikirleri savunan, ya da savunur gibi yapan insanlara sayfalarını açıyor, onlarla röportaj yaptırıyor. O insanlarla röportaj yapılarak bir tür 'teşekkür' ediliyor.
Murat Belge'yle yapılan röportajda benim en çok dikkatimi çeken nokta ortalıkta 'Ben Türkiye'nin en büyük entelektüeliyim' havasında dolaşan, etrafındaki müritleri tarafından 'Tanrımızsın Belge, sana taparız' havalarında ağırlanan bir profesörün sığlığı oldu.
Doğrusu şaşırdım ve üzüldüm. Türkiye'nin siyasi gelişmelerine ve yaşanan sürece tek kaynak olarak gazete haberleri üzerinden bakabilmesine, haberlerin spot diliyle konuşmasına ve derin bir analiz çıkaramamasına... Referans aldıkları da tabii ki kendisinin yazdığı türde spekülatif, yalancı, misyon gazeteleri.
Mesela Türkiye'de herhangi bir şekilde darbe ihtimali olmamasına rağmen böyle bir iklim olduğuna inanmaya ve karşısındaki inandırmaya çalışıyor Belge. 'Dış destek' bulsa TSK'nın darbe yapacağına inandığını söylüyor... Genelkurmay Başkanı'nın açıklamaları bile onu kesmiyor.
Oysa Soğuk Savaş sonrası dünya dinamiklerinin değiştiğini, 'bizim çocuklar'ın yani dış desteğin artık sivil darbe için çalıştığını görmezden geliyor. Darbenin illa askerlerle olmayacağını ya anlamıyor, ya anlatmıyor.
Henüz hakkında herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen Mustafa Balbay'ın gazeteciliğini kendisinde eleştirme hakkı buluyor, onu yargısız infazla kendi akıl mahkemesinde mahkum ediyor... Ama yalancılığı ve manipülasyonu tescilli Taraf gazetesine laf söyletmiyor: 'Belgeli Murat' sahte belge üzerine konuşamıyor.
Bunlar bazı örnekler ama temel problem Murat Belge'nin dünyayı hala geçmiş yıllardaki bakış açısına göre okuma inadı. Bugün artık geçersiz olan kuramlarla dünyayı açıklamaya çalışıyor ve maalesef geri kalıyor; Soğuk Savaş sonrası şekillendirilmeye çalışılan dünyada Türkiye'ye biçilen rolün farkında değil gibi...
Ya da farkında ama söylemek işine gelmiyor... Zira Murat Belge aynı zamanda şeytani bir zekaya sahiptir.
Belki de mecburen böyle konuşuyor... Bilerek bu kadar sığ açıklamalarda bulunuyor...
Ne de olsa yurtdışıyla yakın temasları olan, Batı başkentlerine sıklıkla gidip gelen, oralardaki Sivil Toplum Kuruluşları'yla görüşen, Soros bağlantılı bir akademisyen o.
Olur da işlerine gelmeyecek bir şey ağzından çıksa, neo-con'ların, Washington DC'deki lobicilerin, NGO'ların papağanlığını yapmasa belki de bu bağlantılar kopacak, kabul edildiği kulüplerden dışlanacak.
Hocalığı süresince de ders kitaplarını mükemmel İngilizce'siyle ezberleyip üzerine tek bir özgün fikir katmadan aktaran biri olan Murat Belge'nin bu sığ görüşlerinin açıklaması pekala böyle olabilir.
Akşam

Taraf NTV'den Özür Diledi
24 Ekim 2009
NTV'nin, telefon kayıtlarını açıklamasıyla birlikte, "hiç mızıkçılık yapmayacağız" diyen Taraf Gazetesi özür diledi...

Taraf Gazetesi'nin yaklaşık BBP Lideri Yazıcıoğlu'nun ölümünden 7 ay sonra ortaya attığı komplo teorisi, gazete ile NTV'nin arasını açtı. Ancak NTV'den gelen açıklama Taraf'ı özür dilemek zorunda bıraktı.

NTV bir açıklama yaparak BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopteri düşmeden önce NTV'den arandığı yönündeki iddiaların gerçek dışı olduğunu kanıtladı. Ve bunun üzerine Taraf gazetesi bugün hem manşetten hemde Ahmet Altan'ın köşe yazısından özür diledi. Ahmet Altan köşe yazısında "hiç mızıkçılık yapmayacağız. Haksız olduğumuzu anladığımız anda bunu hemen söyleriz. Durumu manşetten de açıkladı. NTV'den ve okurlarımızdan özür dileri" dedi.

İŞTE NTV'NİN O AÇIKLAMASI



"NTV'den kamuoyuna,

Taraf gazetesi'nin dün ortaya atıp bugün sürdürdüğü, BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopteri düşmeden önce NTV'den arandığı yönündeki iddialarının gerçek dışılığı, telefon kayıtlarından ortaya çıktı.

NTV, telekomünikasyon hizmetlerini özel bir kuruluştan alıyor. O kuruluş kayıtları hem GMT hem de Türkiye saatine göre tutuyor ve Türk Telekom'a iletiyor.

Taraf gazetesi, elindeki kayıtları araştırma gereği duymadan tek yanlı yayın yaptı. Taraf gazetesinin elinde bulunan kayıtlarda ilk arama 14.34 olarak görünüyor. Bu saat doğru, ancak GMT'ye göre. Türkiye saatine göre ise ilk aramanın yapıldığı saat 16.34. Yani Taraf gazetesi ya GMT saatini bilmiyor ya da bildiği halde kasıtlı olarak bu haberi yaptı.

Peki nedir bu GMT saati? GMT, İngiltere Greenwich'e göre ayarlanan dünya saatidir. Bütün dünya ülkeleri GMT'yi referans saat olarak kabul eder. Taraf gazetesi GMT saatini yok sayarak NTV'yi suikastle suçlamıştır.

Türkiye saati (TSİ) ile GMT arasında 2 saat fark vardır ve NTV'den ilk arama saati GMT'ye göre 14.34, Türkiye saatine göre 16.34'tür.

Taraf gazetesi, bu telefon kayıtlarını aldığında hiçbir araştırma yapmadan komplo teorileriyle yarattığı bir senaryoyu haber gibi sunmuştur.

“Bu nasıl gazetecilik?” sorusu tam da bu yüzden gereklidir. Çünkü basit bir araştırmayla arama kayıtlarının GMT'ye göre tutulduğu öğrenilebilirdi. Bunu yapmak keyfi değil, temel bir gazetecilik refleksidir.

Olay günü NTV ilk olarak İHA muhabiri İsmail Güneş'i aramıştır. Bu aramanın saati GMT'ye göre 14.34, Türkiye saatine göre 16.34'tür. Yani kazanın olduğu varsayılan saatten sonradır.

Yine NTV, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nu GMT'ye göre 14.36 Türkiye saatine göre 16.36'da aramıştır. Yine, kazanın olduğu varsayılan saatten sonradır.

Taraf gazetesinin “NTV kazadan önce aradı” şeklindeki akıl dışı iddiasının, aynı zamanda gerçek dışı da olduğu bu telefon dökümleriyle ortaya çıkmıştır.
Saygıyla duyurulur. "
aktifhaber

AHMET ALTAN’I HANGİ BABA DOSTU UYARDI?
Kafes haberleri “İago komplosuna” benziyor

25.11.2009
Taraf Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, gazetesinde yayınlanan “Kafes” haberlerini yayınlamayan tüm gazetelere ve gazetecilere veryansın ediyor. Altan’ın bu suçlamalarına bir yanıt dün Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi’den gelmişti.
Bu tavra çok ilginç bir tepki de bugün Sabah gazetesinin bir yazarından, hem de Ahmet Altan’ın babasının çok yakın bir dostundan geldi.
“Ahmet ve kardeşi, Çetin Altan dostumun küçücük çocukluklarını bildiğim oğulları” diyen Sabah yazarı Refik Erduran, Ahmet Altan’ı uyaran, Taraf gazetesini de eleştiren bir yazı kaleme aldı. “Kafes” haberlerini Shakespeare'in ünlü trajedisi Othello'da geçen “İago komplosuna” benzetti. Ahmet Altan’a "Herkes korkak, tek yiğit benim" türünden kabadayı naraları atmamasını dostça tavsiye eden yazar, Taraf için de, “kafalarda değirmenin suyunun nereden geldiği konusunda sorular yaratmakta” dedi.
Erduran’ın “değirmenin suyunu” sorması, aklımıza yoksa Odatv’nin Taraf belgeleri haberini mi okudu sorusunu getirdi.

İşte Refik Erduran’ın yeğeni gibi gördüğü Ahmet Altan’ı uyardığı “Kafese girmemek, tuzağa düşmemek” başlıklı yazısı:

Shakespeare'in yarattığı kişilerin en ünlüsü olan Hamlet "kararsız aydın" prototipidir. Babasının bir cinayete kurban gitmiş olduğu iddiasına inanıp inanmamak arasında bocalar durur, sorunu çözmeyi erteleye erteleye durumu ve ömrünü çıkmaza sokar.
Othello aynı yazarın bir başka kahramanıdır ve tam tersidir Hamlet'in. Sorunları yeterince inceleyip doğru bilgi edinmeden dolduruşa gelen "düşüncesiz eylemci" modelidir. Melun İago'nun iftiralarına çabucak inanıp masum karısını boğar.
O iki yanlış arasındaki doğru ölçünün bulunmasını çok gerekli kılan günlerden geçmekteyiz.
***

Bir konuda tedirgin olduğumu, kendimi Hamlet yanlışına düşme tehlikesinde gördüğüm için vicdanımı yoklamak zorunda kaldığımı saklamayacağım.
Ahmet Altan "Taraf gazetesi Kafes adlı korkunç bir cunta komplosunu açığa çıkardı ama birkaç istisna dışında bütün meslektaşlar niçin susuyorlar?" diye yazı üstüne yazı yazmakta.
Sorunun haklı göründüğü söylenebilir.
Peki, ne yapılması söz konusu?
Bir lanet korosu halinde hep birden ses yükseltilerek silahlı kuvvetlere yüklenilir, "Ordu yenilensin" türünden önerilere destek verilir, eyleme geçmekte geç ve yetersiz kaldı diye hükümete de çatılır.
Diyelim hükümet korodan etkilendi de kolları sıvadı, öneri doğrultusunda apar topar eyleme geçti. Ne olur?
En azından, ortalık büsbütün karışır.
Moda deyimle söyleyelim, bugünkü dünya konjonktüründe neye ve kimlere yarar o karışıklık?
***

Ahmet ve kardeşi, Çetin Altan dostumun küçücük çocukluklarını bildiğim oğulları. Üçünden herhangi biriyle şu ya da bu konuda görüşlerimiz uyuşsun uyuşmasın, hiçbirinin bilerek ve isteyerek ülke zararına bir tezgâhın aleti olabileceğine inanmam.
Ama kendi başımdan öyle şeyler geçti ki, "bilmeyerek ve istemeyerek" olasılığını her zaman hesaba katıp yoğurt üflüyorum.
Başka yerde anlatmıştım. Milliyet'e yazdığım sıralarda bir Amerikalı diplomatla komşuyduk. Eşlerimizin görüşmesiyle başlayan bir ahbaplığımız vardı. O günlerde ele geçirilip kamuoyuna yansıtılan bir Amerikan belgesindeki "etkisiz bırakılması gerekli Türkler" listesinde benim de adım bulunduğu için "Ne zaman temizleniyorum?" diye takılırdım adama.
Köşe yazarlığına ara verip Fikret Otyam gibi bir süre İstanbul dışında başka şeylerle uğraşmak istediğimi yazmıştım. Bir Amerikan üniversitesinden dünyaca


En son Ekim tarafından Pts Nis 12, 2010 6:11 am tarihinde değiştirildi, toplam 8 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Tem 16, 2009 8:26 pm    Mesaj konusu: Ahmet Altan'a Açık Mektup Alıntıyla Cevap Gönder

“Çinliler, Türkler, Kürtler...” Batılılar ve Ahmet Altan

Oğuz Gürses

Şu “Taraf Pavyonu”nun müdürü Ahmet Altan alem adam...

Yazılarına genellikle iyi başlıyor ve çok kötü bitiriyor...

Türkçeyi iyi kullanıyor...

Hadiseleri iyi gözlüyor ve bu hadiselerdeki matraklıkları/çelişkileri çok iyi görüyor...

Ama...

Her şeyi çok ucuz bir diyalektikle “Batı demokrasisi ve değerlerinin tartışmasız üstünlüğü” ile bizim bunları bir türlü “özümseyip benimsememiz”deki “kalın kafalılığımız”a bağlayıp geçiyor...

Bir entellektüel hevesi/heyecanı/titizliğiyle başladığı yazılarını, uysa da uymasa da bir “görevli” bıkkınlığıyla aynı sebebe veya sonuca bağlayarak bitiriyor:

“Liberal Batı Demokrasisi”nin ve Batılı değerlerin tartışılmaz faziletleri/üstünlükleri ve/veya “Liberal Batı Demokrasisi”ni ve Batılı değerleri “özde değil, sözde” benimsememizin kaçınılmaz gerekliliği...

Bilmiyorum farkında mı ama, yazılarının sonundaki bu biteviye/bıktırıcı/kusturucu “Liberal Batı Demokrasisi ve Batılı değerler vurgusu”nu çıkarıp yerine “laiklik-kemalizm-çağdaşlık vurgusu”nu koysak o yazılar...

Hani, cehaletleriyle pek fena gırgır geçtiği, bunu yaparken de -haklı olarak- pek eğlendiği, kemalist generallerin bayat nutukları ile Cumhuriyet’in “İlhan Abi"sinin berbat yazıları gibi olacak...

Bakın şimdi:

Yazısının başlığı şu: “Çinliler, Türkler, Kürtler...”

Güzel...

Şöyle devam ediyor:

[Yaşananlar korkunç.

Her şey iki Uygur’un öldürülmesiyle başladı.

Çin polisinin sanıkları yakalamayıp olayın üstünü örtmeye çalışması üzerine olaylar patladı.

Şincan’da Uygurlar ayaklanarak Çinlilerin dükkânlarını yağmaladı.

Polisin desteklediği Çinliler karşı saldırıya geçti.

Uygurları öldürmeye başladılar.

Kadınların ırzına geçtiler.

Ordu olaya müdahale etti.

Şincan Komünist Partisi Genel Sekreteri “göstericileri idam edeceklerini” söyledi.

Bir cehennem gibi orası şimdi.

Çin devleti ordusuyla, polisiyle Uygurların üstüne abanıyor.
(..)
Dünya, Çin devletini kınıyor ama Çin aldırmıyor.
(..)
Adı “komünist” olan ama yeryüzünün belki de en vahşi kapitalist sistemini uygulayan (..)
Çin büyüyüp zenginleşen bir ülke.

Ama bunu, sadece Uygurları değil kendi halkını da baskılarla bunaltarak gerçekleştiriyor.

Uygurlar ise bu baskıdan nasiplerini fazlasıyla alıyorlar.

Özellikle “din” ve “dil” konusunda büyük baskı altındalar.

On sekiz yaşından küçüklerin camiye gitmesi yasak.

Uygur dilinin kullanımına kısıtlamalar getirilmiş.

Hapishaneler “muhaliflerle” dolu.

Uygurlar, “kültürlerinin, dillerinin ve dinlerinin” tehlike altında olduğunu söylüyorlar.]


Buraya kadar tamam...

Buradan zekî ve çevik bir viraj alarak konuyu Türkiye’deki Kürtlerin problemlerine şu şekilde bağlamasına da eyvallah:

[“Kültür ve dil” konusundaki şikâyetleri aslında bizim ülkemizdeki Kürtlerin şikâyetlerine benziyor.

Vahşet, başka bir ülkede yaşandığı vakit insanlar, “kendi ülkelerinde” yaşandığında fark etmedikleri haksızlıkları daha iyi algılıyorlar.

Eminim burada Kürtlerin acılarını anlamayan birçok Türk, Uygurların yaşadığı acıları çok iyi hissedip anlıyordur.]


Bu benzerliği basamak yaparak Komünist Çin Devleti ile Laik-Kemalist TC Devleti arasındaki eylem ve söylem/üslûp benzerliğine şöyle dikkat çekmesine de bir itirazımız yok:

[Bu konuda Çin devletiyle Türk devletinin yaklaşımları birbirine benziyor.

Söyledikleri hemen hemen aynı:

“Benim yönetimim altında, benim istediğim gibi yaşayacaksın, benim verdiğimden fazlasını istemeyeceksin.”

Buna karşı çıkanın başı belaya giriyor.

Hapse atılıyor, yargılanıyor, öldürülüyor. ]


Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere:

“Neden böyle bir vahşet var?” diye soruyor Ahmet Altan ve hemen sonra meşhur “liberal Batı demokrasisi ve Batılı değerlerin tartışılmaz üstünlüğü ve gerekliliği vaazı”na başlıyor...

Çünkü artık yazısını bitirmesi gerekiyor:

[Neden biz bu tür vahşeti Batı’da görmüyoruz?

Kendi geçmişleri çok kanlı olan Amerika ve Avrupa bu vahşeti nasıl aştı?

Bugün herhangi bir Avrupa ülkesinde polis onlarca, yüzlerce insanı sokaklarda kafalarından vurup öldürebilir mi?

Kadınların ırzına geçebilir mi?

Bu, olmaz.

Olmayacağını hepimiz biliyoruz.

Niye olmaz peki?

Öncelikle, “çoğunlukta” olanlar “azınlıkta” olanların öldürülmesine karşı çıkarlar Avrupa’da.

“Bu devleti yönetenler benim ırkımdan, öldürülenler ise başka ırktan onun için yapılanları görmezden geleyim” demezler.

Böyle bir zulüm uygulamaya kalksa Fransız devletini Fransızlar, Alman devletini Almanlar, İngiliz devletini İngilizler durdurur.

Türklerle Çinlilerin kendi devletlerinin zulmü karşısında gösterdikleri sessizliği, Avrupa’dakiler göstermez.]


Çin’deki veya TC’deki türden vahşeti Batı ülkelerinde görmüyor oluşumuz orada başka türden vahşetler yaşanmadığı anlamına da gelir mi?

Meselâ...

Bugün “gelişmiş Batı ülkelerinde”, dakikada kaç kadının/çocuğun ırzına geçilmektedir? Dakikada kaç kadın-erkek-çocuk, fuhuş ve porno endüstrisinin kirli tuzaklarına düşmektedir?

Batılı ilaç şirketleri kâr etsin diye büıün dünyada, dakikada kaç hasta, bu ilaçları kullanırken ölmekte veya başka hastalıklarn da pençesine düşmektedir?

Batılı kimya şirketleri kâr etsin diye zehire boğulan tarım alanları sebebiyle bütün dünyada, dakikada kaç insan hastalanmakta veya ölmektadir?

Batılı endüstriyel şirketler kâr etsin diye zehirlenen hava ve seragazı etkisiyle bütün dünyada, dakikada kaç insan hastalanmakta veya ölmektedir?

Batılı tohum şirketleri daha çok kâr etsin diye dayatılan GDO’lu tohumlar ve bu tohumların etkisiyle bütün dünyada, dakikada kaç insan hastalanmakta veya ölmektedir?

Almanya’da kaç müslüman Türk’ün evleri içindeki insanlarla birlikte kimler tarafından yakıldı ?

Bütün Avrupa ülkeleri gittikçe artan Neo Nazi şiddet ve ırkçılık dalgasıyla karşı karşıya değil mi?

Fransa’nın Almanya’nın, İngiltere’nin ülkelerinde bulunan müslümanlara her alanda nasıl vahşî bir ayırımcılık ve asimilasyon politikaları uyguladıkları ortada değil mi?

ABD’deki Zenciler, Kızılderililer ve Hispaniklerin sosyal, siyasî ve iktisadî durumlarına genel bir bakış bile, orada ne kadar vahşî bir ayırımcılığın halen varlığını sürdürdüğünü göstermiyor mu?...

Ne Fransızların, ne Almanların, ne İngilizlerin ve ne de beyaz Amerikalıların bu vahşet karşısında küçük parmaklarını bile oynattıklarını gören var mı?

Ve...

Bir “zulüm”, ülke içinde işlenirse “vahşet” olur da...

Aynı ülkenin askerleri, istihbarat servisleri ve yabancı ülkelerden devşirdikleri işbirlikçi kiralık kaatilleri-işkencecileri tarafından ve işgal edilen yabancı ülkeler topraklarında veya uluslarası hava ve deniz sahalarında işlenirse “zulüm” olmaktan, “vahşet” olmaktan, “insanlık suçu” olmaktan nasıl çıkar?

Çıkmazsa...

Ahmet Altan’ın vicdan terazinde bu türden vahşetler niçin yer bulmaz?

Yahu, başkasının ülkesini haksız işgal etmek bile tek başına ayrı bir vahşetken...

Bu vahşeti sürdürebilmek için, işgal edilen ülkenin insanlarını Irak’ta Afganistan’da olduğu gibi toplama kamplarına doldurarak akla hayale gelmeyecek işkencelere, tecavüzlere, katliamlara maruz bırakmak nedir?

Guantanamolar, Ebugureypler, Bagramlar, CIA’nın işkence uçakları ve işkence gemileri, yeri ve ismi meçhul gizli işkence kampları nedir?

Bu matruşkalar gibi süregiden vahşet içinde vahşetler karşısında beyaz Amerikalılar, asil İngilizler, kibar Fransızlar, akıllı Almanlar ve liberal demokrasi fedaisi Bay Ahmet Altan ile yönettiği Taraf gazetesi “Türklerle Çinlilerin kendi devletlerinin zulmü karşısında gösterdikleri sessizliği”n bin beterini niçin göstermektedir?..

Ahmet Altan’ın Batı’nın zulmü/vahşeti karşısında gösteriği sessizlikten geçtik...

Bir de Batı’nın bu efsanevî zulmünü/vahşetini tam bir dolandırıcı mantığıyla bize “iyilik–güzellik-doğruluk” diye kakalamaya çalışmasına ne demeli?

Kaynak: Baran dergisi



Ahmet Altan'a Açık Mektup
Bülent Karakaş
OyTrabzon


Ben de ne zaman bir Ahmet Altan makalesi okusam, satır aralarında bir çıngıraklı yılan dolaşıyor sanki. Tıslaması kulaklarımda çınlıyor, hiçbir müzik türü gideremiyor bu sesi.

Her yeni makalenizde "sabır" diyorum ama artık yeter; "Ah Akparik" isimli makaleniz bardağı taşıran son damla oldu. Her fırsatta insanlıktan ve barıştan söz eden maskeli yazarın maskesinin ardındaki yüzü ortaya koymaksa şart oldu.

"Durun ne olur bir an ve düşünün" demişsiniz.

Durdum… düşündüm…

Gözlerimi kapattığımda 1915 öncesine gittim birden…

Erzurum'da isyan… Sasun'da isyan… Zeytun'da, Van'da, sonra tekrar Sasun'da, Adana'da isyan…

Derken 1915 yılına geldim… Osmanlı bir yandan dışarıdaki düşmanla savaşıyor…

Bir yandan da Bitlis'te isyan… Erzurum'da isyan… Elazığ'da, Diyarbakır'da, Sivas'ta, Trabzon'da, Yozgat'ta, Van'da isyan… Amaç; Osmanlı'nın gücünü bölmek, düşmana kolaylık sağlamak…

Hepsi Ermeni isyanı… Başlarındakiler Rusya'dan gelen Ermeni komitacıları olabilir ancak isyan edenler, yıllardır birlikte yaşadığı insanları komitacılarla birlikte vahşice öldürenler, bizzat Osmanlı Ermenileri…

Gözlerim hala kapalı 1915 Van'ındayım…

Ruslar Van yolunda… Ermeniler isyanda… Şimdi siz düşünün…

Bıyıkları etleri ile birlikte kesilen erkekler…

Evlerine ot tıkanıp ateşe verilmiş insanlar… Dışarı kaçmak istiyorlar, bu defa kurşunla, süngü ile öldürülüyorlar…

Bir eve doldurulmuş kadınlar, kızlar, defalarca tecavüze uğruyorlar….

Cesetlerle dolu kuyular…

Derisi yüzülmüş, uzuvları kesilmiş erkekler…

Kazığa oturtularak öldürülmüş yaşlı kadınlar… Uzaktan bakılınca başlarında örtüsü oturuyor gibi görünüyorlar.

Alınlarından, ellerinden duvarlara çivilenmiş ihtiyarlar…

Derken daha fazla kırılmamaları için Müslüman ahaliye hicret emri…

Vasıtaları olanlar vasıtaları ile, olmayanlar büyük bir perişanlık içerisinde yollara düşüyor…

İnsanlar yollarda çocuklarını bırakıyor, açlık ve salgın hastalıktan kırılıyor…

Bitlis, Urfa yollarında ailelerin çoğu yok oluyor…

Bazıları da göç için deniz yolunu seçiyor. Onlar için on iki gemi tahsis ediliyor…

Tabi gemiciler hep Ermeni…

Bu gemicilerin yardımı ile Adır adasına çıkarılan dört gemi dolusu insan, Ermeni fedailer tarafından katlediyor…

…ve sonra Ruslar geliyor…

Van'ın neredeyse beşte dördünün yok edildiği bu vahşete onlar bile razı olamıyor.

x x x

Savaşta arkasından vurulduğunu, iç güvenliğinin temelden sarsıldığını gören İttihat ve Terakki, Tehcir Kararını almak zorunda kalıyor.

İllere gönderilen telgraflara bakın; hasta, kör, sakat ve yaşlılar göç ettirilmiyor, şehir merkezlerine yerleştiriliyor.

Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar, göç ettirilmiyor ve bulundukları şehirlere yerleştiriliyor.

Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet gören Ermeniler ve aileleri bulundukları yerlerde bırakılıyor, göç ettirilmiyor.

Yetim çocuklar ve dul kadınlar da göç ettirilmeyerek yetimhanelerde ve köylerde koruma altına alınıyor ve kendilerine maddi yardımda bulunuluyor.

Ayrıca ilk etapta da sadece belli bölgelerdeki, bir kısım Ermeniler göçe zorunlu kılınıyor, bir kısmı yerinde kalıyor…

Kalanların da hepsi Ermeni. Amaç bir soyu kırmaksa, İttihat ve Terakki neden bu kadar zahmet ve masrafa giriyor?

Bu arada savaş devam ediyor… İsyanlar durmuyor…

Şebinkarahisar'da isyan, Bursa'da isyan, Adana'da, Urfa'da, Fındıkçık'da, İzmit Adapazarı'nda isyan…

İşte o Bursa'daki Ermeni kadın, Adana'daki yaşlı adam, Sivas'taki bebek de bu yüzden gitmek zorunda kalıyor. Tek başlarına gitmiyorlar, yanlarında kocaları, babaları, oğulları da var, ailece gidiyorlar.

Bu arada yukarıda saydığım onca yerde vahşice öldürülenlerin de yaşlı adam, kadın, çocuk ve bebek olduğunu unutmamak gerekiyor, ailece ölüyorlar. Onların da tek suçları Müslüman olmalarıydı, Türk, Kürt, Çerkes, Laz olmalarıydı.

Bu gerçekleri dile getirmenin neresi ayıp? Asıl ayıp olan, bir tarafın kaybına üzülüp, diğerini dikkate bile almamaktır.

Ayrılıkçı Ermenilerden katliamlara fiilen katılmayanların da kimi casusluk, kimi yataklık, kimi yardımcılık yaptı. Bunların savaşmakta olan Osmanlı'ya daha az zarar verdiğini mi sanıyorsunuz?
Ya Osmanlı ordusuna dahil olup da, silahları ile birlikte düşman tarafına geçen Ermeniler için ne düşünüyorsunuz?

Tabii ki, birçok Ermeni de Osmanlı'ya sadık kaldı. Ayrılıkçı Ermeniler, sadık Ermenilere de yapmadıklarını bırakmadılar; onları tehdit ettiler, soydular, hunharca öldürdüler.

x x x

Savaşan her devletin ilk önceliği emniyetidir.

Nitekim daha I. Dünya Savaşı başlar başlamaz, İngilizler, dünyanın öbür ucundaki sömürgeleri Avustralya'nın güneyinde yaşayan Alman asıllı Avustralya vatandaşlarını kıtanın iç kısımlarına göç ettirdiler. Ortada isyan yok, düşmanla iş birliği yok, casusluk faaliyeti yok, cinayet yok.

Hiçbir zaman dile getirilmediği için bunları bilen de yok ama savaş başlar başlamaz ne olur ne olmaz diye sürülmüşler. İngilizler, onları perişan halde sürerken onlara çok gaddarca davranmışlar. Evlerini basmışlar, mallarını mülklerini tarumar etmişler, piyanolarını bile parçalamışlar. Çünkü piyano ile Alman marşı çalabilirlermiş. (Ermeni Meselesi / Bilal N. Şimşir / Syf.26)

x x x

Uzun lafın kısası, İttihat ve Terakki bir soykırım yapmadı. Hem Müslüman ahali'yi hem de Ermeni halkını büyük bir soykırımdan kurtardı. Tehcir edilen Ermeni, kaldığı yerde ölüp, öldüreceğine; gittiği yerde yaşamaya devam etti. Tabii ki, dönemin ilkel koşullarında ve savaş döneminde yollarda kırılanlar oldu.

Ancak tehcirde kırılanın canı candı da, hicrette kırılanınki can değil miydi?

Önemli olan yitirilen canlarsa, ortalık bunun için ayağa kalkıyorsa, iki tarafın canı için de kalkması gerekmez mi?

Hadi sizin iddia etmiş olduğunuz gibi gerçekten soykırım yapmış olduklarını var sayalım.

İngilizler 1919 – 1920 yıllarında yakaladığı İttihatçıyı Malta Adası'na sürmüştü. Hepsi ellerinde tutuklu bulunuyordu. Bunlardan 58'i Ermeniler ile ilgili suçlanıyordu. Ancak ne hikmetse mahkemeye bile çıkarılamadan salıverildiler. Çünkü onları yargılamak için tek bir kanıt bile bulamamışlardı. Oysa o günlerde olay tazeydi, tüm şahitleri hayattaydı. Buna rağmen kanıt bulamadılar. O düzmece Mavi Kitaplarını da delilden sayamadılar. Bu durumda insan, düşünmeden edemiyor; "bu insanları suçlu ilan edebilmek için tüm tanıkların ölmesi mi beklenmiştir?" diye.

x x x

Şimdi tekrar gözlerimi kapıyor ve 90 yıl öncesinden 16 yıl öncesine dönüyorum…

Yıl 1992, yer Azerbaycan'ın Hocalı Köyü…

Bir gece içerisinde katledilen 613 insan… Bunların 83'ü çocuk, 106'sı kadın…

Gözleri oyulmuş… Kulakları, burunları, kafaları ve daha başka birçok organları kesilmiş…

Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini almış…

Bundan başka 487 ağır yaralı, 1275 rehin, 150 kişi kayıp…

Bir gece içinde yaşanan bu vahşete hangi yürek dayanır?

Bu vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut'a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan da dayanamamış, yazdığı "Haçın Hatırı İçin" adlı kitabında şu satırlara yer vermiş:

"…Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni gurup, Hocalı'nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa'ya döndüm. Onlar Haç'ın hatırı için savaşa devam ettiler."

x x x

Evet, Ermeni gazeteci, Hocalı Katliamı ile ilgili bunları yazmış…

Peki Ahmet Altan ne yazmış?

Hiçbir şey! Evet, hiçbir şey! İlgi alanına bile girmemiş!

x x x

1986 Jivkov Bulgaristan'ı…

Türkçe isimler Slav isimlerine çevriliyor. Yetmiyor mezar taşlarındaki isimler de değiştiriliyor. Kamu alanlarında insanlar Türkçe konuşamıyor. Türkler, yaşadıkları bölgelerden alınıp Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelere yerleştiriliyor. İbadet özgürlükleri kısıtlanıyor. Türk olduğu için iş verilmiyor ve insanlar Türkiye'ye göçe zorlanıyor.

Bu kısıtlamalardan bir buçuk milyon insan nasibini alıyor.

Aradan üç yıl geçiyor, bir asimilasyon programı daha kapılarına dayanıyor. 310 bin Türk daha Bulgaristan'ı terk etmek zorunda kalıyor.

Ahmet Altan ise Bulgarların 1908'de bağımsızlıklarını ilan edişlerinde kalmış, sonrasıyla ilgilenmiyor.

Peki ya Yunanistan?... Türkistan?..

Bu konuda da tek satır yazmıyor.

x x x

Türkmen şehri Kerkük'e bitmez tükenmez bir Kürt göçü var, amaç Kürt nüfusu arttırıp, Türkmen'den arındırıp, burayı bir Kürt şehrine çevirmek.

Nüfus öylesine artmış ki; ne elektrik yetiyor ne de su. Yaz günü bir hafta boyunca susuz kalıyorsunuz.

Türkmenlere ait ve Saddam döneminde hükümet tarafından el konulan arazilere derme çatma yapılar kurulmuş. Yeni gelenler buralara yerleştiriliyor.

Kerkük'te yerleşecek olan her Kürt aile için 3000 dolar para yardımı yapılıyor.
Yetmiyor, evlerin yapımı için gerekli olan her türlü malzeme bedelsiz karşılanıyor.
Dahası Kerkük'te ev yapan Kürtlerin elektriği, suyu ve benzini de bedava...

Ohhh, ne ala!

Kürtler sadece boş arazilere değil, aynı zamanda Saddam hükümeti düştükten sonra, şehri terk eden Arapların boş evlerine, stadyumlara ve hatta kullanılmayan devlet binalarına da yerleşiyorlar.

Ya Türkmenler?

İleri gelen Türkmen aileleri her gün tehdit alıyor.

Çocukları okul önlerinden kaçırılıp, yüklü miktarda para karşılığı serbest bırakılıyor.

Her gün meydana gelen patlamalar nedense hep Türkmen mahallelerinde gerçekleşiyor.

Bu patlamalarda insanlar can veriyor, sakat kalıyor.

Ahmet Altan ise bakın kendisine neyi dert ediniyor?

"Vatandaşlığa bağlı bir ülkede milyonlarca Kürt kardeşimizle birlikte yaşarken, başka bir ülkedeki soydaşlarımızı, bu Kürt kardeşlerimizin soydaşlarına karşı koruyarak, çelişkiye düşmüyor muyuz? Bu durum bizi açıkça bölmez mi?"
(Makalenin tamamını için http://www.gazetem.net/aaltanyazi.asp?yaziid=174 )

Daha sonra göreceklerimi, okuyacaklarımı bilmeden "pes" diyorum ama Ahmet Altan, siz öyle bir yazıyorsunuz ki, okudukça neye şaşıracağımı şaşırıyorum.

x x x

Şimdi yine kapıyorum gözlerimi ve Kurtuluş Savaşı günlerine dönüyorum. Ülkemizin batı bölümü Yunan işgali altında…

Bergama ve yöresindeyiz…

Yukarı Kimikler Köyünden Molla İbrahim'i kulaklarına kadar kesiyor, gem takıyorlar. Bu haldeyken Bergama içinde gezdiriyorlar. Sonra tırnaklarını halkın içinde kerpetenle söküyorlar ve 4 gün sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Çerkes İdris Ağa'nın 10 yaşındaki kız evlatlığına sekiz, on Yunan askeri birden, bir çok kez tecavüz ediyor, sonra da vücudunu ikiye ayırarak öldürüyorlar.

80 yaşındaki dilsiz oğlu Ahmet ve eşi Zahide'yi paralarını aldıktan sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Alaca Köyünden Mehmed oğlu İsmail ile oğlu Mustafa'nın ayaklarını testere ile kesiyorlar.

Firuz Köyü halkına silah aramak bahanesiyle işkence yapıyorlar, pek çok kadın ve kızın ırzına geçtikten sonra hepsini kurşuna diziyorlar.

Şimdi de Orhan Gazi'de bir sokaktayım…

Ağzında el bombası patlatılmış bir delikanlı yatıyor yerde…

Biraz ilerde karnından bağırsakları dökülmüş bir genç kadın cesedi var…

İki adım ötede 2 yaşlarında başsız bir çocuk…

İleride gübre yığını üzerinde 12 yaşında bir kız, ırzına geçilmiş…

İç sokaklara doğru ilerliyorum. 60 yaşında bir kadın… Irzına geçilmiş ve öldürülmüş…

Muratoba Köyü mü?

Erkekleri camiye dolduruyor, üzerlerine gaz dökülüp yakıyorlar...

Ya Çınarcık köyü?

Erkeklere annelerini peşkeş çekmek istiyorlar. Ölüm pahasına bu işi yapmayan delikanlıları süngülerle öldürüyorlar.

Bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken, Yunan askerleri süngü ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşe tutuyorlar… Genç kızların memelerini kesip, kebap yapıyorlar…

Yalova… Beykoz… Şile… Rezaletin, işkencenin bini bir para…

Tırnak sökmeler, un çuvalında dövmeler, çuvala koyup suya atmalar, ağaca ayaktan asmalar, ağaca asılanları parçalamalar, diri diri çukurlara gömmeler, göz oymalar, kulak kesmeler, camiye doldurup yakmalar, kadınlara zorla erkek uzvu çiğnettirmeler, anne ve babasına zorla tecavüz ettirmeler, kurşuna dizmeler, edep yerlerine bomba koymalar…

Yeter artık! İçim daha fazla dayanmıyor, ben gözlerimi açıyorum.

Sonra merak ediyorum, "Acaba Ahmet Altan bu konuda ne düşünüyor?" diye.

Karşıma "Kendini Öldürmek" adlı makaleniz çıkıyor.

Amerikalı Clint Eastwood, tümüyle Japonca olan ve II. Dünya Savaşı'nda Japon askerlerinin Amerikalı askerlere karşı kahramanlıklarını anlatan "Iwo Jima" adlı bir film çekmiş.

Film, düşmanın da insan olduğunu anlatıyormuş. Amerika, o kadar hoşgörülüymüş ki, bu filmi Oscar'a aday göstermiş.

Bütün bunları anlatıyor ve soruyorsunuz:

"Ben Kurtuluş Savaşı'nda Yunan askerlerinin kahramanlığını anlatan bir film çekebilir miyim?"

Sonra ekliyorsunuz:

"Yunanlıların kahramanlıklarını anlatan, tümüyle Yunanca bir film çekip, Türk askerlerinin iki Yunan esirini nasıl acımasızca öldürdüğünü göstermeye kalksam, bunu hoşgörüyle karşılamazsınız. Böyle bir işe kalkışsam, çok büyük bir ihtimalle 'Türk düşmanı olmakla', 'satılmışlıkla', 'hainlikle' suçlanırım."

Sonra yine soruyorsunuz:

"Peki ama niye? Niye ben Yunanların kahramanlıklarını anlatamam?
Hiç mi kahraman, yiğit, cesur Yunan askeri yoktu o savaşta?
Hiç mi hayatını tehlikeye atan, ölümün üstüne yürüyen birileri çıkmadı Yunan ordusunda?
Bütün kahramanlıkları Türkler mi yaptı?"

(Okuduklarına inanamayanlar için makalenin tamamı http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6378062.asp?yazarid=150&gid=61 adresinde)

Amerika'nın Clint Eastwood gibi sanatçıları varmış. Eastwood'un bu filmini Oscar'a aday gösteren inanılmaz bir hoşgörü varmış. Amerikan toplumu, bu filmin oynadığı sinemaları yakmıyor, Eastwood hakkında "Amerikalılığa hakaretten" dava açılması için gösteriler düzenlemiyor, onu "ölümle" tehdit etmiyormuş.

Kongre'de "bu adam bizi sırtımızdan bıçaklıyor" diye bağıran politikacıları yokmuş.

İşte Amerika tüm dünyada en gelişmiş ülkelerden biri kabul edilmesini politikacılarına, liderlerine, askerlerine, ordusuna, silahlarına değil, bütün bu hoşgörülü insanlara borçluymuş.

Bu muhteşem yorumla birlikte bizlere soruyorsunuz:

"Böyle bir film çekersem, beni över ve ödüllere aday gösterir misiniz?"
. . . . . . . . . .

Valla Ahmet Altan, Altın Portakal'ı bilmem ama böyle bir film ile Nobel'i garantilersiniz.

Ya da bakın, aklıma ne geldi?

Bence siz, Girit adasındaki Yunan ayaklanmalarının bastırılması sırasında Türklerin gösterdikleri kahramanlıkları anlatan, tamamı Türkçe bir film yapıp, bunu Yunan sinemalarında gösterime sokun. Bakalım size ne ödül verecekler?
. . . . . . . . . . .

Yine değinmeden geçemeyeceğim. Aynı makalede diyorsunuz ki;

"Amerikalı bir sanatçı yaptığı filmde 'düşmanı' 'insana' dönüştürüyor. Biz düşmanımızı 'insan' olarak anlatabilir miyiz?"

İşte size bir öneri daha. Gördüğüm kadarı ile sizin dışarıda düşmanınız olmadığı için zorunlu olarak örneği içeriden vereceğim.

Mesela bu aralar en uyuz olduğunuz kim var?

Ergenekon Çetesi olarak adlandırdığınız insanlar, değil mi? Kendimi bildim bileli siz hangi kurumdan haz etmezsiniz? Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi?

Bunlar da sizin kendinize düşman belledikleriniz olduğuna göre, hadi anlayın düşmanınızı, insan olarak görün, sevin onları, sevmeyenlere de sevdirin. Ülkenin bir aydını olarak öncü olduğunuzu gösterin. Ne kaybedersiniz?

x x x

Artık gözlerimi korka korka kapatıyorum. Kıbrıs'tayım… Tarih 24 Aralık 1963…

Silah sesleri duyuluyor…

Tüfek dipçikleri ile kilitli kapılar kırılıyor… İnsanlar sokaklara sürükleniyor…

70 yaşında bir Türk, kırılan ön kapısının sesiyle uyanıyor…

Sendeleyerek yatak odasından çıktığında, bir sürü silahlı gençle karşılaşıyor…

"Çocuğun var mı?" diye soruyorlar…

Şaşkın bir biçimde "Evet" diyor…

"Dışarı gönder" diye emrediyorlar…

19 ve 17 yaşlarında iki oğlu ve 10 yaşındaki kız torunu aceleyle giyinip, silahlı adamların peşinden dışarı çıkıyorlar…

Çiftlik duvarının dibine dizildikten sonra, silahlı adamlar tarafından makineli tüfek ateşiyle öldürülüyorlar…

Başka bir evde, 13 yaşında bir erkek çocuğunun ellerini dizlerinin arkasında bağlayıp, yere yıkıyorlar…

Ardından tekmeleyip, ırzına geçiyorlar…Sonra da tabancayla başının arkasından vuruyorlar…

Tüm bunları ben değil, H. Scott Gibbons, Peace Without Honour adlı kitabında anlatıyor. Haliyle merak ediyorum, Ahmet Altan bu konuda ne diyor?

Bunun yanıtını "Türklerin Tek Sorunu Var" adlı makalenizde buluyoruz.

www.acikistihbarat.com 15.07.2009

Serdar Akinan
Plastik muhafazakarlar

Önce yazıyı hatırlayalım. Bilen var, bilmeyen var...
'Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikayelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış! Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde.'
Bu yazı nerede yayınlandı?
Taraf gazetesinde...
Adamın biri çıktı, bu ülkede, 'Allah'la dalgasını geçti.
Bu milletin değerlerini köküne kadar ağır hakaretlerle saldıran sicili malum bu gazete kimlere küfür etmedi ki?
Bazıları sesini yükseltti... Faşist damgası yedi... Siz hep sustunuz...
Bu kompleksli insanlarla, 'Yanlış Cumhuriyet'in hor görülen evladı olduğunuz inancıyla aynı yerde hizalandınız.
Ülkemiz muhafazakarlaştı ya... Medyamızın neredeyse yarısı muhafazakar sermayenin elinde ya...Ve, Türkiye muhafazakarlaşmasını 'kollayan ve koruyan' onlarca kalem erbabı var ya...
Böylesi bir açık hakareti mesela Cumhuriyet gazetesinden bir köşe yazarı yapsa... Ve o gazete de bunu yayınlama cüretini, 'özgürlük adına' yayınlasa ne olurdu?
Binlerce, on binlerce Müslüman'ı ayağa kaldırırdı...
Ama bu ifadeler TEK BİR muhafazakar medya kuruluşunda yazılmadı, çizilmedi, yayınlanmadı, 'Allah rızası için' eleştirilmedi?
Ne oldu biliyor musunuz?
Görülmedi... Bu hakareti, aynı saftaki bir liberal yazdı diye muhafazakar kesim sustu.
Müslüman olarak yetiştirdiğiniz evlatlarınıza bu suskunluğunuzu nasıl izah edeceksiniz merak ediyorum.
Sadece Nihal Bengisu Karaca'ya ve Cihan Aktaş'a, kendini muhafazakar olarak tanımlamayan ama Allah'a inanan ve sığınan biri olarak, teşekkür etmek istiyorum.
Bu ağır hakareti, olanca yumuşaklık ve anlayışla eleştirdiler.
Ancak Nihal Bengisu Karaca bir başka şey daha yaptı.
Türkiye muhafazakarlarının yer aldıkları ittifakın adını koyan vicdanlı Müslümanların sesine destek oldu; aktararak, adını koydu: Plastik ittifak.
Bu milleti ve vatanı bir arada tutan tüm değerlere, misyonu gereği, olabilecek en ağır iftira ve hakaretlerle saldıran Taraf en sonunda Allah'la alay etti.
Siz ne yaptınız ey muhafazakarlar?
Haber toplantılarında gündem diye okunduğunda hangi Müslüman editör sizi susturdu, 'geç bunu...' dedi?
Muhafazakarlar neyi muhafaza eder bu ülkede?
Gucci türban? Makam arabaları? Cherokee jeep? İhaleler?
Her neyi muhafaza ediyorsanız...
'Plastik'siniz...Tıpkı 'ittifakınız' gibi...

Akşam

TARAF YİNE YANILDI

10.12.2009 16:00

Hain Tokat saldırısı ardından komplo teorileri havada uçuşmaya başladı.

"Zamanlama ilginç" dediler.

"Zaman ayarlı saldırı" diye yazdılar.

Kimi saldırıyı PKK'nın yapmadığını yazacak kadar ileri gitti.

Odatv.com olarak bu tür komplocu tezlerin hayatın gerçeklerinden beslenmediğini yazdık.

Bunu dile getirenler ne terörü ne de PKK'yı biliyor.

Bunlar masa başı gazetecileri.

Ve son yıllarda masa başında üretilen komplocu senaryolar kamuoyunun da kafasını karıştırdı.

Tıpkı Ergenekon'da olduğu gibi...

Dedik ki...

Bırakınız bu "zamanlayama dikkat" yorumlarını, siz PKK'yı tanımıyorsunuz.

Siz dağdaki hücrelerin nasıl yaşadığını; ana karargahla nasıl haberleştiğini; sizin gündeminizi değil kendi gündemlerine göre hareket ettiklerini belirttik.

Ve yazdık; bırakın artık her PKK saldırısından sonra "zamanlama ilginç" değerlendirmelerini.

Sonuç...

PKK terör örgütüne yakınlığı ile bilinen Fırat Haber Ajansı, Tokat'ın Reşadiye ilçesindeki saldırıyı PKK'nın üstlendiğini açıkladı.

Fırat Haber Ajansı’nın internet sitesindeki habere göre, Tokat’ta 1’i uzman çavuş 7 askerimizin şehit olduğu, 3 askerimizin de yaralandığı eylemi PKK üstlendi.

Sitede yer alan açıklamada, Anakarargah Komutanlığı tarafından herhangi bir talimat verilmemesine rağmen, Dersim eyaletine bağlı bir birimin kendi inisiyatifiyle 7 Aralık günü Tokat iline bağlı Reşadiye’nin Sazak alanında saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi.

Eeee...

Hadi şimdi ne diyeceksiniz...

Bu olmadı yeni bir komplo teorisini mi Türkiye'nin gündemine getireceksiniz.

Bazı çevrelerin niyetleri artık açığa çıkmıştır.

Üzücü olan bu gizli niyetlilerin oyunlarına gelen samimi siyasetçiler ve gazetecilerdir...

Odatv.com

33 ASKER EMRİ UTAH’TAN MI GELDİ?

21.12.2009 14:34

Haberimizin başlığını böyle seçmemizin nedenini, yazının sonunda anlayacaksınız. Türkiye’de yaşanan dezenformasyon öyle bir raddeye geldi ki; hepsini yakalamak, takip etmek ve karşısında şaşırmamak elde değil.
İşte size bu dezenformasyonların en çarpıcı örneği…
Geçtiğimiz hafta Türk medyasında 1993 yılında şehit olan askerler ile Ergenekon davası arasında ilişki kuran bir haberler fırtınası esti. Kuşkusuz bunda Reşadiye’de PKK’nın gerçekleştirdiği ancak medyanın bir bölümü tarafından şüphe ile karşılanan saldırının payı vardı.

Olayı Taraf başlattı
Konu zaman zaman olaydan sağ kurtulan askerlerin ifadeleri ile gündeme gelse de kuşkusuz medyada fırtınayı başlatan olay 15 Aralık Günü Taraf Gazetesi’nin manşeti idi. Taraf Gazetesi, Ergenekon davası savcılarının 33 erin ölümü ile sonuçlanan olayı araştırdıklarını, olaydan sağ kurtulan 4 askeri de ifade vermeye çağırdıklarını haber veriyordu. Gazete, olay üzerinde yaşanan şüpheyi ise olaydan sağ kurtulan Erdal Özdemir’in ağzından veriyordu.
16 Aralık günü ise Habertürk bir adım daha ileri giderek Ergenekon Savcıları’na ifade veren Erdal Özdemir’in ifadesini ele geçirdiğini açıklıyordu. Habertürk’ün yayınladığı ifadede er Özdemir 33 askerin ölümünde ordunun payı olduğunu anlatıyordu.

Öyle bir röportaj ve ifade yok
17 Aralık günü Doğan Haber Ajansı’na yansıyan haber fırtınayı tersine çevirdi. Ajansa konuşan Erdal Özdemir, Taraf Gazetesi’ne röportaj vermediğini, gazetenin konuşmayı hayali olarak yazdığını iddia ediyordu. Özdemir Ajans’a "Bir gazetede birileri söylemediğim şeyleri haber yapıyor. Yazılanlara ben bile şaşırıyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşıymış gibi gösterilmeye çalışılıyorum” dedi.
Yine 17 Aralık günü Vatan Gazetesi’nin konu üzerine yazdığı haber olayın bir başka yönünü ortaya çıkardı. Gazete olaydan sağ kurtulan ve birinci derece görgü tanığı olan 5 askere ulaşmıştı. Olaydan sağ kurtulan Adnan Gebeş, Erdem Doğan, Erkan Omay, Osman Partal ve Bünyamin Atlı, şu ana kadar savcılık veya başka bir kurumdan ifade verme yönünde bir çağrı almadıklarını belirttiler.
Kısacası 33 asker olayının Ergenekon davasına dahil edildiği balonu kısa sürede patladı.
Peki, bu fırtınayı kim yarattı? Açık dezenformasyonu kim yarattı?
Şimdi sizi bu olayların çok öncesine götürelim.

Utahlı komiser nereden biliyor
Tarih 5 Aralık 2009…
Taraf Gazetesi’nin adı Utah’tan sızan ordu belgeleri ile gündeme gelen ve Odatv’nin yaptığı haberler ve fikr-i takibi ile Türkiye’ye getirilen yazarı Emrullah Uslu, 33 asker olayını o gün yazısına konu ediyor.
Emrullah Uslu yazısında bugüne kadar basın tarihinde yazılmamış iddiaları gündeme getiriyor.
Bu arada hatırlatalım Emrullah Uslu, Utah’tan 8 senelik çalışmalarını noktalaması için geri çağrıldığında tayini Bingöl Terörle Mücadele Şubesi’ne komiser olarak çıkıyordu.
Uslu o güne kadar bilinenlerin aksine 33 askerin şehit edilmesi olayı duyulduğunda askerlerin saatlerce harekete geçmediğini anlattı. Emrullah Uslu’nun yazdığına göre, askerlerin meseleyi umursamadığını gören Uslu’nun da bir dönem üyesi olduğu Bingöl’deki özel harekat timleri isyan ederek harekete geçti.

Uslu konu ile ilgili şu hikayeyi anlattı: “Rehineleri de Özgen Paşa’nın iddia ettiği gibi kendi komutasındaki askerî birlikler kurtarmamış. Aksine, Bingöl’de konuşlu polis özel harekât birlikleri, askerî kanatta bir hareketlenme görmeyince isyan durumuna gelmişler. Bırakın bari biz gidip kurtaralım diye, biraz da metazori bir şekilde, gitmişler kurtarma operasyonuna. Bölgeye özel harekât birliklerinin geldiğini gören PKK üyeleri de, muhtemelen kendilerinden zayiat vermek istemediklerinden, 24 kişiyi serbest bırakmışlar. Yani, 24 kişi, girişilen bir çatışma sonucu kurtarılmamış. Bu noktada da Özgen Paşa yuvarlak anlatımlarla kamuoyunu yanıltıyor. Serbest bırakılan 24 kişinin de terörist diye öldürülme ihtimali doğmuş. Gece karanlığında özel harekât polisleri, PKK’lıların kendilerini tuzağa düşürebileceğini düşünerek, 24 kişiye, 100-200 metre kala teslim ol çağırısında bulunmuşlar. Anlatılana göre, kaçırılan trafik polisi durumu anlayıp, özel harekât polisi ile konuşarak 24 kişinin kurtulmalarını sağlamış.”

Uslu’nun anlatımları bu kadar da değil. Uslu özel harekatçıların rehineleri kurtarmasının bir krize yol açtığını bakın nasıl anlatıyor: “Rehineler kurtarıldıktan sonra dönemin Bingöl Emniyet Müdürü Kemal İskender Ankara’ya ‘rehineler özel harekât birimlerinin yaptığı operasyonla kurtarıldı’ notunu geçip, bu not da dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin tarafından Meclis kürsüsünden kamuoyuna aynen bu şekilde duyurulunca Bingöl’de kıyamet kopmuş. Görgü tanıklarının anlatımlarına göre, Bingöl Polisevi’ne kadar gelen dönemin Tugay Komutanı, Kemal İskender’e ‘Ankara’ya çektiğin bilgi notunda neden 24 kişi ‘polis özel harekât birimi tarafından kurtarıldı’ notunu geçtin de güvenlik güçleri demedin’ diye çıkışmış.”

Yakında hazır olun
Emrullah Uslu yazısının sonunda okuyucularına bir de müjde veriyor: “ Bu konuda çok yakında yeni gelişmelere hazır olun.”
Kısacası 33 asker olayında yaşananları Uslu olaydan çok önce haber verdi. Tabii yine her zaman yaptığı gibi askerlere yönelik suçlamalar, emniyete yönelik yüceltmeler ile.
Peki, adı cemaat ile gizli belgeler ile gündeme gelen komiser Emrullah Uslu’nun öngörüsünün kaynağını sorgulamaya gerek var mı?

Odatv.com

21 Mayıs 2010 21:01
Taraf Yazarına Haciz Şoku!
Polis Akademisi Öğretim Görevlisi ve Taraf Gazetesi'nde 'Apolitika' adlı köşede köşe yazarlığı yapan Önder Aytaç bugün haciz şoku yaşadı.

Aytaç, kendisine Doğu Perinçek tarafından açılan 10 bin liralık tazminat davasını kaybettiği için evine haciz geldi.

İcra memurları akşam saatlerinde işlemleri gerçekleştirerek evde bulunan bilgisayar ve televizyonu götürdü.

Konuyla ilgili elmahaber'e bilgi veren Aytaç, hangi yazısından dolayı haciz uygulandığını bilmediğini, kendisine herhangi bir tebliğ yapılmadan haciz işleminin gerçekleştirildiğini söyledi. Aytaç, Perinçek tarafından açılan 10 bin liralık tazminat davasının mahkeme tarafından 2513 liraya indirildiğini, buna karşılık olarak da evinden bilgisayar ve televizyonun haciz edildiğini ifade etti.

Aytaç, yazısından dolayı davanın kendisine değil gazeteye açılması gerektiğini, bu sorumluluğu gazetenin üstlenmesi gerektiğini belirterek ''gazeteye göre daha yalnız ve zayıf olduğum için davalı olarak ben seçildim. Avukatlar hac,z işlemlerine Ulusal TV'yi de yanına alıp geldi. Polis Akademisinde öğretim görevlisi olarak açık hedef haline getirildim. Özel mülkiyet haklarım çiğnendi'' şeklinde konuştu.

Kaynak: Elmahaber

TARAF GAZETESİ'Nİ AHMET ALTAN YÖNETMİYOR! PEKİ TARAF KİMİN YÖNETİMİNDE? RAGIP DURAN'DAN ŞOK İDDİA!

Gazeteci ve medya eleştirmeni Ragıp Duran'a göre Kürt okur kitlesini kaybeden Taraf hırçınlaştı. İktidar şımarıklığıyla yayın yapıyor!

'TARAF'IN 'BOYKOT'U, İKTİDAR KÜSTAHLIĞIDIR'
"Taraf gazetesinin BDP için aldığı ‘boykot’ kararını doğru değerlendirmek için, ilkin tekniki ve mesleki olarak başlamak lazım. Şöyle ki; bir gazetenin genel yayın politikasını, Türkiye'deki uygulamada genel yayın yönetmenleri belirler. Bu yayın yönetmenlerinin çoğu zaman şahsi olarak hareket ettiklerini söylemek de mümkün.

Örneğin Ahmet Altan'ın söz konusu boykot kararıyla ilgili yazısında, 'yazı işleri kararıma karşı çıkmasına rağmen' şeklinde bir ibare vardı. Şimdi, belli ikna edici ve somut gerekçeler varsa, bir gazete belirli konularda kendi yayın politikasına uymadığı için belli yerlerden demeç almayabilir. Yani bu hakka sahiptir ama nasıl? Mesela ilk aklıma gelen, son 5-10 yıl içerisinde Fransa'da ırkçı Le Pen, Fransız Cumhuriyet Yasalarını da çiğneyerek ırkçılık propagandası yaptığı için, gazete ve televizyon yöneticileri bu adamı ekranlarına ve sayfalarına konuk yapmamışlardı. Buna rağmen, kamuoyunu bilgilendirmek adına bu kişiyle ilgili gelişmelere yer vermeyi sürdüreceklerini söylüyorlardı.

‘BEYAZ TÜRK İDEOLOJİSİ’
Taraf gazetesi eğer doğrudan BDP'ye yönelik bir tavır alıp engellemeler getiriyorsa, buna hiçbir hakları olmadığını bilmeliler. BDP'nin haber değeri taşıyan açıklamalarıyla okurlarınızı bilgilendirmek zorundasınız. Şuna da dikkat çekmeliyim; Ahmet Altan'ın açıklamasında beni en çok rahatsız eden şey, 'çocuk yaşındaki insanlardan azar işitmekten bıktım' ifadesiydi. Bu, beyaz Türk ideolojisinde, özellikle de sağcı ve büyük ölçüde liberal iktidara, dini cemaatlere sırtını dayamanın getirdiği iktidar küstahlığıdır. Bu beyaz Türk ideolojisi, Kürtleri güdülecek sürü, akılsız insanlar topluluğu ve onlara hükmetmeye çalışan, batıdan bildiğimiz oryantalist bir tutum şeklinde ortaya çıkıyor.

Gazetecilikte, fikri tartışmada yaşla başla ilgili konular gündeme gelemez. Üstelik Ahmet Altan'ın kastettiği Selahattin Demirtaş, sadece demokratik tepkisini kullanmış ve gazetenin bir hatasından ötürü, yayın yönetmeni olan Altan'ı eleştirmiştir, bu kadar. 'Çocuk yaşındaki insanlardan azar işitmekten bıktım' ifadesi tipik bir sağcı, liberal, oryantalist iktidar sahibinin söylemidir. Ayrıca Altan'ın karşısındaki bir çocuk değildir.

AKP ve yıllardır beyaz Türk dediğimiz, yani Türk egemen kesiminin liberal kısmı, eskiden de, Demokrat Parti veya Cumhuriyet kurulduğundan beri Kürt halkını kimi zaman oy deposu, kimi zaman kendi siyasetlerine taban oluşturacak bir kütle olarak gördüler. 'Kürtler cahildir, bir şey bilmezler, okuma yazma bilmezler' gibi iğrenç yaklaşımları Türk basınında çok okuduk. Faik Bulut bu konuyu çok irdelemişti. Bence bu konu hala son bulmuş değil. Başka biçimlerde kendisini gösteren bir yaklaşım bu.

Örneğin Taraf da bugün referandum ortamında, aslında AKP'nin sıkışmışlığına çare olarak Kürt seçmenleri de 'evet' oyuna çekmek için hamleler yaptı. Demirtaş'ın açıklamalarını çarpıtması da bunlara bir örnek.

‘HİÇBİR YAYIN YÖNETMENİ PATRONUNA HEDİYE İÇİN GAZETE HAZIRLAMAZ’
Taraf, BDP'nin açıklamalarına yer vermeyecekse, çok yanlış bir tutum içindedir. Fransa'daki örnekte, benzer tavrı sergileyen gazete gerekçesini açıklamıştı, ırkçılık söz konusuydu çünkü. Ancak tabii Demirtaş'ın ırkçılıkla uzaktan yakından ilgisi de yok. Zaten Taraf bırakın okuyucusunu, yazışlerini bile ikna edememiş bu kararıyla. Ayrıca Ahmet Altan BDP'yi boykot edeceklerini duyurduğu yazısında 'zaten iyi gazeteci değilim' demiş. Bunu açıklamasına gerek bile yoktu.

Gazetecilik açısından Taraf'la ilgili beni rahatsız eden bir başka şey de, şu: Taraf çıkarken bu gazetenin kurucusu, 'ben bu sıralar polisiye roman yazıyorum, katili bulana kadar gazetecilik yapacağım' şeklinde bir açıklama yapmıştı. Oysa gazetecilik, böyle, roman yazarken vakit geçirilmek için yapılacak bir iş değildir. Bu, hakaret gazeteciliğidir ve ayrıca aşağılamadır. Zaten çeşitli kesimlere yönelik Ahmet Altan çokça yapıyor bunu, şimdi de mesleğe yönelik yapmış oluyor. Yine aynı kişi, Taraf çıkacağı süreçte bir röportajında, 'çok iyi, şeker bir patronumuz var. Biz, patronumuza hediye olarak gazete hazırlıyoruz' demişti. Bu da sağcı, iktidar ve patron yanlısı bir bakış açısıdır. Hiçbir gazete bu amaçla hazırlanamaz. Gazetenin tanımı da niyeti de bellidir. Yıllardır dünya basın meselesini izlerim; hiçbir yayın yönetmeninin patronuna hediye için gazete hazırladığını görmedim!

'F TİPİ CEMAATLE İLGİLİ NEDEN HABER YAPMIYOR?'
Bu gazetenin görüldüğü gibi bir siyasi çizgide olması da keyfi bir şey değil. İlk başta, Taraf'ın ne yazık ki mali yanı şeffaf değil. Minimum matematik hatta aritmetikten anlayanlar 60 bin traj ilan eden, sayfalarını incelediğimizde alınan reklamları da hesaba katarsak, gazetenin, normal olarak dönmesi gerektiğin bilir. Oysa herkes biliyor ki Taraf, çalışanlarına emeklerinin karşılığını da vermiyor. Maaşlarını ödemiyor. Bir de bu gazetenin nerde basıldığı, internet sitesini hazırlayan kurumun başka nerelerde iş yaptığı da, internette yayımlanmıştı. Ben bu tür polisiye şeyleri çok ciddiye almıyorum ama siyasi olarak da bakarsak; 'Paşasının Başbakanı' hariç, bu gazetenin AKP'ye yönelik eleştirel bir tutum takındığını görmedim. Örneğin F tipi cemaatle ilgili hiçbir haber yayımlamamış olması, Taraf'ın bağımsız olmadığını şüphelerini de güçlendiriyor.

'BU GAZETE, BELGE GÖNDERENLER TARAFINDAN ÇIKARILIYOR'
Taraf'ın nerdeyse alametifarikası olan TSK'ye yönelik yayınlarıdır. Dağlıca operasyonu olsun, Heron olsun, haber ve bilgi düzeyinde TSK'nin antidemokratik, faşizan, Kürt ve genel olarak halk karşıtı, kendi yasalarını çiğneyen tutumlarını teşhir eden başarılı habercilik yaptılar. Ama ben burada da kuşkuluyum. Şu bakımdan kuşkuluyum; kısa zaman içerisinde gördük ki bunlar Taraf'taki esas olarak bir veya birden fazla muhabirin sağladığı habercilik başarısı değil. Zaten kendileri de sonradan itiraf etmek zorunda kaldılar. Birileri gazeteye bavulla bilgi gönderiyor, belge gönderiyor, bunlar da hızlı bir biçimde yayınlıyorlar.

Bir gazeteye olduğu gibi belge sızdırılması olumsuz bir şey değildir ama bakıldığı zaman bu bilgi ve belgelerin hep aynı kaynaktan ve hep aynı hedefe vuran olduğunu görüyoruz. O zaman ben bu gazetecilikten kuşkulanırım tabii. Çünkü Türkiye'de vurulacak tek yegane iktidar odağı askeri odak değildir. Siyasi odağı, iktisadi odakları eleştiriden muaf tutarsanız bu gazetecilik değildir; askeri odakla sorunu olanların sözcülüğüdür.

Teknik olarak da canımı sıkan bir şey var: Önemli bir istihbarat değil, ama şöyle ki bu bilgi sızdırıcılar bazen doğru olmayan bilgiler de sızdırıyorlar. Şöyle bir olay hatırlıyorum: Islak-kuru imza kahramanı Dursun Çiçek'in 10 Kasım günü Genelkurmay'da genelkurmay başkanı ve dört kuvvet komutanıyla yemek yediğine dair manşetten bir haber girmişti Taraf. Bu haber doğruysa vahim bir şeydi tabii. Bu kadar üst düzey yöneticilerin, hakkında soruşturma açılan albayla yemek yemelerinin siyasi bir anlamı olmalı. Genelkurmay bu haberi yalanladı, 'yok böyle bir şey' dedi. Taraf ise, 'yalanlıyorsunuz ama siz bekleyin, çıkacak' dedi. Haberi tekzip edilmiş gazetenin yapmaması gereken tek şey budur. Yanlış anlaşılmasın, ben bu konuyu biraz araştırdığım için somut örnek üzerinden gidiyorum. Böyle bir durumda haberiniz tekzip edildiği takdirde, elinizdeki bilgiyi, belgeyi yayınlarsınız ve haberinizin arkasında olduğunu gösterirsiniz. Dursun Çiçek'ten açıklama alırsınız mesela. 'Evet, öyle bir yemekteydik' şeklinde emeç alırsınız böylece de genelkurmaylığa yanıt vermiş olursunuz. Veya fotoğraf vs. yayımlarsınız. Ama bunları yapmak yerine, 'bekleyin göreceksiniz' diyor. Oysa 1 yıl geçti aradan. Gazetenin, hiçbir okuyucusunu bu kadar bekletme hakkı yoktur herhalde.

‘GAZETEYİ AHMET ALTAN ÇIKARTMIYOR’
Bu örneği şunun için verdim; Taraf'a bilgi ve belge sağlayan kaynağın herkes kim ve kimlerden oluştuğunu biliyor. Bu kaynağın Taraf'la bir bağımlılık işi içerisinde olduğu ortada. Benim bu konuda edindiğim bilgi şu; şimdi az çok orada gazetecilik refleksi olan arkadaşlarımız, kaynağa 'belgesi var mı' diye soruyorlar. Ama aldıkları yanıt, 'tamam siz yayımlayın, bir şey olursa biz göndereceğiz' oluyor. Bütün medyayı manipüle etmek isteyen güçler bu taktiği uygularlar. Ben buradan şu sonucu çıkarıyorum; Taraf'ı, Taraf'ın gözüken yöneticileri yönetmiyor, onlar çıkarmıyor bu gazeteyi. Bu gazeteyi, gazeteye bilgi ve belge sağlayan kaynak çıkarıyor, Ahmet Altan değil. Bu ise gazetecilik bağımsızlığına, editöryal bağımsızlık dediğimiz şeye aykırıdır.

Taraf gazetesi boykotu, AKP'nin anayasa değişikliğini desteklememenin sol vicdana sığmayacağını söylüyor. Sen bir kere solcu musun da sol adına konuşuyorsun yahu! Etyen Mahçupyan her gün sola küfrediyor bu gazetede. İşte Rasim Ozan Kütahyalı mıdır nedir, CHE'ye katil diyor ondan sonra kalkıp sol adına konuşuyorlar... Bunlar ahlak dışı şeyler. Herkes haddini bilmeli. Siz sol karşıtı, Kürt karşıtı yayın politikası izliyorsunuz sonra da Kürtler şöyle yapsın, sol vicdana sığar mı diye konuşuyorsunuz. Bence, Taraf gazetecilik vicdanına sığmayan bir anlayış içinde.

'TARAF'IN KÜRT POLİTİKASI, AKP VE TSK'NİN KÜRT POLİTİKASIDIR'
Yasemin Çongar'la gazete ilk çıktığında Diyarbakır'da ve daha başka bir iki yerdeki toplantılarda vs. birlikte olduk. Orada Kürt okur kitlesinin Taraf'tan ne kadar büyük bir beklenti içinde olduğunu gözlerimle gördüm açıkçası. Dolayısıyla, satış çizelgelerine baktığımızda gazetenin Kürt coğrafyasında prestiji vardı. Mutlaka gazetenin haberlerini tek tek inceleyip değerlendirmek doğru olacaktır ama ben sabah kalkar kalkmaz Taraf okuyan tiplerden olmadığım için tahlilim ayrıntılı olmayabilir.

Fakat genel kanım şu; Taraf, Kürt hareketiyle, Kürt dünyasıyla ilişkiler konusunda okurları bilgilendirmek yerine, yönlendirmeye yönelik bir politika içinde. Özellikle PKK'ye ilişkin haberlerinde bu görülebiliyor. Kürt okurlar da bunu zamanla gördü ve kendilerinin oyalanmasına izin vermediler. Taraf ise bunu anladığı anda içindeki gerici, sağcı, liberal, AKP yanlısı çizgisini daha da çekinmeksizin ortaya koymaya başladı. Aslında Taraf'ın Kürt okurlarla ilgili denediği politikası bir AKP planıydı aynı zamanda. Hatta, çok karşı oldukları TSK'nin de bu biçimde planları mevcut.

'KÜRTLERE 'EVET' DEDİRTMEK İÇİN MANEVRALAR YAPIYORLAR'
Türk basın tarihi siyasi ilişkiler ve temas noktasında çok iyi bir sicile sahip değil. Olumsuz anlamda kullanıyorum; resmen militan gibiler. Birçoğu AKP'nin aktivisti gibi, Taraf da bunlardan. Örneğin referandum açısından baktığımızda herkesin 'evet' demesini tahmin eden, bekleyen bir tutumları var ama kamuoyu araştırmaları bu beklentiyi yansıtmadığında ise, AKP'nin oy deposu olarak gördüğü Kürtleri 'evet'e ikna etmek için çeşitli manevralar yapıyorlar. BDP'nin açıklamalarını çarpıtmaları da bu anlamı taşıyabilir. Kürtleri bu yolla kandırabileceklerini sandılar.

Normalde gazetecilik, seçimlerde, referandumlarda hem teorik olarak hem de batı veya doğudaki olumlu örneklerinde görüldüğü üzere; yurttaşın tüm bilgi ve görüşlere sahip olarak, doğru karar vermesini sağlayacak şekilde yayın yapmaktır. Siz gazeteci olarak, köşe yazarı olarak mesela referandum için 'evet'i veya 'hayır'ı savunabilirsiniz, bu sizin ideolojik çizginizdir. Ama gazete, yayınlarında boykotçuları görmezden gelemez, bu gazetecilik olamaz. Gazetecilikte taraflıksız diye bir şey yoktur ama mevcut taraflara eşit uzaklıkta olmak vardır.

Fransa'da 5 yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor. Fransa yarı başkanlıkla yönetildiği için cumhurbaşkanının kim olacağı çok önemli. Burada seçimler iki türlü yapılır, 15 gün veya 1 hafta arayla. Seçim bittikten sonra gazete oturur bir bilanço çıkarır; adaylara sayfamızda ne kadar yer verdik diye. Bu bilançolara baktığınızda en fazla yüzde 51 ve yüzde 49 gibi farklar görebilirsiniz. Yani mesela bu gazetelerden biri ortasol bir görüşte olduğu halde sağcı aday yokmuş gibi davranamaz.

Türkiye'de ise bu bilançoları çıkarmaya çalışsak rezil bir durumla karşılaşırız. Bir tarafın yayınlarında tamamen TSK, diğer tarafınkinde de F tipi cemaatin propagandaları ağırlık basar. Bu, sonuç olarak Türkiye toplumunun fikri, entelektüel düzeyini de etkiliyor. Bizde böyle tartışmalar yerine daha çok Galatasaray-Fenerbahçe kapışması gibi bir tablo ortaya çıkıyor.

‘ACELE POSTA SERVİSİ ÖDÜLÜ’
Bir de özellikle gazetecilikte ödül alan kadar, ödül verenlere de bakmak gerekir. Türkiye'de çok fazla ödül dağıtılıyor. Benim en çok şaşırdığım, Taraf muhabirinin Sedat Semavi ödülünü almasıydı. Bunda bir yanlışlık olmalı. Bence ödül 'acele posta servisi ödülü' olabilir ama gazetecilik ödülü olamaz. Size oturduğunuz yerden, biri bavulla bilgi gönderiyor ve siz de yayınlayarak, ödül alıyorsunuz. Diğer ödül veren kuruluşlara baktığımızda zaten iktidar yanlıları olduğu için çok yadırgamamak gerekir ama Sedat Semavi ödüllerinde şaşırmıştım.

'TÜRK BASINI GAZETECİLİK DİLİNE AYKIRI DAVRANIYOR'
Medyanın bu tutumu haliyle toplumu da etkiliyor. Örneğin Türkiye'de Kürt meselesini çok bilmeden, BDP ne savunuyor bilmeden hareket ediliyor. 'Terörist başı, bebek katili' gibi kesinlikle gazetecilikte yeri olmayan bir dil kullanılıyor. İki tane gerçek var oysa; birisi hakiki gerçek dediğimiz, elle tutulur, koklanır sokaktaki ideolojik gerçektir. Bir de bu hakiki gerçeğin sosla sulandırılmış, tuz-biber-şeker eklenmiş medyatik gerçeği var. Sokaktaki hakiki hayatın medyaya, gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına ve radyo mikrofonlarına yansıyan bir medyatik gerçeği var.

Medya örneğin referandumu müthiş bir şey olarak öne sürüyor şu sıralar. 12 Eylül'den hesap sorulacağını iddia ediyor, Kenan Evren'e dokunmadan, işkencecilerden hesap sorulmadan... Mükemmel bir anayasa paketi hazırlandığını gösteriyor medyanın gerçeği. Oysa sokağa baktığımızda başka çok çeşit seslerin de olduğunu görüyoruz. Medyanın bu tutumlarının gerçekle örtüşmediğini, gerçeğe tekabül etmediğini görüyoruz. Yani siyasi iktidarlar sanal alanda iktidar sahibi olabiliyorlar."
01.09.10
http://www.medyaradar.com/

Serdar Akinan
Yeni bir sürecin eşiğinde

Eren Eğilmez geçtiğimiz günlerde süreçle ilgili çok önemli bir analiz yaptı.
Kısaltarak paylaşıyorum.

BDP mayınlı saldırıyla ilgili, 'bu olay devletin suçüstü yakalandığı bir
provokasyondur' açıklaması yaptı. Öcalan ise çok daha ihtiyatlı yaklaşarak olasılıkları saydı ve 'Ben de ne olduğunu bilmiyorum. Tek bilidiğim; olan bizim görüşmelere oldu...' dedi.

En net ve köşeli açıklama ise pek de beklenmeyen bir adresten geldi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vakit kaybetmeden kamuoyunun karşısına çıktı ve tereddütsüz bir şekilde devletin bu konudaki pozisyonunu açıkladı:
'Olay, PKK'nın TSK'yı zor duruma sokmaya çalıştığı bir eylemdir'...
Hakkari olayı iki aktörü ise darmadağın etti: Zaman ve Taraf.
Zaman gazetesine göre olayların nedeni örgüt içi liderlik savaşı ve 'örgüt içerisinde silah bırakılmasına karşı çıkan ve şiddeti tırmandırmaya çalışan Fehman Hüseyin liderliğindeki' derin PKK'nın bir provokasyonu idi.
Peki, 'derin PKK' tesbiti ciddiye alınır bir iddia olabilir mi? Yoksa bu 'derin PKK' buluşu son yıllarda belli alanlarda ve kurumlarda 'stratejik derinlik' yakaladığını düşünen kimi çevrelerin geliştirdiği son 'derin analiz' mi? Sabah gazetesinde yer alan bir haberde ise, KCK'lı kimi şahısların Hakkari Terörle Mücadele birimlerinin gerçekleştirdiği dinlemelere takıldığı ve bu sayede Hakkari'de yaşanan mayınlı saldırının PKK'nın provokasyonu olduğunun ortaya çıktığı belirtildi.

Ancak Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, Sabah'ın haberinin kaynağının emniyet olmadığını ve gazetenin asıl haber kaynağının askeri kaynaklar olduğunu belirten bir yazı yazdı. Uslu köşe yazısında, 'bir tespit olarak şu bilgiyi paylaşmak durumundayım. Son dönemlerde Sabah ve Yeni Şafak gazeteleri asker” kaynaklar tarafından önem verilen ve sıkça bilgilendirilen gazeteler. Bu haberi okurken bu arka planı da göz önünde bulundurmakta yarar var' ifadeleriyle okuyucularının dikkatini bir noktaya çekmeye çalışıyor.
AKP'ye yakın medyada Hakkari'de yaşanan olaylar zincirinin ardından çok çarpıcı kimi kırılmaların ipuçları kendini göstermeye başladı. Diğer taraftan devletin zirvesi Başbakan'ın Ankara'ya gelmesiyle bir tatil günü olan pazar günü tam kadro Başbakanlık Konutu'nda toplandı.

Devletin zirvesinde toplanan ve iki buçuk saatlik bir toplantı gerçekleştiren kadro şöyle:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel, Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal ve MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş.

Şimdi sorulması gereken çok daha fazla soru var, çoğunu sonra sorarız. Şimdilik bir kısmı...

Hakkari'de yaşanan saldırıya 'devletin provokasyonu' diyen BDP'ye sorulması gereken soru şu; madem devlet bir saldırı yapıp PKK'nın üzerine atacak, devletin elinde PKK'ya ait hiç mi askeri teçhizat ve mühimmat yok da devlet TSK'ya ait olanları kullanıyor ve üstüne üstlük kullanamadıklarını da olay yerinde unutuyor(!)

BDP bu bir 'kontrgerilla eylemidir' demeye getiriyor ama Türkiye'de gerçekleşen kontrgerilla eylemlerini tek tek hatırlasa gösterdiği adresin o tür işleri ne şekilde yaptığını da hatırlar.

BDP bu işin Şemdinli olayı ile özdeşleştirileceğine fazlasıyla güvenmiş olmalı ama mevcut delillerle bu iddia oldukça zorlama...
Zaman ise 'derin PKK' buluşunun patentinin Abdullah Öcalan'a ait olduğunu bilmiyor mu?

Bu çok 'derinlikli' yapı her şeyi bilebiliyor da bir silahlı örgütte iki ayrı silahlı irade oluşursa o örgütte neler yaşanabileceğini kestiremiyor mu?
Devlet içinde 'stratejik derinlik' yakaladığını sanan bu çevreler bu sefer devletçe boşa çıkartıldıklarında, durumu nasıl toparlayacaklarını çözememiş ve şaşırmış görünüyorlar.

Kurtlar Vadisi dizisi senaristlerinden daha ileriye gidemeyen bazı 'gazeteciler' bavulla ya da özel kimi buluşmalarda paylaşılanlarla bu işin süremeyeceğini bilselerdi, mesleklerinin gökten düşen belgeyi dizmekten öte bir iş olduğunu da bilirlerdi...

Görünen o ki süreçte bir kırılma var. Aktörler yeni yerler tahkim ediyor... Birilerinin bu aks değişikliğini okuyamadığı ya da uyum sağlayamadığı anlaşılıyor.

Zaman bir müddet sonra bu dönüşüme uyum sağlayacaktır ancak Taraf için bu yeni süreç sonun başlangıcı olabilir.

Pazar tatilini kesip Başbakanlık Konutu'nda toplanan iradeye ve o iradenin Hakkari olaylarının ardından yaptığı senkronize açıklamaya dikkatlice bir bakın...

Bir sürecin tamamlanıp tamamlanmadığının son kez test edildiği bir referandumdan sonra yüzde 58'i bulan bir yapı artık kendini ve diğer partnerlerini eleştirtmez. O devir geçti artık, başka bir dönemin kapısı aralandı.

Bir sürecin sona erdiğini hala göremiyorsanız bundan sonra TSK'ya yönelik Taraf tarzıyla gelecek eleştirilere yeni Genelkurmay Başkanı'ndan önce kimlerin tepki vereceğini ileride hep beraber izleyelim ve görelim.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hiç aksatılmadan yürütülen restorasyonunda binayı yıkmadan yenilemeye çalışanlar, otuz yıldır sürecin her aşamasında hep farklı aktörlerle çalıştılar. Bir evre tamamlandı ve yeni bir eşikteyiz...

http://www.aksam.com.tr/2010/09/22/yazar/18850/serdar_akinan/yeni_bir_surecin_esiginde.html

17 Şubat 2011
Sunucu-oyuncu Defne Joy Foster'ın soruşturmasına ekstra gizlilik kararı alındı...

Sunucu-oyuncu Defne Joy Foster'in ölümüyle ilgili Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında bugüne kadar olayın tek görgü tanığı Kerem Altan'ın dışında hiç kimsenin ifadesi alınmadı.

Savcılığın, Adli Tıp Kurumu'ndan kesin ölüm raporu gelene kadar olayla ilgili şüpheli ve tanık ifadelerine başvurmayacağı öğrenilirken, basında çıkan ve soruşturmanın gizliliğini ihlal niteliği taşıyan haberlere engel olabilmek için dosyaya, özel yetkili savcılıklarca uygulanan kısıtlama kararı getirildi.

Savcılık “Müdafiin dosya içeriğini incelemesi veya belgelerden örnek alması, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise Cumhuriyet Savcısı'nın istemi üzerine Sulh Ceza hâkiminin kararıyla bu yetkisi kısıtlanabilir' maddesi gereğince, nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesi'ne başvurdu.

Mahkeme, Defne Joy Foster'in ölümüyle ilgili soruşturmanın, mevcut yasada var olan 'Hazırlık soruşturması gizlidir' maddesinin haricinde, müdafilerin de yetkilerinin kısıtlanmasını gerektirecek türden bir soruşturma olduğunu belirterek 'yetki kısıtlama' kararını verdi.

Karar gereğince taraf avukatları ve taraflar dosyadan bilgi ve belge alamayacak. Bu arada, savcılığın ailesinin isteği üzerine Defne'in ölümüyle ilgili yaptığı yayın yasağı talebi ise reddedildi.


En son Ekim tarafından Cum May 21, 2010 9:23 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Tem 16, 2009 8:45 pm    Mesaj konusu: Batılılar ve Ahmet Altan Alıntıyla Cevap Gönder

Necip Fazıl'a YAHUDİ Operasyonu
23 Eylül 2010, 00:27
Editör'den

Yayın hayatına başladığı günden beri neyden taraf olduğu ve kimden taraf olduğu aslında apaçık belli olan ismini bile Büyük Doğu- İbda çizgisinde yayın yapan Taraf dergisinden apararak çalan bu gazetenin bir yazarı yine Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek'e yönelik ağza alınmayacak derecede hakaretvari bir yazısını yayınladı.

TARAF gazetesinin Roni Margulies isimli Yahudi yazarı Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in i Büyük Doğu dergisinin 25 Ekim 1967 tarihli sayısında yayımlanmış olan “Dünyayı Yahudi güdüyor” başlıklı makalesinde geçen ifadelerden öylesine etkilenmiş ki, adeta Necip Fazıl Kısakürek'e yönelik hakaretlerini sıralamış ve kendince Necip Fazıl'ı küçültmeyi denemiş.

Yazısında Üstad'ın o yazısından alıntıladığı aşağıda ki satırlardan sonra bakın nasıl bir sonuca ulaşmış...

“Kanuni’ye hulûlden başlayarak Türk alçalma tarihini başlatan, Yahudi...“

Tanzimat isimli felâket çığırının açıcısı, Yahudi...”

“İttihat ve Terakki kuklalariyle Abdülhamid Hân’ı sırf tahtından al aşağı ederek koca İmparatorluğun tasfiye masasına yatırıcısı, Yahudi...”

“Birinci Dünya Harbi, onun dünyasını hâkim kılma hamlesi, İkinci Dünya Savaşı da ona karşı uyanan ırkî kini boğma hareketidir.”

Doğrusu, bir yandan suçluluk duygusu içinde kıvranırken, bir yandan da biraz gururlanmadım değil. Nelere kadirmişiz be!"

Roni'nin dalga geçerek adeta nasıl da YAHUDİ tarafgirliği yaptığını ve o gururlanma meselesinin bütün yahudilerde ezellerinden ebedlerine kadar var olduğunu anlatmamıza gerek var mı? Bizler bunu MAVİ MARMARA gemisinde katlettikleri 10'larca Türk şehidin kanı kurumadan o operasyona katılan askerleri tebrik eden yahudi başbakan ve askeri komutanlarında da görmüştük.

Necip Fazıl Kısakürek'in yahudiler ile ilgili görüşlerini bilenler onun bu lanetli kavime yönelik ne derecede şiddetli bir muhalefet ve ne derecede bu yahudi tiyniyetini ifşa edici makalelere imza attığını bilirler.

Bugünlerde ise dikkatinizi çektimi bilmiyorum ama,özellikle Üstad Necip Fazıl Kısakürek'e karşı planlı ve kapsamlı bir karalama kampanyası adeta başlatılmış durumdadır.Özellikle internet ortamı ile haşı neşir olanlar 250 bin kişilik Necip Fazıl Kısakürek facebook sayfasına yönelik bir grup küfürbazın sayfayı sabote ettiklerini ve 250 bin kişiye ulaşan Necip Fazıl Hayranlarına karşı sistemli bir şekilde küfürler savurduklarını rahatlıkla görebilirler.Roni ile bu hadise birbirine paralel olduğundan biz bütünü ile buna planlı ve programlı bir biçimde gerçekleşen NECİP FAZIL OPERASYONU ismini verebiliriz.

Bugün Türkiye'de Büyük Doğu ve Necip Fazıl'ın etki etmediği alan ve siyasi oluşum yok gibi.Öncelikle bunu gözönünde bulundurarak diyebiliriz ki ,Yahudi eli ile Necip Fazıl ölmeden sürdürülen Büyük Doğu ve Büyük Doğucu'ları yoketme operasyonu yeniden başlatılmış durumdadır. Dün Büyük Doğu'nun Mimarı olan Necip Fazıl Kısakürek'i zindanlarda ölüme gönderen ile bugün onun fikrini Anadolu coğrafyasından silip süpürmek isteyen zihniyet, onun yolundan giden ve Üstad'ın son öğrencisi olan Salih Mirzabeyoğlu'nu da cezaevinde tutmaktadır.Bu bile aslında ölmez,pörsümez ve eskimez bir FİKİR üstünlüğünün kanıtıdır.

Gelelim Roni Margulies isimli mehur TARAF gazetesi yazarının ne yapmak istediğine ...Aslında buna sadece Roni isimli yazar üzerinden değilde Necip Fazıl'ın bugün kü takipçileri üzerinden giderek anlatmak gerekiyor.

Bakın Roni ne demiş !

"Memleketimizde faşizm de eksik değil, azgın ırkçılık da, antisemitizm de. Otuz yıl önce ölmüş Necip Fazıl’la uğraşmaya ne gerek var?

Bence var." demiş....


Bu Roni, apaçık Necip Fazıl ve bugün onun davasını güden kesime yönelik meydan okuyuşunu yazıya dökmüş.Meydan okuduğu kesime yönelikte adeta TARAF olduğu ABD-İSRAİL geleneklerine göre tehtidler savurmuştur.Bu bile antiemperyalist ve antisiyonist BÜYÜK DOĞU'nun en azılı düşmanının yine Yahudiler olduğuna kanıttır.Abdülhamid Han ve Vahidettün han'ın yahudiler eli karalandığını bilenler Kızıl Sultanlar,vatan satan padişahlar dalaveresinin yine bu çıfıtlar tarafından bizim neslimize aşılandığını bilirler. Nasıl o tarihi zaman diliminde yahudi tesviyesine zorunlu olarak sokuldu ise bu nesil,bugün de NECİP FAZIL gibi bir DEV'i bu cüce şahsiyetler eli ile ırkçı,faşist,radikal,fundamantelist,şeriatçı vs...isimler takarak neslimize karalamak ve unutturmak peşindedirler.Bunu iddia etmiyoruz olan ve gerçekleşen operasyonun ismini koyuyoruz.Bu operasyon Necip Fazıl ve onun temsil ettiği manaya karşı,küresel emperyalist siyonizmin Anadolu'da oluşturmak istediği sömürü çarkını sağlamlaştırma ve yayma operasyonudur.Önünde en büyük engel olarak gördüğü Büyük Doğu neslini yoketme operasyonudur. Yoksa bu coğrafyada onlara açık kapı kalmayacaktır.

TARAF isimli gazete'nin menşei ve bugüne kadar gerçekleştirdiği yayınlarını takip edenler Roni'nin bu derece terbiyesizleşebilmesine kimlerin ve nerelerin cesaret verdiğini apaçık görebilirler.

Türkiye bugün gerçekten bir değişim süreci yaşamaktadır.12 Eylül refarandumu gerçekleşmiş ve Müslüman Anadolu halkı tarihi hesaplaşmanın ,ve kendini bir asırdan fazla bir zamandır sömüren iç ve dış emperyalist sömürgecilerin farkına varmıştır.

Taraf gazetesinin ve Roni'yi bu derece rahatsız eden bir başka hadise de şuymuş:

'Bütün bunlar var, çünkü Recep Tayyip Erdoğan’dan belediye başkanlarına kadar pek çok AK Parti üyesi gençliğini Büyük Doğu dergisi okuyarak, Necip Fazıl’ın görüşlerini beğenip benimseyerek geçirdi.'

Roni aklınca bugün iktidarı elinde bulunduran AKP'ye ve onun tabanına'da mesaj yollamış.Bu ırkçı,Faşist,ve diyalogcu,ılımlı olmayan,aşırı dinci ile sizlerin işi olamaz.Necip Fazıl'ın ismini bir daha anmayın,Onun adını ve kitaplarını hazır yeri gelmişken Türkiye'den silmek gereklidir demiş.O'mun isimlerini sokaklardan silin demiş...AKP bu çağrıya nasıl karşılık verecek bilemiyoruz ama TARAF isimli gazetenin AKP'ye olan son derece büyük yakınlığı aşikardır.Gerçekleşen NECİP FAZIL OPERASYONU'na AKP içerisinde ki bir takım odakların ses çıkarmadığı ve Hükümet içerisinde eğer kaldı ise gerçekten BÜYÜK DOĞU'cu olanların AKP'den yakın bir zamanda adı belli olan bir otorite ve o otoriteye boyun eğen birileri tarafından diskalifiye edileceği apaçık ortadadır.Bizler gerçekten Büyük Doğu'cu olanların her nerede olurlarsa olsunlar bu yahudi tandanslı operasyonları derdest edeceğinin elbette bilincindeyiz.

Yazımızı uzatmadan aşağıda Büyük Doğu Mimarına yönelik 'YARATIK' ifadesini kullanacak kadar aşağılaşan ve tiyniyetinide ,zihniyetinide açık eden RONİ isimli TARAF yazarının yazısının son paragrafını birlikte okuyalım.

"Başbakan hâlâ bugün iyi niyetli bir beraberlik ruhu aşılama çabası içinde Nâzım Hikmet’le Necip Fazıl’ı birlikte anıyor.
Kusura bakmayın, ama yok öyle şey.
Azgın bir ırkçının, altı milyon kişinin ölümünü onaylayan ve az bulan bir yaratığın adını Nâzım Hikmet’le birlikte anamazsınız.
Ve bu yaratığın adını Kültür Merkezlerine veremezsiniz.
Irkçılığın kültürü mü olurmuş! "

Bizler yıllardır özellikle Türkiye ve Dünya'da yine yahudi eli ile yapılan bir propagandanın kobayları olduk.Özellikle Türkiyede ki İslami camia'nın birtakım kalemşörleri eli ile Yahudi propagandası gerçekten tuttu da denilebilir.Bu propaganda,anti semitizm adı verilen ve son derece kirli bir medya eli ile bize empoze edilen ve her alanda İsrail'e özgürlük tanıyan sahte bir kılıftan ibaret kelimedir.Biz bunun RONİ eli ile bir kez daha gösterilmesine duyurulmasına ve uygulanışına şahit oluyoruz.İnternet ve bazı İSLAMCI(!) gözüken gazetelere yönelik küçük bir araştırma neticesinde bu ismi geçen adamın yani namı diyar RONİ'nin bazı yazıları ile yer aldığına şahit olduk.Bazı konularda nekadar haklı olduğumuzun kanıtı oldu bütün bunlarda.İslami camia'nın kendi öz değeri ve belkide Türkiyede en büyük Fikir Üstadına yönelik bu taarruzları görmemesinide göstermemesini de varın siz yorumlayın.
Necip Fazıl'ın kültür Merkezlerine isminin verilmesi,ve ya isminin sokaklarda yer almasından bile rahatsız olabilecek çapta bu ülkenin değerleri ile çelişen bir yazı da ancak ve ancak TARAF gazetesinde yayınlanabilirdi.
Roni'ye göre Başbakan iyi niyetli bir beraberlik aşılama çabası içerisindeymiş....
Başbakan bu ses'e kulak verir mi? gerçekten bilemiyoruz ama Sahte TARAF gazetesinde yer alan bu makale bizleri gerçek TARAF Dergi'sinin o unutulmaz kapağına götürüyor. Gerçek Taraf dergisi 'DOĞAL DÜŞMAN İSRAİL'kapağı ile yayınlanmıştı bir zamanlar ve o günden beri Yahudilerin Büyük Doğu'culara karşı kin ve öfke ile nasıl saldırdığını hepimiz biliyoruz.Bizler doğal olarak Anadolu ve BÜYÜK DOĞU nesli oluğumuzdan ezelden ,ebede kadar antisiyonist ve anti emperyalist olarak bu LEŞ'leri her zaman deşifre edeceğiz.

Aşağıda ki yazı NECİP FAZIL KISAKKÜREK'ten bütün YAHUDİ ve yahudiseverlere gelsin...Özellikle RONİ'ye gelsin...

Necip Fazıl KISAKÜREK:Maddeler Halinde Yahudilik!: http://anadoluhaberim.com/haber/3058-necip-fazil-kisakurekmaddeler-halinde-yahudilik.html

Kaynak: anadoluhaber



Gazetecilik Dersi: “Vatanınız ve Vatanseverliğiniz Yoksa Mesleğiniz de Yoktur”

Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi’nin tahliye olduktan sonra meslektaşlarına verdiği bu mesajı, bizim “ulusal medya” görmezden geldi…

ABD eski Başkan’ı George Bush’a ayakkabılarını fırlaratak işgali protesto eden gazeteci Muntazar El Zeydi’yi Irak halkı bağrına bastı. Cezaevi’nde 9 ay yattıktan sonra önceki gün tahliye olan El Zeydi, kendisini kendisini davul zurnalarla karşılayan acılı Irak halkına tarihe geçecek bir konuşma yaptı.

El Zeydi’nin konuşmasında en önemli mesajlardan birisi, “gazetecilik mesleği” ile ilgiliydi. Bush ile Maliki’nin basın toplantısını izleyen gazetecilere “Soru sormayacaksınız” talimatının verildiğini açıklayan El Zeydi, gazetecilerin de bu talimata uyduğunu söyledi. Zeydi, ülkesinde yabancılar ve işbirlikçileri tarafından yapılanlar sessiz kalan, bazen ortak olan tüm gazetecilere “Vatanınız ve vatanseverliğiniz yoksa mesleğiniz de yoktur” diye seslendi. El Zeydi’nin konuşmasındaki bu bölümün “Türk medyasında” hiç yer almaması dikkat çekti.

Irak halkının ulusal kahramanı El Zeydi, şunları söyledi:

“Hergün kendimle hesaplaşıyordum. Kurbanlara söz verdim, intikam alacağım diye. Ayakkabı atarak savaş suçlusu Bush’a tepkimi göstermek istedim. Katil ülkeme geliyor, ’demokrasi ve özgürlük’ diye... Bizimle dalga geçer gibi. Ülkemdeki katliamlar beni yıktı. Felluce, Ebu Garip. Ben işgali reddetme yolunu seçtim.Amerika Irak’ta ayrımcılık tohumları ekti, bizi birbirimize düşürdül. Ben özgürüm ama ülkem hala esir. Ülkemdeki herkes acı çekti. 10 yıldan fazla süren ABD amborgosunda aç kaldık. Sokaklarımız, mezara döndü.”

Kaynak: Açık İstihbarat


"TSK Denetlensin" Yaygarasını Koparanların Samimiyet Testi Anlaşmalar

Açık İstihbarat
25.07.2009

ABD ile yapılan silah alım anlaşmalarının medyada şişirilen ve propagandası yapılan boyutunun arka planında Türkiye'nin sözkonusu silahları kullanımını ciddi şekilde sınırlayan anlaşmalar mevcut.

Bu anlaşmaların en önemlileri EUM, CISMOA ve LSA kısaltmaları ile tanımlanıyor.

End User Monitoring (EUM) anlaşmaları ABD'lilere sattıkları cihazların nerelerde kullanıldığını, gerekirse yerinde ziyaret ederek inceleme ve denetleme imkanı tanıyor.

Communications and Information Security Memorandum of Agreement (CISMOA) şartları olarak bilinen anlaşma eki ise ;ABD sistemlerini, cihazlarını veya silahlarını alan ülkelere ABD'nin sağladığı hassas bilgileri kimlerle nasıl paylaşabileceğini ayrıntılı olarak belirliyor ve sınırlıyor. Bu şartlar doğrultusunda Türkiye; ABD 'deki bir firma ile bile bu bilgileri paylaşamıyor.

Logistics Supply Agreement (LSA) ülkeler arası parça ve hizmet değişim ayrıntılarını içeriyor.

Türkiye'de medyanın henüz farkına varmadığı/varamadığı bir ihaleler/silah tedariki çatışması yaşanıyor. Bu çatışma Türkiye'nin bir türlü sonuçlandıramadığı silah alım ihalelerinde de, sonuçlandırdıklarında da süregeliyor.

Bu çatışmalar artık ülkemizde olağanlaşan "yolsuzluk" hikayelerinin ötesinde; Türkiye gibi bir ülkenin silah platformları portföyünün ne yönde gelişeceği ve ana tedarikçilerinin kim olacağı noktasında düğümlenmiş durumda.

Ülkemize küresel dengelerin dayattığı roller çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kara kuvvetleri merkezli yapısının hava ve deniz yönünde dengelenmesi gerekiyor.

Türk Devleti'nin müttefikleri ile altına imza attığı "Neo-Osmanlı projesiı", denizlerde ve havada, müttefiklerine destek olacak bir altyapıyı öngördüğünden Türkiye denizaltı, gemi , F-35 ve AWACS ihaleleri ile eksik yönlerini tamamlamaya çalışıyor. Bir yandan yerli sanayii geliştirmek babında yapılan olumlu çalışmaları, daha makro seviyelerde anlaşmalar, doktrinler ve üst düzey silah platformlarında verilen ihaleler gölgeliyor.

Denizlerde boy göstermeye hazırlanan Türkiye'nin deniz kuvvetlerinin ana silah platformlarının Almanya merkezli olması; Alman'lara karşı Fransızların son dönemde denizaltı alanında kendilerini konuşlandırmaya çalışması ve bütün bunların ötesinde ABD'nin özellikle Deniz Kuvvetleri'ndeki Alman ekolünü bertaraf etmeye çalışmasının bir çok göstergelerine şahit oluyoruz.

"Ergenekon" operasyonunda son dönemlerde denizcilerin hedef tahtasına oturtulması ve Almanya'dan siparişi verilen altı denizaltının sorunlarının üzerinde medyada alışık olmadığımız kadar çok durulması içerideki lobi savaşlarına işaret ediyor.

Taraf gibi ; yazarları arasında en az bir istihbaratçı ve iki polis bulunduran dünyanın tek demokrat gazetesi gibi yayınlar üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri'nin harcamalarının "demokratik denetime" tabi tutulması gibi yaygaraların koparılmasının da aslında "demokrasi" ile ilgisi yok.

Taraf'ın bu tarz yaygaralarının demokrasi kaygısı ile ilgisi olmadığını kanıtlamak ise hiç de zor değil.

Bu gazete bünyesinde Lale Sarıibrahimoğlu gibi kendisini savunma muhabiri olarak tanıtan ama F35 uçaklarındaki AMRAAM füzelerinin aynı zamanda füze savunma sistemi olarak da kullanılabileceğini iddia edecek kadar bu füzelerin teknolojisinden bihaber yazarlar mevcut.

Küstah cehaletin tanrılarına TSK'nın kapıları sonuna kadar açılsa neyin hesabını nasıl soracakları bile şüpheli.

Ayrıca Taraf'ın hizmet ettiği misyon açısından yapamayacağı haberler var.

Genelkurmay'ı kızdıracak haberler yapmaya eyvallah fakat aynı anda hem Genelkurmay hem de ABD/Pentagon'u kızdıracak haberler yapmak Taraf'ın harcı değil. Washington'dayken Pentagon adına Türk Silahlı Kuvvetleri'ne açıkca tehdit mesajları ileten Yasemin Çongar'ın üst yönetiminde olduğu bir gazetenin kopardığı "TSK'nın silah alımları denetlensin" yaygarası işte bu yüzden sadece yaygara olarak kalmaya aday.

Aksi takdirde Taraf, yukarıda açıkladığımız EUM, CISMOA ve LSA anlaşmalarının hesabını sorup, ABD'den alınacak AWACS, F-35 gibi uçakların alımları sırasında ne tür tavizler verildiğinin peşine düşerdi; elinde Lale Sarıibrahimoğlu gibi cevherler varken.

Irak'ın kuzeyindeki ceset tarlalarından tek satır sözetmeyen ama kendi topraklarında tabur kazıcılığına soyunan Taraf sadece Genelkurmay'a demokrat. Sıra Pentagon'a gelince Taraf'ı ara ki bulasın.

Kendi devletlerini dikta, nemalandıkları devletleri "think tank" zanneden zihniyetin yükseltildiği bir ülkede Taraf bir bakıma küstah cehaletinin Apollon Tapınağı.

Bu küstah cehaletin tanrılarının kopardıkları yaygara bulutundan sıyrılıp gerçek soruları sormaya başlamak isteyenlerin ise işe Türkiye'nin aldığı silah platformları ile ilgili imzaladığı EUM, CISMOA ve LSA anlaşmalarını inceleyerek başlaması gerekiyor.

"Ergenekon" operasyonu da; Irak'ın kuzeyinde rahatça helikopter dolaştıramayan Türkiye'nin Somali'de helikopterle korsan avlaması da; perdenin arkasında cereyan eden silah lobileri savaşlarının ışığında daha bir anlam kazanacaktır.

Açık İstihbarat

Taraf'ın Ergenekon ve ordu ile ilgili haberleriyle parlayan muhabiri Mehmet Baransu konuştu: "Daha önce hiç konuşmayanlar şimdi bülbül kesildi"

25 Temmuz 2009 Aktüel dergisine röportaj veren Taraf muhabiri Mehmet Baransu, çarpıcı açıklamalarda bulundu...

Ergenekon Operasyonu'ndan önce var mıydı yok muydu? Bu soruyu irdelemek haddimiz değil. Ama Ergenekon'dan sonra ortaya çıkanlar neredeyse "özel haberler" diyerek gündeme geldiler. İşte onlardan bir isim Mehmet Baransu. Öyle ki daha önce konuşamayan veya hiç konuşmayan isimler şimdi deyim yerindeyse "Bülbül" kesildiler. Öyle ki, yüce yargının "Soruşturma gizliliği" demesine rağmen sızdırılan bilgiler ile gündeme pimi çekilmemiş bomba bilgiler sunmaya başladılar. Taraf, Zaman, Yeni Şafak ve Sabah Gazetesi'nde yer alan haberler operasyonun gizliliğine gölge düşürdü. İşte Baransu da o isimlerden. Sunduğu Albay Dursun Çiçek belgesi de esrarengizliğini koruyor. Baransu son olarak Aktüel'e konuştu. Öncesinde tehdit edildiği anlattı. Orgeneral Çevik Bir'den dem vurdu. Ve bakın daha önce susan veya hiç gündeme gelmeyen Baransu daha neler söyledi. Ergenekon ve askeriye ile ilgili yaptığı gündem oluşturan haberlerle dikkat çeken Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu.

Soner Yalçın'la ilgili çok ilginç bilgileri dile getiren Baransu, askerli yaptığı sırada başından geçen şok bir olayı da anlattı:

İşte, Mehmet Baransu röportajı...

Sizin bir de Soner Yalçın'la meseleniz var. Aleyhinizdeki iddiaların altında onun da olduğu doğru mu?

Soner Yalçın'ın şu anda Ergenekon soruşturması dahil olmak üzere bir sürü şeyi karartma sorumluluğunu üzerine alan kişilerden biri olduğunu ya da bu sorumluluğun ona da verildiğini düşünüyorum. Soner Yalçın'ın yaptığı iş tamamen bu… Bana vurmasının sebebi de bundan on sene öncesine dayanır. 1978 Maraş olaylarında kullanılmak üzere ele geçirilen 2500 silahla ilgili bir hadise var. Bu silahların nasıl yakalandıklarını ortaya çıkartan da benim. Soner Yalçın bu 2500 silah olayıyla milliyetçiler arasında bir bağlantı kurulması için “Binbaşı Cem Ersever'in İtirafları” kitabında Muhsin Yazıcıoğlu, Necati Can gibi isimleri geçirerek yalan yazdı. Ben bu işin bütün detaylarını yazdım. Can ve Yazıcıoğlu'nun b soruşturmayla uzaktan yakından ilgisi yoktu. “Sen bu yalan bilgiyi nereden aldın ve kitapta neden kullandın?” diye sordum. O zamanlar kendisini defalarca arayıp not bırakmama rağmen cevap vermedi. Soner Yalçın'ın yalanını ortaya çıkardığım için o zamandan beri benimle sorunu var. Ben şimdi şunu söylüyorum: Soner Yalçın'ın medyada bir ekibi var. Soner Yalçın “emreder” onlar da yazı yazarlar. Ayrıca yazdığı kitapların çoğu da yalan bilgilerler doludur. Ona da kitapları manipülasyon için başkaları yazdırır.

Soner Yalçın gibi bir adamın bu kadar etkinliği olabilir mi gerçekten?

Şahsen ben “Mito Abi”sini merak ediyorum. Mito Abi'si kimse… O kendi ağabeylerini bilir. Soner Yalçın ekibi farklı gazetelerde yazar, bunlar maalesef Soner Yalçın'ın tetikçiliğini yaparlar. Soner Yalçın paraya tapar. O insanların kendisini tanımadığını zannediyor ama ben onu tanıyorum. Aydınlık gazetesi geçmişini de biliyorum. Nasıl manipülatif haberler yaptığını biliyorum.

Sizce Soner Yalçın medyada Ergenekon operasyonunu karartmak isteyenler arasında mı?

Ben başında gelenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir yerle organik bağı olup olmadığını bilmiyorum ama bu işi gönüllü yapıyor gibi. MİT'le çok iyi bağlantıları var. Kurtlar Vadisi'nde Mito karakteri vardı. Kimdir bu Mito? Kendisinin Mito'yla nasıl bir geçmişi var? Mito aslında gerçek bir şahıs.

Size belge ulaşırken kullanılıp, yönlendirildiğinizi düşündüğünüz oluyor mu? Birilerinin bir operasyon yapmak istediğini düşünmüyor musunuz?

Kesinlikle böyle bir şey düşünmüyorum. Ben size tanıdığım bazı generallerin söylediklerini söyleyeyim. Bunlar AK Partili de değiller. 27 Nisan'daki muhtırayı çok eleştiriyorlar. 367 kararını çok eleştiriyorlar. K Parti'nin oyunu biz artırdık diyorlar. Askeriyenin içerisinde kanunsuz ya da anayasal suç kapsamına girerek işlerin yapılmasından rahatsız lanlar var. Asker de bu toplumun içinden çıkıyor ve içlerinde her kesimden insan var. Farklı insanlar, çok demokrat insanlar var. İnanın bu yapılan işlerden dolayı çok rahatsız olanlar var.

Son dönemlerde ordunun başını ağrıtan haberlerinizin tartışması sürerken askerlik vazifesini yapıp kaldınız erden devam dediniz. Açıkçası biz bu askerliğin çok sorunlu olacağını düşünmüştük. Nasıl geçti?

Askere biraz riskli gittim. Denizci olarak önce İskenderun, ardından Çanakkale'de yaptım. Askeriyede endişe ettiğim gibi bir tavırla karşılaşmadım, üstelik komutanlarımı da çok sevdim. Onlar da beni…

Sadece Çanakkale'de başıma bir hadise geldi. Gece yarısı uykudan kaldırıldım, bir başka binaya alındım ve sivil giyinişli iki kişi tarafından sorgulandım. Belgeleri nereden aldığımı öğrenmek istiyorlardı. Bu kişileri tanımıyordum ama sivil görünümlü askerlerdi. Ancak Ergenekon haberlerimden dolayı askeriyeye İstanbul'dan yazı geliyordu ve ben de soruşturmanın gizliliği ihlalden Çanakkale'de sivil mahkemeye gidip ifade veriyordum. Bu olayda bir gün önce yine mahkeme için çarşıya çıktım. Ankara'dan tanıdığım bir muvazzaf askere hal hatır sormak için telefon açtım. “Seni sorgulayacaklar” dedi. “Kim” diye sorduğumda, bilmediğini ancak böyle bir duyum aldığını söyledi.

Sorgulama biraz sert başladı. Onla şunu söyledim. “Resmi sorgulama istiyorum. Yaptıkları suç çünkü… Eğer benim başıma bir şey gelirse sorumlu sizsiniz.” Onlara sorgulanacağımı bildiğimi ve bu sebeple önceden telefon edip yakınlarıma bildirdiğimi söyledim.Ben bunları söyleyince işin rengi değişti. Sadece merak ediyoruz falan demeye başladılar. Terhisimden birkaç gün önce iki komutanımla buu paylaştım. “Neden bize hemen haber vermedin” diye bana kızdılar. Askere ilk gittiğimde tabur komutanlığının bulunduğu yerden beni başka bir birliğe gönderdiler. Oraya resmi yazı ve evrak geldiği için “senin burada durman sakıncalı olur” diyerek beni dört beş km ötedeki başka bir birliğe gönderdiler. Nöbetimi tutardım ama yazışma yapılan bürolara girmezdim.

İddia edildiği gibi Nur cemaatiyle bir bağlantınız oldu mu?

Zaman gazetesinden, Aksiyon dergisinden tanıdığım gazeteciler ar; sonuçta üç yılım dergide geçti. Aksiyon'da çalıştığım dönem 28 Şubat'ın en yoğun günleriydi. 28 Şubat'a karşı aynı tavrı dergiyle paylaşıyorduk.

Basın üzerinde inanılmaz baskılar vardı. Manşetler karargahta hazırlanıyordu. Herkes Meral Akşener'in Çevik Bir tarafından kazığa oturtulmakla tehdit edildiğini bilir ama ben Doğan grubunda tanıdığım bir ağabeyimi ziyaret ettiğim sırada bir gazete yönetiminin de doğrudan tehdide muhatap olduğuna bizzat kulaklarımla şahit oldum. Yan odada Çevik Bir'in ağzında o gazete yöneticilerinin “kazığa oturtulmakla” tehdit edildiğin duydum. İnanılmaz günlerdi o günler. Aksiyon'da çok ses getiren haberler yaptım. Belli bir süre çalıştıktan sonra sigortamı 212'den yapmadıkları için tartıştık ve ben de mahkemelik bir şekilde ayrıldım.

Sonra nereye geçtiniz? Bir de ABD'ye gidişiniz var, onunla ilgili de spekülasyon yapıldı.

Yalçın Bayer'le benzer konularla ilgili haberler yapıyorduk. Bunları bir kitapta toplayalım dedik. Kitap hazırlandı ama basılamadı. Ardından kısa süre 32. Gün'de çalıştım. Orada iki haberim yayınlandı.

Sonra master tezi hazırlamak üzere Amerika'ya gittim. Orada hem okudum, hem çalıştım. Gidebilmek için iddia edildiği gibi Nur cemaati ile ilgim olmadı. Bu yolla tamamen belge ve kanıtlara dayanan Ergenekon ve askerle ilgili haberlerimi karartmak istiyorlar. Buradaki evimi ipotek ettirip onun parasıyla gittim.

netgazete

BİRBİRLERİNE NE KADAR BENZİYORLAR

Mehmet Baransu ve Tuncay Güney Türkiye’nin son yıllarını belirleyen iki figür. İkili son dönemde ellerine ulaşan belgeler üzerinden yaptıkları açıklamalar ile öne çıkıyorlar. Ancak ikili arasındaki benzerlikler bununla sınırlı değil. Odatv olarak ikilinin benzer yönlerini araştırdık ve oldukça fazla ortak yön keşfettik.

Hem Mehmet Baransu hem de Tuncay Güney’in geçmişlerinde en önemli ortak özellik cemaat. İkilinin meşhur olduğu yerler hep cemaat organları. Tuncay Güney Samanyolu Tv’de program yaparken Mehmet Baransu yine cemaatin yayın organlarından olan Aksiyon Dergisi’nde çalışıyordu. Bu nedenle ikilinin Gülen cemaati ile ilişkileri oldu.

Bunun ötesinde ikili arasında başka ortaklıklarda var. Her iki isim de kendisine mikrofon uzatıldığında kendilerinden bahsetmeyi seviyorlar. İki isim de ailelerinden ve kökenlerinden uzun uzun söz ediyor. Baransu, aslında Ermeniler’e karşı savaşan bir aileden geldiğini övünerek anlatırken, Tuncay Güney ailesinin kökenlerini Sabetayizme dayandırıyor. Her ikisi de soyağaçları üzerine konuşmaktan hoşlanıyor.

Yalnız bu kadar da değil. Her iki isim de sürekli herkesi tanıdığını söylüyor. Baransu, Enis Berberoğlu’ndan üst düzey askerlere kadar kendinin herkesle tanıdık olduğunu iddia ederken Tuncay Güney Ufuk Uras’tan Tansu Çiller’e, Veli Küçük’ten Doğu Perinçek’e kadar ülkenin gelmiş geçmiş bütün isimleri ile tanışık gibi konuşuyor.

İkili arasında bir başka benzerlik ise özel belgelerin mutlaka bu ikiliyi bulması. Tuncay Güney’den hatırlanırsa çuvalla belge çıkmış ve bu belgeler Ergenekon Operasyonu’nda kullanılmıştı. Mehmet Baransu’nun yıldızının parlamasına neden olan pek çok haber, Mehmet Baransu’yu bulan belgeler sayesinde oldu. Baransu daha önce yargılandığı davalardan birinde belge kaynağının emniyet olduğunu söylemişti.

İkilinin başka ortak özellikleri de var. Bunlardan en önemlisi açıklanamayan ABD ziyaretleri. ABD gibi vize almanın zor olduğu bir ülkeye, Tuncay Güney’in nasıl vize aldığı tartışılıyor. Aynı şekilde Mehmet Baransu’nun ABD’ye gidişi de oldukça tartışmalı yanlar içeriyor. Baransu, ABD’ye Marmara Üniversitesi’nde hazırladığı “ABD’de çocuk cinayetleri” konulu yüksek lisans tezi için gittiğini söylüyor. Ancak yüksek öğretim kanununa göre yüksek lisansta tez yapma süresi maksimum iki yıl ile sınırlı iken, Baransu ABD’de üç yıl kaldı. Yüksek lisansını yapmak için ABD’ye gittiğini söyleyen Baransu, üç yıl boyunca Türkiye’ye dönmediği için okuldan atıldı.

İkilinin hayatlarında ilginç ortak noktalardan biri de Akşam Gazetesi’nde çalışmış olmaları.

Bir başkası ise bütün derin devleti tanımış ve çözmüş gibi değerlendirmeler yapmaları.

Ortak özelliklerden biri de ikilinin gözaltına alınacak isimleri önceden hedef seçmeleri. Tuncay Güney’in açıklamaları ile pek çok isim tutuklanırken, Mehmet Baransu’nun yazısında hedef seçtiği Erol Manisalı gibi isimler Baransu’nun haberinden kısa süre sonra tutuklanıyordu.

İkili arasında ilk bakışta göze çarpan benzerlikler böyle. Bakalım Baransu ve Güney arasında daha benzer yönler ortaya çıkacak mı?

Odatv.com

Taraf gazetesinde isyan! Ankara bürosu Ahmet Altan'a kazan kaldırdı, 2 çalışanla yollar ayrıldı

01 Ağustos 2009 Taraf Gazetesi'nde Ankara Büro'nun, temsilci İsmet Demirdöğen'in görevden alınmasına tepki koyarak başlattıkları "direniş" sürüyor. Büro çalışanları gazete yönetimine ihtarname çekince neler yaşandı? Demirdöğen genel yayın yönetmeni Ahmet Altan'ın isteğine rağmen Bakanlar Kurulu sonrasında Cemil Çiçek'in düzenlediği basın toplantısına muhabir göndermemesi ve istenilen bir soruyu sordurmaması nedeniyle görevinden alınmıştı.
Bu görevden alınma sonrasında Taraf Gazetesi'nin Ankara Bürosu'nda sular bir türlü durulmuyor. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; büro çalışanları önce gazete merkezine gündem geçmedi daha sonra 2 aydır maaşların ödenmemesini gerekçe göstererek iş akitlerinin tek taraflı olarak feshi yoluna gitti.
Gazetenin Ekonomi Servisi şefi Nazmi Belge ile muhabir Songül Çiçek de gazete ile yollarını ayırma kararı verdi. Taraf gazetesi yönetimi ise, şimdi kararsızlık içerisinde Ankara Büro'yu kapatıp kapatmamayı düşünüyor.

netgazete

Taraf gazetesi, kendi matbaasında basılacak! Gazetenin sahipleri, 3 milyon TL sermayeli yeni şirket kurdu


01 Ağustos 2009 Taraf gazetesi ve Alkım Yayınevi’nin sahipleri Başar Arslan ve Savaş Arslan, matbaa kurdu. 2007 yılında yayın hayatına başlayan Taraf, bir süre önce ise mali sıkıntılar yaşayarak kapanma tehlikesi atlatmıştı.
Bu ay içindeyse Başar ve Savaş Arslan kardeşler, ‘Mürekkep Matbaacılık’ adlı 3 milyon lira sermayeli yeni bir şirket kurdu. Mürekkep Matbaacılık’ın yönetim kurulu başkanı Başar Arslan, başkan vekili Savaş Arslan olurken, Recep Kurt da yönetim kurulu üyesi seçildi.
Milliyet gazetesinin haberine göre; yeni şirketin gazete, dergi, mecmua, kitap ve broşür basacağı, ayrıca basım için gerekli mürekkep, kâğıt, boya gibi malzemelerin alım satımını yapacağı belirtiliyor. Taraf halen İkitelli’deki Star gazetesi matbaasında basılıyor
netgazete

Taraf'a Kötü Haber : Pentagon'un Propaganda Bütçesi Kısılıyor

Açık İstihbarat Özel
06.08.2009

Pentagon'un çok farklı propaganda çalışmaları bulunuyor. "Bilgi Operasyonları" başlığı altında toplanan bu propaganda çalışmaları Irak ve Afganistan gibi yerlerde gazete çıkarmaktan, kendi ülkesinde TV'lara çıkacak general kadrolarını belirlemeye kadar uzanıyor. (Bkz. Pundit Program)

Pentagon'un "halkla ilişkiler" uzmanları medyada profilini yükseltecekleri isimlere sadece medyada kapıları açmakla kalmıyor; işi onların gazetelerdeki sütunlarını yazmaya ve hatta konuşacakları ana notları vermeye kadar vardırıyor.

ABD'liler de bizler gibi TV'ların başında özgür düşüncesini dile getiren isimleri dinlediğini zannederken aslında parası ve/veya statüsü ödenmiş isimler üzerinden Pentagon propagandasına maruz kalıyor.

2006 Nisanında, ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in üzerindeki istifa baskıları arttığı dönemde ; Pentagon tarafından "paralı askerlerine" yollanan bilgi notu bu programın nasıl işlediğinin de kanıtı oldu.

Pentagon'un yerel propaganda çalışmaları ötesinde ; yurtdışında işi gazete çıkarmaya kadar vardırdığı da bilinen bir gerçek.

Bu alanda Pentagon o kadar yoğun bir çalışma içindeki; "stratejik iletişim çalışması" olarak adlandırılan 10 programın 2005 yılındaki 9 milyon dolarlık maliyeti 2010 yılı bütçesinde 988 milyon dolarla ; 1 milyar dolara yaklaşmış durumda.

ABD Parlamentosu Tahsisat Komitesi bütçedeki bu artıştan endişe etmiş olacak ki geçenlerde yayınladığı bir raporla Pentagon'un ; "askeri olmayan propaganda, halkla ilişkiler ve davranış değiştirme programlarındaki" maliyet artışlarını kınadı.

Senato'nun Silahlı Kuvvetler Komitesi de , Pentagon'dan 2011 yılındaki stratejik iletişim ve kamu diplomasisi çalışmaları konusunda ek bilgi istedi.

ABD Temsilciler Meclisi ve senato komiteleri bu beklenmedik propaganda maliyetlerindeki artışları konusundaki belirsizlikler nedeni ile Pentagon'un istediği bütçeden 500 milyon dolar kestiler ve net açıklamalar yapılmadığı takdirde daha da fazla kesim tehdidinde bulundular.

Bir ülkenin askeri bütçesinin ve politikalarının bilinçli ve ne soracağını bilen bir Meclis tarafından denetlenmesinin; o ülkenin ordusunun diğer ülkeleri sadece bombalarla değil propaganda ile bombalamasına ve hatta kendi ülkesinde medyayı yönlendirmesine engel olmadığının güzel bir örneği ABD.

Genelkurmay'a kafa tutabilen ama Pentagon gibi ABD devletinin kurumları karşısında süt dökmüş kediye dönen Taraf gibi nereden fonlandığı konusunda bugüne kadar bir çok şaibenin merkezinde yeralan yayınların ; "Türk Ordusu Denetlensin" yaygarasını bu bilgiler ışığında çeşitlendirmek gerekiyor.

Taraf'a soruyoruz :

"ABD ordusu da denetlensin mi?"

"Pentagon ve ABD Dışişleri Bakanlığı ile Yasemin Çongar'ın ilişkileri şeffaflaşsın mı?"

"ABD Ordusunun ve Dışişleri Bakanlığının milyarlarca dolarlık propaganda bütçesinin Türkiye'de nerelerde kullanıldığı açıklansın mı?"

Kendi devletine dikta, diğer devletlere "think tank" muamelesi yapan eşik bekçilerinin dikkatine.

Açık İstihbarat

Taraf Gazetesi Neden Faşist?
Barış Yarkadaş

Taraf Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, Babası Çetin Altan ve kardeşi Mehmet Altan, 28 Şubat sürecinde ‘’Biz cami ile kışla arasına sıkışmayız’’ diyor, yaşananlara seyirci kalmayı tercih ediyorlardı. Bugün canhıraş bir biçimde savundukları kesimler, o dönem askerin yanlış uygulamalarının sözde ‘mağdur’u oluyordu. Altanlar o gün ‘’susuyordu. Bugünse ‘’konuşmayı’’ tercih ediyorlar. Ahmet Altan’ın yönettiği Taraf Gazetesi, AKP – AB – ABD ve Cemaat’in arkasına sığınarak, sözde ‘’demokrat’’lık misyonunu üstleniyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ü ‘’demokrat’’, Fethullah Gülen’i ‘’mazlum’’ AKP’yi ‘’ilerici’’ ilan eden bu anlayış, arada sırada Kürtlerin ağzına da bir parmak bal çalarak kötü gazeteciliğini örtmeye çalışıyor.

Memlekette yaşanan her türlü ‘’musibet’i Ergenekon denilen ne idüğü belirsiz örgüte mal eden Taraf, böylece bugün savunduğu zihniyetin, geçmişte işlediği günahları da temize çekiyor. Halbuki; bugün arkasına sığındığı AKP’nin yönetici kadroları, ABD destekli ANAP’tan beri, bu ülkedeki her türlü kirli ilişkinin tam göbeğinde duruyor. Taraf ise bunları görmezden gelip aklınca ‘demokrasi’ mücadelesi veriyor.

Halbuki; Ahmet Altan gibi bir cahilin, önce ‘’demokrasi’’ olgusunu içselleştirmesi gerekiyor. Yönettiği gazetede herkese bağırıp çağıran, haklarını isteyenlere ‘’Siz ne çok şey biliyorsunuz öyle, para bulur bulmaz hepinizi işten kovacağım’’ diyen biri ‘’demokrat’’ olabilir mi? Bırakın bunu, böyle birine ‘’insani değerlerden nasiplenmiş’’ denebilir mi?

Ama ne yazık ki; deniyor. TSK’nın yaptığı yanlışlar üzerinden anti-propaganda faaliyetine girişen ve her iki sözünden birinde ‘’ABD gelecek, ananızı öpecek’’ diyen Taraf zihniyeti, bu ülkede kendini ‘’demokrat’’ ilan ediyor. Çok değil, daha geçen ay, Taraf’ın Ankara Bürosu çalışanları, Ahmet Altan’ın hakaretlerine daha fazla dayanamayıp istifa ettiler.

İstifa gerekçeleri ve Altan’ın verdiği cevaplar, Gerçek Gündem.com’da da yayımlandı. Taraf’ın Ankara Bürosu’ndaki arkadaşlar, Altan ve Yasemin Çongar’ın kötü gazeteciliğine alet olduklarını ne yazık ki çok geç anlamışlar. Belli ki onlar da Altan’ın ‘’demokrasi’’ yalanlarına bir süre kandılar. Ama birileri tarafından kullanıldıklarını anladıklarında, gazeteyle ipleri kopardılar. Bu geç de olsa, olumlu bir gelişmeydi.

Aslında Taraf çalışanlarıyla Altan arasındaki o mektubu herkese okutmak gerekiyor. Altan’ın çalışanlardan iğrendiğinin belgesi olan o satırlar, her şeyi anlatıyor. Ama ne yazık ki; okur, ‘’değer sistemi’’ni yitirdiği için, Taraf hala satılabiliyor. Çalışanlarına ‘’Haklarınızı iyi biliyorsunuz’’ diyerek tepki gösteren bir yönetmenin yayımladığı gazete, normal koşullarda ertesi gün çıkmamalıdır.

Ama ne yazık ki; başını DTP’lilerin çektiği okur kitlesi, Taraf’ı hergün para vererek alıyor. Ve aynı Taraf, hemen hemen hergün DTP’ye de küfrediyor. PKK’lı Cemil Bayık’ı, General Levent Ersöz’le işbirliği halinde gösteren yayın, KCK tarafından kınanıyor. Taraf, DTP’yi de dolaylı olarak Ergenekon’un yönettiğini söylüyor. DTP Milletvekili Aysel Tuğluk ise hiçbir şey olmamış gibi, Taraf’ta yazmaya devam ediyor. DTP kitlesi, Fethullahçılarla aynı gazeteyi okuyor ve beğeniyor.

Oysa ki; DTP’liler eğer barış istiyorsa ve bunda samimiyse, Taraf’ı sorgulamaları gerekir. Taraf bu ülkede savaş çığırtkanlığı yapan gazetelerin başında geliyor. Ahmet Altan, ‘’orduyu eleştiriyormuş gibi’’ yaptığı her yazısında, aslında ‘’Güçlü Ordu’’ya vurgu yapıyor. Altan, zihnindeki faşist eğilimleri yazılarında ortaya koyuyor.

Bunun son örneği Altan’ın dünkü yazısıydı. Ahmet Altan, ‘’İşine bak general’’ diye başlık attığı dünkü manşetin altında, ‘’uzaylı’’ haline getirdiği fotoğrafıyla şöyle sesleniyor:

‘’Kürt sorununun nasıl çözüleceği, eğitimin hangi dilde yapılacağı Genelkurmay Başkanı’nın üstüne vazife değil. / O savaşmaktan sorumlu. / Savaş derler, savaşır. / Barış derler, barışır. / Savaşa ve barışa generaller karar veremez. / Savaşa girmeden önce “ordunun hazır olup olmadığını, askerî şartları” hükümete anlatır. / O kadar. / Bizim genelkurmay başkanları maşallah her konuda konuşuyor. / Kendi işleriyle uğraşacaklarına siyasetle uğraşıyorlar. ‘’

Bu satırları yazan birinin ‘’demokrat’’ olduğunu kim söyleyebilir? Ne diyor Altan Genelkurmay Başkanı için: ‘’O savaşmaktan sorumlu.’’

Altan neden ‘’orduların ve savaşların olmadığı, silahların sustuğu, kan ve gözyaşının akmadığı’’ bir dünya istemiyor. Ahmet Altan neden faşizmin sığındığı argümanlarla konuşmayı tercih ediyor?

Çünkü; Ahmet Altan, sırtını dayadığı AKP – AB – ABD ve Cemaatlerin çıkarlarını ancak ‘’ordu’’nun, yani ‘’silahlı bir gücün’’ koruyabileceğini biliyor. Bu yüzden de; ağababalarının çıkarlarının korunabilmesi için ‘’elinin altında hep silahlı bir güç’’ istiyor. Ordunun, bugün sırtını yasladığı güçlere hizmet etmesini istiyor. Ordunun, ‘’demokrasi’’isteyenleri ‘’silahla bastırması’’için aportta beklemesi gerektiğini söylüyor.

Ahmet Altan ve Taraf bu yüzden ‘’savaş çığırtkanlığı’’ yapıyor. Eline bomba verilen o teğmenin ve yaşamını yitiren dört askerin dramını yazarken, ‘’savaşı sorgulamıyor.’’ Altan ve arkadaşları, ‘’Onlar neden (zorunlu askerlik) yapıyor, neden bombayla dolaşmak zorunda kalıyorlar?’’ diye sormuyor, soramıyor. Bunun yerine, savaşın dilini kullanarak, ‘’Ordu hata yapmasın’’ diyorlar. Altan ve Taraf demokratsa, ‘’Ordunun hatası yerine’’ şunu sorgular: ‘’Neden orduların olmadığı bir dünyada yaşamıyoruz?’’

Bunu sorabilmek için, insanın ‘’demokrat’’ olması ve sırtını çıkar gruplarına yaslamaması gerekiyor. Açın bakın; Taraf'ta ''savaş'' sözcüğü, ''barış''tan daha çok yer alıyor.

Kaynak: www.gercekgundem.com

Taraf gazetesinin Yahudi asıllı şair yazarı Roni Margulies, dört ÖDP’linin boyalı saldırısına uğradı
[img]http://www.netgazete.com/Images/News/626782_2.gif [/img]
30 Ağustos 2009
Haftalık gazete ‘Sosyalist İşçi’de “Mahir, Hüseyin, Ulaş” başlıklı yazısında ÖDP’yi eleştiren, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) üyesi ve Taraf gazetesi yazarı şair Roni Margulies, perşembe günü Beyoğlu’nda bir lokantada ailesiyle akşam yemeği yerken, ÖDP’li dört kişinin ‘yeşil boyalı’ saldırısına uğradı. Margulies, “Mafya bile insanlara ailelerinin yanında dokunmaz. Bunlar mafya bile değil tam bir serseri sürüsü” dedi.
Hürriyet gazetesinin haberine göre; başından aşağı boya dökülünce büyük bir şaşkınlık yaşadığını belirten Roni Margulies şunları söyledi: “Tepki göstersem kavga çıkardı. Yanımda ailem var diye hiçbir tepki göstermedim. Ben tepkisiz kalınca çevredekiler ve garsonlar da bunu bir saldırı olarak algılamadı. Karşılık verseydim o çocuklar fena sopa yerdi. Yaşadıklarımı ailem de anlayamadı. Onlar siyasi insanlar değil. Ailemdeki tek solcu benim. Dolayısıyla anlatmakta da zorlandım. Çok endişe duydular. Bu kişisel değil siyasi bir saldırı. Benden kişisel olarak özür dilemelerine gerek yok. Ama siyasi görüş farklılıklarını böyle sürdürebileceklerini düşünenlerin hâlâ mevcut olduğunu bilmek gerçekten üzücü.”
Türkiye’de bir süredir çok ciddi siyasi kamplaşmaların yaşandığını belirten Roni Margulies, “Darbeye karşı çıkanlar ve çıkmayanlar, Ergenekon Davası’nın arkasında duranlar ve durmayanlar, her koşulda demokratik olarak seçilmiş bir hükümeti savunmayı düşünenler
ve düşünmeyenler kamplaşma halinde. Toplumdaki bu saflaşma solun içinde de yaşanıyor. Bence sorunun temeli bu” dedi.

netgazete

Bu Resimler Taraf'a Kapak Olsun : Bazıları Propaganda Sever

Açık İstihbarat Özel
31.08.2009


Bugün Taraf yine herkese ne kadar demokrat ve çağdaş olduğunu "kanıtlayan" bir manşetle çıktı.

"Bazıları Gösteri Sever"

başlığı ile sürmanşete yayılan haberde, dünkü 30 Ağustos törenlerine gönderme yapılarak, Türk Ordusu, Rus, Çin ve Kuzey Kore orduları ile karşılaştırılıyordu.

Kendisine yalan yanlış belge servis edilmedikçe haber yapmakta zorlanan Taraf; günün manşetini bir kolaj haberle kurtardı ve herkesi demokratlığı ile yine kendisine hayran bıraktı.

Tepesinde en az bir istihbaratçı, yazar kadrolarında ise en az 2 polis bulunan dünyanın en ilginç "demokrat" gazetesinin cahilliği ise her zamanki gibi büyük lafların arkasına gizlenmişti.

Türkiye'de medyaya hakim olan küstah cahilliğin zirvesinde yeralan Taraf, propaganda misyonu çerçevesinde yine yalan/yanlış bir habere imza attı.
Dünyada gösteri yapan ordular sadece Türkiye, Rusya ve Çin'e ait değil. Dünyanın bütün orduları,hem de olur olmadık yerlerde kendi milletleri önünde boy gösterirler. Kimse de bundan gocunmaz; demokratlığını bu tarz ucuz görüntüler üzerinden kanıtlamaya çalışmaz.

Taraf bu ordulardan size sadece Doğu'ya doğru olanları gösterebilir. Çünkü NATOcu ve Batıcı Taraf ; ekmeğinin geldiği yeri çok iyi bilir.

ABD ordusunun ; St. Patrick's Day gibi festivallerde bile asker yürüttüğünü görmez.

Fransız Ordusu'nun 14 Temmuzda Şanzeli'yi Vatan Caddesine çevirdiği resimleri ;

"Bazıları Gösteri Sever"

başlığı altına yerleştiremez.

Çünkü Taraf "gazete" ; Yasemin Çongar/Mehmet Altan bildiğiniz anlamda doğruların peşinde koşan "gazeteci" değildir.

Bir gün bu ikilinin gerçek kimlikleri belgeleri ile ortaya çıkana kadar ; aşağıdaki resimleri Taraf'a kapak olarak hediye ediyoruz.

[img]http://www.acikistihbarat.com/resimler/haber/belcika-ordusu-ulusal-gun-resmi-gecidi.jpg [/img] yürüyüşünde. Arkadan zırhlı araçlar geliyor.


İngiltere Askeri Polisi (MP) Londra sokaklarında tören yürüyüşünde


Fransa Ordusu 14 temmuzda Bastile Günü yürüyüşünde


ABD Ordusu 1. Piyade Tümeni Chicago'da Memorial Day(Şehitler Günü) yürüyüşünde

"Ülkücü ölüm timi" haberine savcılıktan tepki
Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığı, Taraf gazetesinde yer alan Iğdır'da "Ülkücü ölüm timine baskın" başlığı ile yer alan haberle ilgili yazılı açıklama yaptı.

10 09 2009 18:55

Iğdır'da ''ülkücü ölüm timine'' baskın yapıldığı iddiaların gerçeği yansıtmadığı bildirildi.

Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığından yapılan yazılı açıklamada, bir gazetede, Iğdır'da ''Ülkücü ölüm timine baskın '' yapıldığı yönünde haber yapıldığı, bu nedenle kamuoyuna açıklama ihtiyaç duyulduğu ifade edildi.

Cumhuriyet Başsavcılığınca sürdürülen bir soruşturma kapsamında, 7 Eylülde bir kısım adreslerde arama yapıldığı belirtilen açıklamada şunlar kaydedildi:

''Aramalar sonucunda 1 adet tabanca ile 1 adet tüfek ve bu silahlara ait mühimmat ele geçirildi. Silahlarla ilgili olarak 3 şüpheli gözaltına alınmıştır. Şüphelilerden 2'si Cumhuriyet Başsavcılığımızca serbest bırakılmış, bir şüpheli ise sevk edildiği Iğdır Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/78 sayılı kararı ile 6136 sayılı yasaya muhalefet suçundan tutuklanmıştır. Yukarıda açıklanan bilgiler dışında, söz konusu soruşturma ile ilgili olarak basın yayın organlarında yer alan haberler gerçeği yansıtmamaktadır.''
haber7

Taraf gazetesinin Ankara Bürosu'nda muhabir kalmadı! Maaşını alamayan sekreter de işten ayrıldı

28 Eylül 2009 Taraf gazetesinin Ankara Bürosu'nda çalışan temsilci ve muhabirlerle Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan arasında aylardır maaş alamamak başta olmak üzere pek çok konuda sorun yaşanmış, ardından bu sorunların çözümü noktasında adım atılmayınca 8 muhabir topluca ayrılmıştı. Pek çok gazetenin 10-20 muhabirle çalıştığı Ankara'da Taraf Gazetesinin bürosunda sadece foto muhabiri Coşkun İncekara ve bir sekreter kaldı. Gazete yönetimi topluca ayrılan muhabirlere katılmayan İncekara'nın Mayıs ve Haziran ayı alacaklarını ödedi. Ancak İncekara'nın içeride halen 3 ay maaşı bulunuyor.

TARAF, ASKER YOLU GÖZLÜYOR
Gazeteciler.com sitesinde yer alan habere göre; muhabirsiz kalan büroda maaşını alamayan sekreter de bu duruma daha fazla dayanamadı. Sekreter Dilek Karaaslan da büroyu terk etti. Karaaslan'ın Sözcü Gazetesi yazarı Emin Çölaşan'ın sekreteri olarak çalışmaya başladığı öğrenildi.Taraf gazetesinin Ankara bürosunda tek muhabir bulunmazken yen muhabir alımı için de adım atılmıyor. Gazete bugünlerde askerlik görevini bitirecek olan DTP muhabiri Ergülen Toprak'ın yolunu gözlüyor.
netgazete

Ahmet Altan ve Yasemin Çongar Özel Yiyormuş


Taraf gazetesi çalışanları koridorlarda bunu konuşuyor. çalışanların 3 aydır maaş almamasına rağmen genel yayın yönetmeni ve yardımcısına özel uygulama yapılıyor.

Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan ve yardımcısı Yasemin Çongar için özel aşçı tutuldu. İkili için hergün özel menüler oluşturuluyor.

Üç aydır maaşlarını alamayan çalışanlar bu uygulamaya ciddi şekilde içerlemiş vaziyetteler.

Yorumlar
İlginç! | 7 Ekim 2009 15:44


Kim ne derse desin bunların nerden beslendikleri ilk baştan belliydi.

Vassel Hassen | 7 Ekim 2009 15:54
Gazetenin her sayfasının, her köşesinin, her sütununun, her satırının, her harfinin neden fena halde samimiyetsizlik koktuğu anlaşıldı böylece.

gazeteci | 7 Ekim 2009 16:02
Ahmet Altan, bu konu ile ilgili olarak da şöyle duygusal bir yazı döktürse de Milliyet onu da birinci sayfasından yayınlasa diyorum...

aşçıı | 7 Ekim 2009 21:33
Çetin Altan iki oğul yetiştirmiş, nalıncı keseri gibi hep kendisine yontan, çıkarları için ülkesini, milletini, namusunu, şerefini satacak iki muhteşem oğul. biri ahmet biri mehmet.İki faydacı oğul, kendilerini faydacı ve çıkarcı yetiştiren babalarına da aşçı tutmuşlar mı acaba. paraları nasıl olsa önlerine geleni yalayarak çıkarırlar...

Taraf'sız... | 7 Ekim 2009 23:44
Maaşı geçtik de, hala ticket'ların bile yatırılmadığı bir ortamda açlıktan nefesi kokarken insanların, şapırdatarak ve smokinli aşçı eşliğinde yemek vicdana uygun ve lezzetli olsa gerek. Tansiyonu düşen ve sinirleri gerilen basın emekçisi ne yapsın. Kriz var nasıl olsa gidemezler değil mi. Ama devran döner medya bunları gün gelir hatırlar arkadaşlar. Tıpkı Dinç Bilgin'in iyi zamanlarında ayın 30'u gecesi 24:01'de çalışanların maaşlarını yatırması gibi. Ezin tarafın emekçi ve vicdanlı çalışanlarını. Açılımla açılan, açılımın kendisi değil Taraf çalışanının 'ensesi' olsa gerek... Saygılarımla...

recai | 8 Ekim 2009 02:39
onların mamaları amerikadan geliyor zaten..
yasemin çongar boşu boşuna yıllar sonra amerikadan dönüp, düzenini bozup, ne idüğü belirsiz bir gastenin başına gelirmi??kutsal amaca hizmet ediyor alttaki garibanlarda demokrasiye hizmet ettiklerini sanıyor, siz daha çok aç kalırsınız kardeşlerim.

tam tarf | 8 Ekim 2009 09:44
gerçekten de taraf ismine yakışmış bir tarafta özel ahçı
diğer tarafta açlar.
Süper Poligon

Rasim Ozan Kütahyalı'nın Helin Avşar'a verdiği röportaj, Taraf gazetesini karıştırdı

17 Kasım 2009 Taraf Yazarı Rasim Ozan Kütahyalı'nın Habertürk Gazetesi'nden Helin Avşar'a verdiği röportaj gazeteyi karıştırdı. Kütahyalı'nın Avşar'a ''erotik'' pozlar vermesine ilk isyan editörlerden geldi. Uzun süredir maaş alamayan editörler ''Biz burada neyle uğraşıyoruz, Kütahyalı ne yapıyor'' diye tepki gösterdi. Gerçek gündem sitesinde yer alan habere göre; tartışmanın büyümesi üzerine devreye giren Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, ''Bu konuyu şimdilik kapatın. Daha sonra görüşelim'' dedi. Gerçekgündem sitesinin haberine göre, editörler bu söz üzerine tartışmayı şimdilik noktaladı.

netgazete

Taraf, Gizli Tanığa Rüşvet Teklif Etmiş

Haberiniz

Yayına başladığı günden bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik yayınlarıyla dikkat çeken Taraf Gazetesi’nin çok önemli bir rüşvet olayına imza attığı belgelendi.

Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı’yken gözaltına alınıp tutuklanan ve mahkemesi Diyarbakır 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi’nde sürdürülen Albay Cemal Temizöz davasında Taraf Gazetesi avukatlarının, gizli tanığa rüşvet teklif ettiği ortaya çıktı.

Haberiniz.com’un ele geçirdiği ve mahkemeye sunulan bilirkişi raporunda, gizli tanık olan, sonrasında da tanıklıktan çekilen Mehmet Nuri Binzet bu rüşveti açıkça itiraf ediyor.

Bilirkişi Naci Aydın’ın hazırladığı “Bilirkişi İnceleme Raporu”nda, Binzet’in 30 Haziran 2009 tarihinde “Halo (Ali dayısı olabilir)” ibaresiyle belirtilen kişiyle Kürtçe yaptığı görüşmenin tercümesine yer veriliyor. 24 dakika 40 saniye sürdüğü belirtilen görüşmede çok önemli bir ayrıntı dikkat çekiyor. Halo dayısının da 30 milyar teklif ettiğinin belirtildiği raporda Binzet, konuşmanın bir bölümünde şu ifadeleri kullanıyor:

“… insan hakları Türkiye derneği geldi. Taraf Gazetesinin avukatlarını gönderdi, para karşılığında açıklama yapmamı istediler, sözleşme yapalım dediler.”

Bu durum mahkemeyi takip eden muhabirlerin mi yoksa İstanbul’dakilerin mi “gözünden kaçtı” bilinmez ama Taraf Gazetesi, son derece önemli bir davada rüşvet olayına da imza atmış oldu.
acikistihbarat.com

Taraf yazarı Alper Görmüş'ün eski eşi ile evlenen gazeteci Alev Er, basından koptu

05 Mart 2010 Sabah gazetesinde uzun yıllar yayın yönetmen yardımcılığı yapıp daha sonra Star ve Taraf gazetelerini yöneten Alev Er, basından kopup inzivaya çekildi. Medyatava sitesinde yer alan habere göre; Taraf yazarı Alper Görmüş'ün eski eşi Figen Yanık ile evlenen Alev Er, İstanbul basınından kopup Ayvalık'a yerleşti. netgazete

Etiketler: taraf ahmet altan oya baydar vatan pavyon namus dava abd ab

Taraf'ın Kartal Demirağ röportajı hayali çıktı

03 Ekim 2010 Taraf gazetesinin bir hafta önce Turgut Özal'a suikast girişiminin tetikçisi Kartal Demirağ ile yaptığını öne sürdüğü röportaj hayali çıktı. Taraf muhabiri haberinde, '"Kartal Demirağ ile görüştüm, yüzü çok gergindi'" diye yazmıştı. Ancak Demirağ'ın avukatı Neslihan Vona dün bir basın toplantısı düzenleyerek, müvekkilinin İzmir Buca cezaevinde olduğunu ve kitap yazdığını açıkladı. Gazeteport'un haberine göre; kardeşi Ali Ulvi Demirağ da, "Taraf muhabirini kandırmışlar. Ağabeyim bir devlet yetkilisine mektup yazıp tehdit etmişti, uzun süre önce yeniden cezaevine konuldu. Onunla Dazkırı'da görüştüğünü iddia edenler rüya görüyor" dedi. Taraf muhabirinin Demirağ'a benzeyen bir kişi ile görüştürüldüğü bildirildi.

FIRÇA DA YEMİŞ

Taraf muhabiri Mustafa Ünlü, 24 Eylül 2010 günü yayınlanan haberinde, Afyon'un Dazkırı ilçesinde Demirağ ile görüşüp röportaj yaptığını öne sürmüş ve röportaj sırasında Demirağ'ın gelen bir telefon üzerine ortadan kaybolduğunu iddia etmişti. Haberde '"Elini fotoğraf makinesine bile götürürsen iyi olmaz" dedi ve 'kimsin, kime çalışıyorsun' diye bağırdı. Taraf muhabiri olduğumu söyleyip o günkü Erol Simavi manşetimize ilişkin konuşmak istediğimi söyledim. Bir anda sinirlendi. (Biz ülkücülükten gelmeyiz. Simavi kim ki bana talimat versin) diye bağırdı. Ben sakinleştirmeye çalışırken cep telefonundan aradılar. Hemen geleceğini söyleyip kalktı yanımdan. Uzun bir süre buluştuğumuz yerde geri dönmesini bekledim" ifadeleri de yer almıştı. Muhabir bu görüşmeden sonra fotoğraf makinesinin hafıza kartının da kaybolduğunu öne sürmüştü.
Demirağ, 18 Haziran 1988'de Özal'a suikast girişiminde bulunmuş, 20 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve 16 Nisan 1992'de şartlı tahliyeyle salıverilmişti. Ancak Demirağ daha sonra karıştığı adi nitelikli suçlar nedeniyle yeniden tutuklanıp İzmir Buca F Tipi Cezaevine konuldu. netgazete



En son Ekim tarafından Pzr Mar 07, 2010 11:26 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ekm 12, 2009 10:14 pm    Mesaj konusu: Anadolu, 'Büyük Selanik' Olacak mı? Alıntıyla Cevap Gönder

Anadolu, “Büyük Selanik” Olacak mı?
Oğuz Gürses



[ Şu “Taraf Pavyonu”nun müdürü Ahmet Altan alem adam...

Yazılarına genellikle iyi başlıyor ve çok kötü bitiriyor...

Türkçeyi iyi kullanıyor...

Hadiseleri iyi gözlüyor ve bu hadiselerdeki matraklıkları/çelişkileri çok iyi görüyor...

Ama... ]
(*)

Sözleriyle başlayan yazımda Ahmet Altan’ın yukarıda saydığım “iyi vasıfları”nı bağımsız bir gazeteci/yazar/aydın gibi kullanmadığını, genellikle iyi başladığı yazılarını [bir “görevli” bıkkınlığıyla aynı sebebe veya sonuca bağlayarak bitiriyor.] tespitini yaparak, bunu bir yazısını tahlil ederek göstermiştim...

Aslında Ahmet Altan ve Taraf gazetesi, “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire” TC’yi “AB-D” planları” doğrultusunda dönüştürme eyleminde önemli bir misyona sahip...

Özal’ın aynı program doğrultusunda TC’yi dönüştürme harekâtı, Taraf dergisinin sözcülüğünü yaptığı Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin merkez gücü olan İBDA Fikriyatı bağlılarının oluşturduğu direnişle defedildi...

Ve bu durum kayıtlara geçtiği için, aynı sinsi dönüşüm plânı, bu defa AKP eliyle yeniden uygulamaya konulduğunda bu ihanet planına koçbaşı görevi yapacak gazetenin ismini de logosunu da taklid ederek işe başladılar...

Bizim inancımıza göre “tesadüf”, hayatta herhangi bir yeri ve rolü olmayan zihinsel/zihnî bir kavramdır...

Yani Taraf gazetesinin, Taraf dergisinin isim ve logosunu aynen taklid etmesi, basit bir “tesadüf” eseri değildir...

Dünyada isim ve logo kıtlığına kıran mı girdi de, başka isim, başka logo mu kalmadı da; bula bula Özal ihaneti’nin önünü kesmede öncü/sözcü rolü olan bir derginin ismini kullanıyorsun?

Ayrıca bu seçimde bize uzatılan “havuç”u farketmediğimiz de sanılmasın...

Gelelim “Müdürüm”ün “Büyük Selânik” (**) başlıklı yazısına:

[Artık hepimiz ucundan kenarından “yapay bir görüntüyü” gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık.

Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir “sahtelikler” cumhuriyeti.

Mustafa Kemal, Selanik’te doğmuş, askerî okullarda nispeten “Batılı” bir eğitim almış, Sofya’da ataşelik yapmış, Almanya’yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda.

Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı.

Birincisi “lider” olmak.

İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak.

Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar...

İlk amacına ulaştı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin (..) lideri oldu.

Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı.

İkincisi ise “zordan” daha zordu.

Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir “kişinin” kararıyla olacak iş değildi.

Onun hayalindeki ülke (..) Anadolu’nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu.

Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu.

İstediği şeyin “iyi” olduğuna inanıyordu ve önerdiği “iyiliğin” kabul edilmemesine sinirleniyordu.

Zorla “şapka” giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.

Ama bu iş “zorla” olacak bir iş değildi.

Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu.

Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara “yabancı” biri olarak kaldı.

Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı.

Müslümanlar, bu “Batılı” hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle “Batılı” olmaya yanaşmıyorlardı.

Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen “eşitliği” istiyorlardı.

(..)

Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar.

Sanırım hem ürktü hem öfkelendi.

Korkunç bir baskı uyguladı.

(..)

Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı.

Ve çok istediği Selanik’i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı.

Artık “Atatürk” olan Mustafa Kemal’i memnun edecek göstermelik bir “Selanik” yaratıldı memleketin küçük bir parçasında.

Geride kalan kısımlar da, “yeni Selaniklilerin” esiri durumuna düştü.

İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar.

Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar.

Bu “Selanikleşme” hareketine “Atatürk ilke ve inkılâpları” adı takıldı ve bunlara uymayanlar “devlet düşmanı” ilan edildi.

Biz bugün hâlâ Türkiye’de “Selaniklilerle” Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz. ]


Nasıl?

Buraya kadar bu ülkedeki “İslâmcı”ların 86 yıldır söylediklerinden kabaca aparılmış ve içine bir takım sinsilikler (meselâ “demokratlar” gibi) yerleştirilmiş yakın tarih doğrularından bir demet...
Burada yeni olan tek şey... Bunları Ahmet Altan’ın da söylemiş olmasından ibaret...

(Bu doğrular bu ülkede 86 yıldır söylenir ve söyleyenlerin başına bin türlü belalar açılırken, Ahmet Altan’ın pederi Çetin Altan hem söylenen doğruları ve hem de söyleyen müslümanları alaya alıp madara etmeye çalışıyordu.)

Şimdi bizim “ecmain takımı” yazıyı buraya kadar okudular ya, hepsi mest...

“Yahu dıurun, bu daha maçın ilk yarısı; sonuç ikinci yarıda belli olur” desen de...

Klavye başına çömen “ecmain”ler Ahmet Altan’a “tebrikler teşekkürler Allah senden bin kere razı olsun ahmet abem benim”ler yağdırıyorlar...

İnanmıyorsanız, bu yazıların yapıştırıldığı “ılımlı islâmcı” sitelerin okuyucu yorumlarına bir göz atın.

Halbuki her yazısının ikinci yarısında olduğu gibi, bu yazısında da Ahmet Altan, bütün sünsiliği ile “Kendilerine Kemallist, Atatürkçü, ulusalcı” gibi sıfatlar takan “Küçük Selaniklileri” uayandırmaya çalışıyor:

[Bırakın bu irtica, laiklik, Atatürkçülük safsatalarını artık... Görmüyor musunuz? RTE sayesinde Atatürk’ün en büyük rüyası; en büyük muhaliflerinin unutulmaz katkılarıyla gerçek oluyor... Anadolu, ”Büyük Selanik” oluyor... Susun ve bekleyin yüce kosmos hepimize yeni bir Atatürk göndermiş kıymetini bilelim. Uyandırmayın kerizleri... Bozmayın şu güzelim işi , sıkın biraz dişi...RTE’nin AKP’si “hazmede hazmede hazmettire hazmettire" Anadolu’yu “Büyük Selanik“ yapıyor... Baksanıza artık camilerin ve okulların yanına meyhaneler, kerhaneler, dikotekler, gece kulüpleri rahatça açılıyor... Zina suç olmkltan çıkalı yıllar oldu... Kumar sözde yasak ama, 90 lira ceza ödemeyi göze alana yasak masak kalmıyor... Ülke fuhuş ve uyuşturucu cennetine döndü... Bunlara karşı çıkan partililerin ismini hemen çizmiyor mu saytın RTE? Niye salaklık edip işi bozmaya çalışıyorsunuz ey Atatürkçüler, Çağdaşlar, ilericiler, Masonlar Roteryanlar Lionslar ulusalcılar?] manâsına gelen şeyler yazıyor....

“Yok canım, Ahmet abimiz böyle şeyler yazmaz”...

Yazmaz tabiî ey “ecmain takımı”... Bulmuş sizin gibi safoşları hiç uyandırır mı?

Bakın yukarıda kodlarını çözerek açık açık yazdığım şeyleri, o nasıl şekere bulayıp, masal kıvamında anlatıyor:

[Atatürkçüler, “bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor” diyorlar.
(..)
Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar.

Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, “Selanikleşme” hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar.

Kürt açılımı, muhafazakârların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor.

Mustafa Kemal’in çok istediği o “güzel kokan memleketin” yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek.

İşin belki de en “şakacı” yanı ise şimdi buna “Atatürkçüler”in karşı çıkması.

Çünkü onlar hâlâ bunun “Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz” olacağını sanıyorlar.

Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.

Bırakın da yapsınlar.]

Şimdi siz söyleyin; haksız mıyım?

Haksızsam; “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire”, “Beraber yürüdük biz yollarda beraber ıslandık yağan yağmurda” şarkısına devam.

Veya...

Bu çizginin 1980’li yıllardan beri söylediği Büyük Doğu Marşı’ korosuna katılacaksınız:

[Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak! ]
(***)

Kısaca tercihiniz birinci şıksa; iç ve dış düşmanlarımızın zor ve zorbalığın her çeşidini deneyerek “Büyük Selânik” haline getiremedikleri şehid kanlarıyla yoğrulmuş Anadolu’yu, ahmak ıslatan yağmurlarında “beraber yürüdüğünüz” hainlerlerle birlikte kendi ellerinizle “Büyük Selânik” haline getireceksiniz...

Veya ikinci şıktaki “Büyük Doğu Marşı” söyleyenlerin korosuna katılarak Hazreti Adem’den bu yana şehid olmuş mü’minler topluluğuyla birlikte Anadolu’yu yeniden Büyük Doğu’nun merkezi haline getirilmesinde katkınız, emeğiniz, alınteriniz olacak...

* Bkz. {“Çinliler, Türkler, Kürtler...” Batılılar ve Ahmet Altan]başlıklı yazım, Baran dergisi..
** Ahmet Altan/Taraf gazetesi.
*** Çile/Necip Fazıl Kısakürek

Kaynak: Baran dergisi


AHMET ALTAN’A SORU: MURAT AĞIRTICI’YI TANIYOR MUSUNUZ?

Tanıdığını sanmıyoruz. Belki adını duymuştur.
21 Temmuz 1988 tarihli 2000’e Doğru dergisinin kapağında Murat Ağırtıcı vardı.
“Özal’a ben ateş ettim” diyordu.
26 Haziran 1987 tarihindeki ANAP’ın Kongresi’nde Başbakan Turgut Özal’a Kartal Demirağ’ın değil kendisinin ateş ettiğini iddia ediyordu.
Anlattıkları çok ikna ediciydi. Bir kere polis ajanıydı. 2000’e Doğru dergisi muhabirlerin kayıt aldığı telefon konuşmalarında önemli polislerle görüşmeler yapmıştı.
Olay gününü ve anını detaylarıyla anlatıyordu.
Hiç uzatmayalım; Murat Ağırtıcı’nın anlattıkları 2000’e Doğru dergisi çalışanlarını ikiye böldü.
Bir bölümü anlattıklarını inandırıcı buldu, bir bölümü ise yalan olduğunu iddia etti.
Haber büyüktü. Dergi böyle bir kapakla çıkarsa çok satacağı belliydi.
Haberin “büyüklüğü” çoğu gazeteciyi hep yoldan çıkarır.
Hele anlatılanlar bir de kafanızdaki “şablona” uyuyorsa; gözleriniz kör, kulaklarınız sağır olur. Akıl yitirmesine uğrarsınız.
Ve dergi Murat Ağırtıcı’nın anlattıklarını kapak yaptı.
Haber iki gün sonra yalanlandı.
Dergi haberinin arkasında olduğunu yazdı ama artık onlar da biliyordu ki haber yalandı.
Dergi büyük bir prestij kaybına uğradı.
20 yıl önce 2000’e Doğru’nun başına gelenlerin bugünlerde sürekli Taraf Gazetesi’nin başına gelmesini nasıl açıklamak gerekiyor?
Tesadüf mü? Hayır.
Bir tek açıklaması var bunun; Taraf bir gazete değil.
Bir değil hemen yapılan spekülatif tüm haberlerin yalan çıkmasını nasıl açıklamak gerekiyor.
2000’e Doğru haberin “büyüklüğüne” yenilmişti.
Peki, Taraf sürekli yalan habere imza atıp nasıl hiçbir şey olmamış gibi durabiliyor?
Gerçek hayattan kopuklar mı?
Belki bunu yazdığımız için bize kızacaklar. Ama gerçek bu.
Ahmet Altan hayatın gerçeklerinden kopmuştur. Bir kurgu dünyasında yaşamaktadır.
Yani kafasında bir “şablon” vardır ve bu nedenle Mirgün Cabas’ı bile gözünü kırpmadan Muhsin Yazıcıoğlu’nu “öldürmekle” itham edivermiştir.
Ve bunu nasıl da rahat yapabilmektedir?
Çünkü onun için Mirgün Cabas bir roman karakteridir!
Aslında…
Ahmet Altan kötü bir polisiye roman yazmaktadır.
Hepsi bu…

Odatv.com
23 Ekim 2009

Çağdaş Aşiret
Fazlı Köksal
02.11.2009

Bugün okuduğum gazetelerde iki olay dikkatimi çekti...

1) Sanem Altan'ın Vatan'da Röportajları yayınlanmaya başlanmış... (Uzun süredir devam ediyormuş da ben yeni farkettim)

2) Gazeteci Orhan Karaveli “Ali Kemal ; Belki Bir Günah Keçisi” isimli kitabını yazmış...

Birbiri ile ilişkili gördüğüm iki olay konusundaki Düşüncelerimi yazma ihtiyacını hissettim...


ÇAĞDAŞ AŞİRET:

Altan ailesinin 6 ferdi 4 ayrı gazetede yazıyor.

Dede Çetin Altan Milliyet’te, Mehmet Altan Star’da, Ahmet Altan Taraf’da, Torun Sanem Altan’da Vatan’da… Mehmet Altan ve Ahmet Altan çalıştıkları gazetelerin Başyazarı..

Ahmet Altan ayrıca Genel Yayın Müdürlüğünü de yürütüyor. Ahmet Altan’ın kızı Sanem Altan NTV’de Spor Programı da yapıyor. Sanem Altan’ın Kocası İbrahim Seten de Vatan’ın Spor Müdürü…

Ahmet Altan’ın Oğlu Kerem Altan’da Spor yazarı. Bir ara Vatan’da yazıyordu.

Altan ailesinin Spor yazıcılığında parlamasında, Ahmet Altan’ın eşinin amcası Spor Yazarı Necati Bilgiç’in ve onun oğlu Gürcan Bilgiç’in payı var mıdır? Bilinmez…

Mehmet Altan’ın oğlu Ömer Altan da Leman da karikatürist…

Çetin Altan’ın eski eşi Mine G. Kırıkkanat’da Vatan yazarı…

Şimdiki eşi Solmaz Kamuran da Romancıdır…

Hepsinin ortak özelliği, yabancı dille eğitim yapan okullardan mezun olmaları, çok iyi derecede yabancı dil bilmeleri, uzun yıllar yurt dışında yaşamalarıdır…

Bu çağdaş aşiret, Medya'da daha uzun yıllar hakimiyetini sürdürecek gibi görünüyor...

Not: Altan ailesi, yazılarında sık sık Şarklılıktan yakınırlar... Genç yaştaki çocuklarına "köşeler" bulmak, "köşeler" vermek, ŞARKLILIK değil midir?
www.acikistihbarat.com

AHMET ALTAN NEDEN AĞLIYOR

Taraf Gazetesi’ni alanlar bugün sürmanşetten Ahmet Altan’ın şu yazısı ile karşılaştı: “Bu gazeteyi hayatta tutmak, uzaktan göründüğünden daha zor bir iş. Şu anda Taraf gazetesinin basılıp sabahleyin elinize ulaşması için uğraşıyoruz. Bu nedenle yazımı yazamadım. Eğer sabahleyin bu notumu okuyabilirseniz, gazetenin basılmasını sağlayabildiğimizi de anlarsınız. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Dostun bu kadar az, düşmanın bu kadar çok olduğu yerde, elimizden çok daha fazla bir şey gelmiyor doğrusu.”

Ahmet Altan bu notu bıraktıktan sonra o gün yazısını yazmadı. Notu okuyabiliyor olmamızdan Altan’ın dün bütün gün gazetenin çıkması için uğraştığını ve başardığını anlıyoruz. Ancak Altan’ın yazısını yazacak zamanı bu çaba nedeniyle kalmamış.

Gazetecilik zor bir iş gerçekten. Altan’ı anlıyoruz…

Ancak “yazarımız rahatsızlığı nedeniyle bugün yazısını yazamamıştır” uyarısının bazen “kaytardım” demek olduğunu bilecek kadar gazetecileri tanıyoruz.

Bununla da bir sorunumuz yok…

Ancak Altan’ın durumu bu kadar dramatize etmesi biraz rahatsız edici.

Şimdi bu notu yayınlayan bugünkü medya sitelerinin atladığı bir noktaya bakalım…

Ahmet Altan dün gazete dışında nerede görüldü?

CNNTÜRK’te “Tecrübe Konuşuyor” programında.

Altan, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın konuğuydu.

Peki, program saat kaçta başladı?

20.00’da…

Altan programda yapılan hazırlıklar için muhtemeldir ki 19.00 civarında kanalda oldu.

Taraf’ın binası Kadıköy’de, CNNTURK’ün Bağcılar’da. O saatte trafikte en iyi ihtimalle bu aradaki yol 1 saatte aşılabilir.

Yani Ahmet Altan büyük ihtimalle 18.00’da yola çıkmış olmalı.

Programın bitiş saati 22.00.

Ahmet Altan’ın tekrar Kadıköy’e dönmesi 23.00.

Kısacası Altan 18.00 ile 23.00 arasını Hasan Cemal ile Cengiz Çandar’ın programı için harcadı. Ahmet Altan’ın söylediğine göre gazetenin çıkıp çıkmayacağının dahi belirsiz olduğu şartlarda Altan 5 saatini bir televizyon programında kullandı.

Sonra da okuyucularının karşısına geçip “bu gazete çok zor çıkıyor, bütün gün çıkması için uğraştığımdan ötürü yazımı yazamadım” dedi.

Altan kızmasın ama bu biraz ilköğretim çocuklarının “elektrikler kesikti ödevimi yapamadım” bahanesine benziyor. Vicdanın arkasına sığınan bir tembelliğin hikayesi.

Batılı anlamda liberal bir gazete çıkar, sonra da genel yayın yönetmeni televizyona çıkmayı yazısını yazmaya tercih etsin. Kendi gemisinin kaptan köşkünden topluma seslenmek yerine, her gün sövdüğü bir grubun televizyonuna çıkmak için vakit harcasın. Sonra da okurların vicdanını yoklasın.

Altanlar’ın deyimiyle “Şarklılıktan bir türlü kurtulamıyoruz”.

Anlaşılan bugün hiçbir gizli belge yayınlamayan, hiçbir özel haber yapmayan Taraf Gazetesi, tam sayfalık cemaat sermayesinin reklamları, Neşe Düzel’in bir sayfalık içeriksiz muhabbeti, Mehmet Baransu’nun tam sayfa çok özel bir şey anlatıyormuş gibi yazdığı Dağlıca Baskını’na dair basın derlemesi olmasa Taraf Gazetesi çıkamayacakmış.

Demek gizli belge yoksa gazetecilik de yok.

Okurlardan af dilemek var. Karnım ağrıyordu, elektrikler kesikti, misafir gelmişti var…

Bir tek gazetecilik yok…

Biz buna “gizli belge rehaveti” diyoruz.

Odatv.com

Pavyon, Taraf ve Ordu
Yılmaz Dikbaş

İngiltere’de üniversite öğrencilik yıllarımdan biliyorum. İngiliz Komünist Partisi’nin günlük gazetesi ‘Morning Star’ fabrika önlerinde ve üniversitelerde bedava dağıtılırdı.

Bu gazete, diğer İngiliz gazetelerine hiç benzemezdi. Morning Star, baştan sona sadece komünizm propagandası yapan bir gazeteydi. İngiltere’nin ve dünyanın o günkü önemli sorunları bu gazetede ele alınmaz, irdelenmezdi. Morning Star’ın tüm yazarları, her Allah’ın günü hemen hemen aynı şeyleri yazar, aynı sloganları tekrarlayıp dururlardı.

Propagandada temel ilke, aynı sloganları sürekli tekrarlamaktır.

Sözünü ettiğim dönemde İngiliz Komünist Partisi’nin yirmi bin kayıtlı üyesi olduğu söylenir, ancak genel seçimlerde en çok on beş bin oy alınca da medyada alay konusu olurlardı. İşte Morning Star, böyle bir partinin propaganda aracıydı.

Şimdi ben durup dururken size, niçin Morning Star’ı anlatıyorum?

İki yıla yakındır yayımlanmakta olan günlük Taraf gazetesi, bana Morning Star’ı anımsatıyor da ondan.

Gazetenin kurucusu, Genel Yayın Yönetmeni ve köşe yazarı Ahmet Altan, bir süre önce kendi gazetesini ‘Pavyon’ olarak niteledi. Yazarlarından Oya Baydar gazeteden ayrılınca, ona kızıp, ‘Pavyon’un Namuslu Kadını’ diyerek tepki gösterdi.[1]

Namuslu kadınların terk ettiği ‘Pavyon’ Taraf gazetesi, tıpkı kırk yıl önceki İngiliz komünist gazete Morning Star gibi, bir propaganda gazetesidir.

Ve bu gazetenin yazarları, başta Ahmet Altan olmak üzere, propaganda yapmakla ‘görevlidirler’.

Peki, ‘Pavyon’ Taraf, neyin propagandasını yapmakla görevlendirilmiştir?

Bu soruya cevap vermek için, Ahmet Altan’dan başlayalım.

Ahmet Altan’ın 12 Haziran–29 Ekim 2009 tarihleri arasında, yani dört aydan fazladır yazmış olduğu köşe yazılarının hepsini dikkatle okudum, her yazısında geçen ‘ordu’ sözcüğünü saydım, Türk ordusunu aşağılayan cümlelerinin altını çizdim.

İşte sonuçlar:

12 Haziran 2009

Ahmet Altan köşe yazısında 16 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrar etmiş ve şunları söylemiş:

“…bu ordu bu ülkeye rahat vermeyecek.”

“…ordunun suç işleme özgürlüğü yoktur.”

“Ergenekon örgütünün bir parçası ordunun içine uzanıyor.”


18 Haziran 2009

13 kez ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan şu ifadeleri kullanmış:

“Ordu, sivilleri kenara iterek şaibeden kurtulamaz.”

“…çok uzun yıllar ordu, denetim dışı kaldı…”

23 Haziran 2009

Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 6 kere tekrarlanıyor ve şu ifadeler yer alıyor:

“Askerî yargı denilen ucubeyi, ‘cumhuriyeti koruyup kollama’ denilen tuhaflığı…”

“Başbakan Erdoğan, orduya karşı en dik duran yönetici…”

25 Haziran 2009

Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 11 kere tekrarlanıyor ve Ahmet Altan şunları diyor:

“Türkiye’de ordu, çok hukuksuz işler yaptı.”

“Ordu, kendisinin hukuk dışı bir güç olduğuna inandı.”

26 Haziran 2009

Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 9 kere tekrarlanıyor ve şu ifadeler yer alıyor:

“Bu ülke, ‘iyi bir paşa’ değil, ‘iyi bir ordu’ istiyor artık.”

“Mafyayla ilişkisi olduğu saptanan albayı generalliğe terfi…”

27 Haziran 2009

Ahmet Altan yazısında ‘ordu’ sözcüğünü 9 kere tekrarlamış ve şunları söylemiş:

“ …ordu içinde bir cunta ortaya çıktı.”

“Kimsenin Genelkurmay Başkanı’ndan korkmaya niyeti yok.”

“…ordu kendi halkına karşı psikolojik savaş yürütüyor.”

12 Temmuz 2009

Ahmet Altan köşe yazısında tam 19 kere ‘ordu’ demiş. Bir köşe yazısında aynı sözcük 19 kere tekrarlanır mı diye sormayınız, sabrediniz, onun iki katına da tanık olacaksınız! Bu yazısında Ahmet Altan fetva veriyor:

“Toplumun gelişebilmesi ancak ordunun baskısından kurtulmasıyla mümkündür.”

13 Temmuz 2009

9 kez ‘ordu’ sözcüğünü tekrarlayan Ahmet Altan, emir veriyor:

“Ordu kışlasına çekilecektir.”

27 Ağustos 2009

Yazısında 20 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarlayan Ahmet Atan, propagandayı sürdürüyor:

“Bizim ordunun doğru söylememek gibi bir alışkanlığı var.”

“Türkiye ordusunu düzeltmek zorunda.”

“…bizimki gibi bir ordu kalmadı gelişmiş ülkelerde.”

29 Ağustos 2009

Ahmet Altan bu köşe yazısında ‘ordu’ sözcüğünü tam 38 kere tekrarlamış!

Gelişmiş ülkelerin gelişmiş gazetelerinde böyle bir yazıya da, böyle bir yazara da yer vermezler! Ama unutmayın, Taraf gazetesi sıradan bir gazete değil, Ahmet Altan da sıradan bir gazeteci!

Bakın neler söylüyor.

“Eğer Türk ordusu ‘ulus devlet’in savunucusu olmak istiyorsa yapabileceği tek şey ‘ayaklanmaktır’; çünkü Türkiye’nin resmi politikası ‘ulus-devletten’ çıkıp ‘ulus ötesi’ bir örgütleme olan Avrupa Birliği’ne girmektir.

Hem Avrupa Birliği’ne üye olup hem ulus-devleti nasıl savunacaksınız?

Eğer Avrupa üyesi olursak Avrupa’nın parasını, anayasasını, bayrağını kullanacağız.

Başka ülkelerle ortak parası, ortak anayasası, ortak bayrağı olan ulus-devlet olur mu?

Eee, ordu Avrupa Birliği’ne karşı mı?

Karşıysa ordunun dediğini mi yapacağız, halkın iradesiyle seçilen parlamentosunun dediğini mi?”

2 Eylül 2009

10 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan şunları söylüyor:

“Ordu bağımsız olmaz, olamaz.”

“…bu ülkenin ordusu, devletten ve devleti yöneten hükümetten bağımsızlığını ilan etmiş…”

27 Ekim 2009

16 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan propagandasını sürdürüyor:

“Bizim ordu disiplinden kopmuş.”

“Bizim ordunun her yanından hukuksuzluk fışkırıyor.”

28 Ekim 2009

Ahmet Altan köşe yazısında 14 kere ‘ordu’ sözcüğünü kullanıyor ve propagandanın şiddetini artırıyor:

“ordu suçüstü yakalandı.”

“…halk, generallerin saygısız ve aldırmaz tavırlarından bıktı.”

“kendi halkını fişleyen, korkutan, sürekli darbe planları yapan, siyasetçileri tehdit eden bir ordu.”

29 Ekim 2009

10 kere ‘ordu’ sözcüğünü kullandığı yazısında Ahmet Altan, üniter devlet yapısının korunmasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görev ve yetkisi olmadığını buyuruyor:

“Darbeciliğin hesabını vermek yerine biz ‘üniter devletin teminatıyız’ demek de nereden çıktı?”

“Devletin idari yapısının nasıl olacağına Parlamento karar verir. Uygun görüyorsa ‘üniter’ bir yapı sürdürür, uygun görürse federasyona geçer.”

“Gücünüz, kendi halkınızla çatışmaya yetmez…”

Eğer Ahmet Altan ezelden beri orduya ve darbelere karşı koyan bir tutum izlemiş olsaydı, bu tavrını beğenmesek de, görüşünde tutarlı olduğu için bugün kendisinin ‘görevlendirilmiş’ bir propagandacı olduğunu söyleyemezdik.

Oysa Ahmet Altan, geçmişte ordu karşıtı da değildi, darbe karşıtı da!

İşte bugün onun ‘görevlendirilmiş’ ordu karşıtı bir propagandacı olduğunun en yalın kanıtı budur.

Açıklıyorum.

12 Eylül 1980 darbesi sırasında Ahmet Altan, 30 yaşındaydı.

30 yaşında, aklı başında Ahmet Altan, 12 Eylül faşist darbesinden yanaydı!

Ahmet Altan, faşist darbeye karşı direnen Şener Yazar ve Özbil Aras gibi 18–20 yaşlarındaki gençleri ‘seksomanyak’ ilan etmişti

Ahmet Altan kalemini, 12 Eylül’e yaranmak için kullanıyordu.

Tunceli’nin Hozat ilçesi, Taşıtlı köyünde 1958 yılında doğan Hıdır Aslan, Devrimci Yol üyesi olduğu için 12 Eylül 1980 tarihinde tutuklanır. 12 Eylül mahkemelerinde yargılanır, 4 yıl hapis yattıktan sonra idama mahkûm edilir. Bu karar, TBMM’de Turgut Özal’ın emriyle ve ANAP’lı milletvekillerinin oylarıyla onaylanır.

Hiçbir şekilde adam öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı gerçeği yalnız mahkeme dosyalarına değil, TBMM’nin tutanaklarına da geçen Hıdır Aslan, sadece siyasi nedenlerle, 24 Ekim 1984 tarihinde asılır.

Bu idamın hemen ertesinde, tüm Altan sülalesi, Çetin Altan, Ahmet Altan, Mehmet Altan, dönemin başbakanı Turgut Özal’a, “yaşa, varol” diyerek övgüler yağdırır.

Şimdi söyler misiniz, 12 Eylül 1980 faşist darbesini alkışlayan, faşist generallere övgüler dizen, 12 Eylül darbesine karşı çıkıp direnen gençlere ‘seksomanyak’ sıfatını takan, hiç kimseyi öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı resmen saptanan 26 yaşındaki Hıdır Aslan’ın idamından sonra, sorumlu generalleri ve devrin başbakanını sevinç çığlıkları atarak alkışlayan Ahmet Altan’ın, bugün ordu ve darbe karşıtlığı yapmasının nedeni, böyle ‘görevlendirilmiş’ olması değildir de ya nedir?

30 yaşında, aklı başındayken faşist darbeyi öven, alkışlayan Ahmet Altan için 12 Eylül 1980 tarihi, yaşamında bir dönüm noktası olmuştur. O tarihten sonra Ahmet Altan paraya, şöhrete ve üne kavuşmuştur.

Ahmet Altan’ın velinimeti, 12 Eylül’dür!

30 yaşında, 12 Eylül faşist darbeyi alkışlayarak, överek paraya, şöhrete ve üne kavuşan Ahmet Altan, bugün 59 yaşında, orduya karşı yalana dayalı bir propaganda yürütmekte, darbelere karşıymış gibi yaparak demokrat rolü oynamaktadır..

Dün kendisine, 12 Eylül faşist darbeden yana olma ‘görevi’ verilmişti.

Bugün de orduya karşı propaganda yürütme ‘görevi’ verilmiştir.

Dün, 12 Eylül’ü övme ‘görevini’ başarıyla yerine getirme karşılığı olarak Ahmet Altan; paraya, şöhrete ve üne kavuşturulmuştur. Bakalım, bugün de orduya karşı propaganda yürütme ‘görevi’ nedeniyle Ahmet Altan nasıl ödüllendirilecek? Tabii, eğer bu ‘görev’ başarıyla sonuçlanırsa!

‘Pavyon’ Taraf gazetesinin orduya saldırmakla ‘görevlendirilmiş’ köşe yazarlarından biri de, Rasim Ozan Kütahyalı.

‘Pavyon’un bu ‘görevli’ çığırtkanı, 28.10.2009 tarihli yazısında şöyle diyor:

“27 Mayıs’ta alçak bir darbe ile indirilen Başbakan Menderes asılırken…”

‘Pavyon’un bu çaylak ‘görevlisi’, 27 Mayıs 1960 ihtilâlını, ‘alçak bir darbe’ olarak niteliyor.

Neden mi bu ‘görevli’ yazara çaylak diyorum?

Bu ‘görevli’ yazarın gazetedeki patronu kim? Ahmet Altan.

Peki, Ahmet Altan’ın babası kim? Çetin Altan.

Bugün, oğlu Ahmet Altan gibi, orduyu karalama propagandası yürüten, darbelere karşı olduğunu vurgulayan Çetin Altan’ın, 27 Mayıs 1960 ihtilalını övenlerin başında geldiğini ‘Pavyon’ ‘görevlisi’ Rasim Ozan Kütahyalı bilmiyor, yani acemi çaylak!

Çetin Altan, 27 Mayıs’ı, “Yaşasın Türk milleti, yaşasın Türk ordusu” diye biten Milliyet’teki yazısında aynen şöyle selamlamıştı

“Bütün Türk vatanperverleri bu muazzam ve şanlı günün sevinci ve heyecanı içindedirler. Çürümüş, sufli politika tertiplerinin şahsi ihtiraslarla Türkiye’yi en tehlikeli badirelere, kardeş kavgalarına sürüklemekte olduğu bir sırada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin medeni bir şekilde devlet idaresine el koymaları ve memleketi karanlık bir akıbetten kurtarmaları milletimize hür ve İnsan Hakları’na uygun yeni ufuklar açmaktadır… Atatürk inkılâplarına bağlı olarak demokratik bir memlekette Türklüğün şerefine yakışan bir nizamın temelleri atılmaktadır.”

Öyleleri vardır ki, yüzlerine tükürseniz, ‘Oh ne güzel, Nisan yağmuru’ derler!

Yukarıdaki yazısından hemen bir gün sonra, Ahmet Altan’ın babası Çetin Altan şöyle yazıyordu:

“Bize bu güzel günleri taddıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsunlar. Kardeşkanı dökülmeden yapılan bu hareketin aynı vakar içinde gerçek demokrasinin temellerini atmasını bekliyor, seviniyor, övünüyor, övünüyor, seviniyoruz.”

Yukarıda yazmış olduklarımı okuyup; Ahmet Altan’a, Çetin Altan’a ve Rasim Ozan Kütahyalı’ya sakın ola, ‘namussuz, şerefsiz, onursuz, ahlâksız, uşak, satılmış!’ demeye kalkışmayınız.

Böyle demeniz hem yersiz hem de yanlış olur, asıl fotoğrafı görmenizi engeller.

Bu kişiler, sadece ve sadece ‘görevli’ kişilerdir.

Onların görevli kişiler olduğunu bilelim ve duyuralım, şimdilik yeter.

Kemalist devrimciler hükümet olduklarında, bu görevlilerin ne sesi ne de nefesi çıkacaktır. Çoğu sus pus olup kuyruklarını kıvırıp oturacak, bazıları da herkesten önce devrimcileri övme yarışına başlayacaktır.

Böyle olacağını Kurtuluş Tarihimizden bir örnek vererek gösterelim.

Kemalist devrimcilere karşı çıkanların başında gelen mandacı yazar Ali Kemal, 25 Nisan 1920 tarihinde şöyle yazar:

“İdam, idam, idam! Mustafa Kemal cezasını bulacak!”

Kemalist devrimciler savaşı kazanır, 9 Eylül 1922 tarihinde Türk ordusu İzmir’e girer. Hemen ertesi günü, Ali Kemal şöyle yazar:

“Gayeler bir idi ve birdir.”

Kaynak: Kalinka


TARAF’IN KAYNAKLARI GENELKURMAY BAŞKANI’NA HANGİ MESAJI GÖNDERDİ?

Odatv, haberin özünü ilk paragrafta verir. Ama bu defa haberi yazının sonunda aktarmak zorundayız. Çünkü konu yeterince çetrefil.

İlk soru: Genelkurmay’da “Gelincik” adında bir yemek salonu bulunduğunu Türkiye’de kaç kişi bilir? Çok ama çok az kişinin bu yemek salonundan haberdar olduğunu iddia edebiliriz.

Daha iddialı bir soru soralım.

Basın kuruluşlarının Ankara temsilcilerinden, savunma muhabirlerinden acaba kaçı Gelincik Salonu’nun adını duymuştur?

İddia ediyoruz. Gelincik Salonu’nun yerini bilen, adını duyan gazeteci sayısı bir elin parmak sayısını geçmez.

Daha da iddialı bir soru…

Genelkurmay’da görevli subay, astsubay ve diğer askerlerden kaçı bu salonunu yerini bilir, adını duymuştur?

Bu sayının da çok ama çok küçük olduğunu tahmin etmek zor değil. Gelincik salonuyla niye ilgileniyoruz birazdan aktaracağız. Ama önce bu salonunun yerini herkesten daha iyi bilen şahsiyetlere dikkat çekelim.

****

Taraf gazetesi 14 Kasım’da “Karargahta son yemek” başlığıyla bir haber yayınladı. Haberden aynen aktarıyoruz:

“İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın altında imzası olan ve tutuklandıktan sonra ikinci kez tahliye edilen Albay Dursun Çiçek, 10 Kasım’da Genelkurmay Karargâhı’nda Orgeneral İlker Başbuğ, Genelkurmay 2. Başkanı ve dört kuvvet komutanıyla birlikte yemek yedi. Karargah’taki Gelincik Salonu’ndaki yemek, Anıtkabir’deki 10 Kasım törenlerinin ardından, öğlen saatlerinde başladı.”

Yemeğin yenildiği yere dikkat ettiniz mi? Gelincik Salonu.

****

Genelkurmay Başkanlığı Taraf’ın haberini bir gün sonra yazılı açıklamayla tekzip etti. Açıklamada; “10 Kasım 2009 günü Genelkurmay Başkanlığında düzenlenen öğle yemeğine Kuvvet Komutanlarıyla Jandarma Genel Komutanı katılmıştır” denildi.

Hangisi doğru?

Aslında bunun önemi yok. Çünkü…

1) Odatv’nin edindiği bilgilere göre Gelincik Salonu Genelkurmay Başkanı’nın makam katında bulunuyor. Daha da önemlisi bu salon Genel Kurmay Başkanı’nın odasına bitişik.

2) Gelincik salonu adı salon olmakla birlikte küçük bir oda. En fazla 4 kişi ağırlanabiliyor. Oysa habere göre yemeğe katılan sayısı 7 kişi.

3) Peki ama Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasında yemeğe dört kuvvet komutanı ile Birinci Başkanı’nın katıldığı ifade ediliyor. Bu durumda 5 komutan Gelincik Salonu’na nasıl sığdı?

4) Belki de yemek bu salonda yenilmedi. Ne dersiniz? Bu soruya aslında Taraf’ın yazı işleri yanıt vermeliydi. Ama bunun için sorgulayan akıllara ihtiyaç var.

Meselenin bam teli şu: Taraf’a haber aktaranlar - yazanlar, Genelkurmay Başkanı’nın ne kadar yakınına ulaşabileceklerinin mesajını mı veriyorlar?

Acaba, acaba, acaba …

Odatv.com
18 Kasım 2009

TARAF'A BELGELERİ KİM GÖNDERİYOR?

Habertürk gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, köşesinde kendisine gelen bir mektubu yayınladı. Şemdinli İddianamesi gündeme geldiğinde dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun hakkındaki bir bilgiyi manşete taşıdığını anlatan Altaylı, bu kez Uzun’dan gelen mektubu okuyucuları ile paylaşıyor. İşte Ergenekon’u anlatan o mektup:


“Sayın ALTAYLI,
Önce kendimi tanıtayım: Sabri UZUN, Emniyet Genel Müdürlüğü Merkez Emniyet Müdürü’yüm. 22 ve 23Mart 2006 tarihli “İlk kelle verildi” başlıklı yazınıza konu olan “kelle” benim.
SayınALTAYLI, 17 ve 18 Kasım 2009 tarihli yazılarınızda, “Bence bu çalışmalar 1 kişinin ürünü falan değil”, “Bütün bunları toplayan ve yazan geniş bir ekip var”, “Bence ihbarcı subay falan yok” cümlelerini içeren yazılarınızdaki anafikirlere katılıyorum.
Bir oluşum var (!), bu oluşum, son günlerde “subay” kimliğine bürünerek, Ergenekon Soruşturması’yla ilgili habire mektuplar yazıyor... Her nedense kendisi ortaya çıkmıyor... Çok da vatanperver görünüyor... Tüm Türkiye’yi peşinden koşturuyor!..
Sayın ALTAYLI, Türkiye’nin “Ergenekon” adını taktığı şeyle (asla terör örgütü demedim, demiyorum, diyemeyeceğim), 14 Haziran 2001 günü tanıştım. 2006 yılı Ocak veya Şubat ayında tekrar karşıma çıktı.
Evet, o tarihlerde, “Bütün bunları toplayan, yazan geniş bir ekip var” diye düşündüm, inceledim, gördüm...
Bu kişiler kim biliyor musunuz?
Hani, 23Mart 2006 tarihinde, sizin yönetiminizdeki Sabah Gazetesi’nde “Uzun’u yakan bilgi notu” başlıklı haberde konu edilen, Sabri UZUN tarafından hazırlandığı, hükümet makamlarına verildiği öne sürülen bilgi notu vardı ya, işte o notu hazırlayanlar, şimdi (subay kimliğine bürünerek) Genelkurmay Başkanlığı hakkında bilgiler veriyor.
İşte, bu yazı yayınlandığında, benim ciğerim yandı. Tüm ülkeye, Sabri UZUN kurumlar aleyhine düzmece raporlar hazırlayan, üstelik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na değil de bir cemaate bağlı insan olarak tanıtıldı. O bilgi notunu hazırlayan, size ulaştıran, yanıltan, kendi amaçları doğrultusunda kullanan kişiler, sonra başka bir ihbar mektubuyla (Trabzon’a gönderilen) Ergenekon (!) başlattılar...
Ben, 23 Mart 2006 günü, Sabah Gazetesi Ankara Temsilcisi Sayın Aslı AYDINTAŞBAŞ’a gittim.
Bu Bilgi Notu denilen belgeyi, İstanbul’dan, Gazete’nin merkezinden temin etmesini istedim; kendisinde bir kopyasının bulunduğunu söyledi; verdi.
İşte o gün, benim hazırladığım öne sürülen belgeye ulaşmış oldum.
O Bilgi Notu, Sabri UZUN’un görevden alınması için (birileri tarafından) hazırlanmıştı. Aynı kişiler, o günlerde “Bir subayın dedesinin Yahudi olduğunu, mezarının İsrail’de bulunduğunu” bir internet sitesinde yayınlamışlardı.
Sabah Gazetesi’nin haberi üzerine hiçbir makam sahibinin ortaya çıkıp, “Sabri UZUN böyle bir Bilgi Notu hazırlayıp bize vermedi” diye açıklama yapmadığı gibi, Sabri UZUN hakkında idari soruşturma da yapmadılar...AllahAllah!..
Fatih Bey, siz, 20 sene içinde Türkiye bölünür diyorsunuz ya, o bölünmenin başlangıç tarihi,
“Uzun’u yakan Bilgi Notu” yazısının yayınlandığı gündür...
Başarılar dilerim.“

Odatv
20 Kasım 2009

İŞTE TARAF- CEMAAT ORTAKLIĞININ BELGELERİ

Bu ayın başında Ahmet Altan Taraf gazetesini ayakta tutmakta zorlandığını anlatan bir yazı yazmıştı. Biz de “Ahmet Altan neden ağlıyor” başlıklı haberimizde bu şikayetin timsah gözyaşlarına benzediğini yazmıştık.

Yaptığımız bir araştırma Ahmet Altan’ın ağlamasının gerçeği yansıtmadığını gösterdi.

Çünkü Tarafın künyesindeki bazı bilgilerden yola çıkarak internette yapılan küçük bir gezinti arayanları bambaşka yerlere götürüyordu.

Bakın nasıl:

Haberimize eklediğimiz belgeler arasında MÜREKKEP MATBAACILIK ANONİM ŞİRKETİ’ne ait bir ticaret sicili kaydı göreceksiniz. 3 milyon lira sermayeli bu şirketin yönetim kurulu üyeleri arasında kimleri görüyorsunuz? Başar ve Savaş Arslan kardeşleri değil mi? Peki bu biraderleri başka nereden tanıyoruz? Taraf’ın sahibi olmalarından!

Taraf çalışanlarına maaş ödemekte zorlandıklarını söyleyenler Temmuz ayında bu 3 milyonu nereden bulup da matbaacılık şirketi kuruyorlar? Kim kimi işletiyor acaba?

Devam ediyoruz.

Taraf'ın internet sayfasındaki künyeye bakınca en altta karşımıza şu bilgi çıkıyor:

Web Tasarımı - Programlama
Sawis Digital Solutions
Hasan Çağrıcı - hasan@cagrici.com

Nedir bu Sawis Digital ve kimdir bu Hasan Çağrıcı?

Sawis Digital aktif olmayan bir sayfa.

Kime ait diye yakından bakıyoruz
Sahibi Hasan Cağrıcı ve Bestekar Şevki Bey Sokak No: 4 Balmumcu İstanbul adresinde ikamet eder görünüyor.
Bu adres aslında Hayalevi ya da artistik adıyla Artworks adlı reklam şirketinin adresi.

Şirket MÜSİAD gözdesi İlhan Soylu ile One Minute tişörtleri yapıp satan Necati Beydemir'in reklam şirketi.

Bu adresin tarihi bir önemi de var: o da aslında ARTIBİR REKLAM İLETİŞİM A.Ş.'ne ait olması..
Artık faal olmayan ARTIBİR, Kombassancı Haşim Bayram ile İlhan Soylu'nun ortak olduğu reklam şirketi.

Konudan sapmadan devam edelim
Taraf gazetesinin yayın yaptığı internet sitesinin sinyallerini takip ettiğimizde de karşımıza Pusula Bilgi İşlem Ltd Şti çıkıyor.
Yani Taraf internet hizmetini NEVBAHAR MAH.SUPHİ PAŞA SOK.NO.17 HASEKİ adresindeki Pusula firmasından alıyor.
Adresleri güya http://www.pusulabilgiislem.com/ girmeye çalışın bakalım, girebiliyor musunuz? Hayır mı? Internet hizmeti satan bir firmanın internet sayfasının olmaması çok da normal bir durum gibi görünmüyor.
Peki Pusula firması interneti nereden alıyor
Sıkı duruyoruz Teksas'tan....
Yani cemaatin cennet mekanından....
The Planet.com'dan
Peki The Planet.com daha başka kimleri ağırlıyor serverlarında?
Allahın çok ilginç bir lütfu olarak F. Gulen.com ve F.Gulen.net adlı cemaat sitelerimiz de burada Taraf ile birlikte yayın yapıyorlar.

Ne hoş bir tesadüfler, ne ilginç raslantılar değil mi ?

BELGELERİ GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN:
http://www.odatv.com/resimgaleri2/Taraf_Belgeler.doc

Odatv.com

ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI BEYAZ TÜRKLER’İN HANGİ ETKİNLİĞİNİ FONLADI


Bunun Taraf ile ne ilgisi var
26.11.2009 14:39

Boğzaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde geçtiğimiz pazartesi ve salı günü “Genç Sinemacılar’dan İnsan Hakları Filmleri” konulu bir etkinlik düzenlendi.
5-15 dakika arasında değişen filmlerin sayısı 18 adet idi.
İnsan hakları temalı filmlerde kültürel ve etnik ayrımcılık, toplumsal önyargılar, çevre sorunları, zorunlu göç gibi hak ihlalleri eleştirildi.
Boğaziçi Üniversitesi’nde liberallerin kalelerinden biri olan merkezde özellikle Türkiye’de insan hakları ihlalleri gündeme getirildi. Bu kapsamda Kürt sorunu, etnik problemler, cinsel ayrımcılık gibi konular genç Türk yönetmenler tarafından irdelendi.
Ancak filmlerin ortak bir özelliği vardı.
Örneğin Irak’ta ABD yönetimi altında insan hakları ihlalleri eleştirilmiyordu. Ya da Kuzey Irak’ta kadın ayrımcılığı ele alınmıyordu. Ya da Afganistan’da işlenen savaş suçları irdelenmiyordu. Oysa bunların hepsi gündemde olan ve belgelenmiş hak ihlalleri idi.
Peki bu gösterimleri kim fonladı?
ABD Dışişleri Bakanlığı.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın desteklediği gösterimlerde ABD’nin hak ihlallerinin eleştirilmemiş olması dikkat çekti.
Peki Mithat Alam Film Merkezi’nin en büyük bağışçısı kim?
Merkez en büyük bağışçının ismini yıllık raporunda şöyle açıkladı: “Mehmet Betil”.
Yani Taraf Gazetesi ekonomik dar boğaza düştüğünde gazeteye ortak olarak kurtaran iş adamı.

Odatv.com

02 Mart 2010 14:08
Taraf Kaderine mi Terkedilecek?
Taraf, ekonomik olarak bitiş noktasına geldi. Taraf'ın taşra baskısı basılamadı.

Ekonomik olarak zor günler geçiren Taraf gazetesi, ilk fireyi verdi. Gazete, geçtiğimiz aylarda borçlarından dolayı basılmama noktasına gelmişti. Korkulan oldu ve Taraf sadece İstanbul, Ankara ve çevresinde basılabildi. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; böylece Taraf, Anadolu'ya gidemedi...
aktifhaber

EMNİYET MÜDÜRÜ TARAF YAZARI ÇIKTI
04.03.2010 11:15


Diyarbakır’da ilginç gelişmeler var.
Şu meşhur Bursaspor-Diyarbakırspor maçında yaşanan slogan kavgasının etkileri o günden bu yana adeta bir çığ gibi büyümüş ve kenti baştan aşağı sarmış durumda. Zira Diyarbakırlılar, Bursalı taraftarların “PKK dışarı” sloganına fazlasıyla içerlemiş durumda. Nitekim bu durum örgüt yanlısı olmayan Diyarbakırlılar tarafından neredeyse bir itibar meselesi halini almış. Diyarbakır’da gazetelerin büyük bölümü sağduyu çağrıları yaparak hem vatandaşlarımızı hem de yetkilileri uyarıyor. Ancak örgüt taraftarları da pusuda bekliyor. Acaba çıkacak bir karmaşada örgüt adına nasıl bir provokasyon yapabiliriz diye…

Umarız maç günü endişe edilen şekilde hiçbir olay yaşanmaz, aksi takdirde kentteki gerginliğin kan akacak kadar büyük boyutlara ulaşması da söz konusu olabilir. Nitekim spor müsabakası olarak görülmesi gereken maç, hem Bursa’da hem de Diyarbakır’da farklı algılamalara neden oluyor. Şampiyonluk hevesini kursağında bırakmak istemeyen Bursalılar ile kendilerine yapılan anlamsız tezahüratları Bursalıların yanına bırakmak istemeyen Diyarbakırlılar arasındaki gerginlik, görüldüğü kadarıyla biraz hafife alınıyor.

Böyle zamanlarda devletin çeşitli kurum ve kuruluşları ile Futbol Federasyonu başta olmak üzere siyasiler ve sivil toplum örgütlerine kadar herkesin yaşanan gerginliği azaltma yoluna gitmesi gerekiyor. Ancak 2. Sınıf Emniyet Müdürü, Diyarbakır İl Emniyet Müdür Yardımcısı ve aynı zamanda tartışmalı TARAF gazetesinin de “yazarı” olan Kerim Taş, bu konuya kafayı yormak yerine hedef tahtasına TSK’yı yerleştirmeyi tercih ediyor. Taş, yazdığı yazılarla ordu ve polis arasında soğukluk ve olumsuz hava yaratıyor.

Görev yaptığı kent böylesine gergin bir hava içinde bulunurken, geçtiğimiz günlerde adı skandallar ve tartışmalı haberlerle gündeme gelen Taraf gazetesine yazı yazan Taş, Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ile ilgili peşin hüküm koyup belli çevreleri suçlu ilan ediyor ve ordunun itibarını kaybettiğini söylüyor. Böyle bir süreçte sorumlu bir emniyet müdürünün sağduyuya hitap etmesini beklemek acaba demokrasi düşmanlığı mı olur.

Durumun farkına varan İçişleri Bakanlığı da Kerim Taş’ın bu garip tutumu hakkında soruşturma başlatma kararı alıyor ve bazı müfettişlerini Diyarbakır’a gönderiyor. Şimdi dikkatler müfettişlerin hazırlayacağı rapora yönelirken, bu raporların, bazı soruşturma dosyaları gibi el altından servis edilip edilmeyeceği de merak konusu oluyor.

Biz de üzerimize düşen görev gereği Emniyet Müdürü Kerim Taş’ın bu hareketini not ederek, bundan sonraki süreçte Taş’ın nereden nereye geleceğini yakından takip edeceğiz.

Hakan Cem Işıklar
Odatv.com

Taraf, Başbakanı İkinci Kez Tehdit Etti

Açık İstihbarat Özel
10.03.2010

08 Mart Pazartesi günü Taraf aşağıdaki manşetle çıktı :

"Erdoğan'ın Yatak Odasını Dinlediler"

Haberde; Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH) ile ilgili dava dosyasında yeralan bir konuşmaya dayanarak, Erdoğan'ın yatak odasının bile dinlendiği iddia ediliyor.

VKGBH üyeleri Zeki Balaban ile Halit Bozdağ arasında geçen ve dava dosyasına giren görüşmede , "Başbakan'ı yatak odasına kadar dinlemişsiniz" ifadesi sonrasında ikili arasında geçen konuşmada, tarafların yatak odasını değil, Başbakan'a ait 506'lı bir numarayı dinletmekten sözettikleri anlaşılıyor.

Taraf'ın manşetinin altındaki spotun başlığı ise;

"Kartlardan Dinleme Var"

Taraf; manşette Başbakan'ın yatak odasına, spotta, cebindeki telefona işaret ediyor.

Başbakan'ın dinlendiği iddiaları ise yeni değil. Jandarma'daki teknik istihbarat dairesinin dağıtıldığı günlerden bugüne 2000'li yılların başlarının en gözde Ankara şehir efsanesi, "Ergenekon" sürecinde de defalarca dile getirildi, iddianamelere girdi.

Taraf'ın bu kadar eski bir iddiayı; bir dava dosyasından kes-yapıştır kitap yazan bir gazetecinin (Yeni Şafak Gazetesi Ankara Haber Müdürü Abdülkadir Selvi) kitabına dayandırarak;
hem de iki ne idüğü meçhul kişinin konuşmasını teyit etme ihtiyacı bile duymadan bu şekilde manşete taşımasının arkasında manşet bulamama sıkıntısı yatmadığına eminiz.

Taraf; hizmet ettiği odaklar adına açıkca Başbakan'ı tehdit ediyor.

Başbakan'ı bel altından vuruyor.

Taraf'ın bu Başbakan'ı ilk tehdit edişi değil.

Tayyip Erdoğan'a; "Ergenekon" sürecinde geri adım atmaması yönünde Fehmi Koru'dan; Ali Bayramoğlu'na kadar telkinde bulunan çok oldu ama onu açıkca tehdit eden tek kişi vardı:

Ahmet Altan

Bülent Arınç'a suikast iddiası paralelinde "kozmik oda" günlerini yaşadığımız günlerde; 07 Ocak 2010 tarihli "Ergenekon ve Ankara" başlıklı yazısından aynen okuyalım:

Hükümetin içinde gerçekten de böyle bir “kanat” varsa ve iktidar bu yaklaşım doğrultusunda davranırsa, bu onların “intiharı” olur.

Siyasi bir intiharı kastetmiyorum.

Fiziksel bir yok oluştan söz ediyorum.

.......

Eğer Ergenekon soruşturmasını savsaklar, kendi içlerinden bazı adamların laflarına uyarak “orduyla iyi geçinip” yargıyı kozmik odalardan geri çekerlerse, o “arabalar” evlerinin önünde patlar.

O arabaları patlatacak çok adam bulunur o zaman.

Bugün birçok “patlatıcı” yakalanma korkusuyla geri duruyor.

Yakalanmayacaklarını, korunacaklarını anladıkları anda harekete geçerler.

Siyasi suikastlar arka arkaya gelir.

...
Aklı varsa, o “dost öğütlerinde” patlayan arabaların sesini duyar.
Unutmasın ki Ergenekon’u soruşturmak, ordunun içindeki “tuhaf” yapıyı ortaya çıkarmak,
sadece Türkiye’yi değil, kendisinin ve arkadaşlarının hayatını da kurtaracak.

Görüldüğü üzere; bir yazı içerisinde ülkenin başbakanına üç kere "ölürsün" deme lüksüne sahip Ahmet Altan'ın; babasının malı gibi kullandığı Taraf gazetesinin manşetini bu sefer de Erdoğan'a bel altından vurmak için kullanması eşyanın doğasında gizli.

Hatta dikkatli gözler için, o manşette, Erdoğan'a çok daha derinden iletilen bir mesajda sözkonusu.
Bu şekilde Ahmet Altan; Erdoğan'ın özel hayatı ile bugüne kadar çeşitli imalarda bulunan ve "Ergenekoncu" olmakla suçlanan Yalçın Küçük'le aynı çizgide buluşuyor.

Eski "Gladio" ; yeni "Gladio"'ya dönüşüp; yeni kalemşörler bulurken daha çok garabete tanık olacağız.

Açık İstihbarat

Kerem Altan’ın kanı alındı
06/04/2011

Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’nın Defne Joy Foster’ın ölümüyle ilgili yürüttüğü soruşturma kapsamında, olayın meydana geldiği evin sahibi Kerem Altan’dan kan örneği alındı. Altan, geçtiğimiz çarşamba günü Adli Tıp Kurumu Kimya İhtisas Dairesi’nde iki tüp kan verdi. Kan alma işleminin uyuşturucu taramasıyla alakalı olmadığı, olay gecesi olası bir cinsel ilişkinin tespitine yönelik olduğu öne sürüldü. Gerek görüldüğü takdirde Foster’ın eşi Yasin Solmaz’dan da kan örneği alınacağı öğrenildi.
Yeni Çağ


En son Ekim tarafından Prş Mar 11, 2010 12:38 am tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Arl 22, 2009 11:50 pm    Mesaj konusu: Ve TANRI DEMOKRAT Buyurdu : Özgürleşilecek Özgürleş! Alıntıyla Cevap Gönder

Ve TANRI DEMOKRAT Buyurdu : Özgürleşilecek Özgürleş!
Behiç Gürcihan
Açık İstihbarat

Çağımızda her şey şekil değiştiriyor. Bu değişim kavramların içini boşaltıp yeni özlerle dolduruyor ve insanlar bu dönüştürülmüş kavramlar üzerinden yeni düzene bağlanıyor.

"Demokrasi" bu kavramlardan bir tanesi. Bir vatandaşın içinde yaşadığı aidiyet kümeleri (aile, camia, toplum, ulus, küre ) bünyesindeki varlık sınırlarını belirleyen bu kavram; paradigma değişikliklerine yolaçan teknolojinin de sunduğu imkanlarla insanın devasa bir küresel makinenin uzantısına dönüştürülmeye çalışıldığı günümüzde daha da bir önem kazanıyor.

Ulus; bazılarının iddia ettiğinin aksine, insanı küresel bir bürokrasinin kölesine dönüştürecek sürece karşı direnişin ve demokrasinin son kalesi olarak varlığını koruyor.

Aslında bu teorik tartışmalar bir köşe yazısının sınırlarına sığdırılabilecek cinsten değil.

Fakat küresel faşizmin yeni dinamiklerinin ürettiği TANRI DEMOKRAT tiplemesini anlayabilmek için "demokrasi" üzerine biraz daha derinleşmemiz gerekiyor.

Aşağıdaki basitleştirilmiş şema üzerinde açıklamaya çalışayım:

Gerçek---->Gerçeklik----->Yeni Gerçek-------Yeni Gerçeklik------->

Bu şemayı basit bir örnek üzerinden açalım.

Bir çayırda otlayan siyah bakımlı kısrak bir GERÇEKtir.

Bu gerçeği gözleyen iki farklı insan ise kendi GERÇEKLİKLERİNİ
yaratırlar.

Bu sahneyi gözleyen bir ressam , kendi GERÇEKLİĞİNDEN esinlenerek bir tablo yaratır ki bu tablo bir sergide YENİ GERÇEK olarak yerini alır.

Bu sahneyi gözlemleyen tarladaki ırgat ise bunu ağanın üzerindeki tahakkümünün bir sembolü olarak görebilir ve ağadan intikamını almak için kısrakı zehirler. Ölü kısrak kendi GERÇEKLİĞİ üzerinden hareket eden ırgatın vesile olduğu YENİ GERÇEK'tir.

Bu döngüye mini teorimiz gereği demokrasinin semantik çarkı diyelim.

İşte bu çarkın sağlıklı işlemesi demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.

Faşizmin eski dinamikleri, insanların GERÇEĞİ görmesini engellemek ve görseler bile kendi GERÇEKLİKLERİ üzerinden YENİ GERÇEKLER yaratmalarını engellemek üzerine kuruluydu ve bunu en kaba yöntemlerle yapmakta beis görmüyordu.

Dünya değişti. Teknolojinin getirdiği yeni üretim ve paylaşım dinamikleri faşizan dinamiklerin işini zorlaştırdı.

Artık insanın GERÇEĞİ görmesini engellemek de ve kendi GERÇEKLİĞİ üzerinden YENİ GERÇEK'i inşa etmesini engellemek de zorlaştı.

Ve işte bu noktada düzen TANRI DEMOKRAT'ı yarattı.

Artık sistem sizin GERÇEĞİ görmenizi engellemek veya gördüğünüz GERÇEK üzerinden kendi GERÇEKLİĞİNİZİ engellemek üzerine eskisi kadar yoğunlaşmıyor. En azından eski yöntemlerle yoğunlaşmıyor.

Sistem artık GERÇEK'le ve GERÇEK'i algıladığınız duyularınızla/kavramlarınızla oynuyor.

Sistem size artık GERÇEKLİK değil, GERÇEK'i dayatıyor.

Orhan Pamuk'un Kar romanında, yazdığı için gerçek olan olaylarla övünen tiplemeyi hatırlayın. "Medeniyetler Savaşı"nı başlatacak güçlerle içtiği su ayrı gitmeyen Huntington ve reklamını yaptığı "Medeniyetler Savaşı" kavramı da; GERÇEK'i yaratma sanatının bir diğer güzel örneği.

TANRI DEMOKRAT işte bu konjonktürde doğdu.

Tanrı Demokrat, soyunduğu görev gereği doğduğu günden itibaren bize GERÇEK vaazları vermeye başladı, farklı GERÇEKLİKLERE karşı taraf tuttu ve müritlerine de taraf tutma çağrısında bulundu.

"Taraf olmayan bertaraf olur" sloganı; eski çağ faşizminin insanları komunizm ile kapitalizm arasında kamplaşmaya zorlayan Hegelist (tez/anti tez zıtlaşması) zorbalığın yeni versiyonu olarak kayıtlara geçti.

Bush'un deyişiyle; "ya Tanrı Demokrat'tan yanaydın, ya da ona karşı"

Günümüzde etrafımız Tanrı Demokratlar'la çevrili.

Onlar GERÇEK'i vaaz ediyor ve size ancak bu GERÇEK üzerinden kendi GERÇEKLİĞİNİZİ yaratabileceğinizi bildiriyor. Sistemin aygıtları bu TANRI DEMOKRATLARI her köşeye yerleştirmiş durumda ve bunların utanmadan "mağdur" konumunu oynayabilecek kadar da usta aktörler oldukları ortada.

Bir diğer önemli özellikleri ise buyurgan dilleri. Yazılarında, söylemlerindeki emir kipleri (yapacaksınız, edeceksiniz, değişeceksiniz, v.s.) yeni çağın postal sesleri olarak kulağınızda çınlıyor.

Tanrı Demokrat figürünün bir çok örneğini çevrenizde görebilirsiniz.

Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi isimlere haksızlık etmeyi göze alarak burada biri kısa iki örnek vereceğim.

Birincisi Mümtaz'er Türköne. Türkiye'nin en karanlık faili meçhullerine imza atıldığı dönemde iktidarın eteğinde olup da bugün bize demokrasi pazarlayan çerçiden sözediyoruz.

Bakın Mümtaz'er Türköne 29 Ekim 2009 tarihli TSK'nın lağvedilip, Nizam-ı Cedit'in kurulması gerektiğini savunduğu akıldane yazılarından birinde ne diyor:
"Gerçek" olduğu ortaya çıkan belge, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı, bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinden geldiğini gösteriyor.

Sözünü ettiği "belge" ile ilgili tartışmaları bir kenara bırakarak cümleyi inceleyelim.

Türköne'yi ; belgenin GERÇEK olup olmadığı ilgilendirmiyor O kadar ki, yeni bir kavram inşa etmiş ve adını "Gerçek" koymuş.

GERÇEK'in ; tırnak içindeki haline "Gerçek" deniyor.

Tanrı Demokrat'ın yaratıcı gücündeki kutsallığı takdir etmemek elde değil. Türkiye'yi aylarca meşgul eden belgenin GERÇEK olup olmadığı değil, bunun Türköne gibi bir zat tarafından "Gerçek" olarak damgalanması ; daha doğrusu onun GERÇEKLİĞİNE uygun düşmesi yeterli.

Sözkonusu Kafes belgesinin GERÇEK olmadığı ortaya çıksa bile Tanrı Demokrat'ın "Gerçek"i değişmeyecek. Ve o sizden , onun icad ettiği "Gerçek" üzerinden kendi GERÇEKLİĞİNİZİ kurmanızı istiyor.

Daha vahim GERÇEK çarpıtanları da mevcut.

Tahmin edeceğiniz üzere TARAF, TANRI DEMOKRATLARIN mabedi ve bu "kutsal" mekandan nice GERÇEKLER topluma servis ediliyor.

Taraf; intihar eden yarbayın cenazesine, sözkonusu yarbayın suikast yapacağı öne sürülen komutanın ve eşinin katıldığını bilinçli olarak sansürlüyor.

"Suikast zanlısı Yarbayın intiharı" başlıklı haber okuyucudan suikast zannı ile intihara sürüklenen yarbayın cenazesine, suikast yapılacağı iddia edilen komutanın katıldığı GERÇEKini gizlerken; "suikast zanlısı" vurgusu ile kendi GERÇEKLİĞİNİ dayatıyor.

Bu başlık; GERÇEĞİ görmemezlik etmiyor, onu değiştiriyor.

Taraf'ın ve basının en TANRI DEMOKRAT'ı ise tabiki Ahmet Altan.

Aşağıda Ahmet Altan'ın yazılarından sunduğum seçmeleri incelediğinizde, bu pazarlama ustasının da GERÇEK'le bir derdi olduğunu net bir şekilde görüyorsunuz.

Ahmet Altan yazılarında sürekli GERÇEK'in ne olduğunu vaaz ediyor.
Çünkü o bir TANRI DEMOKRAT.

Vaaz ettiği bu GERÇEK'e aykırı davranışları yenilgiye mahkum ediyor ve sürekli buyurgan bir dille bu yenilginin kaçınılmazlığının altını çiziyor. Arkasına mahallenin kabadayısını alan bir çelimsizin küstahlığı ve sahte cesareti ile kükrüyor.

Ahmet Altan'ın bütün TANRI DEMOKRATLAR gibi, farklı GERÇEKLİKLERE tahammülü yok. Bunu garantiye almak için; onu sistemin başköşesine yerleştirenlerin refleksi ile sürekli GERÇEK'le oynuyor, sürekli GERÇEK vaaz ediyor.

Buyrun size Altan'ın yazılarından örnekler:

Susurluk davasında o kadar MİT üyesinin adı geçti, hangisini savcılar gözaltına aldılar?

Devlet çok kirlendi, devletin içindeki birçok unsur suça bulaştı bugüne dek.

Şimdi devletin bir kısmı, kendi bünyesinden “suçu” atabilmek, devleti gerçek devlet yapabilmek için uğraşıyor.

Devletin temizlenmesi demek bizim gerçek bir hukuka ve demokrasiye kavuşmamız demek.
(06.12.2009 tarihli "İyi Okuyun" başlıklı yazısından)
----------------------------------------------------------------------
Böyle dönemlerde eskiyi yeniden, yeniyi eskiden ayırmak zorlaşır.

Ruhumuz, zihnimiz, düşüncelerimiz de geçmişle geleceği aynı gerçeklikle algılar, geleceği temsil eden bir gelişmeye, geçmişin alışkanlıklarıyla cevap vermeye çalışırız.

Gelecekle ilgili her sorunun çözümünü, hâlâ elimizin altında duran ve canlılığını sürdüren geçmişte ararız.

(03.12.2009 tarihli "Eski, Yeni" başlıklı yazısından)
-----------------------------------------------------------------------
(Altan'ın bu yazıda, aynen biraz önce verdiğim Türköne örneğinde gibi gerçek kelimesini tırnak içinde kullandığına dikkat edin)

Gerçekleri söylemenin “ihanet” sanıldığı bir ülkede yaşıyoruz.

Öyle bir ülke kurmuşuz ki “gerçeği” söylediğiniz zaman “hastalıklı” olduğumuzu da söylemiş oluyorsunuz.

Ve, hastalığı teşhis etmek en büyük hainlik.

“Hiç dokunmayalım, bu hastalık böyle devam etsin” diyorlar.
(29.11.2009 tarihli, "Suç Ortaklığı" başlıklı yazısından)
-----------------------------------------------------------------------

Aslında oyun çok basitti.

Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.

Ordu, yargı, medya.

Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.
(26.11.2009 tarihli, "Üç Ayak" başlıklı yazısından)
-----------------------------------------------------------------------
Fark, bu ülkede askeriyenin “gizli bir iktidarının” bulunması ve bu gizli iktidarın medya tarafından sıkı sıkıya desteklenmesi.

Medyanın, bu askerî iktidarı pekiştirmek için “milliyetçiliğe” abanıp, birçok gerçeği saklaması.

Cumhuriyet tarihince hep böyle olmuş.

Bugün belki de ilk kez Dersim katliamının “gerçek yüzünü” okuyup öğrenen insanlar, o katliamın yaşandığı tarihlerdeki gazetelere de bir göz atsınlar, baksınlar bakalım, bugün öğrendikleri gerçeklerin binde biri o zamanki gazetelere yansımış mı.
(22.11.2009 tarihli, "İşte Bu Medya" başlıklı yazısından)
------------------------------------------------------------------------
Bu ülkenin başbakanı o.

Yönettiği ülkenin ordusunda cunta çıktığında bunun gereğini yapmak onun işi.

Cuntaları halktan gizlesin diye getirmedi insanlar onu o makama, cuntaları ortaya çıkarsın, “kurcalasın” diye getirdi.

Kurcalamaya kendi cesareti yetmiyorsa, bıraksın cesareti yetenler kurcalasın.

Biz, onun “siyasi hesaplarına” göre gazetecilik yapmayacağız, o “gerçeklere” göre başbakanlık yapacak.
(21.11.2009 tarihli; "Genelkurmay, Başbakan ve Medya" başlıklı yazısından)
-------------------------------------------------------------------------------------
Belge, bir Ergenekon sanığının avukatında ele geçirilmişti.

Genelkurmay, yalanlamasında, “kayıtlarında böyle bir belge olmadığını”, bu belgenin sahte olduğunu savcılığa bildirdiklerini açıkladı.

Genelkurmay’ın açıklamasına göre, “sahte belge”, askerî yazım kurallarına uygun biçimde ve “gerçek” isimler kullanılarak hazırlanmıştı.
(19.11.2009 tarihli, "Yalanlama ve Kafes" başlıklı yazısından)
--------------------------------------------------------------------------------------Ama bana daha da önemli gelen Alevilerin durumu.

Dersim Katliamı’nı Atatürk’ün yaptırdığını, planlarını bizzat onun hazırladığını unutmak isteyen Aleviler, görmezden gelmek istedikleri bir gerçekle hiç beklenmedik bir anda yüzleşmek zorunda kaldılar.

Bu gerçek, onların “geçmişle” hesaplaşmalarını sancılı bir hale sokacak kaçınılmaz olarak ama bir de bugün var.
(18.11.2009 tarihli, "Aleviler, Sünniler, Dersim" başlıklı yazısından)

------------------------------------------------------------------------
Ama Kemalistlerin “bugünün koşullarına” uygun olarak söyleyecekleri hiçbir lafları yok, onlar da bir çıkmazdalar, ya son kozlarını oynayıp Atatürk’ü tartışmaya sürecekler, ya da iktidardan usulünce çekilecekler.

İktidardan çekilmeye razı olamıyorlar.

Bundan sonra Atatürk’ün bütün gerçekleriyle tartışılmasından başka çare kalmıyor.
(17.11.2009 tarihli ; "Suç" başlıklı yazısından)





Yazının başındaki basit şemayı hatırlayın lütfen...

Gerçek---->Gerçeklik----->Yeni Gerçek-------Yeni Gerçeklik------->

Geride bıraktığımız çağda; insan bu şemanın gerçeklik kısmına hapsedilmiş ve algılayabileceği GERÇEK ile yaratabileceği YENİ GERÇEK arasına kaba metodolojilerle duvarlar çekilmişti.

Çağ değişti.

Yeni çağla birlikte ; insanın algılama ve yaratma yeteneklerini artık eskisi gibi sınırlayamayacağının farkına varan sistem, insanı serbest bırakıp, yukarıdaki şema gereği insanın ve parçası olduğu toplumun kaynağı olan GERÇEK'i tutsak etti.

Sistem artık GERÇEK'i kontrol etmek için uğraşıyor.

O yüzden Internet'e özgürce bağlanabiliyorsunuz ama koskoca Internet'te bilgiyi aramak için gidebileceğiniz topu topu 3-5 site var.

O yüzden oyunlardan, sinemalara, insanı bedeninden ve gerçek dünyadan koparan ve YENİ GERÇEKLİĞE adapte eden AVATARLAŞMA KÜLTÜRÜ yaygınlaştırılıyor.

O yüzden Komunist Parti'yi 80'lerin aksine özgürce kurabiliyorsunuz ama SOL'u bir türlü tanımlayamıyorsunuz.

O yüzden Türkiye'ye "DEMOKRASİ", Polis Akademileri ve Mümtazer Türköne, Nazlı Ilıcak gibi kurşun ve darbe şakşakçıları üzerinden getiriliyor.

Bu sistemin TANRI DEMOKRATlara ihtiyacı var.

TANRI DEMOKRATların da insanı sahte bir özgürlük hissine bürüyen bu sisteme.

Eski sistemde askerin postalına ihtiyaç vardı; yeni faşist düzende size yeni GERÇEK'i buyurgan bir dille dayatan Ahmet Altan'ın kalemine.

ÖZGÜRLEŞ ya da ÖL; çünkü TANRI DEMOKRAT öyle buyurdu.


ÖNDER AYTAÇ EMNİYETİN KOZMİK ODASINI KİMLERE AÇTI
13.01.2010 15:45



Tarih 2008 yılının Şubat ayı.
Yer Polis Akademisi…
Taraf Gazetesi yazarı ve Kültür Bakanlığı Danışmanı, Polis Akademisi üyesi Önder Aytaç o gün Polis Akademisi’nde bir Alman polis ile buluştu.
Buluştuğu polis Haagen Emniyet Müdürlüğü Birinci Sınıf Emniyet Müdürü Bernd Liedtke.
Lietdtke doktora tezi için İstanbul’a gelmişti.
Bunun için 100 kadar polise siyasi eğilimlerini tespit eden bir anket yapması gerekiyordu.
Bu konuda kendisine yardımcı olan kişi Önder Aytaç idi.
Liedtke’nin görüştüğü polisler ile ilgili tespiti neydi mi dersiniz?
Yarıdan fazlasının bir cemaate yakın olduğunu düşünüyordu.
Polislerin siyasi eğilim anketine verdikleri cevaplar bunu gösteriyordu.
Bu konuda polislerin üstlerinden izin alınmış mıydı?


Alman araştırmacı sadece anket yapmadı. Emniyetin bilgisayar verileri de önüne serildi.

Liedtke iyi niyetli bir araştırmacı olduğu gibi, bir istihbaratçı da olabilirdi.
Ancak Aytaç’ın ilişkileri bu izinleri aşıyordu.
Doğal olarak tüm ilişkiler onunla görüşenlerin ayaklarına seriliyordu.

Odatv.com


ÖNDER AYTAÇ ERGENEKONCU MU
Barış Terkoğlu
16.12.2009 15:35



Önce olayı anlatalım…
23 Nisan 2006 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin 26. sayfasında Gülden Aydın imzalı bir haber yayınlandı. Haberde AKP Çorum milletvekili A. Yüksel Kavuştu, AKP Ardahan Milletvekili Kenan Altun ve AKP Yozgat milletvekili Mehmet Erdemir’in 2003 yılı Ekim ayında Hacıbayram Mescidi’nde Nur Cemaati liderlerinden Mustafa Sungur ile yaptığı görüşme anlatılıyordu. Haber bir istihbarat raporuna dayanıyordu. Raporda görüşme fotoğraflar ile kanıtlanmıştı.
Gülden Aydın, raporda yer alan fotoğrafları AKP milletvekillerine gösteriyor ve AKP milletvekilleri olayı doğruluyordu.

Vakit haberi Ergenekon’a yıktı
Dün Vakit Gazetesi bu haberi hatırlatarak “Ergenekon Hürriyet’i kullanmış” başlıklı bir haber yayınladı. Haberde Aydın’ın haberinin kaynağının Ergenekon olduğu, haberi Ergenekoncular’ın Hürriyet’e sızdırdığı anlatıldı. Bu iddia Vakit’ten başlayarak pek çok haber kaynağında yayınlandı.
Hürriyet muhabiri Gülden Aydın bugün bu iddialar karşısında belki de hiç istemeyerek haber kaynağını açıkladı. Aydın’a bu istihbarat raporunu sızdıran kişi Polis Akademisi Öğretim Üyesi ve Taraf gazetesi yazarı Doç. Dr. Önder Aytaç’tan başkası değildi.
Utah’tan yayınlanan belgelerle adı gündeme gelen Emrullah Uslu ile yakın ilişkisi olan ve adı sık sık Fethullah Gülen Cemaati ile anılan Aytaç, Aydın’a istihbarat raporunu sızdırmıştı. Ergenekon Davası sürecinde AKP muhaliflerine sık sık “Ergenekoncu” suçlamasında bulunan Aytaç, Taraf’ın henüz yayına başlamadığı dönemde sızdırdığı rapor nedeniyle gündeme geldi.

Neden sızdırdı?
Peki Aytaç, Said-i Nursi’nin öğrencisi, Nur Cemaati’nin efsane ismi Mustafa Sungur’u ve AKP’li vekilleri zor durumda bırakacak böyle belgelerin neden haber yapılmasını istedi?
Yoksa Aytaç Nur Cemaati’na ve AKP’ye karşı yapılan bir planın parçası mıydı?
Bu konuda üç tez var…
İlki herkesin aklına gelen tez. Aytaç’ın AKP ve Nur Cemaati’ne karşı bir örgütlenmenin parçası olduğu, cemaati ve AKP’yi bitirmek için yapılan planlarda çalıştığı tezi. Bu tezin doğrulanma ihtimali oldukça zayıf görünüyor.
İkinci tez ise Mustafa Sungur ile ilgili. Sungur, Said-i Nursi’nin öğrencisi ve Fethullah Gülen’e her zaman sıcak mesajlar gönderen bir isim. Ancak Sungur, Fethullah Gülen Cemaati’nin üyesi değil. Nur Cemaati’nin Meşveret Grubu’ndan olan Sungur aynı zamanda cemaat ile rekabet eden bir Nurcu grubun lideri. Grup özellikle Rusya ve Kafkasya’daki örgütlenmesi ile dikkat çekiyor. Nur Cemaati’ne eğitimle yaygınlaşmayı öneren ilk kişi olan Mustafa Sungur’un yayılma modeli de eğitim kuruluşlarına dayanıyor. Said-i Nursi’nin Ruslar’a esir düştüğü Rusya Kostroma’da yapılan Said-i Nursi Camii de Mustafa Sungur Grubu’na ait. Aytaç’ın Gülen cemaati ile olan ilişkilerine dayanarak, bu raporu sızdırıp Gülen Cemaati’nin bir rakibini zor durumda bırakmaya çalıştığı iddialar arasında.

En çok kabul gören ihtimal
Üçüncü tez ise en kabul göreni. Raporun sızdırıldığı tarih 2006 Mart. Türkiye seçim sürecine girmiş durumda. 2003 yılına ait görüşmenin 3 yıl bekletilerek seçim döneminde ortaya çıkarılması AKP içi hesaplar ile ilgili. Nitekim fotoğrafları yayınlanan 3 isim de şu an AKP milletvekili değil. Daha önce Anavatan’a geçen Mehmet Erdemir’in yanı sıra diğer AKP’li vekillerin de üzerleri 2007 seçimlerinde çizildi. İşte Aytaç’ın bu hesaplaşma nedeniyle görüntüleri sızdırdığı bir diğer iddia.

Tüm bu iddiaların cevabı yargıda ortaya çıkacak. Çünkü Polis Akademisi üyesi, Kültür Bakanlığı Danışmanı Önder Aytaç’ın gizli devlet raporunu basına sızdırdığı Hürriyet Muhabirinin ifadesi ile ortaya çıktı.

Aytaç’ın raporu neden sızdırdığı artık yargının konusu.

Odatv.com

TARAFÇILAR BU YAZIYI SOLUKSUZ OKUYACAK

Onda değişmeyen bir şeyler var

16.01.2010

Bir dönem Taraf yazarı Halil Berktay ile yoldaşlık yapmış Gün Zileli'nin makalesini yayınlıyoruz:

"Zamanın uzunluğunu anlatmak için “kırk yılda bir” diye bir deyiş vardır. Kırk yıl, yetişkin insan ömrünün ağırlıklı kesitini oluşturur. Halil Berktay’ı kırk yıldır tanırım. 1970′in başından beri.

1980′li yıllardaki en çetin ideolojik çekişmelerin ortasında ve en zıt uçlarda yer aldığımız zamanlarda bile aramızda asla kötü bir şey geçmemiştir, her zaman dost kalmışızdır. Yirmi yıldır görmüyorum kendisini. Zaten ortamlarımız da artık çok farklılaştı.

Güç kimdeyse hegemonya onda

1980′li yılların ikinci yarısından itibaren, Halil Berktay, 12 Eylül darbesinden sonra içine girdiği görece sessizliği bozmuş ve aniden bir atılıma geçmişti. Yeni tezi, Sovyetler Birliği’ndeki Gorbaçov ve Çin’deki Deng Siao Ping yönetimlerinin gerçek sosyalizmi temsil ettiğiydi; solu buna göre değerlendiriyor, bu eğilime yakın olanlarla birleşmeye çalışıyor, uzak gördüklerini öteliyordu. Bu, o zamanın “sosyalist devlet” iktidarlarından güç alan çizgi, Aydınlık hareketinin yıllardır sürdürdüğü Kemalist ve devletçi çizgiyle esaslı bir şekilde örtüşüyordu bence: “Güç kimdeyse ideolojik hegemonya da onda”dır. Berktay’ın, bugün de, yazarı olduğu Taraf gazetesinde, 1980′lerdekine benzer bir şekilde, bir konsolosluk vize memuru ivecenliğiyle “sol”un çeşitli eğilimlerine vize vermekte ya da vermemekte oluşu dikkat çekici. Berktay’ın bu halini görünce insanın, “can çıkar, huy çıkmaz” sözünü hatırlamaması mümkün değil.

Halil Berktay’ın bu gün solu yukarlardan bir yerlerden değerlendiren, bilmiş, yanılmaz hali oldukça sinir bozucu. Çizdiği bütün zigzaglara rağmen, sanki her kavşakta “doğru”yu temsil etmiş gibi sahte bir özgüvenle ortalığa çıkması, “öğrencileri”ne geçer ya da kırık not veren titiz akademisyen havaları, tahammül edilmez boyutlarda. İşte beni böyle bir yazıyla, Berktay’ın kırk yıllık ideolojik yol haritasını özetle de olsa ele almak gibi sıkıcı bir işe girişmeye zorlayan bu oldu. Bir çeşit sinir yatıştırma terapisi olarak ele alabilirsiniz bu girişimimi.

Halil Berktay’ın babası Erdoğan Berktay çok saygıdeğer eski bir komünistti. Yememiş, içmemiş, oğlunu kültürlü bir insan olarak yetiştirmek için çaba harcamış ve 1960′lı yıllarda Halil’i Birleşik Devletler’deki Yale Üniversite’sinde okutmuştu.

Yale'den Maocu olarak döndü

Halil, Yale Üniversitesi’ni bitirip, 1970 yılının başındaki “Beyaz Aydınlık” “Kırmızı Aydınlık” bölünmesinin en hararetli günlerinde, sıkı bir Maocu olarak ülkeye dönmüş ve derhal, benim de üyelerinden ve kurucularından olduğum Proleter Devrimci Aydınlık dergisinin yazı kuruluna katılmıştı. Kendisi gibi akademisyen bir solcu olan Şahin Alpay’la birlikte, PDA’nın Maocu ideolojik yönelimine önemli katkıları olmuştu. Önemli katkıları derken şunu demek istiyorum: Dil bildiği için, Çin’de, ÇKP’nin İngilizce çıkarttığı Peking Review‘un sıkı bir takipçisiydi ve bu dergiden anı anına çeviriler yapıyordu. Bir de, Amerika’dayken sanırım içinde yer aldığı ya da yakından izlediği Maocu Emek Partisi’nin ideolojik hattının milim şaşmaz bir takipçisiydi ve bu partinin dogmatik Maocu hattını bizlere empoze ediyordu. Şahin Alpay ve Halil Berktay, o zamanlar, ardında koca Çin devleti bulunan ve oldukça prestij sahibi Maocu çizginin Türkiye’deki en doktriner, dogmatik ve sadık takipçileriydiler. Peking Review‘da yazılanlar tanrı kelamı gibi bir şeydi onlar için. Biz gençlik hareketinden yetişenler bu “din”in icaplarını yerine getirmekte onlarla asla yarışamazdık.

12 Mart darbesinden sonra hepimiz gibi Halil Berktay da “Maocu pratiğin” gereği olarak Söke dağlarında bir köylü gibi yaşamanın üstesinden geldi. Kolay değildi Yale Üniversitesi’nden gelip birkaç yıl sonra böyle zorlu bir hayata uyum sağlamak. O sırada, yeni adı Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) olan Maocu PDA hareketinin içinde bir ayrılık meydana geldi. İbrahim Kaypakkaya, hareketin merkezine, darbecilik, Kemalistlik ve silahlı mücadeleden yan çizmek türü eleştiriler yöneltti. Bu tür bütün monolitik partilerde olduğu gibi, merkezin eleştirilmesi merkez hizbiyle Kaypakkaya hizbi arasında bölünmeyi getirdi. Bölünme henüz fiiilen gerçekleşmeden Söke’nin Beşparmak dağlarında üstlenmiş merkez elemanları arasında, Kaypakkaya’ya karşı tutum konusunda bir tartışma cereyan etti. Berktay, sertlik yanlısı eğilimi savundu ve “hain” İbrahim Kaypakkaya’nın infaz edilmesini öneren birkaç kişiyle aynı tutumu takındı. Bildiğim kadarıyla Doğu Perinçek’in bu öneriye yanaşmamasıyla “hain” İbrahim Kaypakkaya’yı öldürmek, TİİKP’ye değil, Türk devletine nasip oldu. İnanın, bu satırları, Berktay’ı gözden düşürmek için yazmıyorum. Belki ben de hapiste değil dışarda olsam, o zamanki kafamla böyle alçakça bir öneriye onay verebilirdim; nasıl bir tutum takınacağımdan emin değilim en azından. Ne var ki, “sol”dan “özeleştirel” bir tutum bekleyen Halil Berktay, aradan kırk yıl geçtiği halde bu konuda sol kamuoyu önünde tek bir özeleştirel laf etmemiştir. Sergilediği, böylesi bir entelektüel cesaret eksikliğidir işte.

Polis ifadesi

12 Mart döneminde TİİKP büyük bir tevkifata ve yenilgiye uğradı. Benim de içinde yer aldığım “TİİKP ile ilgili polis ifadelerini araştırma komisyonu”, Halil Berktay’ın polis ifadesini başarısız buldu ve partiden ihracına karar verdi. Ne var ki, bu karar, sadece zevahiri kurtarmak için verilmiş formel bir karardı. Bütün parti ve kurumlar gibi yararcı ve oportünist bir yaratık olan TİİKP, bir yandan Berktay’ı ihraç etmiş görünürken, bir yandan da ideolojik yayın organlarında ve daha sonra TİKP (Türkiye İşçi Köylü Partisi) olarak legale çıktığı dönemdeki benzeri yayın organlarında Halil Berktay’ın entelektüel yeteneklerinden azami ölçüde yararlandı.

Berktay, “ihtilalcilik”ten reformculuğa ve devlet yanlılığına evrilmiş Maocu TİKP’nin saflarında hizmet verdi ve bu monolitik yapının içinde, hepimiz gibi, hiçbir itirazda bulunmadan devlet işbirlikçisi çizgiyi izledi.

12 Eylül onu unuttu

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Halil Berktay hukuki takibata uğramadı. Legal planda akademik alana çekilmiş gibi görünmesine rağmen, çoğunlukla aranır durumda olan benim de dahil olduğum parti merkez komitesi üyeleriyle uyumlu bir çalışma sürdürdü. 1980′lerin ilk yarısında, daha çok TİKP davasıyla ilgili pratik işlerin örgütlenmesinde görev aldı. 1984′de, benim ve Oral Çalışlar’ın önayak olmasıyla çıkmaya başlayan Saçak dergisinde, ağırlıklı olarak Türkiye tarihi, milliyetçiliğin kaynakları ve Kemalizmle ilgili yazılar yazdı. 1980′den sonra parti içinde başlayan Stalin tartışmasına esasen karışmadı, uzaktan izledi. Benim başını çektiğim anti-Stalinist kanadın kimi Stalin eleştirilerine hak verir gibi gözükmesine rağmen, Stalinist resmi parti çizgisine sadık kaldı ve bizimle arasına mesafe koymaya dikkat etti.

Parti içindeki anti-Stalinist kanatla, Stalinist merkez arasındaki mücadele sadece Stalin sorununa ya da “sosyalizmin sorunları”na ilişkin değildi. İki kesim, 12 Eylül cuntasına karşı tutum konusunda da çatışma halindeydi. Anti-Stalinist kesim, Parti merkezinin 12 Eylül darbecilerini “ara güç” olarak gören ve dolayısıyla cuntacılarla ittifak arayan tutumuna etkili eleştiriler yöneltmeye başlamıştı. Merkezin hapiste olan kesimi ise aynı sağcı politikada ısrar ediyordu. Dışardaki “önderlik” ikiye bölünmüştü bu konuda. İçerdekilerden çekinen Hasan Yalçın ve Hüseyin Karanlık gibi arkadaşlar eski politikanın devamından yanaydılar. Buna rağmen, bir toplantıda, cuntaya karşı teslimiyetçi politikanın değiştirilmesi konusunda bir önerge verdim. Oylar eşitti. Son olarak Halil Berktay oy kullanacaktı. Halil hangi tarafa oy verirse, çoğunluğu o kesim oluşturacak ve partinin teslimiyetçi politikası ya değişecek ya da eskisi gibi devam edecekti. Halil Berktay, uzun uzun düşündükten sonra teslimiyetçi merkez yönünde oy verdi ve partinin sağcı politikasının değiştirilme şansı böylece ortadan kalkmış oldu. Bu gün orduya karşı esip üfüren Taraf gazetesiyle birlikte ordu-demokrasi karşıtlığına vurgu yapan Berktay’ın, daha sonraki yıllarda, bu noktada da herhangi bir özeleştirel tutum takındığını hatırlamıyorum.

Sovyetçi oldu

1980′lerin ortalarına doğru Halil Berktay, anti-Stalinist muhalefetten de, Stalinist merkezden de farklı tezlerle ortaya çıktı. Bu tezlere kısaca, Kruşşçevcilik, Gorbaçovculuk ve Deng siao Pingcilik diyebiliriz. Berktay’a göre, sosyalizmde bir yenilenme gerekiyordu, reform gerekiyordu. Bu yenilenme ve reformu da Sovyetler Birliği devletinin başına geçmiş Gorbaçov ve Çin devletinin başında bulunan Deng siao Ping temsil ediyordu. Ne var ki, Berktay, Sovyetler Birliği’ndeki Gorbaçov yanlılarından farklı olarak, Stalin’e pek bir eleştiri getirmiyordu. Kanımca bunun en önemli nedeni, Halil’in, parti merkezini, daha doğrusu Doğu Perinçek’i Gorbaçovcu çizgiye kazanma umuduydu. Eğer anti-Stalinist eleştiriler yöneltirse Doğu Perinçek’le karşı karşıya geleceğini biliyordu. Halil, güçlü gördükleriyle mecbur kalmadıkça hiçbir zaman çatışmaya girmemiştir.

Gorbaçov meselesinin tartışıldığı bir toplantıda Halil Berktay’la tam zıt uçlarda karşı karşıya geldik. Ben, Gorbaçov çizgisinin devrimci bir çizgi olmadığını, Sosyalist Devrimciler, Menşevikler, Kronstadtlılar, Anarşistler ve Troçkistler gibi Stalin mağdurlarını hiçbir zaman bütünüyle rehabilite edemeyeceğini savunuyordum. Berktay ise Gorbaçovculuğu dört başı mamur savunuyor, ancak benim “Stalin mağdurları rehabilite edilmeyecektir” argümanımı, Doğu’yla çatışmaya girmemek kaygısıyla es geçmeyi tercih ediyordu. Her iki taraf da tezlerini ortaya koyduktan sonra, merkez adına Doğu Perinçek söz aldı ve “bu tartışmada en yanlış noktada olan Mehmet Gündüz’dür” (yani Gün Zileli’dir) diyerek o zamana kadar yürüttüğü Halil Berktay’a ve Gorbaçovculuğa açık kapı siyasetini bir süre daha sürdüreceğinin işaretini erdi. Halil, bu tutumdan büyük umuda kapılmıştı. Çünkü, kendisi gibi, Doğu’nun da güçler dengesini dikkat alarak hareket eden bir lider olduğundan emindi.

Oral Çalışlar ile kavgası

Doğu, yanlış hatırlamıyorsam bu toplantıdan birkaç ay sonra, “Parti içinde Stalin’in tartışılamayacağı” önergesini verdi. Bu önerge Oral Çalışlar’ı çok rahatsız etti, ancak istemeden de olsa, Doğu’nun önergesi lehinde oy verdi. Halil Berktay ise, Doğu’yu Gorbaçovculuğa ikna etmenin eşiğinde olduğu zannıyla, Doğu’dan bile daha aşırı bir Stalin savunucusu portre çizdi ve yıllardır anti-Stalinist yazılarıyla “boşa kâğıt harcamış” Mehmet Gündüz’e (yani bana) dergide altı ay yazı yazmama cezası verilmesini önerdi. Doğu, bu öneriyi aşırı buldu, fakat “Stalin’in tartışılamayacağı” kararı, bir tek benim aleyhte oyum dışında, çoğunluğun oylarıyla kabul edildi. O oylamada Halil Berktay’ın herkesten yükseğe kalkan eli hiç gözümün önünden gitmez. Berktay’ın daha sonraki yıllarda, bu konuda kendini eleştiren bir söz ettiğini hatırlamıyorum.

1986 yılında, o zamana kadar Stalinist merkezin saflarında yer alan Oral Çalışlar’ın muhalefetin saflarına geçmesiyle muhalefet daha da güçlendi ve benim kaleme aldığım “Beş Perspektif” metniyle kendini açıkça deklare etti. 1987 yılında iki kesim arasındaki mücadele iyice sertleşti ve Doğu Perinçek, o zamana kadar Gorbaçovculuğa karşı izlediği açık kapı siyasetini bir anda terk edip bu eğilimin temsilcisi Halil Berktay’ı hedef aldı. Halil Berktay büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Muhalefetten başka sığınacağı bir yer yoktu. Kendisine görece yakın Oral Çalışlar’ın el uzatmasıyla muhalefet saflarına geçti. Bu andan itibaren muhalefet önemli bir nitelik değişimine uğradı. Bunun en büyük nedeni, ben ve diğer sol eğilimli arkadaşlar çoğunlukla arandıklarından açık tartışmalara katılamazken, Berktay ve Çalışlar’ın, yasal durumlarının el vermesi nedeniyle (Oral ikinci kez içeri girmiş ve cezasını yatıp çıkmıştı) otomatikman muhalefetin sözcüleri durumuna geçmeleriydi.

Sonunda muhalefet, 1989 yılı başında hareketten koptu ve Sosyalist Birlik adlı bir dergi çıkartmaya başladı. On iki sayı çıkan bu derginin sol kesimini oluşturan ben ve Yavuz Alogan gibi diğer arkadaşlar, koşullarımızdan dolayı bir ağırlık yaratamadık ve iyiden iyiye TKP kuyrukçusu ve reformist bir çizgi izleyen Sosyalist Birlik‘ten 1990 yılı başında ayrıldık. 1981 yılında anti-Stalinist ve sol bir çıkış olarak ortaya çıkan muhalefet, on yıl içinde değişime uğramış, en iktidarcı ve sağcı kliklerden biri olan TKP’nin dümen suyuna sokulmuştu. Halil Berktay ve Oral Çalışlar, Kuruçeşme toplantıları sürecinde Sosyalist Birlik çevresini TKP’lilerin arabasına bağladılar; bu oluşum ve yönelimlerden, Sadun Aren’in başkanlığını yaptığı Sosyalist Birlik Partisi doğdu. Bu reformist parti daha sonra Özgürlük ve Demokrasi Partisi’ne (ÖDP) katılacaktı.

Siyasetten kopmuştu

Bundan sonra uzun süre Halil Berktay’dan pek bir ses çıkmadı. 1990′lı yıllarda siyasi arenadan tamamen çekildiğini ve akademik hayata geri döndüğünü duydum. Yakın zamanlara kadar bu böyle sürdü.

Ne var ki, liberal akım, Taraf dergisiyle yeni bir çıkış yapınca, Halil Berktay, yaklaşık yirmi yıllık sessizliğini bozdu ve bu kez libero-sosyalist bir çizgide yeniden zuhur etti. Yazılarını, aşağı yukarı bir yıldır, arada epey atladıklarım olsa da takip etmeye çalışıyorum. Berktay’ın bugün izlediği çizgi, daha önceki yıllarda izlediği, iktidar gücüyle ideolojik hegemonyayı gerçekleştirme çizgisine oldukça yakın. Bugün Türkiye’de, devlet gücüyle birlikte ideolojik hegemonya da liberalizm-Fettullahçılık ittifakının eline geçmiş gibi görünmektedir.

Her şey değişti, çok şey değişti. Hani şu köprüler ve sular hikâyesi. Mutlaka Halil Berktay da değişmiştir. Ancak Halil Berktay’da değişmeyen çok temel bir şey var: Aynı, güçlünün hegemonyasına sığınma güdüsü ve bununla bağlantılı olarak, aynı bilmiş, üstten hava, aynı ben bilirimcilik, aynı yanılmazlık kibiri, aynı kendine dönüp bakmama aymazlığı, aynı her dönemde doğruydum kendini bilmezliği, aynı akıl, vize ve not veren ton.

Bir kırk yıl daha yok ki hayatımızda, bekleme sabrını gösterelim."

Not: Bu yazıya dikkatimizi çeken Babilon rumuzlu yorumcuya teşekkür ederiz.

Odatv.com

22 Ocak 2010 16:01
CNN Türk'te Taraf Kavgası
CNNtürk'ün haber toplantısında Taraf kavgası yaşandı. Birand bir itirafta bulunarak Taraf'ı kutladı. Rıdvan Akar bir konuda eleştirisini dile getirdi. Sonra düello yaşandı.


CNN Türk’ün haber toplantısında Mehmet Ali Birand Balyoz darbe planını yayınlayan Taraf’ı kutladı, Rıdvan Akar’dan bir konuda itiraz geldi.
Canlı yayında ‘Ya ben Taraf’la ilgili ne olur ölürüm bir şey söylemek istiyorum’ diye söze giren Birand, “Taraf'ı istediğimiz kadar komplo, yok yabancıların şeyinde, parası nereden geliyor, kıskanalım, burun bükelim, ne yaparsak yapalım bakın çocuklar Taraf farklı olduğunu gösteriyor. Bakın biz uzun zamandır Taraf'ı konuşuyoruz. İçinde abartılı, gereksiz, yanlış haberler olmadı mı oldu. Ama bizde de oldu. Biz de zamanında manüpile edilmedik mi biz de edildik. Onun için Taraf’a bu sefer Taraf'ın hakkını vermek lazım” dedi.
Birand’dan sonra konuşan Rıdvan Akar’ın sözünü keserek ‘Sana yollasalar sen basmaz mısın?’ sorusunu yönelten Kohen’e Birand, “Çok zorlanırdı bizim medya. Ben dahil olmak üzere. Fark da orada. Bu bir cesaret meselesi” cevabını verdi.
Daha sonra sözü kesilen Rıdvan Akar, “Taraf’taki arkadaşlarımızı kutladığımızı bir kez daha söyleyelim ancak sorun sadece haber vermek değil aynı zamanda yorum yapmalarını da onlardan beklerdik. Bu konuda defalarca kendilerine çağrı yapmamıza rağmen biraz kibirli bulduğumuz bir tavırla bu konuda istekli olmadıklarını gördük. Bu eleştirilerimizi de kendilerine iletelim” açıklamasını yaptı.
Bunun üzerine Birand, Akar’ın sözlerine “Ya niye kibir. Ben haberimi veririm siz tartışın kardeşim diyorum” şeklinde itirazda bulundu.
Tekrar konuşan Akar, “Sadece ben değil başka arkadaşlarımızda şanslarını denediler. Ancak aynı yanıtı aldılar” dedi.
Tekrar itirazda bulunan Birand “Hayır mecbur değiller ki. Mecburlar mı? Sen her haber için gidip yorum mu yapıyorsun?” şeklinde konuştu.
Akar ise önceki sözlerini tekrarlayarak “Aynı iradeyi onlardan da beklerdik” derken, Birand da tekrar itiraz da bulunarak “Hayır. I am sorry” şeklinde itirazını yineledi.

Hakkında açılan davalardan bunalan Taraf gazetesi, adresini değiştirdi

29 Ocak 2010 15 Kasım 2007 günü ilk sayısını yayınladığından bu yana gündemi sarsan pek çok habere yer veren Taraf gazetesi, hakkında açılan davalardan bunalarak yönetim adresini değiştirdi. Son olarak Taraf'ın özellikle Genelkurmay'a yönelik yaptığı haberlerle dikkat çeken ödüllü muhabiri Mehmet Baransu hakkında, “Devletin askerî teşkilatını alenen aşağıladığı” gerekçesiyle tutuklanma talebi istenmişti. Her sarsıcı haberin ardından soluğu Kadıköy Mahkemesi'nde alan Taraf, çareyi yönetim adresini değiştirmekte buldu. Medyagündem sitesinde yer alan habere göre; gazetenin Kadıköy'deki “Misbah Muhayyeş Damga ve Neşet Ömer Sok. No:23” adresi, “Dolmabahçe Cad. No:65 Beşiktaş” olarak değiştirildi. Taraf, adres değişikliğini dünkü gazetede yer alan künyeye de koydu. netgazete

Küçükkaya ve Çongar’ın Sansür Kardeşliği

Taraf gazetesi yazarı ve genel yayın yönetmen yardımcısı Yasemin Çongar, ABD’li eşi Chris Mason’un CIA ajanı olduğunu yazan Akşam gazetesi yazarı Oray Eğin’e çok öfkeli. Eğin için “zavallı, böcek, teşhirci” gibi ifadeler kullanan Çongar, Vatan gazetesinden Sanem Altan’a verdiği röportajda, Akşam Gazetesi Genel Yönetmeni İsmail Küçükkaya’nın kendi şikayeti üzerine Oray Eğin’in yazısını nasıl sansürlediğini de ifşâ etti.

Kocası Chris Manson ile birlikte Oray Eğin’e ve Akşam gazetesine ayrı ayrı dava açacaklarını söyleyen Çongar, şu ifşaatta bulundu:

“İsmail Küçükkaya’yı aradım, ona dava açacağımızı söyledim. O da ‘Bu tür yazıların önünü keserim ben’ dedi, ben de ‘Buna gerek yok, sadece dava açacağım onu bil’ dedim.

Sonra geri aradı, ‘Yarına da yazmış bunu kaldıramam ama içindeki bütün hakaret laflarını temizlettim’ dedi. Açıkçası çok da önemsemedim. Bunu yazan zavallı bir insan sonuçta. Bir yandan da acıma duygusu hissediyorum. Çok genç bir çocuk, o ve arkadaşları ellerindeki kalemi çok daha iyi kullanabilir. Ne kadar mutsuzlar ki teşhircilikle ve tacizle hayatlarını devam ettiriyorlar. Bu çok üzücü, acımamın bir tarafı merhamet o yüzden, diğer tarafı da tiksinme. Sürekli kendilerini anlatarak, birbirlerini yazarak yapılan gazetecilik bana çok garip geliyor. Başkalarını taciz ederek varolmaya çalışmak bana çok zavallıca gözüküyor”

Yasemin Çongar’a ve onun telefonuyla kendi yazarını sansürleyen İsmail Küçükkaya’ya gazetecilik kuralları ve etiği açısından bazı sorularımız var:

1- Yasemin Çongar’ın amacı, Oray Eğin’i şikayet etmek ve genel yayın yönetmeni üzerinde etki kullanarak yazarı zor durumda bırakmak değilse ve kendi söylediği gibi “çok da önemsemiyorsa”, İsmail Küçükkaya’yı neden aradı? Neden davasını açmak ve sonucunu beklemekle yetinmedi?

2-İsmail Küçükkaya, bir genel yaın yönetmeni olarak normalde böyle telefon açan birine “Ben yazarıma müdahale edemem, size hakaret edildiğini düşünüyorsanız, dediğiniz gibi davanızı açın; herhalde yazarımızın da mahkemeye sunacağı deliller vardır” cevabının verileceğini bilmiyor mu?

3-Bilmiyor veya böyle bir prensip taşımıyorsa, acaba şimdiye kadar kendisine telefon açıp şikayette bulunmuş başka hangi “etkili şahısların” isteğini yerine getirerek kendi yazar ve muhabirlerini sansürledi?

4-On bin tirajlı bir gazetenin şaibeli genel yayın yönetmeninin telefonu karşısında bu kadar ilkesiz bir tavır gösterebilen Küçükkaya, daha “etkin ve yetkin” şahsiyetler aradığında neler yapıyor?

5-Diyelim ki, birbirlerini tanıyan insanlar ve “iki gazeteci” olarak “sohbet” amaçlı telefonlaştılar. Ve diyelim ki İsmail Küçükkaya, Oray Eğin’in yazısında Çongar’a hakaret edildiğine iknâ oldu ve bundan rahatsızlık duydu; hemen sansür mekanizmasını işletmek ve olayın “sonuçları” hakkında “şikayet sahibi” olarak Yasemin Çongar’ı bilgilendirmek ne anlama geliyor?

Küçükkaya bu durumda, kendi gazetesi içinde olup bitenleri rakip bir gazeteciye servis etmiş, onun eline kurumu hakkında koz vermiş olmuyor mu?

6-Yasemin Çongar, hukuksal yollara başvurduğu halde, bir yazarı gazete yöneticisine şikayet ederek ayrıca sonuçlar alma yöntemini “demokratlığının” ve “gazeteciliğinin” neresine koyuyor?

7- “ Sürekli kendilerini anlatarak, birbirlerini yazarak yapılan gazetecilik bana çok garip geliyor” diyen Yasemin Çongar, kendi gazetesinin yazarı Ozan Arif Kütahyalı’nın Helin Avşar’a göğüs kıllarını yoldururken röportaj vermesi hakkında ne düşünüyor?

8- “Sürekli kendilerini anlatarak ve birbirlerini yazarak” yapılan gazeteciliği “yadırgayan” Çongar, neden sadece Ahmet Altan’ın kızına röportaj veriyor ve neden Altan ailesinden birinin sadece “çanak sorularını” yanıtlıyor? O da Ahmet Altan gibi düşünüyor ve bu çarpık ilişkiyi, “entelektüel ensest’in” gereği olarak mı görüyor?

Açık İstihbarat

Altan'ın Muzaffer Tekin'le Tanışması Engellenmeli
Açık İstihbarat Özel
10.02.2010

Kefil olmanın bedeli; aklın, vicdanın ve hukukun askıya olduğu dönemlerde normalden daha ağır olabilir.

Yaşar Büyükanıt bunu birinci elden tecrübe etmişti. Zamanında yanından çalışan ve Şemdinli olayları sırasında ismi geçen astsubay için;

"tanırım; iyi çocuktur" ifadesini kullanıp, kullanacağına pişman oldu.

Bu tek cümlelik kefillik Büyükanıt'a pahalıya mal oldu. Yandaş basın bu cümleyi sakız gibi çiğneyip durdu ve hala çiğnemeye devam ediyor.

"Ergenekon" iddianamesini okuduğunuzda, birbirlerinden sitayişle sözeden bir çok isme rastlıyorsunuz. Daha vahimi; "Ergenekon" savcılarının, normal beşeri ilişki içerisinde değerlendirilebilecek bu sözleri, "örgüt üyeliğinin kanıtı" olarak mahkemeye sunması.

Tabi "Ergenekon" sürecinde, övdüğünüz insanlarla da, küfrettiğiniz insanlarla da örgütdaş olma suçlamasından kurtulmanız mümkün değil. Suç delilinin yokluğunun suçun kanıtı olarak sunulduğu bir iddianameden sözediyoruz. (Bkz: İlhan Selçuk'un cep telefonu olmamasının örgüt ilişkileri çerçevesinde gizliliğe önem verdiğinin kanıtı olarak sunulması) . Anlayacağınız, savcı koltuğunda oturan Zekeriya Öz'ün yüksek hukuk anlayışından sual olunmaz.

Kefil olmanın bedelinin bu kadar yüksek olduğu süreçte; "Ergenekon" vakanüvistlerinden ensestfil Ahmet Altan, Selimiye'de başlıklı 9 Şubat 2010 tarihli yazısında bakın kime nasıl kefil oluyor:

“Ülkenizin ordusunda nasıl subaylar olsun” dendiğinde “işte böyle” diye gösterilebilecek bir hâkim albayın odasına aldılar beni.

Uzun boylu, yakışıklı, kibar, ölçülü, saygılı, genç bir albay.

Geniş ve aydınlık odasının büyük pencerelerinin altında saksılar içinde çiçekler duruyor.

Masasından, odasından, üniformasını taşıyış biçiminden titiz ve zevkli biri olduğu anlaşılıyor.

“Taze çay demlettim, içer misiniz,” dedi.

Kulplu bir cam fincanda çay getirdiler.

Okuyanda, ifade almaktan çok, komşu ziyaretini anımsatan bu diyalog üzerine sayfalarca psiko-analiz yazılabilir. Bir albayın uzun boylu, yakışıklı ve genç olmasının bu kadar vurgulanmasını, ensest dahil bir çok cinsel sapkınlığa sempatik yaklaştığı anlaşılan Altan'ın özel dünyasına havale ediyoruz.

Kamuoyunu ilgilendiren kısım; "Ergenekon" sürecinin köşesine yerleştirilen isimlerinden biri olan Ahmet Altan'ın ; gazetesine sızdırılan belgelerle ilgili ifadeye çağıran ve hayatında ilk kez gördüğü askeri savcıya bu şekilde methiye düzerken içine düştüğü çelişki.

Ahmet Altan; sözkonusu askeri savcıya, hangi tecrübelerine dayanarak; "örnek gösterilmesi gereken subay" sıfatını yakıştırıyor?

Eğer; onun bu sıfat lütufkarlığı bu kadar normal ise; Yaşar Büyükanıt'ın yanında mesai harcayan bir astsubay için, "tanırım, iyi çocuktur" demesi niye yadırganıp, binbir komploya malzeme ediliyor?

Eğer; birisini bir kere tanıdıktan sonra onu aşırı şekilde övmek Ahmet Altan sözkonusu olduğunda normal bir davranış ise; "Ergenekon" iddianamelerinde onlarca insanın beşeri diyalogları örgütdaşlıklarının kanıtı olarak medyaya malzeme oluyor?

Ahmet Altan'ın ; tek tanışma üzerinde bir albayın zarefetine, yakışıklılığına ve uzun boyluluğuna bu kadar methiyeler düzüp , etki altında kalması "Ergenekon" süreci açısından da ciddi bir zaafa işaret etmekte.

Altan'ın "Ergenekon" sürecinde insanları yaftalamak konusundan en önemli kıstasının "tanışıklığı olmak" olduğunun bir başka kanıtı da ; "Ergenekon"'dan içeri alınan Tijen Mergen'le ilgili takındığı tutum.

Doğan gazetecilik icra kurulu üyesi Tijen Mergen, bir çok insanla beraber klasik dalgalardan biri ile içeri alındığında, Taraf'la beraber yandaş medya bildik yayınları yapmıştı.

Fakat daha sonra Ahmet Altan; "Kürtler, Fenerbahçe, Sedat, Tijen" başlıklı 19 Nisan 2009 tarihli yazısında Tijen Mergen için neler yazıyor :

Ben bunları anlatırken Milliyet Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin aradı.

Dedi ki, “Tijen Mergen’in Ergenekon’la hiçbir ilişkisi yoktur.”

İki gün nezarette tutulan Mergen’e, Milliyet gazetesi için düzenlediği “Baba Beni Okula Gönder” kampanyası sorulmuş.

Telefonları dinlendiği için o telefonlarda arkadaşlarıyla yaptığı konuşmaları sorulmuş.

Ergenekon sanıklarını tanıyıp tanımadığı sorulmuş.

Bir Sinan Aygün’ü tanıyormuş, gazete için yapılan bir kampanya nedeniyle tanışmış.
Bir de Adnan Akfırat’ı tanıyormuş, onunla da öğrenciliği sırasında Boğaziçi Folklor Kulübü’nde tanışmış.

Ben Sedat’ı çok uzun yıllardan beri tanırım.

Tanımasam da fark etmezdi, biri “adını ortaya koyarak” bir şey söylüyorsa aksi kanıtlanana kadar ben ona inanırım.

Şimdi savcıya ve polislere sormak gerekiyor.

“Siz Tijen Mergen’i niye alıp iki gün nezarette tuttunuz?”

Gördüğünüz üzere; Ahmet Altan; "tanıdığının tanıdığı" sözkonusu olduğunda hukuku hatırlayabiliyor.

Hatta; "biri adını ortaya koyarak bir şey söylüyorsa aksi kanıtlanana kadar ben ona inanırım" derken içine düştüğü çelişkinin ve ikiyüzlülüğün farkında değil.

"Ergenekon" duruşmalarında insanların adlarını ortaya koyarak, haklarındaki onlarca iddiayı tek tek yalanlamasını yok sayıyor.

Çünkü Altan; onları tanımıyor. Onları tanıyanları da tanımıyor. Onlardan bir kulplu cam fincanda çay içmişliği de yok. Bu sanıkların bir çoğu ; Altan'ı etkileyecek cinsten uzun boylu, yakışıklı ve genç de değiller.

Yalnız; "Ergenekon" sanıkları açısından umut kaybolmuş değil.

"Ergenekon" sürecini yönetenlerin; Ahmet Altan'ın şans eseri de olsa Muzaffer Tekin ile tanışmasını engellemesi gerekiyor.

Altan'ın; Muzaffer Tekin'in herkesin üzerinde mutabık kaldığı zarifliği ve nezaketine muhatap kalması durumunda; içindeki bütün düğümlenmelere rağmen, Tekin'i

"Türk ordusunun başında nasıl subaylar olsun derseniz, örnek gösterilecek bir subay"

ifadeleri ile övgülere boğması içten bile değil.

Hele bir de kulplu bardakta çay ikram edilirse Altan'ı tutabilene aşkolsun.

O noktada Altan'ın ;

"bu insanlar isimlerini ortaya koyarak, biz örgüt değiliz diyorlarsa , aksi kanıtlanana kadar ben onlara inanırım"

cümlesini kurması içten bile değil.

Buradan "Ergenekon" sürecini yönetenleri, Muzaffer Tekin'i ve eşi Müge Hanım'ı; Altan'ın çelişkilerle ve kara deliklerle bezeli psikolojisi konusunda uyarıyoruz.

Olmaz demeyin...."Ergenekon"'da bu da olur.
Açık İstihbarat

BEN YASEMİN ÇONGAR’A VEKALET VERMEDİM
25.02.2010 00:41

Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar “Hayırlı Korku” başlıklı bir yazı yazmış. Habertürk internet sitesi de bu yazıyı alıp manşetlerinin arasına koymuş.

Yazının bir bölümü beni de yakından ilgilendirdiği için hakkında konuşma gereği doğdu. Yasemin Hanım yazısının o bölümünde şöyle diyor:

“Bugüne kadar nice hayatı bitiren, nice vücutta ve zihinde derin yaralar açan, nice kuşağın istikbalini karartan darbelerle hiç hesaplaşmamış; askerin siyasete müdahale etmesine göz yummuş; darbe planlarını, muhtıraları, andıçları, lahikaları “olağan şüphelilerin olağan meşgalesi” addedip yargılamamış bir ülkede, nihayet ilk kez, bunların her birinin “ceza gerektiren bir suç” olduğu fikri yerleşmeye başlıyor.”

Ben, sayın yazarın sözünü ettiği o kuşaklardan birinin temsilcilerindenim. 12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı askeri diktatörlüklerinin zulmünü görmüş, zindanlarında yatmış, sürgünlerini yaşamış biriyim. Ama onun bizler adına bu sözleri söylemesine vekalet vermedim.

Yaşadığımız o zulmü bugünkü kuşaklara aktarmaya aklım da yetiyor kalemim de. Kimsenin bana bunların “ceza gerektiren bir suç” olduğunu öğretmesine ihtiyacım yok. O darbelerle hesaplaşılmamış olduğu da doğru değildir. Bu ülkenin yurtseverlerinin faşizmle mücadelesi arşivlerde duran ciltler dolusu bir destandır. Tarihin kendisiyle başladığını sananlar bu destanı kimsenin gözünden saklayamazlar.

Size gelince;

Gece darbeyle yatıp sabah darbeyle kalkıyorsunuz ama ben ne bu yazıda ne de başka bir yazınızda geçmiş darbelerdeki Amerikan parmağından söz ettiğinizi hiç duymadım! Anayasanın 12 Eylül generallerine dokunulmazlık getiren 15. Maddesinin kaldırılması için kılınızı kıpırdattığınızı hiçbir yerde okumadım.

Kıpırdatmadınız. Çünkü o darbeleri yapanlar Amerika’nın “bizim oğlanlarıydı”. Siz de o “bizim oğlanların” bugünkü temsilcileri olduğunuz için o kısımları es geçtiniz.

Siz bırakın geçmişte istikbali kararan kuşaklara “fuzuli vekillik” yapmayı da, kendi adınıza konuşun. Ne zaman, nerede, kimden ne baskı gördüyseniz onu anlatın. Ne geçmişte ne de bugün kimseden en küçük bir fiske bile yemediniz. Sadece geçmişi çok iyi bilmeyen genç kuşakların tarihle buluşmasını engellemek için gerçekleri karartmaya çalışıyorsunuz.

Kendiniz başkalarına zulmederken, bizlere geçmişte yapılan zulümden söz etme hakkını kimden alıyorsunuz? Cumhuriyeti savunan insanları “cuntacı, Ergenekoncu” suçlamalarıyla ihbar edip engizisyon mahkemelerine gönderiyorsunuz. Gözaltına alınan, tutuklanan insanları masumiyet karinesine bile aldırmadan suçlu ilan ediyor, onurlarıyla oynuyor, kin kusuyorsunuz. Sizin gibi vicdansızların geçmişte zulüm görenlerin hakkını savunacağına kim inanır?

Bizim Amerikancı diktatörlüklerden çektiğimiz acıları kirli siyasetinize alet etmenize izin vermiyoruz.

Biz gladionun eli kalemli yeni tetikçilerini deşifre etme gücünü, geçmişte çektiğimiz o acılardan alıyoruz.

Doğan Yurdakul
Odatv.com

Not: “Fuzuli vekil” sözü değerli Ceza Hukuku hocam ve Dekanım Uğur Alacakaptan’a aittir. İlgili kişiden yetki almadığı halde onun adına konuşanlarla alay etmek için kullanırdı. Güngör Uras’ın “Bak, Ben Sana Anlatayım” adlı yeni çıkan kitabının giriş bölümünde bu sözün hatırlatıldığına çok sevindim.

03 Mart 2010
Taraf muhabiri, kendisini bürosuna davet eden Cübbeli Ahmet Hoca'nın ses kayıt cihazına el koyarak ehdit ettiğini iddia etti...

İsmailağa Cemaati ilgili haber yapan Taraf muhabiri Fırat Alkaç, "Cübbeli Ahmet Hoca" olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü tarafından "Yüz yüze görüşelim." diye davet edildiği Arifan Dergisi bürosunda tehdit edildiğini iddia etti...

Taraf muhabirinin iddiları şöyle

Taraf muhabiri olarak tehdit edilmemle ilgili olay şöyle gelişti: İsmailağa Cemaati'nin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu'nun yeğeni Saadettin Ustaosmanoğlu'yla yaptığım röportaj önceki hafta Tarafta yayımlandı. Ustaosmanoğlu konuşmasında "Cübbeli Ahmet Hoca" lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü hakkında ağır eleştirilerde bulundu. Haberin ardından telefonla ulaştığım "basın danışmanı" Barış Sezek'e, hakkındaki iddialara dair görüşlerini almak için Cübbeli Ahmet Hoca ile röportaj yapmak istediğimi söyledim. Bu görüşmeden yaklaşık bir hafta sonra 28 Şubat günü akşam saatlerinde, Sezek beni aradı ve Cübbeli'nin benimle görüşmek istediğini söyledi. Adres olarak da Eyüp Defterdar Mahallesi No:8 adresinde bulunan Arifan Dergisi'ni verdi. Ertesi gün foto muhabirimiz Celal Yıldız'la birlikte verilen adrese gittik.

Derginin bekleme odasında oturduğumuz sırada gelen Cübbeli Ahmet Hoca dergi bürosunun giriş kapısının karşısında bulunan, sadece korumaların ellerindeki kumandalarla otomatik olarak açılan çelik kapılı odaya girdi. Korumalar daha sonra bizi çağırdı ve Celal ile birlikte içeri girdik. Cübbeli, röportaj vermeyeceğini sadece tanışmak için beni çağırdığını söyledi. Ben kendisiyle görüşme yapmak için geldiğimi söyledim ama Cübbeli'nin sözleri ve odada kalabalık bir koruma grubunun bulunmasından işlerin verebileceğini belirterek "Ancak açıklamalarınızın yayımlanmasını istemiyorsanız buna saygı duyarım. Yazmam" dedim. Bu konuda mutabakata varmamızın ardından bizimle birlikte odada bulunan dört şüphelendirdiyse de hazırladığım soruları yöneltmeye başladım. Yasaklandığı için herhangi bir fotoğraf çekmedik ve anlaştığımız üzere ses kayıt cihazlarımızı çantamızdan bile çıkarmadık. Sezek ise kendi ses kayıt cihazını açarak Cübbeli ile aramızda bulunan masanın ortasına koydu. Yaklaşık bir saat süren konuşma sırasında foto muhabiri arkadaşım Celal Yıldız, önceden kararlaştırılmış bir iş randevusu nedeniyle ayrılmak zorunda kaldı.

Bu sırada Barış Sezek'e telefon geldi. Bize dönerek Saadettin Ustaosmanoğlu'nun "Deşifre" programına çıkacağını söyledi. O andan sonra bulunduğumuz ortam gerildi ve Cübbeli konuşmalarını sertleştirmeye başladı. Bana, Ustaosmanoğlu ile taraflı röportaj yaptığımı ve oyuna getirildiğimi söyledi. Ben bu iddiayı reddederek tarafsız haber yaptığımı görüşlerini almak için kendisine deulaşmaya çalıştığımı ancak başaramadığımı anlattım. Bugün kendisiyle görüşmeye gelmiş olmamın da tarafsızlığımın bir işareti olduğunu söyledim. Bu açıklamalarım üzerine Cübbeli'den "Yaptığınız bu haberlerle Ergenekonculara yardım ediyorsunuz. Onların oyunlarına gelmeyin. Ustaosmanoğlu önemli biri değildir." dedi.

Bu sırada hemen karşımdaki koltukta oturan Sezek ayağa kalkıp bana yönelerek "Sana şimdi gerçek Cübbeli Ahmet Hoca'nın kim olduğunu göstereceğim" dedi. Sağımda bulunan kişi de yerinden kalkarak sol tarafıma geçti. Konuşmanın başından beri ayakta yakınımda duran diğer "koruma" da bana doğru yaklaştı. Bu hareketlenme üzerine Cübbeli'ye buraya kendisinin daveti üzerine geldiğimi hatırlattım. Cübbeli bana "Seni sevdim. İyi çocuksun" dedi. Kalkmam gerektiğini söylediğimde konuşmanın başından beri yanımda duran koruma, Sezek'in kulağına eğilerek sessizce ama benim duyabileceğim şekilde "Birşey yapmıyor muyuz" dedi. Sezek de ona aynı şekilde "Bu sefer birşey yapmıyoruz" dedi. Bu korkutmaya yönelik tehditlerden sonra dergi bürosundan ayrıldım.
haber101

Cübbeli Ahmet Hoca'dan Taraf'a İhtarname!

03 Mart 2010, 20:28 Anadolu Haber

Taraf Gazetesinin bugünkü manşetiyle ilgili Ahmet Mahmut Ünlü`nün avukatları ihtarname Taraf Gazetesine çektiler. Taraf`a gönderilen ihtarname Cüppeli Ahmet`in internet sitesinde de yayınlandı:

İşte Ahmet Mahmut Ünlü Adına avukatı tarafında Taraf gazetesine çekilen ihtarname


İHTAR EDEN : Ahmet Mahmut Ünlü


VEKİLİ : Av. Ramazan ARITÜRK – Av. Cihat GÖKDEMİR


MUHATAP : Alkım Gazetecilik A.Ş (Taraf Gazetesi) Misbah Muhayyeş Damga ve Neşet Ömer Sk. N: 23-25 Kadıköy 34710 / İstanbul


KONU : 03.03.2010 tarihli müvekkil hakkında yapılan haberin tekzip edilmesi ihtarıdır.

AÇIKLAMALAR :

Sayın Muhatap;

1- Müvekkil aleyhinde 03.03.2010 tarihli sahibi bulunduğunuz Taraf Gazetesinde yayımlanan gerçek dışı ve yalan olan haberin tekzip edilmesi gerekmektedir. Karanlık yapılanmalarla ilgili mücadelesinde takdirle takip ettiğimiz gazetenizin bu haberle neyi amaçladığı ve kimlerin amacına hizmet ettiği de müvekkili kaygılandırmaktadır.

2- Muhabirinizi görüşmeye çağıran müvekkilimiz değildir. Muhabiriniz, 8 Şubat 2010 tarihinde gazetenizdeki “Cemaatini ayaklar altına aldı” başlıklı ve müvekkili haksızca itham eden röportajdan hareketle görüşme talebinde bulunmuş, kendisine “gazetenizin 8 Şubat tarihli röportajı iyiniyetle yayınlamadığı, yayından önce bizim görüşümüze başvurup iddialar hakkında ne düşündüğümüz sorulmadan haksızca itham edildiğimiz, bu nedenle talep ettiğiniz görüşmenin de karşılıklı güven tesis edilmeden mümkün olmayacağı” bildirilmiş, ancak muhabirinizin ısrarlı görüşme talebi üzerine “tanışma amaçlı” görüşülebileceği belirtilerek randevu verilmiştir.

3- Bunun üzerine muhabiriniz, müvekkille görüşmek için o sırada müvekkilin bir program için bulunduğu Arifan dergisi binasına gelmiş ve görüşme gayet medeni bir havada gerçekleşirken, daha önce kendisinden söz alındığı halde muhabiriniz cemaatle ilgili sorularda ısrarlı davranarak ortamı kendisi germiştir. Basın ahlakına sığmayan bu davranışı nedeniyle muhabirinizi ve gazetenizi kınıyoruz.

4- Gazetenizin 03.03.2010 tarihli müvekkil hakkında yayımladığı haberde tanışmak için gelen muhabirlerin baskıya ve zorlamaya maruz kaldıklarından bahsedilmektedir. Müvekkilin bulunduğu ortama muhabirleriniz kendi hür iradeleri ve rızaları ile tanışmak amacıyla gelmiştir. Bu hususlar göstermektedir ki, müvekkil Taraf Gazetesi muhabirleri ile bir görüşme yapmak istememiş olsaydı; zaten söz konusu muhabirleri ağırlama zahmetine de katlanmazdı.

5- Müvekkilin kamuoyundaki itibarını sarsma amacını güden bu tür girişimleri ibretle izlemekteyiz. Cemaat içerisinde bir ihtilaf yaratma amaçlı girişimleri de kamuoyu ibretle izlemektedir. Bu tür girişimlere müvekkil Ahmet Mahmut ÜNLÜ’nün adını karıştırma amaçlı girişimlerden de müvekkil her zaman rahatsızlığını dile getirmiştir ve bu nedenle bu amacı güden röportaj taleplerini geri çevirmektedir.

6- Maalesef müvekkilin tüm iyiniyeti ve hoşgörüsü, 03.03.2010 tarihinde Taraf Gazetesinde manşet yapılan gerçek dışı ve yalan olan habere istinaden kötüye kullanılmıştır. Halkın gerçek ve doğru haber alma hürriyetini kötüye kullanan bu muhabirler ve buna izin veren tüm ilgililer hakkında kurumiçi yaptırımların uygulanmasını ve işbu ihtarnamenin tebliğinden itibaren 3 gün içinde 03.03.2010 tarihinde yayımlanan haberin tekzip edilmesini; aksi takdirde cezai ve hukuki tüm yasal yollara vakit kaybedilmeksizin derhal başvurulacağını vekâleten ihtar olunur.

TARAF BİLE BİLE YANILTIYOR



23.10.2010
Taraf Gazetesi, Bahar Kılıçgedik imzasıyla bugün sürmanşetten “Kafes’in Şifresi Levent” başlıklı bir haber yayınladı. Haberde Levent Bektaş’ta bulunduğu iddia edilen Kafes Planı’na ilişkin 9 Temmuz tarihli “TÜBİTAK Raporu” yeniymiş gibi anlatılıyordu.

Oysa hem 9 Temmuz tarihli “TÜBİTAK Raporu”, hem de Emniyet Müdürlüğü’nün verdiği 2 rapor, ABD’de Bilişim Laboratuarında yapılan incelemelerle yalanlanmış, üstelik raporların karşılaştırması yapılarak açık çelişkileri gösterilmişti. Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi de Kafes Planı’nın Levent Bektaş’tan ele geçen CD’lerde bulunmadığına dair rapor yayınladı. Kısacası Kafes Planı çok önemli kurumlarca yalanlanmış, TÜBİTAK’ın ve Emniyet’in verdiği çelişkili raporlar tartışmalı hale gelmişti. Nitekim davanın son celsesinde TÜBİTAK da incelediği CD örneğinin başka olabileceğini söyleyerek yapılan hatayı kabul etmiş, kendi verdiği raporu yalanlamıştı. Ancak Taraf Gazetesi tüm bu gelişmeleri yok sayarak TÜBİTAK’ın bile sahip çıkmadığı ve “hazırlayanları” yargı önüne çıkarabilecek rapora sahip çıktı. 3 ay önceki plan yeni gibi okuyuculara sunuldu ve Kafes Planı’nın bu rapora dayanılarak gerçek olduğu iddia edildi.

Odatv olarak Taraf’ın bugünkü haberini konuyu ayrıntılarıyla bilen, Levent Bektaş’ın avukatı Hüseyin Ersöz’e sorduk.

İşte Ersöz’ün açıklamaları:

“HANGİ TARAF? TABİİ Kİ YANLIŞ TARAF!

İddia edilen Kafes Eylem Planı’na ilişkin isnatlar ilk olarak 19 Kasım 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlandıktan sonra kamuoyuna mal olmuş ve gerek sanıklar gerekse müdafileri olan bizler Gizlilik Kararı nedeni ile ulaşamadığımız bilgilere adı geçen gazetede yayınlandıktan sonra kısmen vakıf olabilmiştik.

Soruşturma aşamasında olan ve dosya üzerinde Gizlilik Kararı bulunması sebebi ile ulaşamadığımız bilgilere Taraf Gazetesi’nin daha iddianame açıklanmadan aylar öncesinden ulaşmasını bir gazetecilik başarısı olarak nitelendirmek ise mümkün değildir. Çünkü sonraki aşmalarda görülmüştür ki, Masumiyet Karinesini hiçe sayarak konular çarpıtılmış ve yanlış – yönlendirici bilgiler ile Kamuoyu yanıltılmaya çalışmıştır. Bu genel üslup benzer davalardaki habercilik anlayışı ile Taraf Gazetesi’nin genel yayın politikasının bir parçası haline gelmiş görünmektedir. Ancak Taraf Gazetesi Adil Yargılanma Hakkı’na ilişkin tüm etik değerlerden yoksun olarak yayınlamaya devam ettiği bu ve benzeri haberlerde yanıltmaya devam etmektedir.

TARAF’IN “SAVCILIK” GÖREVİ

Bugün “Kafesin Şifresi Levent” başlıklı haberde bunun örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmıştır. Taraf Gazetesi’ne bir şeyler anlatmanın zor olduğunu biliyoruz çünkü onların habercilik anlayışlarında birçok örnekte olduğu gibi Adil Yargılanma Hakkı, Savunma Hakkı ve Masumiyet Karinesi’ne Saygı gibi ilkeler yer almamakta, ancak bizler yine de ısrarla anlatmaya devam edeceğiz. Zira açıkça Hukuk Devleti ve Demokrasiden nasbini almamış bu zihniyetin yıkılması ve bu haberleri yapan Taraf Gazetesi mensuplarının hukuk çizgisine çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Öncelikle Taraf Gazetesi eski bir haberi yani 09.07.2010 tarihli TÜBİTAK Raporu’nu kendisine temel alarak birtakım değerlendirmelerde bulunmuş. Bunu anlayabiliyoruz. Zira iddia edilen Kafes Eylem Planı’nı ilk defa bu gazetede yayınlanmıştır. Söz konusu gazete, daha Mahkeme aşamasına dahi gelmeyen bir yargılama sürecine ilişkin olarak adeta Savcılık rolünü üstlenmiştir. Sonrasında yaşanan ve müvekkilimizin masumiyetine temel oluşturan argümanlara da yayınlarında asla yer vermemiştir. Dosya ya sunulan bilirkişi raporlarını görmezden gelmiş ve dosya kapsamında yargılanan insanların masum olabileceği yönünde tek bir yayın dahi yapmamıştır. Kısacası benzer davalarda gözlemlenen tipik Savcılık görevini yerine getirmiştir. Şimdi de doğal olarak bu iddiaları destekleyecek bir yayın politikasını sürdürmesi gerekiyor.

TARAF’IN İDDİALARI VE YANITLAR

Peki, ne diyor Taraf Gazetesi? İddialarına satır satır cevap verelim:

“Poyrazköy’de yapılan kazılarda ele geçirilen mühimmatlarla bağlantılı olarak tutuklanan ve ofisinde yapılan aramalarda Kafes Eylem Planı’nın yer aldığı CD’lere ulaşılan Levent Bektaş’ın avukatları, TÜBİTAK’ın incelemesinin ardından söz konusu CD’lerin Boğaziçi Üniversitesi’nde görevli üç kişilik bir bilirkişi heyeti tarafından incelenmesini istemişti. Heyet, planın yer aldığı 1 nolu CD ve 3 nolu DVD üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda, “Kafes Eylem Planı’na ulaşılamadığı” yönünde bir rapor hazırlamıştı.”

Taraf Gazetesi konuyu yeteri kadar irdelememiş. Bu konuda kendilerini aydınlatalım:

Öncelikle dosya kapsamında bulunan ve DVD içinde iddia edilen“Kafes Eylem Planı”nın bulunmadığına ilişkin tek rapor Boğaziçi Üniversitesi tarafından hazırlanan rapor değil. Emniyet Mensupları tarafından hazırlanan 22.04.2009 tarihli raporda aynı tespiti içeriyor. Yani söz konusu CD ve DVD’ler içinde suç konusu ile ilişkilendirilebilecek bir hususun bulunmadığını. Yine 29 sayfadan oluşan ve Emniyet Mensupları tarafından hazırlanan 09.05.2009 tarihli bir başka raporda söz konusu DVD içinde Taraf Gazetesi’nin 19.11.2009 tarihinde manşetten verdiği sözde eylem planının bulunmadığını belirtiyor. Aynı şekilde ABD’nin ilk üç Adli Bilişim Kuruluşu arasında yer alan Cyber Diligence Inc’de söz konusu DVD içinde Kafes Eylem Planı bulunmadığı tespitini yapmıştır.

Bu süreci kısaca özetlemek gerekirse;

Mahkeme 15.07.2010 tarihli kararında sanık müdafilerinin DVD üzerinde adli inceleme yaptırabilmesi için imajının (birebir kopyalarının, ayna görüntüsünün) çıkarılmasına ve sanık müdafilerine verilmesine karar vermiştir. Bunun üzerine TÜBİTAK’tan görevlendirilen Bilirkişi Yılmaz ÇANKAYA, 26.08.2010 tarihinde Beşiktaş Adliyesi’ne gelerek “adli analiz araçları” kullanmak suretiyle bu işlemi gerçekleştirmiştir. Söz konusu CD ve DVD’nin imaj kopyası 27.08.2010 tarihinde tarafımızca alınmış ve inceleme yapılması için Boğaziçi Üniversitesi’ne gönderilmiştir. 12.09.2010 tarihinde Mahkemeden ikinci kez teslim alınan imaj ise Cyber Diligence Inc (ABD) isimli Adli Bilişim Şirketine gönderilerek inceleme yaptırılmıştır. Tüm bu süreç yasalara uygun ve CMK 67/6. Maddesi kapsamında gerçekleşmiştir. Taraf Gazetesi’nin bugün yayınlanan haberde yer alan;

“Mahkeme, Emniyet, TÜBİTAK ve bilirkişi raporları arasındaki çelişkilerin giderilmesi için tüm belgeleri TÜBİTAK’a göndermeye karar vermişti. Mahkemenin sanık avukatları tarafından özel bilirkişilere hazırlatılan raporu değil, resmî kurum olan TÜBİTAK’ın verdiği raporu dikkate alacağı öğrenildi.” bilgisi ise gerçeği yansıtmamaktadır. Zira Bilirkişi İncelemesine ilişkin CMK’nun 67. Maddesinin 6. Fıkrasında özel bilirkişilik adı altında bir inceleme yer almamaktadır. Bu madde de;

“Cumhuriyet savcısı, katılan, vekili, şüpheli veya sanık, müdafii veya kanunî temsilci, yargılama konusu olayla ilgili olarak veya bilirkişi raporunun hazırlanmasında değerlendirilmek üzere ya da bilirkişi raporu hakkında, uzmanından bilimsel mütalaa alabilirler.”

denilmektedir. Görüleceği üzere Savcılık ve savunma tarafından hazırlanan raporda aynı güç ve kudrette olup, TÜBİTAK tarafından hazırlanan rapor ile bizlerin Mahkemeye sunmuş olduğu rapor arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Taraf Gazetesi’n
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Mar 28, 2010 12:53 am    Mesaj konusu: 'BEN LİBERALİM' DİYENLER KENDİLERİNİ BU YAZIDA KEŞFEDECEKLER Alıntıyla Cevap Gönder

“BEN LİBERALİM” DİYENLER KENDİLERİNİ BU YAZIDA KEŞFEDECEKLER

Necmi Erdoğan



27.03.2010

Necmi Erdoğan’ın 2008 yılında kaleme aldığı ve Birgün gazetesinde yayınlanan yazısını Odatv okuyucuları için yayınlıyoruz:

Öncelikle, sözünü edeceğimiz “kişilik tipi” ile dünya-tarihsel bir olgu olarak liberalizmi eş tutmamak gerektiği kaydını düşelim... T. Bora, sığ bir anti-liberalizme düşmememiz için, “faşizmin sosyalizmle liberalizmi aynı soydan düşündüğünü” hatırlatıyor. Bizim ele alacağımız “liberal kişilik tipi”nin çözümlenmesi tam da bu noktada önem kazanıyor. Şöyle ki, bu liberal kişiliğin tayin edici bir özelliği, faşizmin kurduğu eşdeğerliğin tersini kurarak, “sosyalizm ile faşizmin aynı soydan olduğunu” tartışılmaz bir gerçek gibi sunması ve etrafta (Türkiye sol/devrimci hareketinin tarihinde) “faşist avı”na çıkmasıdır.

Bu liberal kişilik, Türk muhafazakârlığı ve yeni sağı ile kurduğu ittifaklardan da aldığı güçle, müttefiklerinin taşıya geldiği (F. Açıkel’in nitelemesiyle) “kutsal mazlumluk psikopatolojisi” ile kendisinde vehmettiği “muhalif” veya “putkırıcı” dinamiği karşılıklı olarak etkileşime sokarak, Türkiye toplumunun “siyasal ufkunu” tayin eden bir hegemonik dil oluşturuyor. G. Yalman’ın kullandığı bir ifadeyle “muhalif görünen, ama hegemonik olan” bu dil, Türkiye toplumuna devlet merkezli bir perspektifle bakan ve bugün artık kendi devlet nosyonunu da ordu ve yüksek yargının kimi kısımları ile sınırlamış (müttefiklerinin hakim olduğu aşikar olan emniyet aygıtından milli eğitim aygıtına kadar diğer devlet aygıtlarını pek de dert etmeyen) bir dildir. Her global kapitalizm ve global sermayenin hükmü bahsinde “ulusalcılık illeti” teşhis eder. “Sınıfsallık sorunu”nu arkaik bir sol motif sayar ve “kültürel kimlikler” veya “farklılıklar” ile meşgul görünürken de, eğitim hakkından yoksun kalan ve “kot taşlama”ya mahkum edilen yoksulların, Ege denizine “dökülen” kaçak göçmenlerin, Tuzla tersanelerindeki Kürt ve Alevi işçilerin veya Ermenistan’dan gelen kaçak işçilerin hayatlarında sınıf ve kimlik sorunlarının iç içe geçmişliğini umursamaz.

Liberal kişilik, hasmını susturmak, yok etmek veya kamplarda toplamak istemez

Bu liberal kişilik, her şeyden önce bir “güzel ruh” barındırır. Ama bununla onda bir takım yüce erdemler bulduğumuzu söylemek istemiyoruz. Hegel’e göre, “güzel ruh” kendine bir ahlaki saflık atfeder; kalbinin safiyetini ve iç güzelliğinin ihtişamını bozmamak için de “eylemekten” ve “dünyadaki yerini almaktan” kaçınır. Bu durumun yarattığı çelişki nedeniyle de ona “mutsuz bir bilinç” eşlik eder. “Güzel ruh”, tam da bu arayışında buharlaşıp uçan, içi boşalmış, “kayıp bir ruh”tur. Mağrur ve fakat huzursuzdur. Dahası, Deleuze’ün deyişiyle “savaş meydanına fırlatılmış barışın adaleti” gibi davranır: “Güzel ruh, tarih kanlı çelişkilerle yapılmaya devam ederken, her yerde farklılıklar gören ve bunlardan yalnızca saygın, uzlaştırılabilir veya federatif farklılıklar olarak söz eden ruhtur aslında.”

Liberal kişiliğimiz de böyle bir “güzel ruh” sahibidir. Kendini o farklılıkların, “kimlikler”in dışında ve üstünde yer alan, ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir. Bu ruhun güzelliği, “öteki güzellemesi” yapıyor görünürken aslında “beriki”ni, yani kendini güzelliyor olmasından da kaynaklanır (Aslına bakarsanız, her “ötekine” de güzel demez zaten.)... Kendisi kirlenmemiş, lekesiz ve her türlü “ideolojik önyargı”dan azadedir. Dikkat edilirse, liberal kişiliğimiz, kimi tezahürlerinde pervasızca, kimi tezahürlerinde de “çaktırmamaya” çalışarak, etrafına kibir, küçümseme ve alayla bakar. Zaten “ötekinden” söz edip durmasının asıl psişik saiki de kendi kendisiyle böbürlenmektir. Elbette ki, “pozitivist kafalı modernleşmeci”nin Jakoben tavrını sergilemez. Ama onun kendinde vehmettiği konum, T. Bora’nın vurguladığı üzere, kendini etrafını aydınlatmaktan sorumlu addeden otoriter pedagogun (liberal kişiliğimizin şeytanileştirdiği o meşum “Kemalist öğretmen”in) konumundan hiç de daha aşağı, daha mütevazı, daha ayrıcalıksız bir konum değildir.

Liberal kişilik, bütün liberal lafzına rağmen asabi ve tahammülsüzdür. Neredeyse yalnızca muhafazakârlara tahammül gösterir; “demokratiklik kontrol noktasından” her nedense yalnızca onlar geçebilirler. “Musul sorunu Türk-İslam birliği sorunudur” veya “Komünizm tehlikesi yok olmamıştır ve Kürt hareketi de komünisttir” yollu tam sayfalık ilanlar yayınlayan gazetelerde köşe yazarı olmakta beis görmez. Ve fakat solcu birinin “bu kadar kimlik siyaseti yapmasak” gibi bir fikir serdettiğini duyduğu anda bütün bir devrimci harekete faşist veya ırkçı yaftasını yapıştırmakta da tereddüt etmez.

“Ötekini içeriden anlamak” liberal kişiliğin şiarıdır. Ama bu şiar liberal kişiliğin kendi ötekileri için, solcular/devrimciler için (ve haliyle Kemalistler için) işe koşulmaz. “Ne yani biz Mamak’ta faşizme karşı direndiğimizi düşünürken, asıl faşist olanlar bizler miydik?” türü soruları duymak bile istemez; duysa da aldırmaz. Mevcut iki ortodoksinin dışında bir başka yolun, bir üçüncü yolun mümkün olduğu fikrini derhal utangaç bir karşı kamp savunusu veya en iyi ihtimalle “iki cami arasında beynamaz” kalma olarak addeder. Tuhaftır, liberal kişilik, ne kadar ideoloji-sonrası görünürse görünsün, soy ideolojilerin “ya/ya da”, biz/düşmanlarımız” gibi karşıtlıklarını sanki öyle yapmıyormuş gibi yaparak aynen yeniden üretir.

Liberal kişiliğin kendi ötekisi hakkında sahip olduğu imge de -kendisini aynasında seyrettiği otoriter geleneğin ölçüsünde olmasa bile- paranoid izler taşır. Bizim “liberal kişilik” adını verdiğimiz kişiliğin, Adorno’nun Amerikan toplumunu faşizm ölçeğine vurduğu “Otoriter Kişilik Üstüne” çalışmasında incelediği kişilik tipinin anti-semitik paranoyası ile ilgisi yoktur elbette; hatta Adorno’nun “gerçek liberal kişilik” adını verdiği kişiliğe uyduğunu da söyleyebiliriz. Lakin, bir Yahudi’nin Adorno’nun sözünü ettiği “otoriter kişiliğe” “Yahudi komplosu” hususunda derdini anlatmaya çalışması ne ölçüde beyhude ise, bir solcunun/devrimcinin bizim liberal kişiliğimize derdini anlatmaya çalışması da o ölçüde beyhudedir. Her iki durumda da “gerçeğin öyle olmadığını göstermek için çırpınan” bir öteki vardır.

Tabii bunu söylerken, liberal kişiliğe haksızlık etmemek gerekir. Zira liberal kişilik, faşist veya otoriter kişilikler gibi hasmını susturmak, yok etmek veya kamplarda toplamak istemez. Onun istediği şey, hasmın bile isteye husumetten vazgeçmesi, kendi işgal ede geldiği konumu kendi kendine gayrımeşru addetmesi, yani kendi kendini gönüllüce ortadan kaldırmasıdır...

Liberal kişilik, kibir ve kendini beğenmişlik özelliği taşır

Liberal kişilik kibirli ve zaman zaman da saldırgan bir narsizmle maluldür. Bu durumu resmeden tipik bir anını, televizyon ekranında “ötekilerle” tartışırken kendisine söylenen sözlere müstehzi bir gülümsemeyle karşılık vermesinde ve akabinde de bütün farklı argümanlara kerameti kendinden menkul bir edayla bıyık bükerek hasımlarını vuracak silahlarına tekrar sarılmasında bulabiliriz. Bu itibarla, liberal kişiliğin, özellikle de “genç sivil” olanının muarızları tarafından “yaramaz, haylaz çocuk tavrı” sergiler görülmesi boşa olmasa gerektir. Çünkü her iki durumda da “sevin beni, tapın bana” diyen ve bu gerçekleşmedikçe de dikkat çekmek için elinden geleni yapan ve etrafına küçük çaplı sembolik tacizlerde bulunan özneler söz konusudur.

Liberal kişiliğin kendi kendisinde hayran olduğu asli güzellik “putkırıcılık”tır. Bir “Batı demokrasisinde” müesses nizamın “vasat”ı sayılması gereken çoğulculuk, çokseslilik, farklılıkların tanınması vb. fikirlerin Türkiye’ye gelindiğinde “muhalif” veya “putkırıcı” gibi görünmesinin birtakım ciddi toplumsal-siyasal sebepleri elbette ki vardır. Yine de, şu “global köy”deki bir “kanaat önderi” olarak liberal kişilik Guardian veya Independent gibi bir gazetede İngilizlere hitap ediyor olsa, onlar için nasıl “putkırıcı” olan bir dünya tasavvuru sunacaktır acaba?.. Liberal kişilik, başka şeylerinin yanı sıra, bu durumunun da farkında olacak kadar bilgili bir kişiliktir. Yine de, kendi siluetine baktığında gözleri kamaşmaya devam eder. “Güzel ruh”unu huzmeleriyle yıkıyor görünen putkırıcılığının göz kamaştırıcılığı, kendisini “devletetaparlığın” aynasında seyredip durmasından kaynaklanır. Fazla kazınırsa, bu putkırıcılığın altında “otoriter baba”nınkinden daha “sahici” bir “otorite” inşa etme arayışı bulmak mümkündür... “Ceberut devlet”e karşı durduğunu düşünen liberal kişiliğin kamusal tartışmalarda “duruma vaziyet eden” ve durduğu “Arşimet noktası”ndan herkesi yerine yerleştiren bir “demokratlık polisi” rolüne soyunması da böyle bir otorite tesisi ile ilgili olsa gerektir.

Marx’ın hayaleti bile, liberal kişiliğin ruhunu etkiler

Solcunun-devrimcinin liberal kişiliği tedirgin etmesinin sebebi de, solun feri sönmüş haliyle bile onun bu narsist bütünlük halesini bozan bir “parazit” oluşturmasıdır. Yani “bir hayalet olarak” sol, liberal kişiliğin “semptom”udur; liberal putkırıcılığın nasıl sığ bir sivil toplum (ve sermaye) putlaştırmasını, nasıl sığ bir devlet eleştirisini, nasıl “baskıcı bir hoşgörüyü” içerdiğinin ve ayrıca “devletetaparlığın da, sivil topluma taparlığın da” dışında bir ihtimal daha olduğunun işaretini verir. Liberal kişiliğin solla olan derdi, “olmayan haliyle bile” solun onun hiç de “heterolojik” olmadığını göstermesinin semptomlarıyla baş etme arayışı olarak okunabilir. Hülasa, liberal kişiliğin anlatısallaştıramadığı “reel”i kendisinin de bir “ortodoksi” oluşturması ve “heterodoks” bir dünya ve toplum tasavvurunun ancak sol bir tasavvur olabilecek olmasıdır. Yani “Marx’ın hayaleti” liberal kişiliğin ruhuna musallat olmuştur...

…..

Psikoanalitik olarak, liberal kişiliğin solla olan derdi, müesses nizam ile “pek de mutlu olmayan beraberliğinin” huzursuzluklarını solculara “yansıtmak”, kendi vicdanının kirleniyor oluşunu “reaksiyon formasyonu” ile inkâr edip solda kirli çamaşır bulup çıkarmaktır belki de...

Kendisini hep “bir vakitler solcu” olarak tanıtır

Liberal kişilik, Sloterdijk’in “Sinik Aklın Eleştirisi”nde tartıştığı üzere, güya “ideoloji sonrası” olan bir öznenin sinizmiyle de maluldür. Bir yanda “demokrat” bir gazetedeki köşesinde “derin devlet”e savaş açtığını söylerken, öte yanda bir televizyon programında 1 Mayıs olaylarında polisin uyguladığı şiddetin ne kadar “orantılı” ve “elzem” olduğunu anlatıyor olabilir. Veya Ergenekon soruşturmasındaki tavrı yüzünden solculara-devrimcilere şiddetle saldırırken, kendi gazetesindeki bir köşe yazarının, oğlu yargısız infaza kurban gitmiş bir babayı “sizin oğlunuz da zaten saldırganmış; hem siz niçin Diyarbakır’dan göçtünüz?” yollu konuşmalarını kendine mesele etmeyebilir. Bu kişiliğin sinikliği, “Bu vatan için kurşun atan da bizim...” şiarının müellifi bizzat kendisi iken, bu durum hatırlatılınca oralı olmayıp da, solcuların-devrimcilerin kendi geçmişlerinin günahını çıkarmalarını isteyebilmesi ölçüsüne dahi varabilir. Hatta ve hatta Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevlerinde veya ölüm oruçlarında yaşananları bildiği halde, solcuların cezaevlerinde işlediklerini iddia ettiği cinayetlerle yüzleşmeleri gerektiğini Ermeni soykırımı, Kürt sorunu, Maraş olayları vb. bahislerinin hemen ardından söylemesi de mümkündür. Sinik özneyi sinik yapan da ne yaptığını bilmesidir zaten.

Bahsi geçen liberal kişilik kendisi de bir vakitler “solcu” olduğunu söylediğine göre, sol içinde işlenmiş olan veya işlenmiş olabilecek olan “suçların” Ermeni meselesi veya Maraş olayları ile ardı ardına sıralanacak bir “toplumsal fenomen” olamayacağını da elbette bilir. Devrimcileri “silah, şiddet kültürü” sahibi olmakla suçlayan aynı liberal kişilik, kendi akademik çalışmalarına konu ettiği cemaatin önderini “Komünizmle Mücadele Dernekleri”ndeki geçmişiyle yüzleşmeye çağırmayı aklının ucundan geçirmez. Hakeza, solcuları-devrimcileri otoriter zihniyetle eleştirirken, ele aldığı veya temas kurduğu cemaatin kendi içinde ne gibi bir “demokratik kültür” eseri barındırdığını anlatmak lütfunda de bulunmaz.

İdeolojilerinin maddiliği ve globalliği antimilitarizm ile Nike arasına sıkışmıştır

Ele aldığımız liberal kişiliğin kendisini “genç subaylara” karşı konumlandıran bir alt tiplemesi olan “genç sivil” kişiliğin sivilliği ve anti-militarizmi Çankaya köşkündeki davete icabet ederken ayağına giydiği Converse ayakkabıların sivilliği ve anti-militarizmi kadardır. Peki Converse ayakkabılar ne kadar sivil ve anti-militaristtir? İşte bu noktada, ideolojinin maddiliği ve globalliği ile karşı karşıyayız. Genç liberal kişiliğin asker postalına karşı ayağına taktığı Converse ayakkabıların memleketin özellikle yeni orta sınıf gençliğinin favori ayakkabıları olarak gerçekten de “sivil toplumu” gösterdiğini düşünebiliriz elbette. Lakin “globalleşen dünyamızda” metaların neyin göstergesi olduğu hususu o kadar basit değildir. Bu sivil spor ayakkabıların üreticisi olan Converse’in bünyesinde yer aldığı Nike adlı dev şirket, üçüncü dünya ülkelerinde ucuz çocuk emeği ve başka vahşi sömürü yöntemleri ile “taşeronlarına” üretim yaptıran ve buna karşı “liberal” Amerikan kampuslarında boykotlar düzenlenmesi karşısında da sorumluluğunu kabul etmeye yanaşmayan bir şirkettir. Liberal kişilik, bu cümleleri okuduğunda, “solcuların sınıf takıntılı malum kafası” diye düşünecektir muhtemelen. Biz işin liberal kişiliğin kendisini özdeşleştirdiği “demokratik” tarafı ile devam edelim: Nike, Endonezya’daki üretimini sağlama almak için cuntacı generallerle işbirliği yapmış, hatta onları teşvik etmiştir! (Bkz. Google!)

Liberal kişilik, bütün bu bahislerde “sinsi” bir “anti-emperyalist” zihniyet ve dahası -her “anti-emperyalizm”i milliyetçiliğin utangaç hali olarak düşündüğü için de- “ulusalcı” bir damar bulabilir; ki bu eşdeğerlik zincirinin bizi ırkçılığa, onun da faşizme götürmesi pek muhtemeldir. (Bir televizyon programında konuşurken “Çok uluslu şirketler, milli olan... milli değil de, o toprağa, o coğrafyaya ait her şeyden orayı arındırmaya çalışıyor; biz çok uluslu şirketlerin bir şeyler satmaya çalıştığı insanlarız” dediği için faşist ilan edilen aktörün başına gelen de budur.) Dolayısıyla, “ne kadar sivil ve anti-militarist” olduğunu sorduğunuz bir paragrafınız liberal kişiliğin söyleminde pekala örtük faşizan niyetlerinizin dillenmesi muamelesi görebilir!

Son olarak, “iyi ama benim Converse ayakkabı giymem niye Nike’ın militarist tezgâhlarına destek sayılsın?” gibi bir itirazla da karşılaşabiliriz. İşte bu noktada, ideolojinin maddiliği bahsine girmiş oluruz. Siz neye inanırsanız inanın, kendinizi ne kadar anti-militarist hissederseniz hissedin, “orada”, ayaklarınızın altında cisimleşmiş, ayaklarınızı saran bir ideoloji var. Althusser’in bize hatırlattığı üzere, ne demişti Pascal? “İnanman gerekmiyor, diz çök, dudaklarını kımıldat, dua ediyormuş gibi yap, yeter”. Elbette Nike’ın sivilliğine de inanmamız gerekmiyor; zaten o da bizden bunu beklemiyor; ürettiği ayakkabıyı giyelim yeter! Sivil ve liberal kafalarımızı çocuk işçilerin ellerinin üstüne basa basa gezdirmemizde ne gibi bir “barbarlık” olabilir ki, değil mi?..

Ama belki de, Marx’ın bize gösterdiği üzere, “sivil toplum”un “burjuva toplum” olduğunu ve içinde bir “canavarlık” barındırdığını hatırlayacak olursak, Converse ayakkabı sivilliğinin gerçekten de bir “sivillik” olduğunu teslim etmeliyiz.

Liberal kişiliğin çabası “solda kirli çamaşır” buluş çıkarmaktır

Liberal kişiliğin sözünün içeriğinin artık neredeyse herkesin malumu olan bir “formül”e dayandığını ve uzun uzadıya tartışmayı pek de hak etmeyen bir Türkiye toplumu analizi klişesini durmadan tekrarladığını söyleyebiliriz. Öyleyse, temel soru, liberal kişilik konuşuyor olmakla bize ne söylemektedir? Bu soruya çok çeşitli yönlerden cevap arayabiliriz. Ancak asıl cevabı psikoanalizden yardım alan bir ideoloji eleştirisi verebilir. Zira Ermeni soykırımı bahsinden solun “cezaevi suçlarına” zıplamak veya kendi desteklediği hükümetin bakanının “iyi ki kurtulduk Ermenilerden ve Rumlardan” demesinin kendi gazetesinde bile eleştirildiği bir zamanda hala solcuların ırkçılığından bahsetmek başka türlü zor analiz edilir. Biraz olsun vicdan veya biraz olsun izan veyahut da biraz olsun malumat sahibi olan bir insan, liberal kişiliğin sunduğu sol imgesinin Türkiye solunu-devrimci hareketini anlamak ve açıklamak için neredeyse hiçbir işe yaramayacağını teslim eder. Yeryüzünde ettiği son üç beş cümleden biri “yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” olan bir kişiyi ırkçılıkla suçlamak veya 1983-4’te Kürt hareketi ile beraber “Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi”ni kurmaya girişmiş bir harekette “faşist” damar keşfetmek veya gazete köşesindeki yazısına “12 Eylül’ün Solcu Generali” gibisinden bir başlık atıp “solcuları kollayan” generalden ve solcuların 12 Eylül’e destek vermesinden utanıp sıkılmadan dem vurmak gibi “semptomlar”, liberal kişiliğin sol analizinin kendisinin psikoanalize tabi tutulması gerektiğini gösteriyor. Bir “organik aydın” olan bu liberal kişilik bütün bunların farkındadır; ayrıca anti-semitizm, anti-sabetayizm vb. şeylerin soykütüğünün şimdi müttefiki olduğu muhafazakarlığın tarihinde nasıl kökleşmiş olduğunun da “bilgisi”ne sahiptir. Ama Cevat Rıfat Atilhan, Necip Fazıl veya Samiha Ayverdi okuyarak büyümüş şimdiki müttefiklerini değil de, Zap suyuna köprü yapmış devrimcileri “ırkçılıkları” ile yüzleşmeye, Mamak’ta “Saldırın aslanlarım!” diyen subayları değil de, o “aslanların” saldırdığı insanları gizli faşizanlıklarını-“Ergenekonculuklarını” itiraf etmeye çağırmakla meşguldür. Yukarıda da dediğimiz gibi, sinik bir kişilik olarak, “öyle olmadığını bilmekte ve fakat öyle olduğunu söylemeye devam etmektedir”. Liberal kişiliğin bu anlatısı, Türkiye toplumunun ve sol-devrimci hareketinin tarihine ilişkin bir “hatırlama biçimi”dir ve bizimki de dahil hiçbir hatırlama biçiminin olmadığı üzere, “masum” değildir. Bir “kolektif hafıza” yaratma edimi olduğu ölçüde, basitçe “çarpık” diyip geçilemez de. O yüzden de psikoanalize muhtaçtır.

Bunun bir psikoanaliz konusu değil, siyasal mücadele biçimi olduğunu da söyleyebiliriz elbette... Yine de, liberal kişiliğin, bugün itibarıyla siyasal güç ilişkilerinde esamesi okunmayan ve herhangi bir ciddi toplumsal veya siyasal nüfuz alanına sahip olduğunu söyleyemeyeceğimiz solu-devrimci hareketi dönüp dolaşıp kendine hedef seçmesini ve diline pelesenk etmesini basit bir siyasal rasyonel ile açıklayamayız... Psikoanalitik olarak, liberal kişiliğin solla olan derdi, müesses nizam ile “pek de mutlu olmayan beraberliğinin” huzursuzluklarını solculara “yansıtmak”, kendi ideolojik suç ortaklıklarını bastırmak için kefareti solcu keçilerin sırtına yüklemek, kendi vicdanının kirleniyor oluşunu “reaksiyon formasyonu” ile inkâr edip solda kirli çamaşır bulup çıkarmaktır belki de. Böylesi bir psişik mekanizma, Maraş’la yüzleşmekten bahseden liberal kişiliğin, bu bahsin hemen ardından orada katledilen insanların ve onları canları pahasına korumaya çalışan devrimcilerin de dahil olduğu bir siyasal geleneği cezaevlerindeki “vahşetiyle” yüzleşmeye çağırmasında kendini ele verir.

Kurt ile kuzu...

Liberal kişiliğin solla ilgili anlatısı akla La Fontaine’nin “Kurt ile Kuzu” masalını getiriyor. (Vaktiyle Neo-Kemalistler ile “ikinci cumhuriyetçiler” arasındaki ilişkiyi tartışırken de bu masala atıfta bulunmuştuk.) La Fontaine’nin bu masalını inceleyen M. Serres, masalda kurulan bu “oyun-mekanı”nın güçlü ile güçsüz, büyük ile küçük arasında bir hiyerarşi kurduğunu ve daha (en) güçlü, daha (en) büyük olanın daha (en) zayıf, daha (en) küçük olanı sanki kendisi zayıf veya mağdur olanmış gibi yaparak alt etmesine dayalı bir mantık içerdiğini ve bu mantığın doğa-insan ilişkilerinden siyasal güçler arasındaki ilişkilere kadar uzanan bir şekilde modernliğe içkin olduğunu söyler. Hasımları karşısındaki liberal kişilik de masaldaki kurt gibidir. Solcu-devrimci bütün bahanelerini boşa çıkarsa bile, onu yemek için bir bahane bulmakta kararlıdır. Dikkat çekici olan, tıpkı vaktiyle yazdığımız şekilde ikinci cumhuriyetçi karşısındaki neo-Kemalistin konumu gibi, liberal kişilik karşısındaki solcu-devrimci de savunmacı ve tepkisel bir konumdadır. Dolayısıyla, terimleri böyle konulan bir diyalogda veya zemini böyle kurulan bir ilişkide “kuzu” olarak solcuların-devrimcilerin kazanma şansı daha baştan yoktur.

Öyleyse asıl yapmamız gereken kurda dert anlatmaya çalışırken yem olmak değil, ormanın diğer “küçük”, “zayıf” hayvanlarıyla diyaloga girip “çoklukların”, “kitlelerin” gücüyle onu “tesirsiz” hale getirmektir. Kurdu kaçıracak olan onların çığlıklarının “ilahi şiddetidir”; kendisinden başka hiçbir şeyi göstermeyen, hiçbir şeyin aracı-temsili olmayan bir ses olarak ezilenlerin çığlığı... Ama kurdun yaptığını yapmayıp, “hakiki bir liberal” tavırla onun “yaşama hakkını” da teslim ederek.

Odatv.com

HANİ ASKERLERİN DAĞLICA’DAN HABERİ VARDI

28.03.2010
Hakkari’ye bağlı Dağlıca’da 21 Ekim 2007 tarihinde gerçekleşen PKK saldırısında 12 asker şehit olmuş, 8 asker kaçırılmıştı. Baskının ardından Taraf Gazetesi, jandarma istihbaratına dayanarak yaptığı haberde ordunun saldırıdan önceden haberi olduğunu iddia etmişti. Mehmet Baransu’nun yazdığı habere göre ordunun Dağlıca’ya yönelik saldırıdan 9 gün önce bilgisi olmuş ancak saldırı yapılmasına göz yumulmuştu. O günlerde büyük olay yaratan haber Türkiye gündemini uzun süre meşgul etmişti. Aktütün görüntülerinin ardından da PKK’lıların uydu görüntülerini yayınlayan Taraf Gazetesi, bu saldırıdan da askerlerin haberi olduğu iddiasında bulunmuştu.

Geçtiğimiz günlerde Taraf Gazetesi’nin eski Yurt Haber Müdürü Nevzat Çiçek, Dağlıca Baskını üzerine bir kitap çıkardı. Kitapta Dağlıca olayını yine istihbarat raporlarına dayanarak inceleyen Çiçeki kitabında bir başka iddiada bulundu. Çiçek kitabında ABD’nin Genelkurmay’a saldırıyla ilgili geç bilgi verdiğini yazdı. Kitapta, Genelkurmay’ın yapılan protokolle ABD’den PKK’ya yönelik bilgi aldığını ancak Dağlıca’ya ilişkin bilgilerin Genelkurmay’a 3 saat geciktirilerek aktarıldığını yazdı.

Peki Nevzat Çiçek’in bu haberinin ardından yapılabilecek yorum nedir?

Taraf’ın daha önce askerlerin baskından haberi olduğunu iddia eden Taraf’tan ayrıldıktan sonra ise ABD’nin askerlere geç haber verdiğini söyleyen muhabiri, bu açıklamasının ardından yine askerlere karşı bir analiz yaptı.
Çiçek’in MİT raporuna dayandırarak kitabında verdiği bilgiler şöyleydi…

Türkiye’de ABD derin devleti ile irtibat halinde olan Ergenekon, hükümeti Kuzey Irak’a sokarak komplo yapmak için Dağlıca Baskını’nı tasarlamıştı. Bu baskının ardından hükümet alacağı kararla Kuzey Irak’a girecek ancak gelen şehit cenazeleri ile zor durumda kalarak iktidardan düşecekti. ABD yönetimi bu nedenle Dağlıca Baskını’nı orduya haber vermemişti. Nevzat Çiçek’in iddiasına göre MİT Müsteşarı Emre Taner’in Başbakan’a sunduğu raporda bu bilgiler yer alıyordu.
Kısacası askerlerin saldırıdan önce haberlerinin olduğunu yazan daha sonra ABD’nin geç haber vermesi nedeniyle baskından habersiz olduğunu söyleyen Taraf yazarları her iki durumda da yine konuyu Ergenekon’a getiriyorlardı.

Odatv.com

Sanem Altan'dan Ahmet Hakan için ağır sözler: "Hain ve vefasız"

11 Mart 2010 Perşembe 12:00

İSTANBUL - - Kanal a'da hafta içi her gün 13.30 -14.30 saatleri arasında yayınlanan ve Esra Harmanda'nın sunduğu "Hadi Konuşalım" programına Vatan gazetesi röportajcısı Sanem Altan, konuk oldu. Programda bir dönem çok yakın dost olduğu Hürriyet yazarı Ahmet Hakan hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunan Altan, "Ahmet'i o kadar zayıf anında gördüm ki o zayıflık bizi birbirimize bağlar diye düşünürken, o buna tahammül edemedi. Çünkü ondan sonra beni hayal kırıklığına uğratacak bir hainlik yaptı. Ondan sonra Ahmet'i hayatımdan çıkardım. Ahmet Hakan diye birini belki bir yerde görsem selam veririm ama bu bile zor. Ona gerçekten kızdım. Çünkü hain, vefasız olduğunu düşündüm. Bunlar benim için önemli şeyler" dedi. netgazete

30 Mart 2010
Star, Taraf'a Cevap Verdi
Taraf Gazetesi ile Star Gazetesi arasında patlayan "baskı" geriliminde cevap sırası Star'daydı. İşte Star'ın Taraf'a verdiği "gizli el" cevabı...
Star Matbaacılık Ahmet Altan'ın bugünkü yazısına yanıt verdi... Aynen yayınlıyoruz....

Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ahmet Altan’ın bugünkü (30 Mart 2010 tarihli) yazısı gerçek dışı ifadelerle müessesemizi hedef almaktadır.

Sayın Ahmet Altan’dan, Star Matbaacılık için beklenen ancak bir teşekkür yazısı olabilirdi.

Esasen aylardan beri en zor ve en gergin günlerde baskı hizmeti verdiğimiz bu gazetenin birdenbire basılmaması için komplo teorilerinden başka mantıklı bir sebep de olamaz. Nitekim, müessesemizi hedef alan bu yazının yer aldığı dünkü nüsha da yine Star Matbaacılık tesislerinde basılmıştır.

Taraf gazetesi 13 Mart 2009 tarihinden itibaren kesintisiz olarak Star Matbaacılık’ın İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana tesislerinde basılmaktadır. Dahası bu hizmet, defalarca ısrarla talep etmemize rağmen, Taraf gazetesinin kaçınması nedeniyle sözleşme imzalanmadan tek taraflı güvenle sürdürülmektedir.

Cumartesi günü ne oldu?

Öncelikle belirtelim ki, Taraf’ın okura ulaşabilmesi için anlaşma kapsamımız dışında olmasına rağmen taşra baskılarına ilaveten İstanbul baskısını da gerçekleştirdik.

Taraf’la anlaşmamız, gazete kağıdının kendileri tarafından gönderilmesi, baskının ise tarafımızdan yapılması şeklindedir. Aylardan beri devam eden kağıt tedariki sorunu o gün de söz verilmesine rağmen çözülemediği için, doğal olarak bazı taşra baskılarında baskı adedinin azaltılacağı Taraf yönetimine bildirilmiştir.

Bu haklı ve zaten stok nedeniyle kaçınılmaz da olan talebimiz karşısında üstü örtülü olarak “bize baskı yapılıyor“ tepkisiyle karşılaştık. Buna rağmen, Taraf’ın sadece taşrada değil, İstanbul’da da herhangi bir matbaa bulamadığı anlaşılınca bütün bölgelerde gazete baskısını gerçekleştirdik.

Cumartesi günü Taraf’ın basılmadığı iddiası tamamen yalandır. Nitekim birçok merkezde gazete okuruna ulaşmıştır. Basılamayan kısmın sorumluğu ise, Taraf yönetiminin bu istikamette verdiği talimatta aranmalıdır.

Hal böyleyken, konunun kamuoyuna çeşitli yollarla ve üstelik çarpıtılarak taşınması iyi niyetle bağdaşmamaktadır.

Problem tamamen ticari ve operasyoneldir.

Müşterimiz Taraf gazetesi uzun bir süreden beri taahhüt ettiği kağıdın tedarikinde sorunlar yaşamaktaydı. Mesela, bu nedenle gazetenin ekleri müşterimizin de bilgisi dahilinde basılamamaktadır. Aynı mantık yürütülecek olursa bunda da “gizli el” aramak gerekirdi.

En zor şartlarda dahi, Taraf gazetesi matbaalarımızda basılırken de gizli bir el söz konusu değildi, bu gazete uzun süre yükümlülüklerini yerine getirmemesine rağmen risk alarak gösterdiğimiz ticari tolerans sayesinde basılırken de ortada gizli bir el yoktu. Aksi takdirde Taraf’ın bugüne kadar tesislerimizde basılmasında da o “gizli el”i veya ima edilen o siyasi tesiri aramak gerekir.

Esasen, Taraf Gazetesi baskı tesislerimize mecbur da değildir. Ticari yükümlülüklerini yerine getirdiği müddetçe her gazete istediği her matbaadan baskı hizmeti alabilir. Herhangi bir gazetenin herhangi bir nedenle basılmaması gibi bir durum baskı piyasasındaki büyük rekabet nedeniyle bugün artık imkansızdır.

Bu vesileyle, Sayın Altan’ın aramızdaki ticari ilişki bir yana güven ilişkisini de zedeleyen yazısından sonra, Taraf’ın içinde “gizli el”ler olmayan matbaalar bulacağını düşünmekteyiz.

Ve elbette gerçekleri ortaya çıkarmak konusunda Taraf’ı yalnız bırakmayacağımızı; gizli elleri, baskıları, meslek suçlarını ve mutlaka “hakkaniyet”in teminini ısrarla takip edeceğimizi de kamuoyuna duyururuz.
aktifhaber

Serdar Akinan
Aramıza hoş geldin Ahmet Altan

Star Gazetesi tesislerinde basılan Taraf geçen gün okuruna ulaşamama tehlikesiyle yüz yüze kalmış. Gazetenin Yayın Yönetmeni Ahmet Altan o kriz gecesini ve sonrasını tüm detaylarıyla köşesinde yazdı.

'Bir el' Star matbaasına geceyarısı uzanmış ve Taraf'ın basılmasını saatlerce engellemiş...

Gazete ısrarlı telefon trafiklerinden sonra güç bela basılabilmiş. Ahmet Altan bu vahim durumu sonuna kadar araştırmış ve kanaati şu: 'Benin anladığım Karaalioğlu seyahatteyken 'bir el' gazetenin matbaasına uzandı ve bizim gazetenin basılmasını engelledi.'

Ahmet Altan'ın bu yazısına ise Star dün akşam saatlerinde ipleri kopartan bir açıklama ile yanıt verdi: 'Cumartesi günü Taraf'ın basılmadığı iddiası tamamen yalandır. Nitekim birçok merkezde gazete okuruna ulaşmıştır. Basılamayan kısmın sorumluğu ise, Taraf yönetiminin bu istikamette verdiği talimatta aranmalıdır.' Belli ki Altan'ın 'gizli el' suçlaması çok can sıkmış:

'Taraf Gazetesi baskı tesislerimize mecbur da değildir... Taraf'ın içinde 'gizli el'ler olmayan matbaalar bulacağını düşünmekteyiz.'

Ahmet Altan'a 'Aramıza hoş geldin...' demek isterim.

'Gizli el'le tanıştı.

Bu 'gizli el' ne Mustafa Karaalioğlu ne de Star...

Bu 'gizli el' bir zihniyet...

Anayasa değişikliği tartışmaları çevresinde haftalardır süre gelen mesele aslında tam da bu...

Demokrasi sorunumuzu 'askeri vesayet'e indirgediniz ve o dar çerçeveye mahkum ettiniz.

Bu süreçte oluşan 80 yıllık 'mağdurlar ittifakı'nın bir tarafı olarak meselenin daha geniş perspektifle ele alınmasını ve köklü, adil ve kalıcı bir çözüm için toplumsal mutabakat sağlayacak taraf aslında sizlerdiniz.

Olmadı... Burası kesinlikle başka yazılarda uzun uzun tartışılması gereken bir nokta...

Şimdi ittifak çöküyor.

İşaret fişeğini nerede gördük?

Başbakan'ın 'Ermenileri yollarız' tehdidinde... Haklı olarak orada bir zıpladınız. İrkildiniz...

Birçok isim dayanamadı ve eleştirdi...

Ne oldu?

Bir çırpıda 'kaka çocuk' oldunuz.

İşaret parmağı havaya kalktı... Kaşlar çatıldı... Ses kalınlaştı ve o 'hitabet sanatı' devreye girdi...

Bizim yıllardır giderek artan ölçüde muhatap olduğumuz üslup ve muameleye siz de bir çırpıda tabi oldunuz.

Nasıl bir duygu?

Hani demokrasi? Hani hoşgörü? Hani özgür düşünce? Hani eleştiri?

'Askeri vesayet' ne kadar kötüyse 'sivil vesayet' de o kadar kötüdür.

Anlayın artık bunu...

Aydın sorumluluğu bugünü ve kendini düşünmek değildir. Olmamalı. Bağımsızlığa ve demokrasiye inanıyorsanız bu gidişin gidiş olmadığını artık görün. O 'gizli el'i ne sanıyordunuz siz? Tek bir kişi mi? Ben çok iyi tanıyorum o 'gizli el'i... Asla bulamayacaksınız...

Bir zihniyetin kütlesi olmaz.

Kim bunlar? Ne?

Asla bulamazsınız.

Bir yerlerde telefonlar çalar... Birileri bir şeyler konuşur. Gölgeler fısıldar... Dostları tanıyamazsınız.. Etrafınızdaki çit hep loşta daralacak.

Hepimiz Pavlov'un köpeği oluncaya kadar...

O 'gizli el', 'tek el' oluncaya kadar.

Birileri; siz biz sesimizi yükseltene kadar bu sürecek...

AKŞAM

Taraf gazetesi yazarı vefat etti

İSTANBUL- Geçirdiği rahatsızlık dolayısıyla bir süredir tedavi gören Taraf gazetesi yazarı Evrim Alataş, Diyarbakır'da yaşamını yitirdi.

Taraf gazetesinden yapılan açıklamaya göre, Alataş için yarın saat 12.30'da Diyarbakır Gazeteciler Cemiyeti önünde bir tören düzenlenecek. Bu törenin ardından Alataş'ın cenazesi, doğum yeri olan Malatya'nın Akçadağ ilçesine bağlı Gölpınar köyünde toprağa verilecek.

1976 yılında Malatya'nın Akçadağ ilçesine bağlı Gölpınar köyünde dünyaya gelen Alataş, 1994'te gazeteciliğe başladı. Sırasıyla Yeni Politika, Demokrasi, Özgür Bakış, Ülkede Özgür Gündem gazetelerinde çalıştı. Evrensel, Birgün, Özgür Politika ve Esmer dergisinde yazarlık yapan Alataş, son bir yıldır Taraf gazetesinde ''Kürtler Vadisi'' isimli köşesinde yazıyordu.
aktifhaber

Gülen Cemaati yılın gazetesi ödülünü Taraf`a verdi
18 Nisan 2010, 18:37Anadolu Haber
GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı tarafından verilen 2009 Birlikte Yaşama Ödülleride yılın gazetesi ödülü Tarafın oldu.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından verilen ‘Birlikte Yaşama Ödülleri’nde yılın gazetesi ödülü Taraf’a verildi. Harbiye Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen ödül törenine TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, İstanbul Valisi Muammer Güler ile sanat, spor ve medya dünyasından pek çok ünlü isim katıldı.
Kadir Çöpdemir’in sunduğu gece Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil’in konuşmasıyla başladı. Göksel Baktagir, Hasan Cihat Örter, Serkan Çağrı, Ahmet Koç, Mısırlı Ahmet gibi usta sanatçıların performanslarıyla katıldığı gecede edebiyat, medya, bilim, sahne sanatları, sivil toplum ve spor dallarında ödüller verildi.

Ediz Hun, Garo Mafyan, Hilmi Yavuz, Hüseyin Hatemi, Toplum İbrahim Betil, İbrahim Kâfi Dönmez, Mario Levi, Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Metin Tarhan, Ömer Laçiner, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç ve Ümit Fırat’tan oluşan jurinin seçtiği 2009 Birlikte Yaşama Ödülleri’ni kazanan isim ve kurumlar şöyle:

» Edebiyat- Elif Şafak

» Bilimsel çalışmalar- TESEV (Can Paker)

» Medya- Hasan Cemal, Açık Radyo (Ömer Madra) ve Taraf gazetesi (Başar Arslan)

» Toplumsal Alanda Örnek Davranış veya Girişimler- Rakel Dink

» Görsel İşitsel Sanatlar ve Sahne Sanatları- Kalan Müzik (Hasan Saltık), Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül)

» Spor- Hasan Doğan, Ertuğrul Sağlam

Merhum Hasan Doğan’ın jüri özel ödülünü eşi Aysel Doğan gözyaşları içinde alırken, programa katılamayan Rakel Dink’in ödülünü Oral Çalışlar İstanbul Valisi Muammer Güler’in elinden aldı.

“Dostlarımız bizi uzaktan seviyor”

Yoğun alkışlar arasında Taraf’ın sahibi Başar Arslan’a verilen yılın gazetesi ödülünü Ümit Fırat’tan alan Taraf Yazı İşleri Müdürü Yıldıray Oğur “Dostlarımız bizi genelde uzaktan seviyor. Bu ödülü bize layık görerek bizi uzaktan sevmediğiniz için teşekkürler” dedi.

TARAF

ATMA EMRULLAH DİN KARDEŞİYİZ
Barış Terkoğlu
27.04.2010 13:21
http://www.odatv.com/images/2010_04/2010_04_27/atma-emrullah-din-kardesiyiz-2704101200_l.jpg
ABD’de eğitim alan polisleri haber yaptığımız günlerdi.
Odatv’de yazanlar büyük ses getiriyordu.
Ne mutlu ki yazılan hiçbir bilgi yalanlanmadı.
O günlerde Odatv’nin telefonu çaldı. Arayan üst düzey bir emniyet müdürüydü. Yazdıklarımızdan ötürü kendisine “ajan” gibi bakıldığını ancak ABD’de eğitim çalışmalarını iyi niyetle başlattıklarını söylüyordu. Ancak polis içinde bazı isimlerin bunu kötüye kullandığını anlatıyordu.
Adını verdiği ilk isim Emrullah Uslu idi. Uslu’nun ABD’de yaptığı çalışmaların deşifre olması polislerin de kendisinden uzaklaşmasına neden oluyordu.

ODATV SAYESİNDE

Adı Utah’tan sızan gizli belgelerle gündeme gelen Emrullah Uslu’nun ABD’de kalışının hukuksuz olduğu Odatv’nin yaptığı haberlerle ortaya çıktı. Uslu, sonunda Türkiye’ye getirildi. Fazlaca deşifre olan Uslu, polisliği bıraktı. Yeditepe Üniversitesi’nde akademisyenliğe başladı. Cemaat ile uzak görüntü veren bir tarzı benimsedi. Bu görüntü hem kendisi hem de cemaat için iyi oldu. Örneğin Uslu’nun lügatına sık sık “Fehullahçı” tabiri girmeye başladı. Oysa Utah’ta en yakın dostları onlar değil miydi? Yakın zamana kadar cemaatin gazetesi Zaman’da ve Today’s Zaman’da yazıları yayınlanmıyor muydu? Utah’ta en yakın dostları, ev arkadaşları cemaatin şakirtleri değil miydi?
İşte o Emrullah Uslu kendi gazetesi Taraf’tan Neşe Düzel’e bir röportaj verdi. Daha doğrusu Emrullah Uslu adıyla değil müstear ismi “Emre Uslu” adıyla....
Neşe Düzel de böylece fotoğrafını yayınladığı kişinin müstear ismini kullanarak gazetecilik tarihine geçti.

ATMA EMRULLAH DİN KARDEŞİYİZ

Herkesin kendisi hakkında şüphelere sahip olduğu Uslu yine üst perdeden başladı konuşmaya.
Ahmet Türk ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’a’a atılan yumruğun Ergenekon projesi olduğunu anlattı.
Buna kanıtı ne miydi?
Taner Yıldız’a yumruk atan kişinin İP ile MHP’nin ortaklaşa düzenlediği bir mitinge katılmış olması. Evet olayın Ergenekon’a havale etmesinin kanıtı bu kadar basitti.
Emrullah Uslu yargılansa kendisi ile bulunacak kanıtlar bundan daha fazla değil miydi? Örneğin Uslu’nun çalıştığı üniversitenin sahibi bugün İrticayla Mücadele Eylem Planı nedeniyle hazırlanan iddianamenin bir numaralı sanığı olarak geçmiyor muydu?
Uslu’nun gizli belgeleri sızdırdığını tezini beraber hazırladığı eski cemaatçi hocası söylememiş miydi?
Neyse...

ERGENEKON MHP’Yİ KUŞATIYOR MU?

Emrullah Uslu üfürükçü gibi...
Attıkça atıyor...
“Ergenekon MHP’yi kuşatmaya çalışıyor” diyor.
Nedir kanıtınız?
Mehmet Haberal’ın oğlu ile eski bir albay MYK’ya girmiş. Albay eskiden MGK’da görevliydi, ayrıca 27 ülkeye görev nedeniyle gitmiş Ergenekoncu olmayacak da ne olacak diyor Uslu. Hemen başlıyor üfürüğe: “ MHP derin devletin kontrolüne giriyor”.

KÜRT-TÜRK ÇATIŞMASI

Ergenekon Kürt-Türk çatışması çıkaracak, diyor Uslu. Bu sayede AKP’nin oyları düşürülecek.
Kanıtınız ne?
Hizbullah’ın derneği kapatıldı ayrıca yumruklar var, diyor Uslu.

Kısacası birikim yok, derinlik yok.
Terörle Mücadele Şubesi’nden bir cemaat dostu polisten stratejist yaratılırsa ancak bu kadar olabiliyor.
Ortada kanıt yok...
Aklına ne gelirse “Ergenekon yaptı” diyor.
Son dönem karı-koca kavgasının bile Ergenekon’a bağlandığı bir politik Televole kültürünün ürünü O...
Bir dönem “Allah’ın işi aklımız ermez” diyen akademisyen yandaşların her yerde yükseldiği koşullarda yetişen bir yazar-akademisyen-belgeci tipi O...
O yüzden her sözün sonunda aynı şeyi söylüyor: “Ergenekon’un işidir kesin bizim aklımız ermez”.
Derin devleti sulandırma yarışması olsa şampiyonluğu çabalarından ötürü Uslu’ya verirlerdi. Çaba göstermesi için bir şey yapmasına gerek var mı? Konuşması yeter...

Odatv.com

Taraf Milliyetçi mi, Ufuk Uras "Ergenekon"cu mu?
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
06.05.2010

"Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı ummayanları biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız." (Yunus Suresi, 11)

Azgınlıkları içinde debelenenleri izliyoruz....

Azgınlıkları öyle bir safhada ki artık kendi pislikleri ile oynayıp, bu iğrenç oyundan zevk çıkarmaya çalışıyorlar...

Bize, her şerde bir hayır olduğu inancını her gün ispatladıkları için kendilerine teşekkür borçluyuz aslında..

Ülkemiz kirli ve "kansız"...(Washington Post öyle dedi) bir savaşın ortasından geçerken, "azgınlıklar" sayesinde kimi gerçekleri daha iyi görmemizi sağladıkları için teşekkür borçluyuz...

Her şerde bir hayır var çünkü biz bu kirliliğin içinde gördük ki, bu toplumun çürüyen kesimi sadece elitlerdir. Askeri, siyasetçisi, aydını, gazetecisi...

Birbiriyle kavga eder gibi görünseler de ahlâksızlık, ilkesizlik, kıblesizlik ve korkaklık konusunda birbirlerinden hiç farkları yok.

Teğmenini satan komutan, gerçeği satan gazeteci, adaleti satan savcı, milletini satan politikacı, tarihini satan aydın...

.............................
"Ben vatanseverim, onun için sorguluyorum!!"

Cırlak, arsız ve sinir bozucu bir ses en az on dakikadır televizyonda böyle bağırıyor..

Kim?

Rasim Ozan Kütahyalı.

Konu nedir?

Konu, "şehit olaylarının asıl sorumlusu Genelkurmay'ın basiretsizlik ve başarısız kurmayları mı?"

Evet öyle..

Şehit olaylarında Genelkurmay'ı yönetenlerin basiretsizliği vardır.

Bunun böyle olduğunu, Açık İstihbarat'ın da aralarında olduğu ulusalcı internet siteleri, bu ülkenin gerçek vatanseverleri yıllarca yazıp çizdiler

Öyle de...

Taraf gibi bir gazetenin, Ahmet Altan gibi "Bir çift kadın memesi için vatanı satarım" diyen bir adamın şehitlerle ne işi olur da böyle bir soruyu gündeme getirmek böyle çarpık insanlara düşüyor?

Helin Avşar'ın sivri çizmelerini ağzına alarak poz veren Rasim Ozan Kütahyalı'nın şehitler konusunda ne duyarlılığı olabilir?

Yasemin Çongar gibi yüzbinlerce Irak'lıyı katleden Amerikan ordusu hakkında tek bir soru soramayıp da gazetesinden her gün Türk ordusuna nefret kusan bir görevlinin şehitlerle ne işi olabilir?

Biz bu kadar aptal insanlar mıyız ki bu manşetlerin "şehitlere içleri yandığı için" atıldığına inanalım?

İblis gibi her kılığa giriyorlar.

Bir gün demokrat, bir gün dindar, bir gün milliyetçi, bir gün "Hepimiz Ermeni'yiz"...

Şehitlerimizin hakkını hukukunu savunmak Taraf'a kaldı iyi mi!
........................
Bir de anayasa değişikliği tartışmalarında yaşanan şu çifte standarta bakalım:

Star gazetesi, BDP'li Hasip Kaplan'ın 330'un altına düşme riskini kastederek, "Acil kan ihtiyacı olduğu zaman devreye gireriz" şeklindeki güvencesini onurla ve gururla manşete taşıdığında tarih 26 Nisan 2010'du..

8. madde 327 oyla paketten düşünce aynı gazete ve AKP sözcüleri şöyle bağırmaya başladılar:

"MHP ve CHP, Öcalan ile birlikte hareket ediyorlar! Ufuk Uras da Ergenekoncu oldu!"

Böyle dediler ve "Paket düşerse, bu Ergenekon'un zaferi olur" diyen Ufuk Uras'a demediklerini bırakmadılar.

Derken Ufuk Uras, Anayasa Mahkemesi'nin yapısının yeniden düzenlenmesine ilişkin maddenin oylamasına katıldı ve "evet" oyu verdi...

Böyle yapınca ne oldu?

Dün "Ergenekoncularla birlikte hareket etmekle" suçlanan Ufuk Uras, birden bire "Arslan demokrat" oldu!

Yani şöyle tehdit ediyorlar ortalığı:

"Benimle hereket edersen iyisin, etmezsen seni anında 'ergenekoncu', seninle aynı safa düşenleri de 'PKK'lı' ilan ederim! Bunun adına da PKK-Ergenekon işbirliği derim!"

Tekrar soralım, Ufuk Uras oylamaya katılıp "evet" oyu verdiğine göre, 4 Mayıs 2010 tarihi itibarıyla AKP, PKK ile birlikte hareket etmeye başlamış mı oldu?

Bu daha bir şey değil..

En çirkini, en ahlâk dışı olanı ret oyu veren 8 AKP'linin "Parti içindeki Ergenekoncular" ilan edilmeleriydi.

Ali Bayramoğlu, Şamil Tayyar, Emre Aköz, Mehmet Metiner gibi kişiler ne yazık ki böyle yazılar yazarak iftiracılığın ve komploculuğun tarihine isimlerini altın harflerle yazdırdılar.

Neymiş efendim, Ergenekon davasının ek delillerinde "AKP içindeki adamlarımızı kullanalım" diye bir yazı varmış.

Bu "belgenin" doğruluğunun mahkemede kanıtlanıp kanıtlanmadığı bir yana; bunu doğru kabul etsek bile şu soruyu sorma hakkımız doğmaz mı:

"8 AKP'li sonraki maddelerin oylamasına katılıp evet oyu verdiklerine göre Ergenekon, AKP içindeki adamlarını kullanmaktan vaz mı geçmiş oldu?"

Bu Ergenekon denilen kanlı örgüt, Başbakan'ın grupta yaptığı konuşmadan çok etkilenip, duygulanıp da anayasa paketini rahat bırakmaya mı karar verdi?

Ergenekon histerisinin geldiği noktaya bakar mısınız?

Artık, gizli oylamada kendi hür iradeleri ile oy kullanan AKP'liler, "Ergenekon'un Truva atı" olmakla suçlanıyorlar.

Çok hızlı gelinmedi mi bu noktaya?

12 Haziran 2007'de Ümraniye'de "ele geçirilen" bombalarla başlayan süreç, astsubaylardan sonra binbaşılar, albaylar, generaller, orgeneraller, muavazzaf ordu kumandanları ve Cumhuriyet başsavcılarını yutarak ilerliyor...

Şimdi sıra Meclis çoğunluğunu oluşturan AKP'nin "Ben Ergenekon'un savcısıyım" diyen Başbakanı tarafından seçilen milletvekillerinde!

Demokrasinin üzerinde bundan daha büyük bir tehdit olabilir mi?

Artık "Seni Ergenekoncu ilan ederim" kılıcı herkesin başı üzerinde dolaşıyor. Hiç bir "devrim" çocuklarını doğrusu bu kadar hızlı yememişti (!)

Kendini kaybetmiş bir takım liberal faşistler, Stalin'i, Hitler'i ve Humeyni'yi ve Mc Carthy'yi sollayıp "Ergenekonculuğu" kısa yoldan Ufuk Uras'a ve AKP'nin Tayyip Erdoğan tarafından seçilmiş milletvekillerine kadar uzattılar.

Bu arada, "kadın memesi için vatan satarım" diyenler, birden bire şehitlerin hesabını sormaya başladı!

Tesadüfe mi yoralım, yoksa Öcalan ile tesis ettiğiniz "açılım kardeşliği" bozuldu da bu fiyaskoyu da Ergenekon kuyusuna atarak mı kurtulmaya çalışıyorsunuz?

ÜMİT ZİLELİ'YE ÇAĞRI:

Ters Cephe adlı programdaki varlığınız, karşınızdaki soytarıyı meşrulaştırmaktan, itibar kazandırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bu kadar yüzeysel bir adamın karşısında cevap veremez konuma düşüyorsunuz. İşi mimiklerle, gözlerinizi kırpıştırarak, tiksiniyormuş gibi yaparak, esef nidaları çıkarark ve "utanç duyuyorum", "yalan söylüyorsun" şeklinde sıradan laflar ederek götürmeye çalışıyorsunuz.

"Meclis'teki muhalefet PKK ile birlikte hareket ediyor" kepazeliğine Ufuk Uras'ın durumunu örnek göstererek çürütememenizden utanç duydum.

Ortada bu kadar somut bir örnek dururken, "Yapmayım gözünüzü seviim" den başka bir şey söyleyemediniz.

"Senin bütün hayatın boyunca okuduklarını ben sağ cebimden çıkarırım" şeklindeki inanılmaz böbürlenmeniz ise Fikri Akyüz'ü herkesin gözünde daha sempatik, daha doğru bir adam haline getirdi (ki aslı öyle) haberiniz olsun.

Çağrım şudur: Kendi itibarınız ve savunmaya çalıştığınız fikirlerin selameti açısından lütfen bu programdan çekiliniz.

10 Mayıs 2010 13:21
Vakit'ten Taraf'a Çok Ağır Cevap
Medyada Baykal kapışması. Dün "Alçaklar Vakti" başlığı atan Taraf Gazetesi'ne bugün Vakit Gazetesi aynı sertlikte yanıt verdi...

habervaktim.com'un, Deniz Baykal görüntülerini yayınlamasının ardından, Vakit gazetesine en sert tepkilerden biri Taraf gazetesinden geldi. Taraf gazetesi, "Alçaklık Vakti" başlığıyla Vakit gazetesine tavrını koymuştu.

Bugün hem Hasan Karakaya hem de habervaktim.com TARAF'a cevap verdi. İşte o sert sözler...

İşte Hasan Karakaya'nın yazısından ilgili bölüm...

(...)

Hasan Karakaya / Vakit

“ALÇAKLAR TARAFI”NDA OLANLAR!
Ama medya, her zamanki gibi; “benim teröristim iyidir” mantığıyla yaklaşıp, olayı “benim zinacım iyidir” şeklinde yansıtmaya, dolayısıyla “gayrımeşru ilişkiyi ortaya çıkaranları” hedef almaya başladı!..

Tabiî, bu arada Vakit'i de hedef aldılar!..

“Asker karşıtı yayınları” ile tanınan bazı gazeteler, “312 general” tarafından açılan dâvâda Vakit'in “1 trilyon 800 milyar lira tazminat ödemeye mahkûm edilmesi”yle ilgili tek satır, hatta tek kelime haber vermezken, “Baykal'ın yatak odası görüntüleri”nin bizim internet sitemizde yayınlandığını iddia ederek, tam bir “medya linci” uyguladılar!..

“Alçaklık”la suçladılar bizi!..

Sözü eğip-bükmeden söyleyelim;

Bu sözü, “aynen iade” ediyoruz kendilerine!..

Bu görüntüleri yayınlamak güya “ayıp”mış, “edep dışı”ymış!..

Şu konuşanlara bakın hele:

“Ayıp” ve “edep” kelimeleri, bu adamlarla yan yana gelmekten bile utanır, yüzleri kızarır!..

Bu kavramlar, bu adamlarla birlikte anılmaktansa, yerin dibine girmeyi tercih ederler!..

İşte bu adamlar, şimdi, Vakit'e “edep dersi” vermeye kalkıyorlar!.. Hem de, “edepsizliği yapanlara” hiç toz kondurmadan!.. Ve de, “olayın cereyan şekli”ni bile bilmeden!.. O “yatak odası görüntüleri”nin ilk önce “metacafe” adlı sitede yayınlandığını görmeden...

Demek oluyor ki;

Bunlar “gazetecilik” filan yapmıyor!..

Bir “robot”tan farksız olmalılar ki; sadece kulaklarına “sufle” edilen ve masalarına “servis” edilen konuları haber yapıyorlar!..

Eğer “gazeteci” olsalardı, “azıcık araştırma” yapıp, olayın nasıl gündeme geldiğini öğrenirlerdi!.. Ama “robot”lar araştırmaz ki, sadece “komut”lara uyarlar!..

Bu ifadelerimizi, kim “hangi Taraf'a” çekerse çeksin!
Biz, söyleyeceklerimizi söyledik, yarası olan gocunsun!
Çünkü biz, 28 Şubat sürecinde “Müslüman”lara “pusu” atmak, “tuzak” kurmak ve “darbeye zemin hazırlamak” için yapılan “Müslümlü-Fadimeli” haberleri de unutmadık!..

O günlerde; hiçbir ahlakî değer tanımadan “bel altı”ndan vuran adamların, bugün kalkıp da “edep”ten, “ahlâk”tan, “tuzak”tan bahsetmeye hakları yoktur!..

O günlerde “ahlâksızca” saldıranlar, “alçakça” haber yapanlar, bugün “maske” değiştirip “ahlâkçılık” taslıyorlarsa; biz, onların “maske”lerini düşürmesini ve maskenin altındaki “alçak çehreleri”ni deşifre etmesini de biliriz!..

Son olarak diyoruz ki;
Herkes “saf”ını bilsin,
“Taraf”ını iyi seçsin!..

(...)



İşte habervaktim.com'un Taraf'a cevabı...

Taraf adlı bülten, CHP ve Baykal sempatizanı köşe yazarlarının bile “bu dünyanın her yerinde haberdir” dediği skandal görüntülerin yayınlanması karşısında Habervaktim'i hedef alırken, sitemizden yine “Vakit'in internet haber sitesi” diye söz etti ve Vakit Gazetesi'ne de saldırdı.

BU ZİHNİYETTEN BAŞKA NE BEKLENİR?

Taraf'ın Genel Yayın Yönetmeni olan ve “Her çeşit ilişkiyi onaylarım, Anne-Oğul,Baba-Kız.. Kadında fahişelik olmalı. Hayvanla cinsellik normal” şeklinde iğrenç görüşleri bulunan Ahmet Altan, yazısında Habervaktim'den “Vakit'in sitesi” diye söz etti, hem sitemizi hem de bu gazeteyi Baykal videosunu yayınlamakla “bel altından vurmak”la suçladı.

İLLE “ÂMA OLMAK” GEREKMEZ

Oysa Vakit Gazetesi ile Habervaktim birbirinden ayrı iki kuruluş. Daha önce yaptığımız açıklamada bunu ilan etmiştik. Ahmet Altan her fırsatta 25 yıllık gazeteci olmakla övünüyor ancak Habervaktim'in Vakit'le hiçbir organik bağı bulunmadığını bilmiyor. Vakit gazetesinin internet haber sitesinin www.vakit.com.tr olduğunu görememek için ille “ama olmak” gerekmez.

DEVLET AİLE ÜZERİNE KURULUR

Ayrıca, bu olay dünyanın her yerinde bal gibi haberdir. Haberimizin sonuna kadar arkasındayız. Nitekim, en liberal devletler bile aileyi korumak ister. Ailenin korunması için kanunlar yapmıştır. Türkiye'de de “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” vardır. Ahmet Altan ve Taraf adlı bülten bunlardan bihaber olabilir. Bu grup için aile kavramının hiçbir önemi olmayabilir. Ancak Habervaktim olarak bizler aile kavramını önemsiyoruz, korunmasını istiyoruz. Aile kavramına balta vuracak, ailenin önemini sulandıracak görüntülere karşı duruyoruz. Hele hele bu ülkenin yönetimine, Başbakanlık görevine talip olan bir siyasi lider tarafından yapılıyorsa bunun karşısında daha yüksek sesle dururuz, duruyoruz.

AİLESİNE SAYGI GÖSTERMEYEN, HALKIN AİLESİNİ NASIL KORUYACAK?

Aile kurumuna kendisi sahip çıkmayan, aile kurumunu kendisi yıpratan, aile kurumu için kendisi kötü örnek olan bir siyasi lider yönetime geldiği takdirde, Türkiye'de aile kuruma nasıl sahip çıkacak? Kendi ailesine, milletvekilinin ailesine saygı göstermeyen, halkın ailesini nasıl koruyacak? Habervaktim olarak biz bunları sorguluyoruz.

ANAYASA NE DİYOR?
Ailenin korunması Anayasal bir görev. Anayasa'da "Ailenin korunması" maddesi yer alıyor.

Madde şöyle:

I. Ailenin korunması

MADDE 41. – (Değişik: 3.10.2001-4709/17 md.) Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.

VE AİLENİN KORUNMASINA DAİR KANUN

Kanun Numarası: 4320
Kabul Tarihi: 14/01/1998
Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 17/01/1998
Maddede, devletin aileyi koruyucu tedbirler almakla görevli olduğu görülüyor.
aktifhaber

Selcan Taşçı “
Yiyin şimdi birbirinizi

“Manşet ortağıydılar, bir ‘lojistik’ hatası maskelerini düşürmeye yetti. Taraf, generallere tazminat ödemeye mahkum edilen Vakit’e destekte bir gün gecikince eteklerindekiler bir bir döküldü: Seviyesiz! Alçak! Ahlaksız!
Hem her türlü sapıklıktan hem de siyasal dincilikten taraf olanların gazetesi ile türlü sapıklığı “din”i kullanarak meşrulaştırmaya çalışanların gazetesi için bulunmaz bir ittifak fırsatıydı...
Generaller kazanmıştı!
Ortada hem bir “TSK”, hem de bir “yargı” mağduru vardı...
Ballı börek; ister sağdan çak; ister soldan...
İster orduya çullan, ister hukuka...
İstersen de “TSK’nın emrindeki yargıçlar listesi” yayınla, bir kalemde bitir işi...
Bir taşla iki kuş...
Derken...
Umulmadık bir şey oldu; taş sekti; önce atana, sonra her attığına alkış tutana çarptı...
Hoş, sonuç değişmedi; yine bir taşla iki kuş...
Ha belki kuşun cinsi değişmiştir; şahin değil de ağaçkakan belki, kartal değil de yarasa, güvercin değil de karga belki...
Bilemiyorum...
Servis kavgası
Bildiğim Vakit’in aşağılayıcı ifadelerinden dolayı 312 generale 1 trilyon 800 milyar ödemeye mahkum olduktan sonra Taraf’tan destek beklerken “Alçaklık vakti” manşetiyle ağır bir darbe aldığı...
Taraf, Baykal’a ait olduğu iddia edilen görüntülerin yayımlanmasıyla ilgili olarak “Vakit gazetesinin internet haber sitesi haber vakti.com seviyesizce bir iş yaptı, gizli kamera görüntülerini servise koydu” deyince...
O güne kadar Taraf’ın manşet ortağı olmaktan pek memnun gözüken Vakit veryansın etti:
“Yayın hayatına atıldığı günden beri kendisine servis edilen kasetleri yayınlayarak gündeme gelen Taraf gazetesinin, Baykal’ın malum görüntülerini haber olarak görmeyip, bir de Vakit’i “alçakça” suçlaması, nasıl bir çelişki içinde olduğunu gözler önüne serdi...”
Buyrun cenaze namazına...
Halbuki bir gün, sadece bir gün dayanabilseydi Vakit; istediği desteği alacaktı Taraf’tan.
Ahmet Altan itiraf etti dünkü yazısında;
“Tam destek olamadığımız için özür dileyecektim ki Vakit’ten..”
Olanlar oldu...
Tezgahın perdesi yırtıldı
Maskeler düştü; sana “servis” edilince haber de bana edilince “alçaklık” mı feryadının damgasını vurduğu “servisi paylaşamama” kavgası başladı.
Deniz Baykal, istifasını açıklarken “Olay sonrasında sergilenen, sözde iyi niyetli, yapay tavırlar, üzüntü beyanları perde arkasındaki tezgahı örtmez” dedi ya...
Tam yerine rast geldi...
Tezgahçılar dalaşı bu tonda sürdürürse, ortada ne perde kalacak, ne maske...
Kendi kapılarının önüne kendi attıkları çamurları yine kendileri temizlemeye çalışsınlar bakalım; geride bir şey kalacak mı?

Yeniçağ

Sevigen'den Kütahyalı'ya: "Homoseksüel misin?"
Canlı yayında şiddetli tartışma
14 Mayıs 2010 Cuma, 01:37:46

CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa eden Deniz Baykal'ın görüntüleri ve sonrasında CHP'de olası gelişmelerin tartışıldığı programda ağza alınmayacak laflar edildi.

Kanaltürk Ankara temsilcisi Sami Dadağlıoğlu'nun moderatörlüğünde, Rasim Ozan Kütahyalı, Ümit Zileli, Ümit Özdağ ve Fikri Akyüz'ün birlikte hazırladıkları Ters Cephe programında şiddetli bir tartışma yaşandı.

Kütahyalı, Baykal'ın istifasıyla yaşanan CHP depreminin perde arkasına dair çarpıcı iddialar dile getirdi. Baykal'a düzenlenen komplonun CHP içinde de destek aldığını öne süren Rasim Ozan Kütahyalı, görüntülerde yaşanan ilişkiden CHP'li bazı vekillerin haberi olabileceğini ve bunun zaten parti içinde konuşulduğu iddiasında bulundu. Bu sözler üzerine yayına telefonla katılan CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen, sert sözler sarf etti. İddiaların asılsız ve yersiz olduğunu, partiyi karalamak için özellikle yapıldığını söyledi.

İddialarının arkasında olduğunu söyleyen Rasim Ozan Kütahyalı'nın, "Gerekirse kaynaklarımı açıklarım" sözleri üzerine Mehmet Sevigen, "Senin hakkında da 'Homoseksüeldir' diyorlar, peki buna ne diyorsun?" dedi.

Bu sözlerden sonra ortam iyice gerildi. Sami Dadağlıoğlu araya girerek tarafları sakinleştirmeye çalıştı.

HABERTURK.COM

Schengen vizesi için başvuran Taraf'ın başörtülü yazarı Elif Çakır'dan kulaklarını gösteren fotoğraf istendi

15 Mayıs 2010 İtalya'nın İstanbul Başkonsolosluğu, Schengen vizesi için başvuran Taraf gazetesi yazarı Elif Çakır'ı şoke etti! Başörtülü olan Çakır'dan kulaklarını gösteren fotoğrafı isteyen konsolosluk, "Sizin gönderdiğiniz fotoğraf yasalarımıza uygun değil. Yasalarımıza uygun fotoğraf gönderdiğiniz takdirde hemen vizenizi verebiliriz" dedi. Elif Çakır, başından geçenleri şöyle anlattı...

"Elif Hanım merhaba... sizin vizeyi vermiyorlar... Kulaklarınızı ve boynunuzu gösteren fotoğraf gerekiyormuş..."

"Nasıl yani, anlamadım?"

"Yeni kurallar böyleymiş. İsterseniz bir de siz arayın."

İtalya Başkonsolosluğu, özel kalem müdürü .... ....

"İyi günler, ben Elif Çakır, Schengen başvurum vardı. Daha önce vize aldığım aynı fotoğrafları gönderdim. Vize verilemeyeceğini söylemişsiniz, durumu öğrenebilir miyim?"

"Elbette. Konsolosluğumuzdan vize alabilmeniz için Schengen yasaları gereği kulaklarınızı ve boynunuzu gösteren fotoğraf istiyoruz. Sizin gönderdiğiniz fotoğraf yasalarımıza uygun değil. Yasalarımıza uygun fotoğraf gönderdiğiniz takdirde hemen vizenizi verebiliriz."

"Hanımefendi ben inançları gereği, inancının yasalarına uygun örtünen birisiyim. Marjinal bir aksesuar taşımadığım gibi keyfiyetten de örtünen birisi değilim. Yüzüm, gözlerim, kaşlarım hatta çenem dahi tamamen tanınacak şekilde... Yüzümde peçe yok. Kulaklarımı ne yapacaksınız?"

"Hanımfendi inancınız gereği örtünebilirsiniz, bu sizin bileceğiniz bir şey, ancak Schengen yasaları gereği kulaklarınızı ve boynunuzu görmek istiyoruz, yani fotoğrafta açıkta olması lazım. Diğer türlü vize vermemiz mümkün değil. Yasalar hanımefendi!"

BİRKAÇ AY İÇİNDE NE DEĞİŞTİ?

"Fakat birkaç ay önce aynı fotoğrafla vize almıştım. Şimdi ne değişti?"

"O zaman biz size kolaylık gösterip vermiştik. Yani bir nevi yasayı deldik. Ama ikinci kez delemeyiz. Bu kez de siz kendi yasanızı delip istenilen şekilde fotoğraf gönderin!"

Konuşmanın tamamını yazacak değilim, ancak gerilime doğru gittiğini tahmin edebilirsiniz...

Son noktada özel kalem müdürünün şöyle garip bir isteği oldu: “Gazetenizin en yetkili ismi, mesela yazı işleri müdürü olabilir, konsolos beye antetli bir kağıda dilekçe yazsın. Sizinle ilgili durumu bildiren bu yazıyı bize fakslayın.”

Hepten şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Yıldıray Oğur'a telefon açıp ne diyeceğim şimdi?

"Yıldıray, Schengen yasaları uyarınca benim kulaklarımı görmek istiyorlar. Ben de öyle fotoğraf vermeyi kabul etmiyorum. Benimle ilgili olarak, inancımdan dolayı böyle örtünmek zorunda olduğumu, iki adet kulağımın ve bir adet boynumun bulunduğunu belirten bir resmî yazı verebilir misin!?" mi diyeyim.

Nereden baksanız trajikomik bir durum. Konuyu etraflıca konuşmaya başlayınca bunun hayli eğlenceli bir konu olduğunu fark ettik. Konu hakkında epeyce latife ürettik.

"... Yazarımız, inancından dolayı örtülüdür. Nokta. Yazarımızın beyanına göre kulakları ve boynu vardır. Nokta. Ancak bizce de boynu ve kulakları görülememiştir. Nokta. Boynunu ve kulaklarını size göstermesi yine inancının yasalarına aykırıdır. Nokta!.." Eğlenceli tarafından bakmasam, sinirden patlayacağım bu tavır karşısında. Hani parmak izinden, göz retinasından insanlar tanınıyor artık. Vizedeki fotoğraf neye yarayacak ki. Bir de, konsolosluktaki hanımefendi, "Sizin gibi örtünen diğerleri istediğimiz şekilde fotoğraf verdi, siz niye itiraz ediyorsunuz" demez mi? Karşımdakine diyecek bir şeyim yok. Her meseleyi "aman tatsızlık olmasın" diyerek çözmeye alışan bizim camianın boşvermişliğine de sinirleniyorum.

EMİNE ERDOĞAN NASIL GİRİYOR?

Bu arada aklıma Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül geliyor. Ve diğer örtülü bakan ve milletvekili eşleri... Acaba onlar da kulaklarını ve boyunlarını açıkta bırakan fotoğraflar mı veriyorlar? Yoksa onlar için özel bir uygulama mı var?

Buradan sayın Başbakan'a ve dahi Cumhurbaşkanı'na sesleniyorum: Acaba sizin eşlerinize de bu muamele yapılıyor mu? Yoksa aramızda imtiyazlı örtülüler var da haberimiz mi yok! Ya da özel uygulamadan dolayı, vatandaşlarınızın neler yaşadığını hiç umursamıyor musunuz? Ya da belki bilmiyorsunuz diye daha hafif söyleyeyim, haberiniz var mı bunlardan?

Bisikletle AB turu yapan sayın Egemen Bağış'a da bir notum var: Avrupa Birliği önümüze sürekli yeni fasıllar açarken, siz de bir "başörtüsü" faslı açmayı deneyebilir misiniz acaba?
netgazete

YASEMİN ÇONGAR BU MEKTUPLARI AÇIKLAMALI

29.06.2010

Amerika'da en uzun süre görev yapan Türk gazetecisi unvanına sahip Yılmaz Polat'ın geçtiğimiz günlerde bir kitabı çıktı. Adı ''CIA Pençesinde Açılım.'' Türk-Amerikan ilişkilerinin son dönemdeki seyri üzerine önemli araştırmalar ve belgeler içeren kitapta gazetecilere dair de notlar var.

Bunlardan biri, bir dönem Washington'da görev yapan, ardından aniden Türkiye'ye dönen gazeteci Yasemin Çongar'la ilgili. Şu anda Taraf gazetesinin genel yayın yönetmeni yardımcısı olan Çongar'ın daha evvel Washington'da haber kaynaklarıyla kurduğu ilişkiler hep tartışmalı olmuştu. Yılmaz Polat'ın kitabı bu tartışmalara bir yenisini ekleyecek.

İşte ''CIA Pençesinde Açılım''dan söz konusu bölüm:

''Richard Holbrooke, New York'a taşınırken Georgetown'daki evini o zamanlar Milliyet'in Washington temsilcisi olan Yasemin Çongar'a kiralamıştı. Yasemin Çongar, haftasonları New York'a giderken Holbrooke'un postalarını da götürüyordu. 1997'de Washington'da Madison Oteli'nde Denktaş ile görüştükten sonra otelden ayrılırken Yasemin Çongar'a gülümseyerek 'Bu hafta postamı getirmedin' demişti. Anlaşılan Holbrooke gibi önemli bir devlet görevlisi, Çongar'a özel postasını emanet edecek kadar güveniyordu.''

Bakalım Çongar bu mektupları ve Holbrooke'la gazeteci mesafesini nasıl açıklayacak.

Odatv.com

Taraf gazetesi artık Avrupa'da da basılacak

04 Eylül 2010
Taraf gazetesi artık Avrupa'da basılacak ve 8 ülkede dağıtılacak. Avusturya, Fransa, İsviçre, İsveç, Almanya, Hollanda, Belçika ve İngiltere, 6 Eylül Pazartesi gününden itibaren Taraf okuyacak.netgazete

TARAF’I AVRUPA’DA HANGİ MATBAA BASIYOR

06.09.2010
Taraf gazetesi, bugünden itibaren Avrupa’da yayın hayatına atıldı.

Hiç bir reklam ya da tanıtım kampanyası yapmadan piyasaya çıkan Taraf, Almanya’nın Offenbach Kenti yakınlarındaki S M isimli bir matbaada basılmaya başlandı. A.B. isimli bir kişiye ait olan matbaa PKK’nın yayın organı olarak bilinen Özgür Politika ile sosyalist yayın çizgisine sahip Evrensel isimli gazeteleri de basıyor.

Özgür Politika yüzünden sık sık polis operasyonlarıyla karşılaşan matbaanın Taraf’ı ilk gün 10 bin adet bastığı, gazetenin dağıtımının ise SAARBACH isimli dağıtım şirketi tarafından yapıldığı öğrenildi.

Taraf bugünkü sayısında birinci sayfadan “Avrupa Avrupa duy sesimizi” başlığı ile bir duyuru yayınladı. Duyuruda, “TARAF artı Avrupa’da da basılıyor ve sekiz ülkede dağıtılıyor. Austurya, Fransa, İsviçre, İsveç, Almanya, Hollanda, Belçika ve İngiltere’de yaşayanlar bugünden itibaren her gün, taze taze sıcacık TARAF okuyor” denildi.

Odatv.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Tem 05, 2010 9:48 pm    Mesaj konusu: Ahmet Altan’ın Kafası Da En Az TC Kadar Karışık.. Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Altan’ın Kafası Da En Az TC Kadar Karışık...
Oğuz Gürses
Pts Tem 05, 2010

Ahmet Altan “Yalancı laikler” başlıklı yazısıyla bir taraftan önemli tespitler yaparken, diğer yandan kafa karışıklığını sergiliyor öbür yandan manüplasyona devam ediyor...

Dinle Ahmet Altan:

”Yalandan bıktım. /Devleti, bürokratı, partisi, gazetecisiyle bir toplum nasıl bu kadar yalan söyler, kavramak gerçekten güç.” Diyorsun...

Senin yalandan bıkmana bir diyeceğimiz yok ama, “toplum”u “devlet+bürokrat+parti+gazeteci” olarak görmesn/tarif etmen, toplumdan bahsederken asıl unsur olan halkı hiç nazara almaman neyin göstergesi olabilir diye sormadan da edemiyoruz?

Kafa karışıklığının mı? Özensizliğinin mi? Dikkatsizliğinin mi? Yoksa halkı hesap dışı tutan/yok farzeden -kendisinin de mensup olduğu- “yöneten elit/oligarşi”ye mahsus kibrin doğurduğu duygu ve düşünce alışkanlığının açığa çıkıvermesi mi?

Devam edelim:

”Bizim en büyük sorunumuz ne bugünlerde?/Laiklik, değil mi?/Devlet erkânımız ve yandaşları laiklik istiyorlar ve laiklik tehlikeye düşecek diye korkuyorlar, değil mi?” Diyorsun...

Valla, sizin en büyük sorununuz “laiikliktir” belki ama, bağlı olduğunuz mihrakların hergün ayrı ayrı şirketlere çok çeşitli deneklere ulaşarak yaptırdıkları anketlere baktığımızda, laiklik denilen şeyin “aziz ve muhterem” halkımızın gözünde herhangibir kıymetiharbiyesinin olmadığı apaçık görünürken; bizim de -bir parçası olduğumuz- “pek aziz ve pek muhterem” halkımızın hilafına laikliğe herhangibir değer/önem atfetmemizin mümkünatı yoktur...

Devam edelim:

”İşte bu, benim rastladığım en büyük yalan. /Vatikan Devleti ne kadar laiklik istiyorsa bizim devlet de o kadar laiklik istiyor. /Çünkü “dinî” açıdan bizim en çok benzediğimiz devlet Vatikan Devleti. /Vatikan, Hıristiyan dininin Katolik mezhebinin devleti. /Peki biz? /Biz de Müslüman dininin Sünni mezhebinin devletiyiz.” Diyorsun...

Şu beş cümledeki yanlışlarını deveye göstersek “abiciğim ben ‘nerem doğru diye’ sitem etmiştim ama bu cümleri görünce bendeki eğrilikler “iki nokta arasındaki en kısa mesafe olan” ‘doğru’ kadar dümdüz görünür oldu gözüme” diyecek?

Sondan başlayalım: TC’nin sünnî bir devlet olduğu kuyruklu bir yalandır ve kaynağı da bütçeden DİB’in aldığı paraya gözdiken bazı paragöz Alevî dedeleri ile Alevî yazarlardır. Senin gibi romancı tarafı da olan birinin böyle bir kuyruklu yalana inanması sadece tuhaf değil aynı zamanda büyük bir ayıptır.

TC şayet sünnî bir devlet olsaydı hilafet gibi bir temel müesseseyi ilga edebilir, Anayasa’sındaki “TC’nin dini, din-i İslâmdır” hükmünü kaldırabilir, tekke ve zaviyeler gibi çok önemli kuruluşları kapatabilir. Şapka gibi hıristiyan-Yahudi serpuşunun giyilmesini müslüman halka mecburi hale getirebilir, TC’nin Matbuat Umum müdürlüğü gazetelere “Bundan böyle Allah ve ahlâktan bahsetmek suret-i katiyede memnudur” diye genelgeler yayınlayabilir. Bütün Sünnî mezheplere göre belli bir yaştan sonra “tesettür”e girmesi farz olan kız öğrencilere spor bayramlarında dansöz kıyafetlerine benzer kıyafetler giydirilerek gösteri yaptırılabilir. Dünyanın varlık bakımından en zengin vakıfları olan Sünnî vakıflarının bütün menkul ve gayrımenkulleri bir gecede gaspedillebilir (uzatmayalım diğerlerini de sen düşünüver) ...miydi?

TC, varlığını “Sünnî islâm karşıtlığı” üzerine kurmuş, fakat halkının en az %95’ı Sünnî müslüman olduğu için bunu açıkça söylemek yerine, “Sünnî İslâm”ı “irtica” olarak kodlayarak, “irtica” adı altında 7/24 kesintisiz Sünnî islâm düşmanlığını yürüten bir devlettir... Bu devlet kendini bütün temel kanunlarında “laik” olarak tanımlamakta ve “laik” vasfının da “asla değiştirilemez ve hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez”liğine sürekli vurgu yapmaktadır. Bu laiklik TC’nin yargı organları tarafından ise -senin patronlarının “sekülerllik” dediği şeyden de, “laiklik” dediği şeyden de farklı olarak- Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun ve Enver Hocan’nın uyguladığı “dayatmacı ateizm/Allahsızlık” modeline benzer şekilde algılanıp yorumlanmakta ve uygulanmaktadır...

Böyle bir devletin nesi Sünnî, Neresî müslüman ve “Vatikan benzetmesi “ ne alâka, ey Ahmet Altan?

Haa diyeceksin ki: öyleyse DİB nedir?

DİB’in Sünnî bir kurum olduğu yalanı da, tıpkı TC’nin “Sünnî bir devlet olduğu” yalanı gibi kuyruklu bir Alevî yalanıdır...

DİB’in iştigal sahası Sünnîliktir; ama bu Sünnîlik, Sünnî çoğunluğun ödediği vergilerin, Sünnî çoğunluğa devlet hizmeti olarak dönmesi tarzında, tabiî/normal/olağan bir durum değildir. Tam aksine Sünnî çoüunluktan toplanan vergilerle oluşturulan bu devasa kurumun iki temel işlevi vardır: Birincisi Sünnî inanç sistemini hak, adalet, cihad, haksızlığa karşı çıkma, zulme rıza göstememe, zalimlere boyun eğmeme gibi ana özelliklerini yokederek Sünnîleri iteatkâr köleler haline getirmek/protestanlaştırmak; diğeri de köleleştiremedikleri/protestanlaştıramadıkları Sünnîleri camilerdeki DİB memurları vasıtasıyla denetim altında tutacak geniş bir istihbarat ağı kurmak...

Yani senin anlayacağın Ahmet Altan; Laik TC, Sünnî olduğu için değil ,baş düşman olarak Sünnîliği gördüğü için bütçesinden bu kadar büyük bir payı DİB için seve seve ayırıyor...

Devam edelim:

“Siz hiç Alevi olduğunu açıkça söyleyen bir general gördünüz mü?/ “Ben Aleviyim” diyen bir Maliye müfettişiyle karşılaştınız mı?/ Aleviler de kimliklerini açıkça beyan ederlerse devlet dairelerinde iş bulamazlar./ Bu devlet, Müslüman Sünni olmayanlara güvenmez ve onları içine almaz. Vatikan da böyledir. “ Diyorsun...

Senin Müslümanlık, Alevîlik veya Sünnîlik gibi dinî bir aidiyet/mensubiyet belirrtiğini hatırlamıyoruz ama yazdıklarından Alevî propaganda yalanlarını gerçekmiş gibi algılamak yanılgısına düştüğünü açıkça görüyoruz.

Yoksa 28 Şubatta, 10 bine yakın subay ve astsubay sırf Sünnî oldukları için (Namaz kıldıkları/oruç tuttukları/içki içmedikleri/kumar oynamadıkları/karılarıyla danslı-içkili toplantılara katılmadıkları / Karılarının başları örtülü oldukları veya başları açık olsa bile bikini ile denize girmedikleri için -üstelik de bunların hepsini birarada yaptıkları için de deği,l bunlardan sadece birini yaptıkları için- ve bunlar da Sünnî hayat tarzının göstergeleri olduğu için) tasfiye edildiklerini nasıl hatırlamazsın? Üstelik de sırf Sünnî oldukları için tasfiye edilen bu 10 bine yakın başarılı askerin, tasfiyelerini yapan generallerin, bir de bu subayları ve ailelerini açlığa mahkum etmek için kamuda çalışma yasağı getiren kanun çıkarttırdıklarını nasıl unutursun? Bu generallerin Sünnî olduğunu iddia etmek, hele de buna inanmak nasıl bir kafa karışıklığıdır? Üstelik de bu tasfiyelerin yapıldığı dönemde Alevî subaylar başlarında Alevî generaller olduğu halde Hacı Bektaş Türbesini ziyarete giderlerken sen bu ülkede yaşamıyormuydun be birader?

Hadi bunları unuttun diyelim?

Hani “inşallah dedi, maşallah dedi, çok şükür dedi, türban yasağını kaldırmak için teşebbüse geçti öyleyse laikliğe aykırılık suçu sabittir” diye gazete kupürlerinden iddianame düzüp, Sünnî kökenli insanların verdiği oylarla iktidara gelmiş bir partiyi kapatmak için dava açan, dava açtıktan sonra da “ne olur ne olmaz işi sağlama alalım” diyerek Anayasa Mahkemesine ve TBMM’ye muhtıra veren Yargıtay ve Danıştay’dan bir grup hakim ve savcıının Alevîlerin kutsal mekân kabul ettikleri Hacı Bektaş-ı Veli Türbesini eşleriyle birlikte ziyaret etmelerini, bu ziyaretlerinde bir Alevî ritüeli olan “Semah”la karşılanmalarını, türbede topluca dua etmelerini, türbenin kutsal sayılan suyundan içmelerini, çilehaneyi ziyaret etmelerini de mi duymadın?

“Aleviler de kimliklerini açıkça beyan ederlerse devlet dairelerinde iş bulamazlar.”mış: İnsaf yahu! Yüksek yargının yarısından fazlası Alevî kökenli olmasa bu başsavcılar bu muhtıracı başkanlar nasıl seçilecek?

Yargıtay ve Danıştay’ın yüksek yargıç ve savcılarının yüzde 50’den fazlası Alevî ama, Alevilerin toplam nüfus içindeki yerleri yüzde 3-4 civarı! Bu ne güzel Sünnî devlet ve bu ne adil bir “temsili+çoğulcu+katılımcı demokraaasi” Ahmet Altan? Veya “bu ne yaman çelişki anne?”

Devam edelim:

“Burası “kafası karışık” bir ülke./ Laik mi olmak istiyorsunuz? Bizim yargıçlar laikliği çok mu arzuluyor? O zaman kolay. Önce devletin kapılarını her dinden, her mezhepten insana açacaksınız. /Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de devlette çalışacak. /Bütün mezhepleri de kabul edeceksiniz./Sonra insanların inançlarına göre giyinmelerine, yaşamalarına, ibadetlerine karışmayacaksınız.” Diyorsun...

Bu söyledklerinin laiklikle ne alâkası var Ahmet Altan? Her normal devlet bunu zaten yapmak zorundadır. Başka türlü iç barışı nasıl sağlayacak?

Osmanlı’da bu saydıklarının hepsi vardı...

Ama Osmanlı laik değil Sünnî bir İslâm devletiydi...

Zaten bu dediklerini yapmayan/yapamayan bir devlet, TC gibi kendi halkıyla kavga etmekten/didişmekten/itişip kakışmaktan başını kaldırıp da, devlet olmanın fonksiyonlarını yerine getirmeye ne imkân, ne zaman, ne de fırsat bulabilir. .. Adaletten, iç ve dış güvenliğe, eğitimden sağlığa, ziraatten sanayi ve ticarete, mimarîden şehirciliğe, edebiyattan sanatın diğer kollarına kadar her alanda nal toplar... Sonra da, kabahati “gericilik, bölücülük yıkıcılık” gibi mevhum öcülere yıkmaya kalkar...

Ve bir gün bakar ki; bu ülkenin insanlarına hayatı zindan eden tek gerçek öcünün kim olduğunu Ahmet Altan bile anlamış...

Meselâ yani...

BIRAKIN ŞU LİBERALLERİ ARTIK
Mümtaz İdil
04.07.2010

Aklıma, kıdemli yorumcularımızdan raptor77 düşürdü...
Şöyle geri dönüp yazdıklarıma baktım, canımı sıkan bir yığın ayrıntı gördüm.
“Ne işim var benim Şamil Tayyar, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Cengiz Çandar, Hasan Cemal ve diğerleri ile” diye.
Yani, hangisinde “Ernest Everhart” ilkesi var ki?
Elbette, bu kişilerle ilgili sitede yayımlanan yorumlarda böyle bir ilkenin yanından bile geçilmiyor, doğru... Ama malzemeniz eğer çinko ise, ondan (haydi çok bilinen altın örneğini geçelim) çelik kaşık yapamazsınız.
Malzemeniz Martin Eden, Ernest Everhart ise “çelik kaşık” üzerinde süsleme yapmaya başlarsınız. Bilirsiniz ki, elinizde tuttuğunuz “çelik”.

Bilir misiniz, Ernest Hemingway tüm ısrarlara rağmen, Hollywood’a gitmemiştir, yazarlığına “gölge” düşürmemek için.
Jean Paul Sartre, Nobel ödülünü reddetmiştir.
Paul Robeson, McCarthy savcısına, “Bir dakika,” demiştir. “Önce ben soracağım size: Adınız nedir, ne iş yaparsınız, kimsiniz, ne hakla beni sorguya çekiyorsunuz?”
Ronald Reagan bir başka odada bülbül gibi öterken...

Ülkemin aydınları(!) yumurta ile ilk karşılaştıklarında annelerine “bak koko” dediği yıllarda, Victor Jara Santigo stadyumunda infaz ediliyordu.

Beş Mandela edecek yürek taşıyan Biko, tezgahtaydı o sıralarda... Zaten cesedi çıktı.

Müslümanlığı haykıracaksanız eğer dinci güruhu, kendinize Malkom X’i örnek alın. Ama zor, çünkü yolun sonu ürkütür sizleri.

Ezilenlerden dem vuruyor da rahatsız oluyorsanız eğer, Spartacus bile iyi gelir sinirlere.
İkide bir de Kartaca’yı da aşağılamayın, Annibal onuru zor zaptedilen bir onurdur.

Ne bileyim, raptor77 bunları anımsattı ve geriye döndüm.
Kendi ülkemin insafsızca “kafası ezilen” aydınlarını düşündüm. Onları yazmam gerektiğini utanarak anımsadım.
Bana ne “liberal” denilen tayfadan.
Pastanın en büyük dilimi onlar tarafından paylaşılıyor diye, bir dilim dilenmek midir bütün bu sataşmalar.
Benim, senin, onun yazmalarıyla, çizmeleriyle kendilerini sırça köşklerine kapatmış bu “aydın” takım pastayı yemekten vaz mı geçecek?

Kedi sirke içer mi, demeyin. Bal gibi içiyor işte.
Sirke bozulur mu diye sormayın, bozuluyor işte.
Çinko çelik olur mu diye hiç sormayın...
Lavasoier yasalarına aykırı da olsa, beceriyorlar. Nobel Kimya Ödülü verilmeli bunlara...
Bakmayın, uyduramazlarsa bile, Mendelyev elementler tablosunu da değiştirirler.

Bu yüzden raptor77 aklımı çeldi.
O zaman anladım ki, İmdat Avcı’ya giden bakanlık müfettişleri, Gogol’ün müfettişleri...

Dünyaya en uzak gezegenin Anteres olduğunu bundan bin yıl önce bulan bilim adamlarının, neden hayatın en önemli parçalarından biri olan küçük kan dolaşımını bulmak için Harvey’i ve 1876’yı beklediklerini sorgulamaktır hayat...
Cengiz Çandar’ın kürt açılımı sonra gelir.
Ruşen Çakır’ın önerileri de sıraya girer.
Niye bunlarla uğraşalım ki?

Kültür kapanı içerisinde Thomas Kuhn felsefesi oynuyorlar ve biz de düşüyoruz gibime geliyor açıkçası. Gündemi belirliyorlar ve o gündemin dışına çıkmamamız için var güçleriyle çalışıyorlar.
Olmadık yerde “memleket” ile “kadın memesi”ni aynı noktaya getiriyorlar, aylarca bu sözlere “küfür” etmekten, burnumuzun ucunu göremiyoruz.
Yalan mı?
Kültür çinkodan kulelerle yapılıyorsa, çelik kaşıkların da devreye girmesi gerekmiyor mu?
Neyle?
Kültürleri kendilerinden menkul “köşecilerle” mi, yoksa şiirleriyle 300 yıllık Romanovlara Rusya’yı dar eden Puşkin ile mi?
Nazım Hikmet ile, Sabahattin Eyüboğlu, Cemal Sürreya, Edip Cansever ile mi?

Kendinizi bir an Martin Eden, Pavel, Korçagin, Samsa ile dost olarak düşünün. Bir an Bekri Mustafa’nın 4.Murat ile kavgasının tam ortasında olduğunuzu hissedin.
Zeka ile kurnazlık arasındaki “aptal” oyuna alet olamayacağınızı da hissedersiniz.

Yeniden okumaya, tekrar tekrar okumaya ihtiyacımız var.
“Dipten Gelen Dalga” bir sloganın ötesine geçmeli ve Ehrenburg’a hakkı verilmeli.
Magazincilere inat, Bach’ın prelüdleri, Mozart’ın konçertoları dinlenmeli.
Burun kıvırmamak, “entelektüel” alaycılığına da sokmamak gerek bu çabaları.

Ne bileyim, belki o zaman otobüste ayağına bastığımız birinden özür dilemeyi, onursuzluk olarak görmeyiz.
Sağa dönerken sağ sinyali vermeyi de acemi şoförlük saymayız.
Kültür buradan başlıyor elbette, ama nereye kaçmaya çalışırsanız çalışın, son noktayı dehalar koyuyor.
O zaman Einstein’in de, Kant’ın da, Balzac’ın da kapısını çalmak, nihavent tangodan Arjantin tangosuna geçmek zorunda kalıyor insan.

Dedim ya, magazinleşmeyen tarih müthiş dostlar barındırıyor içinde ve hepimizi bekliyorlar.
Bırakın şu liberalleri artık!

Odatv

Taraf yazarı Önder Aytaç'ın hayatı karardı

11 Temmuz 2010
Doç. Önder Aytaç, Taraf gazetesi yazarı. Bilgi Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Polis Akademisi ve Güvenlik Bilimleri Enstitüsü'nde öğretim üyesi. Taraf'taki köşesinde Kürt sorunu, Emniyet, MİT, Ergenekon ve TSK'ya ilişkin yazdıklarıyla dikkat çekti. Ama geçtiğimiz günlerde bir TV kanalında söyledikleriyle BDP ve PKK'nın hedefi oldu. Öcalan için, "Bu terörü bitirmezsen, seni asarım. Bakın bakalım o zaman bu olayların hepsi bitmiyor mu?" sözleri, açılım yanlısı yazarlar tarafından şiddetle eleştirildi. Taraf'taki yazılarına 28 Haziran itibariyle ara verildi. Bugün etrafında koruma polisleri olmadan dışarı adım atmıyor. Hürriyet gazetesine konuşan Aytaç, yaşadıklarını anlattı.

EŞİMDEN, ÇOCUKLARIMDAN AYRIYIM

Onlarca tehdit mail'i geldi. Sokağımda bekleyen insanlar görüyorum. Eşimden ayrıyım. Çocuklarımı yurtdışına gönderdim. Polisevinde kalmaya başladım. Üç-dört polis sürekli yanımda. Aracımı kullanan arkadaşımın beline tabanca verildi. Bana, "Tabancanı boş gezdirme, karşına çıkan olursa gözünü kırpmadan vur" dediler. Kapımın önünde metalik gri bir otomobil gördüm. Bana olacak muhtemel bir şey, Emniyet, MİT ve askeriyenin ayıbıdır. Bu ayıbı Türkiye kaldıramaz. İngiltere'ye gidip bir yıl öğretim üyeliği yapabilirim. Ama "Türkiye'de can güvenliğim yok" demem.

GÜLEN'İN AÇIKLAMASI ABD VE İSRAİL'İ ÇOK RAHATLATTI

Babam, Yurtdışı Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü yaptı. Fethullah Gülen, İzmir'de vaizdi. Babamın, "Bu iş bitti, ayrılacağım" dediği günlerde Gülen'in babama, "Vatan için çalışıyorsunuz. durmayın, yola devam edin. Ölürseniz şehitsiniz" dediğini babam evde ağlayarak anlatırdı. Ben Gülenci miyim? Eğer olsaydım, gönül rahatlığıyla "Evet" derdim. Fethullah Gülen, İsrail'in izni olmadan Gazze'ye yardım götürülmesini eleştirdi. Türkiye için Kıbrıs neyse, ABD için İsrail odur. ABD, Mavi Marmara açıklamalarıyla Fethullah Gülen'in sigortasını sağladı. Çünkü Gülen'in İslami söyleminden bir tehlike gelmeyeceği anlaşıldı. Artık İsrail ya da ABD'deki Yahudi lobisi İslam âleminden birileriyle görüştüğünde, bu masada kesinlikle Gülen de olacak.
netgazete

Önder Aytaç ve Orhan Özdemir'in Tasfiyesi Ne Anlama Geliyor?
Meyyal UYGUR

AKP iktidarının kendi adamlarını “yolsuzluk” iddiası ya da İmralı’daki katilin asılmasını istediği için harcayabileceğine inanan var mıdır?

Çankaya’daki Gül’ün tavassutuyla Kayseri’den Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelen Orhan Özdemir ile iktidarın “haşarı Taraf”ı Önder Aytaç’tan söz ediyorum. Birincisi, “ihaleye fesat karıştırmaktan” hapis-hastanede (Ama dikkat buyurun, kimse çıkıp da Gata-kulli demiyor)… Diğeri susturuldu!.. İkisinin, iktidarın adamı olma dışında başka bir ortak özelliği daha var. Mülkiye Müfettişlerinin, BBP'nin merhum lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünde “kamuoyunu yanıltıcı bilgi verdiği” için Özdemir hakkında soruşturma açılmasına ilişkin talebi aylardır İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın masasında bekliyordu. Ancak Atalay, Mülkiye Müfettişlerinin dosyasına değil, Önder Aytaç’ın yazılarına itibar etti ve Özdemir’in ipi çekildi!...

Bu Emniyet Teşkilatına çok yakın olan Aytaç’ın ilk icraatı da değildi. Özdemir’den önce bazı Emniyet Genel Müdür Yardımcıları ile il Emniyet Müdürlerinin tasfiyesini de yine o tetiklemişti. Tasfiye edilenlerin ortak özelliği ise Fethullah Gülen cemaati değil, Milli Görüş’e yakın isimler olmalarıydı. Tıpkı Orhan Özdemir gibi!..

Bu küçük nottan sonra Orhan Özdemir’i mercek altına alalım:

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a “suikast” iddiasında işbaşındaydı. Kozmik oda baskınları ve hakimi takip eden sebze-meyve taşıyan araçlara suç üstünde de onun polisleri görev yaptı. En tepki çeken icraatı ise “soruşturmanın gizliliğini” ihlal edip, Arınç’a “suikast” teşebbüsü hakkında enine, boyuna brifing vermesiydi!..

TSK’nın mühimmat sevkiyatı yapan araçlarına Ankara girişinde yapılan baskın emri de Özdemir patentliydi!..

“Ergenekon” kapsamındaki son icraatı ise eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’la ilgili oldu. Arama ve gözaltı işlemlerini İstanbul’dan gelen ekibin yapmasına izin vermedi. O işleri Ankara polisine yaptırdı. Birilerin bundan rahatsız olduğu muhakkak da kimlerdir, nedendir bilemeyiz elbette!..

Önder Aytaç’a geçmeden önce iki kareye daha bakalım:

Taraf’ın patroniçesi Yasemin Çongar hiç beklenmedik bir anda ABD’nin en büyük radyo kanalına, “Balyoz darbe planı” belgelerinin yayınlanması için “Başbakan ve devlet istihbaratının başı tarafından teşvik edildikleri” itirafında bulundu.

Çongar’ın bu itirafını, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, “Balyoz planları polis tarafından servis edildi” iddiası izledi!.. Bunun ardından, Türkiye’yi yerinden oynatan bu davada son tutuklu sanıklar da serbest kaldı.

Ve tam bu karelerin ortasına, Emniyet-Ergenekon-Cemaat-Taraf dörtgeninin en etkili ismi Önder Aytaç’ın “susturulması” düştü!..

Bir tv programında, “Öcalan asılsın” dediği için susturulduğu söyleniyor. Duy da inanma!.. Eğer bu bir gerekçe olsa, Aytaç’tan önce, Mümtaz’er Türköne’nin işine son verilmesi gerekmez miydi? Daha düne kadar Öcalan’ın bir “paşa” gibi, Bodrum’a gönderilmesini savunacak, sonra hidayete erip, “Öcalan da, terör örgütü de bu saatten sonra sadece susturulmalı. Bırakın muhatap alınmayı, Öcalan’ın etkisizleştirilmesinin zamanı gelmedi mi? Öcalan artık enterne edilmeli” diyecek… Ama cemaatin gazetesinde yazmaya devam edecek? Aytaç’la Türköne, Taraf’la Zaman arasındaki bu “önemli” fark ne ola ki?!..

Aytaç’ın, “Öcalan asılsın” sözü yüzünden susturulması üzerinden bir “halk kahramanı” yaratma çabalarını, ”Ailesini İngiltere’ye yolladığı” sözleriyle “mağduriyetini” ifade etmesini ( 1-1.5 yıldır eşinden ayrı yaşadığını Ankara’da bilenler biliyor) ve kendisinin değil, babasının F. Gülen’ci olduğunu anlatmasını geçip, yukarıdaki fotoğrafı okumaya çalışalım:

Balyoz darbe planının, “Emniyet’ten, Taraf’a servisi” kesinleştiğine göre (İçişleri Bakanı Atalay, ‘Her teşkilatta yanlış yapanlar olur’ diyerek, Başbuğ’un iddiasını doğrulamadı mı?), bu servisi yapanlar da muhakkak ki tespit edilmiştir. Özdemir veya Aytaç bu tespitlerin bir yerinde var mıdır?

Özdemir ve Aytaç’ın “tasfiyesi”nde, Genelkurmay Başkanlığı’nın ısrar, talep veya rolü olmuş mudur?

Öyleyse iktidar, bugüne kadar Genelkurmay’ı iplemezken, neden harekete geçmiştir?

“Ergenekon” ihalesini birilerine fatura ederek, kurtulma çabaları mıdır?

Anayasa referandumuyla başlayan AKP-Saadet ittifakında (Belki ileride Erdoğan’ın görevini, Numan Kurtulmuş’a devretme planlarında), özellikle Emniyet’teki operasyonlarda Milli Görüş’ün “gönlünü kıranlara” haddini bildirme mi, yoksa hepsi birden midir?

Her neyse ne, ama şu açık, Orhan Özdemir meselesi Orhan Özdemir’den, Önder Aytaç meselesi de Önder Aytaç’tan ibaret değil!.. Ve dahi “Tarzan” çok zorda ki, hem TSK’ya, hem Milli Görüş’e “selam” çakıyor!..

Hele bir de Bülent Abi’nin “selamları” yok mu?!..

Önce İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırıda, İsrail’e “hak vererek”, Erdoğan’ı morartan Fethullah Gülen’e, “Hocafendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” selamını çaktı…

Sonra Toronto’da Erdoğan’ı morartan ABD Başkanı’na, “Obama’yı takdir ediyorum. Şahsiyet ve kimlik olarak Barack Hüseyin Obama’dan ümitliyim” selamı gönderdi…

Yetmedi, Erdoğan’ın, PKK’yla kavgaya tutuştuğu bir sırada, “Dağa çıkma gerekçeleri haklı” diyerek, PKK’ya el salladı…

İç ve dış siyasetin en önemli figürü haline gelip, iktidarın kendilerini oyaladığından yakınan Bartholomeos’u unutması mümkün mü? Onu da, “Heybeliada Ruhban Okulu’nun Türkiye’de din adamı ihtiyacını giderecek bir okul olarak açılmasını, şahsen çok arzu ediyorum. Buna izin vermemiz gerekir” sözleriyle selamladı…

Bülent Abi’nin bu selamları, “Civan”ının Cumhurbaşkanlığı projesi sonrası Başbakanlığa hazırlık mı, yoksa “Civanın üstünün çizildiğine” ikna olup, “göreve hazırım” hatırlatması mıdır, yakında anlaşılır…

Ama şu kesin, “Civanım delikanlının” sadece “gözlerinin altı” değil, her yeri “morartılmış” durumda… Ve dahi iktidar içi iktidar savaşlarında, her kesim kurban kanı akıtmaya başladı!..
açıkistihbarat

BU İDDİANAMEYİ KİM SIZDIRDI

18.07.2010

Dün Star Gazetesi bugün Taraf ve Zaman Gazeteleri 1. Ordu’da çalışan sivil memurların Balyoz Planı’nı kabul ettiğini anlatan bir haber yaptı. İki gazete de sivil memurların kendilerine gösterilen CD’leri hatırlamalarından yola çıkarak planın 1. Ordu’da hazırlanmış olduğunun kesinleştiğini iddia etti.
Ancak iki gazete de açık bir çarpıtmaya başvurdu.
Bu durum haberin içeriği dikkatli incelendiğinde görülebiliyor.
Kendilerine 1. Ordu’nun hazırladığı 19 adet CD’si gösterilen memurlar hangi CD’leri hatırlıyorlar?
Memurlar şöyle söylüyor: “CD’lerden 1, 2, 3, 4, 5, 6, 8, 9, 10, 12, 13, 14, 15, 18, 19 no.lu CD’leri net olarak hatırlıyorum”
Bu CD’lerde neler var?
Rutin ordu çalışmaları ve bu CD’lerin içinde suç unsuru olan herhangi bir çalışma yok.
Peki memurlar hangi CD’leri hatırlamıyor?
7,11,16, ve 17.
Balyoz, Sakal, Çarşaf, Oraj, Suga gibi Taraf’ın yayınladığı uçak düşürmeden cami bombalamaya kadar eylemler içeren darbe içerikli planların tamamı bu CD’lerin hangilerinde?
11 ve 17. CD’lerde.
Yani memurlar Balyoz, Sakal, Çarşaf, Oraj, Suga gibi darbe planlarını içeren CD’leri hazırlamadıklarını söylüyorlar.
Bu durum sanıklar lehine bir durum doğuruyor.
Ancak Taraf bu olayı nasıl verdi?
“Balyoz CD’lerini Çetin Paşa için hazırladık” başlığıyla…
Star Gazetesi dün nasıl verdi?
“Balyoz Planını ben yazdım” başlığıyla….
Zaman konuyu nasıl haberleştirdi?
“Sivil Memurlar: Balyoz Bize yazdırıldı”
Yani üç gazetede açıkça olayı çarpıyor, dezenformasyon yapıyor, psikolojik bir savaş yürütüyor.
Peki şimdi bir soru daha soralım.
Üç gazetenin de haberini yaptığı ifadeler nereden alındı?
Balyoz Davası iddianamesinden.
Balyoz Davası İddianamesi mahkemece kabul edildi mi?
Hayır.
Sanıklara ya da avukatlarına verildi mi?
Hayır.
Peki bu iddianameyi Star, Zaman ve Taraf’a kimler sızdırdı?
Sızdıranların amacı ne?
Bu iddianameyi sızdıranlar ve yalan söyleyerek orduya karşı psikolojik savaş yürütenler aynı organizasyonun parçası mı?
Soruların cevapları belli değil mi?
Odatv.com

Islak veya Kuru İmzalı Belgeyi Hazırlamak, Tarafa Sızdırmak ve Tarafının Tarafı Olmak

Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Engin

21.07.2010

Son günlerde yeniden start alan belge savaşları ortalığı toz duman edecek gibi gözükmektedir. Daha önce kaleme aldığım bir yazıyı duruma ışık tutacağı düşüncesiyle yeniden okunmasını istiyorum. Çünkü bu belge kendisine yüklenen misyonu fazlasıyla yerine getirmeye başlamak üzeredir.

Misyonun ulaşacağı nihai hedef yerinde kaos ve sosyal bunalımlara yol veren sonu asla siyasi otoritenin beklentisi ve istendiği olmayan vahim organizasyonlar vardır.

Bir ihtilâle zemin hazırlamak için 5-10 bin vatan evladı gencin (şu an uyanıp geri gelseler sınırda törenlerle karşılananlar kadar ilgi görürler mi bilemiyorum!) kurşunlara hedef olmalarını sağlayanlar, yeni taktiklerle sahne almaktadırlar.

Halktan ve siyasi otoriteden taraf gibi gözüken Taraf gazetesinin gerçekte kimin tarafında olduğu çok açık değildir.

Bana öyle geliyor ki bu gazete ve benzeri medya kuruluşları, karşısında oldukları izlenimi verilen odakların yanındadırlar. Çünkü bu kurulan denklemin çözümü sonucunda davranışa dönüşecek olan yaşantıların kimleri nerelere taşıyacağını sanıyorum yakında görme fırsatımız olacaktır.

Görebildiğim oyun kurgusunda yaşanan ve yaşatılacak olan süreçler bağlamında ne halk taraftır ve ne de taraf halktır.

Taraf kendisini besleyen karşı tarafına enerji verirken aynı süreci işletmek için karşılık olarak belge ve bilgi alıp yayınlamaya devam etmektedir.

Sızdırılan Belge veya Belgeden Sızanlar

Son günlerde basına sızdırılan ve üzerinde konuşulan belge ile ilgili olarak koparılan kıyametlere rağmen, asıl hedeflenenlerin göz ardı edildiği veya asıl hedefin gözden kaçırıldığını sanıyorum.

Her geçen gün biraz daha eriyerek ve eritilerek bağlı bulunduğu asıl gövdeden kopuk hale gelen buz dağının arkasında saklı olan ve halâ tam olarak anlaşılmış olduğunu düşünmediğim gerçeğin. Yeni yeni bağımsız değişkenlerin etkileşimleri sonucu belirlenen ana hedef yanında yeni ve tali hedefler olarak şekil değiştirmeye devam ettiği görülüyor.

Bence konuşulması ve sorgulanması gereken, bu belgenin kopyamı yoksa gerçek mi yaklaşımından ziyade, niçin basına sızdırıldığıdır.

Anlaşılıyor ki bu belgenin esas hedefi; bir aracı rol oynamak ve belirlenen hedefe anlamlı bir mesaj iletmektir.

Üç boyutlu derin bir özelliği olan bu belge, her bir boyut için kendi ölçeğinde anlamlar yüklüdür. Bu yüzden birden fazla değişkenin katkısıyla ortaya çıkarıldığı anlaşılıyor.

Bu belgenin eylem boyutu birden fazla iç ve dış merkezin beklentilerini karşılama hedefine dönüktür. Bu yüzden belgenin neresinden tutarsanız o yerin dizaynını yapan güç merkezinin kontrol alanına girersiniz.

Belge sürecini yöneten bu temel ve bağımsız değişkenler, paylarına düşen hisselerini almak için kendi boyutlarının derinleştirmeye çalışmaktadırlar.

Bu belgenin hazırlanış sebebi, eğer ifade edildiği gibi adı darbe belgesi ise, oldukça açıktır. Yok eğer Türk Silahlı Kuvvetlerini karalamak için birileri tarafından hazırlanıp ortaya atıldıysa, bunun kanıtlanması çok zor olmayacağından oldukça acemice yapılmış bir teşebbüs olacağı düşünülebilir.

Esasında ve bana göre bu belge muhtemelen daha orijinallerinin ellerinde veya bilgileri dahilinde olduğunu düşündüğüm birileri tarafından Taraf Gazetesine servis edilmiş bir kopya belgedir.

Görünürde bu belgenin eylem boyutuyla siyasi iktidarı ve Fetullah Gülen cemaatini hedef aldığı söyleniyor olsa da, hem siyasi iktidarın ve hem de Fetullah Gülen cemaatinin pozisyonlarını daha da sağlamlaştırmıştır.

İşte bu hedef muhtemelen o tali hedeflerdendir. Bence bütün bunlar bu belgenin öncelikli hedefi değildir. Bunlar öngörülmeyen hedefler olabilir.

Mevlâna'nın ifade ettiği gibi, her şeyin zıddıyla var olduğu gerçeği bu belgenin asıl hedefinin zıddında kalan ve aynı hedeflere hedef denk değerleri de harekete geçirdiği ve zaman zaman esas hedefi de gölgelediği görülmektedir.

Fetullah Gülen cemaati ve siyasi iktidara sağladığı avantajlar bu çerçevedendir. Bu belge ve onu hazırlayanlar Yüce Milletimizin nefret ve antipatisini çekmiş ve belgede hedef haline getirilen unsurlar ise, puan kazanmıştır.

Bu belgeyi basına servis yapanların hedefi; muhataplarına puan kazandırmak olamayacağına göre, teorinin komplolarını daha farklı bakış açılarıyla ortaya koymak gerekir.

Siyasi otorite tarafından tahmin edilip yarım yamalak dillendirilen belge arkası güçler eğer sanıldığı gibi, bir potansiyel ve her şart ve ortamda kendilerini yenileyebilen, değiştiren ve dönüştüren bir güç merkezi ise, o zaman ülkemizde bir yaprağın dahi o güç merkezinin onayını almadan kıpırdaması olası değildir.

Öyleyse son dönemlerde dahil, bütün siyasi ve toplumsal projelerin mimarı da bu güç merkezidir.

Tek partili dönemden çok partili döneme geçerken yaklaşık on yıldan fazla Ankara Belediye başkanlığı görevini yapan ve aynı anda Ankara Valisi olan Tandoğan,asayişi bozdukları gerekçesiyle yakalanan bazı gençleri huzuruna çağırır.

Onlara neden böyle yaptıklarını sorar ve gençlerin içlerinden çelimsiz birisi olan Osman Yüksel Serdengeçti soruyu cevaplayarak bunun sebebinin devleti yönetenlerin hataları olduğunu ifade eder.

Tandoğan kızar ve Serdengeçtinin çenesine sert bir yumruk atar ve kontrolünü kaybederek bağırır.

"-Ulan siz kimsiniz ki bu ülkeye yok adalet, eşitlik ve barış getireceksiniz. Eğer bu ülkeye Komünizm gelecekse ancak biz getiririz. Faşizm gelecekse onu 'da biz getiririz"

der.

Aslında bu örnek olay hep tekrar etmektedir. Sadece etkilenenler ve bazen de etkileyenler değişmektedir. Oldukça ustaca plânlanan senaryoların kahramanları olduklarını sananlar zaman içerisinde zavallı figüranlar olduklarını anlayarak ”eyvah kullanıldık” demekten kendilerini alamazlar.

İşte eğer bu belge de bu anlayış ve güç merkezinin işi ise, bana göre Fetullah Hoca projesinin de mimarı bu güçler olmalıdır.

İran şii anlayışını ve Humeyni misyonunu dengelemek maksadıyla bu oluşum hazırlanmış ve önemli bir düzeyde korunmuştur.

Aslında aynı şey halen de devam etmektedir.

Önceki hükümetin apar topar alaşağı edilmesi ve Sn. Recep Tayyip ERDOĞAN' ın da hiçbirisi tesadüf olmayan sistematik süreçlerden geçirilerek, bulunduğu yere ulaşması sağlanmıştır.

Yine aynı şekilde elde edilen pozisyonların korunması ve daha ötelerin etki altına alınması için zincire halka eklenmeye devam edilmektedir. Herhalde bu güç merkezlerinin kurduğu veya çok stratejik düzeylerde destek verdikleri oluşumların kurguladıkları senaryoların dışına çıkmaları, ülke ve Millet menfaatlerini ön plâna çekmeleri veya onların aleyhine döndüklerinde sorun başlamakta ve bu durum zaman zaman belgeler şeklinde kendini göstermektedir.

Bu belge devam eden Ergenekon davası ile ilgili olarak tutuklananların, ses çıkarmadığını düşündükleri Türk Silahlı kuvvetlerini hızla devreye sokma teşebbüsüdür. Yada, yine onlara göre onları kurtarmayan ve kollamayan Türk Silahlı Kuvvetlerini tehdit etme yaklaşımıdır. Her ne olursa olsun ne hükümet ve ne de Türk Silahlı Kuvvetlerimiz bu çok çirkin ve etkinlik alanı derin oyuna gelmemelidirler.

Hükümet ve sosyal bilimcilerin bu süreçleri halkımıza tüm detaylarıyla anlatmalıdırlar.

Derin saygılarımla.

açıkistihbarat

Taraf'la Wikileaks'i Karşılaştırmak İçin Aköz Kadar İçmek Gerekir

Açık İstihbarat
30.07.2010

Emre Aköz Sabah'ta yayınlanan "O Tür Haberciliğin Alası Türkiye'de Var" başlıklı yazısında kendince bir karşılaştırma yapmış.

Wikileaks'te ABD ordusunun gizli belgelerini yayınlanan gazeteci Julian Assange'in yaptığı türde gazeteciliğin Türkiye'de alası olduğunu söylemiş ve sizce kimi örnek göstermiş?

Tabi ki Taraf.

Emre Aköz 'ün Başbakan'ın da yeraldığı bir özel davette aşırı alkolden kaynaklanan davranışların yarattığı rahatsızlık dilden dile dolaşır.

Aköz'ün alkolle ve yemekle ilişkisi açık sırdır. Kendini sosyolog zanneden bu fukaranın karakteri üzerinde alkolun etkisi yakın çevresini ilgilendirir fakat anlaşılan alkol Aköz'ün zaten pek de parlak olmayan muhakeme yeteneğinde ciddi yaralar açmış durumda.

Julian Assange'in ve Wikileaks'in yaptığı gazetecilik ile Taraf isimli bültenin yaptığı sözde gazeteciliği karşılaştırabilmek için bir iki şişe viskiyi devirmek ve bunu her gece yapmak lazım.

Wikileaks bu güne kadar her türlü iktidarın foyasını ortaya çıkaran yayınlar yapmıştır.

Taraf ise sadece Genelkurmay'ı hedeflemiştir ve bunu yaparken kaynağı polis ve MİT içinde bazı isimlerdir.

Dolayısı ile Taraf'ın duruşu "çürümüş iktidara" değil; tasfiye sırası gelen iktidara karşı, yükselen iktidarın yanıdır.

Taraf'ın duruşu ilkesel değil ; konjonktüreldir.

Wikileaks bünyesinde CIA'den veya FBI'dan birisinin çalıştığı duyulsa yer yerinden oynar.

Halbuki bize bir gün birisi gelip Yasemin Çongar'ın veya Altanların yıllardan beri süregelen ilişkilerini anlatsa ;

"otur koçum anlaşılan sen yenisin, biz sana daha fazlasını anlatalım"

deriz.

Taraf; dünyada kendini liberal demokrat olarak tanımlayıp da, hala görevli polis ve istihbaratçılara köşe veren tek gazetedir.

60 Darbesinin şakşakçısı Çetin Altan'dan, 80 darbesinin şakşakçısı Altan kardeşlere kadar , bu gazetenin sahipleri hiç bir zaman iktidar karşıtı bir duruş sergilememiştir.

Wikileaks sözkonusu belgeleri yayınlamadan önce hem kendi içinde , hem dış kaynaklardan teyidini almış öyle yayınlamıştır.

Taraf; bugüne kadar yayınladığı kaç belge için ilgili tarafları arayıp teyit almıştır?.

Wikileaks'in yayınladığı sözkonusu savaş belgelerinin hepsi gerçektir.

Bu belgelerde hatalar istisnadır.

Taraf sözkonusu olduğu zaman ise doğrular istisnadır.

Unutmayın; Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopterini NTV'nin muhabirinin açtığı telefonun düşürdüğünü iddia eden bir yayından sözediyoruz.

Unutmayın; yayınladıkları, karakol baskını öncesi uydu görüntülerinin karakolun 20 km ötesinde , sınırın öte tarafından olduğunun ortaya çıktığı bir bültenden bahsediyoruz.

Unutmayın; Balyoz belgesini yayınlayıp, içindeki en bariz yanlışlara bile dikkat çekmeyen (2003 seneli belgede 2009 yılında kurulan kuruluşlara atıf yapılıyor) bir yayın bu.

Unutmayın ; "Ergenekon" sürecinde yaptıkları yayınlarla okuyucularını sürekli yanıltan ve bu yanlışları ortaya çıkınca tek bir düzeltme yapmayan bir bültenden sözediyoruz.
(Sahi, o çukurlardan kaç tane kemik çıktı, duydunuz mu?)

Wikileaks; yayınladıkları doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak, namuslu ve ilkeli bir yayındır.

Bugüne kadar yayınları ile ilgili tek bir otoritenin karşısına çıkıp ifade vermemiş; "istenirse biz belgeleri savcılığa iletiriz" gibi ifadeler kullanmamıştır.

Taraf ise Kadıköy - Beşiktaş arasında mekik dokumakta, arasıra da yol üzerinde Selimiye'ye uğramaktadır.

Wikileaks'in hiç bir sorumlusu bugüne kadar

"bizi ABD başkanı ve CIA teşvik ediyor"

dememiştir.

Gazeteci olduğu zannedilen Yasemin Çongar ise ; iktidarın ve MİT Başkanının kendilerini nasıl teşvik ettiği konusunda açıkca övünecek kadar iktidar sarhoşu bir noktadadır.
(Bkz : Çongar'ın NPR radyosuna verdiği röportaj)

Siz Wikileaks'in sorumlularını ABD'li üst düzey yetkililerle konuşmalarını dinleseniz suratlarına tükürmez misiniz?

Bir gün olur da Altan kardeşlerin, Çongar'ların , Baransuların telefon görüşmeleri ortaya çıkarsa bu cevabınızı hatırlayın.

Ve en önemlisi Wikileaks kelle koltukta yayın yapan bir yayındır. Hedeftedir.

Taraf gazetesinin Helin Avşar'a göğüs kıllarını yoldurtan , kıyamet alameti (sakallı bebek) yazarı Rasim Ozan Kütahyalı bile iki koruma ile dolaşmaktadır.

Taraf bırakın hedefte olmayı; özel koruma altındadır.

Kısacası; Taraf , Wikileaks gibi dünyada iktidarlarına karşı seslerini çıkaramayanların sığındığı bir yayın organıdır.

Türkiye'de ise iktidara karşı olanların sığınabildiği tek yer Silivri'dir.

Aköz'de zerre namus ve muhakeme olsaydı; Wikileaks'i Taraf'la değil; Silivri'den yolu geçenlerin yaptığı yayınları ile karşılaştırırdı...

Aköz'de zerre namus ve muhakeme olsaydı; Julian Assange ile Erdoğan'ın Remzi Gür'le telefon görüşmelerini yayınladığı için bugün hala hapiste çürüyen gazetecilerle karşılaştırırdı...

Aköz'de zerre namus ve muhakeme var mı?

Bize değil, bilenlere sorun.

Bizim Emre Aköz adına kefil olabileceğimiz tek şey doymak bilmez bir mideye sahip olduğu ve o mideyi kim dolduruyorsa onun gazı ile dolu olduğudur

Çünkü;

Taraf ile Wikileaks'i; bırakın gazetecilik, namus ve zeka açısından bile karşılaştırabilmek için Emre Aköz kadar içmek ve o kadar kaliteli içkinin ve yemeğin parasını da bir yerlerden tahsil ediyor olmak gerekir.

O kadar yedikten sonra bu ülkede kimlerin kafasına edildiği ise ortadadır.

Açık İstihbarat


Ahmet Altan'ı çileden çıkaran tercih: Boykot!

24 Ağustos 2010
2 Eylül'deki referandumda boykot kararı alan BDP'ye en sert tepki Taraf gazetesinden geldi. Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, boykot kararına öyle gıcık olmuş ki; bugünkü köşesinde BDP'ye giydiriyor... Boykot'un da "demokratik bir hak" olduğuna aldırmadan, Genel yayın yönetmenliği yetkilerini kullanarak,açık açık despotluk yapıyor ve bndan sonra gazetesinde BDP'nin demeçlerine yer vermeyeceğini açıklıyor. İşte o yazının ilgili bölümü:

(...) Kürt halkının büyük çoğunluğuyla ters düşen, Kürt sivil toplum kuruluşlarıyla çelişen, 12 Eylül hukukuyla hesaplaşmak isteyen Kürtlerin sandık başına gitmesini istemeyen BDP'li politikacıların manevraları bana fazla kıvrak geliyor son zamanlarda.

ONLARDAN DEMEÇ İSTEMİYORUM

Bu yüzden saygısızlaşıp kabalaştıklarını düşünüyorum. Ben BDP'li politikacılardan da, hoyratlıklarından da sıkıldım, çocuğum yaşındaki birinden hakaretler işitmek de hoşuma gitmiyor, yazıişlerindeki arkadaşlarımın neredeyse tümü karşı çıktı ama ben bundan sonra BDP yönetiminden demeç istemiyorum.

TİRAJ UMURUMDA DEĞİL

Biliyorum bu gazeteciliğe aykırı, bu yüzden tiraj da kaybedebiliriz ama ben o kadar da iyi bir gazeteci değilim, iş hakarete geldiğinde tiraj falan da umurumda değil. BDP, maksatlı olmayan, 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen gazetelerle konuşsun. Yolları açık olsun.
haber1001

TARAF GAZETESİNİ BELGE MANYAĞI YAPTILAR

Hani adı büyük bazı köşeyazarları sık sık yazıyor ya, "helal olsun Taraf'a ne güzel gazetecilik yapıyor" diye.
Öyle ya...
Bu topraklarda kimsenin aklına gelmeyen komplo teorilerini dile getirirsen iyi gazeteci oluveriyorsun. Hele bir de iddianın yanına "belge" koyarsan tamamdır işte. Haber budur!
Son dönemde komplo teorileri o kadar ucuzlatıldı ki eskisi gibi pek alıcı bulamıyor.
Bu nedenle belgeli komplo teorisi şart oldu.
Peki adı üzerinde komplo olanın yanına iliştirilen belge gerçek olabilir mi?
Olamaz.
Bunu nereden mi biliyoruz? Taraf Gazetesi'nin "ortaya çıkardığı" belgelerden.
Bugüne kadar Taraf'ın manşet yaptığı belgelerden gerçek çıkan oldu mu?
Son olarak...
"Elimizde bomba gibi bir belge var, Türkiye'de yer yerinden oynayacak" dediler.
Yayınladılar.
Ve daha 24 saat geçmeden meçhul kişi/ya da kişiler tarafından gönderilen 3'üncü mektubun sahte olduğu ortaya çıktı.
Görünen o ki birileri Taraf ile dalga geçiyor.

Ya da baktılar ki Taraf her gönderilen sözde belgeyi yayınlıyor; Taraf'ı belge manyağı yaptılar.
Hadi Taraf'ın haberciliği dökülüyor; bunu anladık.
Peki...
Her fırsatta Taraf'a övgüler dizen adı büyük köşe yazarlarına ne diyeceğiz.
Odatv.com
18 Kasım 2009

611... 1917... 1923...
Ahmet Altan -
07.05.2009

Bizim gazetenin çok ilginç ve övündüğümüz bir yazar kadrosu var.

Nabi Yağcı, Roni Margulies, Oya Baydar gibi sıkı sosyalistler de yazıyor burada.

Her ne kadar Roni’yle Oya’da “liberallerin” arasına “düşmekten” dolayı zaman zaman hafifçe Türkan Şoray filmlerini andıran “pavyondaki namuslu kadın” huzursuzlukları tezahür etse de burada sağlam bir “solculuk” tartışması yaşayacağımızı ümit ediyorum.

Yirminci Yüzyıl’da birbirine düşman olan Marks’la Adam Smith’in ideolojik ilişkilerinin, Yirmi Birinci Yüzyıl’da ne olacağını ya da ne olması gerektiğini hiç tartışmadan huzursuzluğa böyle çabucak kapılmalarına gerek yok bence.

Ama asıl önemli olan bu değil.

Roni dünkü yazısında Kemalist “çağdaşlığı” eleştirirken şöyle diyordu:

“Çağdaşlığı ‘1923 Türkiye’sine ve tek bir kişinin mutlak idaresine duyulan özlem’ olarak yorumlayan...”

Bu tek cümle ve “tarihî” vurgu aslında Kemalizm’in özünü ortaya koyuyor.

Üstelik sadece Kemalizm’in değil, sosyalizmin ve Müslümanlığın da çok temel sorunlarından birine değiniyor bence.

Çünkü Müslümanlığa, sosyalizme ve Kemalizme baktığımızda, birbirinden çok farklı ve birbirine neredeyse düşman üç anlayışın ortak noktaları bulunduğunu görüyoruz.

Yıl 2009.

Bu üç inanış ya da fikir sorunlar yaşıyor.

Şu Mardin’deki katliama bakın.

Katiller Müslüman.

Mescitte namaza duran insanları gözlerini kırpmadan tarıyorlar.

Bu ilk değil elbette.

Camide epeyce insan öldürüldü İslam tarihi boyunca.

Ama 2009’da bunun hâlâ sürmesi, büyük bir ihtimalle kendileri de Allah’a inanan, namaz kılan, oruç tutan insanların, “ibadet eden” kurbanlarını mescitte taramaları, bir “Müslüman ahlakının” en azından inançlı insanların bir kısmında henüz kökleşmediğini gösteriyor.

Yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu söylenen bu ülkede, yolsuzlukların, hırsızlıkların, cinayetlerin, suikastların nasıl yaşandığını görüyoruz.

Demek ki bu toplumda Müslüman ahlakı, inananların ruhuna pek nüfuz edememiş.

Eğer “ahlakına” sahip değilsen o dine de sahip değilsindir.

Benim bilebildiğim kadarıyla, din ibadetle değil, “ahlakla” başlar.

Ahlak yoksa, din yoktur.

Peki, bunca Müslüman’ın yüzlerce yıldan beri yaşadığı bu topraklarda İslam ahlakı neden köklenemedi?

Elbette bu sorunun cevabını benden çok daha ehil biçimde verecek insanlar var ama ben onların hoşgörüsüne sığınarak kendi görüşümü söyleyeyim.

Gerçekten sağlam ahlaklı Müslümanların çoğu, kendi dinlerinin yaşanma biçimi olarak, Müslümanlığın çıktığı tarihin şartlarındaki yaşama biçimini görüyorlar.

Bir Müslüman’ın 2009’da nasıl yaşaması, nasıl bir ahlaka sahip olması, hızla değişen hayatla nasıl bir ilişki kurması gerektiğine dair sağlam tasavvurları ve önerileri pek yok.

Böyle yapmadığınızda, inançla hayat arasındaki bağı sağlam tutamazsınız, o bağ kopar ve oluşan boşluğa “ahlaksızlık” sızar.

Sanırım bugün olan da bu.

Müslüman âlimlerimiz, 2009 yılındaki hayatla İslam’ı biraraya getirecek yeni bir yorum, yeni bir anlayış ortaya koyamıyorlar, “din” hep “geçmişe bakmak, geçmişe hayran olmak” olarak algılanıyor.

Dinin etkileyiciliği ve sahiciliği zedeleniyor.

Müslümanlar, Müslümanları mescitte öldürüyor o zaman.

Aynı zamansal kopukluğu solda da görüyoruz.

Eğer devrim dediğinizde aklınızda hâlâ “1917” devrimi varsa, şartların değiştiğini, sınıfların değiştiğini, üretimin değiştiğini, yaşam biçimlerinin değiştiğini, zihniyetlerin değiştiğini, sosyal tabakaların değiştiğini göremiyorsanız, “devrimciliğiniz” sahicilikten kopuk çocuksu bir nostaljik özleme dönüşür.

Devrimcilik, “gerçekleşebilecek” bir hayal yaratmakla mümkündür.

Kaybolmuş bir hayalin özlemini çekmekle değil.

Hâlâ “emek-sermaye” çelişkisini “başat” çelişki sanıyorsanız, 2009 yılının gerçeklerini, sınıfsal hareketliliğini, üretim ilişkilerini algılayamıyorsunuz demektir.

İşçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşmesi beklenen “enternasyonalizmi”, kapitalizmin öncülüğündeki “globalizmin” bir başka düzeyde gerçekleştirmesinin nedenlerini merak etmeden, işçilerin “enternasyonalizmi” neden kapitalistlere kaptırdığını ve neden “solun” enternasyonal kapital karşısında “yerelleştiğini” incelemiyorsanız, “devrimcilik” etiketi kitlelerden kopuk kişisel bir tatminden öteye geçmez.

Bugün sol, bu sorunların hepsini yaşıyor.

Hayatla “ilericiliği ve solculuğu” bütünleştiremiyor, süratle yerelleşiyor, arkaikleşiyor ve ileriye gidemediği, geleceğe yönelik bir umut yaratamadığı için de “geçmişe” kaçmaya, o hayale sığınmaya çalışıyor.

Kemalizmin durumu da böyle.

Onlar da 1923’ü ve tek adam yönetimini, bir diktatörlüğü özlüyor.

Zamanın ruhundan ve gerçeklerinden kopuk bir özlem bu.

Roni’nin dalga geçerek söylediği gibi “çağdaşlığın” bir tür karikatürü.

Eğer Kemalistler, gelişmiş bir üretime sahip Batı’nın “tüketim kalıplarına” sahip bir toplumda yaşamayı istiyorlarsa, özlemleri buysa, bunun önündeki engelin kendi “halkları” olduğunu sanma ve bunun çaresini diktatörlükte arama yanılgısından herhalde kurtulmaları gerekir.

Hepimiz, olduğumuz şeyi gerçekten olmak için “bugünü” anlamak zorundayız.

Hayat bugün yaşanıyor çünkü.

Geçmişte yaşanacak bir yaşam yok hiçbirimiz için.

Taraf

“Pavyondaki kadın”ın vedaı
Oya Baydar/Taraf
09.05.2009

Teşbihte hata olmaz, dense de teşbihte sık sık hata olur; bunlar çoğunlukla bilerek yapılan, en azından bilinçaltının yansıması olan hatalardır. Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’ın, “övündüğü yazar kadrosu”ndan söz ederken “sıkı sosyalistler” olarak nitelediği Roni Margulies ve Oya Baydar’da, “liberallerin” arasına “düşmekten” dolayı “Türkân Şoray filmlerini andıran ‘pavyondaki namuslu kadın’ huzursuzluklarının tezahür ettiği” saptaması, işte bu türden teşbihlere, ya da şakalara, ya da üslup hoşluklarına iyi bir örnek. (bkz. Taraf, 7 mayıs)

Öncelikle, Taraf’ta yazmam için kimsenin beni davet etmediğini, kapıyı kendim zorladığımı söylemeliyim; yani Genel Yayın Yönetmeni’nin tabiriyle bu “pavyon”a “düşmemde” kendimden başka kimsenin günahı yok. Taraf’ın vesayete, militarizme, darbeciliğe karşı verdiği, bedel ödemeyi göze almış mücadeleyi benimsediğim için “dayanışma” amacıyla yazmak istedim. Otuz yıl aradan sonra yeniden yazmaya başlamamın tek nedeni, Türkiye’ye gerekli ve yararlı bu çorbada tuzumun bulunması isteğiydi. İçine sürüklendiğimiz cepheleşme ve cinnet ortamında, bu hale gelmemizin baş nedeni saydığım darbeci, vesayetçi, militarist, izolasyonist, ayrımcı zihniyete ve bu zihniyetin taşıyıcı güçlerine karşı, kendilerini liberal sayanlarla birlikte yürüyebileceğim bir yol olduğunu düşünmüştüm.

“Vicdan Yazıları”, kendi çapımda küçük taşlar döşeyerek bu yolu kolaylaştırmayı amaçlıyordu. Sandıktan ibaret olmayan tam demokrasiyi kazanmak için geniş bir birliktelik oluşturabileceğimizi, bu aşamada ikincil olan sorunlara ve ayrılıklara vurgu yapmadan ve yol boyu birbirimizi de değiştirip dönüştürerek, aramızdaki farklılıkları yumuşatarak epeyce ileri gidebileceğimizi sanıyordum. Bizi çifte standartlardan koruyacak, günübirlik siyasetin sivri köşeli karşıtlıklarından uzaklaştıracak, ehveni şer’e razı olmaktan kurtaracak, eril ve militarist iktidar dili yerine barış ve uzlaşma dilini hep birlikte öğrenmemizi sağlayacak bir süreç hayal ediyordum.

İflah olmaz bir saflığım vardır benim, yürekten gelen sözün gücüne inanırım; Taraf’ta yazmam da bunun bir parçası. Yazılarımda iki kez, iki-üç sözcükle kendi mahallemdekilerin bunu yadırgadıklarını ima ettim; sanırım Sayın Ahmet Altan “pavyondaki namuslu kadın” benzetmesini bu yüzden yaptı. Hemen söyleyim, bu imalar da mahalleleri yaklaştırmak, mahalleler arası iyi komşulukların mümkün hatta zorunlu olduğunu anlatabilmek içindi.

Taraf’ta yazma maceram boyunca –ki pek uzun değil-, pavyonda çalıştığım izlenimine hiç kapılmadım; kaldı ki, insan her yerde kendi iç tutarlılığını ve “namusunu” koruyarak çalışabilir. Altan’ın bence çok talihsiz “pavyonda çalışan namuslu kadın” teşbihinden buram buram yükselen erkek iktidar dilinin de içimi ürperttiğini itiraf etmeliyim.

Altan’ın yazısında kullandığı “sıkı” sosyalist nitelemesinden ne kastettiğini anlayamadım. 1917’ye takılmış nostaljik beton kafalardan söz etmek istiyorsa, bir yayın yönetmeni olarak yazarlarının yazılarını okuyup okumadığı sorusu takılıyor kafama. Bir gazeteyi, hele Taraf gibi bir gazeteyi yönetmenin ne belalı iş olduğunu bilirim; işlerinin yoğunluğundan olmalı, demek ki dikkatinden kaçmış: Yazdığım bütün yazılarda, 1917 veya 1923’te takılıp kalmanın yanlışlığını, bunun Marksizmi de çağı da anlamamak olduğunu, proletarya diktatörlüğünün de diktatörlükler arasından bir diktatörlük türü olarak reddedilmesi gerektiğini, Marksizmi bir nas (dogma) olarak değil toplumu değişimle açıklayan bir yöntem olarak kavramanın gereğini, karmaşık toplumsal gerçekliği emek-sermaye çelişkisine indirgemenin yanlışlığını ifade eden düşünceler Vicdan Yazıları’nda ifadesini buldu. Tabii bir gazete köşesinin elverdiği ölçüde.

Solculuk tartışmalarına gelince... Bunu; Marksizmi kitapların arka kapaklarından ya da ikincil aktarımlardan değil temel kaynakları okuyarak, özümseyerek ve evet, eleştirerek öğrenmiş olanlarla; bu da yetmez, Marksizme son kırk yılda –hatta Frankfurt Ekolü’nden bu yana alırsak son atmış yılda- içerden getirilen eleştirileri de bilenlerle yapmakta gerçekten büyük yarar var. Liberal dostlarımız da bu tartışmalarda dışardan söyleyecek söze sahiptirler kuşkusuz, tartışmalara katkı getirmeleri yararlı olur.

Giderayak toparlarsam, “pavyondaki namuslu kadın”, Taraf’ta “çalıştığından” hiç pişman değil. Vicdanın bir sözü vardı söyleyecek, sanırım yetersiz de kalsa bir ölçüde söyleyebildi. Mesela çelişkiler yumağında emek-sermaye çelişkisinin unutulmaması gerektiğini vurgularken; toplumu ve bireyi cendereye sokan, özgürlükleri kısıtlayan vesayetin sadece geleneksel darbeci asker-bürokrat iktidarından ibaret olmadığını, bireyin ve toplumun gerçek bağımsızlaşma ve özgürlüğünün aşiret, cemaat, tarikat, töre gibi her türlü vesayetten bağımsızlaşarak sadece kendi ahlak ve vicdanına karşı sorumlu olmak olduğunu yazarken; çifte standartlara karşı çıkalım diye yırtınırken hep namuslu ve kendisiyle tutarlı kalmaya çalıştı. Peki neden ayrılıyor “pavyon”dan?

Siyasal anlamda itiş kakışların ortasında yetişmiş; birbirini lafla dövmeyi, polemikçiliği marifet saymış; uzlaşmayı değil çatışmayı, barışın dilini değil eril iktidar dilini devrimcilik bellemiş bir kuşağın sütten çıkmış ak kaşık sayılmayacak bir üyesi olarak, bu üsluplardan artık yoruldu da ondan.

İşlevine hâlâ inandığım için Taraf okuru olarak kalacağım. Türkiye’de merkez veya sağ liberal bir çizginin oluşmasını gerçekten önemsiyorum. Ancak, sol ve Kemalizm ne kadar yaşlılık hastalıklarından muzdaripse, liberallerin de bir o kadar çocukluk hastalıkları yaşamakta olduklarını düşünüyorum. 21. yüzyılda, liberallerin dili de tıpkı özgürlükçü sosyalizmin dili gibi değişmeye, eril iktidar dilinden kopup uzlaşmanın, buluşmanın dili olmaya muhtaç.

“Adem/adam” var, bir de “adem/yokluk” var...
Ertuğrul Horasanlı
01.010.2010




[BEN

Ben, kimsesiz seyyahı, mechuller caddesinin;
Ben, yankısından kaçan çoçuk, kendi sesinin.

Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı;
Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı.

Ben, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların;
Ben, tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların.

Ben kutup yelkenlisi, buz tutmuş kayalarda;
Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda.

Ben başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir;
Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir.

Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal.

Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş;
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş.

Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;
Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi uçurum...]
(1)

***

“Kitap ayna gibidir, yüzüne bir maymun bakarsa bir havarinin görüntüsünü yansıtamaz." Diyor Lichtenberg...

Onun gibi...

Veya...

“Nice kimseler gördüm üstlerinde elbiseleri yoktu; nice elbiseler gördüm içlerinde kimse yoktu” diyor ya büyük velî Hazret-i Mevlâna...

Onun gibi...



Bir kimse Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e bakar “ikinci sınıf şair”der ve ekler:

“Birinci sınıf olsaydı, mutlaka başka dillerde de okunurdu” (1) ...

Bakanın körlüğüne mi yanarsın...

Bu ülkesinin müstesna bir fikir/sanat/aksiyon adamını değerlendirirken dayandığı tek kriterin, onun “mutlaka başka dillerde de de okunuyor olması gibi”bir saçmalık olmasına mı?

Sen o “ikinci sınıf şair”in kaç şiirini okudun da hakkında ahkâm kesiyorsun?

Desek olmaz...

Adam Çin ü Maçin’den, Frengistan’ın en ücra memleketlerine kadar bilmediği bi b.k yok...

Sor anlatsın...

Capon sineması ne haldedir?

Fransız filozoflarının şu sıralar iştigal ettiği konular nelerdir?

Dünya ekonomisi ne yana devriliyor...

Neoliberalizm son nefesini ne zaman verecek?

Onun yerini ne alacak?

Bakın şimdi...

Bu kadar malûmat sahibi bir kimseye Evropalı bir kankası soruyor:

“Necip Fazıl hakkında ne düşünüyorsun?”

Bak...

Kankan, ta Frengistan’da namını duymuş Necip Fazıl’ın...

Ki...

Sana soruyor...

Herşeyi çok biliyorsun ya...

Bu kadar çok şeyi bilen bir adam, kendi ülkesinin bir mütfekkiri hakkında da herhalde bir fikir sahibidir diye düşünmüştür garip...

Aldığı cevap karşısında da “yuh” demiştir içinden...

Yuh!..

“Biz seni Adem/adam sandık meğer adem/yokluk-hiçlikmişsin”

Haksız mı?

Senin kriterine göre birinci sınıf şair nasıl olunurdu?

“Birinci sınıf olsaydı, mutlaka başka dillerde de okunurdu”

Öyle mi?

Bak işte, “başka dil konuşan” Frengistanlı kankan...

“Necip Fazıl hakkında ne düşünüyorsun” diye soruyor...

Demek ki; “başka dil” konuşan Frengistanlı kankan, Necip Fazıl diye birini okumuş/duymuş...

Necip Fazıl başka dilde okunmasa onu nasıl duyacak da sana soracak?

Eee n’oldu şimdi?

Frengistanlı kankan, frenk dilerinden en azından birinde Necip Fazıl’dan veya onun hakkında yazılanlardan bir şeyler okuyor ama...

Bu ülkenin irfanına yüzden fazla fikir ve sanat eseri, binlerce fıkra, makale, binlerce gazete ve dergi sayfası, yüzlerce konferansla katkıda bulunmuş bir adamdan, tek bir kitap, tek bir şiir, tek bir makale dahi okumamışken...

Bir de hakkında ucuz ahkâm kesiyorsun...

Bu durum...

Tam da nefret ettiğin/şikayet ettiğin “vasatlık” örneği değil midir?

“Zamanın kalitesi yükselirken” bu kaliteye bu “vasıtlık"la mı dahil olmayı düşünüyorsun?

***

Geçelim...

***

Öbürü daha feci...

Kendini “solcu, devrimci, marksist, sosyalist, komünist, örgütçü” olarak pazarlayan bir uyanık Yahudi...

Eh bunca etiket okunca “entellik” hayda hayda vardır canım diye düşünür –şayet varsa-okurları değil mi?

Bu uyanık “yaratık”, bu ülkenin enteli, solcusu, devrimcisi örgütçüsü sosyalisti, şusu busu...

Ama...

Gelmiş emeklilik çağına ve ilk defa bir Necip Fazıl yazısı okuyor...

O yazı da, Yahudiler ve Yahudilikle alâkalı değil miymiş...

Eh yani tesadüf(!)ün de bu kadarı olur...

Bu uyanık “yaratık” entelliği, solculuğu, sosyalistliği, komünistliği" bir kenara koyarak, birden bire oluyor “semitik/yahudi ırkçısı”...

Vaaay sen Yahudilere nasıl böyle dersin?

Bunu okuyan da sanacak ki...

Necip Fazıl isimli bir “faşist”, yeryüzünün bu en masum, en günahsız, en temiz, en saf, en zararsız halkı olan Yahudiler hakkında ilk defa kötü bir şey söylüyor, onlara iftiralar atıyor...

Yâhu...

Bu gök kubbe altında...

2 bin küsûr yıldır Yahudiler hakkında söylenmedik bir tek kötü söz kaldı mı ki..

De...

Necip Fazıl, onu söylemiş olsun?..

Bunu da sen, 40 yıl sonra anca duymuş ol da (eee normaldir, bu ülkede entelden sayılman birinci şartı bu ülkenin insanına irfanına, kültürüne, sanatına, tarihine, çoğrafyasına kinle, nefretle, iğrenerek, aşağılayarak bakmak olunca bu taifenin palazlanıp azgınlaşması normaldir...), bir kızmış..

Bir köpürmüş...

Bir kuyruğuna basılmış gibi yapıp...

Merhum Üstad’a sövme bahanesi yap...

Biz de bu ucuz numaranı yiyelim...

Yaa...

Sen bırak Üstad’a söverek meşhur olmaya çalışmayı da...

Senin gibi bir ” yiğit, solcu, sosyalit, örgütçü” ve “Seçilmiş Irk”a mensup ateist bir entelin, Taraf gibi neoliberal, AB-D mandacısı bir paçavrada ne işi var asıl onu anlat...

“Anlat da çözülsün dilin”...

Varsa bir “hikmeti” biz de bilelim...

***

Bunlar Adem/adam değil...

Adem/adam suretinde, adem/yokluk-hiçlik...

Gel gör ki yokluk-hiçlik de Allah’ın bir mahlûku/yaratığı...

***

Bakın aynı necip Fazıl hakkında bir sahici Adem/adam ne diyor:

''Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam...'' (2)

Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte...

İçinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan...

Ve...

İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını...

Hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam...

Necip Fazıl işte budur...

Varsa bu dilden anlayan buyursun konuşsun...

Biz de edebimizle dinleyelim...

Yoksa...

Bu ülkenin irfanından süzülüp gelen şu sözler anlayana zaten anlatıyor her şeyi:

“Var ise ilmin irfanın söyle faydalansınlar./Yoksa; sus da bari adam sansınlar.”

Dipnot:
1-) Necip Fazıl Kısakürek

2-) Salih Mirzabeyoğlu


TARAF BİLE BİLE YANILTIYOR



23.10.2010
Taraf Gazetesi, Bahar Kılıçgedik imzasıyla bugün sürmanşetten “Kafes’in Şifresi Levent” başlıklı bir haber yayınladı. Haberde Levent Bektaş’ta bulunduğu iddia edilen Kafes Planı’na ilişkin 9 Temmuz tarihli “TÜBİTAK Raporu” yeniymiş gibi anlatılıyordu.

Oysa hem 9 Temmuz tarihli “TÜBİTAK Raporu”, hem de Emniyet Müdürlüğü’nün verdiği 2 rapor, ABD’de Bilişim Laboratuarında yapılan incelemelerle yalanlanmış, üstelik raporların karşılaştırması yapılarak açık çelişkileri gösterilmişti. Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi de Kafes Planı’nın Levent Bektaş’tan ele geçen CD’lerde bulunmadığına dair rapor yayınladı. Kısacası Kafes Planı çok önemli kurumlarca yalanlanmış, TÜBİTAK’ın ve Emniyet’in verdiği çelişkili raporlar tartışmalı hale gelmişti. Nitekim davanın son celsesinde TÜBİTAK da incelediği CD örneğinin başka olabileceğini söyleyerek yapılan hatayı kabul etmiş, kendi verdiği raporu yalanlamıştı. Ancak Taraf Gazetesi tüm bu gelişmeleri yok sayarak TÜBİTAK’ın bile sahip çıkmadığı ve “hazırlayanları” yargı önüne çıkarabilecek rapora sahip çıktı. 3 ay önceki plan yeni gibi okuyuculara sunuldu ve Kafes Planı’nın bu rapora dayanılarak gerçek olduğu iddia edildi.

Odatv olarak Taraf’ın bugünkü haberini konuyu ayrıntılarıyla bilen, Levent Bektaş’ın avukatı Hüseyin Ersöz’e sorduk.

İşte Ersöz’ün açıklamaları:

“HANGİ TARAF? TABİİ Kİ YANLIŞ TARAF!

İddia edilen Kafes Eylem Planı’na ilişkin isnatlar ilk olarak 19 Kasım 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlandıktan sonra kamuoyuna mal olmuş ve gerek sanıklar gerekse müdafileri olan bizler Gizlilik Kararı nedeni ile ulaşamadığımız bilgilere adı geçen gazetede yayınlandıktan sonra kısmen vakıf olabilmiştik.

Soruşturma aşamasında olan ve dosya üzerinde Gizlilik Kararı bulunması sebebi ile ulaşamadığımız bilgilere Taraf Gazetesi’nin daha iddianame açıklanmadan aylar öncesinden ulaşmasını bir gazetecilik başarısı olarak nitelendirmek ise mümkün değildir. Çünkü sonraki aşmalarda görülmüştür ki, Masumiyet Karinesini hiçe sayarak konular çarpıtılmış ve yanlış – yönlendirici bilgiler ile Kamuoyu yanıltılmaya çalışmıştır. Bu genel üslup benzer davalardaki habercilik anlayışı ile Taraf Gazetesi’nin genel yayın politikasının bir parçası haline gelmiş görünmektedir. Ancak Taraf Gazetesi Adil Yargılanma Hakkı’na ilişkin tüm etik değerlerden yoksun olarak yayınlamaya devam ettiği bu ve benzeri haberlerde yanıltmaya devam etmektedir.

TARAF’IN “SAVCILIK” GÖREVİ

Bugün “Kafesin Şifresi Levent” başlıklı haberde bunun örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmıştır. Taraf Gazetesi’ne bir şeyler anlatmanın zor olduğunu biliyoruz çünkü onların habercilik anlayışlarında birçok örnekte olduğu gibi Adil Yargılanma Hakkı, Savunma Hakkı ve Masumiyet Karinesi’ne Saygı gibi ilkeler yer almamakta, ancak bizler yine de ısrarla anlatmaya devam edeceğiz. Zira açıkça Hukuk Devleti ve Demokrasiden nasbini almamış bu zihniyetin yıkılması ve bu haberleri yapan Taraf Gazetesi mensuplarının hukuk çizgisine çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Öncelikle Taraf Gazetesi eski bir haberi yani 09.07.2010 tarihli TÜBİTAK Raporu’nu kendisine temel alarak birtakım değerlendirmelerde bulunmuş. Bunu anlayabiliyoruz. Zira iddia edilen Kafes Eylem Planı’nı ilk defa bu gazetede yayınlanmıştır. Söz konusu gazete, daha Mahkeme aşamasına dahi gelmeyen bir yargılama sürecine ilişkin olarak adeta Savcılık rolünü üstlenmiştir. Sonrasında yaşanan ve müvekkilimizin masumiyetine temel oluşturan argümanlara da yayınlarında asla yer vermemiştir. Dosya ya sunulan bilirkişi raporlarını görmezden gelmiş ve dosya kapsamında yargılanan insanların masum olabileceği yönünde tek bir yayın dahi yapmamıştır. Kısacası benzer davalarda gözlemlenen tipik Savcılık görevini yerine getirmiştir. Şimdi de doğal olarak bu iddiaları destekleyecek bir yayın politikasını sürdürmesi gerekiyor.

TARAF’IN İDDİALARI VE YANITLAR

Peki, ne diyor Taraf Gazetesi? İddialarına satır satır cevap verelim:

“Poyrazköy’de yapılan kazılarda ele geçirilen mühimmatlarla bağlantılı olarak tutuklanan ve ofisinde yapılan aramalarda Kafes Eylem Planı’nın yer aldığı CD’lere ulaşılan Levent Bektaş’ın avukatları, TÜBİTAK’ın incelemesinin ardından söz konusu CD’lerin Boğaziçi Üniversitesi’nde görevli üç kişilik bir bilirkişi heyeti tarafından incelenmesini istemişti. Heyet, planın yer aldığı 1 nolu CD ve 3 nolu DVD üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda, “Kafes Eylem Planı’na ulaşılamadığı” yönünde bir rapor hazırlamıştı.”

Taraf Gazetesi konuyu yeteri kadar irdelememiş. Bu konuda kendilerini aydınlatalım:

Öncelikle dosya kapsamında bulunan ve DVD içinde iddia edilen“Kafes Eylem Planı”nın bulunmadığına ilişkin tek rapor Boğaziçi Üniversitesi tarafından hazırlanan rapor değil. Emniyet Mensupları tarafından hazırlanan 22.04.2009 tarihli raporda aynı tespiti içeriyor. Yani söz k
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Oca 20, 2017 11:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 24, 2010 12:24 am    Mesaj konusu: Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -1- Alıntıyla Cevap Gönder

Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -1-
Murad Salih



Peşin söyleyelim: Tabiî ki değildi...

Merhum üsdad Necip Fazıl’a “ırkçı” diyen ya ırkçılığın ne olduğunu veya Necip Fazıl’ın kim olduğunu kesinlikle bilmiyordur...

Bunları bildiği halde bu ithamı yapıyorsa bilerek veya bilmeyerek AB-D’nin “Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma oprerasyonu"nun parçası olduğu için böyle davranıyordur...

***

Merhum Necip Fazıl’a çamur atma yarışı şöyle başladı:

Taraf isimli neoliberalizmin tetikçiliğini yapan bir gazetede yazdığı halde kendini hızlı solcu, yılmaz sosyalist, gözükara komünist olarak pazarlamayı beceren bir Yahudi yazar bastı önce düğmeye...

“Bas” emrini Tel Aviv mi, Brüksel mi, Vaşington mu verdi bilmiyoruz...

Hangisi olduğu önemli de değil...

Çünkü...

Hepsi aynı “melanet/lanetlenmiş kötü-kirli işler” yapan bir örgütün değişik tabelâları değil mi?

Hepsine birden “Deccaliyet komitesi” diyelim...

Bedüzzzaman Said Nursi Hazretleri gibi...

“Deccaliyet” deyince...

Nietsche’nin “Deccal” isimli eserine de bir mim koyalım... Çünkü konumuzla çok yakından ilgili...

Taraf’ın Yahudi yazarı düğmeye bastı ya gerisi çorap söküğü gibi geldi...

Merhum Necip Fazıl hakkında bugüne kadar karnında gizlediği sıkıntıları olanlar, ıkınıp sıkılmaktan vaz geçerek karnındaki kinlerini kusmaya başladılar...

Ne fena bir adammış şu Necip Fazıl, bir bilseniz bir daha eserlerinin yanına bile yaklaşmazsınız haberiniz olsun...

Lâf aramızda maksatları da tam olarak bu...

Sağlığında bırakın şu “mürteciyi, yobazı” derler ve cevabını alıp kuyruklarını arka ayaklarının arasına sıkıştırıp pısarlardı...

Şu muhteşem söz onun onlar için söylediklerinden yalnızca biri:

“Bize gerici diyenler dünyaya kıçlarındaki gözle bakanlardır...”

Bu da öyle:

“Gerinizde damgamız mı var ki, bize gerici diyorsunuz?”

“Onlar”a onların anlayacakları bir dille yalnızca o hitabetti...

Onlar?

“Onlar”a da geleceğiz...

Ama yeni başlayanlar için küçük bir edebiyat dersine ihtiyaç var:

Dersimiz “polemik”:

“Polemik, yunancadan geliyor: polemikosh; savaş demek." Diyor, Merhum Cemil Meriç “Bu Ülke” isimli eserinde... (1)

Polemik Türkçe’de de savaş demek...

Silahları kelimeler olan entellektüel savaş...

Bu aynı zamanda edebî bir yazı türü...

Bunun birde hertürden bayağı ağız dalaşını “polemik yapma ulen” diye karşılayan argo versiyonu var ama bu konumuz dışında...

***

Merhum üstad Necip Fazıl'ı eleştiri konusu yapılmaya çalışılan yazılarından bir kısmı doğrudan polemik türü yazılardır...

Üstad da polemiğin en büyük ustalarındandır...

Adı üstünde savaş...

Tek taraflı savaş olur mu?

Necip Fazıl bu yazıları kendisi için yazmadığına göre...

Bu yazıların bir veya birden fazla muhatabı olmalı...

O “muhatap” veya “muhataplar" ne dedi veya yaptı ki...

Bu tür cevaplara muhatap oldular diye soran yok...

Demek ki, maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek...

***

Necip Fazıl yalnızca bir şair, edib, mütefekkir değil aynı zamanda bir aksiyon adamıydı...

Fikrini fikirde/teoride bırakmayan, onu hayata hakim kılmaya/kuvveden fiile çıkarmaya kararlı bir aksiyon adamı?

O yüzden de buradaki kavga/polemik, fildişi kulesinde oturup yazılar döktüren bir şair/edip/mütefekkirin yazı ve sözle sınırlı bir kavgası değil...

Hayata hakim olan “yanlış”ı ortadan kaldırarak; yerine “doğru”yu ikame etme savaşının bir parçası olarak yapılan bir polemikti...

Yani...

Ortada kıran kırana yapılan sahici bir savaş vardı ve merhum Necip Fazıl, Batı emperyalizmi tarafından Lozan’da pusuya düşürülerek tarihten silinmeye çalışılan bir milleti tek başına savunma durumunda kalmıştı...

Bir masal kahramanı gibi...

Yedi başlı, her başından kavurucu alevler fışkırtan dev bir ejderhaya karşı tek başına, yalınkılıç savaşmaktan korkmayan bir kahraman...

Adam, dünyayı yutma niyeti içinde öncelikle kendine engel olan Osmanlıyı lime lime ederek yutmuş bir ejderhaya tek başına saldırarak onun kelllelerini bir bir koparmak için vargücüyle savaşıyor..

Sen ise, bundaki masalımsı kahramanlığı hiç olmazsa estetik olarak kavrayıp hayran kalacağına...

“Tebiyesiz adam, pis ırkçı! Zavallı ejderhaya nasıl da küfür edip onu aşağılıyor” diye yazılar döktürüyorsun...

Vallahi helâl olsun...

Bir entellektüel idrak ancak bu kadar (küt) olabilir...

Dipnotlar:

1-) Bkz: itusozluk.com


(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin diğer bölümleri şu adresten okunabilir: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3213

TARAF BİLE BİLE YANILTIYOR



23.10.2010
Taraf Gazetesi, Bahar Kılıçgedik imzasıyla bugün sürmanşetten “Kafes’in Şifresi Levent” başlıklı bir haber yayınladı. Haberde Levent Bektaş’ta bulunduğu iddia edilen Kafes Planı’na ilişkin 9 Temmuz tarihli “TÜBİTAK Raporu” yeniymiş gibi anlatılıyordu.

Oysa hem 9 Temmuz tarihli “TÜBİTAK Raporu”, hem de Emniyet Müdürlüğü’nün verdiği 2 rapor, ABD’de Bilişim Laboratuarında yapılan incelemelerle yalanlanmış, üstelik raporların karşılaştırması yapılarak açık çelişkileri gösterilmişti. Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi de Kafes Planı’nın Levent Bektaş’tan ele geçen CD’lerde bulunmadığına dair rapor yayınladı. Kısacası Kafes Planı çok önemli kurumlarca yalanlanmış, TÜBİTAK’ın ve Emniyet’in verdiği çelişkili raporlar tartışmalı hale gelmişti. Nitekim davanın son celsesinde TÜBİTAK da incelediği CD örneğinin başka olabileceğini söyleyerek yapılan hatayı kabul etmiş, kendi verdiği raporu yalanlamıştı. Ancak Taraf Gazetesi tüm bu gelişmeleri yok sayarak TÜBİTAK’ın bile sahip çıkmadığı ve “hazırlayanları” yargı önüne çıkarabilecek rapora sahip çıktı. 3 ay önceki plan yeni gibi okuyuculara sunuldu ve Kafes Planı’nın bu rapora dayanılarak gerçek olduğu iddia edildi.

Odatv olarak Taraf’ın bugünkü haberini konuyu ayrıntılarıyla bilen, Levent Bektaş’ın avukatı Hüseyin Ersöz’e sorduk.

İşte Ersöz’ün açıklamaları:

“HANGİ TARAF? TABİİ Kİ YANLIŞ TARAF!

İddia edilen Kafes Eylem Planı’na ilişkin isnatlar ilk olarak 19 Kasım 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlandıktan sonra kamuoyuna mal olmuş ve gerek sanıklar gerekse müdafileri olan bizler Gizlilik Kararı nedeni ile ulaşamadığımız bilgilere adı geçen gazetede yayınlandıktan sonra kısmen vakıf olabilmiştik.

Soruşturma aşamasında olan ve dosya üzerinde Gizlilik Kararı bulunması sebebi ile ulaşamadığımız bilgilere Taraf Gazetesi’nin daha iddianame açıklanmadan aylar öncesinden ulaşmasını bir gazetecilik başarısı olarak nitelendirmek ise mümkün değildir. Çünkü sonraki aşmalarda görülmüştür ki, Masumiyet Karinesini hiçe sayarak konular çarpıtılmış ve yanlış – yönlendirici bilgiler ile Kamuoyu yanıltılmaya çalışmıştır. Bu genel üslup benzer davalardaki habercilik anlayışı ile Taraf Gazetesi’nin genel yayın politikasının bir parçası haline gelmiş görünmektedir. Ancak Taraf Gazetesi Adil Yargılanma Hakkı’na ilişkin tüm etik değerlerden yoksun olarak yayınlamaya devam ettiği bu ve benzeri haberlerde yanıltmaya devam etmektedir.

TARAF’IN “SAVCILIK” GÖREVİ

Bugün “Kafesin Şifresi Levent” başlıklı haberde bunun örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmıştır. Taraf Gazetesi’ne bir şeyler anlatmanın zor olduğunu biliyoruz çünkü onların habercilik anlayışlarında birçok örnekte olduğu gibi Adil Yargılanma Hakkı, Savunma Hakkı ve Masumiyet Karinesi’ne Saygı gibi ilkeler yer almamakta, ancak bizler yine de ısrarla anlatmaya devam edeceğiz. Zira açıkça Hukuk Devleti ve Demokrasiden nasbini almamış bu zihniyetin yıkılması ve bu haberleri yapan Taraf Gazetesi mensuplarının hukuk çizgisine çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Öncelikle Taraf Gazetesi eski bir haberi yani 09.07.2010 tarihli TÜBİTAK Raporu’nu kendisine temel alarak birtakım değerlendirmelerde bulunmuş. Bunu anlayabiliyoruz. Zira iddia edilen Kafes Eylem Planı’nı ilk defa bu gazetede yayınlanmıştır. Söz konusu gazete, daha Mahkeme aşamasına dahi gelmeyen bir yargılama sürecine ilişkin olarak adeta Savcılık rolünü üstlenmiştir. Sonrasında yaşanan ve müvekkilimizin masumiyetine temel oluşturan argümanlara da yayınlarında asla yer vermemiştir. Dosya ya sunulan bilirkişi raporlarını görmezden gelmiş ve dosya kapsamında yargılanan insanların masum olabileceği yönünde tek bir yayın dahi yapmamıştır. Kısacası benzer davalarda gözlemlenen tipik Savcılık görevini yerine getirmiştir. Şimdi de doğal olarak bu iddiaları destekleyecek bir yayın politikasını sürdürmesi gerekiyor.

TARAF’IN İDDİALARI VE YANITLAR

Peki, ne diyor Taraf Gazetesi? İddialarına satır satır cevap verelim:

“Poyrazköy’de yapılan kazılarda ele geçirilen mühimmatlarla bağlantılı olarak tutuklanan ve ofisinde yapılan aramalarda Kafes Eylem Planı’nın yer aldığı CD’lere ulaşılan Levent Bektaş’ın avukatları, TÜBİTAK’ın incelemesinin ardından söz konusu CD’lerin Boğaziçi Üniversitesi’nde görevli üç kişilik bir bilirkişi heyeti tarafından incelenmesini istemişti. Heyet, planın yer aldığı 1 nolu CD ve 3 nolu DVD üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda, “Kafes Eylem Planı’na ulaşılamadığı” yönünde bir rapor hazırlamıştı.”

Taraf Gazetesi konuyu yeteri kadar irdelememiş. Bu konuda kendilerini aydınlatalım:

Öncelikle dosya kapsamında bulunan ve DVD içinde iddia edilen“Kafes Eylem Planı”nın bulunmadığına ilişkin tek rapor Boğaziçi Üniversitesi tarafından hazırlanan rapor değil. Emniyet Mensupları tarafından hazırlanan 22.04.2009 tarihli raporda aynı tespiti içeriyor. Yani söz konusu CD ve DVD’ler içinde suç konusu ile ilişkilendirilebilecek bir hususun bulunmadığını. Yine 29 sayfadan oluşan ve Emniyet Mensupları tarafından hazırlanan 09.05.2009 tarihli bir başka raporda söz konusu DVD içinde Taraf Gazetesi’nin 19.11.2009 tarihinde manşetten verdiği sözde eylem planının bulunmadığını belirtiyor. Aynı şekilde ABD’nin ilk üç Adli Bilişim Kuruluşu arasında yer alan Cyber Diligence Inc’de söz konusu DVD içinde Kafes Eylem Planı bulunmadığı tespitini yapmıştır.

Bu süreci kısaca özetlemek gerekirse;

Mahkeme 15.07.2010 tarihli kararında sanık müdafilerinin DVD üzerinde adli inceleme yaptırabilmesi için imajının (birebir kopyalarının, ayna görüntüsünün) çıkarılmasına ve sanık müdafilerine verilmesine karar vermiştir. Bunun üzerine TÜBİTAK’tan görevlendirilen Bilirkişi Yılmaz ÇANKAYA, 26.08.2010 tarihinde Beşiktaş Adliyesi’ne gelerek “adli analiz araçları” kullanmak suretiyle bu işlemi gerçekleştirmiştir. Söz konusu CD ve DVD’nin imaj kopyası 27.08.2010 tarihinde tarafımızca alınmış ve inceleme yapılması için Boğaziçi Üniversitesi’ne gönderilmiştir. 12.09.2010 tarihinde Mahkemeden ikinci kez teslim alınan imaj ise Cyber Diligence Inc (ABD) isimli Adli Bilişim Şirketine gönderilerek inceleme yaptırılmıştır. Tüm bu süreç yasalara uygun ve CMK 67/6. Maddesi kapsamında gerçekleşmiştir. Taraf Gazetesi’nin bugün yayınlanan haberde yer alan;

“Mahkeme, Emniyet, TÜBİTAK ve bilirkişi raporları arasındaki çelişkilerin giderilmesi için tüm belgeleri TÜBİTAK’a göndermeye karar vermişti. Mahkemenin sanık avukatları tarafından özel bilirkişilere hazırlatılan raporu değil, resmî kurum olan TÜBİTAK’ın verdiği raporu dikkate alacağı öğrenildi.” bilgisi ise gerçeği yansıtmamaktadır. Zira Bilirkişi İncelemesine ilişkin CMK’nun 67. Maddesinin 6. Fıkrasında özel bilirkişilik adı altında bir inceleme yer almamaktadır. Bu madde de;

“Cumhuriyet savcısı, katılan, vekili, şüpheli veya sanık, müdafii veya kanunî temsilci, yargılama konusu olayla ilgili olarak veya bilirkişi raporunun hazırlanmasında değerlendirilmek üzere ya da bilirkişi raporu hakkında, uzmanından bilimsel mütalaa alabilirler.”

denilmektedir. Görüleceği üzere Savcılık ve savunma tarafından hazırlanan raporda aynı güç ve kudrette olup, TÜBİTAK tarafından hazırlanan rapor ile bizlerin Mahkemeye sunmuş olduğu rapor arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Taraf Gazetesi’nin haberinde bu konuya yer vermesi tamamen bilimsel değerlendirmeler içeren ve Türkiye’nin en saygın bilim kuruluşları arasında yer alan Boğaziçi Üniversitesi’nin raporunu geçersiz kılmak çabasından kaynaklanmaktadır. Mahkemenin TÜBİTAK’ın verdiği raporu dikkate alacağı yönündeki değerlendirme de yukarıda yapmış olduğumuz izahatlar çerçevesinde geçersiz ve mesnetsizdir. Zira Mahkemeler dosya kapsamında yer alan deliller ve yasal düzenlemeler ile bağlıdır, Taraf Gazetesi’nin beyanları ile değil.

Haberin devamında şu hususlara değinilmektedir:

“Raporda şu bilgilere yer verildi: “3 No’lu DVD’de Kafes Eylem Planı olarak adlandırılan planın “aa.rar” isimli sıkıştırılmış dosya içerisinde bulunduğu ifade edilmektedir. “aa.rar” isimli dosyanın parolasının “levent” olduğu yapılan inceleme sonucunda öğrenilmiştir."”

Ancak Taraf Gazetesi bir gazetecilik başarısı olarak verdiği bu haberinde de yanlış ve eksik bilgiden kaynaklanan çok bariz hatalara düşmüştür. Bu da sarsılmaz ve güvenilir bir kaynak olarak gördüğü TÜBİTAK Raporu’na bel bağlamasından kaynaklanmaktadır. Oysaki bilim eleştirel düşünceden ilham alır. Cyber Diligence Inc, Tübitak Raporu hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Bu rapordaki asıl sorun şudur: raporun yazarı, daha önceki raporlardaki iddialara paralel olarak “ac.rar” altında iki arşiv (“aa.rar” ve “ab.rar”) bulduğunu iddia etmektedir. İnceleme ve Değerlendirme Raporlarından hiçbirinde “aa.rar”ın şifreli olduğundan bahsedilmemektedir. Önceki iki raporun da yazarları “aa.rar”ın içeriğini kolaylıkla ortaya koymuşlardır. Bu raporlardan sadece birinde ve sadece “ab.rar”ın şifreli olduğu bildirilmektedir. Bu raporun yazarı, mucizevî bir şekilde şifresiz olan arşivin şifresini kırarak, önceki iki raporda belirtilen tüm içerikleri çıkarmıştır. Raporun yazarı “ab.rar” arşivinden hiç bahsetmemektedir. Üstelik, “aa.rar’ arşivindeki şifreyi PRTK ile kırdığını, şifrenin ise “levent” olduğunu belirtmektedir. Bu olgu, İnceleme ve Değerlendirme Raporlarını hazırlayanlara bu raporu yazan arasında neyin şifreli neyin şifresiz olması gerektiğine dair bir iletişim bozukluğu olduğuna işaret etmektedir.”

Görüldüğü gibi Emniyet Raporunda “ab.rar” şifreli gözükmekte iken TÜBİTAK Raporunda “aa.rar” ın şifreli olduğu belirtilmiştir. Taraf Gazetesi’nin 09.05.2009 tarihli Emniyet Raporlarını dahi incelemeksizin bu değerlendirmeyi yaptığı ve haberine konu ettiği anlaşılmaktadır. Taraf Gazetesi eğer bilimsellik, doğruluk ve eleştirel düşünce ekseninde olaya yaklaşmış olsaydı, TÜBİTAK Raporu ile Emniyet Raporu arasındaki bu çelişkiyi görür ve bu bilgiye haberinde yer vermezdi.

Taraf Gazetesi’nin haberinde yer alan bir başka bilgi de haber sahiplerinin okuduklarını anlamakta güçlük çektikleri değerlendirmesini yapmamıza neden olmuştur:

“Levent Bektaş’ın avukatları, bilirkişi incelemesinde yer alan “Söz konusu dosyaların 26 Ağustos 2010 saat 15.24 ile 27 Ağustos 2010 saat 9.23’de kaydedildiği” bilgisine dayanarak Kafes Eylem Planı’nın, CD’lerin ele geçirildiği 22 Nisan 2009 tarihinden sonra üretildiğini iddia etti.”

Boğaziçi Üniversitesi Raporu’nun hiçbir yerinde yukarıdakine benzer bir değerlendirme yer almamaktadır. Zira böyle bir değerlendirme yapmak da mümkün değildir. Çünkü Bilirkişiler CD ve DVD’nin içinde zaten Kafes Eylem Planı’nın bulunmadığını tespit etmişlerdir. Bu tespiti yaptıktan sonra olmayan bir şeyi inceleyerek bunun 26-27.08.2010 tarihinde yaratıldığını söylemek mümkün olabilir mi?

Taraf Gazetesi’nde yayınlanan haberin aksine Boğaziçi Üniversitesi’nde yer alan tespit şu şekildedir:

“Tüm dosyaların 26.08.2010 Saat 15:24-15:51 arasında, dosya dizinin ise 27.08.2010 Saat 09:23'de yaratıldığı görülmektedir. Dosyaların ve dosya dizininin tarafımıza verilen DVD'deki yaratılış, tarihleri ve zamanları önemli değildir, çünkü daha önceden elde edilen CD ve DVD imajlarının ".iso" uzantılı dosyalar olarak tarafımıza verilen DVD'ye yazılış tarih ve zamanlarını göstermektedir.”

Görüldüğü gibi bilirkişiler bu tarihlere hiçbir önem atfetmemişlerdir ve haberde yer alan değerlendirmenin aksine bu tarihlerin CD ve DVD’nin kopyalanma tarihi olduğunu belirtmişlerdir.

Taraf Gazetesi’nin duruşma günü olan 15.10.2010 günü bizim savunmamız bittikten sonra verilen 10 dakika aradan hemen sonra ortaya çıkan (imajları da alan) Yılmaz ÇANKAYA’nın Raporuna da ayrı bir önem atfettikleri görülmektedir. Taraf Gazetesi bunu şu şekilde haberleştirmiştir:

“TÜBİTAK görevlisi Yılmaz Çankaya da davanın görüldüğü 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği yazıda, sanık avukatlarına CD ve DVD’nin kopyasının verildiğini, kopyanın adli analiz için kullanılamayacağını vurgulamıştı.”

Peki Yılmaz ÇANKAYA’nın duruşma günü aniden ortaya çıkan raporu sadece buna mı ilişkindi. Taraf Gazetesi her zamanki kolaycılıkla bu değerlendirmeyi bir çırpıda yapı vermiştir. Peki raporun ayrıntılarında gizli olan hususlar neler:

- Raporun tarihi ve sayısı bulunmamaktadır.

- Raporun üzerinde TÜBİTAK’ın antedi olmadığı gibi, raporun TÜBİTAK’tan geldiğine ilişkin bir ön yazı da bulunmamaktadır.

- Rapor davanın görüldüğü İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne hitaben yazılmamış olup, muhatap olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı gösterilmiştir. Raporun “ilgi” kısmında da aynı şekilde “Savcılığınızın 20/08/2010 gün ve 2010/34 sayılı faks yazısı” yazmaktadır.”

- Raporun ilk sayfası yazışma usullerine aykırı olarak yarım bırakılmış, sayfanın altı paraflanmamıştır.

- “(iii) maddesinde verilen görevlendirme uyarınca, adli analiz aracı ile bahsi geçen 1 adet CD ve 1 adet DVD'nin imajları alınmış ve sanık müdafiine verilmiştir.” cümlesi bilirkişi tarafından kaleme alınacak bir ifade değildir. Zira bilirkişi sadece imajı alır ve Mahkemeye bırakır. Bu cümle ancak bir Mahkeme görevlisinin ifadesi olabilir. Zira imajlar avukatlar tarafından Mahkeme görevlilerinden teslim alınır.

- Raporun aceleyle yazıldığına ilişkin bir başka kanıt ise madde numaralarının karıştırılmasıdır. Raporun 2. Sayfasında sıralama olağanın aksine (i), (iii), (ii) şeklindedir.

- Müdahil tarafın (Agos Gazetesi) vekilleri, ÇANKAYA’nın Mahkeme kalemindeki “o zaman o hususu da rapora ekleyelim” şeklindeki ifadelerini duymuşlardır.

- Raporun “Sonuç” Bölümünde CD ve DVD’den hiç bahsedilmemekte sadece USB Bellekle ilgili değerlendirme yapılmaktadır. Bu durumda CD ve DVD ile ilgili ifadelerin raporda neden yer aldığını, bu raporun neden duruşma sırasında bizim savunmamız hemen biter bitmez geldiği hususunda soru işaretleri doğurmaktadır.

- Raporun Mahkemeye sunmuş olduğumuz bilirkişi raporlarına ilişkin açıklamalarımız bittikten hemen sonra, “Mahkeme Başkanının Havalesi Olmaksızın” dağıtılması ve duruşma sırasında usule aykırı olarak, üye hâkim Mehmet KARABABA tarafından okunması da gözlemlenen şaşırtıcı bir başka durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

- Raporun önüne eklenen ve İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından TÜBİTAK’a gönderilen yazının üzerinde el yazısı ile “Alparslan Babaoğlu Beye” yazmaktadır. Yine raporu üzerinde yer alan havale kaşesinde “Gereği: A. Babaoğlu” yazmaktadır. Bu durum Sayın ÇANKAYA’nın raporunu dosyanız kapsamındaki TÜBİTAK Raporunu hazırlayan ve geçtiğimiz hafta CMK 250. Madde İle Görevli Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’ne gelerek görüşen Alparslan BABAOĞLU’nun bilgisi dâhilinde yapıldığını göstermektedir.

- Yılmaz ÇANKAYA’nın yapmış olduğu bu değerlendirme aynı zamanda şu ana kadar ve bundan sonra adli analiz araçları ile alınan imajlar üzerinden yapılan incelemeleri tartışmalı bir duruma sokmuştur. Bu değerlendirmemiz 09.06.2010 tarihli TÜBİTAK Raporu için de geçerlidir.

Taraf Gazetesi bugün yapmış olduğu haberde yukarıdaki hususların hepsini görmezden gelerek bilimsel gerçeklere aykırı ve taraflı bir haber yayınlamıştır. Bu haber Adil Yargılanma Hakkı’nı ve Masumiyet Karinesi’ni hiçe sayan bir mahiyet de taşımaktadır.

Taraf Gazetesi’nin aleyhine açılan davalardan yakınmak yerine hukuk çizgisinde yayın yapması hukukun üstünlüğü tarafında yer alması beklenmektedir. Bu da ancak tarafsız bir yayıncılıkla mümkün olabilecektir. Ancak Taraf Gazetesi bugün ki haberi ile bir kez daha yanlış tarafta olduğunu göstermiştir.

Kamuoyundaki algılayış: “HANGİ TARAF? TABİİ Kİ YANLIŞ TARAF!” şeklindedir.

Av. Hüseyin ERSÖZ

Levent BEKTAŞ Vekili”

Odatv.com


'TARAF'TAKİLER, OBAMA'YA İMAN ETMİŞLER!'
Yusuf Yavuz
26.10.2010

http://www.odatv.com/images/meric_2.jpg
Ahmet Meriç Şenyüz ( Taraf Gazetesi Eski Politika Editörü):

'TARAF'TAKİLER, OBAMA'YA İMAN ETMİŞLER!'

Ahmet Meriç Şenyüz, gece editörü olarak çalıştığı Radikal'den Taraf'a geçen çok sayıda gazeteciden biriydi. Politika editörü olarak Taraf''ta işe başladığı günleri, "Taraf'ı bir patron gazetesi gibi görmeyip, böyle beraberce bir öğrenci gazetesi çıkartıyormuşuz gibi sorunları görmezlikten geldik" diye anlatan Şenyüz, Ergenekon operasyonlarında sürecinde, İlhan Selçuk, Perinçek ve Alemdaroğlu'nun sabaha karşı evlerine yapılan baskınla gözaltına alındıkları gün Taraf'ta yaşananları sorgulamaya başlıyor. "Burada demokrat olduğunu söyleyen gazete, bu olaya alkış tutan, yücelten, üzerine üzerine vuran bir yayın yaptı. Zaten ben o günden sonra iki gün gazeteye gitmedim" sözleriyle çalıştığı gazetenin tavrını eleştiren Şenyüz, o dönemde Taraf'ta yaşananları anlattı.

Taraf, başlangıçta solda belirli bir beklenti yaratak yayına başladı. Ancak belirli bir aşamadan sonra politik tartışmaların odağı oldu. Sen nasıl bir süreç yaşadın Taraf'ta?

-Taraf'ın solda bir boşluğu dolduracağına, solcu bir yayın yapacağına ilişkin beklenti, eğer varsa, solun kendisinden kaynaklanan bir beklentiydi. Taraf, hiçbir zaman solcu olduğunu filan iddia etmedi. Yasemin Çongar'ın duruşu, yeri belli. Ahmet Altan ve Alev Er de öyle. Bu isimlerin hiçbiri 'biz solculuk yapacağız' filan demediler. 'Biz liberal bir gazete yapacağız' dediler. Biz de bunu bilerek gittik. Yani Taraf'a giden solcu gazeteci arkadaşlar arasında 'burada solcu gazete yapılacak, bunun için gittik ve hayal kırıklığına uğradık' diyen varsa, bu çok dürüstçe olmuyor.

-Nasıl bir başlangıçtı?

-Ben o dönemde Radikal'de gece editörlüğü yapıyordum. Ardından Taraf'tan bir teklif geldi. Bir de gece çalışmaktan yorulmuştum. Taraf'ta politika editörlüğü yapacaktım. Mesleki açıdan da bir adım ileriye geçmek olacaktı benim için. Bu arada Taraf'ta çalışan bir arkadaşım, gazetenin liberal olmakla birlikte demokrat olduğunu, yazı işleri toplantılarında herşeyin konuşulabildiğini vs. söyledi. Ben de sonuçta holding medyasında çalışıyordum, devrimci gazetecilik filan yapmıyordum yani. Bu açıdan çok da farklı olmaz diye de düşündüm. Ama böyle bir 'misyon gazetesi' olacağını tahmin edememiştim.

-Misyon gazetesi derken neyi kastediyorsun?

- Benim görüşüme göre Taraf, doğrudan Amerika'nın bu dönemdeki politikalarının sözcüsü durumunda. Böyle konumlandı. Bir operasyonun parçası gibi davrandı. Burada, 'Taraf'taki şu kişi CIA'den, Soros'tan para alıyor' gibi bir iddiada bulunmuyorum. Bunu özellikle belirtirseniz sevinirim. Ancak bu ilişki parasal değil, gönüllü bir ilişki. Buradaki kişiler, Amerika'nın dünyaya demokrasi getireceğine inanmışlar. Obama'ya iman etmişler. Bu açıdan iyi bir şey yaptıklarını da düşünüyorlar. Ahmet Altan'ın yazılarındaki özgüveni okursanız, çok iyi bir şey yaptığını düşünüyor ve bundan emin olarak anlatıyor düşüncelerini. Çok vicdani ve insani bir yerde durduğunu düşünüyor. Bunların hepsi poz, yapmacıklık falan da değil bana gore, inanarak yazıyor. Ben Taraf’ın Amerikan politikalarının doğrudan sözcüsü olduğunu düşünüyorum. Ergenekon operasyonları sürecinde daha da belirginleşti bu. Hatta Taraf'ın kurulup gündem yaratan bir gazete haline gelmesi Ergenekon operasyonuyla koşut bir şekilde gelişti. Tabii bunda tesadüfler de rol oynamış olabilir bir komplo teorisi ortaya atmak istemem

'TARAF KÜRT MESELESİNDE AMERİKA'DAN HİZA ALIYOR'

-Ergenekon sürecine geleceğiz ancak Amerikan politikalarının sözcüsü iddianıza dönersek, bu konuda somut olarak tanık olduğun durumlar var mı. Örneğin haber üretirken, yazıişleri toplantılaırnda vs. Bir kaç somut örnek verebilir misin?

-Yani birebir kelime kelime söyleyemem ama bu hava yansıyordu. Örneğin Amerikan başkanlık seçimlerinde büyük bir Obama hayranlığı vardı. Obama'nın geleceğine ve dünyaya demokrasi getireceğine dair bir büyük beklenti. Ayrıca Kürt meselesinde yaşanan her olayda Amerika'ya bakılarak, oradan hiza alarak durum ele alınıyordu. Çok somut bir örnek olarak Amerikan askerlerine yapılmış bir saldırı vardı. Oradaki Yasemin Çongar’ın tutumunu hatırlıyorum. Saldırı ilk başta ajanslara, PKK tarafından yapılan bir saldırı olarak düşmüştü ama sonra böyle olmadığı bunun Iraklı bir örgüt tarafından yapıldığı anlaşıldı. Çongar, 'Çok rahatladım, PKK yapmış olsaydı, ABD ve PKK karşı karşıya gelir ve Kürt sorunu çözümsüzlüğe girerdi' demişti.Yani Kürt sorunuyla ilgili her olayda Amerika'nın tavrının ne olacağı, sorunu Amerika'nın çözeceği önkabulünden hareketle bakılıyordu.

Burada şunu da vurgulamak isterim, ben Taraf'a başladıktan, ayrıldığım güne kadar kendi sorumluluğum altında yapılan haberlerde basın meslek ilkelerine uymak için azami gayreti gösterdim, bu anlamda vicdanım rahat. Ayrıca Taraf önemli haberlere de imza attı, bunları da bir kenara koyalım. Ancak Taraf asıl rengini Ergenekon sürecinde belli etti.

'İLHAN SELÇUK VE PERİNÇEK'İN TUTUKLANDIĞI GÜN TARAF'IN RENGİ ORTAYA ÇIKTI'

-Neler yaşandı bu süreçte?

21 Mart 2008 tarihinde Kemal Alemdaroğlu, İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek'in tutuklandığı gün Taraf'ın tavrı çok net olarak ortaya çıktı. Şimdi burada hiç bir demokrasi standardıyla bağdaşmayacak biçimde Türkiye'nin önemli bazı aydınlarının evlerine sabahın köründe girilerek bu insanlar gözaltına alındı. Kaçma olasılıkları da yok üstelik. Burada demokrat olduğunu söyleyen gazete, bu olaya alkış tutan, yücelten, üzerine üzerine vuran bir yayın yaptı. Zaten ben o günden sonra iki gün gazeteye gitmedim.

-Bir tavır mı aldın gazeteye karşı.

-Evet. Tarihi de çok net hatırlıyorum. 21 Mart 2008...

-Bu tavrını gazete yönetimine karşı belirttin mi, yani 'ben şu durumdan dolayı tavır aldım' diye?

-Tabi tabi.. Şöyle, İlhan Selçuk, Alemdaroğlu ve Perinçek'in tutuklanmalarıyla ilgili haberde Alev Er 'manşet nasıl oldu' diye sordu. O günkü başlığı şu an çok net hatırlamıyorum ama kötü bir manşetti.

-Alev Er'e yanıtın ne oldu?

-Bunun Taraf'a yakışmadığını ve demokratik bir tavır olmadığını söyledim. Ben zaten sabahtan beri süreci izlediğim için, haberde bu konudaki demokrasi ihlali boyutuna da değinilmesi gerektiğini belirttim. Karşı tarafın görüşlerinin de yer alması gerektiğini belirttim. Çünkü burada İşçi Partisi, Ulusal Kanal ve Aydınlık Dergisi basıldı. Kanunsuz biçimde bilgisayarlara el kondu. Oysa tıpkı Nokta baskınında olduğu gibi bu bilgisayarların imajlarının çıkarılması gerekirdi. CMK’ya gore bu şekilde el koyma yapılamaz. Bunun gibi pek çok ihlal vardı, bu aramaların muhattaplarından da görüş alınması gerektiğini ısrarla belirttim. Alev Er bu rahatsızlığıma karşı, manşetin köşesindeki kutuda baskınların neden sabaha karşı olduğunu sorduklarını ve bunun yeterli olduğunu söyledi. Bu kutu 'Bunlar acaba bir darbe planı peşinde olabilirler mi?' filan diye bitiyordu. Bu sorunun yanıtını da içerikte veriyor, 'sabaha karşı yapılan bu operasyon olmasaydı bunlar provakasyon yapacaklardı' demeye getiriyor. Bu, doğrudan suçu kanıtlanmamış, ortada iddianamesi bile olmayan bir gözaltı. Bir anda bu insanlar evlerinden alınıyorlar ve üzerlerinde daha hiç bir şey yokken bunları provakasyon yapacaklardı, darbe planı hazırlayıcıları diye suçlu ilan eden bir tavır. Bunu gazetecilikle bağdaştırmanız mümkün değil. Zaten hükümete yandaş olarak adlandırdığımız gazeteler dışında hiç bir gazette böyle görmedi olayı. Sonradan Ergenekon'u destekleyenler dahi ilk gün böyle görmediler olayı. Baştan böyle görmek gazetecilikle asla bağdaşmaz. Ha daha sonra bir şeyler görürsünüz, ikna olursunuz, iddianameyi okursunuz bir şeyler yazabilirsiniz ama ilk günden bunları görmek son derece yanlıştı. Manşet de son derece yanlış bir manşetti.

-Sonra Alev Er'le konuşabildiniz mi?

Alev Er gazeteyi yolladıktan sonra manşetle ilgili bu rahatsızlığımdan dolayı benimle konuşmak istedi. Yasemin Çongar da vardı, beraber konuştuk...

'İLHAN SELÇUK'UN BİLGİSİ OLMADAN CUMHURİYET'E BOMBA ATILMAZ!'

-Neler konuşuldu hatırlıyor musun. Alev Er ya da Yasemin Çongar senin rahatsızlığını giderecek, gazetecilik anlamında seni ikna edecek neler söylediler?

-Aslında biz orada gazetecilikten çok -çünkü iş artık buna dönüşmüştü- doğrudan politika konuştuk. Yani İlhan Selçuk, Perinçek ve Alemdaroğlu'nun bu işi, (darbe planını) yapıp yapamayacakları üzerine konuştuk. Alev Er yine hiç bir bilgiye ve belgeye dayanmadan, bir önkabulle "Cumhuriyet'e İlhan Selçuk'un bilgisi olmadan bomba atılmış olamaz" dedi. İlhan Selçuk'un darbeci olduğunu, bu işlerin içinde olabileceğini, Perinçek'in her zaman bu işlerin içinde olduğunu vs. söyledi. Alev Er'in hem Aydınlık hem de Cumhuriyet gazetesinde bir geçmişi var. Yani burada senin karşında buraları bilen ve çok emin biçimde konuşan birisi var. Burada kişisel olarak Alev Er'le ilgili bir sıkıntımın olmadığını belirtmek isterim. Zaten kişisel olarak hiç biriyle bir derdim yok. İnsani nitelikleri açısından Alev Er'i hepsinden ayrı tutarım ve çok da severim onu da özellikle belirteyim. Tabii bu konuşma benim için bir kafa karışıklığı oldu ve ben eve gittim. Sonraki iki gün gazeteye gitmedim. Aradılar, telefonlarımı kapattım falan filan ama en nihayetinde işim bu dönmeye karar verdim.



'YARGITAYI VURACAKLARDI' MANŞETİ NASIL ATILDI?

-Alev Er ve Yasemin Çongar'la geçen konuşmada seni ikna edici bir sonuç çıkmadı anladığım kadarıyla...

-O konuşmada Yasemin Çongar çok fazla müdahale etmedi. Sadece dinledi. Alev Er de kendisi açısından mantıklı bir konuşma yaptı, söyleyeceğini söyledi. Ben soracaklarımı sordum, o anlattı. Ben bunlara katılmadığımı söyledim. Burada yapabileceği başka bir şey yoktu. Yayın yönetmeni olarak üzerine düşeni yaptı. Tabii ben karşı tarafı da bildiğim için, Aydınlık hareketini ve İşçi Partisi’ni yani; ikna edici olmadı benim için. Sonunda burada iş yapıyoruz ve iyi sayılabilecek bir para da alıyoruz. O dönemde Taraf'ta hiç de öyle paraların ödenmemesi sıkıntısı yoktu. Ücretler tıkır tıkır ödeniyor, kimseyle bir sorunum yok ve iyi bir konumum var o dönemde. Yani iş olarak baktığımız için mecburen yapacağız bunu diye bakıyorum. Fakat bu arada gazeteye gittim, o günkü manşet "Yargıtay'ı Vuracaklardı" şeklindeydi. İşçi Partisi'nden çıktığı öne sürülen bir krokiye dayandırılan haberdi.

'FETHULLAHÇI POLİSLERİN VERDİĞİ HER BİLGİYİ BASMAYIN!' DEDİM.

-Sonrasında bu krokinin Savcılar tarafından çantada unutulan bir kroki olduğu ortaya çıktı sanırım...

-Şimdi ben bunu kimin koyduğunu falan bilemem. Ama karşı tarafa, "böyle bir cd var ne diyorsunuz" şeklinde asla sorulmadan bir şey yapılıyor. Bir tarafla ilgili bu kadar ciddi bir iddia varsa mutlaka oradan da bir görüş alınmaya çalışılır. Göstermelik de olsa alınır yani. Bu usuldendir. Bir de ben şunu biliyordum; Aydınlık hareketi tarihinde hiç bir zaman böyle provokasyon eylemleri yapmaz. Başka bir çok yönden eleştirebilirsin, bir sürü şey söyleyebilirsin ama Yargıtay'ı basıp da orada bilmem ne yapacak; böyle bir şey mümkün değil. Ayrıca polisin manipülasyonu da olabilir, böyle konularda dikkatli olunması gerekir. Yani ben o gün kesin kararımı verdim artık. Bunlarla konuşacak bir şey yok dedim. Gazeteye gitmeyi tekrar bıraktım. Sonrasında da istifamı vermek için gittim. Bu arada İşçi Partisi de "bu krokiyi Taraf bize fakslamış" şeklinde bir açıklama yaptı. Böyle bir şey de yok tabii. Şaşkınlık içindelerdi bu cd'nin nereden çıktığı konusunda. İstifamı vermek için gazeteye gittiğimde Alev Er’le konuştum ve son olarak da "Size önerim, Fethullahçı polislerin size verdiği her bilgiyi gazeteye basmayın" dedim.

-'Fethullahçı polisler' derken kastettiğin?

-Emniyetteki 'F tipi' yapılanma. Yani bence doğrudan onların servis ettiği bir şey bu. Alev Er de bana ,"kimin işine yaradığına bakarız" yanıtını verdi. Yani bu bilgi kimin işine yarıyor.

-Bu dönemde kimin işine yaradığı...

-Evet. Doğru olup olmadığı değil, kimin işine yaradığı önemli. Ama bu gazetecilik açısından geçer akçe değildir. Doğru olup olmadığına bakmak esastır. Tabii sonrasında benim hiç bir şey bilmeden aldığım bu tutumun doğru olduğu ortaya çıktı. Yani yılların gazetecisi Alev Er'lerin, Yasemin Çongar'ların, Ahmet Altan'ların manşete taşıdığı haberin yalan olduğu ortaya çıktı. Sonunda İşçi Partisi’nden alınan cd'ler arasında böyle bir cd'nin bulunmadığı ortaya çıktı bu kroki Silivri mahkemesinde delil olarak kabul edilmedi. Taraf’ın o süreçteki başka haberleri de yalan çıktı. Nusret Senem’in avukatlık bürosundaki bilgisayarları yakmaya çalıştıklarını falan yazdılar. Bütünüyle uydurma olduğu ortaya çıktı Nusret Senem o sırada orada bile değilmiş. Veli Küçük’le Alparslan Aslan’ı birlikte gösteren fotoğraflar da fotomontaj çıktı. Yakından takip ettim Silivri duruşmaları sürecinde, tutuklamalar sırasında Taraf’ın boy boy yayımladığı pek çok haberin doğru olmadığı ortaya çıktı ama ne bu duruşmaların haberine yer verdiler ne de bir özür yayımladılar gazetede.

'ARKADAŞLARIMI İNCİTMEK İSTEMEDİM'

-O gün bir konuşma daha geçti aranızda. Başlıktan rahatsızlığını dile getirdin. Alev Er'in tavrı bu kez ne oldu?

-Alev Er benim artık orada kalmayacağımın bilincindeydi. Bizim artık beraber yürüyemeyeceğimiz, gazetecilik yapamayacağımız belli olmuştu. Bir veda sohbeti yaptık ve biraz dünyaya nasıl baktığımızı falan konuştuk Alev Er dünya görüşümü merak etti. Ben ona, onlar inançlarını kaybetseler de şahsen sosyalizme inandığımı, geleceğin eninde sonunda emekçilerin tarafında olduğunu söyledim. Yani böyle bir noktaya geldik. Alev Er de işte işçi sınıfı diye bir şeyin kalmadığını, bu işlerin çoktan bittiğini, bu kavramların kendi gençliklerinde kaldığını falan söyledi. Bu düşüncemin yanlış olduğunu da söyledi. Sonuçta dostça ayrıldık. Şunu da belirteyim, Taraf'tan politik bir neden belirtmeden, askerliği gerekçe göstererek istifa ettim. Bunun bir nedeni de gazetede çok sevdiğim arkadaşlarım vardı, onları incitmek istemedim. Siyasi gerekçe gösterseydim bu onları üzebilirdi. Çünkü ayrılanlardan biri Taraf'ın bir misyon gazetesi olduğunu söyleyince, dürüst gazeteci arkadaşlarım kendilerini kötü hissedebilirler. Nihayetinde bu onların işi ve kendilerini solcu, demokrat olarak tanımlıyorlar. Vicdanlarıyla cüzdanları arasında kalacaklar. Öte yandan gazeteden bazı insanlar, basın kanununa göre askere giderken istifa etmek zorunda olmadığımı maaşımın yarısını, (en azından sigortada gözüken kısmının yarısını), askerdeyken de alabileceğimi sonra dönünce istersem yine istifa edebileceğimi, bunun kazanılmış hakkım olduğunu söylediler. Ben böyle bir tutumu da doğru bulmadım ve gazete yönetimiyle hiçbir para ilişkimin kalmasını istemedim. Hiçbir alacağımın olmadığına dair imzamı atıp çıktım gazeteden.

'SOL İÇİNDE TARAF'ÇI BİR CEPHE YARATILMAYA ÇALIŞILDI'

-Taraf’ın solu kristalize etme gibi bir niyeti var mıydı?

-Evet. Ben bunu geriye dönüp bakınca daha iyi anlıyorum. Nabi Yağcı henüz Taraf'ta yazmıyordu. Ancak o günlerde Nabi Yağcı, bugünkü TKP'yi eleştiren bir açıklama yaptı. İşte bugünkü başörtüsü meselesi üzerinden bir eleştiriydi sanırım. Bunun üzerine Alev Er, "Nabi Yağcı eski TKP ve yeni TKP üzerinden bir tartışma yaratalım" dedi. İşte Nabi Yağcı TKP'nin yeni yönetimini ulusalcılıkla filan suçluyor. Ben yapılan habere şimdiki TKP ile öncekinin farkını anlatan bir kutu filan yazdım. Tabii Nabi Yağcı'ya dayanarak bir haber yapıyorlar. Ben yine TKP'den de görüş alınması konusunda ısrarda bulundum. Bu ısrarım sonucunda Kemal Okuyan'dan falan görüş alarak bir şekilde habere koydurdum. Yani burada niyet belli. Nabi Yağcı gibi artık dönmüş, mücadele diye bir derdi filan kalmamış kişiler üzerinden sol'a 'siz de böyle olun' mesajı veriliyor. Tabii o zaman böyle okuyamıyorsun. Gazetecilik açısından baktığın zaman haber yani. Sonrasında Yasemin Çongar bana bir kaç defa Türkiye soluyla ilgili dizi hazırlamamı önerdi. Taraf'ta sol'la ilgili yapılacak bir yazı dizisinin nasıl bir şey olacağını az çok kavradığım için fazla üzerinde durmadım. Bunlar ilk işaretlerdi sanırım. Sonrasında Roni Margules, Nabi Yağcı, Halil Berktay, Murat Belge, Ümit Kıvanç gibi isimler üzerinden sol içinde Taraf'çı bir cephe yaratılmaya çalışıldı.

-Buradan AKP-Taraf ilişkisine gelirsek, bir yandan sol tartışılırken diğer yandan da AKP'ye yakın duran, senin deyiminle 'misyon' üslenen bir süreç de başladı Taraf'ta. Bununla ilgili söyleyeceklerin var mı?

-Başta da söylediğim gibi Taraf'ın misyonu, Amerika'daki Obama'cı ekibe bakarak, onların doğrultusunda belirlenmiş bir misyon. Yani burada AKP ya da başka bir partinin önemi yok. Yani hiçbirisi AKP'li falan değildir.

'KADINLARIN ÇOK SEVDİĞİ AHMET ALTAN KADIN ÇALIŞANLARA 'ŞU KARI, BU KARI' DİYE HİTAP EDİYORDU'

-Taraf yöneticilerine gelirsek; Ahmet Altan'ın antimilitarist bir tutum yansıtmasına rağmen Ankara bürodaki çalışanlara yönelik tavrı militarist cümleler içermesi nedeniyle de tartışıldı. Sen bu dönemi hatırlıyor musun?

-Ben o dönemde gazetede değildim ama fazla uzağa gitmeye gerek yok. Bu konuda Ahmet Altan'ın tavırları durumu anlatmaya yeterli. Doğrudan bana karşı herhangi bir olumsuz tavrı olmadı ama çeşitli defalar çalışanlara hiçbir iş yerinde olmaması gereken şekillerde davrandığını gördüm. Kadınların çok sevdiği Ahmet Altan’ın birlikte çalıştığı kadınlara saygı gösterdiğine ise hiç tanık olamadık mesela. Yazı işleri toplantılarında kadın arkadaşlarımızdan ‘şu karı’, ‘bu karı’ şeklinde bahsetmek Ahmet Altan’ın sık başvurduğu bir üsluptu. Taraf’ta çalıştığım dönemdeki Ahmet Altan’ı gözümün önüne getirdiğimde editörlüğü ya da gazete yöneticiliğini haberi süzmek, imbikten geçirmek, doğruluğunu yanlışlığını araştırmak, detaylandırmak falan değil tamamen sansasyonel başlık atmak olarak gören biri gözümde canlanıyor. Ayrıca pek çok arkadaşı hakaretamiz sözcüklerle azarladığını da hatırlıyorum.

'TARAF'TA ASIL ETKEN OLAN AHMET ALTAN DEĞİL, YASEMİN ÇONGAR'

-Bir kimliğinle baktığında Ahmet Altan'ı nasıl değerlendiriyorsun. Bir kahraman mı var karşımızda, kendisini nasıl konumlandırıyor sence?

-Tabi tabii, Ahmet Altan'ın böyle bir şeyi var. Ama Taraf'ın politikalarının belirlenmesinde Ahmet Altan değil, Yasemin Çongar etkendir. Bu üçlü içerisinde Ahmet Altan, gazetecilikle değil de duygusal ve çok fevri hareket eden bir profil çizer. Bir defa benim olduğum dönemde gazeteye Ahmet Altan'ın katkısı çok azdı. Esas olarak Alev Er'di. Alev Er'in yazıişleri toplantılarında bir enerji olurdu. Eğer toplantıyı o yapıyorsa herkes katılmak isterdi. Çünkü gazetecilik açısından bir şeyler öğreniliyordu. Ama Ahmet Altan yapıyorsa herkes kendi servisinden başka birini göndermek isterdi. Çünkü haberin bütününü değil saçma sapan bir ayrıntıya takılıp 15-20 dakika bunun üzerine konuşurdu. Yasemin Çongar ise çok dengeli, bütün süreç boyunca adım adım kendi iktidarını Taraf içerisinde güçlendiren bir yol izleyerek gazetenin politikalarına damgasını vuran kişi oldu. Sonuçta Alev Er'in Taraf'tan ayrılmasının gerçek nedeni Yasemin Çongar'dır. Yasemin Çongar'ın giderek gazete içinde etkili olmasıdır.

-Yasemin Çongar'ın etkisini neye bağlıyorsun. Amerika'yla daha yakın ilişkileri olması mı?

-Hayır. Ben o kadar komplo teorilerine bağlamıyorum. Kişisel yeteneklerine bağlıyorum. Üç kişi arasında yönetici nitelikleri açısından öne çıkan oydu ve eninde sonunda Yasemin Çongar orayı yönetecekti.

'ORDUYU YIPRATACAK HER HABER TARAF İÇİN İYİDİR'

-Taraf'ın askerle ilgili manşetleri de çok tartışıldı. Sen bir gazeteci olarak ne düşünüyorsun bu konuda?

-Önce şunu söyleyeyim; bir kere Taraf'ın yönetici üçlüsü Türkiye'ye demokrasinin AKP'nin temsil ettiği güçlerle geleceğine ve bunun karşısındaki en büyük engelin de askeri vesayet olduğuna kesin olarak inanıyorlar. Buna çok samimi olarak inanıyorlardı ve orduya yönelik her türlü haberi yayınlayalım diye düşünüyorlardı. Fakat şunu da söyleyeyim; benim olduğum dönemdeki haberlerin ben arkasındayım. Mesela "üsteğmeni dağda unuttular" haberi... Hakikaten üstteğmeni dağda unutmuşlar. Dağlıca baskınındaki ihmaller vesaire. Bu haberlerin arkasındayım ama sonrasındakilerin mutfağında yer almadığım için bilemem. Ahkam kesmiş olurum. Ama bakış açılarının askeri vesayete karşı olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle orduyu yıpratacak hertürlü haber iyidir tabii Taraf için.

AHMET ALTAN, 'BU SAYFALARIN HEPSİ BENİM' DİYOR

-Çalışanların ücretleriyle ilgili sıkıntılara gelirsek. Bir çok çalışan bu nedenle ayrıldığını biliyoruz. Basında yaygın bir sıkıntı bu sanırım. Sen neler yaşadın bu konuda?

-Maaşlarımız sigortada asgari ücret üzerinden gösteriliyordu ve tabii ki asgari ücret almıyorduk. Mesela böyle bir şey Ciner Grubu’nda Doğan Medya'da falan hayatta olmaz. Yani bir çok açıdan eleştirebilirsiniz büyük medyayı ama en azından maaş bordronuzda maaşınız tam gösterilir. Ama biz Taraf'taki sıkıntıları hep gazetenin zor günler geçirmesine bağladık. Radikal'den gelenlerin çoğu oradan atılmışlardı. Taraf’ı bir nevi kendi gazeteleri gibi benimseyip hep beraber bir şey yapıyoruz havasına girdiler. Ben pek katılmasam da bazı arkadaşlar hep beraber Türkiye'ye demokrasi getirme misyonuna hizmet ediyoruz filan diye düşünüyorlardı. Bu nedenle bu sıkıntılar hoş görülüyordu. Ama hiç de böyle bir şeyin olmadığı sonradan ortaya çıktı. Ben ayrıldıktan sonra yapılan bir yazı işleri toplantısında, Ahmet Altan, "bu sayfaların hepsi benim, ben size bunları doldurmanız için para veriyorum" demiş. En sonunda iş oraya gelmiş. Tabii biz baştan itibaren haklarımızı korumak adına daha net bir tutum alabilirdik. Burada bizim de eksikliğimiz var. Biraz da bakış açımızın saflığından kaynaklandı. Yani Taraf'ı bir patron gazetesi gibi görmeyip, böyle beraberce bir öğrenci gazetesi çıkartıyormuşuz gibi bu tür sorunları görmezlikten geldik. Benim dönemimde ücretlerin ödenmesinde fazla sıkıntı olmadı ama sonradan bunlar yaşandı, biliyorum. Bunları yaşayanlarla konuşsanız daha iyi olur.

-Taraf'ın Cumhuriyet'in temel değerleriyle ilgili görmezden gelen yayınları da oldu ve bu çok eleştirildi. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?

-Ben açıkçası Taraf'ın bu konuda eleştirilmesi gerektiğini düşünmüyorum. Bence bir gazetenin böyle bir özgürlüğü de olmalı. Türkiye'deki bütün gazeteler sanki tek bir merkezden çıkıyormuş gibi davranıyor. 29 Ekim'de falan hepsi neredeyse aynı birinci sayfayla çıkıyor. Bu ancak totaliter rejimlerde olan bir şey. Bir gazete de 29 Ekim’de başka başlık atabilir.

'TARAF'IN ADI 'İKİNCİ CUMHURİYET' OLACAKTI!'

-Sence bu tutum sözünü ettiğin özgürlük çerçevesinde görülen bir tavır mı?

-Bence bu konuda basın özgür olmalı. Ha, Taraf niye böyle yapıyordu dersen. İdeolojik olarak şöyle bir şey var; Taraf'ın kadrosu çok net olarak ikinci cumhuriyetçi. Hatta Taraf kurulmadan önce bir ara gazeteye "İkinci Cumhuriyet" adının verilmesi bile söz konusu olmuş. Biz başlarda bundan haberdar değildik ama sonradan gazete içinde konuşulurken duyduk. Yani bu düzeyde bir ikinci cumhuriyetin gazetesi. Tabii ikinci cumhuriyeti kurmak isteyen adamlar birinci cumhuriyeti eleştirecekler. Yıkmak isteyecekler. Birincisi yıkılmadan ikincisini kurmak mümkün değil. Böyle bakıldığında çok normal, ikinci cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur bu.

Odatv.com

Onur Yazıcıoğlu ( Taraf Gazetesi eski Spor Muhabiri):
'TARAF TARTIŞMASIZ SAĞCI BİR GAZETEDİR!'
Yusuf Yavuz
26.10.2010

Taraf' Gazetesi'nin spor servisinde çalıştığı dönemde bir çok tartışılan habere imza atan genç gazeteci Onur Yazıcıoğlu, Hakan Şükür'ün Kutlu Doğum Haftası'yla ilgili bir açıklamasından dolayı eleştiren bir haber yapınca, önce Yıldıray Oğur, ardından da Ahmet Altan tarafından eleştirildiğini anlatıyor. Gazete yönetiminin bu eleştirisinin ardından istifa kararı aldığını söyleyen Yazıcıoğlu, Ahmet Altan'la yaşadığı bir diyaloğu da "Bir defasında odasında bana 'şu haberleri neden yapmıyorsunuz?' diye çıkıştığında, sözünü ettiği haber spor sayfasının dörtte birini kaplıyordu. 'Sayfaya baksaydınız, bu konuşmayı yapmazdık' şeklinde bir yanıt vermiştim" sözleriyle anlatıyor ve ekliyor: "Ahmet Altan’ın kendi köşesi dışında gazetenin bir yerini okuduğunu sanmıyorum. Derdi gazetecilik olan bir insan değil. Güçlü bir ego, gereksiz bir kibir, bol miktarda cehalet gördüm kendisinde."

-Taraf Gazetesi büyük iddialarla yayına başladı ve ardından çok tartışılan manşetlere imza attı. Sizin Taraf'la yolarınız nasıl kesişti?

-İş aradığım bir dönemde, bir arkadaşım arayıp yeni bir gazetenin çıkacağını ve spor ekibi kurulacağını söyledi. Bana da “burada çalışmayı düşünür müsün” diye sordu. Gittim, görüştüm, işi kabul ettim. Daha gazetenin ismi bile belli değildi. Önce 'İkinci Cumhuriyet' ismi üzerinde durdular ama neticede adı 'Taraf' oldu.

-Ergenekon iddianamesi sürecinde yaptığı yayınlar çok tartışıldı. Özellikle Önder Aytaç ve Emre Uslu'nun yazıları... Siz bir gazeteci olarak Taraf'ın bu tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bazı insanlar bulundukları konumdan dolayı edindikleri bilgileri kamuoyuyla paylaşmak adına, gazeteci olmadıkları hâlde gazetecilik yapabilirler, bence bunda bir sakınca yok. Ancak yine bulundukları konumdan edindikleri 'güvenirlikle' kamuoyunu manipüle etmeye başlarlarsa iş değişir. Orası sorgulanması zor bir hâl alır. Radikal’de yazan Akif Beki’nin durumu da buna benzer. Ergenekon sürecinde, Taraf’ta kilit rol oynayan isim Önder Aytaç ve Emre Uslu’dan ziyade, muhabir Mehmet Baransu’dur. Hâlâ ele geçirdiği birçok belgenin kaynağı meçhul. Taraf’ın sükse yapan birçok haberini ve manşetini gazeteye getiren muhabir Mehmet Baransu. “AKP’yi ve Fetullah Gülen’i bitirme planı” bunlardan en önemlisi. “Balyoz darbe planı” bir diğer çok önemli haberdi. Baransu her seferinde belgelerin Taraf’a bir bavul aracılığıyla geldiğini açıkladı.

YILDIRAY OĞUR, 'KEŞKE 12 EYLÜL'DEN ÖNCE DE ORDUDA FETHULLAHÇILAR OLSAYDI' DİYE YAZDI

-Sol içerisinde de' militarist-darbeci' vs gibi kavramlarla bir tartışma yürütüldü. Taraf ve Birgün gazeteleri arasında da sürdü bu tartışma. Taraf'a yönelik ağır eleştirileri de beraberinde getirdi bu süreç. Gülen cemaati ile ilgili finansal bağlantılar olduğu iddiaları var. Taraf siyaseten nasıl bir çerçevede duruyor?

-Birgün’ün ciddiye alınacak bir tarafı yok. Birgün’ün hâliyle Türkiye solunun hâli neredeyse aynı. Gündem belirleyemeyen bir gazete. Taraf’ın Birgün’e yüklenmesi ancak orantısız güç kullanımı olur. Birgün militarist olsa ne fark eder olmasa ne fark eder? Her gün aynı 5 bin kişi alıyor gazeteyi. Taraf, tartışmasız bir şekilde sağcı bir gazetedir. Birçok köşe yazarı, açık açık AKP’yi desteklediğini ifade ediyor. Gülen cemaatiyle bir bağları olmadığını ifade ediyorlar. Şimdi ben size hiçbir belge gösteremem 'alın bu da cemaatle Taraf’ın bağıdır' şeklinde. Ancak Hanefi Avcı’nın kitabının yayımlanmasından sonra Yıldıray Oğur’un yazdığı bir yazıda yaklaşık olarak 'Keşke 12 Eylül’den önce de ordunun içinde Fethullahçılar olsaydı da darbeye engel olunsaydı' ifadeleri bulunuyordu.

-Taraf'ın sağcı bir gazete olduğunu söylediniz. Bunu biraz daha açarsanız...

-Bunda açıklama gerektiren bir şey yok. İktidar politikalarını birebir destekleyen, AKP’ye açıkça birçok köşe yazarıyla destekleyen, muhafazakâr bir gazete Taraf. Rasim Ozan Kütahyalı, Roni Margulies, Yıldıray Oğur, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, HaberTürk’e geçmeden Amberin Zaman, Alper Görmüş, Etyen Mahçupyan ve hatta Ümit Kıvanç ve hatta Murat Belge, defalarca AKP’yi destekleyen yazılar yazdı. AKP’yi desteklemek yani neoliberal ilkeleri benimsemiş, dini ideolojisinin merkezine koymuş bir partiyi desteklemek sağcılık değil de nedir?

'HAKAN ŞÜKÜR'Ü ELEŞTİRİNCE OĞUR VE ALTAN DA BENİ ELEŞTİRDİ'

-Diyelim ki Taraf’ın cemaatle bir bağı yok. Peki cemaatten bir insan bu köşe yazısını yazsaydı, cemaati bundan daha güzel savunabilir miydi? Bence Avcı’nın kitabından sonraki süreç, Taraf için turnusol işlevi görmüştür. Biz spor servisinde çalışırken Hakan Şükür’ün bir derbi öncesi 'kutlu doğum haftasına' gönderme yaptığı bir demecini eleştirdiğimizde, hiç üzerine vazife olmadığı hâlde bu yazımızı eleştiren isim önce Yıldıray Oğur, sonra Ahmet Altan oldu. İstifa kararımı o zaman almıştım.

-Neler yaşandı bu konuda, biraz açar mısınız?

-Bizim çalıştığımız dönemde Yıldıray Oğur yazıişleri müdürü değildi. Sadece köşe yazarı ve politika muhabiriydi. O sezon Fenerbahçe-Galatasaray derbisi (Galatasaray-Fenerbahçe de olabilir, net hatırlamıyorum) Hz. Muhammed’in doğum günü olarak kabul edilen 'Kutlu doğum haftasına' denk gelmişti. Şükür kamuoyuna derbiyle ilgili açıklamada bulunmuş, derbi maçının 'bu özel günde' oynanmasına istinaden 'bugüne yakışır bir maç olsun' gibi bir açıklama yapmış ve insanlara çocuklarını Hz. Muhammed’i örnek alarak yetiştirmelerini öğütlemişti.

YILDIRAY OĞUR'A, 'CEMAATÇİ OLDUĞUN İÇİN ŞÜKÜR'Ü SAVUNUYORSUN' DEDİM

Bizce bu açıklama bir sporcunun yapmaması gereken bir manipülasyonu barındırıyordu. Biz de 'din işleriyle futbol işlerini karıştırdı' gibi bir başlık atmıştık. Ertesi gün de Şükür geri adım attı, 'yanlış anlaşıldığını' söyledi. Fakat ertesi gün çıkan gazetede Yıldıray kişisel olarak başlıktan rahatsızlık duymuş, beni Fenerbahçeli olduğum için bu başlığı atmakla suçladı. Ben de kendisine 'o zaman sen de cemaatçi olduğun için Şükür’ü savunuyorsun' diyerek konuyu ajite ettim. Yıldıray futbolcuların bu yönde açıklama yapmalarında bir sakınca görmediğini söyledi, ben kendisinin bu fikrinin beni hiç ilgilendirmediğini söyledim. Ertesi gün Yıldıray’ın ifadelerinin aynısı, Ahmet Altan tarafından yazı işleri toplantısında dillendirildi. Olay bu kadar.

MÜDÜRLER İŞTEN ÇIKARMAKLA TEHDİT ETTİLER

-Taraf çalışanlarının yaşadığı maddi sorunlardan siz de etkilendiniz mi?

-Bizim çalıştığımız dönemde sadece gecikme olmuştu. Bunun dışında Alkım’ın çıkardığı F Dergisi’nde kalan 1-2 yazı telifim dışında kayda değer bir etkilenme yaşamadım. Ancak biz çıktıktan sonra birçok arkadaşım kirasını bile ödeyemez hâle geldi, büyük bir geçim sıkıntısı içine düştü. Ama bu süreçte Ahmet Altan işe Jeep’iyle gelmeye devam etti. Taraf’ın solculuğu bu kadar işte. Ayrıca sağda solda, solcu olduğunu iddia eden bazı Taraf müdürleri, insanları işten çıkarmakla tehdit ettiler, gazeteyi maliyeye şikayet eden çalışanlara karşı gazete yönetimiyle hareket ettiler.

AHMET ALTAN KENDİ KÖŞESİ DIŞINDA GAZETEYİ OKUMAZ!

-Gazete içerisinde Ahmet Altan'ın çalışanlara karşı agresif tutumuna yönelik eleştiriler oldu. Sizin bu konuda yaşadığınız bir şey oldu mu?

-Ben ve birlikte istifa ettiğimiz arkadaşlarım; hiçbir medya patronunu 'kral' olarak görmedik, bundan sonra da görmeyiz. İşverenimizdir hepsi bu. Ha Ahmet Altan’ı tanıma şansımız (şans demek de bir tuhaf tabii) oldu mu? Evet. Bir defasında odasında bana 'şu haberleri neden yapmıyorsunuz?' diye çıkıştığında, sözünü ettiği haber spor sayfasının dörtte birini kaplıyordu. 'Sayfaya baksaydınız, bu konuşmayı yapmazdık' şeklinde bir yanıt vermiştim. Ahmet Altan’ın kendi köşesi dışında gazetenin bir yerini okuduğunu sanmıyorum. Derdi gazetecilik olan bir insan değil. Güçlü bir ego, gereksiz bir kibir, bol miktarda cehalet gördüm kendisinde. Bir romancının, edebiyatçılardan alıntı yaparak yazı yazmasını beklerdim. Oysa Taraf’taki birçok yazısında, tarihin büyük komutanlarından alıntı yapmıştır. İyi bir tarama yaparsanız bunu görürsünüz. Derdinin militarizmle mi, TSK’yla mı olduğunu henüz anlamış değilim. Birçok defa Taraf’ın haber atlamasının problem olmadığını söyledi yazı işleri toplantılarında. Gazete az dahi satsa, yaptığı haberlerin ilgili yerlere (neresi olduğunu bilmiyorum) mesaj vermek gibi bir özelliği olmalıymış. Son cümlemi anlamanız için Ahmet Altan’la 1 saat geçirmeniz yeter. 'Ahmet Altan gazete çıkarırsa bu çok iyi olmak zorundadır' diye defalarca ortalık yerde bağırdığını hatırlıyorum. Biz 11 ay Taraf’ta çalıştık. Son ayımızda maç yazılarını Anadolu Ajansı’ndan aldığımızı sanıyordu. Oysa o yazıların tamamı bizim kendi üslubumuzla, maç izleyerek yazdığımız yazılardı. Politika sayfaları, birinci sayfa onu ilgilendiriyordu. Kültür-sanat, yaşam, spor vs. bölümleri hiç umursamaz Ahmet Altan.

'TARAF, TARTIŞMA KÜLTÜRÜNDEN YOKSUN BİR GÜRUH YARATTI'

-Son olarak şunu sormak istiyorum; Taraf'ı Türk basını içerisinde genel olarak nereye koyuyorsunuz?

-Hakkını da vermek lâzım. Ergenekon davası, Türkiye açısından önemli bir dönemeç oldu. Ortada bir çete var belli ki ve bunun ifşasında Taraf başrolü oynadı. Fakat süreç içerisinde köşe yazarlarının, olayları sadece bu perspektiften değerlendirmesi, kendi gibi düşünmeyen herkesi 'ulusalcı' ya da 'Ergenekoncu' olarak lanse etmesi, Ergenekon suçlularının dahi temize çıkmasına yol açtı, yol açmaya da devam ediyor. Çünkü gazetecilik yapmıyorlar, ellerindeki verileri asla sorgulamıyorlar. NTV-Muhsin Yazıcıoğlu haberlerindeki skandal düzeyindeki hata ve bu hatayı kabullenmeyişleri bunun en güzel kanıtı. Bir diğer problemse şu: Türkiye’de Taraf okurları ve Taraf çizgisindeki kitle, Taraf’ın yorumları dışında hiçbir şey konuşup söylemiyor. Tartışma, analiz gibi becerilerden yoksun bir güruh yarattı bu gazete. Bu kötü bir kültürlenme örneğidir. Taraf okuru ve sempatizanı (evet gazete sempatizanı) hiç kimseden, bir mesele hakkında ayrışan yorum duymadım, okumadım. Çok sesliliği savunur gibi yapıp, tek sesliliğin, dogmatik düşünme biçiminin dik âlâsını yapıyor ve bu yaklaşımı okurlarına yansıtıyor bu gazete.

Ayrıca Taraf ideolojisini oturtan bazı isimlerin eski Aydınlık dergisinde yöneticilik yaptığını biliyoruz.

MEYDAN 'SOLCU TAKLİDİ YAPAN LİBERAL TARAF'A KALDI'

Son söz olarak: Taraf’ın en çok ayıplanması gereken şey, solculara solculuk dersi vermeye yeltenmesidir. Siz hiçbir solcunun bir sağcıya nasıl sağcı olması gerektiğini anlattığına tanık oldunuz mu? Başta Yıldıray Oğur ve Ahmet Altan olmak üzere birçok Taraf yazarı bu ayıba imza attı, daha da atacak. Olmayan düşmana saldırmak kolay. Keşke Türkiye’de antimilitarist-enternasyonalist çizgide bir sol olsaydı da meydan 'solcu' taklidi yapan 'liberal' Taraf’a kalmasaydı.

Yarın Taraf Gazetesi eski politika editörü İnci Hekimoğlu anlatıyor: Taraf'ın haberini yapmaktan çekindiği konu neydi?

Odatv.com

TARAF OPERASYON GAZETESİ

30.10.2010

Mustafa Sönmez (Ekonomist-Yazar):

Ekonomist-Yazar Mustafa Sönmez, medya konusunda da kalem oynatan aydınlardan biri. Özellikle 1990'lı yıllarda medyanın yaşadığı köklü dönüşüm üzerine dikkate değer tespitleri bulunan Sönmez, 'kullanılan bir araç' olarak değerlendirdiği Taraf Gazetesi'ni hazırlayan sürecin, E. Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu öne sürülen darbe günlüklerini yayınlayan ardından kapatılan Alper Görmüş yönetimindeki Nokta Dergisi'yle birlikte başladığını söylüyor.

Müstafa Sönmez

TARAF'IN MİSYONU DOLUNCA 'ARAP GİDEBİLİR DENİLECEK!'

Taraf, özellikle 2007'de başlatılan Ergenekon ve benzeri operasyonların, bütün bu itibarsızlaştırmaların, TSK'nın bir şekilde sindirilmesi ve akabinde cemaatin devlet içinde daha etkinleştirilmesi, yargının da giderek yürütmeye ve yasamaya tabii bırakılması gibi; şimdiye kadar olan ve bundan sonra da olması muhtemel sürecin aracı ve bir parçasıdır bana göre. Çünkü finans kaynakları açısından bağımsızlık iddiası olamayacak bir oluşum. Bugüne kadar manşetleriyle tartışmalara konu olması hasebiyle de bence aklıselim insanların zaten teşhisini koydukları bir araç. Bu anlamda bir aparat. Öyle söyleyeyim. Misyonu dolunca, 'Arap'ın işi bitti, Arap gidebilir' denilecektir. Bu sürdürülebilir bir şey değil, böyle de bir geleceği var.

'MEDYA TARİHİNDE BU KADAR ARAÇSAL BİR ÖRNEK YOK'

Şimdilik Arap'ın işini görüyor. Bütün oyunun bir unsuru olarak bu sahnede yer alıyor. İster taşeron de, ister fiilen araç olarak kulanılma de. Bu oyun bir süre sonra bitince alınıp bir kenara atılır, işlevsizleştirilir. Yani çok da tutulmaya değer bir şey değildir. Ama bugünün şartlarında kullanılan bir medya. Bu kullanılanlar da karşı tarafı kullandıklarını zannediyorlar. Yani karşılıklı bir kullanılma olduğunu zannediyorlar ama esasen kullananlar daha güçlü taraflar. Misyonu bitince de bir kenara koyarlar. Taraf'ın kalıcılığı ve sürdürülebilirliği pek mümkün görünmüyor bana. Bir de tabii medya tarihinde bu kadar araçsal bir örnek yok. Gönüllü araçlar vesaireler var ama böyle büyük bir oyunun sol görünümlü aracı yok. Belki bu kayda değer bir şey.

Kapatılan Nokta Dergisi'yle Taraf arasında kurulan parallellikler olduğunu hatırlattığımız Mustafa Sönmez, bu konuda kurulan parallelliklere, yani Taraf'ın Nokta'nın kapatılmasının ardından benzer bir amaca yönelik kurulduğu yönündeki görüşe katıldığını belirtiyor. Nokta'nın, günlükleri yayınlamasından önceki döneminde kısa bir süre derginin genel yayın yönetmenliğini yapan Sönmez, "önce Nokta'dan başlandı" diye özetliyor süreci:

'NOKTA İLE TARAF ARASINDA DEVAMLILIK VAR'

Nokta'yı satın alan Mali Müşavir görünümlü kişinin, Bakırköy'de Alper Görmüş'ün yöneticiliğinde dergiyi çıkardığı zaman, bu süreç başlatıldı. Sonra Nokta'da kesintiye uğrayan sürece Taraf'ta devam ettirildi. Zaten Nokta'daki aynı kadroyu aşağı yukarı Taraf'ta da görmek mümkün. Ben Nokta ile Taraf arasında bir devamlılık olduğunu düşünüyorum. Hatta Taraf'a daha çaplı, geniş katılımlı devam eden bir operasyon gözüyle bakabiliriz.

'BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜN BİR PARÇASI'

Burada bir adres göstermek zorunda değiliz ama ortada bir anomali olduğu çok açık. Yani elimizde çok kesin kanıtlar yok; ABD mi, Gülen cemaati mi yoksa ikisi birden mi bunu bilemiyoruz ama bunun bir önemi yok. Önemli olan bir medya kuruluşuyla bu işe müdahil olmaları ve bir gazeteyi burada araç olarak kullanmaları.Birilerinin de bu araçsallığa rıza göstermiş olması. Büyük dönüşümün bir parçası olarak bunlar yaşandı Türkiye'de. Bu konuda seçilen isimlere de bakmak gerek. Neden şu bu değil de bir gazete çıkarmak için Ahmet Altan ve Yasemin Çongar'ın seçildiği önemli bana göre.

Yusuf Yavuz

Odatv.com

Taraf'ın tirajında garip düşüş
Açıklanan tiraj bir günde 80 binlerden 20 binlere indi
01 Aralık 2010

Taraf Gazetesi'nin Pazartesi günü 84.600, Salı günü de 85 bin 996 olarak açıklanan tirajı bugün garip bir şekilde 28 bin 200'e düştü.

Bu denli sert düşüş sadece okur tepkisiyle açıklanamayacağından akla şu ihtimaller geliyor: Taraf Gazetesi'nin bugüne kadar açıkladığı tiraj rakamları gerçeği yansıtmıyordu ya da gazetenin toplu alımları durdu. Bir başka ihtimal de matbaa ya da dağıtımla ilgili sorunlar... Taraf'ın tirajındaki garip düşüşle birlikte gazetelerin tirajlarının ne kadar sağlıklı hesaplandığının, gerçek satış rakamlarını ne kadar yansıttığının bir kez daha tartışmaya açılacak gibi duruyor.

Taraf Gazetesi önceki gün Wikileaks'ın iddialarına dayanarak Sadık Albayrak’ın, Antalya Büyükşehir Belediyesi AK Parti’nin elindeyken raylı sistem ihalesine girmek istediğini, bunun için dünürü Başbakan Erdoğan’ın nüfuzunu kullandığını yazmıştı. Bu iddia Sadık Albayrak tarafından "Hayatım boyunca ticaretle iştigal etmedim. Kalemimin gücüyle geçinen bir adamım" sözleriyle yalanlanmıştı.

Taraf'ın "Başbakan'ın İsviçre'de 8 hesabı var" manşeti de Erdoğan'dan sert tepki gördü. Erdoğan, "Bu tür iftiraları atıp ispatlayamayanlar ne kadar alçaksa bu iftiraları manşetleriyle, söylemleriyle yayanlar, bu iftiraları siyaset yayanlar siyaset malzemesi yapanlar da aynı derecede müfteridir, alçaktır" demiş, iddiaların ispatlanması durumunda görevi bırakacağını söylemişti.

Yorum EkleHaber Yorumları (107)
bertaraf mı oldu ne?
Misafir02 Aralık 2010 Perşembe 02:39
Habertürk

01 ARALIK 2010 ÇARŞAMBA

'YENİ DÖNEM'E GEÇİŞİN EN HIZLI PROPOGANDA ARACI OLAN TARAF, WIKILEAKS'E DE HIZLI BAŞLADI! "PAŞA'SININ BAŞBAKANI"NI İLK GÜNDEN SATTI!





Taraf'ın tirajında keskin düşüş: (85 binden 25 bine...)

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/

AHMET ALTAN'IN GÜCÜ BU FOTOĞRAFLARI YAYINLAMAYA YETER Mİ
Alphan Telek
06.12.2010

Türkiye’de bir dönem sıkça tartışılan Emasya Protokolü’nün benzeri Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıktı. ABD’de 2008 yılı ile birlikte ivme kazanan ekonomik krizin toplumda yaratacağı tepkilere karşı, ABD ordusu Unified Quest 2011 adı verilen harp oyunlarına başladı. Obama yönetiminin aynı dönemde ekonomik krizi önledik söylemine rağmen, Pentagon’dan bu planların yapılması için emir verildiği ortaya çıktı.

Planın genel hükümleri arasında geniş çaplı bir ekonomik çöküşün ABD’de yaratacağı sonuçlar ve buna bağlı olarak toplumsal kargaşa ortamında; ordunun iç düzeni nasıl sağlayacağı bulunuyor. Raporlara göre,harp oyunları ABD’de 2008 yılında başladı. Bu tarih,küresel ekonomik krizin etkisinin en çok hissedildiği zaman olarak biliniyor. Öte yandan, ABD’nin ve diğer ülkelerin sığınaklar inşa ettiği ve bu sığınaklara donmuş gıda stoku yaptıkları belirtiliyor. Rusya’da 2012 tamamlanmadan toplam 5000 sığınağın inşa edileceği biliniyor. AB’nin de 2006 yılında devasa bir sığınak inşa edip 18 ay içerisinde dünyanın çeşitli yerlerinden donmuş gıdalarla bu yeri doldurduğu biliniyor.

Harp oyunlarının en can alıcı kısmı ise olası bir afet veya kriz durumuna karşı alınmış bu tedbirler değil,ekonomik krizin toplumda yaratabileceği kaos ortamına karşı alınan tedbirler.Bu duruma karşı Alaska’da bir askeri birlikte tatbikat yapan askerler görülüyor. ABD yönetimi,toplumsal isyanlara karşı Amerikan ordusunu bu gibi tatbikatlarla hazırlıyor. Aşağıda bu tatbikatın resimleri bulunmaktadır.



Amerikan Ordusu, gıda isteyen göstericiye saldırırken



Askerler ile göstericiler karşı karşıya



Ordunun müdahalesi Türk polisini aratmıyor



Askeri vesayet sivilin üstünde

GIDA İSTİYORUZ

Fotoğraflardan en ilginci ise kuşkusuz protestocu rolünü oynayan birinin elinde tuttuğu "gıda istiyoruz" dövizidir.Bunun gibi istemlere karşı ABD ordusu ise copları ve silahlarıyla yanaşmaktadır. Harp oyunları raporunda belirtilen en önemli noktalardan biri, toplumsal kaos durumunda "önceliğin düzeni sağlamak ve sürdürmek" olarak gösterilmesi. Bunun anlamı ise şudur; olası bir isyanda yapılan sığınaklar ve stoklanan yiyecekler düzeni sağlamaya çalışanlara sunulacaktır. Bunlar halk için değildir.

Türkiye’de Emasya Protokolü de benzer amaçlar taşıyordu. Olası bir toplumsal kargaşa durumunda, ordunun olaylara müdahale edeceği, polisle birlikte göstericileri etkisiz hale getireceği protokolde açıkça belirtiliyordu. Türkiye'de Balyoz Davası'yla birlikte tartışılmaya başlayan EMASYA'nın gündeminde "gıda istiyoruz" diyen aç insanlara yapılacak müdahale yoktu. Ancak devletlerin halklarına karşı gizli gündemleri olduğunu unutan, Amerika'yı müttefik olarak belirleyen bir kısım medya, protokolü bahane ederek "hak arayan işçiye karşı orduyu sürmem" diyen Çetin Doğan'ı hedef alıyordu.

Odatv.com

Paşadan Taraf Yazarına Hakaret
28 Aralık 2010
TV8 ekranlarında yayınlanan ve Bahar Feyzan’ın sunduğu 50 dakika programına Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen’in sözleri damgasını vurdu.
TV8 ekranlarında yayınlanan ve Bahar Feyzan’ın sunduğu 50 dakika programına Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen Taraf Gazetesi yazarı Melih Altınok'a hakareti programa damga vurdu.

Taraf Yazarına Hamam Böceğ
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Arl 28, 2010 9:37 pm    Mesaj konusu: Paşadan Taraf Yazarına Hakaret Alıntıyla Cevap Gönder

SAHİ BİR TARAF VARDI, BÜTÜN TÜRKİYE BU WIKILEAKS'LERİ KONUŞACAKTI!
25 NISAN 2011



Bomba, elde mi patladı nedir!
http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/2011/04/sahi-bir-taraf-vardi-butun-turkiye-bu.html

Wiki Sızdırdı , Taraf Sansürledi
Ali Serdar Bolat
Açik Istihbarat
29.03.2011

Taraf gaz tenekesi Wiki Sızıntılarının Türkiye ile ilgili olanlarını tefrika halinde yayımlıyor, ama sansür ederek.

Dönemin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson'un "Acil" koduyla 22 Mart 2003 günü Vaşington'a gönderdiği 7 sayfalık kriptoda Türk Ordusu ve Tayyip Erdoğan hakkında değerlendirmeler var.
Taraf gaz tenekesi kriptonun Tayyip Erdoğan hakkındaki kısımlarını sansür etti, sadece ordu ile ilgili kısımları yayımladı.

Aydınlık gazetesi kriptonun ilgili bölümlerini olduğu gibi yayımladı, Melih Aşık da Milliyet gazetesinde "Wikileaks çözdü" başlıklı köşe yazısında "O bölümlerin neler olduğunu dünkü Aydınlık’tan öğrendik." diyerek önemli bölümleri aktardı. Odatv, Melih Aşık'ın yazısını yayımladı.

İşte kriptonun o bölümleri:

"... (Türk generaller) Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır.
Erdoğan güçlü bir müttefiğimizdir.

Generallerin bu tutumu, Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir.
Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir.

Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler...
Tayyip Erdoğan'ın siyasi kavrayışı ve bölge ülkeleri ile Türkiye içindeki yüksek orandaki halk desteğinin kalıcı desteğe dönüşmesi mutlak destek olarak değerlendirilmelidir.

Erdoğan, kendisine desteğin devamı halinde, ABD’nin bir müttefiği olarak, Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demir yolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını
kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir. Zaten zaman içerisinde bu imkanların büyük bölümü gerçekleşti, bölgedeki hava hareketimize yeterince katkı sağlandı.
Ancak Türk ordusundaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz.

Amerikan menfaatlerine karşı çıkan Org. Aytaç Yalman, Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan,
Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılıç, Org. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi, Org. Hilmi Özkök'e her an muhtıra verebilirler.

Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ihtiyaç acilen giderilmelidir.

Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup "gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı" teyidi alınmıştır."

TARAF’IN YAPTIĞI OTOSANSÜR
07.02.2012

Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun kaleme aldığı “Sızıntı/Wikileaks’te Ünlü Türkler” adlı kitap gündemi sarsmaya devam ediyor.

Kitapta yer alan 24 Kasım 2008 tarihli belge tartışma yarattı. Polisin ABD Büyükelçiliği’ne verdiği Ergenekon brifinginin ayrıntılarının anlatıldığı kriptoda en çarpıcı bölüm; eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’la ilgiliydi. Wikileaks belgesine göre; Türk polisi ABD’lilere Büyükanıt’ın kızının cinsel ilişkileriyle ilişkili fotoğraf ve belgeler göstermişti. İşte Wikileaks kriptolarında yer alan bu vahim bilgi kamuoyunun gündemini sarstı. Aydınlık ve Yurt gazeteleri kriptoda geçen bu bilgilerden yola çıkarak, “Ünlü Dolmabahçe görüşmesinde şantaj mı vardı” sorusunu sordu. Başbakanlık bu iddiayı yalanladı; yani şantaj iddiasının doğru olmadığını söyledi.

EMNİYET NE DEMEK İSTİYOR

Ama…

En ilginci; Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptığı açıklamaydı.

Okuyalım:

“3 Şubat 2012 günü bazı basın kuruluşlarında, Emniyet Teşkilatı hakkında Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve ABD Büyükelçiliği’nin de yer aldığı gerçek dışı ve çirkin iddialara yer verilmiştir. Tamamen asılsız olan haberlerle ilgili yasal süreç başlatılmıştır.”

Neymiş; iddialar gerçek dışıymış, çirkinmiş ve asılsızmış!

Emniyet’in açıklaması net değil; ama okuyunca şu sonucu da çıkarmak yanlış olmaz:

Emniyet, ABD Büyükelçiliği’ne Ergenekon brifingi vermemiş!

Öyle ya; Dolmabahçe görüşmesiyle ilgili Emniyet niye yalanlama yapsın ki; onun aktörü olduğu konu 2008’deki brifing…

Peki, şu soruları sormak elzem:

-ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Daniel O’Grady, Washington’a gönderdiği kriptoda anlattıklarını bir yerinden mi uydurdu? O kadar isim ve olayı, polis brifingi vermiş gibi kurgulayarak halüsinasyon mu gördü?

-29 Mayıs 2009’da da yine başka bir Ergenekon brifinginin daha verildiği görünüyor. Hatta brifingi veren polisin adı (Ufuk Ersoy Yılmaz) da belgede yer alıyor. Bu brifing de, bu polis de mi uydurma?

TARAF’IN YAPTIĞI OTOSANSÜR

Aslında mesele çok açık:

Emniyet’in kendisi doğruyu söylemiyor.

Bakınız; 24 Kasım 2008 tarihli polis brifingi kriptosu 19 Mart 2011 günü Taraf gazetesinde de yayınlandı.

Ama…

Taraf, polisi zora sokmamak için olsa gerek(!) Yaşar Büyükanıt’la ilgili bölümü sayfalarına taşımadı.

Öyle ya; böylesine iğrenç bir meseleyi niye gündeme getirip kafa karıştırmalıydı ki!

(Taraf’ın polisi korumacı tutumunun Hrant Dink cinayeti davasında da göründüğünü hatırlatalım.)

Ve işte…

İşte Emniyet Genel Müdürlüğü, Taraf bu brifingin yer aldığı kriptoyu sansürlü yayınladığında sesini çıkarmadı.

Yalanlamadı; “yok öyle bir brifing” demedi.

Ne zaman ki; brifingde yer alan olaylar (Büyükanıt’ın kızının fotoğraflarının ABD’lilere gösterilmesi gibi) “Sızıntı” kitabında yayınlandı…

İşte o zaman Emniyet, yaptığı bu vahim ve utanılası brifingi “yalanlamak” zorunda kaldı.

Neyse ki; bu ülkede hala gerçek gazeteciler var

Ekleyen: Liyakat Platformu Avcılar

Paşadan Taraf Yazarına Hakaret
28 Aralık 2010

TV8 ekranlarında yayınlanan ve Bahar Feyzan’ın sunduğu 50 dakika programına Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen Taraf Gazetesi yazarı Melih Altınok'a hakareti programa damga vurdu.

Taraf Yazarına Hamam Böceği Benzetmesi

Ankara'da Garnizon Koşusu'na izin verilmemesinin tartışıldığı programa emekli paşanın sözler programa damgasını vurdu.Emekli Paşa Eslen’in Taraf yazarı Altınok’a peş peşe ‘Hamam böceği’ benzetmesi yapıp ardından, ‘Kaldırın şu hamam böceklerini yayından’ deyince Altınak çileden çıktı: http://www.aktifhaber.com/pasadan-taraf-yazarina-hakaret--373107h.htm

Ahmet Altan'ın Oğlunu Elbirliği ile Korumak-(Bir Çeteniz Yoksa Yandınız!)
Açık İstihbarat

Sunucu Defne Joy Foster'ın ölümüne adı karışan Kerem Altan'ı yazılı ve görsel basının elbirliğiyle aklama çabası dikkatinizi çekti mi?

Bilindiği gibi Defne Joy Foster, Ahmet Altan'ın oğlu ve Taraf gazetesi yazı işleri müdürü Kerem Altan'ın evinde ölü bulunmuştu. Kerem Altan, basına yansıyan polis ifadesine göre Defne Joy Foster ile o gece tanıştıklarını ve birlikte eve gittiklerini söyledi.

Genç bir annenin ölümü arkasından yapılan yakışıksız yorumları etik ve vicdan dışı bulduğumuzu baştan belirtelim. Foster, iddia edilen nedenlerden değil, kendisini iyi hissetmediği, belki de sağlık yardımını daha kolay alacağını düşündüğü için Kerem Altan'ın evine gitmiş de olabilir.

Sorulması gereken soru, Defne Joy Foster'ın o gece o eve neden gittiği değil;

Sorulması gereken soru, basının Ahmet Altan'ın oğlu Kerem Altan'ı neden bu kadar telaşla savunmaya, peşinen aklamaya çalıştığı sorusudur.

Bildiğimiz kadarıyla Kerem Altan hakkında henüz bir soruşturma açılmış değil. Dolayısıyla ölümle ilgili olarak kendisine yöneltilen bir suçlama yok. Sadece polis ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı.

Peki basının bu telaşı nedir?

Önce televizyon kanalları devreye girdi. Kerem Altan'ın doktor getirmek amacıyla evden çıkışını kaydeden güvenlik kamerası görüntüleri duygusal bir müzik ve hüzünlü bir ses tonu eşliğinde "Bir arkadaşın çaresiz çabası" diye verildi.

Oysa, Kerem Altan'ın gecenin o saatinde doktor aramak yerine neden ambülans çağırmayı düşünmediği sorusunun cevabı halen bilinmiyordu. Ayrıca, güvenlik kamerası görüntülerine bakılırsa, Kerem Altan hiç de öyle "arkadaşını kurtarmak için paralanan vefalı arkadaş" görüntüsü sergilemiyordu.

Kaldı ki polis iadesinde Defne Joy Foster ile o gece tanıştıklarını belirtiyordu. Yani televiyon haberlerinde "eski ve vefalı bir arkadaşlık" imajı yaratılmak istenmesine karşın, geçmişe dönük bir tanışıklıklıklarının bulunmadığı anlaşılıyordu.

Derken, Vatan gazetesi devreye girdi...

Gazetenin yazarlarından Sanem Altan'ın ağabeyini savunduğu "Tanrım Bizi Bırakma Ne olur" başlıklı yazısı internet baskısının manşetinde saatlerce tutuldu. Yazıda kutsal metinlere özgü bir üslup vardı ve yazıyı okuyan Altan ailesinin yıllardır tanıdığı birini kaybettiğini düşünürdü.

Oysa Sanem Altan, yazısının satın arasında da belirttiği gibi Joy Foster'ın yüzünü "sadece televizyon ekranlarında", bir de ağabeyinin evinde otopsi için beklenirken görmüştü. Dolayısıyla, yazıda yer alan

"Acı, tenimi yakıyor.Ağlamaya başlıyorum.Acı, tanıdığım bütün başka acıları da yanına çağırıyor. İçimde acımayan tek bir yer kalmıyor.Kerem’i görüyorum... Bana doğru yürüyor.Yüzündeki acıyı görünce, çektiğim acıdan utanıyorum. Toplanan bütün acılarım da utanıyor.“Öldü, öldü, öldü” diyor. Bir boşluğa konuşur gibi...O boşluk bana doğru büyüyor sonra.Sabahın ilk aydınlığında görünmez oluyoruz sanki, iki silüet gibi birbirimize sarılmış ağlıyoruz.."

şeklindeki ifadeler oldukça abartılıydı. Polis ifadesinde hiç utanmadan, genç bir annenin arkasından "O gece tanıştık, aramızda duygusal yakınlaşma oldu" diyen bir adama hiç de denk düşmeyen bir fotoğraf çizmeye çalışmıştı kızkardeşi...

Vatan gazetesi de "yazarının" bu şahsi meselesini manşetine taşıdı..

Ve tabii kamuoyunu, belki de yargıyı etkileme çabasını okuyucuların anlamayacağını düşünerek...

Ve bugün yeni bir haber yaptı Vatan gazetesi..Haberin başlığı, "Defne Joy'la ilgili rapor yok". Haberde, Adli Tıp Kurumu'nun ünlü sunucunun ölümüyle ilgili henüz rapor hazırlamadığı bilgisi veriliyor. Haberin en çarpıcı detayı, mahalle sakinlerinin "Defne Foster'ın çığlıklarını duyduk" şeklindeki ifadeleriydi...

Fakat birden görünmez bir el devreye girdi ve haberin bu bölümü yayından kaldırıldı...

Tabii okuyucu tepkili..Şule Turan ve Berrak Derin isimli okuyucular haberin altına,

"Biraz evvel "Defne o gece çığlık çığlığa bağırmış, komşular tırsıp polise haber vermemiş" haberi vardı, YOK olmuş.. Hayırdır inşallah!!!"

ve

"Mahallelının çıglıkları duyduk haberı neden cekıldı??" yorumunu eklediler.

Basının Ahmet Altan'ın oğlunu neden elbirliği ile koruyup kollamaya çalıştığı, yapılan haberlerle ilgili kimin veya kimlerin devreye girdiği anlaşılamadı...

Tanrı, Vatan gazetesi yazarının yapmacık yakarışlarına uyup Altan ailesini yalnız bırakır mı bilemeyiz; ancak basındaki "dostlarının" aileyi "yalnız bırakmayacağı" kesin...

Twitter'a düşen korkunç iddialar

08.02.2011
Defne Joy Foster'ın ölümüyle ilgili sır perdesi varlığını korurken, gazeteci Suna Akyıldız'ın twitter sayfasına düşen, "Evin içinde eşyalar devrilmış. Çok çığlık atmıs Defne" iddiaları ortalığı karıştıracak gibi görünüyor.

İşte Akyıldız'ın twitter sayfasında ilgili arkadaşlarıyla paylaştığı iddialar...

evın ıcınde esyalar devrılmıs. Cok cıglık atmıs defne
35 minutes ago via Twitter for BlackBerry® in reply to OnerElcioglu
Bunları bana: kerem altan'ın komsusu anlattı
42 minutes ago via Twitter for BlackBerry®
Cıglıklarını mucadelesını butun abartman duymus. Kımse sesını cıkartmamıs. Apartmanda kımse polıse bunları anlatmamıs.
43 minutes ago via Twitter for BlackBerry®
Arkadaslar luffen bu yazdıklarımı bırbırınıze yayın: Defne Joy o gece Kerem Altan'la evın ıcınde cok mucadele etmıs.
about 1 hour ago via Twitter for BlackBerry®
Apartman sakınlerı bulasmamak ıcın susuyorlarmıs. Kızı bırseylere cok zorladıgını zorla banyoya goturdugun soyledı. Bana anlatılan bu
about 2 hours ago via Twitter for BlackBerry®
Defnenın cıglıklarını butun mahalle duymus. Kerem yıne fantazı yapıyor dıye dusunmusler. Cunku evde sureklı partı verırmıs.
about 2 hours ago via Twitter for BlackBerry®
Defne Joy'un oldugu sokakta yasayan komsusuyla konustum: ıste acıklamaları: Gece evde Defne cok cıglık atmıs, evın ıcınde mucadele olmus

ÖLÜM NEDENİ ASTIM KRİZİ VE KALP DEĞİL
Adli Tıp Kurumu, Defne Joy Foster'ın vücudundan aldığı doku, idrar ve kan örnekleriyle yaklaşık 1,5 ay sürecek makroskobik inceleme başlattı. Ancak genç kadının yakınlarına ulaşan bilgilere göre, Defne'nin cesedinde yapılan ilk incelemede 'astım krizi'nin tetiklediği solunum yetmezliği ve kalp krizi bulgusuna rastlanamadı.
Adli Tıp Kurumu yetkilileri ise ölüm nedeninin kesin olarak belirlenebilmesi için laboratuar ortamında yapılan kapsamlı analizlerin tamamlanması gerektiğini vurguluyor. Adli Tıp'ın bilimsel verilerle hareket ettiğini ve kesin sonuca ulaşmak için elde edilen verilerin yetersiz olması durumunda daha da derinlemesine analiz yapılabileceğini kaydediyorlar. Birçok bulgunun göz önünde bulundurulması ve tüm analiz sonuçlarını bir arada değerlendirilmesinin önemini belirten Adli Tıp yetkilileri, kapsamlı otopsi raporu tamamlanıncaya kadar bilgi verilmesinin doğru olmadığını ifade ettiler.

DEFNE JOY'LA İLGİLİ RAPOR YOK
Ünlü sunucunun ölümüyle ilgili Adli Tıp’ta henüz bir raporun hazırlanmadığı öğrenildi.
Defne Joy Foster’ın ölüm nedeni üzerine çeşitli iddialar ortaya çıkıyor. Sunucunun, solunum yetmezliğinden ölmediği, kanında uyuşturucu olabileceği söyleniyor. Konuyla ilgili ntvmsnbc’ye konuşan Adli Tıp yetkilileri; Defne Joy’un ölümü ile ilgili henüz bir raporun olmadığını söylediler. Şu ana kadar bir rapor çıkmadığı, 5 – 6 hafta içerisinde bir rapor hazırlanacağı ve bunun da savcılığa teslim edileceği açıklandı.
Adli Tıp yetkilileri ayrıca bugüne kadar ölüm nedeni ile ilgili yapılan haberlerin tamamen duyumlara dayandığını, kendilerinin açıklama yapmasının mümkün olmadığını söyledi.
Gazeteport


Kerem Altan, Defne'nin ardından kayıplara karıştı

08 Şubat 2011
Taraf Gazetesi Yazı İşleri Müdürü ve Ahmet Altan'ın oğlu Kerem Altan'ın Defne Joy Foster'ın hayatını kaybettiği günden beri işe gitmediği, evine ise uğramadığı öğrenildi.

www.gazeteciler.com sitesinin haberine göre, Polise ifade veren ve daha sonra kayıplara karışan Kerem Altan'ın inzivaya çekildiği belirtiliyor. Olaydan önce gazeteye düzenli olarak her gün giden Kerem Altan'ın görevine ne zaman devam edeceği bilinmiyor.

ÖLÜM NEDENİ UYUŞTURUCU OLURSA KEREM ALTAN'A DAVA AÇILABİLİR

Defne Joy Foster'in ani ölümüyle ilgili Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı'nca başlatılan ön soruşturmayı Adli Tıp Kurumu'ndan gelecek otopsi raporu şekillendirecek. Emekli Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Bekir Selçuk, otopsi raporundaki ölüm nedeninin, Kerem Altan hakkında dava açılıp açılmayacağını belirleyeceğini söyledi. Selçuk, Defne'nin ölüm nedeninin "astım krizine bağlı solunum yetmezliği" ya da "kalbin durması" gibi nedenler olarak tespit edilirse Kerem Altan'a dava açılamayacağını ifade etti.

RIZASI DIŞINDA UYUŞTURUCU VERİLDİYSE...

Otopsi raporunda ölüm nedeninin "uyuşturucu" olduğunun tespit edilmesi halinde durumun değişeceğini vurgulayan Selçuk, şöyle konuştu: "Kanında uyuşturucu bulunması değil, uyuşturucunun ölümüne neden olduğu tespit edilirse durum değişir. Bu kez soruşturma genişler. Uyuşturucuyu kim temin etti, kendi rızasıyla mı aldı, bunların tespiti gerekir. O gece bir arada olduğu insanların anlatımlarının alınması gerekir. Bunun sonucunda eğer uyuşturucu nedeniyle öldüğü ve rızası dışında uyuşturucu verildiği tespit edilirse suç oluşabilir. Uyuşturucuyu Kerem Altan'ın temin ettiği anlaşılırsa işte o zaman sorumluluğu ortaya çıkar ve dava açılabilir." Anne Hatice Foster'in avukatı ise Defne'nin ölümündeki bilinmeyenlerin ortaya çıkması için hukuki girişimlerde bulunacaklarını söyledi. Avukat Mermer, "Aile bireyleriyle bir toplantı yaptık. Birkaç gün içinde bir basın açıklaması yapacağız. Ardından da savcılığa başvurarak hukuki süreci başlatacağız" dedi.

ÇOK ÇIĞLIK ATMIŞ
Defne Joy Foster'ın ölümü ile ilgili sır perdesi henüz kalkmadı. Defne Joy Foster'ın ölüm nedeninin astım krizi veya kalp olmadığı belirtilirken gazeteci Suna Akyıldız'ın twitter sayfasına düşen "evin icinde eşyalar devrilmış. Çok çığlık atmıs defne" iddiaları ortalığı çok karıştıracak gibi görünüyor. netgazete


Salih Tuna, Defne'nin ölümü için imalı konuştu
09 Şubat 2011

İSTANBUL - - Salih Tuna Defne'nin ölümü hakkında kafa karıştıran bir yazı yazdı. www.sacitaslan.com'a göre yazar şunları dedi:

İddia edildiği gibi ölüm nedeninin astım veya kalp krizi olmadığı ortaya çıkınca herkes şaşırdı.

Defne'nin kocası İlker Yasin'i tanırım. (Senaryosunu yazdığım, Star TV'de yayımlanan "Sen Misin Değil Misin" adlı dizinin ışık ekibindeydi. Daha sonraki işlerde görüntü yönetmenliğine başlamıştı.)

"Sihirli Annem"in setinde tanıştıklarını ve bu tanışıklığın evlilikle sonuçlandığını biliyorum.

Aralarında hiçbir sorun olmadığını da öğrendim.

İlker Yasin, "Sihirli Annem"in çekildiği platoların sahibi eski ortağımın da yakın akrabasıdır.

Defne'nin ölüm haberi geldiği andan itibaren her daim dostum eski ortağımla konuşuyorum.

Şu kadarcığını söyleyeyim: Astım ve kalp krizi olmadığı anlaşılınca şaştınız ya, bekleyin; daha çok şaşacaksınız! netgazete

Ayşenur Arslan'dan Taraf'a ŞOK suçlama!
CNNTürk televizyonunda Medya Mahallesi programını hazırlayıp sunun Ayşenur Arslan, Taraf gazetesi için bakın ne dedi:
04 Mart 2011

CNNTürk televizyonunda Medya Mahallesi programını hazırlayıp sunan Ayşenur Arslan, Taraf gazetesi için 'Taraf Gazetesi medyada buldozer gibi. Yüzde 90'ı asılsız sonra yalanlanan haberler yayınladı.' dedi.

'Taraf Gazetesi medyada buldozer gibi.. Sadece bu isimlerin değil hepimizin üzerinden buldozer gibi geçti' diyen Arslan, Taraf Gazetesi'nde yer alan haberlerin yalan haber olduğunu iddia ederken 'Bu gazetedeki haberlerin yüzde 90'ı asılsız sonra yalanlanan haberler.' dedi.
Moralhaber

Canlı Yayında Taraf Gazetesini Parçaladı

Bengü Türk televizyonunda yayınlanan sabah programında gazeteleri okuyan Murat Şahin manşetini beğenmediği Taraf gazetesini canlı yayında yırtıp attı...
MHP'ye yakın yayın çizgisi ile bilinen BengüTürk TV'nin sabah kuşağında gazetelerin manşetlerini okuyan Murat Şahin, yaptığı hareket ile tepkisini çok sert biçimde gösterdi.

CANLI YAYINDA GAZETEYİ YIRTTI
Taraf gazetesinin manşetindeki Herkes Türkiye Vatandaşıdır başlığını okuyan Şahin, ardından spotta yer alan "Türkiye Türklerindir Saçmalığının..." kelimelerine takıldı. Şahin önce elindeki kalemi fırlattı. Ardından "Ben bu haberin daha nesini okuyacağım ya!" dedi ve tepkisini gazeteyi parçalayarak gösterdi. aktifhaber

Evde İki Kişi Daha Varmış
01.07.2011
Defne Joy Foster için Adli Tıp 1. İhtisas Kurulu'nca hazırlanan rapora göre, evde iki kişinin daha DNA örnekleri bulundu.



Kerem Altan’ın Kadıköy’deki evinde hayatını kaybeden sunucu ve oyuncu Defne Joy Foster ile ilgili Adli Tıp 1. İhtisas Kurulu’nca hazırlanan rapor Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na ulaştı.
Kalp Ritim Bozukluğu
Habertürk’ün haberine göre; soruşturmayı yürüten Kadıköy Cumhuriyet Savcısı Davut Dağ’ın, 25 Nisan günü Adli Tıp Kurumu’na gönderdiği dosya üzerine hazırlanan raporda, Foster’ın uyuşturucu ya da uyarıcı madde kullanmadığının belirlendiği ifade edildi.

Raporda Foster’ın ölüm nedeni ise ’aldığı alkolün kolaylaştırıcı etkisi ve astım hastası olması sebebiyle, kanında bulunan ilaçların yan etkilerine bağlı olarak kalp ritmi bozukluğu’ olarak ifade edildi.

Evde İki Kişi Daha...
Adli Tıp Kurumu raporunda en çarpıcı tespit ise evde Defne Joy Foster ve Kerem Altan’ın dışında iki kişiye ait DNA örnekleri bulunduğu yönünde oldu.

Raporda, evdeki bazı eşyalardan alınan materyallerde yapılan inceleme sonucunda, Foster ve Altan’dan başka biri kadın diğeri erkek olduğunun tespit edildiği iki kişiye ait DNA örneklerinin de bulunduğu bildirildi.

Raporda "Erken müdahalenin tıbben önemli olduğu bilinmekle birlikte bu vakada erken müdahale edildiği takdirde kişinin kurtulup kurtulamayacağı hususunda kesin bir görüş belirtmenin mümkün olamayacağı" ifadesi de yer aldı.

"Kerem Altan Şüpheli Sıfatıyla Sorgulansın"

Defne Joy Foster’ın eşi Yasin Solmaz’ın avukatı Ayşegül Mermer ise evdeki 2 kişinin bulunması ve erken müdahale halinde Foster’ın kurtulup kurtulamayacağına dair kapsamlı rapor alınması talebiyle Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na bir dilekçe verdi.

Avukat Mermer, "Soruşturmanın başından beri, bilinen gerçeklerin dışında su yüzüne çıkmamış gizlenen bazı olay ve kişilerin olduğunu ileri sürmüştük" dedi. Mermer, bu iki kişinin bulunması için Kerem Altan’ın şüpheli sıfatıyla sorgulanmasını istedi.
TRT

Defne Joy'un Dosyası Kapatıldı
06.07.2011
Defne Joy Foster'ın ölümüyle ilgili başlatılan soruşturma kapsamında takipsizlik kararı verildi.



Sunucu ve oyuncu Defne Joy Foster’ın Kerem Altan’ın Kadıköy’deki evinde ölümüyle ilgili olarak soruşturmayı yürüten Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı Adli Tıp Kurumu’nun raporu doğrultusunda "takipsizlik" kararı vererek dosyayı kapattı.
Kerem Altan’ın Kadıköy’deki evinde hayatını kaybeden sunucu ve oyuncu Defne Joy Foster ile ilgili Adli Tıp 1. İhtisas Kurulu’nca hazırlanan rapor geçtiğimiz hafta Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na ulaşmıştı.

Raporda, Foster’ın uyuşturucu ya da uyarıcı madde kullanmadığının belirlendiği, ölüm nedeninin ise ’aldığı alkolün kolaylaştırıcı etkisi ve astım hastası olması sebebiyle, kanında bulunan ilaçların yan etkilerine bağlı olarak kalp ritmi bozukluğu’ olarak ifade edilmişti.

Bu rapor üzerine soruşturmayı yürüten Kadıköy Cumhuriyet Savcısı Davut Dağ, Kerem Altan’ın Defne Joy Foster’ın ölümünde herhangi bir kusurunun olmadığını belirterek "takipsizlik" kararı verdi. TRT

Defne'nin eşinden itiraz
20 Temmuz 2011
Defne'nin ölümüyle ilgili verilen takipsizlik kararına itiraz edildi.

Ünlü sunucu Defne Joy Foster’in, 2 Şubat günü Kerem Altan’ın evinde ölü bulunmasıyla ilgili Kadıköy Cumhuriyet Savcısı Davut Dağ’ın 5 ay süren soruşturmayı takipsizlikle sonuçlandırmasına, İlker Yasın Solmaz’ın avukatı Ayşegül Mermer itiraz etti.

Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na verilen dilekçede, Foster’in 04.30’da rahatsızlanmasına rağmen ev sahibi Kerem Altan’ın 06.30’da hastaneye başvurduğu, arada geçen 2 saatin ise ölüme neden olduğu dile getirildi. Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmek üzere verilen dilekçede, Altan’ın evde kendi veya beraberlerinde olabilecek kişiler aleyhine bulunan deliller ile emareleri yok etme gayreti içerisine girdiği savunuldu.

Dilekçede “Hasta kişilere yapılacak erken müdahalenin önemli olduğu, erken müdahale sonucu kurtuldukları tıbben bilinmektedir. Maktulenin sağlığına kavuşması için yardım edecek kişi sadece şüphelidir. Hasta olan maktuleye en son içki veren kişi de şüphelidir. Vahim derecedeki tehlikeyi önleyebilecek tek kişi şüphelidir. Neticeyi önleme yükümlülüğü kendisindedir. Şüpheli maktuleyi kısa süre içerisinde tedavi maksadıyla bir sağlık kurumuna götürülmesi yönünde eylem ve davranışta bulunmayarak ihmalkâr davranmıştır. Bu da ölüme sebebiyet vermiştir” denildi.

‘EVDEKİ İKİNCİ ERKEK BULUNSUN’

Adli Tıp Kurumu’nca verilen otopsi raporunda, Foster’in uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanmadığının kesin olarak belirlendiği ancak aldığı alkolün kolaylaştırıcı etkisi ve astım hastası olması sebebiyle, kanında bulunan ilaçların yan etkilerine bağlı olarak kalp ritmi bozukluğu nedeniyle öldüğü anlatılan dilekçede, evde biri kadın iki kişiye ait DNA örneklerinin bulunduğu ancak bu kişilerin kimliklerinin tespit edilmediği ifade edildi. Foster’in iç çamaşırında bulunan meni lekelerinin Altan’a ait olmadığının kaydedildiği dilekçede şöyle denildi:

“Adli Tıp 1. İhtisas Kurulu’nun raporu dikkate alındığında olayın meydana geldiği evde, suç işlendiği tarihlerde, maktule ve şüpheli Halit Kerem Altan’dan başka bir erkek ve bir bayan şahsın olduğu sabittir. Bu kişilerin belirlenmesi ve başkaca delillerin toplanması amacıyla tarafımızdan 01.07.2011 tarihinde verilen dilekçemiz doğrultusunda bir işlem yapılmamıştır. Sadece rapor doğrultusunda Halit Kerem Altan dinlenmiş ancak kendisine rapor doğrultusunda, olayın meydana çıkması için gerekli sorular sorulmamıştır. Maktulenin külotunda tespit edilen meni lekeleri konusunda şüpheliye soru dahi yöneltilmemiştir”

"Sevgilisi ile ablası dinlensin"

Telefon kayıtlarına göre olay gecesi Altan’ın sıkça mesajlaştığı, o tarihte sevgilisi olan Helin Alp adlı kadın ile telefonla görüştüğü ablası Sanem Seten’in dinlenmesinin gerekliliği vurgulanan dilekçede, şüpheliler hakkında kamu davası açılması istendi haber10

Ahmet Altan'a 1 Milyon Liral
2011.09.30



Gazete Habertürk yazarı Rahşan Gülşan bugünkü yazısında hadiseyi şöyle anlatıyor:

Dün çok çarpıcı bir haber aldım. Buna göre Türk dizi sektörünün bugüne kadar imzaladığı en büyük edebiyat uyarlaması anlaşmasına imza atılmıştı.

Üstelik imzayı atan bir gazetenin genel yayın yönetmeniydi. Duyduklarıma göre Muhteşem Yüzyıl'ın yapımcısı Tim's, dün Ahmet Altan ile anlaşmaya imzayı basmıştı. Ve bu anlaşmaya göre Altan'ın iki romanı "Kılıç Yarası Gibi" ve "İsyan Günlerinde Aşk" artık dizi olma yoluna girmişti.

İki kitap için Ahmet Altan'a ödenen para ise bir milyon liraya yakın bir rakam olacakmış. Şirket hemen bir yazılım ekibi kurup gelecek sezon için çalışmalara başlayacakmış. 19. yüzyıl sonlarındaki İstanbul'u ve o günlerde yaşanan siyasal çalkantıları anlatan "Kılıç Yarası Gibi" ve 31 Mart ayaklanması etrafında gelişen olayları anlatan "İsyan Günlerinde Aşk" tek bir dizi olarak çekilecekmiş.
haber1001

Emrullah Uslu ABD'yi Yine Gururlandırdı
Açık İstihbarat
20.10.2011

Taraf gazetesini sallasanız Taksim'de görev yapacak sayıda polis çıkar. Dünyanın polis kaynayan tek "liberal" yayın organıdır bu şahsına münhasır propaganda organı.

İşte bu gazetenin polis yazarlarından biri Emrullah Uslu. Siz kendisini izlerken nasıl bir hisse kapılıyorsunuz bilemeyiz ama biz Emrullah Uslu'yu dinlerken aksanını hiç bir yere oturtamıyoruz. Anadolu kokan bir aksan değil bu. Bir örneği meşhur Anayasa raportörü Osman Can'da görülen bir aksan bu. Sanki sonradan öğrenilmiş bir Türkçe ile konuşuyor Emrullah Uslu.

Sonradan Türkçe öğrenmiş , su gibi Türkçe konuşan ama Anadolu'nun toprağından kaynaklanmadığı için de suyun berraklığında kırılmalar hissettiğiniz bir tını var bu garip aksanda. Bir örneğine ABD özel kuvvetlerinin psikolojik harp unsurlarında görevli subaylarında rastlayacağınız cinsten bir garip Türkçe aksanı bu.

Sanki, Marmara depremi sonrasında misyonerler tarafından ABD'ye kaçırılan yüzlerce anasız-babasız bebeklerden biri eğitilmiş te büyüdükten sonra tekrar aramıza salınmış gibi.

Emrullah Uslu'nun gizli kodlarını açık istihbarattan çözmek zor. Onu işin ustalarına bırakalım. Önemli olan Emrullah Uslu'nun gizli kodları ne olursa olsun, "stratejist" diye ekranlara salınan bu zatın açık bir ABD propagandacısı olması.

Bu doğal bir refleks. Onu büyüten ve önünü açanlara duyduğu minnet ister istemez analiz yeteneğini bu yönde köreltiyor. Fakat propagandanın bu kadar barizinin de bir kıymeti yok.

Emrullah Uslu, üstlendiği misyonu dün (19 Ekim 2011) katıldığı bir televizyon programında bütün şeffaflığı ile ortaya koydu.

27 fidanı kaybettiğimiz saldırının ertesinde televizyonlarda bildik saz heyetleri ekranda. Bu saz heyetlerinin vazgeçilmez isimlerinden biri de Emrullah Uslu ve bakın o müthiş analiz gücünü hangi sözlerle ortaya koyuyor :

"PKK ile mücadeleye en büyük destek veren ABD'dir. Bizim devlet yetkililerimiz İran'la uzlaşı arayışında oldukları kadar ABD kongresini ikna etmeye çalışsalardı, Predatorler gelirdi. Zira Heronlar bu operasyonlarda gerekli işlevi görmüyor.

Biz burada ev ödevimizi yapmıyoruz. Kongrenin hangi liderlerine teker teker gittik.
Sorun burada bizden kaynaklanıyor, ABD'lilerden değil"

ABD'nin bu değerli evladını görüyor musunuz...

Dağlıca baskınında ABD'nin oynadığı rol hakkında onlarca olgu ortaya çıkmış...

Yıllardır bölgede yüzlerce ABD ajanının bir kadın ajan liderliğinde bölgede cirit attığını bizim Açık İstihbarat okurları bile biliyor...

Ama herşeyi bilen Emrullah Uslu, nedense bunlardan haberdar değil ve utanmadan ABD'nin PKK ile mücadelemizde en büyük desteği verdiğini iddia ediyor.

Ve hamisi ABD'nin Türkiye ile İran'ın arasına kara kedi sokma politikası çerçevesinde, Türkiye'nin terörle mücadelede İran'la işbirliği arama çabalarından ciddi anlamda rahatsız olduğu anlaşılıyor.

Ve her kiralık kompleksli beyin gibi, "ev ödevi" gibi aşağılık kompleksi kokan terminolojilerle, ABD bize daha fazla yardımcı olsun diye ABD kongresinin kapısında yatmamızı öneriyor.

İşin ilginci, "Ergenekon" sürecinde ABD üzerinde lobi yaparak Türkiye'deki politikayı etkilemek "suçu" ile insanları içeri atan Emrullah Uslu ve tayfasıydı.

Şimdi kendisi iktidar da olduğu için, iktidardan ettiklerinin yöntemlerini kendisi uygulamakta beis görmüyor.

Emrullah Uslu kendisini yetiştirenleri gururlandırıyor.

Küçükken eğilen bir fidan, dimdik dururken şehit edilen fidanların katillerinin çok işine yarıyor.

Açık İstihbarat

Türkler’de Türker Güzellemeleri ya da bir gafletin yapıbozumu adına!
Perihan Mağden,
30.10.2011



Çarşamba günü yayımlanan Taraf’ta Levent Yılmaz’ın haftada birlik şişesinden harbiden inanılmaz (şöyle yakışıklı gülen çocuk fotosuyla filan da donatılmış) bir Yıldırım Türker Güzellemesi çıktı.

Son zamanlarda Taraf’ta, diyelim Roni Margulies’in kaleminden de ölçüsüz bir “Yıldırım Güzellemesi” vakasıyla kalakalmıştık. Ama Roni bey (sanırsam) adanmış bir Türk Troçkisti. Ve de “Türk Troçkisti” olması gereği, gerilla savaşının yanında. Bu yüzden PKK’nın artık iyice ne idüğü belirsizleşmiş savaşını “gerilla” savaşı sanmakta direnmekle kalmıyor –(Yılın Diren Ödülü!)

İş bu “gerilla” savaşını kutsaması gereken herkesin Yıldırım Türker türbesinde bir mum yakması da –anlaşılan– zaruri! Roni bey de şair coşkusuyla ölçüyü kaçırmış, yaşları kadar mum yakıvermiş türbe pastasının üstünde. Üflüyor.

Anlıyoruz, diyelim yazısını.

Ama benim yine de anlamadığım (ve kanıma dokunan) şu: diyelim Radikal’de ya da Birgün’de bir Perihan Mağden Güzellemesi ya da Yıldıray Oğur Güzellemesi ya da Ahmet Altan Güzellemesi’yle karşılaşma ihtimaliniz SIFIR iken–

Taraf’ın hem eşitliksiz bir demokrasi platformu olarak istismar edilmesi (hadi diyelim böyle istismara/ eşitsizliğe can feda) hem siyasi olarak çok daha taraflı durmasını arzu ettiğim bu haysiyetli gazetenin ayarlarıyla oynanması, hem de bu alabildiğine “siyaseten yanlış okumacı” “analizlerin” muhtelif kişilerin şahsi sağırlama/ ağırlama/ yazıklama/ göklere çıkarma: netice olarak “ilişki mühendisliği” arenası/ atölyesi olarak Taraf’ı “kullanmalarına” müsamaha gösterilmesi–

Şimdi açık söyleyeyim: benim indimde ARTIK Taraf’ta bir Ertuğrul Özkök Güzellemesi çıkmasından bir Yıldırım Türker Güzellemesi çıkmasının hiçbir FARKI YOK.

Şöyle bir farkı var: bir E.Özkök Güzellemesi’ne “Kim lan yazan bu şaşkın?” diye gülüp/ acıyıp geçebilecekken, Y.Türker güzellemelerinin çok daha karışık dimağların çok daha kafa-karıştırıcı eserlemeleri olduğunu düşünüp harbiden kaygılanıyorum.

Her “asil sanatçının” yapması gerektiği üzre İSİM VERMEDEN Levent Yılmaz beni “bir arkadaşı” olarak niteleyip; Efendim “bir arkadaşının” ABUK SABUK bir yazı yazarak, dapındığı Yıldırım’ını “vicdan kuaförü” (doğrusu: vijdan olmalıydı) diye nitelendirdiği NE FENA günlere kalmışmışız!

Ay korkuyormuş Levent Yılmaz bey, yakında Murat Belge’ye DAHİ dil uzatılacakmış! Ay ay ay ay!!

Murat Belge’ye en çatallısından dil uzatıldı Levent bey ve bu “vazifeyi” yıllar önce Nuray Mert yerine getirdi.

O Nuray Mert’tir ki: üstünde “Türkiye Türklerindir” yazan bir gastede hiçbir beis duymadan, Ertuğrul Özkök’ün müthiş transferi/ sofralarının gülü/ medarı iftiharı/ aile dostu und kankası olarak yazılar yazdı. “Sivil dikta” kavramını filan keşfediverdi!

Ta ki –Ertuğrul Bey genel ağbilikten naşlanıp da, “Ay sayfamın yerini habire değiştiriyorlar!” diye zırlayıp 3-5 gün içinde (o zamanlar Aydın Doğan’ın tapulu arazisi olan) Milliyet’e transfer oluncaya kadar.

Benim ABUK SABUK diye tanımladığınız Müjde Vijdan Kuaförleri! yazım ise “Tapılacak Adam” Türker’in 15 ağustos tarihli Radikal gastesindeki köşesinde:

“Harbiliğiyle tanınan bir başka şöhret, (BU BEN OLUYORUM) ablaları olarak küçük muhbirlerin yanı başında KİŞİSEL DÜŞMANLIĞININ öcünü alma çabasında, aynı insanları hedef gösteriyor. Alçaklığa doyamıyorlar” cümlelerine CEVABEN nefsi müdafaa kategorisinden kaleme alınmıştır. Aynı yazıdan başka bir (kaleminden krema damlayan) Y.Türker cümlesine geçelim: “Başbakan, Nuray Mert’i bizzat meydanlardan küçük Samastlara işaret ederek örgütlü bir linç hareketini resmen başlatmış oldu.”

A, bi dakka! Yıldıran Türbe, birini daha savunuyor beni ALÇAKLIĞA DOYMAMAKLA suçlarken.

Yine o doyumsuz kaleminden, aynı yazısından alıntılıyorum: “Mert ve Temelkuran, takıntılı Stasi memuru kılıklılarca ısrarla ve durmadan hedef gösteriliyor.”

O Temelkurandır ki: Twitter’dan aldığı ÖLÜM TEHDİTLERİ üstüne soluğu Londra sokaklarında alıp yoksulun ezilenin isyanını, üstüne “geçiriverdiği” bej binici pantolonu milyon dolarlık çizmelerinin içinde, Faltaylı’nın (nam-ı diğer: Siyah) muhteşem Habertürk’ünden çarşaflama fotoğraflarıyla bildirmişti!

O Mert’tir ki: Hrant Dink’in öldürülmesi “üstüne” memleketi Trabzon’a Nihat Genç’le filan “empati” konuşmaları yapmaya gitmişti. Ve de suikaste kurban gittiği sanrılanan Yazıcıoğlu zamanlarının Büyük Birlik Partisi’nin “ennn takdir ettiği” bacı köşe yazarı filan seçilmişti.

Dink Suikasti’nde Alperen Ocakları’nın nasıl ikide birde karşımıza çıktığını düşünürsek, o dönemde Büyük Birlik Partisi’nin “gözdesi” olan Mert’in şimdi Türbe Türker’in demagojik kaleminden “Samastlara” hedef gösterildiğinin iddia edilmesi hem ironik, hem de rezilce pek tabii ki.

Aynı Nuray Mert’i gönül kapısı mı, gözü mü ne açılmış BİRDEN BDP’nin Aykırı Bacısı (her daim muhalif) olarak seçim otobüslerinin üstünde Ahmet Türk’ün yanında kıvrım kıvrım kıvrılırken, Filiz Koçali’nin berisinde zafer işareti çakarken görmüyor muyuz? Derken?

Görüyoruz! Aynı dönemde Aslı Aydıntaçbaş (indimde new& improved Güler Kömürcü), Can Dündar, Ruşen Çakır, Serdar Akinan, Banu Güven başımıza en Kürt Hareketi Zevdalısı kesilmiyorlar mı?

Kesiliyorlar! NTV boğazımıza çökerken ağır pro-Ergenekon çizgisiyle, müsebbibi de bu kadroydu. Hep aynı kadro!

Ama Nuray Mert’in Prof. Higgins’i olduğu ölümsüz “eseri” Ahmet Hakan sayesinde, daha özel bir yeri var Allah için.

Ekranları az inletmedi “Sivil diktayı ben buldum! Ben armağan ettim bu toplumaaaa! Yerinizi bilin lan! Yerim sizi!” diye diye.

OYSA Soner Yalçın’ın bilgisayarından çıkan dosyalarda “sivil dikta” kavramının bu cenah tarafından iki yıl kadar önce keşfedilip “Bu kavram dolaşıma sokulup panik yaratılmalı” tarzı ibarelerle kitlelere gagalanmasının planlandığı ortaya çıkmadı mı? (Ama tabii Türkler’de “Devamlılık” çok ıraklarda bir dağ köyünün adıdır.)

Aaa, meğer ampulü Edison Nuray değil de tutuklandığında açıkladığı üzre “kankası” olan Soner Yalçın (ve caz arkadaşları) bulmuş!

ODATV iddianamesinin ek delil klasöründeki belgeler, mahlasla o kirlilik odasına yazı yazanların Ezgi Başaran, Tuğçe Tatari, Ahmet Hakan ve Nuray Mert olabilirliğini ortaya çıkarttı. Çıkarttı da bu konu Ergenekonlanmış Türk Medyası’nda yeterince yankı buldu mu?

Yooo! Diyelim “Sonerim için de yürüyün! Olay çıkartın!” tadında yazı yazan (T. Tatari’yi saymıyoruz: o eski Güler Kömürcü) bir tek Ahmet Hakan oldu aralarında.

Ki, Ahmet Hakan’ın Deniz Hakyemez, Deniz Hakan, Sait Çakır gibi takma adlardan bir ya da iki-üçünün hakiki sahibi olduğu şiddetle zannediliyor ODATV yazılarında.

Ezgi Başaran ise (hani müthiş “genç” yetenek Kanat Atkaya’yla nikâh şahitleri E. Özkök olan, aşkları Ertuğrul ağbilerinin evlerinde yeniden başlatılan büyük istidat) Ergenekon Minnie’si olarak Tavşan Şeyi Eyüp Can’ın Radikal’ine konuşlandırılmış durumda. Acayip acayip yazılar yazıp mikserliyor; röportajlar, olay yerinden bildirmeler – yapı yapıveriyor.

Belki şimdi Yıldıran Türbesi, Ezgi Başaran için de atılıp bana “Alçak! Hain!” vesaire saydıran (tabii: isim vermeden) bir yazı döşenir. Artık halet-i gakgukuna kalmış sosyalist artistin.

“Kirli” savaş lafını zamanında Kürt Militaristleri, bu savaşın Türk Ordusu tarafından ne denli kirletilip şaibeli hale getirildiğine DE işaret edebilmek amacıyla kullanıyordu.

Oysa şimdi bu savaşın HER İKİ TARAFIN savaş baronları tarafından birlikte, el ele, işbirliği içinde kirletildiği ortaya çıktı.

Bu hakikatin BU denli netlikte ortaya çıktığı BU kritik zamanlarda “Ama ben son 20 yılımı bu savaşın güzellemesine, bir tarafın haklılığına, temizliğine körü körüne methiyeler düzmeye adadım!” türbesinin babaları hem kendi kutsiyetlerini sonsuz kılmak adına–

Hem de: son bir-iki yılda Kürt Militaristleri Treni’ne kafalanma/ işbirliği/ anti AKP duygular/ Ergenekon ideolojisi bağımlılığı gibi muhtelif nedenlerle atlayan her devrin güç bağımlısı oportünistlere sıcak bağırlarını açmak arzusuyla–

Bana “Alçaklığa doymuyorlar!” filan diyecekler –Ben de “Türbe altında kalırım, gıkım çıkmaz” diyeceğim. Öyle mi?

Haa, Kozmik Oda ne zaman ki savcı ve hâkimler tarafından delil toplamak üzere basıldı, o baskından çok kısa bir süre sonra genel yayın yönetmenliğinden alındı Ertuğrul Özkök. En nihayet! Özel Harp’le çok sıkı bağlantıları o baskında basılmadıysa –Ne olayım.

Hani Nuray Mert’in, Ahmet Hakan’ın kankası, Ezgi Başaran’ın hamisi, Ertuğrul Kürkçü’de Meclis’teki yankılanmasını bulan Özkök. Aloooo!

Bütün bu parçaları yerli yerine oturtmazsanız; evet indimde Özkök’e methiye yazmanın, Türker’e güzelleme düzmekten hiçbir farkı yok. Daha kafa bulandırıcı ve hedef şaşırtıcı olmasının ekstra irite ediciliği dışında. Bu yazı, o iritasyonun yan etkileri karşısında ve onlar sayesinde kaleme alındı.
Taraf

Hakan Fidan'a kara propaganda da tam gaz!
SEVİLAY YÜKSELİR
21 Mart 2012

Beğenelim, beğenmeyelim. Tamamıyla dedikodu, laf ebeliği, söylenti olsa da, bir süredir yayınladıkları ve piyasada gölge CIA diye bilinen istihbarat şirketi "Stratfor" elemanlarının yazışmaları işiyle yine istediği gündemi yarattı Taraf.

Ben sadece "helal olsun" diyebiliyorum! Çünkü işi biliyorlar. Haberin de kralını yapıyorlar, dibine kadar itibarsızlaştırmanın da! Mevzu harbi gazetecilikse en ala gazetecilik! Kara propaganda yapmak ise en ala kara propaganda!

Taraf'ın yapmak istediğini nasıl yaptığına yakın tarihten bir örnek vereceğim. Geçen pazar mesela... Neydi manşetlerinin amacı? Uzun süredir hedeflerinde olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı halkın gözünde itibarsızlaştırmak. Başlıkları şöyleydi: "MİT müsteşarını doçent yapmadılar!" Demek istedikleri ise "Üniversitenin doçent yapmadığı adamı Başbakan MİT'in başına getirdi."
Kusura bakmasın Tarafçı arkadaşlar ama haberin arkasına gizledikleri "kara propaganda" pis koku verdi etrafa... Midem bulandı. Onun üzerine takıldım haberin peşine.

Haber doğru. Fidan daha önce yüksek lisans ve doktorasını yaptığı Bilkent Üniversitesi'ne 2010'da başvurmuş doçentlik için. Ancak 3 jüri üyesinden 2'sinin "ret" oyuyla doçent unvanını alamamış. Ret verenlerden bilgi almak zor olacağı için, onay veren üye Prof. Nuri Yurdusev'e ulaşmaya çalıştım, başarılı olamadım.

Bunun üzerine Yurdusev'i yakından tanıyan bir akademisyenden bilgi aldım. Söylediği şu: "Nuri Hoca dürüst ve işinin ehlidir. Alanında da otoritedir. Eğer 'evet' demişse o iş bitmiştir! Neden iki üye ret vermiş, neyi eksik bulmuşlar bakmak lazım!"

Diğer iki üyeden biri de Prof. Dr. Burcu Bostanoğlu. Çok aradık, Gazi Üniversitesi'nden. Dediler ki: "Hoca emekli oldu. Yurtdışında."

Yine Gazi'den olan üçüncü üyenin adına bile ulaşamadım. Baktım olmayacak, Tarafçıların doçentlik başvurusu üzerinden Fidan'a yaptığının itibarsızlaştırma girişimi olduğunu ispat için daha fazla bilgi lazım.

Daha gerilere gittim. Fidan'ın hem yüksek lisans, hem de doktorasında Bilkent'te danışmanı olan Prof. Mustafa Kibaroğlu'nu buldum.

Okan Üniversitesi'ne geçmiş. Sağ olsun, her şeye cevap verdi. Özetle de şu yorumu yaptı: "Üzülerek izliyorum yapılan haksızlığı. Zira Fidan çok başarılı bir akademisyendir. Hem yüksek lisans, hem de doktora tezleri çok başarılıydı. Dönemin akademisyenlerine sorabilirsiniz. Ayrıca elbette ki Bilkent'ten aldığı unvanlar önemlidir ama daha önemlisi, istihbarat alanındaki çalışmalarıdır.

İstihbaratta, uluslararası engin deneyime sahiptir Fidan. Yüksek lisans ve doktora tezlerini de o uluslararası deneyimle hazırlamıştır. NATO'da üstelik de istihbarat alanında görev yapmış kaç kişiyi bulabilirsiniz Türkiye'de? Ayrıca, doçentlik unvanı alamaması onu liyakatsiz mi kılar? Kusura bakmasınlar ama Bilkent'te sadece doçentlik değil, doktora da zordur! Hakeza yüksek lisans yapmak da! Fidan'ın unvanları, Bilkent'in yüksek akademik kriterlerine uygundur! Doçentlik unvanını alamamak ne gibi bir eksi olabilir onun sahip olduğu liyakatte?"

Şahsen bunları duyduktan sonra bir gazeteci olarak, haberciliğin ne hallere düştüğünü görünce utandım.

Bilmiyorum acaba bir dönem hakkında yapılan itibarsızlaştırma haberlerinden yaka silken Ahmet Altan da utandı mı?

Kaynak: Sabah

Taraf 30 Ağustos'u Nasıl Görecek?
Açık İstihbarat Özel
30.08.2010

Bugün 30. Ağustos.

Ülkemizde de bu milli zafer bayramı; diğer bütün batılı ve doğulu ülkelerde olduğu gibi, bu zaferin somut sembolü olan askeri törenlerle kutlanıyor ve bu törenler milli birlik ve beraberlik mesajlarının verildiği platformlara dönüşüyor.

Normal şartlarda namuslu bir entellektüel; bu törenlerin "militarizm" dozu nedeniyle bu törenlerde "asker" yoğunluğuna eleştiri getirebilir ve çeşitlendirilmesini dile getirebilir fakat namuslu bir entellektüel hiç bir zaman dünyanın bütün ülkelerinde yapılan bu tür törenleri bir "totalitarizm" , "faşizm" sembolü olarak göstermez. Çünkü bu törenlerin ; bürokratik mekanizmaların ötesinde, o toplumların hasletlerine denk düşen bir özelliği mevcuttur.

Fakat Taraf gazetesi iseniz "namuslu entellektüel" olma gibi bir derdiniz yoktur. Namusdan vazgeçtik, "entellektüel" olma gayreti bile Taraf'a bir boy büyük kaçar.

İşte bu Taraf geçen 30 Ağustos'ta Zafer Bayramı törenlerini

"Bazıları Tören Sever"

başlığı ile görmüş ve bu tarz törenlerin sadece Rusya, Çin ve Kore gibi ülkelerde kaldığını söylemişti. Bu haber üzerine Taraf'ın okuyucularını bir kez daha yanılttığını kanıtlamış ve

"Bu Resimler Taraf'a Kapak Olsun : Bazıları Propaganda Sever"

başlığı ile yayınladığımız haberde, bu törenlerin sadece Rusya , Çin gibi ülkelerde değil; Belçika, Fransa ve ABD gibi ülkelerde de yapıldığını boy boy resimlerle kanıtlamıştık.

Aradan bir sene geçti.

Taraf; Rasim Ozan Kütahyalı isimli kıyamet alameti konuşan sakallı çocuğu aracılığı ile TSK aleyhindeki propagandasında taktik bir değişikliğe gitti ve

"TSK'yı seviyoruz, içindeki melanet odaklarının temizlenmesini istiyoruz"

söylemine büründü. Bu çerçevede "anti-TSK" bir söylemden, "anti-cunta/general" söylemine geçiş yaptı.

Bu nedenle alışık olduğumuz üzere okuyucusunu sürekli yanıltan propaganda bülteni Taraf'ın bu sene 30 Ağustos törenleri konusunda nasıl bir tavır koyacağını merakla bekliyoruz.

30 Ağustos itibarı ile Zafer Bayramı'nı ana sayfadan hiç bir şekilde görmüş değil.

Ama içindeki yabancı istihbarat damarının propaganda yeteneği; 30 Ağustos'u görmediği ana sayfanın altına,

"Ahtamar Işıl Işıl" başlığı altında Ahtamar kilisesisinin ayine hazır olduğu haberini çoşkuyla duyurmuş.

Ahtamar'daki dini töreni verip altına ; "bazıları ayin sever" başlığı atamayacaklarına eminiz.

Yarın ise bugünkü 30 Ağustos törenlerini nasıl göreceği konusunda emin değiliz.

Geçen sene yaptıkları gibi "Bazıları Tören Sever" gibi yalan yanlış bir propaganda manşeti atmaları iki nedenden dolayı zor.

Birinci neden; kapak olsun diye kendilerine ithaf ettiğimiz haber.

Artık sadece doğunun değil, nemalandıkları Batı'nın da askeri tören yaptığını bilmezden gelme lüksleri yok.

İkinci neden ise artık onlar TSK'yı herkesten çok seviyor hatta TSK'nın törenlerine davet edilen yazarları var.

Bazıları tören seviyor ama onlarda artık o törenlere davet edilmeyi seviyor.

Bu nedenle 31 Ağustos tarihli Taraf'ın 30 Ağustos'la ilgili ana sayfa haberini bekleyin.

Bir propaganda bülteninin değişen şartlara nasıl uyum sağladığını göreceksiniz.
Açık İstihbarat

HEPAR'dan Taraf Gazetesine Kemikli Eylem
26.11.2010

Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) üyesi gençler, Taraf Gazetesi'ni protesto ederken, eylemlerinin sonunda gazete önüne kemik attılar. HEPAR İstanbul İl Gençlik Kolları öncülüğünde, Taraf gazetesinin yer aldığı Kadıköy'deki Alkım Kitabevi önünde zehir zemberek bir basın bildirisi okundu. Okunan bildirinin ardından gazete önüne 'kemik' bırakıldı!!!

Yaklaşık 500 kişilik kalabalık bir grup, gazete binası önünde toplanırken, Taraf yazarları Evren Özüyener ve Gürbüz Özaltınlı'nın apar topar taksiye binip uzaklaştıkları görüldü. Basın açıklamasında şöyle denildi:

Hak ve Eşitlik Partisi, kurulduğu günden beri içeriden ve dışarıdan her tür saldırıya maruz kalmış, bizans medyasını elinde tutan odaklar tarafından halkla irtibatı kesilmeye çalışılmıştır.
Henüz bir yılımızı doldurmamışken avrupalı efendileri, buradaki hizmetkârlarına "artık bu partiyi durdurun" talimatı veriyordu.
Genel Başkanımız sayın Osman Pamukoğlu önderliğinde baş koyduğumuz vatan ve millet davasında, elbette önümüze engeller çıkartılacak.
Elbette bu vatanı sömürenler, hesaba katmadıkları bizleri bertaraf etmek için harekete geçecekler.
Elbette bu milleti cendereye sokan haramzadeler, Batı'nın işbirlikçileri, dışarıdan talimatlı etki ajanları bize saldıracaklar.
Arap bülbülleri, Amerikan balabanları, Avrupa kerkenezleri, sahibinin sesleri...
Al birini, vur ötekine!
Bizim işimiz onların efendileriyle!
Yılmayız...
Avı ininde yakalayacağız!
Hizmetkârlara gelince...
Anadolu'da bir söz vardır: köpeğini öldüren "zaten kuduzdu" der.
Hak ve Eşitlik Partisi mensupları olarak bizler Türk Milleti'nin hizmetindeyiz.
Yüce devletimizi yönetmeye talibiz.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde; sırtında masa sandalye taşıyan il ve ilçe başkanlarıyla, sadece halkın desteğiyle kurulan ilk ve tek partiyiz.
Bizim arkamızda ensesi kalın kripto hainler yok!
Şu çok kimlikli, çok kültürlü, eşdinsel dünya vatandaşları...
150 yıldır hiç değişmediler...
Türk Milleti bunları Prens Sabahattinlerden, Balkan Harbinden, Osmanlı Bankası vak'asından, İngiliz Muhipler Cemiyetinden beri biliyor, takip ediyor.
Ne yaptıklarını biliyoruz ve izliyoruz.
Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.
Nedense herşey değişti ama bir bunlar değişmedi.
İnsanın fıtratı bu: otu çekeceksin, dibine bakacaksın.
Yine de mesele bu kıymetsizler değil.
Onlar bayrağa, İstiklâl Marşı'na, gençliğe hitabeye, öğrenci andına, şehâdete ermiş körpecik çocuğa ve bizi biz yapan ortak değerlere dil uzattıkça biz de üstümüzdeki ölü toprağını atar olduk.
Çarşı pazarda, otobüste vapurda kıvılcım alıp sakarya'dan yakılan bu ateş, zamanı gelince her yeri saracaktır.
En büyük aptal, başkasını aptal yerine koyandır.
Hepsini izliyoruz ve bir kenara not ediyoruz... unutmamak ve unutturmamak üzere...
Mahşer gününde görüşeceğiz!
Çünkü ayşe tatilden döndü!
Türk Milleti'nin cebinde çok para kalmadı. zar zor kurbanımızı kesip etini zebun zelile, fakir fukaraya dağıttık. Allah kabul etsin.
Yalnız, kemikler elimizde kaldı. kemik deyip geçmeyin sakın. kemirmesini bilen için doyurucudur.
Kemiğe atlayanları bu millet çok iyi bildiği için biz de geldiğimiz adresi çok iyi biliyoruz.
Alsınlar! onlara bugünlük kemik bizden!
Hak ettiler!
Hakveesitlik.org.tr

MARGULİES SOLUĞU AKP’DE ALIYOR

12.12.2010
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) yöneticilerinden, Taraf gazetesi yazarı Roni Marguiles Çanakkale'de “İnsan Hakları Günü” etkinlikleri kapsamında yapılan bir panelde boyalı ve yumurtalı protestoya uğradı. Protestoyu, Gençlik Muhalefeti-Öğrenci Kollektifleri üyesi öğrenciler gerçekleştirdi.

Marguiles konuşmasına başlayacağı sırada, protestosunu yapan bir öğrenci "Burada barıştan söz edemezsiniz. Demokrasi maskesi altında, her fırsatta savunuculuğunu yaptığınız AKP'nin demokrasi anlayışını biz gayet iyi biliyoruz. Geçen hafta, İstanbul'da arkadaşlarımızın yediği dayaktır. Arkadaşlarımızın kafasına inen coptur" dedi ve cebinde bulunan yumurta ile içi boyalı su dolu poşetleri Taraf yazarına attı.

Engellenmeye çalışılan öğrenciye destek geldi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden bir grup öğrenci sahneyi boya ve yumurta bombardımanına tuttu.

Yaşanan arbede sonrasında, protestocu öğrenciler dışarı çıkarıldı. Taraf Gazetesi Yazarı Roni Margulies de boyalı kazağını çıkardıktan sonra konuşmasını gerçekleştirdi.

Margulies geçtiğimiz yıl Ağustos ayında da; İstanbul Beyoğlu’nda ÖDP’li dört kişinin ‘yeşil boyalı’ protestosuna uğramıştı.

AKP’NİN KONFERANSINA KATILIYOR

DSİP üyesi ve Taraf yazarı Roni Marguiles, bugün yine bir panelde konuşmacı olacak. Ancak bu kez daha “korunaklı” bir yerde.
AKP İstanbul İl Başkanlığı’nda yapılacak panelde “Kürt Açılımı” konuşulacak.
AKP İstanbul Gençlik Kolları Başkanlığı’nın organize ettiği panele; Marguiles’in yanı sıra bir diğer Taraf yazarı Hilal Kaplan ve yazar Ümit Fırat da konuşmacı olarak katılacak.
Panel saat 13.00’da başlayacak.
Odatv.com

Taraf Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, artık gazeteye gitmeme kararı aldı
24.12.2010
Fırat Haber Ajansı’nın haberine göre; bir süreden beri tiraj düşüşü nedeniyle yaşanan ekonomik krizle boğuşan Taraf gazetesinde sular durulmuyor. Son olarak gazete patronlarıyla kavgalı olan genel yayın yönetmeni Ahmet Altan da Taraf’taki görevini bundan böyle evinden sürdürecek. Altan’ın patronlarla kavgasını Yasemin Çongar yazı işlerinde duyurdu.

Ahmet Altan’ın gazeteden ayrılmasında ekonomik sorunların etkili olduğu ve yazarın tüm harcamaların muhasebe tarafından kesilmesi nedeniyle son derece rahatsız olduğu söyleniyor.

Altan’ın ayrılığı da yerine fiili olarak geçen Yasemin Çongar tarafından Taraf gazetesi çalışanlarına duyuruldu.

Altan’ın Taraf’taki köşesine ise devam e

Pentagon - ML
10 Nisan 2010
Yasemin Çongar’ı kamuoyu Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı olarak tanıdı.

Yasemin Çongar bir vakitler Milliyet Gazetesi’nin Washington temsilcisiydi. O vakitler gerek Pentagon ve gerekse de Beyaz Saray’dan bildirdi. Çok sayıda ilginç haberlere imza attı.

Yasemin Çongar’ın gazetecilikten önce bir de öğrencilik yılları vardı. Aslında Yasemin Çongar gazeteci olmadan evvel gazetelere haber de olmuştu. Hem de Günaydın gazetesi Yasemin Çongar’ı 27 Nisan 1987 tarihinde “Öğrencilerin lideri bir kız” manşetiyle kamuoyuna duyurmuştu.

Üniversite öğrencileri 1987 Nisan ayında üniversite öğrencilerinin tepkisini çeken Dernekler Yasası çıkarıyordu. İstanbul, Ankara ve İzmir’de hükümetin bu kararı protesto ediliyor, çok sayıda öğrenci eylemler sırasında göz altına alınıyordu.

Üniversite öğrencileri bu kez gözaltına alınan arkadaşlarının salıverilmeleri için gösteriler yapıyor siyasi parti liderlerinin kapılarına dayanıyordu.

Ankara’da düzenlenen eylemlerde Yasemin Çongar öne çıkıyor, liderlik yapıyordu.

Çongar ve bir grup arkadaşı, dönemin SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ve yine dönemin DYP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile görüşüyor, ANAP’a olan tepkilerini dile getiriyordu.

İşte Günaydın gazetesi Yasemin Çongar ile ilgili haberinde şu bilgileri veriyordu:

“Siyasal Bilgiler Fakültesi 2’nci sınıf öğrencisi…İngilizce, Fransızca, Rusça ve İspanyolca biliyor.Yasemin Çongar, AFS bursu ile ABD’de eğitim gördü!”

AFS nedir?

AFS [American Field Service]

AFS [American Field Service-Amerikan Cephe Servisi], belirli zamanlarda düzenlediği sınavlarda başarılı olan öğrencilere, Ülkelerarası Kültürel Değişim Programları kapsamında, gönüllülerden toplanan bağışlarla oluşturulan uluslararası fondan eğitim bursları sağlayan bir sivil toplum kuruluşudur.

AFS; savaş cephelerinde yaralanan ve mağdur duruma düşen kişilere maddi yardım sağlamak amacıyla, A. Piatt Andrew önderliğinde 1914 yılında Fransa’da kuruldu. A. Piatt Andrew’un vefatından sonra, servisin başına 1936 yılında Stephen Galatti başkan olarak atandı.

2.Dünya savaşından sonra, Stephen Galatti önderliğinde bir araya gelen 250 AFS gönüllüsü, uluslararası hizmetlere devam etme kararı alarak yemin ettiler ve AFS Uluslararası Eğitim Bursu programını başlattılar. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa arasında uygulanmaya başlanan kültürel değişim programları kapsamında, 1919 ve 1952 yılları arasında toplam 222 üniversite öğrencisine burs verdiler. Stephen Galatti’nin vefat ettiği 1964 yılında AFS programları 60 ülkeyi kapsamaktaydı. 1990'lı yıllarda ise Toplum Hizmeti Programları başlatıldı ve AFS'nin hizmet ağı 52 ülkeye ulaştı.

Türkiye’de AFS Bursu Kültürel Değişim Programları'nı TKV Türk Kültür Vakfı organize etmektedir.
Avaztürk

Taraf Gazetesi Be Bu İlanı Yayınladı

"Yandaş gazeteler" İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ı tam sayfa ilanla vurdu,



Ayrılık dizisiyle başlayan İsrail - Türkiye gerilimi Kurtlar Vadisi, alçak koltuk kriziyle devam etti. İsrail'in bardağı taşıran hamlesi ise Gazze'ye giden yardım gemilerine saldırı oldu. İsrail güçlerinin, Gazze’ye yardım malzemesi götüren gemilere kanlı baskını sonucu 9 Türk vatandaşı hayatını kaybetti.

İSRAİL'LE İLİŞKİLER DONDURULDU

İsrail'in baskın anını ve o dehşet görüntüleri dünyada büyük yankı uyandırdı. Ama dünyaya kafa tutan İsrail, her fırsatta haklı olduğunu iddia etti, dünya devletlerini iki yüzlülükle suçlarken Türk aktivistleri provokatör ilan etti. Bugün belli olan "Türkiye’nin 5 adımlık İsrail yol haritası"nda Ankara'nın, bu ülke ile olan bütün ilişkilerin dondurulmasına karar verdiği belirtildi.

TARAF AFİŞE ETTİ

Kanlı baskın sonra tahrik edici açıklamalar yapan İsrail yönetimini bugün yandaş denilen gazeteler ilanla vurdu. Yeni Şafak, Vakit ve Taraf gazetesi tam sayfa ilanla İsrail'i deşifre etti. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak'ın ağzından yazılan ilanın kim tarafından verildiği bilinmiyor.

aktifhaber

Taraf'ta Önder Aytaç'ın yazılarına son verildi


07 Temmuz 2010 Taraf gazetesinde sürpriz gelişme! Yazıları ve televizyon programlarındaki çıkışlarıyla dikkat çeken Polis Akademisi üyesi Doç. Dr. Önder Aytaç'ın işine son verildi. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; Aytaç, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in kişilik haklarına saldırdığı için tazminat cezasına çarptırılmıştı. Aytaç, tazminatı ödemeyince Perinçek'in avukatı haciz işlemi yaptı, evindeki bazı eşyalar haczedilmişti..

AYRILIĞIN SEBEBİ BU SÖZLER Mİ?

Önder Aytaç, 18 Haziran 2010'da Küre TV'de katıldığı "Haber Aktüel" programında şöyle demişti: "Öcalan 'madem elinizde, alacaksınız karşınıza, dersiniz ki, 'eğer Türkiye'de bir ay içerisinde bir yaprak kımıldarsa, bu terörü bitirmezsen, seni idam ederim, seni asarım'. Bakın bakalım bu olayların hepsi bitmiyor mu! Bitmiyor mu! O zaman alır asarsınız, öldürürsünüz. O zaman geleceğli kurtarabilirsiniz..."
Aytaç'ın bu sözleri Taraf'ın bir başka köşe yazarı olan Halil Berktay başta olmak üzere gazetenin birçok yazarı tarafından protesto edilmişti.Yazılarda Taraf'ın yol ayrımında olduğuna dikkat çekilmişti.

İLK AÇIKLAMA: ARA VERİLDİ

Konuyla ilgili konuşan Önder Aytaç, söylentileri doğruladı ve şunları söyledi: "İlişiğim tam olarak kesilmedi ama yazılara ara verme kararı alındı. Benim Abdullah Öcalan ile ilgili sözlerim ve PKK'nın derin yapılarla ilişkileri olduğu yönündeki değerlendirmelerim örgütü kızdırdı. Cemil Bayık, 'APO öldürülsün diyenlere sesleniyorum; kimin öldürüleceği belli olmaz' diye beni tehdit etti. Son dönemdeki yazı ve değerlendirmelerim sonrasında örgüte yakın kaynaklarda yazılıp çizilenler tabii ki önemli. Kararın alınmasında etkili olduğu söylenebilir. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Daha sonra açıklama yapacağım." netgazete

Ayak kaydırma, istifa, Taraf…
İşte merak ettiğiniz soruların cevabı…
08 Şubat 2013 Cuma 01:38



Hasan Soylu / Demokrat Haber

Taraf gazetesindeki en, en son ayrılıklar, ilgili kamuoyu ve medya dünyasının dikkatlerini bir kez daha bu gazete üzerinde topladı.

Son gelişmeyle ilgili kamuoyuna bazı ayrıntılar yansıdı. Ancak olup-bitenler, sadece Veysi Polat’ın “ayağının kaydırılması” üzerine onun görevini fiilen sürdüren Faruk Aktaş’ın kamuoyuna yaptığı açıklamada verilen bilgilerden ibaret değildi.

Politika Servisi sorumlusu Veysi Polat, hazırladığı bazı haberlerin gazetede Kurtuluş Tayiz (ki kendisi Taraf’ın Yazı İşleri Müdürü oluyor) tarafından kasıtlı olarak “küçültülmesi” üzerine bu kişi ve onun üzerinden gazete yönetimiyle çelişkiye düştü.

Ortaya çıkan bu problem aşılamadan Veysi Polat’ın işini sürdürmesinin imkan ve şartları daraltıldı ve Polat’a adeta “ayrıl” denildi. Öyle ki, önce kendisine izinli olarak gazete dışında olduğu günlerde “servis şefi” görevinden alındığı bildirildi. Nasıl bildirildiği ilginç: Doğrudan kendisiyle konuşarak, nedenleri izah edilerek değil, servisteki çalışma arkadaşı aracılığıyla…

Polat, yıllardır emek verdiği gazetede çalışma arkadaşlığının asgari kurallarıyla dahi bağdaşmayan bu tutum üzerine Başar Aslan’la durumu paylaştı. Aslan’ın tutumu ise, “patron olarak yazı işlerine müdahale etmekten yana olmamak” şeklinde idi. Bununla beraber, Oral Çalışlar ile birlikte yeni bir dönemin başlayacağını söyleyip, “gazetenin çizgisinde Ahmet Altan’dan sonra bir değişiklik olursa ayrılırım” diyen Veysi Polat’tan ayrılmayıp beklemesini istedi.

Bu bekleyiş sonuçta Polat’ın “ücretsiz izne” ayrılması, Aktaş’ın yerinde deyişiyle “ayağının kaydırılması” ve ardından Faruk Aktaş’ın da istifasıyla sonuçlandı.

“YAŞANAN DEPREMİ FIRSATA DÖNÜŞTÜRME”

Aktaş kamuoyuna istifasını açıkladığı mektubunda ilginç tespit ve değerlendirmeler yapmıştı:

“…Gazeteciliğe Taraf’ın muhabir kadrosunda başlamış, her sirkülasyon sonrası bir merdiven çıkmayı becermiş ve sonunda yazıişleri ekibi içine girmeyi başarmış bazı arkadaşlar, yaşanan son depremi de kendileri açısından bir fırsata dönüştürme gayreti içine girerek yazıişlerini ve gazetenin tüm yayın gücünü bütünüyle ellerine geçirme arayışına girdi. Bu kapsamda bir yapılanma oluşturmaya çalıştılar, önemli ölçüde bunu da başardılar. Bunu yaparken hiçbir şekilde deneyim, yetenek, emek, çaba kıstasları aramadılar. ‘Nasıl olursa olsun ama bizim olsun’ yaklaşımıyla hareket ettiler. Ve bu amaçlarını oturtmak için, gazeteciliğe başladığım yaklaşık 17 yıldan bu yana tanıdığım, arkadaşım servis şefimiz Veysi Polat’ın ayağını kaydırma yoluna girdiler ve bunu da başardılar. Bu girişimlerinin sonuçsuz bırakılmasını beklerken, yeni servis şefi belirlemeyi bile beklemeden gazetenin künyesinden Veysi Polat’ın ismini çıkardılar. Künyeyi amaçları doğrultusunda şekillendirdiler. Veysi Polat’ın olmadığı dönemde fiilen servisin sorumluluğunu yürüten kişi olarak, servis şefimize yapılan bu haksızlığa tepki göstermek ve bu kumpasa alet olmamak, bulunduğu yeri doldurmayan bu kişilerin tezgahına daha fazla su taşımamak için görevden ayrılmayı uygun gördüm."

Aktaş’ın “kumpas” kurmakla suçladığı kişi, adını vermese de Kurtuluş Tayiz.

Tayiz, aslında gazeteciliğe Taraf’ta muhabirlik yaparak değil, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi’nde forum sayfası editörü olarak başlamıştı. Bu gazeteden ‘kovulduktan’ sonra Taraf’a muhabir oldu.

“KÜRT SORUNU UZMANI” YAPILDI

Tayiz, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın ona bir “köşe” vermesiyle adını duyurdu. Altan ve Çongar, Tayiz’den bir “Kürt sorunu uzmanı” yetiştirmek istediler. Ortalığın “uzman”dan geçilmediği bir ortamda, gelmişi-geçmişi, yaşı-başı ve deneyimi itibarıyla yetersiz biri de, madem “lazım” idi, “uzman” olabilirdi pekala!

Oldu mu olamadı mı bilemeyiz. Ama kendisi hakkında Kürt basınında ve siyasi çevrelerinde çok ciddi şeyler söylendiğinden haberimiz var. Bu söylenenleri, fazlasıyla spekülatif ve itham eden ögeler içerdiği için buraya yazmayı gerekli görmüyoruz.

Bildiğimiz şudur: “Bir şey olmak” hırsı bir insanın gözünü karartırsa, o kişi “olmak” için “üste karşı” olmadık şekillere girer, “alta karşı” da tipik bir komplocu olur. Ve bir gün “oldum” diye düşündüğü bir zamanda tepetaklak olduğunda ise, o yalnız ve zavallı bir “düşkün” olduğu gerçeğiyle baş başa kalır…

Lafımız ortayadır ve meraklısına, naçizane, üzerinde düşünmesini tavsiye ederiz…
http://www.demokrathaber.net/medya/ayak-kaydirma-istifa-taraf-h15623.html

Defne Joy'un otopsisini yapan doktor dinlendi
03 Aralık 2013



Defne Joy Foster'ın evinde hayatını kaybettiği Kerem Altan hakkında "yardım yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle ölüme neden olmak" suçundan 3 yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın 4. duruşması görüldü. Paylaş

İSTANBUL - Anadolu 36. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaya tutuksuz sanık Kerem Altan katılmazken, Defne Joy Foster'ın annesi Hatice Foster ve taraf avukatları katıldı. Duruşmada Defne Joy Foster'ın otopsisini yapan doktor Mehmet Özbay tanık sıfatıyla dinlenildi. Mahkeme Hakimi Mehtap Yılmaz tanığa yönelik olarak, “Muayene sırasında 'alnında sıyrık var' demişsiniz. Bu sıyrık, yeni miydi, eski miydi?" diye sordu. Foster'ın muayene tutanağını kendisinin hazırladığını belirten doktor Özbay ise, “Yaptığım incelemede Defne Joy Foster'ın alnının sol tarafında bir sıyrık tespit ettim. Yaranın ölüm anında, ölümden hemen sonra veya ölümden çok kısa bir süre önce gerçekleşmiş olması muhtemeldir. Ölümüyle alakası olmayan bir yaradır" dedi.

“KASTEN ADAM ÖLDÜRME DAVASI DEĞİL"

Hatice Foster'ın avukatı Ersan Taştekin de var olan yaranın bir cisimle mi vurularak mı oluştuğu veya çarpmaya bağlı bir yara mı olduğunu sordu. Doktor Özbay, Foster'da bulunan yaranın bir cisim çarpmasıyla veya ölüm anında bir yere düşüp çar
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 04, 2013 1:50 am    Mesaj konusu: Defne Joy'un otopsisini yapan doktor dinlendi Alıntıyla Cevap Gönder

Defne Joy'un otopsisini yapan doktor dinlendi
03 Aralık 2013

Defne Joy Foster'ın evinde hayatını kaybettiği Kerem Altan hakkında "yardım yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle ölüme neden olmak" suçundan 3 yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın 4. duruşması görüldü. Paylaş

İSTANBUL - Anadolu 36. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaya tutuksuz sanık Kerem Altan katılmazken, Defne Joy Foster'ın annesi Hatice Foster ve taraf avukatları katıldı. Duruşmada Defne Joy Foster'ın otopsisini yapan doktor Mehmet Özbay tanık sıfatıyla dinlenildi. Mahkeme Hakimi Mehtap Yılmaz tanığa yönelik olarak, “Muayene sırasında 'alnında sıyrık var' demişsiniz. Bu sıyrık, yeni miydi, eski miydi?" diye sordu. Foster'ın muayene tutanağını kendisinin hazırladığını belirten doktor Özbay ise, “Yaptığım incelemede Defne Joy Foster'ın alnının sol tarafında bir sıyrık tespit ettim. Yaranın ölüm anında, ölümden hemen sonra veya ölümden çok kısa bir süre önce gerçekleşmiş olması muhtemeldir. Ölümüyle alakası olmayan bir yaradır" dedi.

“KASTEN ADAM ÖLDÜRME DAVASI DEĞİL"

Hatice Foster'ın avukatı Ersan Taştekin de var olan yaranın bir cisimle mi vurularak mı oluştuğu veya çarpmaya bağlı bir yara mı olduğunu sordu. Doktor Özbay, Foster'da bulunan yaranın bir cisim çarpmasıyla veya ölüm anında bir yere düşüp çarpmasıyla da oluşmuş olabileceğini belirtti. Bu sırada araya giren anne Foster, “Kızımın yarasını gördüm, derinceydi" diye konuştu.

Foster'in kocası İlker Yasin Solmaz'ın avukatı Ayşegül Mermer ise soruşturmanın eksik yapıldığını iddia ederek, gazeteci Fatih Altaylı'nın olaya ilişkin köşe yazısını mahkemeye delil olarak sundu ve tanık olarak dinlenilmesini talep etti. Kerem Altan'ın avukatı Veysel Ok ise dava konusunun yanlış algılatıldığını belirterek, “Bu bir kasten adam öldürme davası değildir. Olay medyatik bir konu oldu. Bu kişiler toplumun tanıdığı insanlar. Defalarca bu konu yazılıp çizildi ve komplo teorileri kuruldu. Davada herkes dinlenecek olursa yargılamanın yanlış yönlendirileceğini düşünüyoruz, tanıklar dinlenilmesin" dedi.

“HERKESİ SUSTURDULAR, YÜREĞİM KAN AĞLIYOR

Mahkeme, erken müdahale olması halinde Defne Joy Foster'ın ölümünün engellenip engellenemeyeceği konusunda Adli Tıp Kurumu'ndan geçtiğimiz celse istenilen raporun gelişinin beklenilmesine karar verirken, Altaylı'nın tanık olarak dinlenilip dinlenilmeyeceği konusu ise Adli Tıp Kurumu'ndan raporun gelmesi sonrasında karara bağlanacak. Duruşmanın ertelendiği esnada ise anne Foster ağlayarak , “Herkesi susturdular. Kızımın bağırmaması için ağzını kapattı, ölümüne sebep oldu. Yüreğim kan ağlıyor" diye konuştu.

OLAYIN GEÇMİŞİ

İstanbul Kadıköy'de Kerem Altan'a ait evde 2 Şubat 2011 de hayatını kaybeden Defne Joy Foster'ın ölümü ile ilgili Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı Kerem Altan'ın, Foster'ın ölümünde kusurunun olmadığını belirterek "takipsizlik" kararı ile dosyayı kapatmıştı. Defne Joy Foster 'ın ailesinin avukatları takipsizlik kararına itiraz etti. Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde incelenen itiraz da red edildi. Dosya daha sonra Yargıtay 12. Ceza dairesi tarafından incelendi. Darire, soruşturmanın hukuka aykırı olarak takipsizlik kararı verildiğini belirterek, Kerem Altan hakkında delillerin toplanması ve incelenmesine karar verdi. İtirazın kabulünü Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı'na gönderdi. Altan hakkında "yardım yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle ölüme neden olmak" suçundan, 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.
Yurt Gazetesi

Sansürcü Demokrat Çongar, kendi geçmişini de sansürlüyorAçık İstihbarat Özel
10.02.2010

Yasemin Çongar'ın kocasının CIA ile bağlantılı kimliğinin deşifre edilmesi sonrasında , Akşam gazetesin nezdinde giriştiği sansür girişimlerini

"Küçükkaya ve Çongar'ın Sansür Kardeşliği"

başlıklı haberimizde ele almıştık.

Sansürcü demokrat Çongar, giriştiği bu "zarar kontrol" (damage control) çalışmaları çerçevesinde, ensestfil demokrat Ahmet Altan'ın kızı Sanem Altan aracılığı ile bir de röportaj vermişti. Babasının kızının çanak soruları üzerinden kocasının ne kadar da masum, ne kadar da muhalif bir akademisyen olduğunu anlatmaya çalışmıştı.

Vatan gazetesinde yayınlanan röportajda iki önemli ayrıntı gözden kaçtı

Ayrıntılardan bir tanesi Yasemin Çongar'ın CIA ve ajanlarına karşı dile getirdiği anaçlık duygusu...

Bakın ne diyor Çongar :

"Ama yapıyorlar, aldırmamak lazım, evde böcek çıkınca ne yaparız, ben öldürmem de, kağıt parçasıyla alıp, dışarı atarım, sonra da ellerimi yıkarım. Bana verdiği his bu. Ama diğer taraftan CIA ajanlarının hedef oldukları bir dünyada yaşıyoruz"

Dünyada CIA ajanlarının hedef olduğuna üzülmek için öncelikle dünyada CIA'in sebep olduğu acı ve kargaşadan bihaber olmak ve/veya CIA'de bir yakınınız olması gerekir. Bugün ABD'de dahi, CIA ajanlarına yönelik bu kadar sempatik bir cümleyi kurana ; geliştirdiği işkence yöntemlerinden dünya çapında gerçekleştirdiği adam kaçırma, istikrarsızlaştırma operasyonlarına kadar bir çok eli kanlı operasyon ile anılan bir yapıya destek çıkana az rastlanır.

Namuslu bir vicdan; "CIA ajanlarının hedef olduğundan" dem vurmadan önce, CIA'in hedefe oturttuğu milyonları düşünerek susar; kocası CIA başkanı bile olsa.

Kendi devletini dikta, başka devletleri "think tank" zanneden hastalıklı Türk intellijancia'sı 'nın evlilikle pekişmiş patolojik bir ruh hali ile karşı karşıyayız.

Bu röportajda Çongar'ın bir diğer perdeleme/sansür girişimine daha tanık oluyoruz.

"Gazetecilik" kariyerini Çongar şöyle özetliyor :

"Lise sonu Amerika’da okudum. Türkiye’ye geri döndüm, bir hafta sonra tamamen tesadüf eseri olarak gazeteciliğe başladım ANKA ajansında, 17 yaşındaydım. Sonra iktisat okudum ama hep gazeteciliğe devam ettim. "

Çongar yalan söylüyor ve ANKA ajansı ile ABD macerası öncesinde Yarın dergisi ve hemen sonrasındaki Moskova ve Şili maceralarını saklıyor.

Açık İstihbarat; Sanem Altan olmadığı için merak ediyor:

1) Yasemin Çongar niye gazetecilik geçmişi hakkında yalan söyler?

2) Yasemin Çongar; ANKA'ya girmeden önce Yarın dergisi geçmişini niye saklar?

3) Yasemin Çongar; Moskova ve Şili günlerini niye saklar?

Sansürcü demokrat sadece kocasının CIA ajanlığını değil, kendi geçmişini de perdelemeye çalışıyor.
Ajanların hedefe oturtulduğu bir dünyada doğal karşılamak lazım belki de. Açık İstihbarat

Yaşasın Cumhuriyet çöküyor!
Serdar Akinan
Muhteşem bir dönüşüm bu. Yeni bir ülke, yeni bir devlet, yeni bir cumhuriyet şekilleniyor. Halkının ezilmediği, horlanmadığı, öldürülmediği bir cumhuriyet olacak burası...'
Olan bitene dair Ahmet
Altan'ın yaptığı yorum bu:
'Muhteşem...'
Muhteşem olan ne?
Generaller gözaltında... Başsavcı kodeste... Tekel işçisi yerde... Hrant'ın asıl katilleri aranızda...
Yüzlerce insan aylardır ne ile suçlandığını bilmeden hala dört duvar arasında...
Olan biten ne olarak sunuluyor?
Askeri vesayet kalkıyor... Demokrasi yerleşiyor... Sivilleşiyoruz.
Yani? Rejim değişiyor!..
Elbette bu köhne rejim değişmeli...
Kuruluş ideolojisi sorunlu bu rejimin...
Elbette bu rejimin eşik bekçileri suçlu...
Elbette bu aygıtın son derece sorunlu tarafları var.
Ama şu anda el çırparak coşku çığlıkları attığınız şey sahici bir değişim değil...
Yapmaya çalıştığınız, parçası olduğunuz kurgu yürümez.
Zira bu 'yeni cumhuriyet' bir yeni anayasa ister.
Küçük değişikliklerle, zemini yeniden tanımlamadan ve tasnif etmeden yeni bir cumhuriyet inşa edemezsiniz.
Bir anayasaya ihtiyacınız var.
İnsanlık tarihinde anayasasız cumhuriyet yok.
Anayasalar bu tür ayak oyunlarıyla
yazılamıyor maalesef.
Eskinin bozuklarını; kullanarak, kotararak, ekleyerek ve bozarak yığınların zihin algısını yönetebilir ama sahici bir dönüşüm yaratamazsınız.
İmkansız.
Şu aşamada açık açık söyleyemeseniz de, el çırparak karşıladığınızı sandığınız yeni rejim esas olarak nedir?
Halkımıza açık açık bir anlatsanıza...
'Halkının ezilmediği, horlanmadığı,
öldürülmediği bir cumhuriyet olacak burası...' Kulağa ne de hoş geliyor.
Olmalı... Gerçekten de...
Ama halktan, haklılıktan ve haktan bahsedenler siz olamazsınız.
Siciliniz kirli.
Bu cumhuriyet yıkılmalı mı?
Kesinlikle evet...
Bir anayasaya ihtiyaç var mı?
Elbette...
Ama bu cumhuriyeti yıkacak olan da, yeni bir anayasa yazacak olan da gene bu millettir.
Bu miletin her bir bireyidir. Bir büyük mutabakattır. Veya değildir...
Ama hep birliktedir. Açıkça... Mertçe... Gerçekten ihtiyaçsa bu zaten kendini dayatacaktır. Kaldı ki yıllardır dayatıyor. Ama sahtekarlıkla... Bu toprağa ait olmayan reçetelerle... Neo-Liberalizmle... Uşaklıkla... Olmaz.
70 gündür direnen Tekel işçisinin haklı mücadalesini görmeyen, 40 gazeteci cezaevlerine tutuklu yatarken susan, üniversitelerde göz göre göre kadrolaşma yaşanırken körleşen, ülke açıkça bir polis devleti haline gelirken işine geldiği için susan, herkes dinlenme korkusuyla yaşarken bundan utanmadan beslenenler bu millete kalkıp 'ezilmekten, horlanmaktan' bahsedemez.
Hele hele Hrant'ın öldürüleceğini bilip susan polisler aklandığında buna isyan edemeyen ikiyüzlüler 'öldürmeyen bir cumhuriyet' narası atamaz.
http://www.aksam.com.tr/2010/02/24/yazar/16435/serdar_akinan/yasasin_cumhuriyet_cokuyor_.html

Jamestown Vakfı'ndan Taraf'a
28 Aralık 2012



Ergun Babahan kendisine ait blog sayfasında Cevdet Akbay'ın attığı bir tweet'ten yol açıkarak Taraf yazarı Emre Uslu'nun ilişkilerini ve ilişki içerisinde olduğu kurumları yazdı:

Çarşamba akşam üzeri Cevdet Akbay'ın attığı tweet dikkatimi çekti. Emre Uslu'nun Jamestown Vakfı sitesinde yazdığı bir makaleden söz ediyordu. Siteye girdiğimde, kapatılmış olduğunu gördüm. Twitter'daki yoğun haberlemenin ardından site tekrar faaliyete geçti, isteyen girip Abdüllatif Şener ile ilgili makaleyi okuyabilir.

Ancak daha ilginç olan vakfın kendisi.

Wikileaks'in ingilizce versiyonunda, vakfın CIA bağlantılı olduğu vurgusu yapılıyor.

Amerika'da Savunma Bakanlığı, CIA gibi kuruluşların kendilerine yakın düşünce kuruluşları kurup desteklediği bilinir. Bu sayede hem farklı analiz yapabilirler, hem de kendi görüş ve çıkarları doğrultusunda kamuoyu oluşturmayı başarırlar.

Bu Vakıf, Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği üzerine uzmanlaşmış, Sovyet rejiminin çökmesinin ardından da Türkiye de dahil olmak üzere Kafkas bölgesine yönelmiş.

Emre Uslu işte Washington'da bu vakıfta çalışmış. Vakfın çizgisinin İsrail yanlısı neocon çizgide olması elbette muhafazakar bir akademisyenin tercihi açısından dikkat çekici.

Jamestown'daki çalışmalarını başarıyla tamamlayan Uslu'yu birden Taraf'ın yazarı olarak bulduk. Herhangi bir profesyonelin biraraya getiremeyeceği kimi isimleri ustaca biraraya getirmişti Taraf. Kim, nasıl buldu bu isimleri hala merak ederim açıkçası.

Burada ilginç olan Uslu'nun Jamesteown Vakfı'ndakine paralel bir anlayışı temsile devam etmesi. Özellikle de MİT konusunda.

İsrail eski Savunma Bakanı Ehud Barak'ın MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı İran'a bilgi sızdırmakla suçlamasının ardından bu yöndeki yayınlar doruğa çıktı. Uludere'den istihbaratın sağlamlığına kadar her alanda MİT boy hedefi haline geldi.

Açıkçası, bir istihbarat savaşının gazete sayfalarından sürdürülmesine tanıklık ettik böylece.

Gülen Camiası gibi çok geniş tabana yayılan, herkesimden insanı kucaklayan bir harekete sızmalar olması kaçınılmaz elbette. Herkes olup biteni yönlendirme veya bilgi alma çabasında olacaktır.

Benim anlayamadığım bu kadar kör gözüm parmağına yapılıyor olması.

Bavulların sırrı daha iyi anlaşılıyor sanki...
haber10

Atma Enişte... Seni de, Eşini de Biliriz!
www.acikistihbarat.com
06.02.2010

Chris Mason ; Oray Eğin'e yolladığı yazıda CIA ajanı olduğunu reddetmiş. Bu bizim buralarda; "JİTEM'ci değilim ama Jandarma'ya çalıştım" cümlesini hatırlatıyor.

Üzerinde çalıştıkları toplumları/grupları/kişileri sinir uçlarına kadar haritalandırıp, hizmet ettikleri istihbarat örgütlerine servis yapan akademisyen veya gazeteci kılıklılarının bu tarz saçmalıklarına karnımız tok.

İnsan; böyle bir yalanlama yapmadan önce en azından kendi CV'sindeki şu paragraftan utanır:

"While at the State Department, he worked closely with the intelligence community on a number of classified projects involving tribal mapping and the tribes of Afghanistan. He was considered the State Department's expert on the history, culture and ethnography of the country and served on the CIA's Pashtun Red Cell."

ABD istihbarat teşkilatları bünyesinde istihbaratçıdan çok başka alanlardaki profesyoneller çalışır. ABD'nin en kilit istihbarat örgütlerinden NSA aynı zamanda dünyanın en fazla matematikçi istihdam eden kurumlarından biridir. Chris Mason'ın akademik görüntülü çalışmalar yapması CIA'ye hizmet etmediği anlamına gelmez. Karısı Yasemin Çongar'ın "gazeteci" görüntülü çalışmalar yapması bir istihbarat örgütüne çalışmadığı anlamına gelmediği gibi.

Yalan söylemeden önce, acaba bir yerlerden bu yalanımı suratıma çarpacak bir belge (hem de ıslak imzalı!) çıkar mı diye düşüneceksin. Chris Mason da; Yasemin Çongar da bu kuralı unutmamalı.

Chris Mason'ın CIA akademisyenliğinin belgesi için tıklayın: http://www.acikistihbarat.com/dosyalar/yasemin-congarin-ciaci-esi-chris-masonin-cvsi.pdf
Açık İstihbarat

Sansürcü Demokrat Çongar, kendi geçmişini de sansürlüyorAçık İstihbarat Özel
10.02.2010

Yasemin Çongar'ın kocasının CIA ile bağlantılı kimliğinin deşifre edilmesi sonrasında , Akşam gazetesin nezdinde giriştiği sansür girişimlerini

"Küçükkaya ve Çongar'ın Sansür Kardeşliği"

başlıklı haberimizde ele almıştık.

Sansürcü demokrat Çongar, giriştiği bu "zarar kontrol" (damage control) çalışmaları çerçevesinde, ensestfil demokrat Ahmet Altan'ın kızı Sanem Altan aracılığı ile bir de röportaj vermişti. Babasının kızının çanak soruları üzerinden kocasının ne kadar da masum, ne kadar da muhalif bir akademisyen olduğunu anlatmaya çalışmıştı.

Vatan gazetesinde yayınlanan röportajda iki önemli ayrıntı gözden kaçtı

Ayrıntılardan bir tanesi Yasemin Çongar'ın CIA ve ajanlarına karşı dile getirdiği anaçlık duygusu...

Bakın ne diyor Çongar :

"Ama yapıyorlar, aldırmamak lazım, evde böcek çıkınca ne yaparız, ben öldürmem de, kağıt parçasıyla alıp, dışarı atarım, sonra da ellerimi yıkarım. Bana verdiği his bu. Ama diğer taraftan
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com