EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Nis 30, 2009 9:56 pm    Mesaj konusu: 'Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim' Alıntıyla Cevap Gönder

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-1-
Oğuz Gürses



Hürriyet’ten Ayşe Arman hayatında ilk defa okkalı bir röportaj yapmış...

İnsanların apışarası nahiyeleriyle yatak odası sırları üzerine konuşmaktan özel zevk aldığı bilinen Arman, bu röportajıyla “kedi kedi olalı ilk defa bir fare tutmuş” dedirtiyor herkese...

“Kocamı Fethullahçılara kaptırdım oğlumu asla vermeyeceğim!” başlığıyla Hürriyet’te yayınlanan(1) bu röportajdaki muhatabını kısaca şöyle anlatıyor Arman:

“Leyla T., New York'ta yaşayan 36 yaşında bir reklamcı. İstanbul'da halkla ilişkiler yaparken bir ressama aşık oluyor ve onun peşinden New York'a gidiyor. Evleniyorlar, bir de oğulları oluyor. Ama günün birinde peri masalı bir kabusa dönüşüyor...”

Leyla T’nin hikâyesi ise kendi ağzından kısaca şöyle:

“- Ben Leyla T. 12 yıldır Amerika'da yaşıyorum. 24 yaşındayken, New York'ta yaşayan bir Türk ressama âşık oldum. Annemlere "Amerika'ya tatile gidiyorum" dedim, İstanbul'daki hayatımı geride bıraktım ve buraya yerleştim. Kafa olarak mükemmeldi. Türkiye'de ya erkek arkadaşınız olur ya sevgiliniz. Bir türlü, ikisi aynı insanda birleşmez. Ben şanslıydım, hem en yakın arkadaşım hem sevgilimdi, gözüm kapalı geldim Kafa olarak mükemmeldi. Türkiye'de ya erkek arkadaşınız olur ya sevgiliniz. Bir türlü, ikisi aynı insanda birleşmez. Ben şanslıydım, hem en yakın arkadaşım hem sevgilimdi, gözüm kapalı geldim.”

Hemen evleniyorlar...
Sonrası...

Leyla T.’nin anlatımıyla şöyle:

“İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler enstelasyonlar... Rüya gibiydi her şey. Evliliğimizin 3. yılında bir de oğlumuz oldu. Ne kadar mutluyuz diyor, sürekli şükrediyordum ki kâbus başladı. Eşim 5 vakit namaz kılan bir adam oldu. Ramazanda içki içerdi, dinden uzak dururdu ama Fethullahçılarla tanışınca, inanılmaz bir değişim yaşadı. New York'ta yaşayan pek çok Türk, Fethullahçılardan rahatsız. Eşim dahil hepimiz, ‘Bunlar ne yapmaya çalışıyorlar? Neden kapı kapı dolaşıyorlar? Karşı bir dernek mi kursak? Öyle mi yapsak, böyle mi yapsak?’ derken; biri eşime, Sen savaş açtın ama bu insanları tanımıyorsun, gel bir gör!' demiş. Gidiş o gidiş. 1-3-5 derken, 'Çok iyi niyetli insanlar, ben yanılmışım' demeye başladı, toplantılarına düzenli gider oldu. Ruhunu dinlendiriyormuş, yoga yapıyor gibi hissediyormuş, bir tür meditasyonmuş, insanın kendi dinini öğrenmesinin nesi kötüymüş. Evin içinde Fethullah Gülen'in dergilerini, kitaplarını okuyor, DVD'lerini izliyor...”

Başlangıçta bir nevi “Lale Devri çocukları”ymışlar...

Hani, İmparatorluk çatır çatır çökerken “Varalım Göksu’ya bir alem-i ab eyleyelim” diyenlerin bugünkü versiyonu gibi...

***

Bir grup müslüman fedai, sömürgeci ABD İmparatorluğu’nu kendi ininde alnının çatısından vurarak cezalandırmış...

Paniğe kapılan “kâğıttan kaplan”, kendini ulaşılmaz kılan okyanuslarla çevrili müstahkem kalesinden çıkarak önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgale yeltenmiş...

Kadın-erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç, hasta sağlıklı milyonlarca müslümanı katletmiş, milyonlarcasını sakat bırakmış her iki ülkeyi de harabeye çevirmiş ama beklemediği çapta inançlı ve inatçı bir direnişle karşılaştığı için evdeki hesapların hiçbirinin bu çarşıya uymadığını; sömürgeciliğinin en etkin araçları olan dev bankalar, dev sigorta şirketleri ve dev sanayi ve ticaret şirketleri kumdan kaleler gibi devrilmeye başlayınca ancak anlayabildiğinden, çöküşü kaçınılmaz hale gelmiş...

ABD çökerken “globalleşme” adı altında kendine bağladığı bütün dünya devletlerini de zorunlu olarak beraberinde sürükleyeceğinden, global bir kaosun da kaçıılmaz hale geldiği tarihi anlarda..

Bu ülkenin en büyük gazetelerinden birinin röportajcısına Leyla T. bakın neler anlatıyor:

“Kendinizi benim yerime koyun, birlikte Soho'daki bütün barların altını üstüne getirdiğiniz adam, dünyanın en bohem adamı, Kuran'ı elinden düşürmüyor, 5 vakit namaz kılıyor ve "Allah için yapıyorum" diyor. Kafayı yiyecektim! Tamam ben de Allah'a inanıyorum ama ondaki bu 180 derecelik değişim beni korkuttu, öfkelendirdi, üzdü. Bir de kendimi aldatılmış hissettim, hayatını dinin esaslarına göre yönlendiren bir adam isteseydim, gider bir imamla evlenirdim.”

ABD’de her ay 600-700 bin kişi işsiz kalıyor... İşsiz kalanlar morgıç kredilerini ödeyemediği için evlerinden atılıyor...

Krizden önce sokakta yaşayan Amerikalı sayısı zaten 30-40 milyondu...

Krizden sonra bu rakam çığ gibi büyüyor...

Bütün şehirlerde uçsuz bucaksız çadır kentler oluşmuş...

İnsanlar 1 tas çorba için sosyal yardım kuruluşları önünde uzun kuyruklar oluşturuyor...

Leyla T. İse, Fetullahçıların tarumar ettiği hayatını nasıl toparlayabileceğini düşünüyor...

Kocasınından ümidi çoktan kesmiş...

Annelik içgüdüsüyle oğlunu kaptırmamanın/kurtarmanın derdine düşmüş...
Bu çok mu anormal?

Leyla T. açısından bakarsanız hayır...

Çünkü o, bunu bir anne olarak hayat memat meselesi yapmış...

Dünya bir tarafa oğlu bir tarafa...

Gözü başka bir şey görmüyor...

Zaten kendilerine üç kişilik minik bir dünya kurmuşlar...

“Rüyâ gibiydi” diyor ya...

Dünyadaki diğer insanların çoğu kan ağlarken...

"İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler enstelasyonlar(2)... Rüya gibiydi... Soho'daki bütün barların altını üstüne getir”erek vur patlasın-çal oynasın bohem bir hayatın bohem/entellektüel/hedonist zevklerinin ebediyyen süreceğini zannetmek...

Aslında rüyâ filan da değil; aptalca bir hayâl/varsayım...

Böyle bir hayâli/varsayımı işsizlik, parasızlık, kendisinden daha alımlı/işveli bir kadın, bir kaza veya başka herhangi bir belânın her an bir kâbusa kolaylıkla döndürebileceğini hiç hesap etmeden yaşayıp gitmenin neresi akıllıca?..

Nitekim bu aptalca hayâlini/ varsayımını Fetulahçılar bir fiske ile tam bir kâbusa döndürüvermişler...

***

Buraya kadar okuduklarınızdan, Leylâ T.’nin derdinin Kocasının çılgınca bir bohem hayatı terkederek Kur’an okumaya, namaz kılmaya Fetullahçı gazete ve dergileri okumaya, Fetullah’ın zehirli vaazlarını dinlemeye başladığı ve onu da kendisi gibi olmaya zorladığı veya günün birinde zorlamaya başlayacağını zannederek bu kadar isyan ettiğini düşünebilirsiniz...

Arman da öyle zannetttiği için bu minvalde sorular soruyor:

[- Sizden dini kurallarına uygun olarak yaşamanızı istedi mi?
-Yok hayır. Ama ruhen iki ayrı uca yuvarlandığımızı hissettim. Bana, "Sana asla kapan demem. Dinde zorlama yoktur. Benim görevim bunları sana anlatmak, ister yaparsın, ister yapmazsın!" diyordu. Bir de, vaaz veriyor yani! Bilmem ne suresinde bu yazıyormuş, bilmem ne suresinde şu yazıyormuş.
Arkadaşları peki? Onlar ne dedi?
-Acayip dalga geçtiler. Her gittiğimiz yerde "Aaa sen Fethullahçı olmuşsun!" dediler. "Ne alakası var! Ben Fethullahçı değilim. Dinle ilgili bilgiler veriyorlar, gidip öğreniyorum" dedi durdu.
Kaç zamandır aynı şekilde devam ediyor?
-3 sene oldu. Ben tabii ruhsal çöküntü yaşadım, depresyon tedavisi gördüm. Anlamını kaybetti her şey. Bana kalkıp, "Atatürk alfabeyi niye değiştirdi?" diyor, "Bütün devrimleri neden tepeden inme yaptı, halk hazır değildi." Sinir oluyorum. Çünkü evimde bu tür şeyleri tartışmak istemiyorum. Hala kızıyor bana, neden bu kadar tepki gösteriyormuşum, neden abartıyormuşum. Çok eğitimli tiplermiş...
Siz tanıştınız mı?
-Bir kısmıyla mecburen. Bizim oturduğumuz yerdeki derneğin ismi Tamef. 25 yaşlarında üniversite mezunu çocuklar çalışıyor. Hepsi eğitimli, İngilizceleri de çok iyi. Oğlum yaşındaki çocuklara yöneliyorlar...
Nasıl yani?
-Forma veriyorlar, futbol oynattırıyorlar, yaz kamplarına götürüyorlar. E tabii 9- 10 yaşındaki çocuklar bu tür faaliyetlere deliriyor. New York dışında, 15 gün orman içinde kamp. Çocuğun umurumda değil Fethullah'ın kampı olması, gitmek istiyor. Benim oğluma da kafayı taktılar. Formalar, eşofmanlar, çantalar. Kesinlikle "Hayır!" dedim.]


Görüldüğü gibi Leylâ T. çılgınca bohem/hedonist bir hayat hülyâsından da, böyle bir hayatı bir süre birlikte paylaştıkları sevdiği adamdan da ümidini kesmiş...

O artık yalnızca annelik içgüdüleriyle bütün dikkatini oğlunu korumaya/kurtarmaya yöneltmiş...

Çünkü o artık, sadece bir anne...

Oğlunun açık ve yakın bir tehlike ve tehdide maruz kaldığını yüreğinin derinliklerinde hisseden bir anne...

Bu röportajı okuyan bir çok laik, aynı şeyin kendi başına geleceği korkusunu yüreğinde hissederek “kadın haklı canım, insan, evlâdının göz göre göre çağdışı bir yaşama doğru kayması karşısında nasıl sessiz kalabilir?” diyecektir...

Bu röportajı okuyan bir çok Fetullahçı da “Bak hele orospuya, Allah’tan belânı mı istiyorsun? Kocan da oğlun da cehennemde yanmaktan kurtulacak... Kızıp köpüreceğine sen de onların yolundan gitsene” diyecektir...

Ama mesele bu kadar basit değil...

Dipnotlar:
1-) Hürriyet ,11 Nis 2009.
2-) Enstelasyon: 1- Modern sanatta büyük bir sanatsal düzenlemeye verilen ad. Yerinde sanat. Yerleştirme. 2-Yerleştirme sanatı olarak dünya genelinde kabul görmüş bir sanat aktivitesidir. Pek çoklarına göre klasik anlayışları kemiren bir gelişimdir. Ama bu sadece görüntüdedir. Zira enstalasyon sanatçıları, sanatsal duruş ve mesajlarını uzaktan değil, doğrudan doğruya eserin içinden hareket ederek sanatsever veya diğer ilgililere duyururlar. Yani bu hal, heykel ve mimari arasındaki kopmaz ilişki gibidir. Çünkü mimarî yapılar aslında içinde gezilebilen heykellerdir. Yerleştirme de seyircinin eserin içine girip gezebildiği bir sanat eseridir. Bu yönüyle çok değerlidir. (İtü Sözlük)


(devam edecek)

Kaynak Baran dergisi

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-2-
Oğuz Gürses




Evet mesele bu kadar basit değil...

Çünkü sözkonusu olan tekil bir ailevî problem değil...

Bu problemin benzerleri Türkiye’de onbinlerce ailede yaşanıyor...

Kimse bu devasa sosyal problemin nasıl çözülebileceğine dair kafa yormuyor, fikir üretmiyor, projeler geliştirmiyor...

Bunun yerine kulüp tutar gibi; bütünlüğünü kaybetmiş, çökmek/dağılmak üzere olan onbinlerce aile fertlerinin ayrılık sebepleri doğrultusunda kamplaşılıyor siyasî/sosyal tercihleri dolayısıyla yanında durulan aile fertleri desteklenirken, diğerleri suçlanıyor...

Böyle bir yaklaşım o aileleri kurtarmak, restore etmek, yeniden yapılandırmak gibi bir kaygı taşımadığından... Bıçak sırtındaki bu ailelerin çöküşlerini/dağılışlarını hızlandırıyor...

Önce şuna karar vermemiz gerekiyor...

Dağılmak üzere olan bu ailelerin fertlerinin yanında karşılıklı saf tutarken maksadımız ne?

Üzüm yemek mi?

Bağcı dövmek mi?

Bağcı dövmekse bu tutum maksada çok uygun...

Yok maksat üzüm yemekse...

Önce problemi anlamak, sonra problemin nereden/nelerden kaynaklandığını araştırmak ve sonra da makul bir çözüm bulmak üzere kafa yormak gerekeceği açık...

***

Günümüzde aileler maalesef “çekirdek aile” olarak isimlendirilen karı-koca-çocuk/çocuklardan oluşan dar/zayıf bir toplum birimidir...

Eskinin büyükana-büyükbabalarla birlikte teyzeler amcalar yengeler dayılar halalar, kuzenler ve yeğenlerle sair hısım ve akrabalardan oluşan “aile” kavramı Batı düşüncesinin sömürgeci menfaatleri doğrultusunda küçültüle küçültüle ve küçüldükçe eskiden kendi içinde kolaylıkla çözebildiği meselelerin çoğunu toplumun sırtına bindire bindire son sınırı olan “çekirdek aile”ye kadar gelip dayandı...

Sonrası içtimaî felâket/sosyal facia/topyekûn çöküş...

Böyle bir felaket yaşamamak için önce “çekirdek aile”lerdeki erozyonu durdurmak sonra da aileyi olması gereken genişlik/güç ve etkinliğe kavuşturmak için problem çözücü fikirler geliştirmek gerekmektedir...

New York’lu Kadın'ın siyasî bir amaca yönelik değil de sırf ailesinin çöküşünü engellemeye yönelik samimî sözleri -bizi incitip rahatsız etse bile- problemi anlamamıza yardımcı olması bakımından çok önemli...

***

Evlilik, bir aile kurma niyetiyle karşı cinsten iki kişinin bir araya gelerek bir sözleşme yapmasıyla başlar...

Bu sözleşme insanî/ferdi, içtimaî/sosyal ve hukukî çok yönlü bir akittir..
İnsanî olarak; taraflar birbirlerine saygı, sevgi ve güven duydukları için “ölüm kendilerini ayırana kadar, iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, gençlikte ve yaşlılıkta, zenginlikte ve yoksullukta, birbirlerine bağlı ve sadık kalcaklarına” söz vererek aynı evi, aynı yatağı paylaşmaya başlarlar...

Bu evlilikten doğan çocuklarının sorumluluğunu üstlenerek birlikte büyütürler.

Evlilik içtimaî/sosyal alana, o alanı kuvvetlendirip devamını sağlayan temel unsurlardan biri olarak yansır...

Hukuk bu sözleşmenin geçerliliğini kabul ederek, bu evlilikten doğan karşılıklı hak ve mükellefiyet/yükümlülüklerin yerine getirilmesinini denetleyerek teminat altına alır...

***.

“- Ben Leyla T. 12 yıldır Amerika'da yaşıyorum. 24 yaşındayken, New York'ta yaşayan bir Türk ressama âşık oldum. Annemlere "Amerika'ya tatile gidiyorum" dedim, İstanbul'daki hayatımı geride bıraktım ve buraya yerleştim.”

Bir kadın bir adamı görüyor... Aşık oluyor... Onun için ailesini de ülkesini terkedip çok uzaklardaki bir ülkeye gözünü kırpmadan yerleşiyor...
Evleniyorlar...

“Rüya gibi” bir hayatı paylaşmaya başlıyorlar...

3 sene öncesine kadar hayatları böyle devam ederken birdenbire Fetulahçılar “Fredy Krueger”(3) gibi hayatlarına girip kadının kocasını kafaya alıyorlar ve kadın için “kâbus” başlıyor...

Fetullahçılar Adamı kafaya aldıktan sonra çocuğa da göz dkip kuşatmaya alıyorlar...

Kadın “adamı kaptırdım bari çocuğu kurtarayım” diye çareler arıyor...

Neticede dağılmak üzere bir aile ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz...

Çökmüş bir paradigma etrafında “zor”la ayakta tutulmaya çalışılan bir toplumun üyeleri olduğumuz için bu aile faciası karşısında refleks olarak taraf oluyoruz...

Bir kısmımız kadına hak verip acım acım acırken, diğer bir kısmımızsa adama hak verip kadına köpürüyoruz...

Ama ortada bir de çocuk var...

Onu unutuveriyoruz...

Ailenin dağılmasının en büyük yükünü omuzlamak zorunda kalacak ve bu dağılmadan en büyük ruhi hasarı görecek olan çocuk kimsenin umurunda değil..

***
Adam baştan Fetullahçı olsaydı ve kadın bunu bile bile evlenseydi şimdi şikayet etmekte kesin olarak haksız olurdu...

Ya şimdi ne diyeceğiz bu kadına?

Adamsa eski hayat tarzının yanlış olduğunu anladığı için ondan vazgeçmiş...

Haksız mı?

Sırf evlendi diye, şimdi yanlış bulduğu bir hayat tarzını sürdürmeye kim veya ne onu mecbur edebilir?

Adama “dön kardeşim eski yaşam biçimine, karını da çocuğunu da üzme” diyebilir miyiz?

Peki gayet net olarak “Ondaki bu 180 derecelik değişim beni korkuttu, öfkelendirdi, üzdü. Bir de kendimi aldatılmış hissettim, hayatını dinin esaslarına göre yönlendiren bir adam isteseydim, gider bir imamla evlenirdim.” diyen bu kadına, “yap bir fedakârlık sen de Fetullahçı ol da bari aileni kurtar” demek uygun bir teklif olur mu?

“Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna” desek..
O çocuk ne olacak?

***
Röportaja dönelim:

[Tüm bu hikâyede sizi en çok rahatsız eden şey ne?
-Bakın, benim kocam camiye gitseydi ve caminin hocasından böyle bir eğitim alsaydı ondan nefret etmezdim, onu suçlamazdım. Ben Fethullahçıların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden dünyanın her yerinde okullar açıyorlar, neden küçücük çocukları topluyorlar, dini eğitim veriyorlar...
Okullarını gördünüz mü?
-Hayır ama o okullara devam edenleri gördüm. Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.]

Problemin kaynağını/başlangıç noktasını gösteren en önemli cümle şu: “Bakın, benim kocam camiye gitseydi ve caminin hocasından böyle bir eğitim alsaydı ondan nefret etmezdim, onu suçlamazdım.”

Kadın kocası dindarlaştığı için değil Fetullahçı olduğu için, üstelik de Fetullahçı olduğu süreçte “öyle olmamış/olmuyormuş” gibi yaparak kendisini kandırdığı için ondan nefret ettiğini açıkça ifade ediyor...

Çünkü Fetullahçılarla ilgili şüpheleri var: “Ben Fethullahçıların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden dünyanın her yerinde okullar açıyorlar, neden küçücük çocukları topluyorlar, dini eğitim veriyorlar..”.

Bu şüpheler haksız mı?

Kadın, Fetullahçıların okullarına giden çocuklarla ilgili olarak: “Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.” derken dört dörtlük bir tespit yapmıyor mu?

Bu tespiti yapan bir annenin, oğlunu”ziyan olmaktan” kurtarmaya çalışması tabiî değil mi?

Demek ki bu problemi çözebilmek için kaynağından, yani Fetullahçılıktan başlamak gerekiyor...

Dipnotlar:
3-) Elm Sokağı Kabusu adlı filmin korkunç karakteri Freddy Krueger, Robert Englund tarafından canlandırıldı. 1984 yılında korku filmlerinin başarılı yönetmeni Wes Craven tarafından çekilen filmde, rüyalarında Freddy Krueger tarafından öldürülmeye çalışılan insanların öyküleri anlatıyordu. Film ilgi görünce serinin devamı çekildi.


(devam edecek)

Kaynak: Baran dergisi

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-3-
Oğuz Gürses



Fetullahçılığı bakarken şu üç şeyi kesin olarak birbirinden ayırmak lâzım...

1-) Fetullah Gülen ve bir avuç sırdaşından oluşan ”menhus tavan”...

2-) Bu “Menhus tavan” ın “gerçek İslâm” olduğunu iddia ettiği Fetullahçılık (ki; A-BD emperyalizmi çıkarlarına göre siyonist/haham/papaz/ tezgâhlarında üretildikten sonra cicili bicili “yerli” ambalajlar içine konularak vitrinlere çıkarılmış muharref/tahrif edilmiş sahte İslâm’dır) ...

3-) Fetullahçılar/cemaat (Fetullahçılığı gerçek İslâm, Fetullah’ı da Mehdî/Velî/müceddit sanarak, ibadet vecdi/heyacanı/ihlâsı ile kendini Fetullahçılığa adayanlar topluluğu)=”masum taban”...

Bu ayırım yapılmadan Fetullahçılıkla mücadele edilmeye kalkılırsa, tam da Fetullahçılığın istediği reaksiyon verilmiş olur...

Çünkü, bu ayırım yapılmadan toptancı bir dille küfür ve hakaret dolu genellemeler de eklenerek yapılmaya çalışılan mücadele...

Fetullah’ı, (gadre uğradığı, haksızlığa/küfüre/hakarete maruz kaldığı halde; bütün bunları, “Allah rızası için” gözyaşları içinde sinesine çekerek, cevap vermeye dahi tenezzül etmeyen) “yüce bir şahsiyet”. haline getirir...

Fetullahçılığın “düşmanlarını bile seven, onları bile hoşgörü ile diyaloğa davet eden sevgi, feragat ve fedâkârlık dolu bir dinin çağımıza uygun tek yorumu” olarak sunulmasına çok büyük katkılar sağlar...

Böylece Fetullahçılığa samimi bir imanla bağlı Fetulahçıların da, ne kadar zor ve çileli ama doğru bir yolda yürüdüklerine dair inançları pekişerek kesinleşir/keskinleşir, safları daha da sıklaşır/sıkılaşır...

Fetullah ve dar çevresi/lider kadrosu ile Fetullahçılık da birbirine karıştırılmamalıdır...

Zira Fetullahçılık, AB-D emperyalizminin, “Yeni Dünya Düzeni” ismini verdiği, içinde yaşadığımız dünyayı yeraltı ve yerüstü bütün kaynaklarıyla birlikte ele geçirerek, bütün dünya insanlarını kendilerine tabi/itaatkâr köleler haline getirmenin son büyük hamlesi olarak, ince ince planlanan en büyük eşkiyalık projesinin, Fetullah ve dar çevresine taşeron olarak ihale edilen kısmının adıdır...

Fetullahçılık, İddia edildiği veya zannedildiği gibi bütün marifeti kıyamete kadar hükmü baki olan bir dinin temel kaynaklarındaki bir kısım ezber bilgiyi konjonktüre göre eğip bükerek anlatmak ve istediği zaman salya sümük ağlamaktan ibaret köylü kurnazı bir TC emekli vaizinin cürmünü de, cismini de, çapını da aşan çok büyük bir işin, çok önemli bir ayağıdır ve bu işin gerçek patronu AB-D emperyalizmidir...

Yani Fetullahçılıkla mücadeleyi Fetullah ve dar çevresi ile ve/veya onları adam zanneden masum tavanla mücadele edilerek hakkından gelinebilecek bir iş olarak algılamak bu konuda yapılacak yanlışların en büyüklerinden biri olur...

İşin doğrusu Fetullahçılıkla mücadeleyi AB-D emperyalizmiyle yapılan/yapılması gereken topyekûn savaşın önemli bir parçası olarak algılamak ve ona göre strateji ve taktikler oluşturmaktır...

***

Bir tek misâl..

Geçmişi bir kenara bırakalım...

Son 15 yılda, AB-D Emperyalizmi Afganistan ve Irak’ı işgal ederek çoluk çocuk, kadın erkek, asker sivil, yaşlı genç milyonlarca müslümanı silahları ve ambargoları ile canavarca katlederken, sakat bırakırken her türlü iğrenç işkencelere tabi tutarken, İsrail’in Filistin halkına göstere göstere bir soykırım uygularken...

Bu köylü kurnazı emekli TC vaizinin ağzından kaatillere, işgalcilere, işkeneccilere karşı bir tek net cümle duyan...

Soykırıma ve binbir çeşit zulme uğramış Ümmet’in, hiç olmazsa masum çocukları, kadınları ve yaşlıları için bir tek damla gözyaşı döktüğünü gören...

Var mı?

Peki ya Irak Devlet başkanı Şehid Saddam Hüseyin, İsrail’e füze atacak diye, Yahudi çocuklar için üzüntüden kimin gözlerinin tüllendiğini unutabilen..

Var mı?

Müslümanlara karşı bu kadar hissiz/merhametsiz/duyarsız olan bu adam mı...

“Mehdi”..

“Velî”...

“Müceddit”...

“Yüce/bilge insan”?

Ama siz inanmasanız da, onun öyle olduğuna inanan onbinlerce insan var...

Bu saçma durumun izahını New York’lu kadın –işin farkına varmasa da- gayet açık/herkesin anlayabileceği bir misâlle bakın nasıl yapıyor:

“Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.”

Beyni alınmış gibi... Herkesin elini öpmeye çalışan... Her gördüğü sarıklıyı mehdi, velî müceddit zanneden tuhaf insanlar...

Sanki insan değil makineler...

İşte budur...

***

Bizim vicdanımız rahat...

Çünkü biz, Taraf dergisinden bu yana yaklaşık 20 yıldır bu adamın İslâmî misyona sahip bir lider değil, bir sahtekâr olduğunu haykırıp duruyoruz...

“Gerçek İslâm”ın yeni çağdaki, dil ve anlayış mihrakı olan İbda Fikriyatı mihengine vurulduğunda Fetullah’ın ve Fetullahçılığın ne olduğunu anlamak bizim için kolay olmasına karşılık; bizim dışımızdaki bütün İslâmî grup/cemaat/yapılanmalarda yakın zamanlara kadar hoşgörü ve himaye ile karşılanmasına duyduğumuz öfke ile zaman zaman sapla samanı birbirine karıştırmış olsak da, yukarıda belirttiğimiz ayırımı yapmayarak toptancı ve çok ağır hakaretamiz dil ve üsluplar kullanmış olsak da...

Kimse bizim bu tehlikeye, ta başından beri dikkat çektiğimizi inkâr edemez...

Arşivler ortada duruyor...

Dileyen gider bakar...

Yukarıda gördüğünüz Baran dergisi kapağı bile, tek başına, bu konuda çok şeyi ifade etmiyor mu?

O yüzden, 20 yıldır bu yayın çizgisinde yazılanları burada tekrar etmek yerine iki kısa iktibas yapalım...

***
Serdar Turgut’tan:

[ Fethullah Gülen cemaati o dönemde sıradan insanlara sahip çıkarak hem bizim modernleşmemizin sonucu olan büyük bir problemin patlamasını engelledi hem de cumhuriyetin oluşum biçimi nedeniyle yabancılaşmış olan insanların daha radikal fikirlere itilmelerini önleyici oldu. / (..)/ Bu açıdan bakarsanız ben cemaatte bir tehdit algılaması görmediğim gibi, yani Genelkurmay Başkanı'nın yaptığı tespite katılamıyorum. Aksine cemaatin varlığını bir güvence olarak görüyorum. Cemaat bir dönemden diğerine sancısız geçişi yani bir anlamda Türk modernleşmesinin sürekliliğini sağlamıştır./ (..)/Bu süreci, kuruluş felsefesi ve ekonomik zaruretler ile halkın değerlerinden koparak modernleşme sürecini başlatmış olan devletin tek başına başarması mümkün değildir. Cematin devlete yardımcı olması ihtimali vardır.] (4)

M. Şevket Eygi’den:

[ “Haçlılar, kriptolar, İslâm düşmanları şimdi yeni bir planı uygulamaya koymuşlardır.
Türkiye'ye İslâm gelecektir ama gerçek İslâm değil, onların istediği İslâm gelecektir.
Hattâ, Müslümanların başına bir Halife de geçirmeyi tasarlamaktadırlar. Kendilerinin istediği, kendilerine hizmet edecek fantoş bir halife.
İstedikleri İslâm nedir?
1. Fazlurrahman İslâm'ı. Bu konuda en büyük çalışmayı ve propagandayı Ankara Ekolü yapmaktadır.
2. Diyalog İslâm'ı.
3. Light, evcil, ılımlı, sulandırılmış İslâm.
4. Fıkıhsız, şeriatsız, mezhepsiz; beşerî bir ideoloji veya hümanizma haline dönüştürülmüş içi boş yeni bir İslâm.
5. Cihadsız bir İslâm.
6. Protestanlaştırılmış bir İslâm.
Tek cümle ile Siyonistlere, haçlılara, emperyalistlere, iç ve dış sömürgecilere zarar veremeyecek, aksine onların yararına çalışacak bir İslâm.
Maalesef bazı İslâmcılar bunları kabul etmişlerdir.]
(5)

****

“Yeni Dünya düzeni” insanoğlunun bugüne kadar gördüğü en kapsamlı, en şeytanî, en kirli projelerinden biri...

Belki de en büyüğü...

Hani kitaplarda “ahir zaman fitnesi” olarak geçen...

Ümmetin 1400 yıldır dehşetinden, şerrinden korunması için dualarında anmadan geçemediği büyük fitne...

Şeytan’ın son büyük fitnesi: “Deccaliyet”...

Acep bu mudur?

(devam edecek)

Dipnotlar:

4-) Serdar Turgut; “Cemaat cumhuriyetin sonucudur ve sorunlarının da çözümüdür” başlıklı makale, Akşam gazetesi, İstanbul.
5-) Mehmet Şevket Eygi’, “Ilımlı İslâm Tuzağı” başlıklı makale”, 14/04/2009, Millî Gazete, İstanbul


Kaynak: Baran dergisi

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-4-Oğuz Gürses



“Yeni Dünya düzeni”, Şeytan’ın son büyük fitnesi olan “Deccaliyet”se...

Onun önemli bir ayağı olan Fetullah ve Fetullahçlığın, “gerçek İslâm”ın tam zıddını temsil ettiği de bir hakikat olur...

O Zaman da, New York’lu Kadın’ın, kocasını Fetullahçılara kaptırdığı için üzülürken de, oğlunu onlara kaptırmamak için direnirken de, -işin aslının farkında olmasa da- kötü bir şey yapmadığı ortaya çıkar...

***
“Hani insan,’Ya çocuğumun uyuşturucu kullanan arkadaşları olursa, çocuğuma musallat olurlarsa’ diye korkar ya, benimki de o hesap. Resmen uyuşturucudan beterler. Eve telefon açıyorlar, ‘Leyla Hanım, bilmem nerede kurban kesilecek, bize yardım etmek ister misiniz?’ diyorlar. ‘Hayır!’ diyorum, ‘Bize katılmak ister misiniz, hayır işi yapacağız?’ ‘Hayır’ diyorum, ‘Niye öyle diyorsunuz, gelin tanışalım, sizi ağırlayalım, bizi yakından tanıyın’ diyorlar. Yine ‘Hayır!’ diyorum. İnanılmaz yüzsüzler, hiç yılmıyorlar. Sinir bozucu olan da şu: Hep terbiye sınırındalar. Ama ben onlarla savaşacağım. Kocamı Fethullahçılara kaptırdım, oğlumu asla vermeyeceğim!” diye konuşuyor New York’lu Kadın ama...

Şunları bilmiyor...

Bir proje ne kadar büyükse, taşeron sayısı da o kadar fazladır...

O yüzden de Fetullah da, Fetulahçılık da, Fetullahçılar da tek değil...

Her ne kadar Fetullah bu projenin “dinci kanat”ının” ana taşeronu ise de...

O’nun yanında kendisine iş ihale edilmiş irili ufaklı alt teşeronlar da oldukça çoktur...

“Dinci kanat”ta AKP’sinden, DİB’ine...

Mezhepsizlik fitnesini yaygınlaştırmaya çalışanından, Sünnî memlekette Şia propagandası yapanına...

Mealcisinden, müteşeyyih/sahte şeyhine...

Çakma sofisinden, “çıplak/çapkın uyarıcı”sına kadar çok sayıda sapık taşeron...

“Yeni Dünya Düzeni”nin önündeki son müstahkem kale olan “Ehl-i Sünnet-Gerçek İslâm” kalesini yerle bir etmek için gece gündüz harıl harıl çalışmaktadır.

Bunların adı Fetullah ve sapık yollarının adı Fetullahçılık olmasa bile...

Fetullah ve Fetullahçılıkla aynı misyonu ifa ettikleri açık...

Bu misyonu ifa ederken de, böyle bir hali içlerine sindiremeyen bir çok namuslu-dürüst-vatansever insanın dinden, imandan, İslâm’dan nefret etmesini sağlayarak “karşı taraf”a yeni “eleman”lar sağlanmasına yardımcı oluyorlar... Veya “doğru yol”da yürüyenlerin zihinlerini bulandırarak pusulalarını şaşırtarak yoldan çıkarıyorlar...
***
Bir de onların “karşı taraf”taki simetrikleri/izdüşümleri/gölgeleri var...

New York’lu Kadın bunları da bilmiyor...

“Yeni Dünya Düzenin”in “dinsiz-laik kanat”ında olanlar...

Kendilerine “Liberal,-solcu-ateist-laik-çağdaş-ilerici-Atatürkçü/Kemalist-ilerici” etiketlerinden herhangi birini yapıştırdıktan sonra..

Dünyada ve ülkede başka dert yokmuş gibi...

Kafadan “Gerçek İslâm”a ve onun sembollerine/değerlerine/temel prensiplerine saldıranından... Fetullahçılığı veya onun “dinci” türevlerini bahane ederek “Gerçek İslâm”a olan kinlerini bu yolla sinsice kusanına kadar...

Yüzlerce renk ve tonda yüzlerce isim-cisim adı altında, tek müştereklikleri bu ülkenin dinine imanına, Allah’ına, Peygamberine, mezhebine meşrebine ibadetine, örtüsüne/türbanına, ahlâkına, kültürüne, örfüne adetine, giyim kuşamına dili ve edebiyatına kısaca “hayat tarzı”na ölümüne düşmanlıktan ibaret olan...

“Yeni Dünya düzeni”nin “dinsiz-laik kanat” taşeronları da aslında, bu saldırgan halleriyle halkı dinî alanda Fetullahçılığın siyasî alanda AKP’nin kucağına ittiklerinin pekâla farkındadırlar...

Yoksa 28 Şubat gibi, 1000 yıl sürecek “mutlu bir dinsizlik dönemi” müjdecisi olarak tankları sokaklara sürenlerin bu eyleminden...

AKP gibi bir “Yeni Dünya Düzeni”nin taşeronu “dinci” iktidar/eşbaşkanlık/stratejik ortaklık doğabilir miydi?..

Ve o karambolde kendini ABD’nin kanatları altına atan, köylü kurnazı ,ezberci, bir küçük emekli TC vaizi; dünyanın en büyük melanet örgütlerinden birinin başı haline nasıl gelirdi?

Görünen o ki; bunlara, karşılıklı olarak “kötü adam” lık rolleri de ihale edilmiş...

Birbirlerine karşı Tecavüzcü Coşkun ve avenesi fonksiyonu da ifa ediyorlar.....

Hani her filmin sonunda seyircilerin alkışları arasında, “esas oğlan” tarafından yakalanıp eşşek sudan gelinceye kadar sopa yiyenler... Kurşunlananlar... Veya filmin ancak son karalerinde ortaya çıkan gerçek polislerin, kelepçeleyerek kodese tıktığı kötü adamlar gibi...

Baksanıza...

Adları Fetullah, işlerinin Adı Fetullahçılık, kendilerine verilen ad da Fetulahçılar değil...

Kendilerinin İslâm’la, imanla, Allah’la, Kitap’la, Peygamber’le ve müminlerle hiçbir bağ ve bağlantıları da yok... Hatta çoğu bunların hepsine de düşman ...

Ama Fetullah’a ve Fetullahçılığa ve AKP’ye en büyük katkıyı onlar sağlıyor... İnsanları Fetullahçılığın ve AKP’nin kucağına onlar düşürüyor... Fetullah’ı ve Fetullahçılığı ve AKP’yi onlar meşrulaştırıyor: Halkı denize iterek, bu yılanlara mecburen sıkı sıkı sarılmalarını temin ediyorlar...

Bunlar gerçek “Liberal,-solcu-ateist-laik-Kemalist” filan değiller; sadece etiketlerinde öyle yazıyor...

Meselâ CHP, Hürriyet gazetesi ve Cumhuriyet gazetesi gerçekten ne?

Solcu mu? Sosyal demokrat mı? Demokrat mı? Ateist mi? Laik mi? Faşist mi? Kemalist mi? Cumhuriyetçi mi? Miliyetçi mi? Halkçı mı? İlerici mi? Çağdaş mı? Devrimci mi? Liberal mi?

Ne?

Konjonktürel olarak emperyalizmin çıkarları hangi kılığa girmelerini gerektiriyorsa o...

Zaten bir partinin, bir gazetenin, bir kişinin, bir kurumun yukarıdakilerin hepsini birden aynı anda olması mümkün mü?

“Yeni dünya düzeni"nin “dinci kanat”ının dinle, imanla ilgisi nasıl göstermelikse, bunların da etiketlerinde adları yazılı fikir, felsefe ekolü, ideoloji,/dünya görüşüyle ile gerçek bir bağ ve bağlantıları yok...

Bu etiketleriyle, AB-D emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” senaryosunda kendilerine düşen figüratif rollerini oynuyorlar... Senaryoda kendilerine hangi rol düşmüşşe, o rolün kılığına giriyorlar...

New York’lu Kadın’ın işin bu tarafını farkedemediği için, kocasını Fetullahçılara kaptırmanın öfkesiyle oğlunu da muhtemelen Fetullahçılığın öbür yüzü olan ÇYDD’lere ÇEV’lere SEV’lere kaptıracak ve muhtemelen onlar için “Ben bunların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden ülkenin her yerinde Ataevleri açıyorlar?Bu evlerde niçin kız ve erkekleri birarada yaşamaya zorluyorlar? Neden özellikle alevî, ateist ve Kürt ailelerin çocuklarına burs veriyorlar?, Neden özellikle küçücük çocukları, gençleri topluyorlar? Neden bir yandan kuduz bir İslâm düşmanlığı yaparken, öte yandan Hristiyan misyonerliği yapıyorlar?. Bu kadar parayı nereden buluyorlar?. AB, ABD ve kiliseler bunlara niçin para yardımı yapıyor” diye sorular sormayacak..

Onun yerine “bunlar ne iyi insanlar, melek gibiler” diye düşünüp çok sevdiği oğlunu kendi eliyle Fetullahçıların “dinsiz-laik kanat”ına teslim edecek...

Muhtemelen “Ben kimim ki; Laik-çağdaş-batıcı-AB-D’ci Hürriyet gazetesi benim söylediklerime sayfalarında yer veriyor?” diye de... “Haydi Hürriyet bunu yaptı diyelim: peki aynı röportajı Zaman gazetesi virgülüne dokunmadan niçin aynen iktibas ediyor?” diye de sormayacak...

Halbuki bu iki soruyu sorabilse, sadece bu soruların cevabı bile, Hürriyet’le Zaman’ın, aslında aynı kumpasın değişik maskeler takmış oyuncuları olduğunu ona kabak gibi/apaçık gösterebilirdi...

***

Kumpas çok büyük ve çok karmaşık... Anlaşılması ve aşılması kolay değil...

Baran dergisi bu yüzden “her kesimin samimilerine”, samimî olarak el uazatıyor...

Sayfalarını açıyor...

Tam bağımsız bir ülkede, özgür ve başı dik yaşayabilmek için ihtiyacımız olan “AB-D emperyalizmi ve onun taşeronlarıyla mücadelede millî birliğin” ancak böyle sağlanabileceğini gördüğü için...

New York’lu Kadın farkında değil ama; kendisinin de, kocasının da oğlunun da bir tek kurtuluş şansı var: Bu mücadeleden samimîlerin galip çıkması..

Kaynak: Baran dergisi


En son Ekim tarafından Cmt Oca 05, 2013 6:01 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum May 08, 2009 10:50 pm    Mesaj konusu: FETULLAH GÜLEN'E SORDU:BiZi NiYE KANDIRDINIZ? Alıntıyla Cevap Gönder

FETHULLAH GÜLEN'E AÇIK MEKTUP
Ahmet Özcan
6 Haziran 2010


Muhterem hocam,

Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye destanı’nda Kartallı Kazım’ın dramatik öyküsünü anlatır. Milli Mücadeleye katılmıştır Kartallı bahçıvan Kazım, sıradan biridir. Ona bir gün görev verilir, Bir İngiliz ajanını vuracaktır. Kazım, yüreklidir, inanmıştır, kendini feda etmeye hazırdır. Ama adam öldürmek…İşte bu zordur. Ama görev kesindir, Kazım zorda olsa öldürür ajanı.

Nazım o güzel dizeleriyle anlatır bunu..

“…Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...”

Muhterem hocam, Nazım Hikmet, bu dizeleriyle şunu anlatır bize, Öyle günler olur ki; tarlasında çalışan karıncayı bile incitmemiş sıradan bir insan adam öldürür. Ardından dava bitince döner tarlasına. Kaldığı yerden devam eder hayatına..dava adamlığı budur. Ne çiftlik sahibi kılar ne apartıman. Ve yıllar sonra mehtaba bakıp oturup ağlamaz ben ne yaptım diye. Çünkü onun davası çok büyüktür. Öldürdüğü kişi bir ‘adam’, yaptığı ise ‘katillik’ değildir zira.

Rahmetli annem anlatırdı, çocukken Ramazan aylarında Hasankale’ye köye giderlermiş. Orada muhterem pederinizin sohbetlerini dinlemiş birkaç defa. Hayal meyal hatırlardı. Sizinde aynı yaşlarda küçük bir çocuk olarak babanızın dizi dibinde, o anlatırken sessizce ağladığınızı söylerdi. Hafızası bu sahneyi hiç unutmamıştı.

Geçen gün fatih camiinde şehit cenazelerimizi kaldırırken bir yaşlı kadın ilişti gözüme. Kenara bir köşeye çökmüş, sessizce ağlıyordu. Kalabalıklarla, sloganlarla, nutuklarla hiç ilgilenmiyordu. Gözlerini sadece ayyıldızlı, kelimeitevhidli ve Filistinli bayraklarla sarılmış o güzel tabutlara dikmişti. Baktım o yaşlı, yoksul ve yorgun yüzüne, hiçbir yıkılmışlık yoktu, mağduriyet ve perişanlıktan eser yoktu. Son derece mağrur bir hüzündü gözyaşlarından akan. Peki niye ağlıyor acaba diye düşündüm. Bu onurlu ve cesur yüz, bu başı dik kartal gözler neden yaş döküyor?

Dün son şehidimizi uğurlarken gelen bir telefon sizin açıklamanızdan bahsetti. Daha ilk cümleleri duyarken aklıma bu soru geldi tekrar. Ve devamını dinlemeden kendi kendime konuşmaya başladım. O güzel yaşlı annemiz kaderimize ağlıyordu. Değiştirmek için çaba gösterdiğimiz yüz yıllık esaretimize göz yaşı döküyordu. Rehinelerimizi ve cesetlerimizi 24 saat içinde alabilmeyi zafer addedecek kadar derin bir rehine ilişkileri ağının kaderimiz olmasına ağlıyordu. Sandalyeyle İsrail komandosu kovalayıp altına kaçırtan O güzel çocukların, o 19 yaşındaki Furkan’ın cesaretinin ve kararlılığının devletimizde, ordumuzda, büyüklerimizde, ulu şahsiyetlerimizde neden olmadığını kavrayamayışına ağlıyordu. Bu cehaletinin kendi suçu olabilme ihtimaline ağlıyordu. Sizin 10 yaşından beri ağlayan gözlerinizin bu şehitler için ağlayamama ihtimaline ağlıyordu.

Diyorum ki hocam, şu kahpe saldırı vallahi büyük bir rahmet bizim için. Çok yönlü bir muhasebe ve büyük bir değişim için hepimizi test eden kritik bir imtihan. Devleti, Arap rejimlerini, batıyı, milletimizin farklı unsurlarını, batı ve doğu halklarını, sıradan Yahudileri, hristiyanları, diğer inançtan toplumları yani tüm insanlığı bir elekten geçirecek bu süreç. Hepimiz bir birimize hesap vereceğiz Allahtan önce.

Ve diyorum ki hocam, bu iş sandığımızdan da büyük. Bu esaret, bu rehine ilişkileri, bu küresel tezgah, bildiklerimizin de ötesinde çok girift kurgulanmış…

Ama sorun şu hocam, bazılarımız diyor ki, ‘gerçek bu kardeşim, bunu kabul edelim, gerçekçi olalım. rasyonel olalım. Hamasete, taşkınlığa, otoritelere kafa tutmaya kalkmayalım. Var olan gerçeklik içerisinde çok uzun vadeli, sessiz, derinden gidelim. Önemli köşeleri tutalım. Adamlarımızı her yere yerleştirelim. O büyük güne kadar karda yürüyüp iz belli etmeyelim, bazılarımız farklı kılıklara bürünsün, düşmanı şaşırtsın, onlara benzesin, bazılarımız o güne kadar hep düşmandan yana görünsün. Böyle böyle çalışalım. Hatta diğerleri gibi küçük değil büyük düşünelim. Şu Osmanlı haritası bile bize dar gelsin. Bizzat dünyanın merkezini ele geçirelim. Ama yavaş, sakin, sessiz ve derinden….böyle diyorlar hocam.

Başka bazıları da bunlara çok kızıyor. Takiyeyle iman yan yana durmaz diyor. Takiye bir süre sonra yol olur diyor. Kimlik ve kişilik olur diyor. Rehineler düşman askerlerin arasına sızarak kurtarılmaz diyor. Ağlamadan, dillerimiz dolaşmadan, şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı konuşalım diyor. Ruhumuzun içine kar yağar anamızdan doğduğumuz geceden beri diyor. heybemizi emektar makinalara yükleriz fikirlerimizi tıfıl vinçlere diyor biz koşu bittikten sonrada koşan atlarız diyor..diyor da diyor..

Ben de acizane diyorum ki hocam, insan neye inanıyorsa odur. Düşmanın gücüne inanıyorsan düşmanın güçlüdür. Kendi zayıflığından eminsen zayıfsındır. Rehin olduğunu düşünüyorsan rehin, aciz olduğunu söylüyorsan acizsindir.

Ve diyorum ki hocam, çok çok büyük hedefler, çok çok önemli amaçlar, çok çok gizli niyetler, çok çok derin yürüyüşler…çok çok açık yalanların çok çok utanmazca söylenmiş kılıflarından ibarettir. Kendimizi kandırmayalım güzel kardeşlerim, çocuklarımızı da zehirlemeyelim diyorum. Hayat, yaptığımız bilinçli tercihlerden ibarettir. Kimimiz açık, cesur ve net konuşur, kimimiz haindir, kalleştir, işbirlikçidir ve bunu saklamayı yol edinmiştir. Bazılarımız tüccar karakterlidir hayatı bir pazarlık ve kazanma-kaybetme oyunu olarak görür, bazılarımız asker ruhludur her şeye yenme-yenilme savaşı olarak bakar. Bir kısmımız sanatçı ruhludur güzel ve çirkini ayırt etmekle geçer hayatı, bir kısmımız köledir efendisinden aferin almaktır tüm gayreti..diyorum.

İster 6 milyar insan, ister 200 devlet, ister binlerce kavim, onlarca din ,yüzlerce mezhep olalım, insanın sadece iki yolu vardır diyorum hocam, ya adamdır ya değil…Allah, yani, o İsrail askerlerinin de Allahı olan, o sizin yanınıza da gelen veya haber gönderen askerlerin de, o Irak’ta, Afganistan’da çocukları bombalayan askerlerinde, o Auswictte Yahudi yakan askerlerinde Allah’ı olan mutlak irade, diyor ki hocam, “dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, asıl hayat ebedi olanıdır.” Ve diyor ki hocam, onları çok güçlü ve yenilmez sanırsın, oysa onların düzeni bir örümcek ağı gibidir. Ve diyor ki hocam, Allahtan başka korkulacak, itaat edilecek, saygı duyulacak, güvenilecek ve inanılacak ciddi bir şey yoktur.sakın yolunuzu şaşırmayın, kendiniz seçilmiş zannedip başkalarına iftira atmayın, aşağılamayın, dışlamayın yani Yahudileşmeyin.

Son olarak muhterem hocam, diyorlar ki Fethullah Gülen Hocaefendi hazretleri, şöyle böyle demiş..Savaş halinde düşmanın işine yarayacak laflar etmiş. Tek vücut olmuş insanları bölecek, parçalayacak, eylem sahipleri hakkında istifham yaratıp kafaları bulandıracak sözler söylemiş, o büyük amaçları için o dünyayı kurtarmak için yaptığı faaliyetler uğruna Türkiyeyi ve Arap dünyasını feda etmiş. İlerde bir gün kendisinin bu derin vizyonunu anlayıp affederler ümidiyle bugünü hiçe saymış..

Onlara dedim ki hocam, annemin uzaktan da olsa çocukluk hatırası olan bu muhterem hocam, böyle bir şey yapmamıştır. Maksadı bu değildir, onun piri Kürd Said, benim pirim olan Kuşçubaşı Eşrefin adamıdır. Onun faaliyetleri doğunun haysiyet davasının büyük örgütü olan Teşkilatı Mahsusa’nın devamıdır. Onun, ince ruhu düşmana prim vermez. O zeki irade, yıkılmakta olana selam göndermez. O kararlı ve inanmış dava adamı yolunu şaşırıp takiyeyi yol edinmez.

Bana çok kızdılar hocam. Yanlık düşünüyorsun dediler. Zaten kaç gündür hep yanlış bakıyorsun deyip durmaktalar. Ne olursun hocam, beni aydınlatınız. Biz kartallı kazım soyundanız hocam, ne yaparsak taştan bir kalple değil, namuslu bir yürekle yaparız. Sonra bahçemizde işimize döneriz. Bu kafayla ne çiftlik sahibi olacağız ne apartıman, bari kalplerimizi rahatlat hocam..şakirtlerini de aydınlat, onlara da söyle, de ki, bir kez olsun kendi aklınızla kendi kalbinizle düşünün. Bir kez olsun haysiyetiniz hizmetlerinizin önüne geçsin, bir kez olsun insan gibi davranın, bir kez olsun robotluğu bırakıp canlı varlık tepkileri verin. Ben kendimden sorumluyum sizde kendinizden. ben fareli köy kavalcısı sizde fare değilsiniz. Bir defada olsa şahsiyetlerinizle kendi başınıza yüreğinizin götürdüğü yere gidin.

Sevgili hocam, sizden bir cevap istiyorum. Beni o cenazedeki yaşlı annemiz gibi ağlatmayın. Ben de sizin gibi çok hassas bir insanım. Nolursunuz hocam bir cevap verin. I.Meşrutiyet kavgasında Fuad Paşa’nın Namık kemal için, “onu bir ağacın dalına asıp altında ağlamak istiyorum” dediği gibi, sizde İHH’cıları asıp altında ağlamak istiyorsanız söyleyin o zaman, o yaşlı annemizi de alıp gelelim pensilvanyadaki çiftliğinizde bir ağacın altına oturup hep birlikte bu zalim kaderimize ağlayalım.Rehineleri kurtarmak yerine kendi esaretimizin yasını tutalım.

Ellerinizden öper, hürmet ederim hocam..

ahmetozcan1@yahoo.com
haber10

08 Mayıs 2009 Cuma
FETULLAH GÜLEN'E SORDU:BİZİ NİYE KANDIRDINIZ?

Bir süre önce Zaman gazetesinden ayrılıp Gazete Haberturk'e transfer olan Nihal B. Karaca, 'Gülen Cemaati'nin sözcüsü' konumundaki Hüseyin Gülerce'nin Star gazetesinden Fadime Özkan'a verdiği röportaja cevap verdi. "Sistem içi bülten" dediği Zaman gazetesinden ayrılan Karaca, artık 'cemaatle' organik bir bağı kalmadığından olsa gerek, Fethullah Gülen'in 'Başörtüsü füruattır' şeklindeki fetvasına gecikmeli de olsa bu röportaj üzerinden cevap verdi. "Ben 'şimdilik kendini kurtarmış' gibi olabilirim, bir kaç türbanlı 'bakan karısı' olarak yırtmış olabilir. Peki o zaman bu kadar türbanlı geç kız sormaz mı? Madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi?"

İşte Nihal B. Karaca'nın hem cemaati, hem de Zaman gazetesini Hedef alan sözleri...

GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı Başkanı Hüseyin Gülerce, Star gazetesinden Fadime Özkan'a Gülen hareketi ile ilgili bir beyanat vermiş. Oldukça tatmin edici bir beyanat. Gülerce, ABD'de ikamet eden Gülen Hoca'nın nasıl yaşadığı, ne zaman döneceği, Ergenekon davası, Türkiye'deki demokratikleşme zemini ve Gülen'in bu zemine kattığı artılar, Gülen'in eğitim hayatına ve Türkçe'yi bir dünya dili yapma çabasına ilişkin hasbi çabaları konusunda bir hayli bilgi veriyor.

Gülen'e duyduğu sevgiyi gayet samimi ifadelerle anlattığı bölüm, özellikle çarpıcı. Gülen'i yakından tanımayanlara ve sempati duymayanlara, "Ne buluyorlar bu adamda hiç anlamıyorum" diyenlere, "Hayatta her şeyi anlamak zorunda değilsiniz" gibi bir cevap oluyor o sevgi.

SİSTEM İÇİ BÜLTEN

Aynı zamanda bir tabuyu yıkıyor. Gülen'i sevmenin neredeyse suç olduğu, Gülen'e sempati beslemenin ayıplanır bir şey haline geldiği bir ülkede, çok az kimse sevgisini bu kadar samimi ve bu kadar gerçekçi bir tonlama ile aktarmayı başarabilmiştir. Sistem içi bültenden değil, geniş bir kitlenin okuduğu Star gazetesinden bahsediyoruz çünkü. "Herkes görecek, hiiii" endişesi taşımadan, eteğinde taş saklamadan konuştuğu için takdir ediyoruz.

"BU KENDİMİ TUTMUŞ HALİMDİR"

Ama bu takdirin bir sınırı var. O sınır, başörtülü kadınların "kendilerini aldatılmış hissettiği" yerde başlıyor. Bu satırları okuduğunda, okursa tabii, hiç alınmasın, bilsin ki, bu kendimi tutmuş halimdir. Kendimi "aman ters bir cevap alırım" endişesiyle de tutuyor değilim. Zira bilirim ki Zaman gazetesi geleneğinde lâf dalaşına girme, polemiğe heves etme türü şeyler hoş karşılanmaz. Edeptendir. Bir kadınla polemiğe girmek ise hiç ama hiç hoş karşılanmaz! Hem edeptendir, hem kibirden...

HÜSEYİN GÜLERCE ÇYDD YETKİLİSİ GİBİ...

Gülerce, Fadime Özkan'ın F. Gülen'in 28 Şubat döneminde başörtüsüyle ilgili yaptığı "füruattır" açıklaması üzerine sorduğu soruya şöyle bir cevap veriyor:

"Füruat demek, öncelikli değil demektir. İslam'ın şartı 5, imanın şartı 6. Burada başörtüsü var mı, yok... Sayın Gülen, bu minval üzere konuşunca toplumdaki tansiyon düşüverdi. Hiç unutmuyorum, Nazlı Ilıcak, gazetesinde 'Sayın Gülen'i tanımıyorum, bu sözü ilk defa duydum ve ilk defa kendimi İslam dairesinde hissettim' diye yazdı"...

Şimdi ben günlerdir, bir din, hem de halis bir dindar tarafından, nasıl bu kadar "indirgenebilir" hale getirilir, ve Gülen'in 28 Şubat döneminde belki birtakım toplumsal endişelerle yaptığı bir açıklama, nasıl bu kadar hoptirilaylaylom bir tefsire maruz kalır, onu düşünüyorum ve anlamakta zorlanıyorum. Sormazlar mı, "Sayın Gülerce, 'emri bil ma'ruf nehyi anil münker' yahut 'dini tebliğ' iyiliği yayma, kötülükten caydırma da İslam'ın 5 şartı arasında değil, ama Kur'anda çok anlam yüklenilen bir meseledir, nasıl yani?" diye.

Sormazlar mı, "Allah'a şirk koşmak, yani dünyevi mevzuları, dünyevi arzu ve tamah nesnelerini, dünyevi otoriteleri Allah'ın ilahlığı ile yarışacak denli önemli saymak imanı yer bitirir, ama elimize tutuşturulan bu 'imanın 6 şartı' adlı reçetede 'şirk'ten bahsedilmez bile" diye.

Sayın Gülerce'ye sormazlar mı, "Dünyanın dört bir yanında okul açmak da İslam'ın, ya da imanın şartlarından biri değil, o zaman niye yapıyoruz ki bunları?" diye.

ÜMMETE KAKALANAN EMEVİ-ABBASİ YAKLAŞIMI

Gülerce'nin Emevi-Abbasi döneminde uydurulan ve ümmete kakalanan, Kur'anın mesajını hükümden düşürüp İslam'ın yaşanışını birkaç kalem ibadetle ve birkaç temel esasla sınırlama amacı güden bu yaklaşımı benimsemesi çok tuhaf. Çünkü bu argüman, Türkiye'de, Gülerce'nin röportaj boyunca şikayet ettiği kesimin, dinden ve dindarlardan nefret eden ve dini yaşantının kısıtlanmasını talep eden kimselerin kullandığı argümanın aynı. Onlar da "İslam'ın şartı 5, bunların arasında başörtüsü yok" diyorlar. İleri gidip, Kur'anda başı da örtmeyi gerektiren bir tesettür emrinin olmadığını da söylüyorlar, ilahiyatçı olmadığım için emin olduğum bir şey var: Nur suresi 30-31 ve Ahzab suresi 59. ayetler "Baştan aşağı örtünme" konusunda yeterince açık.

"Efendim, ben başımı boynumun altından başlatıyorum, demokrasi var" gibi çocuksuluklar teskin edicidir, insanı rahatlatır, ama gerçek değildir. İnanın buna, çünkü dini modernizme uyduracağız diye tepinip duran ilahiyatçılardan değilim. Acı gerçekleri görebilen herhangi biriyim.

Kur'an emrediyor, inkar etmemek şartıyla bu emri yerine getirmeyebilirsin emri yerine getirmemen, yahut gerektiği şekilde yerine getirememen, bu satırların yazarı gibi nefesinin kıytırıktan tesettüre yetiyor olması ya da türlü türlü bahanen olabilir, "Allah affetsin" dersin ve kendinden umudu kesmeden devam edersin.

Doğru, Allah'ın rahmeti sonsuz, dilerse hayatı boyunca her melaneti işleyen, ama tek bir kere içtenlikle/samimiyetle "Allah" diyeni affedebilir. Ama bu durum ayrı şey bu durumdan yola çıkarak, "hem zaten İslam'ın şartları arasında da yok" şeklindeki hava boşluğunu "rasyonalize etmek", bu tutumu "akılcılaştırmak" başka şey.

BEN 'YIRTMIŞ' GİBİ GÖRÜNSEM DE BAZI TÜRBANLILAR BaKAN KARISI OLSA DA BU TÜRBANLI GENÇ KIZLARIN GÜNAHI NEYDİ?

Kaldı ki bu ülkede inandığı gibi yaşamak, örtünebilmek isteyenlere engel olanlar herhalde "Allah'ın rahmeti" gerekçesiyle yapmadılar bunu. Yüzbinlerce genç kızın hayatı mahvoldu, olmaya da devam ediyor. Bir Nihal Bengisu Karaca'nın şimdilik "yırtmış" gibi görünmesi, birkaç babadan kalma sermayenin, işyerinin başında durup hasbelkader "iş kadını" görüntüsü veren başörtülünün "kaliteli" bir yaşam sürüyor olması, bir miktar başörtülünün "bakan karısı" filan olmuş olması, yüzbinlerce kadının içe dönük, kocaya bağımlı, eğitimsiz ve ekonomik özgürlükten "muaf" bir hayata mahkum kaldığı gerçeğini hükümden düşürecek değil. Haa tabii, sonuçta bu "kadının meselesi", öyle değil mi?

Herşey bir yana, bu kızlar çıkıp demezler mi, "Madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi?" diye... Tamam. Sustum.

TESETTÜR AYRINTI DEĞİLDİR
Mehmet Şevket Eygi

İMANIN şartları 6, İslâm'ın şartları 5'tir demek, onlardan başka şart olmadığı manasına gelmez. İmandaki 6, İslâm'daki beş şarttan maksat ana, temel, en esaslı şartlardır. Bunlardan başka şartlar da vardır:

1. Kur'ân'daki bütün muhkem kesin farzları, emirleri, yasakları kabul etmek.

2. Peygamber Efendimizin bir tevâtür yoluyla ulaşmış bütün kesin emirlerini, yasaklarını kabul etmek.

3. Allah'a, Resulüne ve "bizden olan" ulü'l-emre itaat etmek.

Adalet de İslâm'ın şartlarındandır. Adaletin din şartlarından olmadığını kim iddia edebilir?

Erkekler ve kadınlar için tesettür-i şer'î de şarttır. Çünkü tesettür Kitab, Sünnet, icmâ-i ümmet ile kesin bir farzdır.Münkiri mürted olur.

Cihad fî sebilillah da İslâm'ın şartlarındandır.

Kadınların tesettür için, o İslâm'ın şartı değildir, füruattır, ayrıntıdır demek son derece yanlış ve tehlikeli bir söylemdir. Tesettürün iki vechi vardır:

Birincisi imanla, inanmakla ilgilidir. Mü'min, tesettür emrinin Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile farz olduğuna inanacaktır.

İkincisi uygulamakla ilgilidir. Mü'min, tesettürün farz olduğuna inanmalı ve bunu hayatına, hayata uygulamalıdır.

Bu uygulamayı yapmaz ise tesettüre iman ettiği taktirde büyük günah işlemiş olur. İnanmazsa küfre düşer.

İslâm'daki bütün farzların, haramların, kesin emirlerin ve kesin yasakların inançla ilgili tarafları vardır. Onların farz, haram, emir, yasak olduğuna inanmak...

Şeriat hükümlerine, fıkha asla ayrıntı denilemez.

Din dilinde füruat başkadır, lügavî bakımdan teferruat (ayrıntılar) başkadır. İslâm'ın füruatı, teferruat değildir.

Namazın farz olduğuna inanılacak. Onu kılabilmek için fıkıh kitaplarındaki füruata ait bilgiler öğrenilecektir.

Akaid, fıkıh, tefsir, hadîs, ilmihal kitaplarında yazılı olan kesin farzlara, haramlara, emir ve yasaklara teferruat demek, şayet bu kelime ile o hükümler hafife alınıyor, önemsemezlik yapılıyorsa son derece tehlikeli ve vahim bir durum mevzuubahistir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız.

İslâm'ın en önemsiz ve küçük görünen kesin hükümleri bile kutsaldır. Onlara hürmet edilmelidir, onlar asla küçümsenmemeli hafife alınmamalıdır.

Tesettür-i şer'î nedir?

İnanılması gereken kesin bir emirdir.

Bir farz-ı ayndır.

Kutsal bir hükümdür.

İslâm'ın ve Ümmet'in şiarıdır, bayraklaşmış bir sembolüdür.

Kesinlikle önemsiz bir ayrıntı, bir teferruat değildir.

Bunları bilmek ve söylemek için âlim olmak gerekmez. Bu bilgiler tevâtür derecesine ulaşmış kesin hükümlerdir.

İslâm'da kadınların başlarını örtmesi gerekmediği iddiası, koyu bir cehalete veya kötü niyete makrun bir hezeyandır.

Cumhur-i ulema ve ehl-i sünnet ve cemaat yolunda giden hiçbir Müslüman böyle bir hezeyan sarf etmez.
/..)
Şer'î tesettür ikiye ayrılır: Birincisi, vücudunu gereği gibi örtmek. İkincisi, namahrem erkeklerle ihtilat etmemek. Bu ikinci tesettürü bilen azdır.

Her amelde olduğu gibi tesettürde de niyet önemlidir.

Muhadderat-ı İslâmiye'nin (Müslüman kadın ve kızların) Allah rızası için örtünmeleri gerekir.
Milli Gazete


....... Açıklamalarındaki İlginç Zamanlamalar
Halil İbrahim Kabak
Milli Görüş Forum

Baba Bush zamanında Irak ilk işgal edildiğinde günlerce hiç ses vermedi.

Binlerce insan hem de tam sabah ezanı vaktinde bombalanmaya başlamıştı. Pazaryerleri bombalanıyor, sığınaklarda binlerce asker katlediliyor, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, siviller ölüyor ve bütün bunları yapan emperyalistlere karşı Fetullah Bey'de tık yok...

İyice Köşeye sıkışan Saddam İsrail'e bir kaç Scud füzesi yollayınca hemen arkasından sel sümük

"Tel aviv'e füzeler atıldıkça gözümün önünde çocuklar tülleniyor."

diyor.

Ve İslami kesimden bir kısım insanlar Amerikanın Irak’ı işgalinin haklı sebepleri de olduğunu büsbütün haksız da sayılamayacağını söylemeye başlıyor.

Ardından 28 Şubat süreci geliyor.

Bu süreçte post modern darbenin mağduru olan Müslüman cenahı “Ellerine yüzlerine bulaştırdılar, beceremediler…” vs. gibi sözlerle suçlu ilan ediyor ve darbecilerin yaptığının bir ictihad olduğunu savunarak onlara büyük övgüler, methiyeler diziyor, darbecilerin safında görüntü veriyor.


Bu malum sürecin en ünlü zulmü olan tesettür yasağına karşı tüm Müslümanlarda topyekûn bir direniş ve mücadele fikri oluşmuşken bir de bakıyorsunuz

“Başörtüsü furuattır. İlim mi, Başörtüsü mü? ikisi arasında bir tercih yapmak durumunda kalınırsa ben ilmi tercih ederim.”

Açıklaması geliyor ve sadece kendi cemaatindeki taviz vermeme azmini değil her cenahtaki mücadele şevkini kırıyor ve artık açılan açılana...

Artı, birde Cemaate bağlı dershanelerde de bu yasağı uygulayarak sivil kurumları da kamusal alan grubuna ilk katanların başını çekiyor.

İşine gelince; “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” diyor.

“Cebrail gelse parti kursa yine de ona oy vermezdim.”

diyor ama işine gelince de icazetini ABD’den almış tüm partilerle ve liderlerle içli dışlı, hahamlarla, papazlarla kol kola oluyor da, Müslüman’ca ve emperyalizmin karşısında yepyeni bir dünya kurmak için tam bağımsız bir siyaset yürüten Müslüman’a gelince

“Ona gönül kapılarım kapalı”

diyebiliyor.

Ve en son bombasını da patlatıverdi Fetullah Bey!

Tüm dünya Müslümanları Siyonistlere karşı tam bir nefret ve hınçla dolmuşken, neymiş efendim…

“Otoriteye baş kaldırmamak lazım”mış.

Kendisine bağlı yardım kuruluşu da Gazze’ye yardım etmek istemiş bu bey, “muhakkak izin alın.” dediği için bu yardım yapılamamış.

Mazluma yardım etmek için zalimden izin almak hangi kitapta, hangi şeriatta var beyefendiii…

Meşru bir otorite kurmamış, ya da gayri meşru otoriteye başkaldırmamış Kuran-ı Kerim’de İsmi zikredilen zikredilmeyen hangi peygamber var?

Amerika menşeli “Ilımlı İslam” projelerinin üretildiği yani, Emperyalizmin dükkânının yanına dükkân açıp onunla rekabet etmeyecek, o hangi kurallar koymuşsa oyunun kuralı bu diye ona teslim olmuş, o ne takdim ederse onunla yetinen ve razı olan Müslüman’ın ideal Müslüman tipi olarak lanse edildiği günümüzde tüm bu olan bitenler ister istemez Pensilvanya’lı hayatta, Müslümanlar içerisinde direnç kırıcı bir rol üstlenilip üstlenilmediği şüphesini akıllara getiriveriyor.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 22, 2010 11:10 pm    Mesaj konusu: Bilinmeyen Gülen Alıntıyla Cevap Gönder

Bilinmeyen Gülen
Dr Mustafa Peköz
Sendika.org



İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.


Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;

“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

olarak tanımlamıştı.

Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti?

Neden böylesi bir mesaja gerek duydu?

Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür.

Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir.

ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor.

Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi.

Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor.

Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti.

Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir.

Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var.

İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi.

Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor.

Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım.

Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir.

Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.

Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır.

Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler.

“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.”

Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir.

Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.


Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar.

Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır.

Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir.

Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor.

Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler.

Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir.

‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’

diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir.

Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.

Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler.

“Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”

80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi.

Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir.

Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular.

Örneğin

“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.”

Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır.

Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor.

Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir.

Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.

Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir.

O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.

Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu.

“Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz... İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir...”

Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler.

Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır.

Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.

ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor.

Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor.

“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.”

Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.

Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer.

“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti.

Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”

Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor.

İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır.

Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar:

“Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı”

torpil müjdesini verir.

Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.

“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…

Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.”

Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır.

Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar.

“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”

Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz.

Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür.

“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir.

Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür.

Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar:

“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.

Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”

Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır.

“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz.

Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.

Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.”

Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır.

Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar.

Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında

“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor.

Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.”

Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır.

Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış.

Ona gidenler,

“Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.”

Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner.

İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar.

“Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.”

Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır.

Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.

“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş.

Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.”

Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir.

Peki, neden sorusunu sormak gerekir.

Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında

Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır.

Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur.

Gülen şunları söyler:

“Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu.

O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı.

Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.”

Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez.

Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. Bu çok açık bir çelişkiyi ifade eder.

Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok.

Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur:

“Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.”

Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği bir pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır.

24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş.

“İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.”

Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır.

Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Kontrgerilla eğitim kamplarını kuran Gülen

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir.

Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var.

Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır.

Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz.

Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu.

Kampların amacını şu cümlelerle açıklar:

“Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu.

Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.”

Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır.

MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CIA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti.

“Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti.

Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı…

Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.”

Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir.

Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır.

Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

Kürt gençlerine karşı ‘Altın Nesil’ seferi

Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor.

Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor.

Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adamını Malatya ve Diyarbakır’da atar.

Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir.

“1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…”

Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir.

Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor

Gülen’in bir başka özelliği de muska yazmaktır.

“Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım…
‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim…
Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.”

Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var.

Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor.

Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır.

Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Tüccarlarla özel ilişkisi var

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur.

Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir.

Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir.

Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar.

Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir.

Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

Askeri darbeleri destekleyen Gülen

Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu.

Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

Örneğin, 12 Mart 11971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir:

”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”

Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor:

“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun.

Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...

Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:

“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür.

Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük...

Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...

Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarları korudular.

Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü.

İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur.

Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı
Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır.

Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıkları aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz.

Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler.

Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır.

Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır.

İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.

Hanefi Avcı'dan çok vahim iddialar
20 Ağustos 2010

Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’dan tartışma yaratacak iddialar...

Emniyet teşkilatında teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinen Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, Fethullah Gülen cemaatinin başta emniyet ve yargı olmak üzere devlet kurumları içindeki yapılanmasıyla ilgili kitap yazdı...

Avcı, piyasaya yeni çıkan “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında “Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Ben açıkça ifade ediyorum ki, son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir” diyor...

“Büyük illerin emniyet müdürleri ve valileri bilsinler ki, emirlerindeki polislerin bir kısmı kendilerini değil, cemaatin imamını amir olarak kabul ediyor” iddiasını dile getiriyor, ancak somut kanıt ve belgelere değil ‘tecrübelerine ve duyumlarına’ dayanıyor...

Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabının ilgi çekici bölümleri özetle şöyle:

DANIŞTAY OLAYI...



O gün Alpaslan Arslan’ın telefonlarını hızla inceleyen Ankara polisi, ilk bakışta görüştüğü kişiler arasında Muzaffer Tekin’i görünce hemen olayın failinin Ergenekon örgütü olduğunu açıkladı. Aslında olayın çok iyi tahlil edilmesi ve araştırılması gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu... Polisin istihbarat birimlerindeki Ergenekon’u ortaya çıkarma çabasına, tüm büyük ve vahim olayları Ergenekon’a bağlama şeklindeki cemaatten gelme anlayış eklenince bir anda Danıştay olayı ciddi hiçbir delile dayanmadan Ergenekon’a bağlandı... İstanbul polisi failin arkasında Şeyh Salih Kurter olduğunu ileri sürünce Ankara artık gerçeği bulmak yerine, olayın Ergenekon’la bağlantısını kurmak için herşeyi ve her yöntemi denemeye başladı. Her şeyi çarpıtarak kullanmak normal kabul edilir hale geldi.

İddialarımın ispatı için istihbari dinleme kayıtlarına bakılması yeterli olacaktır. Muzaffer Tekin başta olmak üzere Alparslan Aslan ile irtibatlı olduğu iddia edileren herkesin Danıştay olayından en az bir yıl önce dinlendiği ortaya çıkacaktır. Bu dinleme kayıtları ortaya konulursa, bu kişilerin olaydaki rolleri net olarak anlaşılır. Benim aldığım bilgiye göre, bu kişilerin konuşmalarında onların garip ilişkiler içerisinde olduğunu gösteren emareler vardı ama Danıştay olayı ile ilgili hiçbir şey yoktu.


ERGENEKON ...



Ergenekon davasında ortaya konan iki konu çok kesin ve net olarak yanlış ve mantıksızdır: PKK, Dev-Sol, Hizbullah gibi örgütleri Ergenekon’un yönettiği iddiası yanlıştır. Böyle birşeyin gerçek olamayacağını aklı ve mantığı olan herkese ben iki kere iki dört eder kesinliğinde ispatlayabilirim.

Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı gibi olayların görünen faillerinden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar zorlamadır


Yazdır Gönder Eksenim RSS SMS
Güncelleme:20 Ağustos 2010 10:00
BAYKAL KASETİ:
Baykal’ın gizli kamera görüntülerini içeren kaseti kim yaptı, niçin yaptı? İnternetteki görüntülere bakılırsa bu işi yapanlar ellerindeki görüntülerden en az incitici olacak bir klip hazırlamışlar. Sadece Baykal’ın mı böyle görüntüleri var? “Kim yaptı” sorusuna cevap ararsak: Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok...

Korgeneral Metin Yavuz Yalçın’ın bir kadınla telefon konuşmalarının basına sızdırılması, Tümgeneral Levent Türkmen’in otelde bir kadınla uyuşturucu ihbarı iddiası ile basılması ve istifası, İzmir’de bir Albay’ın, eşinin kendisini aldattığı iddiaları ile fotoğrafların basına sızdırılması, Ergenekon v.b adlarla yapılan tahkikatlarda bulunan özel hayata ait bilgiler, hakim ve savcılar hakkında uygunsuz görüntü iddialarının yayılması ve daha pek çok benzer olay aslında hep aynı adresi göstermektedir. Bu işleri yapabilecek yegane grubun cemaatin Emniyet İstihbarat birimi içerisindeki unsurları olduğu ortaya çıkar. Bu işi profesyonelce yapabilecek tek grup cemaattir.


ERZİNCAN OLAYI...
(Hanefi Avcı, 13 sayfa Erzincan’daki cemaat soruşturmasını tüm detaylarıyla anlattıktan sonra şu sonuca varıyor:)... Hükümet ve cemaati dehşet senaryoları ile ürkütüp Savcı İlhan Cihaner ve 3.Ordu Komutanı Saldıray Berk’e karşı yöneltilen ve hakka hukuka uymayan tahkikatlar hükümet, cemaat ve polis açısından bakıldığında doğruydu. Maddi deliller gerçek bir irtica eylem planına işaret ediyordu. Varlığına yüzde yüz inanılıyor, gizli tanıklarla ve doğruluğu tartışmalı delillerle iddialar güçlendiriliyordu. İnandırıcı gözüken bu delillerin iyi bakıldığında göründüğü gibi olmadığı anlaşılacaktır. Bu davadaki gariplikler bir kitapa sığmayacak kadar karışık ve kapsamlıdır.

REKTÖR VE BÜYÜKANIT...
Türkiye’de adli işlemlerdeki ilk anormallik Van Rektörü Yücel Aşkın hakkındaki dava ve Şemdinli İddianamesi ile başladı. Ama o gün farkedilmedi, temiz bir savcının yaptığı aşırılıklar gibi gözüktü. Aldığım bilgiler ve değerlendirmeler ışığında bugün anlıyorum ki olay sıradan bir savcının işi değildi. Cemaatin adli sistemi kullandığı ilk operasyondu.

BALYOZ...
Şu açık olarak görülmektedir ki ordu başta olmak üzere her kurum bünyesindeki gizli oluşumlar içinde cemaatin casusları var. Bu casuslar buralarda edindikleri her bilgiyi ve dökümanı taşıyorlar.. Bu belgelerin kullanılmasını hukuki hale getirmek için cemaat elemanları tarafından bir yerlere konulup aramalarda bulunduğu süsü verildiğine dair ciddi emareler var. Kimi zaman da amaca yönelik belge üretiliyor. Bazen ele geçen belgeleri yanlış yorumluyorlar, cami bombalama timi gibi saçma konularda uydurma belgeler ortaya çıkıyor...

CEMAAT OPERASYONU: ...
Hedef seçilen kişilerin önce telefon detayları analiz edilecek, gizli ve özel görüştüğü kişiler belirlenecek, gerekiyorsa eşleri, çocukları veya yakınlarının telefon görüşmeleri aynı şekilde analiz edilecek, özel ilişkileri belirlenecek. Daha sonra başka isimlerle veya IMEI numarası üzerinden dinleme yapılacak, buluşmaları v.s varsa fotoğraflanıp videoya alınacak, ardından elde edilen bu sesler veya fotoğraflar internet sitelerinde profesyonelce yayınlatılacak. Maalesef bütün internet sitelerinde yayınlanan sesler ve fotoğraflar, aynı grup tarafından yöntemler kullanılarak hazırlanmıştır.. Eğer hedef seçilen kişiler çok özel üst düzeyde yetkili kişiler ise o zaman çok daha özel devletin istihbarat amacıyla aldığı alet ve sistemler kullanılacaktır. Bu yapılanların sınırının ne olduğunu tahmin bile etmek zordur.

ARAMA YAPILSA ...
Cemaatin İstihbarat Dairesi’ndeki teknik personelinin bir süre önce yurtdışına giderek gizli ses ve görüntü kayıt eden çok miktarda saat, kalem görünümündeki teknik cihazlar aldığı, küçük dinleme sistemleri alıp askeri ve belli kurumlardaki adamlarına verdiği, bu yöntemle her yerde ortam dinlemesi, gizli kayıtlar yaparak bilgi toplandığını duymuştum. Bugün sık sık kaynağı belirsiz şekilde internete düşen bu ses ve görüntülerin kaynağı çoğunlukla bu tür bilgilerdir. İstihbarat Daire Başkanlığı’nda arama yapılsa, cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddütüm yoktur.

Cemaat haricindeki herkes bu görüntüleri internete yayarken iz bırakır ve yakalanır, bir tek onlar bu sistemin başında olduklarından iz bırakmadan bilgileri yayabilirler.


Yazdır Gönder Eksenim RSS SMS
Güncelleme:20 Ağustos 2010 10:00
İTTİHAT TERAKKİ...
Osmanlı’nın yıkılışı İttihat ve Terakki ile Jön Türk hareketinin, devlet kurumları ve ordu içerisinde örgüt kurması, ordunun ve devletin sistemini bozmasına bağlanır. Bugün cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur. Polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütlenme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar. Üstüne üstük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaralıyorlar.
İşler nasıl yürüyor? Genelde her kurumun imamı işleri yürütüyor. Emniyet, ordu, MİT, basın, yargı, maliye gibi tüm buyuk kurumlardan sorumlu olan bir imam var. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcut. Tüm illerde örgütlüler.

‘Hayatım zehir zindan olacak’

Öğrenciliği sırasında beş vakit namaz kıldığını, başka öğrencilerle kaldığı bir evde Fethullah Gülen’le de karşılaştığını anlatan Hanefi Avcı, bu kitabı neden yazdığını şöyle anlatıyor: Genel kanaat bürokratların emekli olunca yazmaları gerektiği yönündedir. Herşeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anlamını yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim...
Bunun bedelinin ne demek olduğunu biliyorum. Kimsenin anlamayacağı kadar ağır olacağının, hayatımın zorlaşacağının, cehennemin bu dünyada tattırılmaya kalkılacağının farkındayım. Bu daha önce bilinenlere benzemeyecek, onu da biliyorum. Fakat bedeli ne olursa olsun buna karşı çıkacağım, iki yüzlü olmayacağım, yanlışı kim yapıyorsa yapsın yanlıştır anlayışıyla bu yapılanların karşısında duracağım...

Son söz olarak şunu ifade etmek istiyorum: Herhangi bir tahkikat yapılabileceğine inanmıyorum ama cemaatin yönetici imamları hakkındaki gizli bilgileri Ankara ve İstanbul Başsavcılıkları ve bazı başka makamlara yazılı şikayet/ihbar dilekçesi olarak vereceğim... Tıpkı bu kitabı yazmaktaki amacımda olduğu gibi, dilekçe vermekte ısrar etmemin nedeni, ülkeme karşı sorumluluğumu yerine getirmiş olma duygusundan başka bir şey değildir...”



NELER YAPILMALI
Maalesef bu gruba karşı çıkmak çok kolay değil. Öncelikle istihbari dinlemeler ciddi olarak araştırılmalı, kişileri tehdit ve şantaj amaçlı kanunsuz olarak dinleyenler tespit edilmeli. Bugün tahminlerin üzerinde pervasızca insanlar dinleniyor ve bu dinlemeler tamaman cemaatin kontrolünde kullanılıyor.

DENETİM: Polis, Jandarma ve MİT’in vatandaşlara yönelik dinleme işlemleri mutlaka denetlenmelidir. Bir defaya mahsus denetim değil, sürekli denetim mekanizması kurulmalıdır.

HAKİM VE SAVCILAR: Özel yetkili mahkemelerin son 6-7 yılda atanan tüm hakim ve savcıları emsali hakim ve savcılarla değiştirilmelidir. Bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz. Mevcut kadro ile adalet mümkün değil.

MÜFETTİŞLER: Adalet Bakanlığı’nda başta il savcılarını ve diğer savcı ve hakimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır.

HESAP SORULMALI: Cemaat adına yapılan, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Celal Uzunkaya ve Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal’ın haklarındaki davaların, Savcı Cihaner ve arkadaşları hakkındaki tahkikatların yapılış biçimleri tarafsız savcılar tarafından tahkik edilmeli, bu olayda iftira eden polis, savcı ve hakimler yargılanmalı, kurdukları tuzakların, uydurulan delillerin hesabını vermeleri sağlanmalıdır.

BAĞLANTIYA DİKKAT: İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkca gözükmektedir.

DEVLET SAHİP ÇIKSIN: Cemaatin dört koldan başlattığı propaganda karşısında hedef olan hakim, savcı, polis müdürü, muvazzaf veya emekli askerlerin tek tek kendilerini koruma ve savunma imkanları yoktur. Devlet bu kişileri korumalı, kendilerini savunmaları için imkan vermelidir.

HANEFİ AVCI: HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR: DÜN DEVLET, BUGÜN CEMAAT
Kitabın adı nerden geliyor?

Hanefi Avcı, kitabına koyduğu “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adının anlamını kitabında şöyle açıklıyor:

Simonlar... Onlara empoze edilmiş, beyinlerine işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlar, bu gerçekler uğruna ölümü göze alıyorlar, bunun dışındaki haksızlıklara ses çıkarmıyorlar... İtaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç... Haliç bir zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu. Midem bulanıyordu, Haliç’ten geçmek benim için ölümdü... Fakat Haliç’in etrafında yaşayanlara bakıyordum, onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta piknik yapıyordu. Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey sözkonusu...

‘POLİSTE OLMAZ SANDIM, YANILMIŞIM’

Bir örgüte ideolojik bir gruba ya da bir cemaate bağlandın mı, kişisel iradeni ve özgürlüğünü kaybedip, o grubun liderliğinin iradesine kendini teslim ediyorsun. Yanlış ya da doğru diye birşey kalmıyor, grubun amaçları her şeyi belirliyor, hak da adalet de izafi hale geliyor. Tıpkı Simon’daki gibi... Şunu artık bilmeliyiz ki, karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tabi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz...

Kaynak: http://haber.mynet.com/detay/foto-analiz/hanefi-avcidan-cok-vahim-iddialar/528133/13#haber-baslik
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Arl 02, 2010 10:56 pm    Mesaj konusu: Viki Miki Derken... Alıntıyla Cevap Gönder

Viki Miki Derken...
Ertuğrul Horasanlı
02.12.2010

Ebû Hureyre Hazretleri Resûlullah Efendimizden
şöyle naklediyor:

[Âhir zamanda dîni dünyâya âlet eden bir takım
kimseler çıkacak ve insanlara hoş görünmek için
yumuşacık kuzu postuna bürünecekler. (Onların) Dilleri
baldan daha tatlı, fakat kalbleri canavar kalbi
gibidir.

Allah (onlar hakkında)şöyle buyurur:

“Benim hilmime mi aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık
mı gösteriyorlar?

Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim
ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”


(Tirmizî, Zühd, 5))





İster siretleri/içyüzleri de suretleri gibi harbi kurtlardan olsunlar, ister yukarıdaki Hadisi-i Şerif’teki gibi suretlerini/dış yüzlerini kuzu postu altında saklayan ahir zaman kurtlarından olsunlar...

Kurt dumanlı havayı sever...

Bu ne demektir?

Kurtların saldırısına açık bir yerde isen, her daim tetikte olacaksın...

İllâki hava dumanlandığında, ahirzamanın kurtları,

avının gırtlağına çökmek için havanın dumanlanmasını beklemiyor...

Canı av çektiğinde günlük güneşlik havayı ise/sise/pise boğmak için bin türlü usul/teknik, araç/gereçlere de sahip...

Viki işi böyle pis bir iş olabilir mi?

Olabilir...

Banu Avar böyle olduğuna dair görüşlerini anlatan güzel bir yazı yazmış Mutlaka okummalı...

Şöyle başlıyor yazı:

[Aylar önce durum anlaşılmıştı: Amerika imparatorluğunun denetimindeki çeşitli basın yayın organlarında cyber attack (siber saldırı) cyber warfare (siber savaş) başlıkları yeralmıştı. Ve giderek benzer haberlerle kulaklar doldurulmaya başlandı

Bill Clinton ve Bush’un anti terör danışmanı Richard Clark ‘Siber saldırı Amerika’yı 15 dakikada yokeder!’ başlığıyla gazetelerde yeraldı. Onu başkaları takip etti.. Amerika kendini ‘elektronik Pearl harbour’ a karşı korumalıydı!

2007’de Pentagon’un bilgisayar sistemi çökertilmemiş miydi!

Şimdi de işte WİKİ LEAKS ortalığı karıştırmaktaydı…NATO, ABD, BATI siber saldırıyla karşı karşıyaydı. O zaman ÖNLEM almak lazımdı!

Psikolojik harp oyunu]
(1)

Ama bu tür durumların nasıl çözümlenmesi gerektiğine dair akademik ders notu niteliğinde bir yazı yazan Deniz Ülke Arıboğan’ın o yazısı da -benzeri başka durumlarda uygulanabilir şablonlar ihtiva ettiğinden- ıskalanmamalı:

[Soru sormanın komploculuk, sormadan kabul ya da reddetmenin yandaşlık ya da taraftarlık, her şey açığa çıktı, dünya demokratikleşiyor demenin saflık, konularla hiç ilgilenmemenin cahillik olduğu bir ortamda WikiLeaks belgelerini analiz etmenin ne kadar güç olduğu ortada. Ne yapsak tasnif edileceğiz. Düşünce üzerinde bundan daha ağır bir kısıtlama nasıl oluşturulur bilemiyorum, lakin herkese farklı bakış açılarını da dikkate almalarını öneriyorum. Yanlış da olsalar, farklı gözlemler bizleri zenginleştirir, düşünce havuzumuzu derinleştirir.

Belgelerin içeriğiyle ilgilenmek elbette önemli bir yaklaşım, ama yetmez. Olayın aynı zamanda yaratacağı yan etkiler bakımından da değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Zira basit bir iddiayla karşı karşıya değiliz. Dünyanın en güçlü siyasi aktörünün diğer ülkeler ve yöneticileri hakkındaki gizli kanaatlerinin açıkça ortaya konulduğu bir durumdan söz ediyoruz. (..) Analiz edelim:

1-Belgelerin ABD'nin içerisinden çok, müttefikleri ile ilişkisinde bazı etkiler yaratması mümkün. ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.

2-Belgelerde hemen her ülkenin yöneticileri hakkında bazı kanaatler var ve ilginç bir biçimde ilk yayınlanan da bu kanaatler. Yayınlanma sırasının neye göre tayin edildiğini bilemiyoruz. Ama kuşkusuz ilk yayınlanan belgeler en yüksek etki yaratacak olanlardır. Belgelerin tamamının kamuoyuna yansıması her gün 250 tane yayınlanması söz konusu olursa (ilk gün bu kadardı) yaklaşık 3 yıl sürecek bir zaman dilimine yayılacaktır. İlk haftadan sonra yayınlananların ne kadar ilgi çekeceği ise şüphelidir. Bu sebeple ilk yayınlananların, en çok görülmesi istenenler olduğunu söylemek mümkündür. Sadece sıralama bile yayıncıya manipülasyon imkanı vermektedir.

3-Belgeler diplomasi belgeleridir, istihbarat değil. Her ne kadar diplomatların asli görevleri bulundukları ülkelerle ilgili bilgileri merkeze aktarmak olsa da, bir istihbaratçının yaklaşımı ile diplomatınki farklılaşacaktır. Elçilikte istihbaratçıların çalışması da sıradan bir durumdur. Gelen bilgiler farklı format içerisinde analiz edilir ve kalıplanırlar. Çok konuşan ya da kendini beğendirmeye çalışan bir politikacı, bir diplomat için bulunmaz nimet olabilir. Nitekim Türkiye'de de konuşmayı seven siyasetçiler, danışmanlar kullanılmıştır. Bu kişiler tanımlandığında bizim ülkemizde siyaseten bedel öderler ama dünyanın birçok ülkesinde bu konu bir güvenlik sorununa dönüşebilir. Küresel düzeyde bir cadı avı başlatılabilir ve ülkeler kendi içlerine dönüp temizlik faaliyetine girişebilir. (..)

4-WikiLeaks kendisine sızdırılan belgeleri yayınlamaktadır. Kendisine verilen paketin içeriği bu noktada önemli değildir. Gelinen nokta internet medyasının gücünü göstermesi bakımından da çok önemli bir örnektir. Lakin paketin objektif olduğu garanti edilemez. Paketi gönderenler manipülasyon amaçlı olarak bilgileri elemiş, şekillendirmiş olabilirler. Aynı biçimde yayınlayanlar da belirli pazarlıklar yaparak, paketi şekillendiriyor ve bazı bilgileri eliyor olabilirler. Wikileaks'in sığındığı, yani koruma aldığı ülkeden (İngiltere) müdahalelerle de paket şekillendiriliyor olabilir. Hiçbir şey karşılıksız ve nedensiz değildir. Bedelin ne olduğunu da sorgulamak elzemdir. ]
(2)

Umur Talu’nun şu değerendirmesini de gözönünde tutmak gerek:

[“Reel sosyalizm” dandikliği, tamam, çöküşüyle güm diye ispatlandı.
Kapitalizmin dandikliği başını alamadığı kronik krizlerle her gün kanıtlanıyor.
Emperyalizmin dandikliği ise, koca “Amerikan imparatorluğu”nun rezil belgeleri, “bilgi çağı kusmukları”yla orta yerde!
Aklı olan bir demokrasi de, “az gelişmiş ülke” de, tahakkümcü Sam Amca’nın bu pis yüzüne tükürmeli önce.
Ama biz affettik bile!
Müttefikliğin dandikliğine, dostluğun pespaye ikiyüzlülüğüne, diplomasinin sefil janjanlarına Yarabbi şükür diyerek!]
(3)


Ali Atıf Bir’in şu sözleri de diplomat eğitiminde ihnal edilmemefi gereken bir hususun altını çiziyor:

[Wikileaks belgelerinin açıklanmasıyla ortaya çıkan en önemli olgu ABD elçiliklerinin bulundukları ülkelerde birer halkla ilişkiler elemanı gibi çalışmaları, hükümetteki bakanları yakın markaja alıp onları sürekli bilgilendirmeleri ve de spin (evirmece çevirmece) doktorluğunu mükemmel bir şekilde yapmaları.

Buradan geleceğe yönelik iki sonuç çıkarabiliriz. İlki diplomatlarımızı yetiştirirken mutlaka iyi birer de iletişimci olarak yetiştirmeliyiz. Hükümetteki bakanlara iletişim, ikna ve çağdaş halkla ilişkileri eğitimleri vermeliyiz!]
(4)

***

“Olan da hayır vardır” denilmiştir ya...

Bir şey olduktan sonra, paniğe kapılmadan, ürkmeden, tırsmadan veya mal bulmuş mağribi gibi önünü arkasını düşünmeden üzerine atlamadan önce onu anlamaya çalışmak en doğru davranış biçimi olsa gerek...

Olan ilk elde bize “şer/kötü” gibi veya “hayır/iyi” gibi gelse bile...

Onu doğru anlamaya çalışmalıyız...

Zira bize hayır gibi gelen şeylerin şer, şer gibi görünen şeylerinse hayır olabileceğine dair İslâm tarafından uyarılmadık mı?...

Viki hadisesinde ihmal edilen şey bu...

250 bini aşkın olduğu söylenen belge yığınından 250’sinin açıklanması bile bunu bir devrim olarak görenlerin heyecanlı alkışlarına sahne olurken bu belgelerde adı geçtiği için canı yananlarca öfkeli reaksiyonlar gösterildi...

Bu bir tertip/komplo değilse bile ilk 250 belge havayı dumana boğmaya yetti sonrası ne olur bilinmez...

Hava ister kendiliğnden dumanlansın ister sun’i/yapay dumanla karartılsın...

İlk yapılacak şey ne idi?

Ahir zaman kurtlarına dikkat edecektik...

Her an her yerden saldırmaları mümkün olduğundan saldırıları püskürtecek donanımı kullanıma hazır tutatacaktık...

Kurt deyip geçmeyin, bunlar bildiğiniz kurtlar gibi karnı doyunca saldırmaktan vazgeçen hayvancıklar gibi değilller....

Bunlar ahir zaman kurtları; ne gözleri doyuyor ne de karınları...

Her şeyi paralayıp silip süpürmek niyetindeler...

Her şeyi ve hepimizi...

Üstelik de çoğunluğu kendini kuzu postuyla kamufle etmiş durumda...

“Kurtlukta düşeni yemek kanundur” der ya Kemal Tahir...

Düşen kurt da olsa kuzu da olsa; bu kanun gereği, çare yok yenilip yutulacaktır...

Bu aç kurt sürüsü, ancak kurtluğun kanunlarını iyi bilen ve kurtlara karşı kurt gibi davranabilenler tarafındnan tepelenebilir...

Kuzularınsa hiç şansı yok...

Kurt bile olsa düşenin de hiç şansı yok...

Öyleyse ilk prensip belli: Kurda karşı kurt olacaksın...

İkinci prensip: Düşmeyeceksin...

***

Bu saatten sonra komploydu, değildi...

Öyleydi, böyleydi diye olanın oluş sebebi üzerinde fazlaca durmanın faydası yok...

Olan olmuş...

Komplo veya değil artık ne farkeder...

Kurtlar harekete geçti bile....

***

Ahir zaman komploloları da ahir zaman kurtları gibi...

Bir internet sitesi durumu güzel özetlemiş: “Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var ama "en büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!” (5)

Komplo olmasa bile, olan üzerine kurtlar bin türlü hesap, bin türlü plan, bin türlü kurgu ile durumu kendi lehlerine çevirmek için harıl harıl çalışmıyorlar mı?

“Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var”sa korkup, tırsıp bir kuzu ürkekliğinde ecelimizi mi beklemeliyiz?...

Bu sorunun cevabı yukarıdaki cümlenin ikinci ksmında gizli: "En büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!”

“Allah’a inanıp da ona bir türlü güvenemeyenler” ile onların peşi sıra uygun adım yürüyen şakirtler için bu sorunun cevabı belli: AB-D+İsrail...

Bize gör ise: Her hesabı, her oyunu, her kurguyu gören, bilen, duyan ve dilediği zaman bozmaya muktedir olan ALLAH....

Bizim iman ettiğimiz o Allah, en baştaki kudsî hadiste ne buyuruyor bu ahir zamanın gözü doymaz kurt sürüleri için:

“Benim hilmime mi(Yumuşak başlılığıma mı) aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık mı gösteriyorlar? Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”

Onlar hakkında 1400 küsûr yıl önceden ilan edilmiş hüküm budur...

Allah hüküm sahibi olmakta da tektir...

O’nun hükmünü kimse geçersiz kılamaz...

Zaman ahir zamansa, vakit de bu hükmün infazı vaktidir...

Ve bu Viki işi AB-D komplosu değilse...

Deniz Ülke Arıboğan’ın öngördüğü şu ihtimal...

“ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.”

Bu hükmün infazının başlangıç işareti de sayılabilir...


***

Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretleri buyurdu ki: “Kulluk sözcülük etmektir.”

Bu büyük hesaplaşmada Allah’a cür’etkârlık eden kurt başları kim: ABD+AB+İsrail...

Yani...

Kim bunların gizli (kuzu postuna bürünerek) veya açık sözcülüğünü yapıyorsa onların kuludur...

Kim Allah’ın sözcülüğünü yapıyorsa o da Allah’ın kuludur...

Görüldüğü gibi, Viki miki derken saflar netleşiyor...

Her türden takiyye(ikiyüzlülük/münafıklık)nin geçersizleşeceği, kuzu postları giymiş kurtların bu postlarını çıkarmak zorunda kalacakları yere doğru hızla savruluyoruz...

1400 küsûr yıl öncesinden bildirildiği üzere son hesaplaşma Allah’ın kulları ile Şeytan’ın kulları arasında olacak...

Allah’ın kullarının kumandanı Mehdi, Şeytan’ın kullarının kumandanı Deccal...

O, son büyük savaş/En büyük savaş/Savaşların Anası 1. Körfez işgaliyle zaten başlamıştı...

Öyle görünüyor ki bu savaş bütün dünyayı kısa sürede saracak...

Biz kulluğumuzu gereği gibi yaparsak ortada ne kurt kalır...

Ne de kurtbaşlarının oyunu, hesabı, kurgusu...

Allah’ın izniyle hepsini çiğner geçeriz...

İnanmayan dönsün Bedir’e ve Bedir’den bu yana olan bitene yeniden bir göz atsın...

Mesele Sadece Allah’a inanmakta değil, aynı zamanda ona gerçekten güvenmekte...

Eş veya ortak koşmamakta...

Şirke düşmemekte...

Bence Viki işinin en büyük hayrı: Müm’min- kâfir ayırımını keskinleştirip her iki tarafa da göz kırpan,öpücük/gülücük dağıtan, takiyyeci/diyalogcu/ılımlı/münafık tabiatlı kesimin önderleri ve şakirtleri için hayatı bu halleriyle yaşanmaz kılacak ve onları saflarını netleştirmek zorunda bırakacak olmasıdır...

Umarım tövbe kapıları kapanmadan önce durmaları gereken yere dair doğru bir karar verirler...

Dipnotlar:
1-) Yazının tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3351
2-) Akşam gazetesi: http://www.aksam.com.tr/wikileaksten-sizanlar-109y.html
3-) Habertürk gazetesi: http://www.haberturk.com/yazarlar/576703-bilgi-cagi-kusmuklari
4-) Bugün gazetesi, 1 Aralık 2010 .
5-) Bkz: http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com