EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Global/Küresel Sistemi en zayıf yeri neresi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Oca 20, 2009 1:04 am    Mesaj konusu: Global/Küresel Sistemi en zayıf yeri neresi Alıntıyla Cevap Gönder

ABD'nin ölüm-kalım savaşı...
Selçuk Salih Caydi



Tek süper güç ABD, Soğuk Savaş'ın ardından Sovyetler Birliği ve Sosyalist Blok'un çökmesine rağmen, ordusuna yaptığı yatırımı azaltmayıp artırdı. Amerikan Ordusunun bütçesi, yaklaşık 700 milyar Dolar. Amerikanın en büyük rakibi Çin'in Halk Kurtuluş Ordusunun bütçesi ise sadece 78 milyar Dolar. Amerikan Ordusunun bütçesi, endüstrileşmiş tüm büyük devletlerin ordu bütçelerinin toplamına yakın. ABD neyi korumak için bu kadar büyük, bu kadar pahalı bir ordu besliyor?

Bu sorunun kuşkusuz birçok yanıtı var. Ama şimdiye dek pek üzerinde durulmayan yanıtların başında da, 'Dünya para sistemi' var. Kapitalist değer sisteminin, en belirgin ifade biçimi 'Para' olduğuna göre; sistemin bir numaralı merkez ulusdevleti ABD'nin askeri gücü ile Dolar merkezli para sistemi arasında hayatî bir bağ olmalı.

Kapitalizme özgü değer ve para sistemi, (15’inci yüzyıldan itibaren yaygınlaşan altın/gümüş para kullanımı sürecinde) 17'inci yüzyılda ortaya çıkmıştır. (Bkz. David Graeber “Debts” 2011). Kağıt para, Çin'de çok daha eski bir tarihe sahip olmasına rağmen Avrupa’da (ve daha sonra Osmanlı coğrafyasında) 18'inci yüzyıldan itibaren, devletin bir tür borç senedi olarak kullanılmaya başlanıp yaygınlaşmıştır. Devletlerin savaşları daha kolay finanse etmelerine yardımcı olan kağıt para sistemi (ve ona bağlı kredi/borç sistemi), paranın altına endekslenmesi ilkesine beşyüz yıl sadık kalmıştır.

Beşyüz yıllık altın endeksi devrine -ki bu dönemin sadece bir kısmı kapitalist döneme tekabül eder- 31 Aralık 1968'de Vietcong gerillaları son noktayı koymuştur. Güney Vietnam'da Saigon’u kısmen ele geçiren Vietcong'un Zaferi, ABD'nin II. Dünya Savaşı'ndan sonrasındaki ilk açık yenilgisiydi ve Richard Nixon'ın buna tepkisi, tarihin en ağır bombardımanı emrini vermesi oldu. Amerikan uçakları Vietnam’a, sadece iki yıl içinde dört milyon ton bomba attı. Nixon, savaş giderlerinin ülkenin altın rezervlerini fena halde aşındırdığını farkedip, Amerikan Doları'nın altın endeksine bağını 15 Ağustos 1971'de kopardı. O gün dünyada, serbest kur uygulaması başlamıştır. Bunun ilk sonucu, büyük bir enflasyon oldu. Yeni durumun avantajları da vardı tabii. Bu sayede, bir özel bankalar konsorsiyumu olan Amerikan Merkez bankası FED, canı istediği zaman para basabilecek hale geldi. Şapkadan tavşan çıkarmaya benzeyen bu garip durumi dünyada bir ilkti ve dünyada kabul görmesinin tek bir nedeni vardı, o da “Güçlü Amerika tablosu”ydu. Ve bu gücün en somut ifadesi, II. Dünya Savaşında Japonya'ya iki atom bombası atmaktan çekinmemiş "muzaffer" Amerikan Ordusuydu. Aynı dönemde, Ho Chi Minh'e selam gönderirken doğan 68’li hareketin hiç ilgisini çekmese de, beşyüz yıllık altın endeksi gitmiş, yerine Amerika’ya ve ordusuna güven endeksi gelmişti. Bu benzersiz durum, şimdi aklın sınırlarını zorlar bir krizle sürdürülemez hale gelmiştir. Çünkü, maddi karşılığı olmayan trilyonlarca Dolarlık paranın döndüğü sistem (yani borç senedinin döndüğü sistem), gelecekte trilyonlarca Dolarlık kapitalist katma değer üretileceğini varsaymaktadır –ki buna kesinlikle imkan yoktur. “Kapitalist toplumun bugünkü zenginliği, olmayan bir geleceğe dayanmaktadır.” (Ernst Lohoff, Norbert Trenkle “Die grosse Entwertung” 2012)

1971 sonrasının muazzam bir enflasyon döneminde, birçok ülke gibi Türkiye de Amerika'yı taklit edip gazete basar gibi para basmıştır. Dolar merkezli para sistemini o zaman sorgusuz/sualsiz kabul edip destekleyen endüstrileşmiş ülkelerin hepsi, (Almanya'dan Japonya'ya ve oradan Kore'ye kadar), II. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerikan Ordusu tarafından işgal edilmiş ülkelerdi. Dolara sadık bu ülkelere daha sonra, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi gönüllü Amerikan uyduları da katıldı. Dolara güvenin, Ordunun gücü ile korunup garanti altına alınması, daha sonra bir model haline geldi. 2000 yılından itibaren petrolünü Dolar değil Euro ile satan Saddam Hüseyin’in Irak'ına karşı da aynı modelin yeni versiyonu uygulandı. İran, aynı nedenle hedef tahtasındaki yerini “koruyor” görünüyor.

Dolar bazlı dünya para sisteminde ABD'ye birşey satıp Dolar alan ülke, enflasyon nedeniyle aynı Doları, en çok kazanma umudu olan Amerikan tahvillerine yatırmayı tercih ediyordu. Eşyanın doğasıyla ilgili bir durumdu. Sanal ulusal para ulusal kaynağına geri dönüyor, borç sürekli yeni borçlarla yeniden yapılandırılıyor ve Amerika borçlarını asla ödemiyordu (Ama IMF üzerinden, ülkelerin borçlerını ödemesini sağlıyordu) Borçlarını ödemeyen, ama mal/hizmet ithal eden ABD, bir nevî bedavadan yaşıyor, ordusunu dünyanın her yerine müdahale edebilecek şekilde örgütleyebiliyor, aynı anda birden fazla savaşa girebiliyordu. ABD’nin pahalı ordusu olmasa, nisbeten borçsuz bir ülke bile olabilirdi, ama Dolar bazlı para sistemini koruyabilmek için güçlü olmaya, göç göeterisinde bulunmaya, mecburdu.

İlk kez 1960’lı yılların sonunda Amerika’da ortaya çıkan “kredi kartıyla borca yaşamak” anlayışı, ancak 1990'lı yıllarda yaygınlaştı ve bu yıllar, tarihte faizlerin neredeyse tamamen serbest bırakıldığı dönem oldu. İnsanlık tarihinde “Kötülük” ile en çok özdeşleştirilen meslek “tefecilik” (Graeber age.) ile kredi kartı faizleri yarışır hale geldi. Tefecilik adeta legalleşmenin eşiğine geldi. Borca yaşam, ABD için -asla ödeyemeyeceği- absürd seviyeleri görmüş bulunuyor.
Bu aşamada Çin, ABD’deki en büyük yatırımcı haline gelip, Amerikan Dolarının garantörü Amerikan Ordusunun en önemli finansörü haline geldi. Çin'in bunu neden yaptığı konusunda birçok spekülasyon mevcuttur. Benzeri bir uzun stratejiyi Çin, Hunlara karşı uygulayıp, hırçın göçebe savaşçısını yumuşatarak asimile etmiştir. Çin, Amerikan devlet tahvillerine büyük yatırımlar yapmaya devam ederse, bu durumun devamında ne olabileceğine bakıp bir tahminde bulunmak mümkün. ABD Çin’e bu ölçüde borçlanmaya devam ederse, günün birinde Çin'in sömürgesi olabilir. İşte bunun olmaması, tek bir şarta bağlıdır: Borçların silinmesine...

Tarihte borçlar, her zaman savaşla, (savaş sonrası yapılan anlaşmalarla) silinmiştir. Endüstriyel Amerikan Ordusu o kadar büyük, o kadar sofistike ve o kadar çok yönlü bir para bağımlısıdır ki, maaşını aldığı Çin'e karşı savaşması -bir yerden sonra- hiç de kolay olmasa gerektir. Amerikan Ordusu, bütün dünyada operatif güç halinde kalabilmek için her yıl en az yüzlerce milyar Dolar bulmak zorunda. Ama bu paranın şakır şakır basılıp askerlere dağıtılması yetmez. –O, işin en kolay tarafıdır. Zor olan kısmı, keyfe uygun basılan Dolarların, Amerika kadar, dünyanın heryerinde de paradan sayılmasıdır. Aslında reel değeri olmayan bu yeşil kağıtların Çin'de ve başka ülkelerde de para niyetine kabul edilmesi gerekir. Ancak o zaman ABD, birçok konuda imtiyazlı bir ülke olarak borçlarını döndürebilir ve halkına belli bir yüksek refah seviyesi sunabilir. İşte bunu kabul ettirmek, artık eskisi kadar kolay değildir. Dolar, her para birimi gibi, aynı zamanda Doları kullananların karşılıklı güven mutabakatı olmak zorundadır, bu şartlar altında işler. Doların, reel deerlerden tamamen koparak sanal bir değer haline geldiği (ve nasıl işlediği) artık çok daha iyi biliniyor. Finans dünyasına hakim olan o sofistike bilinmezlik, aslında bu absürdlükleri örtmek için düşünülmüş olmasına rağmen, artık mızrak çuvala sığmıyor.

Dolar sisteminin (Yuro gibi) taklitlerinin ortaya çıkması, Doların ABD hesabına nasıl işlediğinin artık iyice anlaşıldığını gösterir. ABD'nin bütün dünyaya vergi koymasına benzer bir şekilde işleyen Dolar bazlı para sisteminin yerini başka bir para biriminin/birimlerinin alması, Dolar sistemi sayesinde yaşayan ABD’nin sonu olabilir. Fakat ABD, dünyanın Dolar sisteminde kalması için Amerikan Ordusunu kullanmaya devam etmek istemekle birlikte, oyun alanı giderek daralmaktadır. Amerikan Doları'nın bir numaralı para birimi olduğu bir global para sisteminin iyi işleyebilmesi için, her ülkenin Amerikan dostu bir rejime/Hükümete “kavuşması” en ideal durumdur tabii! Günümüzde ABD'nin borçları o kadar yüksek, kapitalist para sistemi o kadar bozuktur ki, 2008 krizinden sonra sistemi yeniden krizsiz işletebilmek için savaşlar da yeterli olmayacaktır. Çünkü sorun, sadece 'Para Sistemi Dorunu' değil, bir bütün olarak kapitalist sistemin sorunudur. Reel Kapitalizmin para sisteminden önce, çalışma sistemi iflas etti. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde sokakta insanlara, ülkelerindeki baş sorunun ne olduğunu sorsanız, "İşsizlik" diyeceklerdir. Kalıcı işsizlik ve iş alanlarının bütün bütün ortadan kalkması, geri dönüşsüz bir durumdur. “Üretimi artıralım” şeklindeki klasik klişe ile geleceğe umutla bakmak kesinlikle mümkün değildir. Kim niçin üretecek, ürettiklerini kime nasıl ve kaça satacak, karşıdakiler de bu kadar çok ve lüzumsuz ürünleri hangi parayla ve niye alacaklardır? Üretilen şeyler arttıkça, değerleri de düşmekte, dünya bir lüzumsuz modern üretim çöplüğüne dönüşmektedir. Paraya para kazandırmak için -sadece bu8 nedenle üretmek- kendi sınırlarına dayanmıştır. Karl Marx’ın deyimiyle “Kapitalist üretimin gerçek sınırı, kapitalin bizzat kendisidir.” (“Marx-Engels Werke” 1972. C.25, S.260)

ABD, sistemin son krizinin başladığı tarihten bu yana -dört yıldır, eskisi gibi her istediğini yapamıyor. Borçları mantık sınırlarını aştıkça, alacaklıları da bazı siyasî şartlar öne sürmeye, talepkar olmaya başladılar. Çin, ABD’yi, canı istedikçe para basmaması konusunda uyardı. Amerikan Ordusuna sınırsız kaynak aktarımı eskisi kadar kolay değil. Bu durum, etkisini hemen gösterdi. Yeni ve önemli bir durumdur. ABD, savaşlarını baska ordulara ihale etmeye yatkın bir görünüyor. Devasa Amerikan Ordusu'nu işler halde tutmak, giderek daha da zorlaşacaktır. Dolar sisteminin terk edilmesini, ABD'ye yeni şartlar dikte edilmesi izleyecektir. Gelişmeler, ABD'nin aleyhine işliyor ve bunun tersine döndürülmesi pek mümkün görünmüyor. Ama ABD yönetimi, Amerikan Ordusunun önemini herkesten iyi biliyor olmalı. ABD belli sınırlar dahilinde, savaşmaya devam edecek, gereğinde cebir ve şiddet kullanarak Doları ayakta tutmaya çalışacaktır. Amerika, merkezinde Amerikan Dolarının bulunduğu para sistemi için savaşıyor, ama kazanma ihtimali bulunmuyor. Zira Dolar bir yana, bugünkü para sistemin bile bir geleceği olamaz. ABD'nin aşil topuğu, Dolar. Bu nedenle, Dolara sadık, Doları militanca savunan ülkelere ihtiyacı var. Bu şartları yerine getirmeyenler kolayca "düşman" sayılabiliyor". ABD'nin 2008'de askeri doktrinini yenileyip, "çökmekte olan, halkının ihtiyaçlarını karşılayamayan devletler, ABD'nin ulusal güvenliğini birinci derecede tehdit etmektedir" mealindeki saptamalar da, Dolar konusundaki endişelerini göstermektedir. Böyle ülkelerde, (Somali ve Afganistan gibi yerlerde) ekonomi denen şey bile bulunmuyor artık. Sistem finali oynuyor. Dünya, altın endeksi devrinin ardından, Dolar bazlı para devrini ardında bırakmaya hazırlanıyor -hatta belki para çağını...

Ama bu başka bir hikaye.

Kaynak: Konstantiniye notları

Çin ABD’yi can alıcı yerinden vuracak
14 Ara, 2016



Çin devlet aklı ABD’yi en can alıcı noktadan vurmayı hedefliyor ve Yuan’ı ciddi anlamda uluslararası bir para birimi olarak sunuyor.

Çin’in yükselişi ve Amerika ile giriştiği artık ayyuka çıkan bilek güresi, Çin devletini haklı olarak ABD’nin global ekonomideki düzenini değiştirmeye itiyor. Peki Çin kurulu global sistemde ABD’nin rezerv para konumunu değiştirebilir mi? Cevap basit: Şimdilik hayır; ancak uzun vadede evet. Yalnız burada çok önemli bir nokta var. Çin devlet politikası, yuanı ABD doları yerine ‘Global Rezerv Para’ haline getirmek değil. Esas politika, yuanı uluslararası ticarette ve finans sisteminde, Çin’in ekonomik büyüklüğüne orantılı şekilde kullanılan, önemli bir para birimi haline getirmek. Çin global finansal sistemin yeniden tanımlanmasını ve daha adil olmasını talep ediyor. Çin devletinin tüm global finans sistemini kontrol etmek gibi bir amacı ve ihtiyacı yok. Daha ziyade birçok önemli para birimi arasında, ticaretine oranla yuanı gittikçe global ticaretin merkezinde yer alan bir para birimi yapmayı amaçlıyor. Çin kendi para birimini rezerv para olarak empoze etmekten ziyade, ikili ticarette kullanımını teşvik etmeyi öncelik olarak belirlemiş görünüyor. Türkiye ile Çin arasında gerçekleşen para takası sonucunda, her iki ülke birbirleriyle olan ticaretlerinde yerel para birimlerini daha fazla kullanmaya başlayacak. Bu her ne kadar küçük bir adım gibi görünse de aslında oldukça önemli ve stratejik bir hamle. Bu hamle aslında Çin, Rusya ve İran gibi ülkeler tarafından da ciddi olarak desteklendiği takdirde, Pandora’nın kutusundan neyin çıkacağını ve orta vadede global bir kartopu etkisine dönüşüp dönüşmeyeceğini göreceğiz.

ABD’NİN EN BÜYÜK GÜCÜ REZERV PARA

Öncelikle sunu basitçe anlatmakta fayda var: ABD’nin aslında en büyük gücü, rezerv para olarak uluslararası piyasalara yön vermesidir. Askeri ve politik güç gibi tüm diğer faktörler ikincildir. Nitekim Amerikan doları rezerv para olmasaydı, ABD bile giriştiği hiçbir savaşı, düşük faizlerle borçlanmaya devam ederek finanse edemezdi. Bunun devamı içinse, en hayati ticaret alanı olan hammadde ve emtia ticaretinin Amerikan doları cinsinden yapılması olmazsa olmaz koşuldur. Yani ABD niçin Ortadoğu ve diğer tüm enerji güzergâhlarıyla bu kadar ilgili diye sorulduğunda doğru cevap, ilk akla gelen, ABD’nin bu ülkelerden petrol ithal ediyor olması değildir. Çünkü ABD’nin çok ciddi miktarda petrol üretimi vardır ve tüm enerji güzergâhlarını yakın takipte tutmasını gerektirecek büyüklükte bir ithalatı yoktur. Dolayısıyla ABD’nin fosil yakıtların çıktığı bu coğrafyalardaki ilgisinin en önemli sebebi, aslında bu piyasaları kontrol ederek doların uluslararası emtia ve petrol ticaretinde kullanılan ana para birimi konumunu korumaktır.

Rusya, ABD ve Çin arasında askeri alandaki farklılıklar, uluslararası finans sistemindeki kontrol kapasitelerine oranla çok daha küçüktür. Yani ABD’nin en açık ara önde olduğu alan ne askeri gücü ne de siyasi nüfuzudur; en ileri olduğu nokta, parasının ve uluslararası finans siteminin kontrolünü elinden bırakmamasıdır.

Vaziyet böyle olunca, Çin devlet aklı da ABD’yi en can alıcı noktadan vurmayı hedefliyor ve yuanı ciddi anlamda uluslararası bir para birimi olarak sunuyor. Yuanın gittikçe artan şekilde kullanılması da ABD yönetimlerini en çok endişelendiren alanlardan biri. Çin’in yuanı uluslararası para birimi olarak konumlandırması, özellikle 2009 yılından itibaren hız kazandı. 2009 yılında Hong Kong piyasasında ‘Dim Sum’ bonolarını çıkarmış olan Çin, bundan sonraki süreçte uluslararası piyasaların devamlı şekilde artan yuan talebine paralel olarak, piyasalara yuan cinsinden yatırım enstrümanları sundu. 2013 yılında global ticarette en çok kullanılan sekizinci para birimi olan yuan, 2014’te beşinciliğe ve en nihayetinde 2015’ten itibaren ticarette en çok kullanılan ikinci para birimi konumuna geldi.
Aydınlık

Dünya ekonomisini/siyasetini yönlendiren AĞ ve "Sistemin merkez firmaları"
Selçuk Salih Caydi
28.10.11



Sistemin "Merkez firmaları"nın bir numarası: Barclays Bank
Orbis bilgi bankasına kayıtlı 37 milyon firmanın ilişkilerini inceleyen, çok karmaşık sistemlerin işlemesi türünden sofistike konularda uzman üç ("Sistem dizaynı") bilim adamı, bir araştırma yapmışlar. Konu, global ekonomik sistemdeki güç dağılımını, firmaların karşılıklı bağımlılık derecesini ve firmaların global ekonomi üzerindeki etkilerini, ekonominin dinamiklerini ölçmek. Stefania Vitali, James B. Glattfelder ve tabii Stefano Battiston. İsviçre'nin saygın eğitim kurumlarından ETH'nın Sistem Dizaynı masasından üç bilim adamının oluşturduğu grup içinde Stefano Battiston özellikle dikkat çekiyor. Battiston, ekonomi alanındaki böyle (ama çok daha sınırlı) başka bir araştırmasını, Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz'le birlikte yayımlamıştı. Şimdiki konu, çok genel hatlarıyla bildiğimiz başka bir gerçeğin global ekonomiye (ve tabii firmalara) uyarlanmış hali: ABD ve Çin birbirine bağımlıdır ve bu iki ülke arasındaki bağımlılık ilişkisi (ortaklık), günümüz global neoliberal sistemin en temel özelliğidir. Karşılıklı bağımlılık, liberal ekonomi döneminde (1945-1980'li yıllar) asla bu ölçüde 'zorunluluk' boyutunda değildi. Stefano ve arkadaşlarının gösterdiği asıl konu, aynı karşılıklı bağımlılık ilişkisinin firmalar arasında da mevcut olmakla kalmadığı. Bir grup firmanın arasındaki ilişki çok daha "bağlayıcı" boyutlarda. Çünkü dünyanın bazı dev firmaları, diğer dev firmaların hisselerine sahip -hem de oldukça yüklü miktarda. Ortada, birbirinin sahibi olan ve mülkiyet üzerinden birbirine bağlı bir AĞ var. Bunu, karmaşık bir yumak şeklinde düşünebilirsiniz. İpe takılı 1318 firma var ve bu firmalar, başka iplerle de birbirine bağlı. Ve adına "Sistemin merkez firmaları" adını vereceğimiz bu topyekün ağ, global dünya ekonomisi toplam cirosunun yüzde 60'ını yapıyor. Battiston ve arkadaşları, bu yumağın içinde daha da küçük bir grup keşfetmişler. Birbirinin sahibi bu 174 firma grubu ise, dünya ekonomisinin yüzde 40'ına sahip.

Dünya siyasi sistemi esas olarak 193 Birleşmiş Milletler üyesi ulus devletten oluşmuyor. Ama Global Sistemin asıl unsuru, irili ufaklı firmalar ve onların oluşturduğu “piyasa”/kâr/para ağı. Geride bırakmakta olduğumuz neoliberal dönemde firmalar, sistemin asıl unsurları olmuşlardı, ulus devletlerden daha önemli/etkili/güçlü hale gelmişlerdir. Bu gerçek, kuru “kimlik” tartışmalarıyla havanda yirmi yıldır su döven yeni sağcı eski solcular tarafından artık gizlenemeyecek kadar büyüktür.

174 firma hangileri?

Buna gelmeden önce, bu sayının nereden çıktığına ve araştırmadaki dille sistemin nasıl görüldüğüne ve işlediğine bakmalıyız. Sistem temelde bir para sistemi olduğu için, burada esas olan para ilişkileridir.

İsviçreli araştırmacılar grubu, global bazda faaliyet gösteren ve bir kısm hisselerine başka firmaların sahip olduğu 43.060 firmayı araştırmış. Bu firmaların kendi aralarındaki ilişkileri/ortaklıkları yakından inceleyince şu sonuca varmışlar: Global dünya ekonomisine (ve ekonomi üzerinden siyasi ilişkilere de) bir AĞ hükmediyor...

Burada bir soluklanıp, şunu peşinen belirtelim: Olay bir komplo teorisi değildir, gizli Mason teşkilatları, ritüeller falan gibi şeylerden bahsetmiyoruz. Burada aslolan, çok daha "köklü" birşeydir: Sistemin mantığı. Bu firmalar, dünya ekonomisi üzerinden devletlere/siyasete de hükmediyorlar.

147'ler listesine bakınca şunu görüyorsunuz: Listenin ilk 49 firması, banka veya benzeri para kurumu. (Hedge fonları vs.) Bir Numara, Büyük Britanyalı Barclays Bank. İki numara, kimsenin adını duymadığı Capital Group Companies. Bu grup, Geberit gibi ortaklarıyla birlikte bir trilyon Doları yönetiyor.
İlk yirmi firma arasında JP Morgan, Goldman Sachs, UBS, Credit Suisse gibi bankalar var. Bunlar zaten bilininen şeylerdi. Stefano Battiston, “Ekonomi üzerinden uyguladıkları yaptırım gücü muazzam” diyor.

Yazıya burada ara vermeden önce, “küçük” bir şey hatırlatmak istiyoruz. İsviçreli araştırmacılar, 2007'den günümüze uzanan bir süreci incelemişler. Bu 174’ler listesinin 34’üncü sırasındaki Lehman Brothers Bankasının batmasının ağ üzerindeki etkisi nasıl oldu? İşte bilimsel araştırmadaki bizce en önemli yanlardan biri... Bu iflas, sistem içinde, tıpkı Yunanistan’ın batmasına benzer bir olay teşkil ettiğinden, incelemeye değer -çünkü buradan, AĞ'daki zayıf noktayı görmek ve onu daha iyi tanımak mümkün olabilir.

Birbirinin sahibi firmalar ağının gücü, dünya ekonomisini ve siyasetini çok önemli boyutlarda belirlemesinden, zayıflığı da, birbirini tam anlamıyla kontrol etmesinden geliyor.

Occupy-Wall-Street hareketinin sloganı, "Biz yüzde 99'uz", tamamen doğru. (Slogan, "Biz binde 997'yiz" olsa, çok daha doğru olurdu!)

AĞ oluşturan firmaların oranını göstermek için bir örnek vermek istiyoruz:

Wikipedia'daki her konu başlığında, tıklayıp başka bir başlık açabiliyorsunuz. Her konu başlığının, diğer konu başlıklarıyla doğrudan bağlantı (link) oranı, ortalama yüzde 40 kadar. Ama Orbis veri bankasına kayıtlı 37 milyon firmanın sadece binde 3'ü diğerleriyle -Wikipedia yazılarındaki gibi- çoklu doğrudan bağlantıya (linke) sahip. Birbiriyle doğrudan çoklu doğrudan bağlantılı olanlar 43060 firma. Bu firmanın arasından 1318'i -yani her biri- diğerleriyle ortalama 20 doğrudan bağlantıya (mülkiyet/para ortaklığına) sahip. Bu bağlantıların sayısını, yaklaşık 400.000 olarak veriyorlar. Sadece bu 1318 firma, yeryüzünde yapılan cironun yüzde 20'sini yapıyor. Bu firmalar, diğer dolaylı bağlantılarıyla birlikte, dünya ekonomisinin yüzde 60'ını kontrol ediyorlar. Burada asıl mesele, bu kadar az firmanın bu kadar çok ciro yapması ve dünya ekonomisinde bu kadar büyük rol oynaması değil. Asıl mesle, bu firmaların kendi başlarına hareket etMEmesi ve bir AĞ halinde tek bir bütün gibi hareket etmesi, etmek zorunda kalması. İşte burada devreye, birbiriyle çok daha yoğun mülkiyet ilişkisi içindeki 174 Firma giriyor. "Sistemin Merkez Firmaları" Ağı'nın yaklaşık dörtte birini oluşturan bankalar ve finans kurumları, asıl yön tayin edici AĞ olarak işliyorlar, çünkü reel ekonomi değil sanal ekonomi, Global neoliberal sistemin motoru.

İsviçreli araştırmacılar, bir grup firmanın muazzam ölçülerde birbirine bağlanıp, dünya ekonomisi ve siyaseti üzerinde asıl söz sahibi olmalarının tehlikelerine dikkat çekiyorlar. Karmaşık sistemlerin nasıl işledikleri ve dinamikleri konusunda uzman olduklarından, sisteme dışarıdan/tarafsız bakabiliyorlar.
Lehman Brothers bankası iflas edince, dünya ekonomik krizi yeni bir ivme kazanmıştı. Bu çok da doğaldı. Lehman Brothers büyüklüğündeki bir bankanın kaç sayıda başka firmayla doğrudan bağlantısının olabileceğini düşünmek bile, böyle durumların AĞ'a nasıl etkide bulunduğunu anlamaya yardımcı olabilir. Yunanistan'ın iflasını önlemek için nasıl çırpınıldığı ve sonuçlarının ne olacağı şimdiden biliniyor. İlk söylenen, Yunan tahvillerine sahip bankaların da birlikte çökeceği yönünde. Bu durumda AĞ'da yeni delikler oluşacak demektir.

Araştırmacılar, 2007'den itibaren inceledikleri verilerden, "delik" sorunu hakkında bazı bilgiler de çıkıyor. Mesela sistem, yeni ağlarla deliği kapatmaya çalışıyor. Ama delik sayısı artarsa, o zaman ne olacak?

Bütün bunlar bir yana, dünya ekonomisinin ağırlıklı bölümünü doğrudan kontrol eden, geri kalanını da bu çoğunluk üzerinden yönlendirebilen bir firmalar kliğiyle, kapitalizmin "erdem"lerinden olduğu söylenen 'Rekabet' özelliğinden sözetmek, artık zor. Çünkü firmalar bazı şeyleri, rekabet ötesinde denetliyor, yönlendiriyorlar. Bu özelliklerine bakarak şunu rahatlıkla yeniden söyleyebiliriz:
İnsancıl, yeşil bir kapitalizm mümkün değildir.

Burada hemen, 174 firmanın ağının devletler tarafından siyasi kontrol altına alınarak sistemin siyasiler tarafından yönlendirilebileceği söylenebilir. (Lafta kolay!..) Buradaki siyasi irade, ülkelerin birlikte alacağı karardan fazlası olmak zorunda. Çünkü siyaset, sadece oy üzerinden seçmenle bağlı. Ama bu firmalar seçmenle, işleri, banka hesapları, alışveriş merkezleri ve bakkallar üzerinden bağlı.

Sadece Lehmans'ın batmasıyla önemli bir delik açılmamış AĞ'da. Merkez, aynı gücünü koruyor. Burada ilginç olan, AĞ'ın hareket kabiliyetini yitirmesi ve giderek donması. Sistemin istikrarını korumak için hareket kabiliyetini yitirmemesi gerekiyor. Şimdi tersi söz konusu. Birbirine mahkum olmak, ikinci bir risk daha taşıyor. Sistemin bir yerinde doğacak (veya doğurulacak) bir sorun, sistemin içinde hızla yayılabilir. Ayrıca bu kapalı sistemde, reform olanaksız.

Bütün bu yapının siyaset üzerindeki etkisiyle, demokrasiyle bağdaştırılamayacak bir şey olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Bu, çözümü zor bir düğüm, Gordiyon'un düğümü gibi...
(Ama buralarda böyle düğümleri eskiden kılıçla çözmüşler. -Bir vuruşta!)

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Sistemi vurmak...
Selçuk Salih Caydi
1.11.11

Son bilgiler, Global Sistemin zayıflıklarını iyice ortaya çıkardı. Arap Baharı, Amerikan Sonbaharı (Occupy-Wall-Street Hareketi) ve belki Yunan Kışıyla desteklenecek isyan ruhu, anonim grupların daha sofistike gizli operasyonlarıyla önemli başarılar elde edebilir ve sistemi çökertebilir.
Sistemin asıl zayıf yanı, artık tamamen sanal bir hal almasıyla ilgilidir. Bankaların en merkezinde yeraldığı "Sistemin Merkez Firmaları" AĞ'ı, Lehman Brothers benzeri yeni çöküşlere nereye kadar dayanabilir? Yunanistan'ın durumu, bu konuda tayin edici önemde görünüyor. Bugünkü haberler, Yunan Hükümeti'nin borç krizi konusunda bir referanduma gideceği yönünde. Bunun anlamı, Yunan Halkı'nın -büyük bir ihtimalle- AB'nin dayatmasına karşı duracağı demektir. Hükümetin bu kararına ilk tepki borsalardan geldi, ikinci tepki Yunan Meclisinden geldi!
(Bazı Bakan ve Milletvekilleri aşırı stres nedeniyle hastaneye kaldırıldı!)
Şimdi asıl sorun, sitemin çökertilmesi değildir. Asıl sorun, sistemin (yani -ilk elden- 'Finans sistemi'nin) çökmesinin ardından hangi kurumların nasıl kurulup nasıl ve niçin işletileceği, yeni bir sistemin nasıl kurulacağı ve bütün bunlar yapılırken barışın nasıl korunacağıdır...

Asıl sorun bu, ve henüz ortada duruyor. (Kaosun lüzumu yok)
Bu temel sorunların çözümü konusunda sahici anlamda olumlu sinyaller gelmeye başlayınca, sistem, -eskilerin deyimiyle- "ilk oku gözüne" yiyebilir.
Ama yapıcı sinyaller gelmese de sistemin miyadı dolmuştur.
Dünyada eski Sağın en muhafazakar politikacılarının bile sorguladığı 'Kapitalizm'in, adını bile ağzına almayan Solumtrak "liberal" bir entelijansiyayla, yalakalık şampiyonu otosansürcü bir basınla, demode vasat politika eşrafıyla, tepkisiz/sessiz/biatkar bir halkla ve yasama-yürütme-yargı'yı tek kişinin tasarrufuna bırakmış vicdan özürlü faiz şampiyonu rantiyeci bir "Müslüman" Hükümetle, yaklaşmakta olan Tsunami dalgasının önünde durmak, Türkiye için pek kolay olmayabilir...
Şöyle olabilir:
"Günü yaşayan" itaatkar Türkler, Türkiye'ye ne olduğunu televizyondan seyrederler!
http://konstantiniye.blogspot.com

Immanuel Wallerstein
ABD çöküşünün dünya çapındaki neticeleri
25 Ağustos 2011



On yıl evvel, ben ve bazı kişiler Amerika’nın dünya sistemindeki çöküşünden bahsettiğimizde en iyi halde saflığımızdan dolayı küçümseyici tebessümle karşılanırdık. Amerika, dünyanın en ücra köşelerine kadar uzanan ve istediğini yaptıran tek süpergüç değil miydi? Siyasi tayfta yer alan tüm kesimlerin paylaştığı bir görüştü bu.

Bugün ise, ABD’nin çöktüğü, ciddi şekilde çöktüğü görüşü sıradanlaşmıştır. Çöküşü tartıştıkları takdirde çöküş gibi kötü bir haberin suçlusu olmakla itham edilmekten korkan birkaç Amerikalı politikacı hariç herkes bunu söylüyor. Hakikat şu ki çöküşün gerçekliğine bugün neredeyse herkes inanmaktadır.

En az tartışılan ise bu çöküşün dünya çapındaki neticelerinin neler olduğu-olacağıdır. Çöküşün iktisâdi nedenleri var elbette. Ancak ABD’nin bir zamanlar tasarruf ettiği jeopolitik güç üzerindeki tekeli kaybedilmiş olması başlıca siyasi neticelerden biridir.

7 Ağustos tarihli The New York Times’ın iş dünyası ekinde (Business Section) anlatılan bir bilgi notundan başlayalım. Atlanta’daki bir para yöneticisi, hisseleri satmasını ve parayı bir şekilde korunaklı yatırım ortaklığı fonlarına kaydırmasını isteyen zengin iki müşterisi adına “panik düğmesine bastı.” Para yöneticisi 22 yıllık iş hayatında böyle bir istekle daha önce hiç karşılaşmadığını söylüyordu. Bir benzeri daha önce görülmemişti. Gazete, Wall Street’in “nükleer şıkkı” diye nitelemişti bunu. Rotayı piyasalardaki akışa uygun tut diyen geleneksel tavsiyeye ters düşmektir bu.

Standart & Poor’s, ABD’nin kredi notunu AAA’dan AA’ya indirdi ki bu da benzersizdir. Fakat mülayim bir harekettir de. Çin’de Standart & Poor’un muadili olan Dagong, ABD kredi notunu çoktan A+’ya indirmişti; şimdi ise A-‘ye düşürdü. Perulu ekonomist Oscar Ugarteche ABD’nin bir “muz cumhuriyeti” olduğunu ilan etti. ABD’nin iyileşme ümitlerini korkutup kaçırmamak adına kafayı kuma gömme politikasını seçtiğini söylüyor. Geçen hafta Lima’da toplanan Güney Amerika Mâliye Bakanları ABD’nin ekonomik çöküşünün etkilerini çabucak tecrit etmenin yollarını ele aldılar.

Herkesin sorunu şu: Kendini ABD çöküşünün etkilerinden korumak çok zordur. İktisâdi ve siyasi çöküşün sertliğine rağmen, Amerika dünya sahnesinde bir dev olarak kalmayı sürdürüyor ve orada olup bitenler başka yerlerde büyük dalgalar oluşturuyor halen.

Şüphe yok, Amerikan çöküşünün en büyük etkisi bizâtihi ABD üzerindedir ve böyle olmaya devam edecektir. Politikacılar ve gazeteciler, Amerika’nın siyasi durumunun işlevsizliği hakkında açıkça konuşuyorlar. İyi de işlevsiz olmaktan başka mümkün olan bir şey var mıydı ki? En temel gerçek şu ki, katıksız çöküş gerçeği, Amerikan vatandaşlarını afallatmıştır. Amerikan vatandaşlarının çöküşün maddi sıkıntılarını yaşamalarından ve zaman ilerledikçe sıkıntılarının artmasından derin bir korku duymalarından ibaret değil mesele. Birleşik Devletlerin dünyada model ulus olarak Tanrı veya tarih tarafından “seçilmiş ulus” olduğuna inanmaları da var. Başkan Obama, Birleşik Devletlerin +AAA ülkesi olduğuna dair güvence veriyor onlara.

Obama’nın ve diğer tüm politikacıların problemi buna halen çok az sayıda insanın inanıyor olmasıdır. Ulusal gururun ve benlik bilincinin uğradığı şok ani ve müthiş oldu. Ülke bu şokla başa çıkıyor ama çok kötü bir şekilde. Halk, günah keçisi arıyor - ve hiç de zeki olmayan bir şekilde - suçlu olduğu farzedilen taraflarda arayarak yapıyor bunu. Öyle görünüyor ki son ümit, birilerini kabahatli bulmaktır; dolayısıyla da çare, otorite makamındaki kişileri değiştirmektir.

Federal yetkililer – Başkan, Kongre ve iki büyük parti – sorumlu tutulacak taraflar olarak görülüyorlar. Bireysel silahlanma ve ülke dışında askeri müdahalelerin azaltılması yönünde güçlü bir eğilim var. Washington’dakileri her şeyden sorunlu tutmak, siyasi istikrarsızlığa ve yıkıcı-mahvedici yerel mücadelelerin daha da şiddetlenmesine yol açar. Dünya sisteminde istikrarı asgaride olan siyasi teşekküllerden biri de ABD’dir diyeceğim.

Bu ise siyasi mücadeleleri işlevsiz olan ve dünya sahnesinde gerçek güç tasarruf edemeyen bir ülke haline getirmektedir ABD’yi. Bu yüzden de geleneksel müttefiklerin ve başkanın ülke içi siyasi tabanının ABD’ye ve başkanına duydukları inançta büyük bir azalma var. Gazeteler, Barack Obama’nın siyasi hataları hakkında analizlerle dolu. Bunun hakkında kim tartışabilir? Obama’nın benim kanaatime göre yanlış, ödlekçe ve bazen de büsbütün ahlaksızca olan düzinelerce kararlarını kolayca sıralayabilirim. Fakat Obama, siyasi tabanının alması gerektiğini düşündüğü kararları almış olsaydı sonuç çok farklı olur muydu diye de merak ediyorum. ABD’nin çöküşü, başkanlarının aldığı zayıf kararların değil dünya sistemindeki yapısal gerçeklerin neticesidir. Obama halen dünyanın en güçlü kişisi olabilir fakat hiçbir Amerikan başkanı, geçen yılların başkanları kadar güçlü ol/a/mıyor.

Döviz kurlarında, işsizlik oranlarında, jeopolitik ittifaklarda, vaziyetin ideolojik târif-tanımlarında akut, sabit ve hızlı dalgalanmaların olduğu bir döneme girdik. Bu dalgalanmaların çapı ve hızı, kısa vadeli tahminleri imkânsızlaştırmaktadır. Kısa vadeli (mesela üç yıllık) tahminlerde makul bir istikrar olmaz ise dünya ekonomisi felç olur. Herkes korumacı ve içe dönük olur. Hayat standardı düşer. Hoş bir resim değil. Amerikan çöküşünün birçok ülke için pek çok olumlu tarafları varsa da diğer ülkelerin bu yeni durumdan umdukları kazancı dünya gemisi şiddetle sarsılırken sağlayabilecekleri kesin değildir.

Daha aklı başında uzun vadeli analizler yapmanın, analizlerin ortaya koyduğu hakkında daha berrak ahlâki hükümler vermenin, bugün çakılıp kaldığımızdan daha iyi bir dünya sistemini 20-30 yıl zarfında kurma çabası içerisinde çok daha etkili bir siyasi eyleme girmenin vaktidir.

Kaynak: Agence Global
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın

Serdar Akinan
'Pax Americana' çökerken

Burada kullandığım 'Pax Americana' (Amerikan Barışı) göndermesini, tahmin edebileceğiniz gibi, 1945'ten bu yana ABD açısından tarımsal, ticari, üretimsel ve kültürel gelişimi yani 'modernizm'in yükselişi için kullanıyorum.
Amerikan medeniyet(!)'i çöküyor.
ABD, şu sıralar dünyaya saçtığı yeşil kağıtlarını toplamakla meşgul... Varsayılan bir kez daha toparlanacağı... Oysa vaziyet hiç de öyle gözükmüyor.
Babalar, 60 trilyon dolarlık yıllık dünya gayri safi milli hasılasının yaklaşık yüzde 25'lerine karşılık gelen gücünü, tüketimi körükleyerek ve askeri gücüne dayandırarak artık sürdüremiyor.
Allah, Bush'tan ve onu bir şebek gibi kullanan neo-con'lardan da razı olsun.
Bu hastalıklı dangalakların, 'The Project for the new American Century' metni tuvalet kağıdı yapılsa fena satmaz.
11 Eylül'den sonra kaleme aldıkları bu metin sayesinde Afganistan ve Irak işgal edildi... Milyonlarca Müslüman'ın kanı döküldü...
İnsanlık neyi gördü?
Bomba ile dolar güçlenmez.
Rambo gişe yapmıyor artık.
Mevsim hazan ya, vitrin pek bi telaşla değişiyor... Bakalım Hüseyin kardeş ne kadar işe yarayacak?
Görünen o ki, enerji havzaları ve pazarlarda, yeni oyuncular sahneye çıkıyor...
Almanya sıyrılıyor. Çin sıyrılıyor... Güney Amerika keza öyle olacak...
Türkiye ise, inanın veya inanmayın, çok ciddi bölgesel bir güç haline geliyor.
Kaos, dünyaya yeni gerçekliğini dayatacak.
Batı'da iç savaşlar görmeye hazır olun.
Batı gürültüyle çöküp yeniden şekillenecek.
Memleket açısıdan denklem malum-du:
Ermenistan'ı Rusya'nın kucağından kurtaralım.
Kürdistan'ı kuralım.
Önümüzdeki haftalarda Ermenistan'la ilgili, Kürdistan'la ilgili tarihsel açılımlar göreceğiz. Bu kesin.
Peki, 'Pax Americana' çökerken; yani oyun kurucu kendi derdine düşmüşken 'bölgesel planı' yürür mü?
Kafalardaki asıl soru bu...
Sizin gördüğünüzü, hem içeride hem dışarıda, görmesi gereken görüyor.
Yani?
Yanisi şu:
'Amerikan barışı'nı çökerten dinamiğin ne olduğuna dair sağlam ve sağlıklı bir teşhis dünyanın en zeki insanları tarafından henüz tam olarak yapılamamışken...
Hele hele, 'Peki buradan ne çıkar, dünyada yeni durum ne olur?' sorusuna, henüz, tek bir tutarlı yanıt bulunamamışken..
Görenlerin verdikleri yanıtlara bakıyorum da...
Barrack Hüseyin Obama kardeşimizin 'ani' Türkiye ziyareti beni onlar kadar heyecanlandırmıyor.
Düşündürüyor...

Akjşam

Serdar Akinan
Hırs ve haz yüzünden

Yıl 1630... Yer Hollanda...
Osmanlı'dan alınan lale soğanları halk arasında büyük ilgi çeker. Bu 'ince zevk' Hollanda'da yetişen lalelerde bir hastalık ortaya çıkar.
Laleler bir virüsün etkisiyle mutasyona uğrar. Hastalık, lalelerin muhteşem renklerde açmasını sağlar...
Ancak bu 'ilahi' dönüşüm önce büyük bir çılgınlığa sonra da büyük bir ekonomik çöküntüye yol açar.
Richard Roberts, Hollanda tarihindeki bu devasa ekonomik çöküntüye bir döngünün neden olduğunu saptamış.
Daha önemlisi bugün dünyanın içine düştüğü küresel krizle bu 'Lale krizi'nin nasıl örtüştüğünü bakın nasıl anlatıyor.

1. Mevcut sisteme daha önceden varolmayan bir değer girer:
Hollandalılar lale soğanı alım satım işine başlar.
2. Coşku: lale soğanı fiyatları yükselir...
3. Çılgınlık
Amatör spekülatörler fiyatları sürekli yukarı çekmeye başlarlar.
Ortalama yıllık gelirin 150 florin olduğu bir dönemde tek bir lale soğanı 1250 florine alıcı bulur.
4. Stres
Ancak bu rakamlar öylesi uçuk seviyelere ulaşır ki açgözlülük artık korkuya dönüşür.
5. Panik
Şubat 1637'de pazar çöker ve lale soğanları hiçbir fiyata alıcı bulamaz.
6. Her şey aslına rücu eder
Ekonomi resesyona girer. Davalar açılır. Sistem bir hesaplaşmaya girer ve reform başlar...
Roberts, mortgage balonu ve ardından finansal krizle başlayan sürecin birebir aynı olduğunu örneklerle anlatıyor...
Meselenin özünde insan var...
Tam bu noktada size bir 'av' ve 'avcı' hikayesi aktarayım.
Maymun avlamak için çok basit bir kapan vardır.
Küçük bir hindistancevizinin ucuna, bir maymunun elinin girebileceği boyutta bir delik açılır. Bu delikten, hindistancevizinin içine bir miktar pilav konulur. Daha sonra bu hindistancevizi (kapan), maymunların dolaştığı ağaçlardan birine bağlanır...
Maymun gelir, pilavın kokusunu alır ve karnını doyurmak için elini bu delikten içeri sokar ve pilavı avuçlar. Kapanın en önemli noktası, maymunun boş elini sokup, pilavı tutan yumruğunu geri çıkartmaya çalışmasında yatar.
Maymun, açgözlülükle, pilavı tutan yumruğunu, hindistancevizinden çıkartmaya çalışır.
Fakat hindistancevizinde bulunan delik, maymunun pilavı tutan yumruğunun çıkmasına izin vermeyecek kadar küçüktür.
Maymun pilavı, hindistancevizi maymunun kolunu bırakmaz.
Bir müddet sonra avcılar gelir ve maymunu yakalar.
Aşırı güçlenen ve saldırganlaşan tüketim ideolojisi gerçekten resesyona
girdi mi?
İnsanlık, bu krizden neyin hesaplaşmasını yaparak çıkacak?
Zaman içinde, meselenin, öz itibarıyla; hırs ve haz olduğunu anlayabilecek miyiz?
Akşam

KUZEY AMERİKA’NIN 'HASTA ADAM'I

19 Ocak 2009 23:58
Gazze’de binden fazla sivili katleden İsrail’in en büyük müttefikinin çöküşünü ve “Kuzey Amerika’nın Hasta Adam”ı oluşunun beş yolunu Antiwar’dan Jon Basil Utley yazdı.
BEŞ YOL

Jon Basil Utley*

Hayatını mağaralarda geçiren Osama Bin Laden, kendi Sun Tzu’sunu ve jusitsu’nun temel prensiplerini bilir. Sun Tzu’nun ünlü vecizesi, “Kendini Bilen, Düşmanını Bilir” der. Jujitsu, düşmanın kendi gücünü ona karşı kullanma üzerine kuruldur. Örneğin, “Jack ve Fasulye Sırığı”ndaki Jack, devin büyüklüğünü ve öfkesini kendi ağırlığı altında ezmek için kullanır. Bin Laden, Amerika’yı yenme yolunun kendi gücünü ona karşı kullanmak olduğunu anladı. Zaten Amerika’yı iflas ettirme amacında olduğunu daha önce söylemişti. Kendi zayıflığını biliyordu ve Amerika’nınkini de kavramıştı. Amerika’nın gururu ve korkularının nasıl kendini yok edecek, mantıksız tepkiler vereceğini idrak etmişti.

Birkaç yüz bin dolara mal olan bin Laden’in sinek ısırığı ataklarındaki zeka, Amerika’yı içinden nasıl çıkacağını bilmediği sonu gelmez iki multi-trilyonluk iki savaşa bulamıştır. Kendi gücünün adamlarının, özellikle kendi diktatörlükleri, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze işgali ve Amerikan ordusu altında asaletini yitirmiş Müslümanların zihinleri olduğunu anlamıştı. “Uzak”taki düşmandan kurtulmanın yolu “yakın”dakilerle kapışmaktı.

Amerika’yı Irak’ı yok ettirmek için kışkırtmak zekanın bir zaferiydi. Washington’da savaş çıkarmak ve Irak’ı yok etmek için kaşınan neoconlardan haberdardı. Bin Ladin en büyük rüyasında Amerika’yı kendi düşmanlarını yok ederken, aynı zamanda müttefiklerinden dışlanıp ciddi olara zayıfladığını hayal ediyordu. Öncelikli Arap düşmanı, Irak’taki Baas yönetimi olan laik ulusal sosyalistlerdi. Bir kere yok edildi mi, Müslüman direnişi, Arap diktatörler ve Amerikan askerlerini karşı yegane dürüst ve derin yol olarak dini köktendincilik olarak yönlendirilebilirdi. Bu bağlamda, bir kez daha düşmanın gücünden istifadenin zeki bir örneği olarak, laik ve modern bir devlet olarak Irak’tan farklı nedenlerden ötürü Müslüman köktendincilerden daha fazla korkan İsrail’le müttefik oldu.

Bir sonraki umudu Amerika’nın Şii düşmanı İran’ı yok etmesi. Bunda az daha başarılı da oluyordu. Öncelikli amacı Amerika’yı Asya toprağında sonu gelmeyen, kaynak bitiren savaşlarda batağa sokarak, düşmanlarına yarayan petrol akışını kesmek.

Bin Laden, Washington’da ölçüsüz güce sahip olan Amerika’nın dini köktendincilerinin, dini savaşları sürdürmek için gaza getirilebileceğini biliyordu. Kesin olarak “biliyordu” zira kendi Müslüman köktendincilerinden biliyordu, tıpkı İsrail’inkileri bildiği gibi. Tüm bunlar onun zihninde Amerika’nın gücünü sağlayan küresel ekonomiyi yıkmak için kullanılabilirdi. 2002’de evimde Peru’nun parlak ekonomisti Hernando de Soto’ya bin Ladin’in amacının Amerika’yı Orta Doğu’dan atmak olduğunu söylemiştim. O da bana, “Sadece orası değil, tüm 3’ncü Dünya” diye cevap vermişti.

Amerika’daki savaşlarla gelen yıkım birkaç yolla oldu:

İlki, savaşların finanse edilmesi eşeğin belini kıran son saman oldu. Kimse ne kadar borcun Amerika’yı iflas ettireceğini bilmiyordu ancak ulusal borcu 5 trilyondan 10 trilyona çıkarmak ve yeni alınan trilyonlarla sonunda bu oldu. Savaşta olan bir hükümet siyasi destek arar. Popüler olmayan bir savaş için milyar harcarken daha iyi bir refah için milyarlardan geri durmak çok zordur. Bu nedenle Amerika savaş-refahı bir devlet olarak anılıyor. 19’ncü yüzyılda Almanya’da refah, Bismarck askeri maceraları için popüler destek ararken başladı. Al gülüm ver gülüm buydu.

İkinci olarak Irak’ın yıkılması ve Hürmüz Boğazı’nın kapanmasına neden olabilecek Bush’un İran’ı sürekli bombalama tehditleri, petrol fiyatlarını tavan yaptırdı ve ardından da dünyanın zenginliğini tüketti. Yine de bin Laden, hedge fonlarının spekülasyonu besleyeceğini ve Bush’un fiyatları indirebilecek petrol rezervlerini, İran’la savaşta kullanacağı için, açmayacağını hayal etmemiş olabilir. Sonrasında gelen petrol fiyatlarının çöküşü Amerika’nın savaşlarını ve pervasız borçlanmalarını finanse eden ABD hükümet bonolarının alıcılarını tüketti.

Üçüncü olarak, dikkati savaşlara yönelmişken, Washington’un mali piyasalardaki tartışılan reformlar gibi iç konulara ayıracak zaman ve enerjisi kalmamıştı. Savaşların maliyetini sorgulayan herkes vatansever olmamaklar itham ediliyordu. Yalanlar savaşın sürdürülmesinin parçasıdır ve itibarın yitirilmesi liderlerin yalanlarını ortaya çıkarır. Amerika’nın gözden düşmüş liderlerinden, gözden düşmüş Amerikan piyasaları arasında kısa bir yol vardır.

Dördüncüsü neoconların ve dini köktencilerin zehirli müttefikliğidir. Neoconlar, dünyayı yönetmeyi hayal eden akademisyen Washington politika inekleridir. “Köktenciler” seçim desteğini sağlamışlardır çünkü Amerika’yı putperestler arasında Tanrı’nın işini yapan olarak görürler. Aşırı uçları gerçekten Orta Doğu’da, Tanrı’nın Hüküm Savaşı (Armageddon) planlarını “hızlandırmak” için kaos istemektedir. Onun yerine bin Laden’in amaçlarını hizmet ettiler.

Beşinci olarak, savaş harcamaları açıkları devasa etkili Keynes’çi bütçe açığı finansmanı operasyonudur ve sonunda ekonomik sarhoşlukla neticelenir. Savaşlar görünüşteki bolluğuyla ekonominin canlanmasıdır ancak gerçekte kaynakların inanılmaz tüketicileridir. Her yeni 200 milyon dolarlık savaş uçağı ve günlüğü 1.000 dolara askerleriyle, askeri operasyonda devasa bir yozlaşma ve beceriksizlik vardır. Bin Laden bile savaşın ne kadar maliyetli olabileceğini hayal edememiştir.

Tüm bunlar birçok savaş eleştirmeni tarafından önceden öngörüldü ancak Bush yönetiminin yalanları ve gücünü kırarak büyük medyada kendine yer bulamadı.

Editör John Feffer, savaşların sonuçlarını 2002’de net olarak belirtir:

“Bin Laden’in gizli stratejisinin başarılı olarak anlaşılması patırtıyla değil sızlanmayla olacak. Tek kutupluluğu dünyanın avantajına kullanmada çuvallayan Birleşik Devletler, arzuları kendilerini aştıkları için sönen Rusya, İngiltere ve Türkiye imparatorluk örneklerini takip etme riskini taşımaktadır. En kötü senaryoda, ABD, Kuzey Amerika’nın hasta adamı olacaktır. Askeri aşırı irileşmesinin, zenginlik ve yoksulluğun aşırı uçlarının, sivil altyapının çöküşünün ve rekabetçi ekonomik avantajının yitirilmesinin bir kurbanı haline gelecektir”.

En azından Amerikalılara Washington’un, kendi topraklarına başka saldırı olmamasında “başarılı” olduğu söylenir. Belki öyle ancak başka saldırının olmamasının daha olası nedenini Laura Garces’in Foreign Policy’de yazar:

“Osama bin Laden’in tam olarak istediğini elde ettikten sonra kendisini ortaya çıkarmak ve devasa kaynaklar harcaması için hiçbir neden olmadığını söylenebilir: Savaşlarda harcanan milyarlarca dolarlar, altyapının ihmali, havaalanlarında beklemekten tedirgin olmuş binlerce turistin kaybedilmesi. Bozulma ve iflas onun aradığıydı ve korku da aşılanmasını istediği. Başarı olmadığından kim şüphe edebilir ki?”

*Antiwar Editörü

timeturk.com

Federica Matteoni
İngiliz gizli servisini isyan korkusu sardı! “Öfkeli yaz” erken başladı: "Bir banka da sen yak!”

Bu yıl yaz mevsimi erken başlayabilir. En azından İngiltere için Londra polisi bunun böyle olacağından emin. Londra polis birimi kamusal olaylar amiri David Hartshon’un Guardian gazetesine ülkede gelişen protesto hareketleri ile ilgili olarak açıklamalar yapmasından bu yana, İngiltere’de toplumsal huzursuzluklardan duyulan korku arttı. Hartshon, finans sektörü ve ekonomideki krizin kurbanlarının öfkelerinin şiddetli bir protesto dalgasına neden olacağını söylüyor. Diğer yandan polis şefi, İngiliz güvenlik güçlerinin bu duruma hazırlıklı olmadığından da emin. Hartshon’un tahminleri geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan gizli servis MI5’in raporlarına dayanıyor. Bu raporlar yalnızca polis için bir top-secret plan yapma zorunluluğu değil aynı zamanda içerdeki ordu güçleri için de bir uyarı alarmına neden oluyor. Kamusal alanların tümüyle gözetlenmesinin -İngiltere kamera ile en yoğun gözetlemelerin yapıldığı Avrupa ülkesidir- polisin “antisosyal tutum” olarak ortaya koyduğu davranışlarda askerlerin “toplumsal öfke”ye karşı mücadelesinde onların en büyük yardımcılarından biri olacak gibi görünüyor.

“Öfke yazı Londra’da G20 zirvesinin yapılacağı hafta içerisinde 1 Nisan’dan itibaren başlayabilir.” Hartshon, her şeyden önce başköşede ulus ötesi şirketlerin ve finans kurumlarının temsilcilerinin yer alacağı bu zirvenin “şiddet kullanmayı hedefleyen göstericileri hedefleri” arasında bulunabileceğine dikkat çekiyor. Aslında İngiltere’deki bu zirveye karşı gelişen seferberlik çok üst düzeyde. Protesto çağrısı yapan farklı gruplar özellikle sert mücadele çağrısı yapıyorlar. “Nisan’ın ilk haftası dünyadaki siyasi liderlerin unutamayacağı bir protesto haftası olacak.” Bu örneğin “Dünya Koalisyonunu Durdurun” çağrısından hissedilebiliyor. Bu birlik yalnızca barışçıl hareket eden Hamas sempatizanları, Sosyalist İşçi Partisi’nden Troçkistler, İngiliz İslam topluluğuna yakın Müslüman kardeşliği gibi yapılardan oluşmuyor. Aynı zamanda ekoloji açısından küreselleşme karşıtlığı geliştiren sayısız grup, protestolara katılacak. İngiliz gizli servisi bu grupların çok da tehlikeli olacağını düşünmüyor. Ama örneğin huzursuz toplumsal kesimleri içeren anarşistler, “sınıf savaşı” internet sitesi üzerinden örgütlenenler gizli servisin dikkat çektiği gruplar. Gizli servise göre özellikle internet gazetelerinin son sayılarındaki şu manşet dikkat çekici: “Kredi kıskacına karşı nasıl davranabilirsin? Bir banka yak!” Anarşist grupların aslında yayınlarında her zaman buna benzer “zenginlere karşı” açıklamalar yaptığını belirten gizli servis raporuna göre bu dönemde bunu tehlikeli hale getiren “toplumsal huzursuzluk”ların da hat safhaya ulaşmış olması. Bu öyle önemsenen bir durum ki bir ulusun güvenliği için alarm veren bir tehlike olarak görülüp üzerine raporlar hazırlanması gerekiyor. Yani gizli servisin asıl korktuğu sıradan insanların öfkesinin sokağa yansıması. Şimdiye kadar hiçbir toplumsal protesto gösterine katılmamış olan orta tabaka da krizden etkilendiği için daha fazla radikalleşecek ve belki de bu yıl barikatların başında onlar yer alacaktır. Ve belki de gerçekten bankalar yakacaktır. Gizli servisi bu korku sarmış durumda: Bankaları yakarlar mı?

İngiliz makamları sorunların kolayca çözülebileceğini düşünmüyorlar çünkü “burada yalnızca göçmenlerin sorunlarından ya da İngiliz işçileri için İngiliz işlerinden bahsetmiyoruz. Burada kitlesel işsizlikten bahsediyoruz.” Rapor böyle yorumluyor. Milyonlarca işsiz İngiltere’yi barikatlar ve külle donatmaya hazır bir grup anarşist tarafından eyleme çağrılıyor. Bu korku politikasıyla krizin daha iyi yönetilebileceği düşünülüyor. Ama İngiltere’de büyük çöküş asıl şimdi başlayabilir.

[Jungle World’daki Almanca orijinalinden Bülent Özçelik tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir. Yazı, büyük protesto gösterilerinin yaşandığı ve gösterilere katılmayıp sadece o bölgede bulunan bir kişinin polis müdahalesi sonucu yaşamını yitirdiği G20 zirvesinden önce yazılmıştır.]

sendika.org

Kaostan Zaferle Çıkmak!
22/04/2009 -
İbrahim Karagül

Türkiye'nin insanları, siyasileri, ekonomistleri, düşünce adamları, bu yeni dünyanın kuruluşuna, şekillenmesine tanıklık etmek ve süreçte etkili olmak zorunda

Bu dönemde ekonomi üzerine yazmak, özellikle de küresel ekonomik krizin yol açtığı, açabileceği sorunlar üzerine tartışmalara katılmak son derece riskli. Çünkü, birçok uluslararası nitelikli gelişmede olduğu gibi, küresel kriz konusunda da hemen her tartışma iç politik söyleme kurban gidiyor. Krizi Türkiye boyutlarının ötesinde analiz etmek, önümüzü görmeye çalışmak, en azından bazı "merkezler"de konuşulanlara kulak kabartmak pek kimsenin ilgisini çekmiyor. Yazacağınız her cümle, basit gündelik tartışmalarla birlikte değerlendiriliyor.

İster inanalım ister inanmayalım; "kriz hangi ülkeyi ne kadar vuracak", "Türkiye'yi ne kadar etkileyecek", "Türkiye kriz sonrası nasıl bir ekonomik sıçrama yapacak" tartışmalarının da ötesinde çok ciddi gelişmeler var. Bugünkü durumun küresel denklemde derin bir sarsıntıya yol açtığı, sarsıntının önümüzdeki dönemde daha da etkili olacağı, ciddi eksen kaymalarına yol açacağı, varolan uluslararası sistemin bu güç kaymalarına göre yeniden şekilleneceği, krizi çözmeye yönelik anlaşmazlığın bu noktalarda düğümlendiği, merkez ülkelerin geçmişi koruma ve değişime direnme hırçınlığı yüzünden çözüme yaklaşılamadığı, bu durumun çatışmayı daha da sertleştirdiği, yeryüzünde nüfuz mücadeleleriyle krize bakışın birbirine paralel olduğu, zoraki de olsa bir kansensus sağlanamazsa ciddi travmaların yaşanacağı gibi hassas, derin sorunlar var karşımızda.

Türkiye'nin insanları, siyasileri, ekonomistleri, düşünce adamları, bu yeni dünyanın kuruluşuna, şekillenmesine tanıklık etmek ve süreçte etkili olmak zorunda. Krizi dar anlamda finans krizi olarak algılayıp, o dar aralıkta sıkışıp kalmak; daha sonra başkalarının dünyasında yaşama, onun zorunluluklarına bağımlı olma, onların tayin ettiği rolleri üslenme gibi küçük düşürücü, Türkiye'yi merkezden uzaklaştırıcı sonuçlar doğuracak. Bugünün Türkiye'sinde hiç kimse böyle bir geleceğe razı değil. Razı değilsek, siyasi olarak yakın çevremizde birtakım hesaplar içine girmeye de çalışıyorsak, krizin olumsuz yanlarına ağlamak yerine doğuracağı fırsatlara odaklanmamız gerekiyor. Burada kastettiğim, kriz sonrası ekonominin canlanması değil sadece, bu kritik sürece müdahil olmak. Çünkü güç, zenginlik kriz sonrasında değil, kriz sırasında kazanılacak. Bu güç; sadece ekonomik iyileşme değil, siyasi bir güç, merkez olma gücüdür. O zaman, ekonomik planlamaların ötesinde planlamalar yapmak, daha büyük hesaplar yapmak, bölgesel-ulus üstü ortaklıklar tesis etmek, yeni denklemin siyasi ve ekonomik başkentlerinden biri olmaya hazırlık yapmak bir zorunluluktur.

Bu değişim ABD'nin gücünü sınırlandıracak. Avrupa'nın gücünü sınırlandıracak. Almanya'nın, Japonya'nın, Rusya'nın hatta Çin'in gücünü sınırlandıracak. Bazılarının küresel gücünü bazılarının bölgesel gücünü daraltacak. Bu daralma bir çok bölgede ciddi anlamda boşlukların oluşmasına yol açacak. Türkiye yakın çevresinde bunların hesabını yapmak durumunda. Çünkü yeni dönemde her merkez birbiriyle sıkı etkileşim içinde olacak, birbirini önemli ölçüde dengeleyecek, dünyanın ağırlık merkezi olmayacak, transatlantik eksen bugüne kadar tartışılamaz görülen konumunu belli oranda kaybedecek, merkez bir çok bölgeye dağılacak.

Bazılarına inanılmaz gelecek ama ABD'nin sadece ekonomik alanda değil siyasi alanda da muhafazakarlaşması, içine kapanması, yeryüzüne dağılmış gücünü geri çekmesi, askeri stratejilerini yeniden gözden geçirmesi muhtemel görünüyor. İşsizliğin resmi rakamların çok ötesinde; 14-64 yaş aralığında yüzde 20 olduğu, borçlarını ödemek için yakında para basmaya başlayacağı, daha şimdiden sosyal huzursuzlukların kendini göstermeye başladığı bir Amerika'dan söz ediyoruz.

Avrupa Birliği'nin "birlik" ruhunun yara alması, birlik içindeki bazı ülkelerin imparatorluk geçmişlerine yönelmesi, birbirinden ayrışması da aynı ölçüde muhtemel görünüyor. Bugün ekonomik anlamda hem ABD hem de Avrupa bir "kara delik" haline geldi. Yeryüzünün zenginlikleri buralardan kaçıyor kaçmaya da devam edecek. Atlas Okyanusu'ndan, Baltık Denizi'nden Doğu Akdeniz'e uzanan yeni Roma imparatorluğu çatlıyor ve motivasyonunu kaybediyor. Bu gerçek daha belirgin biçimde hissedildikçe Avrupa sertleşiyor, tahammülsüzleşiyor, agresifleşiyor, hoşgörüsüz bir hal alıyor.

Bir yanda; IMF'yi dünyanın merkez bankası yapmaya, gücünü artırmaya, her ülkenin ekonomisine müdahil kılmaya, hiçbir gücün üzerinde egemenlik kuramayacağı bir güve dönüştürmeye, IMF kontrolünde "küresel kur" oluşturmaya çalışılırken diğer yandan bir çok ülke ulusüstü orgütlerden kaçmaya, küresel kur'dan ve dolardan uzaklaşmaya, küreselleşmeyi tersine döndürmeye, yakın çevre politikalarına yönelmeye, yerel para birimleriyle ticarete yöneliyor.

Bir yandan G20 zirvesinde offshore piyasalara sıkı denetim gelirken diğer yanda yeni offshore piyasalar açılıyor, Küba yeni offshore bölge yapılmaya çalışılıyor. ABD hazine bonolarından kaçan ülkeler dünyanın her bölgesinde madenlere yöneliyor, altına yatırım yapıyor, metal piyasası oluşuyor, tuhaf biçimde bakır yeni standart olarak öne çıkıyor. Rusya eski Başbakanı Mikhail Kasyanov, krizin Rusya'da kaosa hatta rejim değişikliğine bile sebep olabileceğini söylerken, ekonomik spekülasyonlar artık kontrol edilemiyor.

İşte bu kaosta, karmaşada isabetli kararlar alma, büyük hesaplar yapma, yeni sözler söyleme zamanı. Eski defterleri karıştıranların bu yeni dünyada yeri olmayacak… İnsanlık bu kaostan zaferle çıkanı alkışlayacak…

Yeni Şafak

Immanuel Wallerstein
G-20 toplantısının amacı neydi?

2 Nisan’da Londra’da yapılan G-20 toplantısını herkes çok ciddiye aldı. Uzmanlar ve eleştirmenler bunun katılan ülkelerin politikalarında değişikliği hedefleyecek şekilde tasarlandığı biçiminde yorumlar yaptı. Aslında giden herkes toplantının ciddi olarak hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve kabul edilen birkaç küçük değişikliğin ise toplanmaya gerek kalmaksızın yapılabileceğini önceden biliyordu.

Bu toplantı ile Birleşik Devletler, Fransa, Almanya ve Çin gibi ülkeler kamuoylarına bu belalı ekonomik durum karşısında “bir şeyler yapıyor olduklarını” göstermek istiyorlardı ki gerçekte batan gemiyi kurtarmak için ciddi bir şey de yaptıkları yoktu.

Bu buluşma belki de en çok Başkan Obama için önemliydi. Üç şeyi göstermek için oradaydı: Dünya çapında popüler olduğunu, diplomatik tarzının George W. Bush’tan tamamen farklı olduğunu, bu ikisinin birlikte bir fark yaratacağını göstermek istedi.

İlk ikisini kesin olarak gösterebildi. Gittiği her yerden; Londra, Paris ve Strasbourg, Almanya, Prag ve Türkiye’den ve Irak’taki ABD askerinden destek topladı. Elbette Michelle Obama da. Belirgin olarak farklı bir diplomatik tarz kullandı. Kendisiyle görüşenlerin tümü, kendilerini ciddiye aldığını, dikkatle dinlediğini, ABD’nin geçmiş hatalarını ve sınırlamalarını kabul ederek diplomatik anlaşmazlıklarda uzlaşmaya açık göründüğünü söylediler (bunlardan hiçbirini George W. Bush için söylemezlerdi).

Fakat bunlar ABD’nin diplomatik hedeflerini gerçekleştirmede bir fark yaratabilecek mi? Nasıl yaratabileceğini kestirmek zor. Bir taraftaki ABD’nin dünya-ekonomiye hükümdarlık etme yaklaşımı (ya da teşvik etme mi demeli) ki, Büyük Britanya, Japonya tarafından da destekleniyor ve diğer taraftaki Franko-Alman yaklaşımı (finansal araçların daha uluslararası bir tarzda düzenlenmesi) arasındaki gerilim çözülmüş değil. İki argümanın da haklılığı ne olursa olsun iki taraf da silahlarına sarılmış durumda ve bildiri de bu farklılıkları yansıtıyor.

G-20 “görülmemiş ölçekte bir ekonomik kurtarma planı”nın parçası olarak 1.1 trilyon dolara karşılık gelecek SDR’ı (özel çekme hakkı)* IMF paketine koymayı kabul etti. Ne var ki, çoğu yorumcunun işaret ettiği gibi bu çabanın ölçeği gösterilenden çok daha kısıtlı. Öncelikle bu miktarın bir bölümü yeni bir para değil. İkinci olarak bu finansman mutlaka harcama anlamına gelmeyecek. Üçüncü olarak SDR miktarının %60’ı Birleşik Devletlere, Avrupa’ya ve Çin’e yani ihtiyacı olmayana gidecek. Son olarak, dünya çapında üretilen 5 trilyonluk vergi teşvik planlarının yanında 1.1 trilyon o kadar da çok bir miktar değil.

Herkes korumacılığın karşısında ve buna karşı bir şeyler yapmayı tasarlıyor fakat ortada zorlayıcı bir tedbir yok. Dahası, korumacılığın birçok çeşidi olabilir. İlki, kendi sanayini korumaktır, ki tüm G-20 ülkeleri fiili olarak bunu yapmaktadırlar ve yapmaya da devam edecekler. İkincisi hedge fonları ve derecelendirme kuruluşlarını düzenlemektir. Birleşik Devletler ve Batı Avrupa bu konuda çekingenken Çin bunu kullanmaktadır. İkincisi vergi cennetlerini düzenlemektir. Avrupalılar bunu zorlarken, Çin bu konuya biraz serinkanlı yaklaşıyor. Birleşik Devletler arada bir yerlerde duruyor. Londra’da ise bir değişiklik yok.

Fransızlar ve Almanlar Londra toplantısını Bush’a karşı vermeyi reddettikleri jeopolitik taahhütleri Obama’ya da vermeyeceklerini göstermek için fırsat olarak gördüler. Alman gazetesi Der Spiegel, bunu sorgularken oldukça sertti. Finansal felaketin nedeninin George W. Bush’un “sahte bir büyüme altında yarattığı spekülatif balonla tüm dünyayı ucuz dolara boğan” bir “afyon çiftçisi” olduğunu yazdı. Daha da kötüsü, “Washington hükümetindeki değişim bir otokontrol ve dayanıklılık haline dönüşmemiş”ti. Tam tersine daha çok teslimiyete neden olmuştu. “Sonuç olarak: Alman Şansolyesi Angela Merkel haklı. Batı kendisini pekâlâ öldürücü bir doz aşımına teslim ediyor olabilir.”

Jeopolitik arenada, Afganistan konusundaki Franko-Alman yaklaşımı değişmedi (Birleşik Devletler’e desteğe evet ancak daha fazla asker göndermeye hayır). Guantanamo’dan serbest bırakılan tutukluları kabul ederler miydi? Almanya kesinlikle etmeyeceğini söylüyor. Fransa ise bir “yüce gönüllülükle” bir kişi –evet yanlış okumadınız- bir kişiyi kabul edeceğini söyledi.

Obama Prag’da önemli bir konuşma yaparak nükleer silahsızlanma çağrısının ipuçlarını verdi. Bush’un tutumundan önemli bir kopuş. Fransa’nın muhafazakâr gazetesi Le Figaro, Sarkozy’nin yakın çevresindeki diplomatik kesimin bu konuşmayı oldukça “rahatsız edici” bulduklarını yazdı. Birleşik Devletler ve Rusya arasında bu konudaki müzakerelerin yerinde sayıyor olmasını halkla ilişkilerle maskelemenin bir yere varmayacağını söylüyorlar. Dahası, Fransa Amerikalılardan ders alma niyetinde değil. Obama’nın diplomatik tarzı Batı Avrupalıları yatıştırmak için yeterli değil.

Başka yerlere gelince, orta-doğu Avrupalılar üzerinde de çok işe yaradığı söylenemez. Çek Cumhuriyeti’nin muhafazakâr başbakanı Mirek Topolanek, Obama’nın teşvik edici önerilerini “cehenneme giden bir yol” olarak nitelendirdi. Obama’nın Türk parlamenterlerle yaptığı konuşma ise Türk sorunlarına somut ve gözden geçirilmiş yaklaşımı ile (proto-faşist sağ haricinde) tüm görüşlerden geniş destek buldu. Fakat gözlemciler Ortadoğu sorunu ile ilgili dilin oldukça geleneksel ve muğlâk olduğuna işaret ettiler.

Çin’in G-20 toplantısından beklediği ise gerçekleşecek gibi görünüyor. Çin dünyada karar vericilerin bir araya geldiği çembere dâhil olmak istiyordu. Katıldığı G–20 toplantısı bu gerçeği gösterdi. G-20 tekrar toplanma kararı aldığında bu, Çin’in yerini sağlamlaştırmış olacak. G-8 tekrar toplanabilecek mi? Bu durum, Çin’in asıl kararlarına ilişkin tasarruflarını gösterdi. Yeni IMF paketine komik bir miktar teklif etti. Ne de olsa, IMF yönetiminin Çin’e uygun bir rol verecek şekilde yeniden düzenlenebileceğinin garantisi bulunmuyor.

Özet olarak dünya sahnesindeki ana aktörlerin rollerini oynadıklarını söyleyebiliriz. Bundan daha fazlasını yapmayı hiç denediler mi? Muhtemelen hayır? Ekonominin tüm dünyada baş aşağı gidişi sanki G-20 zirvesi hiç olmamışçasına devam edecek.

15 Nisan 2009

* (“…Günümüzde SDR temel olarak, başta IMF olmak üzere bası uluslararası kuruluşların hesap birimi olarak işlev görmektedir. SDR, IMF üyesi ülkelerin serbestçe kullanılabilecek kaynaklarına yönelik bir ‘potansiyel talep’ olarak nitelendirilebilir...” bkz. Kudret Emiroğlu, Bülent Danışoğlu, Binnur Berberoğlu, Ekonomi Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, 2006, Ankara. ç.n.)

[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org için Açalya Temel tarafından çevrilmiştir]


En son Ekim tarafından Cmt Nis 24, 2010 9:05 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Eyl 02, 2009 8:21 pm    Mesaj konusu: ABD, 2010'a Kadar Parçalanacak Alıntıyla Cevap Gönder

Immanuel Wallerstein
ABD iç politikası ve askeri müdahaleleri

Son birkaç haftada, Afganistan’dan bir nevi erken “çıkış stratejisi” için hem liberal Demokratlardan, hem de muhafazakâr Cumhuriyetçilerden gelen çağrılarda hatırı sayılır bir artış oldu. Bu çağrılar, Afganistan’daki ABD komutanı General Stanley McChrystal ve Savunma Bakanı Robert Gates’in Başkan Obama’ya bu ülkedeki ABD askerleri taahhütlerini artırmasını resmi olarak tavsiye etmek üzere oldukları bir anda geldi.

Hiçbir şey kesin değil, fakat genel beklenti Obama’nın bunu kabul edeceği yönünde. Ne de olsa, seçimler sırasında Obama, Irak’a yönelik ABD müdahalesinin hata olduğunu düşündüğünü ve erken bir geri çekilme istediğini söylemişti. Belirttiği sebeplerden birisi, bunun Afganistan’a yeterli asker göndermeyi engellediğiydi. Bu, “iyi savaş, kötü savaş” konseptinin bir versiyonuydu. Irak, “kötü” savaştı, Afganistan ise “iyi” savaş.

Görünüşe göre, Başkan Obama’nın yakın çevresinde Afganistan’daki ABD askeri taahhütlerinin artırılmasının akıllıca olup olmadığı konusunda bir sürü tartışma yaşanıyor. Afganistan’daki askerlerin artırılması konusundaki önde gelen muhalifin Başkan Yardımcısı Biden’dan başkası olmadığı ifade ediliyor. Biden, her zaman bir derece Demokratik bir şahin olarak değerlendirilmiştir. Öyleyse, nasıl oluyor da şimdi asker sayısının artırılmasına muhalefet ediyor? İfade edilen neden, Biden’ın Afganistan’ı ümitsiz bir bataklık olarak değerlendirdiği ve askerleri buraya yatırmanın ABD’nin gerçekten önemli bir bölge olan Pakistan’a yoğunlaşmasını engelleyeceği yönünde. Dolayısıyla elimizde “iyi savaş, kötü savaş” doktrininin yeni bir biçimi bulunuyor. Şimdi Afganistan, “kötü” savaş haline geldi, Pakistan ise “iyi” savaş.

ABD açısından, böylesine kesin bir biçimde kaybetmekte olduğu askeri müdahalelerden paçayı kurtarmak neden bu kadar zor? ABD’de ve diğer ülkelerdeki bazı solcu analistler, bunun sebebinin ABD’nin emperyalist bir güç olması ve dünyadaki siyasi ve ekonomik gücünü devam ettirmek için de bu tür askeri müdahalelere girmesi olduğunu söylüyorlar. ABD’nin 1945’ten beri girdiği büyük askeri çatışmalardan bir tekini bile kazanamamış olması gibi basit bir gerekçe dikkate alınırsa, bu açıklama oldukça yetersiz kalmaktadır. Emperyalist bir güç olarak hedeflerine ulaşmak konusunda büyük bir yeteneksizlik göstermiştir.

ABD’nin 1945’ten bu yana çok sayıda askerle girdiği beş ayrı savaşı ele alalım. Asker sayısı, ekonomik maliyeti ve politik etkisi bakımından bu savaşların en büyüğü Vietnam Savaşıydı. ABD savaşı kaybetti. Diğer dördü ise, Kore Savaşı, birinci Körfez Savaşı, Afganistan’ın işgali ve ikinci Irak işgaliydi. Kore Savaşı ve birinci Körfez Savaşı politik anlamda pat ile sonuçlandı. Bu savaşlar, başladıklarıyla aynı noktada sona erdiler. ABD, Afganistan’daki savaşı açık bir biçimde kaybediyor. Tarihin, ikinci Irak işgalini de aynı şekilde pat durumu olarak yargılayacağına inanıyorum. ABD sonunda geri çekildiğinde, siyasi anlamda, bu ülkeye girdiği zamankinden daha güçlü olmayacak – aslında muhtemelen tersi geçerlidir.

Öyleyse, özellikle de tüm dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmeye çalışan hegemonik bir güç olarak düşündüğümüzde, ABD’yi siyasi olarak kendi kendisini böylesine ketleyen hareketlere girişmeye iten şey nedir? Bu sorunun cevabını vermek için, ABD iç politikasına bakmamız gerekiyor.

Tüm büyük güçler ve özellikle de hegemonik güçler, yoğun anlamda ulusalcıdır. Kendilerine ve sözde ulusal çıkarlarını savunma konusundaki ahlaki ve politik haklarına inanırlar. Vatandaşlarının hatırı sayılır bir çoğunluğu kendilerini vatansever diye nitelendirir ve bunu da hükümetlerinin kendisini dünya arenasında aktif bir biçimde ve gerekirse de askeri bir biçimde savunması diye anlarlar. 1945’ten bu yana ABD’deki ilkeli anti-emperyalist nüfusun oranı politik anlamda önemsiz bir seviyededir.

ABD siyaseti, emperyalizm destekçileri ve muhalifleri diye saflaşmaz. Koyu müdahaleciler ile “kale Amerika”ya inananlar diye saflaşır. Bu ikincisi izolasyoncular diye isimlendiriliyordu. İzolasyoncular anti-militarist değillerdir. Aslında, askeri kuvvetlere yönelik finansal yatırımların güçlü destekçileri olma eğilimindedirler. Fakat bu kuvvetlerin uzak yerlerde kullanılması konusunda şüphecidirler.

Elbette, bu saflaşmanın aşırı uçları arasında büyükçe bir ara pozisyonlar dizisi de bulunmaktadır. Görülmesi gereken yaşamsal olgu şudur ki, neredeyse hiçbir politikacı ABD askeri harcamalarında ciddi bir düşüş talep etmeye hazır değildir. Birçoğunun “iyi savaş, kötü savaş” ayrımı ile meşgul olmasının sebebi budur. Ordu açısından başka, daha iyi kullanım alanları olduğunu öne sürerek, ordunun “kötü” savaşlarda daha az kullanılması gerektiğini savunurlar.

Bu noktada, Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin bu meseleler hakkındaki farklılıklarını incelemeliyiz. Cumhuriyetçi Parti’nin izolasyoncu kanadı İkinci Dünya Savaşı öncesinde çok güçlüydü, fakat 1945’ten bu yana oldukça küçüldü. 1945’ten bu yana Cumhuriyetçiler orduya yapılan yatırımın düzenli olarak talep etme eğilimi sergilediler ve çoğu zaman da Demokratların askeri meselelerde fazla “yumuşak” davrandığını savundular.

Cumhuriyetçilerin bu konuda oldukça istikrarsız olduğu gerçeği, kamuoyundaki imajını etkiliyormuş gibi görünmüyordu. Örnek olarak, Başkan Clinton, Balkanlar’a askeri birlik göndermek istediğinde, Cumhuriyetçiler buna karşı çıktılar. Bu sorun olmadı. ABD kamuoyu, Cumhuriyetçileri, ne yaparlarsa yapsınlar, sözlerine bakarak vatansever şahinler diye değerlendiriyormuş gibi görünmektedir.

Demokratlarsa, bunun tam zıttı bir soruna sahiptiler. Demokrat yönetimlerin, ülke dışında askeri müdahalelere kalkışma konusunda (örneğin, hem Kore’de, hem de Vietnam’da) Cumhuriyetçi yönetimlerden görece daha hazır olduğunu inandırıcı bir biçimde tartışan çok sayıda kitap mevcut. Her şeye rağmen, Cumhuriyetçiler Demokratları askeri görüşleri açısından sürekli “güvercin” olarak itham ettiler. Demokrat seçmenlerin geniş bir azınlığının gerçekte de “güvercin” oldukları doğrudur, fakat bu durum çok sayıda Demokrat siyasetçi için geçerli değildir. Demokrat siyasetçiler her zaman seçmenlerin kendilerini “güvercinler” olarak görüp aleyhlerine dönecekleri endişesini beslerler.

Demokratlar, bu nedenle hemen her zaman “iyi savaş, kötü savaş” eksenini kullanmışlardır. Cumhuriyetçilerden daha az maço oldukları yaftası Demokratların üzerine yapışıp kalmış gibi görünmektedir. Yani durum bu kadar basittir. Obama, bu konulardaki kararını vereceği zaman, Afganistan’daki asker sayısının artırılmasının askeri ve politik açıdan bir anlam ifade edip etmediğini değerlendirmek yeterli değildir. Her şeyin ötesinde kendisinin ve daha genel olarak Demokrat Parti’nin yine “satışçılar”, “güvercinler”, ülkeleri eski günlerde Sovyetler Birliğine, bugünse “teröristlere”, “kaptıranlar” diye yaftalanabilecek olması endişesi içindedir.

Obama, bu nedenle muhtemelen daha fazla asker gönderecektir. Afganistan Savaşı da Vietnam Savaşı’nın yolunda ilerleyecektir. Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri için sonuç daha da kötü olacaktır, çünkü burada savaşın kendi karşısında kaybedileceği hiçbir tutarlı, akılcı muhalif grup mevcut değildir. Bertold Brecht, Komünist rejimlere kızdığı ve öfkelendiği zaman onlara, insanlar hikmetinize karşı ayaklanıyorlarsa, “insanları değiştirmeleri gerektiğini” söylemişti. Belki de Obama’nın yapması gereken şey, insanları, kendi insanlarını değiştirmektir. Ya da belki de zamanla insanlar kendilerini değiştireceklerdir. Eğer Amerika Birleşik Devletleri bu kadar çok yeni savaşı daha kaybederse, yurttaşları da ABD’nin yurtdışındaki askeri müdahalelerinin ve yurtiçindeki inanılmaz büyük askeri harcamalarının sorunlarına çözüm oluşturmadığı, tersine ABD’nin ulusal anlamda hayatta kalması ve refahının önündeki en büyük engeli oluşturduğu gerçeğine uyanacaklardır.

[fbc.binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

"ABD, 2010'a Kadar Parçalanacak"
02 Eylül 2009

Rus siyaset bilimciden ilginç iddia: "Ülke 6'ya bölünecek ve paylaşılacak!"

Daha önceki yıllarda ABD’nin rakip ülkelerce 6 parçaya bölüneceğini öne
süren Rus siyaset bilimci Panarin, ABD’de çöküşün Temmuz 2010’a
kadar başlayacağını iddia etti.

BUNDAN 10 yıl önce ABD’nin, Sovyetler Birliği gibi parçalanacağı tezini ortaya atan ünlü Rus siyaset bilimci İgor Panarin, Birleşik Devletler’de kaosun gelecek 2 ay içinde başlayacağını ve ülkenin 2010 sonuna kadar çökeceğini öne sürdü. Rusya Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Diplomatik Akademi’de öğretim görevlisi olan Panarin, yeni kitabını tanıtmak için düzenlediği basın toplantısında, ABD’nin Temmuz 2010’a kadar çökme ihtimalinin yüzde 50’nin üzerinde olduğunu söyledi.

Panarin, ‘umudun başkanı’ olarak nitelediği ABD Başkanı Barack Obama’nın, hızla yaklaşan krizi önlemek için hiçbir şey yapmadığını dile getirirken, siyah başkanı, Sovyetler’in son lideri Mihail Gorbaçov’a benzetti. Panarin, ‘güzel konuşan, ancak ülkesini yönetemeyen Obama’nın ülkesini çöküşe götüreceğini kaydetti.

DOLARIN ÇÖKÜŞÜ

Japonya’da son seçimlerde iktidara gelen Japon Demokrat Partisi’nin de döviz rezervlerini dolardan başka bir birime çevireceğini öngören Panarin, bu değişimin doların çöküşünü hızlandıracağını iddia etti. ABD’nin 1865’teki Sivil Savaş döneminde olduğu gibi 6 değişik parçaya ayrılacağını savunan Panarin, bu parçaların da Çin, Meksika, Kanada, Rusya, Japonya ve Avrupa Birliği’nin kontrolüne gireceğini öngörüyor.
Aktifhaber

ABD'yi sarsan korku: 'Gücümüz elden gidiyor'
30 Kasım 2009
Ana Haber

Kredi krizinden etkilenen ve bütçe açığı veren süper güç ABD, şu anki ekonomik zayıflığının küresel gücünü tehlikeye atmasından korkmaya başladı.

Haftalık haber dergisi Newsweek’de yer alan ‘An Empire at Risk-Bir İmparatorluk Risk’te’ başlıklı kapak haberinde, “Soğuk savaşı kazandık, 11 Eylül saldırısını atlattık. Fakat şimdiki ekonomik zayıflık küresel gücümüzü tehlikeye sokuyor” denildi.

Niall Ferguson imzalı haber analizde şu saptamalar yer aldı:

Mali beceri önemli

Eğer ABD mali krize yenilirse, o zaman süpergüç olan ülkenin bütün dengesi değişebilir. Askeri uzmanlar Başkan Baracak Obama’nın Afganistan’a 40 bin asker gönderip göndermeme kararının önemli kırılma noktası olacağını söylüyor.

Obama’nın mali açıkla ilgili kararsızlığı ülkenin uzun vadeli milli güvenliği için de sorun olabilir. ABD’yi ister süper güç, ister hegemonya veya imparatorluk olarak adlandırın onun mali konuları yönetme becerisi, hakim küresel askeri güç kalmasıyla ilgili yakın bağa sahip.

2009 mali yılında bütçe açığı 1.4 trilyon dolar yani Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 11.2’si kadar olacak. Bu açık son 60 yıldaki en büyük açık.

Kongre Bütçe Ofisi’nin (CBO) projeksiyonlarına göre ise, ülkenin açığı bu yılki GSYİH’nın yüzde 11.2 oranından, 2010’da yüzde 9.6’sına, 2011’de yüzde 6.1’ine, 2012’de ise yüzde 3.7’sine düşecek.

Çöküş borçla başlar

Dolar bazında kamunun tuttuğu toplam borç 2008’deki tutarı olan 5.8 trilyon dolardan, 2019’da 14.3 trilyon dolara çıkacak.

Bir imparatorluğun düşüşü borç patlaması ile başlar. Kara, hava ve deniz kuvvetlerinin kaynaklarının acımasızca azaltılmasıyla sonlanır. Bu nedenle, Amerikalılar ülkenin borç krizinden endişe etmekte haklılar.
Eğer ABD, 5-10 yıl arasında bütçe dengesini düzeltecek güvenilir bir planı kısa sürede ortaya koymazsa, tehlike çok gerçek hale gelir ve Amerikan gücünde büyük zayıflama görülür.

Bernanke: Bağımsız FED’e sınır gelirse istikrar zayıflar

ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Bernanke, FED’in bankacılık sistemini denetleme yetkisini kontrol altına almanın ve bağımsızlığına dokunmanın, ABD’de ekonomik istikrarı “ciddi biçimde zayıflatacağı” uyarısında bulundu. Bernanke, Washington Post gazetesinde yazdığı makalede, “bazı yasa tekliflerinin FED’in ana fonksiyonlarını yerine getirme kapasitesini önemli oranda azaltacağını, bu önlemlerin ABD’de ekonomik ve finansal istikrarı görünümü ciddi biçimde zayıflatacağını” belirtti.

BARACK OBAMA NEYİ İTİRAF ETTİ
04.12.2009

ABD Başkanı Barack Obama, Afganistan’a 30 bin ek asker daha gönderileceğini açıklayarak iki şeyi ilan etmiş oldu.

1.. ABD yenildi
Ek asker gönderileceğini West Point Askeri Akademisi’nde ilan eden “Başkomutan” Obama yeni stratejinin üç hedefi olduğunu belirtti.

Birincisi, El Kaide’nin güvenli barınak olanağına erişmesinin engellenmesi.

İkincisi, Taliban’ın sağladığı ivmenin tersine çevrilmesi ve Afgan hükümetini devirebilme kapasitesine ulaşabilmelerinin önlenmesi.

Üçüncüsü, Afgan güvenlik güçleriyle hükümetinin güçlendirilmesi.

Obama’nın, stratejinin üç hedefi diye sıraladıkları aslında yenilginin en somut itirafıdır! Obama, “yaşanan tüm zorluklara rağmen Afganistan kaybedilmedi” diyerek de Afganistan’ın çoktan kaybedildiğini söylemiş oluyor; ayrıca askerlere, ülkesinin Afganistan’daki varlığının Vietnam’a dönmeyeceğinin sözünü vererek, Amerikalıların yenilgi psikolojisine de ilaç olmaya gayret ediyor.

68 bini Amerikan askeri olmak üzere toplam 110 bin yabancı askerin bulunduğu Afganistan’a, ek 30 bin Amerikan askeri daha göndermek, Washington’u daha da içinden çıkılmaz bir bataklığa mahkum ediyor. Obama verdiği bu kararla, 1945 yılından bu yana tek bir savaş kazanamamış ABD’nin, çöken bir imparatorluk olma sürecini de hızlanırmış oluyor.

2.. ABD politikaları başkandan başkana değişmez
Obama’nın Afganistan açıklaması, dünya barışının geleceğini Obama’da görenleri de bir miktar silkelemiştir. Seçimler boyunca, zenci ve Hüseyin ön isimli bir ABD başkanının savaşları sonlandıracağı, barışa uzanacağı, dünyayı nükleer silahlardan arındıracağı gibi palavralarla kitleler uyutulmuştu. Üstelik Obama Nobel Barış Ödülü’yle taçlandırılmıştı!
Daha bir yılını doldurmadan bu imaj yerle bir oldu!

Obama, Nobel Barış Ödülü’nü alırken, ABS kongresi en büyük savaş bütçesini oyluyordu!
ABD stratejisinin kişiden kişiye değişmeyeceği gerçeği, göremeyenler için artık çok daha net. Büyük Ortadoğu Projesi’ni ABD’nin başına kim gelirse gelsin, uygulamaya çalışmak zorundadır. Çünkü Proje, Bush’un değil, ABD devletinindir!

Obamalı dönem, sadece projede taktiksel değişikliklerin yapılmasının ismidir.

Nitekim Obama, Afganistan-Pakistan eksenini, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ağırlık merkezi ilan etmiştir.

Avrasya hâkimiyetinin yolu üzerinde duran en çıplak gerçek, ABD’nin bu coğrafyaya hakimiyet için planladığı projenin yenilgiyle sonuçlanacağıdır. Ancak ABD, emperyal karakteri gereği, dünya liderliğine koşmayı sürdürecektir. Bu yol, ABD’yi Avrupa ile ittifaka mecbur etmektedir. ABD’nin Avrupasız, müttefiksiz, NATO’suz Avrasya’ya hakim olmasının hayal olduğu, Brzezinski gibi akıl hocaları tarafından da artık kabul ediliyor. (Gerçi tüm bu kuvvetlerle dahi ABD’nin kazanması mümkün değildir.)

Irak ve Ortadoğu ABD açısından Atlantik ittifakının sürdürülebileceği bir zemin olamadı. Almanya-Fransa merkezli direniş, NATO’nun Irak savaşına dahil olmasını da engelledi. AB ekonomik ve siyasal geleceğinin, ABD’nin denetiminden çıkmakta olduğunu artık görüyor.

Ancak Afganistan, NATO işgali ve mevcut durumu itibariyle ABD’nin kısmen de olsa AB ile birlikte götürebildiği bir alan. (Afganistan’da ABD’nin 68 bin askeri dışında, 47 ülkenin de 42 bin askeri mevcuttur)
Yenilgiyi gören Brzezinski’nin çizdiği yeni rota, AB’yle hatta Çin’le ile ittifak arayarak, Rusya’yı yalnızlaştırmak üzerine kurulu.

ABD bu nedenle, Irak’tan büyük oranda çekilecek. İkinci bir İsrail devleti işlevi görecek Kukla Devleti’nin ise yaşayabilmesi hayat mamat meselesi. Bu kukla devleti Türkiye’nin himayesine kabul ettirmek ABD açısından son derece önemli bir konu. AKP hükümetinin Kürt açılımının biricik nedeni budur; yani ABD devletinin ulusal çıkarıdır!

Tek kutuplu değil çok kutuplu dünya
Ancak ABD BOP’da ne denli değişikliklere giderse gitsin, kazanma şansı yoktur; Avrasya’ya hakimiyet kurması mümkün değildir. Obama verdiği bu kararla, ABD’nin, çöken bir imparatorluk olma sürecini engelleyemeyecektir.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, ABD’nin tek dünya devleti olacağını savunanlar tarihi yanılgı yaşamış ve yenilmişlerdir. Küreselleşme değil bölgeselleşme, tek kutupluluk değil çok kutupluluk galip gelmektedir.
Türk dış politikasını ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanacak gelişmelere angaje olmaktan çıkarmak, hayati önemdedir!

Mehmet Ali Güller
Odatv.com

Financial Times, dünyada 500 yıldır yaşanan Batı hakimiyetinin sona erme sinyallerinin geldiğini yazdı
31 Aralık 2009,
Ana Haber
Financial Times'ta konuyla ilgili düşüncelerini anlatan bir makale kaleme alan Harvard Üniversitesi öğretim üyesi, tarih profesörü Niall Ferguson, 16'ncı yüzyılda Rönesans ve Reform hareketleriyle başlayan daha sonra bilimsel devrimler, aydınlanma hareketi ve sanayi devrimi ile doruk noktasına ulaşan Batı hâkimiyetinin sonuna yaklaşıldığına işaret etti.

Yazarın bu düşüncelerinin arkasında son 10 yıldaki baş döndürücü gelişmeler önemli yer tutuyor. ABD'nin dünya düzenindeki yerinin en büyük simgelerinden biri olan İkiz Kuleler'e yapılan saldırı ve ertesinde yaşanan olaylar hâkimiyet döneminin sonra ermesinde önemli kilometre taşları olarak görülüyor.

Bu olaylar arasında ABD'nin Afganistan ve Irak'ta giriştiği Ortadoğu'daki rejim değiştirmeye yönelik girişimler de gösteriliyor.

ÜÇ ÖLÜMCÜL AÇIK

Ferguson makalesinde, Amerikanın imparatorluğunun olası bir çöküşünde üç ölümcül açığın önemli rol oynayacağına değindi.

Yazar bu üç açığın insan gücü, dikkat ve finansal anlamda yaşandığını söyledi. İnsan gücü tarafında yaşanan açık Irak'ta yeterince asker olmayışında görülürken, dikkat açığı ise işgal edilmiş ülkelerde uzun zaman kalınmasının ülke vatandaşları tarafından çok istekle karşılanmamasından kaynaklanıyor.

Bu üç açıktan en önemlisi olarak görülen finansal açık ise yatırıma kıyasla yeterince tasarruf yapılmaması ve kamu harcamasına kıyasla da yeterince vergi toplanamamasında yatıyor.

ÇÖKÜŞ MALİ KRİZLE GELİR

Ferguson, 2004 yılında ülkenin cari ve bütçe açığını dengelemek için doğu Asya sermayesine daha fazla bağımlı hale geldiğine de dikkat çekti. Yazar, bu nedenle ABD'nin resmi olarak ifade edilmeyen imparatorluğunun çöküşünün de terörist saldırılar ve destekçisi olan rejimler yüzünden değil ancak ülkede yaşanacak mali krizden kaynaklanabileceği dile getirdi.

ABD'nin artan cari açığının Asyalı merkez bankaları tarafından finanse edildiğinin farkına varılması ve Çin'in bu işlemlerde merkeze oturması Ferguson'un görüşlerini etkileyen en önemli gerçek oldu.

Bu gelişmenin yanı sıra ülkede 2007 yılında ortaya çıkan mortgage krizinin, 2008’de likidite sıkıntısına dönüşmesi ve son olarak 2009 'büyük durgunluk' halini alması, Batı'ya ekonomik anlamda vurulan en büyük darbe oldu.

ÇİN PARMAK ISIRTTI

Milenyumun ilk 10 yılının sonuna gelindiğinde ise Çin'in bu krizde parmak ısırtan bir performans sergilemesi en çok dikkat çeken olay oldu.

Ekonomik olarak gelişmiş ülkeler ikinci bir Büyük Buhran'ın kıyısından dönerken, Çin teşvik programı ve geniş kredi imkânları ile bu dönemde büyümesinde küçük bir düşüş gördü.

Ferguson, yine de 1.5 milyarlık nüfusa sahip bu ülkenin, önümüzdeki 10 yıl içinde problem yaşayabileceğini belirtti.

Kaynak: Financial Times

Dünya'da ABD hakimiyetinin sonu geldi

31 Ocak 2010
Ana Haber

Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler kendi çıkarları ve değerleri doğrultusunda ABD'ye karşı durmayı ve yükselen birer güç olmayı başardı.

ABD Başkanı Barack Obama bundan bir yıl önce göreve geldiğinde ülkesinin yeni dış politika anlayışının en önemli maddelerinden birinin “haydut devletler”le diyaloga geçilmesi olduğunu açıklamıştı. Ancak bugün Obama’nın Burma’dan Kuzey Kore’ye, Venezüella’dan İran’a kadar uzattığı elinin sıkılı yumruklarla karşılaştığını söylemek yanlış olmaz.

Birleşmiş Milletler (BM) eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın özel yardımcılığını yapmış olan Nadir Musevizade’ye göre Obama’nın diyalog politikasının başarısız olmasının nedeni Washington’ın dünya düzeninin değiştiğini henüz anlayamaması.

Newsweek için bir makale kaleme alan Musevizade, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler çoktan bu değişikliğin farkına vardığını savundu. Bu ülkeler bu sayede kendi çıkarları ve değerlerini savunarak gerçek birer güç haline geldiler.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonraki dönemde ABD’nin “dünya hakimiyeti”ne en büyük engeli de bu ülkeler çıkardı. Musevizade bugün Batı değerleriyle tanımlanan “uluslararası kamuoyu” fikrinin zayıfladığını ve ABD’nin de pek çok başka ülke tarafından haydut devlet olarak görülebileceğini belirtti.

YÜKSELEN GÜÇLER YARAMAZLARIN YANINDA

Bugün Washington’ın başka ülkeleri kendi gündemi etrafında bir araya toplayıp, liderlik etme şansı çok zayıf. Güçlü, kaynaşmış bir uluslararası kamuoyunun yokluğunda da ABD’nin geçmişin haydut devletleri üzerine yaptığı baskı tersine tepecek gibi görünüyor.

Batının çabaları yüzünden bu devletlerin aralarındaki ilişkiler gittikçe yakınlaşıyor. Burma Kuzey Kore’yle nükleer silah anlaşmaları yapıyor, İran Suriye’yle dostluğunu perçinliyor, Venezuela’yla Küba dost oluyor.

Dahası Türkiye, Brezilya, Çin ve Rusya gibi “yükselen meşru güçler” de bu nispeten zayıf “yaramazlar”ın yanında yer aldıklarını gizlemiyor. Washington haydut devletleri cezalandırmaya çalıştıkça rakipler bu devletlerle yatırım ve savunma anlaşmaları yapıyor.

Çin’in Burma’da, Rusya’nın İran’da, Brezilya’nın da Küba’daki yatırımlarının boyutları herkesçe biliniyor. Küresel yönetişimin kilit kurumları olan BM Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) bu yükselen yeni güçlere karar mekanizmaları içinde yer vermekte gönülsüz davrandıklarını hatırlatan Musevizade, dolayısıyla bu ülkelerin bu kurumlardan çıkan yaptırım önerilerini destekleme ihtiyacı hissetmediklerini ifade etti.

LULA VE ERDOĞAN

Dış politikada bağımsızlıklarını son dönemde kazanan bu ülkeler konumlarının altını her gün daha kalın bir biçimde çiziyor.

Kısa bir süre önce Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva Mahmud Ahmedinecad’la birlikte yaptığı açıklamada söylediği, “Başkalarının da bizim düşündüğümüz gibi düşünmeleri gerektiğini düşünmeye hakkımız yok” cümlesi Batı dünyasının dışındaki ülkelerde ABD liderliğindeki Batı politikalarına göre daha fazla destek görüyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Lula’dan birkaç gün önce Ahmedinecad’ı Türkiye’de ağırlamış ve İran’ın nükleer programının “barışçıl” amaçlar için olduğunda ısrar etmişti. Batı basını da tahmin edilebileceği gibi hem Lula’yı hem de Erdoğan’ı demokratik değerlere ve küresel dayanışmaya ihanet ettikleri için eleştirmişti.

Musevizade bu eleştirilerin önemli bir noktayı kaçırdığını savundu. Lula ve Erdoğan gibi demokratlar Ahmedinecad’ın yanında durarak Tahran hükümetinin protestocular üzerindeki baskısını destekleyip, nükleer programı gizlemeye çalışmıyor.

Türkiye ve Brezilya’nın liderleri asıl yapmak haydutların kim olduğunun belirlenmesinde söz sahibi olmak için niyetli olduklarını ve güçlerinin buna yeteceğini ortaya koymak istiyor.

WASHINGTON TEPKİLİ

Elbette ki dünyanın ağırlık merkezindeki değişiklik en çok Washington tarafından tepki görüyor. Obama’nın sağcı rakipleri yaşananları “Şer Ekseni”ne verilen tavizlerin kanıtı olarak görürken, solcular ABD’nin insan hakları ajandasına ihanet edildiğini savunuyor.

ABD’nin haydut devletleri yalnızlaştırma politikasının büyük bir hata olduğunu belirten Musevizade, bu ülkelerle ortaklık kurulmasının hem güvenlik hem de insan hakları politikaları açısından daha verimli sonuçlar getirebileceğini savundu: “Türkiye, Hindistan, Çin gibi ülkeler bu yönde politikalar geliştirmeye başladı bile. Washington’ın da en kısa zamanda bu gerçeğin farkına varması gerekiyor.”
Kaynak: Newsweek

27.2.10
Konularda gezinti
Salih Selçuk

1.
Çin-Amerikan rekabeti, yükselen Çin ile alçalan ABD istikametinde ilerliyor.



Kaderi birbirine bağlı iki devasa yapı. Dünya ikisine dar (az) geliyor. Dünyada herkesin Amerikalılar gibi yaşayabilmesi için bu günkü dünyadan üç tane daha olması gerekiyor! Bu mümkün olmadığından, ya ABD Çin'i durduracak ya da ABD olmayacak -ki Çinliler Amerikalılar gibi yaşayabilsin! Bu iki gücün son durumları ise, birbiriyle yarışan Siyam ikizlerine benziyor.

Yeraltı kaynakları üzerindeki kontrol, en önemli çatışma konusu. ABD henüz dünya üzerindeki asıl kontrol gücü gibi görünüyor ama dünyayı kontrol eden Amerikan ordusunu finanse eden Amerikan ekonomisini finanse eden de Çin!.. Yani Çin ABD'yi kontrol edebilecek durumda, ama bu durumunu da ABD'ye yaptığı ihracata borçlu. Çin şimdilik, yeraltı kaynaklarını para verip satın alıyor. Çin para içinde yüzüyor! Tabii bunu nereye kadar sürdürebileceği tartışılır!

2.

Dünyada büyük bir Batı düşmanlığı var ve bu giderek dünyanın da aleyhine işlemeye başaladı.

Çünkü dünyanın yaşanabilir bir yer olması konusunda kafa yoran ve öneriler getirenlerin çok büyük bir bölümü Batılı. Yani kuru/toptan Batı düşmanlığı tehlikeli bir saçmalık haline geliyor. Batıda doğan kapitalist sistemi ve Batı hakimiyetini reddetmek, Batı'yı toptan reddetmek/düşmanlık anlamına gelmemeli. Bu önemli bir konu. Batı'nın dünyayı ve kendini anlamaması ve bunun tehlikeleri hakkında oldukça fazla literatür birikti. Bu konuda Çinli entelektüel Li Er'in yeni bir romanı var ('Der Granatapfelbaum') Diğeri, Fransız entelektüel Jean Siegler'in "Der Hass auf Westen" adlı kitabı. (Tabii başkaları da var. Ama bunlar bizim elimizden geçenler)

3.

ABD-Çin odakları arasındaki savaş nasıl bir şey olabilir?

İşte bu konu hakkında Türkiye'ye bakarak bir ilk-fikir sahibi olabiliriz her halde. Türkiye'deki "soğuk iç savaş" türü bir şey yaşanıyor şimdilik belli belirsiz. Birbirine bağlı/bağımlı iki devin güç mücadelesi...
Böyle bir ortamda savaşın son anına kadar klasik anlamda modern bir askeri savaş olmayacağı açık. Postmodern (terörist/desenformasyon) operasyonlarıyla sürebilir. Sonuç ancak önceden belli olduktan sonra son bir yıkıcı darbe, askeri savaş/vuruş şeklinde gelebilir/düşünülebilir -ama (umarız) askeri opsiyon sınırlı kalır!..
(Bunun hiç de öyle iyimser bir yaklaşım olmadığını kabul ediyoruz. Ama çok çok daha kötüsü olabileceğinden şimdilik bununla yetiniyoruz)
Sistemin kapitalizm olmasında ısrar edilmesi halinde savaşmak zorunda kalabilirler. Dünya az gelecektir ve bu güçlerden birinin ortadan kalkması gerekebilecektir. Bu ihtimale en yakın ülke ABD maalesef...
Yeni cepheler nasıl olabilir?
Bir yanda ABD ve NATO var. Onun karşısında, BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin)
Bu ikinci yeni kutbun vurucu gücü Rusya ve ona lojistik destek sağlayacak olan Çin (kısmen Hindistan. Brezilya, gerekli yeraltı kaynaklarını sağlayıcı bir rol oynuyor).
ABD'nin 9.400 nükleer başlığı var. Rusya'nın 12.000. Rusyanın daha çok "taktik" atom silahı var. Bu iki ülke dışında en çok atom başlığı Fransa'da (300). Çin'in 240 atom başlıklı silahı var.
Bu savaşın başlangıcı, nedenleri, devamı, hangiistikamette ilerleyebileceği ve sonucu hakkında destan gibi uzun bir yazı yazmak mümkün.

4.

Bir o kadar önemli konu, Türkiye'nin, Japonya'nın ve Almanya'nın, bu savaştaki konumları ve savaş sonrası dünyasının -kendi alanlarında iş bölümü yapabilen- önemli üç ülkesi olması durumuna nasıl gelebilecekleri meselesi olabilir.

Burada galiba ikili bir davranış biçimi geliştirmek gerekiyor: Savaşa müttefiklerin yanında -mecburen- katılma durumunda manevra kabiliyetini yitirmeyecek bir pozisyon belirlemek, (savaşa mümkünse girmemek) savaş sonrası dünyasının kalitelerini şimdiden kurmak ve bu konuda cidden çalışan birimler oluşturmak, bunun deneylerini şimdiden yapmak ve yeni bir koordinasyon biçimi oluşturmak vs. olabilir.

5.

Piyasada imaj ve dizayn, tüketici felsefesi ve bunların oluşturulmasında medyanın artık ne kadar önemli rol oynar hale geldiği konusu, geleceğe doğru uzanan bir boyuta da sahip olduğu için önemli.

Son haberlere göre bazı markalar, imajlarını değiştirmek için çok ciddi çalışmalar yürütüyorlar. Bunların içinden McDonald's, çok tipik olduğu için dikkat çekiyor. Bilindiği gibi fastfood son yıllarda öyle eleştirildi, McDonald's hakkında o kadar çok kitap yazıldı film yapıldı ki, bu firma, kullandığı ürünlerin ne kadar sağlıklı olduğunu kanıtlamak için ne yaptıysa olmadı. Bundan sonra da pek olmayacak gibi görünüyor. Medyanın bu konularda nisbeten tarafsız kalmasına rağmen (malum reklamlarla yaşıyorlar) firma imajını tamamen değiştiriyor.
Burada asıl işginç olan, (Batı'da) medyada giderek daha çok yer bulan yeni bir tüketim anlayışının/kültürünün, McDonald's gibi ekstrem çöp üreten kültürsüzlük örneklerinin aleyhinde işlemesi ve firmanın da buna dayanma sınırlarını aşması. Medyanın bu dolaylı baskısı bile etkili olabiliyor. Kuşkusuz iyi bir haber. Günümüzde özgür medyanın, sanıldığından çok daha önemli hale geldiğini gösteriyor.
...
http://www.konstantiniye.blogspot.com/

ABD'Yİ ŞOK EDEN PAKİSTAN ANKETİ
29 Temmuz 2010
Her 10 Pakistanlıdan 6'sının, Washington yönetiminin bu ülkeye yaptığı milyarlarca dolarlık yardımlara rağmen ABD'yi düşman olarak gördüğü bildirildi.
Pew Araştırma Merkezinin yaptığı ankete göre, Pakistanlılar, radikallerin, ülkenin kontrolünü ele geçirmesinden daha az endişe ediyor, Pakistanlıların yüzde 64'ü, ABD ile ilişkilerin iyileşmesini dilerken, yine Pakistanlıların üçte ikisi, komşu ülke Afganistan'daki Amerikan askerlerinin buradan çıkmasını istiyor.

Ankete katılan her 10 Pakistanlıdan yaklaşık 6'sı, ABD'yi düşman olarak tanımlarken, yine her 10 Pakistanlıdan sadece biri bu ülkeyi ortak olarak görüyor.

Pew'in anketine göre, Pakistanlıların yüzde 93'ü, ülkelerinde ABD'ye ait insansız uçaklarla yapılan saldırılar için ''kötü birşey'' derken, yüzde 90'ı, bu saldırıların çok sayıda masum insanın ölümüne neden olduğunu düşünüyor, yüzde 49'u da bunların Pakistan hükümetinin onayı dışında yapıldığını söylüyor.

Ankette, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD'den milyarlarca dolar yardım almalarına rağmen çoğu Pakistanlının ABD'nin kendilerine çok az yardım ettiğine ya da hiç etmediğine inandığı, sadece dörtte birinin, ABD'nin Pakistan'a büyük maddi yardımda bulunduğunu söylediği görüldü.

Yine Pakistanlıların sadece yüzde 8'i, ABD Başkanı Barack Obama'nın dünya için doğru şeyi yapacağı inancını taşıdığı, bunun Pew'in geçen nisan ayında anket yaptığı 22 ülkedeki en düşük oran olduğu belirtildi.

Ankete katılanların yüzde 51'inin, radikallerin ülkenin kontrolünü ele geçirmesinden endişe ettiği, bu oranın bir yıl önce yüzde 69 olduğu, Pakistanlıların yüzde 18'inin El Kaide'ye sempati duyduğunu söylediği, bu oranın da bir yıl önce yüzde 9 olduğu bildirildi.
haber10

İbrahim Karagül
250 bin gizli belge daha deşifre olacak

Afganistan'da devam eden kirli savaşa ilişkin doksan binin üzerinde gizli belgenin yayınlanmasının yankıları daha uzun süre devam edecek gibi. Saray ve İngiltere, bir taraftan "şiddetle" kınarken diğer taraftan durumu hafife alıyor görüntüsü veriyor ancak ağır bir yara aldıkları kesin.

Binlerce sayfalık "Savaş Günlüğü"ne yenileri eklenecek. Yakın zamanda 14 bin dosyanın daha yayınlanacağı ve kayıtların Barak Obama'yı savaş suçlusu durumuna düşüreceği söyleniyor. Nobel Barış Ödülü alan bir ABD Başkanı'nın savaş suçlusu pozisyonuna düşmesi ibretlik bir durum olacak galiba. Obama'nın; "Bunlar Bush dönemine ait kayıtlar" savunması daha şimdiden çökmüş durumda.

Biz daha belgelerin ayrıntılarını okurken, Afganistan'la ilgili yeni istihbarat sızıntılarını beklerken, hemen yanı başımızda devam eden, yüz binlerce insanın ölümüne ve bir ülkenin harap olmasına yol açan, toplu infaz ve insanlık suçlarının hemen hepsinin denendiği bir başka işgalle ilgili çarpıcı bir iddia gündeme geldi.

Bazı kaynaklar, Vikileaks adlı internet adresinin, Afganistan'la ilgili yayınladığı 90 binin üzerinde belgeden çok daha fazlasını, bunun üç katı istihbarat belgesini daha yayınlayacağını haber veriyor. Ama bu bilgiler Afganistan'la ilgili değil, Irak'taki işgalle ilgili olacak. Söz konusu kaynaklar, Irak'la ilgili kayıtların çok daha hassas bilgiler içerdiğini, belgelerin Vikileaks'in elinde olduğunu, bilgilerin "gizli" olmanın da ötesinde olduğunu, ABD birliklerinin kanlı eylemleriyle ve işkencelerle ilgili veriler içerdiğini söylüyor. Eğer öyleyse, Irak'la ilgili 250 binden fazla belge yayınlanırsa ve günlükler çok daha hassas bilgiler içeriyorsa büyük gürültü kopacak demektir.

Yine belgeler, Pakistan istihbaratının Taliban'ı desteklediği kayıtlarına yer veriyor ve bu ülkeyi töhmet altında tutuyor. Pakistan'da fiili iç savaş yürüten ABD'nin, ekonomik yardımları kesmeyi düşündüğü söyleniyor. Ama süreç, Pakistan'a yönelik (aslında temel hesap bu oldu her zaman) savaş ihtimalini tartışılır hale getiriyor. Obama'nın, daha Beyaz Saray'a gelmeden Pakistan'ı füzelerle vurmaktan söz ettiğini, ABD Başkanı olduktan sonra Afganistan'daki çatışmaların tırmandığını ve Pakistan'ın iç savaşa sürüklendiğini hatırlayalım.

Belgelerde Pakistan'ın Taliban'a gizli destek verdiği söylense de, başka kaynaklar ABD'de bazı çevrelerin Taliban'a destek verdiğini bile öne sürüyor. Öyleyse, iki yüzlü, kirli savaşın bitmesini beklemek saflık olur. Terörle mücadele ya da "Taliban tehdidi" sadece orada bir savaşın sürdürülmesi için kullanılıyor sanki. Bu da bizi merkez güçlerin jeopolitik hesaplarına yönlendiriyor.

Geçtiğimiz Aralık ayında Afganistan'a 30 bin ek asker gönderme kararı alan Obama, belgelerin yayınlandığı günlerde Temsilciler Meclisi'nden Afganistan'daki savaş için 59 milyar dolar daha ek ödenek çıkarttı. Devamı gelecek, yeni milyar dolarlar ayrılacak ve bu savaş sürdürülecek. Ancak hesaplar bozulursa, NATO ve ABD güçleri beklenmedik facialar yaşarsa o başka. Son yıllarda NATO karargahlarındaki en büyük tartışma da bu zaten.

Afganistan'la ilgili savaş belgeleri, Irak'la ilgili yayınlanması beklenen belgeler sadece ABD'ye ve İngiltere'ye zarar vermeyecek. 90 bin belgenin içinde muhbirlerin isimleri, aileleri, adresleri var. ABD adına çalışan vatan hainlerinin kayıtları var. Yarın Irak'la ilgili belgeler yayınlandığında benzer listeler göreceğiz. Sadece o ülkelerdeki muhbirlerin isimlerini değil, bu işgaller sırasında ABD istihbaratıyla işbirliği yapanların, gizli işkence ve sorgu evlerine ilişkin anlaşmalara imza atanların, kullanılan ülke ve hapishanelerin listelerini de göreceğiz. Bakalım o zaman Türkiye'den hangi isimler çıkacak ortaya?

Belgeleri yayınlayan internet sitesinin adresine girenler detaylar görecek. Farklı kategoriler altındaki kayıtlara bakanlar, adam kaçırma, gözaltı ve esir nakline ilişkin notları okuyabilir. Bagram esir kampından sevkıyatlara bakabilir. Yine suikastler başlığı altında nasıl da kolay adam öldürüldüğünü görebilir. Taliban'ın ve ABD birliklerinin eylemlerini inceleyebilir. ABD'nin Afgan medyasını nasıl kontrol ettiğini, kendi gerçeğini dayattığını, program başına para ödediğini görebilir.

On yıldır aslında yazılmayan, yazılmayacak olan, resmi tarihin dışında ve gerçek olanların kayıtlarını tutuyoruz. Her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da gerçeklerin bir gün mutlaka ortaya çıktığını bir kez daha gördük. Biz, resmi yalanları değil, gerçekleri önemsedik. Çünkü bizim tarihimizi bu gerçekler oluşturuyor ve bir gün bu tarih yazılacak.

Cehenneme dönen bir ülkeden, otuz yıldır savaş hali olan bir ülkeden söz ediyoruz...
Yeni Şafak

ABD’DEKİ RICCIARDONE KAVGASININ PERDE ARKASI
Mehmet Ali Güller
14.08.2010
ABD içindeki bölünme (Bakınız:http://www.odatv.com/n.php?n=iste-obamanin-o-dugunde-olmamasinin-nedeni--0208101200 ) Ankara’ya büyükelçi atanmasına da yansıdı.

Foreign Policy dergisine konuşan Cumhuriyetçi Senatör Sam Brownback’in sözcüsü, geçen ay Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde Ankara’ya Büyükelçi olarak atanmasına olumlu karar verilen Francis Ricciardone’nin atamasının durdurulduğunu belirtti.

(http://thecable.foreignpolicy.com/posts/2010/08/12/republicans_reject_obama_s_turkey_envoy)

Foreign Policy’e göre, sadece Senatör Brownback değil Cumhuriyetçilerin tamamı Riciardone’ye karşı. Dergiye konuşan bir Cumhuriyetçi Parti danışmanı şöyle söylüyor: “Böyle bir zamanda böyle hassas bir pozisyon için Ricciardone yanlış isim. Obama yönetiminin bunu görüp atamayı teyit etmemesini ve daha iyi birilerini aday göstermesini umuyoruz”.

Dergi, teknik olarak Obama’nın, Kongre’nin tatile girdiği dönemde Ricciardone’yi atayabileceğini ve Senato’daki teyit oylamasını baypas edebileceğini belirtiyor. Ancak bu durum hem daha büyük bir krize neden olacak, hem de Ricciardone sadece Ocak ayına kadar kısa süreliğine görev yapabilmiş olacak.

Dergi ayrıca ABD’nin, Türkiye’ye yaklaşımını yeniden değerlendirme çalışmaları yaptığına dikkat çekti.

ABD DIŞİŞLERİ’NDE GİZEMLİ TÜRKİYE TOPLANTISI

Öte yandan Foreign Policy’nin dikkat çektiği bu çalışmalarla ilgili çok önemli bir toplantı gerçekleşti ABD Dışişleri Bakanlığı’nda…

Hillary Clinton’ın başkanlık ettiği toplantıya, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Jack Lew, bakanlığın siyaset planlama direktörü Anne-Marie Slaughter, Avrupa ve Avrsya işlerinden sorumlu müsteşar yardımcısı Philip Gordon ile diğer yetkililer katıldı. (gazetevatan.com, 13 Ağustos 2010)

Bakanlık Sözcüsü Mark Toner, günlük basın brifinginde, ABD’nin dış politikası açısından büyük önem taşıyan belirli konularda bakanlık içinde her zaman toplantılar yapıldığını, Türkiye hakkındaki toplantının da bunlardan biri olduğunu söyledi.

Toplantının bakanlığın siyaset planlama dairesi tarafından gündeme konulduğunu belirten bir yetkili ise “Toplantının nihai amacı, ‘Doğru yönde mi ilerliyoruz? Ele alabileceğimiz başka alanlar var mı?’ gibi soruların değerlendirilmesi. Bunlar, ‘neredeyiz, nereye gitmeye ihtiyacımız var?’ sorularının analizinin yapılmasına çalışılan, politikamızın ne olduğuna bakılan olumlu toplantılar” diye konuştu. Aynı yetkili, “toplantı, bir tür politika değişikliğinin işareti mi” sorusuna ise “hayır” yanıtı verdi! (gazetevatan.com, 13 Ağustos 2010)

CEZALANDIRICILARLA ÖDÜL TAKTİKÇİLERİNİN MÜCADELESİ

Peki, ABD Yönetimi’nin Türkiye konusunda özel toplantılar yaptığı böylesi bir dönemde, Ricciardone üzerinden nasıl bir saflaşma yaşanıyor?

Bu soruya yanıtın ipuçlarını, Ricciardone’nin atamasıyla ilgili geçen ay Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yapılan oylama sırasında yine Foreign Policy Dergisi’nde çıkan ilginç bir yorumda bulabiliriz.

Dergi, o zaman da var olan Ricciardone tartışmasının, Türkiye’yle ilişkilerin, bu hassas dönemde nasıl sürdürülmesi gerektiği tartışmasından kaynaklandığını belirtmişti. Foreign Policy’e göre Ankara’yı “cezalandırmak” isteyenler için Ricciardone yanlış, “ödül taktiğini” kullanmak isteyenler için doğru seçimdi!

ABD’NİN MISIR YENİLGİSİNİN SORUMLUSU RICCIARDONE Mİ?

Cumhuriyetçilerin Francis Ricciardone’ye ilişkin itirazlarının temelini Kahire Büyükelçiliği görevi (2005-2008) sırasında yaşananlar oluşturuyor. Büyük Ortadoğu Projesi BOP çerçevesinde “Arap Baharı” olarak tanımlanan dönemde, Mısır dahil pek çok ülkede rejim değişikliği yaşanacağı beklentisi oluşmuştu. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Kahire Amerikan Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’ten reform yapmasını istemişti!

Ancak ABD’nin tüm bu uğraşları, birkaç ay sonra Mısır seçimlerinde yaşanan yolsuzluklar nedeniyle boşa çıktı. BOP çerçevesindeki bu ağır yenilgi dolayısıyla kabak Kahire Büyükelçisi Ricciardone’ye patladı. Dönemin Ulusal Güvenlik Konseyi üst düzey danışmanı Eliot Abrams, “Büyükelçi’den Mısır’daki çabalarımız konusunda heves ya da enerji göremedik” şikâyetinde bulundu!

BOP BAŞARISIZLIĞI ABD’Yİ BÖLÜYOR

Sonuç olarak ilerleyemeyen Büyük Ortadoğu Projesi BOP, ABD içinde gittikçe daha keskin saflaşmalara neden oluyor.

Bu saflaşmalar belli başlı olarak son dönemde, Obama’nın Clinton’un kızının düğününe davet edilmemesi, Afganistan Komutanının görevden alınması, 92 bin belgenin internete sızması, Washington Post’ta “ABD istihbaratı kontrolden çıktı” anafikirli yazı dizisi yayımlanması, Mali Piyasalarla ilgili yasa tartışması, Sağlık Reformu paketi kavgası, Beyaz Saray istifaları olarak kamuoyuna yansıdı…

Saflaşma daha da derinleşecek…
Odatv.com

20.10.10
SELÇUK SALIH CAYDI
ABD, kaderini belirleyecek kararların eşiğinde mi?



Amerikan Merkez Bankası FED'in Başkanı Ben Bernake, Amerikanın finansal/mali durumunun artık tamir edilemez boyutlara ulaştığını ilan etti.
Amerika bir varoluş kriziyle karşı karşıya.
Radikal kararlar alınmazsa iki alternatif var:
Ya kriz içinde yeni bir kriz, ya da büyük bir savaş.

Barneke, ABD'nin yavaş yavaş ekonomik krizden çıkmakta olduğu söylemini değiştirdi.
FED Başkanı, davetli olduğu bir toplantıda yaptığı konuşmada, ekonomik krizden çıkışın da bir maliyetinin olduğu, bu maliyetin sadece tek tek bireylerin ve firmaların mali durumlarıyla ilgili olmayıp, devletlerin mali durumuyla da ilgili olduğunu söyleyerek, devletin uzun vadeli altyapı faaliyetlerini karşılayamayacak duruma düşme ihtimalinden söz etti. ABD, emeklilik ve sağlık giderlerini karşılayamayabilir. Bernake, "Bu yükümlülükleri yerine getirebilmek için siyasetin ve toplumun radikal kararlar alması ve bazı fedakarlıklarda bulunması gerekir" dedi. "Kazandığından daha fazlasını harcayan ülkelerde gelirlerin ve hayat standartlarının daha yavaş yükseldiğini tarih göstermiştir. Ve böyle yerlerde ekonomik krizler ve istikrarsızlık daha sık yaşanıyor."
FED ilk kez, sadece ABD değil, federal Amerikan devletlerinde de finansal sorunların aküt boyutlarda olduğunu kabul etti. FED, kamusal borçlanmanın hızlanarak artacağını düşünüyor, çünkü borçlanmayla birlikte borç faizleri de artacak. Bu durumu kötüleştirecek diğer gelişme, Amerikan nüfusunun yaşlanması ve emeklilik yaşındaki Amerikalı sayısının hızla artması.
Barneke'nin en önemli sözleri ise şunlar:
"Ekonomimizin tehlike altında olması, açık bir gerçek ve bu tehlike artıyor. Politikacıların buna uygun inandırıcı planlar yapmaları ve tehlikeyi azaltmaları gerekiyor."
http://konstantiniye.blogspot.com/

ABD'nin Çöküş Senaryosu Gerçekleşiyor!

Dünyanın korktuğu kâbus senaryosu gerçeğe dönüyor. Cumhuriyetçiler, Obama'nın ekonomi politikasının en önemli aracı olan dolar basma yetkisini kısıtlayacak karar peşinde. Muhalefetin planı tutarsa ABD iflas edebilir

04 Ocak 2011
Anadolu Haber

Global ekonominin merkez üssü ABD'de yaşanan Demokrat- Cumhuriyetçi parti çekişmesi ülke ekonomisi olduğu kadar küresel piyasaları da tehdit ediyor.

ABD Temsilciler Meclisi'nde yeniden çoğunluğu elde eden muhalefetteki Cumhuriyetçi Parti'nin, iktidardaki Demokrat Partili Obama yönetiminin borçlanma sınırındaki artış politikasına engel olmaya çalışması ülkede tansiyonu artırdı.

Obama'nın ekonomi politikasının en önemli aracı haline gelen dolar basma yetkisini kısıtlayacak bu karar uygulanırsa, ABD temerrüt riski ile karşı karşıya kalabilir.

ABD Başkanı Barack Obama'nın ekonomi danışmanı Austan Goolsbee, Cumhuriyetçi parti üyelerinin ABD'nin borçlanma sınırında artış yapılmasını reddedecekleri yönündeki tehditlerinin, felaket niteliğinde sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulundu.

Kasımda yapılan seçimler sonucu Temsilciler Meclisi'nde çoğunluğu elde eden Cumhuriyetçiler, 1.3 trilyon dolarlık bütçe açığını düşürmek için harcamalarda kısıntıya gidilmesini istiyor.

Bazı Cumhuriyetçiler, Obama yönetimini, harcamaları kısmadığı takdirde, ülkenin borçlanma sınırının yükseltilmesini engellemekle tehdit ediyor.

Cumhuriyetçilerin tavrının ülke ekonomisini olduğu kadar küresel ekonomiyi de tehdit ettiğini ifade eden Goolsbee, "Bu bir oyun değil. Borç tavanına ulaşırsak bu esasında yükümlülüklerimiz açısından temerrüde düşmemiz anlamına gelir ki bu ABD tarihinde hiç görülmemiş bir şeydir" dedi.

"FELAKET OLUR"

Goolsbee, Cumhuriyetçilerin tavrının ekonomi üzerinde bir felaket etkisi yaratacağını savundu. Hazine Bakanlığı, Kongre'nin kamu borçlanma sınırını artırmaması halinde, halen 14.3 trilyon dolar olan bu sınıra yılın birinci ya da ikinci çeyreğinde dayanacağını tahmin ediyor.

Cumhuriyetçiler engellerse ne olur?

EKONOMİDEKİ büyüme stratejisini para basma, teşvikler ve harcama üzerine kuran Obama yönetimi, 1.3 trilyon dolarlık bir bütçe açığı ile karşı karşıya.

Bütçe açığını azaltmaya yönelik olarak harcamaların kısılması yönünde hükümete baskı yapan Cumhuriyetçilerin borçlanma sınırının yükseltilmesine yönelik engelleme çabası, içeride oluşacak olumsuz hava yüzünden küresel piyasaları da negatif yönde etkileyebilir.

Analistler, ülkenin içine düşeceği dar boğaz yüzünden temerrüt riskinin belirebileceği uyarısında bulunuyor ki bu da dünya ekonomisi açısıdan felaket senaryosu anlamına geliyor.

Öte yandan, ABD Başkanı Barack Obama, 2011'de öncelikli olarak ekonomiye odaklanacağını açıkladı. Obama," Hedefim, hızlı büyüme, istihdam ve orta sınıfı güçlendirmek üzerine" dedi.

Cumhuriyetçiler engellerse ne olur?

EKONOMİDEKİ büyüme stratejisini para basma, teşvikler ve harcama üzerine kuran Obama yönetimi, 1.3 trilyon dolarlık bir bütçe açığı ile karşı karşıya.

Bütçe açığını azaltmaya yönelik olarak harcamaların kısılması yönünde hükümete baskı yapan Cumhuriyetçilerin borçlanma sınırının yükseltilmesine yönelik engelleme çabası, içeride oluşacak olumsuz hava yüzünden küresel piyasaları da negatif yönde etkileyebilir.

Analistler, ülkenin içine düşeceği dar boğaz yüzünden temerrüt riskinin belirebileceği uyarısında bulunuyor ki bu da dünya ekonomisi açısıdan felaket senaryosu anlamına geliyor.

Öte yandan, ABD Başkanı Barack Obama, 2011'de öncelikli olarak ekonomiye odaklanacağını açıkladı. Obama," Hedefim, hızlı büyüme, istihdam ve orta sınıfı güçlendirmek üzerine" dedi.,

'Olmayan parayı harcamayın'

ABD Kongresi'nin Cumhuriyetçi üyesi Michele Bachmann, Obama yönetiminden biran önce harcamaların kısılmasını istedi. Amerikan halkının mevcut kriz yüzünden hali hazırda bütçelerinden kesinti yapmaya başladığını hatırlatan Bachmann, Obama yönetimine "Halk sizden, olmayan parayı harcamayı bırakmanızı istiyor. Kendinize çeki düzen verin" çağrısında bulundu.
Sabah

ABD'nin Aşil topuğu...
Selçuk Salih Caydi
2.8.12



Tek süper güç ABD, Doğuk Savaş'ın ardından Dovyetler Birliği ve Sosyalist Blok'un çökmesine rağmen, ordusuna yaptığı yatırımı azaltmayıp artırdı. Amerikan Ordusunun bütçesi, yaklaşık 700 milyar Dolar. Amerikanın en büyük rakibi Çin'in Halk Kurtuluş Ordusunun bütçesi ise sadece 78 milyar Dolar. Amerikan Ordusunun bütçesi, endüstrileşmiş tüm büyük devletlerin ordu bütçelerinin toplamına yakın. ABD neyi korumak için bu kadar büyük, bu kadar pahalı bir ordu besliyor?
Bu sorunun kuşkusuz birçok yanıtı var. Ama şimdiye dek pek üzerinde durulmayan yanıtların başında da, 'Dünya para sistemi' var. Kapitalist değer sisteminin, en belirgin ifade biçimi 'Para' olduğuna göre; sistemin bir numaralı merkez ulusdevleti ABD'nin askeri gücü ile Dolar merkezli para sistemi arasında hayatî bir bağ olmalı.
Kapitalizme özgü değer ve para sistemi, (15’inci yüzyıldan itibaren yaygınlaşan altın/gümüş para kullanımı sürecinde) 17'inci yüzyılda ortaya çıkmıştır. (Bkz. David Graeber “Debts” 2011). Kağıt para, Çin'de çok daha eski bir tarihe sahip olmasına rağmen Avrupa’da (ve daha sonra Osmanlı coğrafyasında) 18'inci yüzyıldan itibaren, devletin bir tür borç senedi olarak kullanılmaya başlanıp yaygınlaşmıştır. Devletlerin savaşları daha kolay finanse etmelerine yardımcı olan kağıt para sistemi (ve ona bağlı kredi/borç sistemi), paranın altına endekslenmesi ilkesine beşyüz yıl sadık kalmıştır.
Beşyüz yıllık altın endeksi devrine -ki bu dönemin sadece bir kısmı kapitalist döneme tekabül eder- 31 Aralık 1968'de Vietcong gerillaları son noktayı koymuştur. Güney Vietnam'da Saigon’u kısmen ele geçiren Vietcong'un Zaferi, ABD'nin II. Dünya Savaşı'ndan sonrasındaki ilk açık yenilgisiydi ve Richard Nixon'ın buna tepkisi, tarihin en ağır bombardımanı emrini vermesi oldu. Amerikan uçakları Vietnam’a, sadece iki yıl içinde dört milyon ton bomba attı. Nixon, savaş giderlerinin ülkenin altın rezervlerini fena halde aşındırdığını farkedip, Amerikan Doları'nın altın endeksine bağını 15 Ağustos 1971'de kopardı. O gün dünyada, serbest kur uygulaması başlamıştır. Bunun ilk sonucu, büyük bir enflasyon oldu. Yeni durumun avantajları da vardı tabii. Bu sayede, bir özel bankalar konsorsiyumu olan Amerikan Merkez bankası FED, canı istediği zaman para basabilecek hale geldi. Şapkadan tavşan çıkarmaya benzeyen bu garip durumi dünyada bir ilkti ve dünyada kabul görmesinin tek bir nedeni vardı, o da “Güçlü Amerika tablosu”ydu. Ve bu gücün en somut ifadesi, II. Dünya Savaşında Japonya'ya iki atom bombası atmaktan çekinmemiş "muzaffer" Amerikan Ordusuydu. Aynı dönemde, Ho Chi Minh'e selam gönderirken doğan 68’li hareketin hiç ilgisini çekmese de, beşyüz yıllık altın endeksi gitmiş, yerine Amerika’ya ve ordusuna güven endeksi gelmişti. Bu benzersiz durum, şimdi aklın sınırlarını zorlar bir krizle sürdürülemez hale gelmiştir. Çünkü, maddi karşılığı olmayan trilyonlarca Dolarlık paranın döndüğü sistem (yani borç senedinin döndüğü sistem), gelecekte trilyonlarca Dolarlık kapitalist katma değer üretileceğini varsaymaktadır –ki buna kesinlikle imkan yoktur. “Kapitalist toplumun bugünkü zenginliği, olmayan bir geleceğe dayanmaktadır.” (Ernst Lohoff, Norbert Trenkle “Die grosse Entwertung” 2012)

1971 sonrasının muazzam bir enflasyon döneminde, birçok ülke gibi Türkiye de Amerika'yı taklit edip gazete basar gibi para basmıştır. Dolar merkezli para sistemini o zaman sorgusuz/sualsiz kabul edip destekleyen endüstrileşmiş ülkelerin hepsi, (Almanya'dan Japonya'ya ve oradan Kore'ye kadar), II. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerikan Ordusu tarafından işgal edilmiş ülkelerdi. Dolara sadık bu ülkelere daha sonra, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi gönüllü Amerikan uyduları da katıldı. Dolara güvenin, Ordunun gücü ile korunup garanti altına alınması, daha sonra bir model haline geldi. 2000 yılından itibaren petrolünü Dolar değil Euro ile satan Saddam Hüseyin’in Irak'ına karşı da aynı modelin yeni versiyonu uygulandı. İran, aynı nedenle hedef tahtasındaki yerini “koruyor” görünüyor.
Dolar bazlı dünya para sisteminde ABD'ye birşey satıp Dolar alan ülke, enflasyon nedeniyle aynı Doları, en çok kazanma umudu olan Amerikan tahvillerine yatırmayı tercih ediyordu. Eşyanın doğasıyla ilgili bir durumdu. Sanal ulusal para ulusal kaynağına geri dönüyor, borç sürekli yeni borçlarla yeniden yapılandırılıyor ve Amerika borçlarını asla ödemiyordu (Ama IMF üzerinden, ülkelerin borçlerını ödemesini sağlıyordu) Borçlarını ödemeyen, ama mal/hizmet ithal eden ABD, bir nevî bedavadan yaşıyor, ordusunu dünyanın her yerine müdahale edebilecek şekilde örgütleyebiliyor, aynı anda birden fazla savaşa girebiliyordu. ABD’nin pahalı ordusu olmasa, nisbeten borçsuz bir ülke bile olabilirdi, ama Dolar bazlı para sistemini koruyabilmek için güçlü olmaya, göç göeterisinde bulunmaya, mecburdu.
İlk kez 1960’lı yılların sonunda Amerika’da ortaya çıkan “kredi kartıyla borca yaşamak” anlayışı, ancak 1990'lı yıllarda yaygınlaştı ve bu yıllar, tarihte faizlerin neredeyse tamamen serbest bırakıldığı dönem oldu. İnsanlık tarihinde “Kötülük” ile en çok özdeşleştirilen meslek “tefecilik” (Graeber age.) ile kredi kartı faizleri yarışır hale geldi. Tefecilik adeta legalleşmenin eşiğine geldi. Borca yaşam, ABD için -asla ödeyemeyeceği- absürd seviyeleri görmüş bulunuyor.
Bu aşamada Çin, ABD’deki en büyük yatırımcı haline gelip, Amerikan Dolarının garantörü Amerikan Ordusunun en önemli finansörü haline geldi. Çin'in bunu neden yaptığı konusunda birçok spekülasyon mevcuttur. Benzeri bir uzun stratejiyi Çin, Hunlara karşı uygulayıp, hırçın göçebe savaşçısını yumuşatarak asimile etmiştir. Çin, Amerikan devlet tahvillerine büyük yatırımlar yapmaya devam ederse, bu durumun devamında ne olabileceğine bakıp bir tahminde bulunmak mümkün. ABD Çin’e bu ölçüde borçlanmaya devam ederse, günün birinde Çin'in sömürgesi olabilir. İşte bunun olmaması, tek bir şarta bağlıdır: Borçların silinmesine...
Tarihte borçlar, her zaman savaşla, (savaş sonrası yapılan anlaşmalarla) silinmiştir. Endüstriyel Amerikan Ordusu o kadar büyük, o kadar sofistike ve o kadar çok yönlü bir para bağımlısıdır ki, maaşını aldığı Çin'e karşı savaşması -bir yerden sonra- hiç de kolay olmasa gerektir. Amerikan Ordusu, bütün dünyada operatif güç halinde kalabilmek için her yıl en az yüzlerce milyar Dolar bulmak zorunda. Ama bu paranın şakır şakır basılıp askerlere dağıtılması yetmez. –O, işin en kolay tarafıdır. Zor olan kısmı, keyfe uygun basılan Dolarların, Amerika kadar, dünyanın heryerinde de paradan sayılmasıdır. Aslında reel değeri olmayan bu yeşil kağıtların Çin'de ve başka ülkelerde de para niyetine kabul edilmesi gerekir. Ancak o zaman ABD, birçok konuda imtiyazlı bir ülke olarak borçlarını döndürebilir ve halkına belli bir yüksek refah seviyesi sunabilir. İşte bunu kabul ettirmek, artık eskisi kadar kolay değildir. Dolar, her para birimi gibi, aynı zamanda Doları kullananların karşılıklı güven mutabakatı olmak zorundadır, bu şartlar altında işler. Doların, reel deerlerden tamamen koparak sanal bir değer haline geldiği (ve nasıl işlediği) artık çok daha iyi biliniyor. Finans dünyasına hakim olan o sofistike bilinmezlik, aslında bu absürdlükleri örtmek için düşünülmüş olmasına rağmen, artık mızrak çuvala sığmıyor.
Dolar sisteminin (Yuro gibi) taklitlerinin ortaya çıkması, Doların ABD hesabına nasıl işlediğinin artık iyice anlaşıldığını gösterir. ABD'nin bütün dünyaya vergi koymasına benzer bir şekilde işleyen Dolar bazlı para sisteminin yerini başka bir para biriminin/birimlerinin alması, Dolar sistemi sayesinde yaşayan ABD’nin sonu olabilir. Fakat ABD, dünyanın Dolar sisteminde kalması için Amerikan Ordusunu kullanmaya devam etmek istemekle birlikte, oyun alanı giderek daralmaktadır. Amerikan Doları'nın bir numaralı para birimi olduğu bir global para sisteminin iyi işleyebilmesi için, her ülkenin Amerikan dostu bir rejime/Hükümete “kavuşması” en ideal durumdur tabii! Günümüzde ABD'nin borçları o kadar yüksek, kapitalist para sistemi o kadar bozuktur ki, 2008 krizinden sonra sistemi yeniden krizsiz işletebilmek için savaşlar da yeterli olmayacaktır. Çünkü sorun, sadece 'Para Sistemi Dorunu' değil, bir bütün olarak kapitalist sistemin sorunudur. Reel Kapitalizmin para sisteminden önce, çalışma sistemi iflas etti. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde sokakta insanlara, ülkelerindeki baş sorunun ne olduğunu sorsanız, "İşsizlik" diyeceklerdir. Kalıcı işsizlik ve iş alanlarının bütün bütün ortadan kalkması, geri dönüşsüz bir durumdur. “Üretimi artıralım” şeklindeki klasik klişe ile geleceğe umutla bakmak kesinlikle mümkün değildir. Kim niçin üretecek, ürettiklerini kime nasıl ve kaça satacak, karşıdakiler de bu kadar çok ve lüzumsuz ürünleri hangi parayla ve niye alacaklardır? Üretilen şeyler arttıkça, değerleri de düşmekte, dünya bir lüzumsuz modern üretim çöplüğüne dönüşmektedir. Paraya para kazandırmak için -sadece bu8 nedenle üretmek- kendi sınırlarına dayanmıştır. Karl Marx’ın deyimiyle “Kapitalist üretimin gerçek sınırı, kapitalin bizzat kendisidir.” (“Marx-Engels Werke” 1972. C.25, S.260)
ABD, sistemin son krizinin başladığı tarihten bu yana -dört yıldır, eskisi gibi her istediğini yapamıyor. Borçları mantık sınırlarını aştıkça, alacaklıları da bazı siyasî şartlar öne sürmeye, talepkar olmaya başladılar. Çin, ABD’yi, canı istedikçe para basmaması konusunda uyardı. Amerikan Ordusuna sınırsız kaynak aktarımı eskisi kadar kolay değil. Bu durum, etkisini hemen gösterdi. Yeni ve önemli bir durumdur. ABD, savaşlarını baska ordulara ihale etmeye yatkın bir görünüyor. Devasa Amerikan Ordusu'nu işler halde tutmak, giderek daha da zorlaşacaktır. Dolar sisteminin terk edilmesini, ABD'ye yeni şartlar dikte edilmesi izleyecektir. Gelişmeler, ABD'nin aleyhine işliyor ve bunun tersine döndürülmesi pek mümkün görünmüyor. Ama ABD yönetimi, Amerikan Ordusunun önemini herkesten iyi biliyor olmalı. ABD belli sınırlar dahilinde, savaşmaya devam edecek, gereğinde cebir ve şiddet kullanarak Doları ayakta tutmaya çalışacaktır. Amerika, merkezinde Amerikan Dolarının bulunduğu para sistemi için savaşıyor, ama kazanma ihtimali bulunmuyor. Zira Dolar bir yana, bugünkü para sistemin bile bir geleceği olamaz. ABD'nin aşil topuğu, Dolar. Bu nedenle, Dolara sadık, Doları militanca savunan ülkelere ihtiyacı var. Bu şartları yerine getirmeyenler kolayca "düşman" sayılabiliyor". ABD'nin 2008'de askeri doktrinini yenileyip, "çökmekte olan, halkının ihtiyaçlarını karşılayamayan devletler, ABD'nin ulusal güvenliğini birinci derecede tehdit etmektedir" mealindeki saptamalar da, Dolar konusundaki endişelerini göstermektedir. Böyle ülkelerde, (Somali ve Afganistan gibi yerlerde) ekonomi denen şey bile bulunmuyor artık. Sistem finali oynuyor. Dünya, altın endeksi devrinin ardından, Dolar bazlı para devrini ardında bırakmaya hazırlanıyor -hatta belki para çağını...
Ama bu başka bir hikaye.

http://konstantiniye.blogspot.com/2012/08/abdnin-asil-topugu.html#more

Obama'nın savaşı; Afganistan
Nihal Kemaloğlu
Akşam

Obama'nın da siciline 'savaşan Amerikan başkanlığı' eklendi.
Obama dün yaptığı konuşmada Afganistan'a 2010 yılının ilk yarısına kadar 30 bin yeni asker gönderileceğini, geri çekilmenin de Temmuz 2011'de başlayabileceğini açıkladı.
Beklenen geri çekilmenin mümkün olmayacağını, Amerikan askerinin Afganistan'a saplanıp kalacağında herkes hemfikir.
Nobel ödüllü Başkan'ın, Afganistan-Pakistan hattındaki savaşı derinleştirecek bu kararıyla kendi Vietnam'ını da hazırladığını söyleyenler yanılmıyor.
Bush'un Irak'ta açtığı kan bataklığından sıyrılmadan Afganistan'a asker yığmak Obama severler için hayal kırıklığı.
Küresel krizin içinde bocalayan ABD'nin, askeri hegemonik güç olma hevesinin pahalıya çıkacağı bir savaş olacağı kesin.
1945'ten beri girdiği bütün savaşları kaybetmiş ABD aslında Afganistan'daki işgalinde de yıllardır yenik...
Bush döneminde açılan terörizme karşı küresel savaşın bitmediği, yeni bir evreye taşındığı anlaşılıyor.
Seçim kampanyasında Irak'a müdahaleyi hatalı bularak eleştiren Obama şimdi Amerika'nın başarısızlığa mahkum yeni savaş cephesini açtı.
Amerikan kamuoyuna yönelik 'Taliban ve El-Kaide'yle' mücadele açıklamalarında 'süper güç Amerika' algısı yenileniyor.
Amerikan halkı, Afganistan-Pakistan sınırının 'şer sınırı'olduğuna ikna edildi.
Şimdi demokrat Obama'nın da 'şahin' olup dünya üzerinde uçabileceği gösteriliyor.
Biten dünya imparatorluk dönemine alışmakta direnen ABD'nin yeni Afganistan stratejisi gereği NATO da 5 binden fazla yeni asker gönderecek.
Umutsuz Afganistan hedefi hem ABD hem de Obama için tarihi bir yanılgı olacak.
Böylelikle Obama diyalog ve uzlaşmayı önceleyen söylemleri, kalpleri ve zihniyetleri fethetme yaklaşımlarını olumsuzlamış oldu.
Yeni neo-con tarzıyla Afganistan-Pakistan'ı ateş coğrafyasına dönüştürecek.
El Kaide'nin ele geçirilerek Afganistan ve Pakistan'dan uzaklaştırılması çok zor...
(..)
'Ilımlı' Talibanlarla anlaşma zeminini aramadan asker gönderen ABD, Pakistan ordusundaki Taliban sempatisini ve 40 milyonluk aşiret örgütlenmesindeki Peştunların isyanlarını kulak ardı ediyor.
Görünen o ki; daha fazla asker ve daha geniş işgaller, Afgan halkının çaresizliği, Pakistan'da patlayacak bombalar, daha sivrilen anti-Amerikanizm'le El-Kaide güçlendirilecek.
Görünmeyen ise; ABD'nin bu jeo-politik bölgeyi kontrol ederek olası İran tehdidine gözdağı vermesi, enerji paylaşım savaşlarında süper silahlı güç rolünü koruması, Amerikan kamuoyuna yapılan askeri yatırımların hakkını verdiğini göstermesi, silah lobilerinin ayakta alkışları...
Muhalif sinemacı Michael Moore, Afganistan işgaliyle ilgili Obama'ya yazdığı açık mektubunda şöyle diyor: 'Afganistan'daki El-Kaide militanlarının sayısının yüzden az olduğunu biliyorum!
Yüz binden fazla adamın mağaralarda yaşıyan yüz adamı etkisiz kılacağına inanmıyorum.
İmparatorluklar sonlarının çok yakın olduğunu burun buruna gelinceye dek anlamazlar.
İmparatorluklar daha fazla 'gücün' düşmanı yok edeceğine inanırlarken bu böyle olmaz, genellikle bir avuç düşman imparatorlukları paramparça eder.'

Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi
Korkut Boratav
Sol

Michael Moore filmleriyle Amerikan toplumunu eleştirmeye devam ediyor.

Öncekileri hatırlatayım: Kapanan fabrikalarıyla birlikte işlevsiz kalan geleneksel işçi sınıfının kaderi, Amerikalıların silah tutkusu, 11 Eylül’den Irak saldırısına uzanan dönemde Bush yönetiminin marifetlerinin teşhiri, Amerikan sağlık sisteminin insafsız eleştirisi…

Şimdi de 2007-2009 krizini vesile ederek doğrudan doğruya Amerikan kapitalizmini hedef alıyor: Bu hafta Türkiye’de de gösterime giren Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi…

Michael Moore’un, son yıllarda Amerika’dan çıkan en etkili muhalif olduğunu düşünüyorum. Kendisine bir Oscar, bir de Altın Palmiye ödülleri getiren belgesel sinemayı çarpıcı bir biçimde kullanıyor. Konusunu doğrudan doğruya insan hikâyelerine taşıyarak işliyor. Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi de böyle bir film.

Kriz ortamındaki Amerikan kapitalizmini de tek tek insanlar üzerinde odaklanarak eleştiriyor.

***

Emekçi katmanlardan filme taşınan insan manzaralarından örnekler vereyim:

İpotek borçları nedeniyle konutlarından polis zoruyla tahliye edilen insanları görüyoruz… Bu insanların önemli bir bölümü, uzun yıllardan beri oturdukları evlerden çıkartılıyor; zira, komisyoncuların, bankaların iğvasına kanarak konutlarını ipotekleyerek ilaveten borçlanmışlar ve tökezleyince evleri satılmış.

Yirmi yıldır oturdukları konuttan polis zoruyla çıkarılan aileye emlâk komisyoncusu soruyor:

“Evin son temizliği için dışarıdan insan tutacağız; isterseniz siz temizleyip bin dolar kazanın…”

Kabul ediyorlar. 81.000 dolarlık borç nedeniyle tahliye ettikleri kendi evlerini temizleyip yeni sahipleri için hazır hale getirdikten sonra bin doları alıyor; kamyonetlerine binip kayboluyorlar.

Havayollarının bunalıma girmesi bahanesiyle maaşları düşürülen ve “yoksul Amerikalılar sınıfına” katılan pilotlar…

Bazıları, yoksullara dağıtılan yiyecek karnelerine muhtaç kalmış; birisi mesai saatleri dışında köpek gezdirerek; bir başkası kanını satarak ek gelir kazanıyor.

Dev perakende zinciri Wal Mart’ta çalışırken kansere yakalanıp ölen adamın hikâyesini karısından izliyoruz. Hastanelere 100.000 dolar borçlanmışlar.

Cenaze kalktıktan sonra öğreniyor ki Wal Mart kocası için bir hayat sigortası yapmış; ne var ki, sadece şirketin yararlanabileceği türden bir sigorta… İşçinin ölümü, aileyi iflasa sürüklerken, Wal Mart için kazanç kaynağı olmuş.

Bir hayli yaygın olan bu tür sigortalara, finans çevrelerinde “köylü sigortası” dendiğini öğrenen dul kadın, “bu köylü lâfı çok ağırıma gitti” diyor.

Özel şirketler tarafından “işletilen” çocuk hapishanelerinden manzaralar izliyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, hapis süresi uzadıkça işletmenin kârlılığı artmaktadır. Basit kabahatler nedeniyle bir-iki ay hapis cezası alan yoksul çocukların hapis süreleri çeşitli bahanelerle birkaç kat uzatılmaktadır.

***
İşçi sınıfı kökenli solcular diyalektik düşünmeye kendiliğinden yatkın olurlar.

Moore da böyle olduğu içim emekçilerden başlattığı hikâyesini karşıtlarıyla bağlantılandırıyor; sürdürüyor. Böylece Amerikan kapitalizminin egemen, yönetici sınıflarından, onların sözcülerinden de “manzaralara” ulaşıyoruz.

Amerikan ekonomisini yöneten kişilerin büyük şirketlerle göbek bağlarını Moore tek tek ortaya koyuyor.

Ve gösteriyor ki, bunlar, dev bankalara hizmet ederken kazandıkları milyonlarca doların “karşılığını” hükümete geçtikten sonra eski şirketlerini doğrudan veya dolaylı yöntemlerle ödüllendirerek fazlasıyla ödemişlerdir.

Ünlü banker Warren Buffett’in “finansal sistemin kitle imha silahları” olarak adlandırdığı ve krize yol açtığı söylenen “finansal araçlar”dan bazıları, örneğin türevler, batık kredi takasları
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Nis 13, 2010 9:24 pm    Mesaj konusu: BU SAVAŞ YÜZÜNDEN OBAMA'NIN GÖZÜNE UYKU GİRMİYOR[ Alıntıyla Cevap Gönder

BU SAVAŞ YÜZÜNDEN OBAMA'NIN GÖZÜNE UYKU GİRMİYOR
Mehmet Ali Güller
12.04.2010 10:58

ABD ile Çin arasında yaşanan 1. Ticaret Savaşı, Washington ve Pekin’in karşılıklı hamleleriyle zirveye ulaştı. Batı basını, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın, Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 12–13 Nisan’da Washington’da düzenlenecek nükleer güvenlik zirvesine katılacağını açıklamasını, tansiyonun düşmesi hatta buzların erimeye başlaması olarak değerlendiriyor. Ancak Washington ile Pekin arasındaki mücadelede zaman zaman tansiyon düşse bile siyasi ve ekonomik nedenlerden ötürü asla buzların erimeyeceği görülüyor.

ABD Çin’e silah çekti

Washington’un, Pekin’in bir parçası olarak kabul ettiği Tayvan’a Ocak ayında 6.4 milyar dolarlık silah satma kararı alması ABD-Çin 1. Ticaret Savaşı’nın kritik bir dönümü oldu. ABD Başkanı Obama’nın, Tibet ayrılıkçılığının lideri olan Dalay Lama ile görüşmesi ise ikinci kritik dönüm noktasını oluşturdu. 2009 yılı boyunca 1. Ticaret Savaşı’nda Pekin’e mevzi kaptıran Washington’un yanıtı gerek Tayvan gerekse Tibet üzerinden ayrılıkçılığa verdiği açık destekti. Daha net ifade etmek gerekirse, ABD açıkça Çin’e silah çekti!

Aslında ABD’nin 1. Ticaret Savaşı sürecinde ilk silah göstermesi, 5 Temmuz olayları olarak adlandırılan Sincian’daki kalkışmaydı. 5 Temmuz 2009’daki bu kalkışma, tıpkı daha önceki provalarında olduğu gibi Pekin yönetimi tarafından etkisizleştirilmişti.

Çin aynı kararlılıkla, ABD’nin Tayvan ve Tibet üzerinden silah göstermesine de pabuç bırakmayacağını ilan etti.

Çin Başbakanı Wen Jiabao, 22 Mart 2010’da Çin Kalkınma Forumu’nda “Ticaret ve para birimi savaşları zorlukları aşmamızı sağlamayacak, aksine işbirliğini geciktirecek” diyerek açıkça ABD’nin silah göstermesine meydan okudu!

Üstelik, ABD Deniz Kuvvetleri 27 Mart 2010’da yaptığı açıklamada, “Çin’in Tayvan yakınına uzun menzilli füze yerleştirdiğinden” şikayet ediyordu! Çin silaha karşı silah da demiş oldu!

Ticaret Savaşı’nda neler yaşandı

Çin, küresel ekonomik krizle birlikte çok sıkı bir “yeni korumacılık” anlayışı içine girdi. Çin Devleti çıkardığı ve de uyguladığı sert yasalarla, ülkesini yabancı şirketlere karşı korudu, daha açık ifade etmek gerekirse Çin Devleti yabancı şirketleri kontrol altına aldı!

Çin bu kontrol işini, “yerli inovasyon”, “patent kanunu”, “standart oluşturma” ve “onay süreci” diye özetleyeceğimiz dört yöntemle sağladı. Açalım:

1.. Yerli İnovasyon

“Yeni fikirlerin ticari bir yarara dönüştürülme süreci” olan inovasyon, Çin devleti tarafından 2009 sonbaharında politik bir hedef olarak belirlendi. Çin “yerli inovasyon” hedefiyle birlikte Çinli şirketlere vergi indirimleri uygulamaya, devlet teşvikleri sunmaya ve kamu ihalelerinde öncelik vermeye başladı. Bölge yönetimleri ve belediyeler, “yerli inovasyon” hedefi gereği, kendilerine bağlı kurumların alabileceği ürünler için listeler oluşturmaya başladılar. Değil yabancı şirket ürünleri, yabancı şirketlerin Çin’de ürettiği ürünler bile bu listelerde yer bulmakta zorlanıyorlar. Örneğin Şanghay’ın yayınladığı 500’lük listede sadece 2 yabancı şirketin ürettiği ürün yer bulabildi! (Businessweek, 28 Mart 2010)
Bu tür liste belirlemenin teknik olarak Dünya Ticaret Örgütü DTÖ kurallarının ihlali anlamı taşımadığının altını çiziyor Businessweek dergisi. Çünkü Çin, kamu tedarik politikalarıyla ilgili bir anlaşma imzalamadı henüz. Pekin’in bu anlaşmayı imzalayacağını söylemesi de yabancı şirketleri rahatlatmıyor çünkü Çin yönetimi, 15 yıllık geçiş dönemini anlaşmanın önkoşulu olarak dayatıyor. Üstelik kamu işletmeleri dışında hastanelerin, okulların da kamu tedarik listesine dahil edilmesi, yabancı şirketlere iyice kapıları kapatmış olacak.

ABD şirketlerinin Çin’in “yerli inovasyon” hedefinden duyduğu rahatsızlığın boyutu o kadar büyük ki, aralarında Microsoft, Boeing, Motorola, Caterpillar gibi en büyük şirketlerin yer aldığı yüzlerce çokuluslu şirket 26 Ocak 2010’da Beyaz Saray’a bir mektup yazdı. “Çin, yerel şirketlerinin ABD şirketleri karşısında güçlenmeleri için geniş kapsamlı politikalar geliştiriyor” saptamasıyla başlayan mektup şu temenni ile bitiyordu: “ABD Yönetimi’nin Çin’in ABD’li şirketler için büyük tehlike oluşturan politikalarına acilen eğilmesini istiyoruz”. (Businessweek, 28 Mart 2010)

2.. Patent Kanunu

ABD’li şirketleri iş yapamaz duruma getiren bir diğer yeni gelişme de Çin’in Ekim 2009’da çıkardığı yeni bir patent kanunu oldu. Yeni kanun, kamu tedarikinden yararlanmak isteyen şirketleri, yurtdışından önce Çin’de patent ya da ticari marka başvurusu yapmaya zorluyor. Pratik olarak bu durum, Çin dışında geliştirilen bir ürünün Çin’de satışını imkânsız kılıyor. Ya da ürünü dışarıda geliştiren yabancı şirketin Çin’de satış yapabilmek için patenti serbest bırakmasını, dolayısıyla da Çin Devleti ile ticari sırlarını paylaşmasını zorunlu kılıyor.

Bir şikâyetin altına üstelik tek başına asla imza atamayacağını söyleyen bir ABD şirketinin yetkilisi, çaresizliklerini şu sözlerle aktarıyor Businessweek Dergisi’ne: “Çinliler kalkan tırnağı koparmak konusunda çok başarılılar”!

3.. Standartlaştırma

ABD’li şirketlerin yakındığı üçüncü gelişme ise Çin’in standartlaştırma yani kural koyma atağı. Businessweek dergisi, Çin’in her yıl cep telefonundan otomotive bütün sektörlerde 10 bini aşkın yeni standart geliştirdiğini belirtiyor. Çin’deki Avrupa Komisyonu delegasyonunun standartlardan sorumlu yetkilisi Klaus Ziegler, “dünyanın geri kalanında bu kadar standart geliştirilmiyor” diye şikâyette bulunuyor. (Businessweek, 28 Mart 2010)

Standartlar, batılı şirketleri öyle zor duruma sokmuş ki, şimdiden pazardan çekilen pek çok şirket olduğu belirtiliyor. Ya çekilmeyenler? Örneğin Alman Continental şirketi yeni çıkan bir standart gereği Çin’de sattığı tüm araba lastiklerini Çinçe yazı karakteriyle damgalamakla meşgul!

4.. Onay Süreci

Batılı şirketlerin yakındığı dördüncü konu da “onay süreci”. Örneğin bir sigorta şirketi, Çin’de tek seferde yalnızca bir şube açabiliyor artık. Ve onay için en az 18 ay bekliyor! Bu süre, yerel sigorta şirketlerini batılı çokuluslu şirketler karşısında koruyor ve güçlendiriyor.

Çin ASEAN ülkeleri ile serbest ticarete başladı

ABD’yi ve şirketlerini yalnızca yukarıda özetlediğimiz dört yeni durum endişelendirmiyor elbette. Bir diğer endişe kaynağı da Çin’in pasifikteki ekonomi yığınağı!

Çin ile Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ülkeleri arasında serbest ticaret 1 Ocak 2010 itibariyle başladı. Yapılan anlaşmaya göre bu ülkeler arasında ithal edilecek malların yüzde 90’nına ithalat vergisi uygulanmayacak. Böylece ticaretin maliyeti düşecek ve hacmi büyüyecek. 2 milyar insanın yaşadığı ülkelerin bu anlaşması, bölgenin dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesi olmasının ötesinde, siyasi anlamlar da taşıyor.

Japonya ABD’den kopup, Çin’e yaklaşıyor

Çin Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ile serbest ticarete başlarken, Doğu Asya ülkesi Japonya ile de hızla yakınlaşıyor. Japonya’nın ekonomik pozisyonu itibariyle ABD’den uzaklaşıp Çin’e yakınlaşması ise ABD-Çin 1. Ticaret Savaşı’nın çok önemli bir mevzisini oluşturuyor.

Bu tarihi gelişmenin sıçrama noktası 30 Ağustos 2009 seçimleriydi. Seçimlerde Japonya’yı 54 yıldır yöneten Liberal Demokratlar ve dolayısıyla ABD destekçiliği yenildi. İktidara Hatoyama liderliğindeki Demokratlar yani Asyacılar geldi. Öyle ki seçimleri kapaktan değerlendiren 5 Eylül 2009 tarihli İngiliz Economist Dergisi, “Japonya’da seçmenler bir partiyi değil, bütün bir sistemi yıktı” yorumunda bulundu!

Yeni yönetimin göreve geldiği daha ilk aylarda ABD’nin Okinawa Adası’ndaki kritik önem taşıyan askeri üssünü kaldırmak istemesi, değişimin ilk sinyaliydi. Aslında Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama seçimlerden bir hafta önce New York Times’ta yayımlanan makalesinde işlerin hiç de eskisi gibi olmayacağını zaten ifade ediyordu. Hatoyama ABD kapitalizminin başarısızlığını eleştirdiği makalesinde, ABD’nin tersine çevrilemez bir gerileme içinde olduğunu vurguluyordu. Dikkat çeken bir başka konu da Hatoyama’nın AB’nin ilk dönemlerini model alan yeni bir Doğu Asya topluluğundan bahsedip, Çin’i anıp ABD’yi dışarıda bırakmasıydı! Nitekim sonrasında Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada, “yeni bir Asya çağının yaşanacağını” müjdelemişti.

“ABD Çin’i durduramazsa, dünya liderliğini kaybedecek”

ABD Başkanı Obama 2009 Kasım’ında Pekin’i ziyareti sırasında her ne kadar “iki ülkenin hasım olduğu anlayışı kader değildir” dese de, Çin-ABD 1. Ticaret Savaşı, siyasi bir savaş olarak da yorumlanıyor. “ABD ile ilişkilerimizdeki zorlukların sorumluluğu bize ait değil” diyen Çin Dışişleri Bakanı Yang Cieçi ise açıkça düşmanlığın adresini işaret ediyor! (AA 7 Mart 2010)

Kaldı ki ABD’nin tüm resmi ve gayri-resmi düşünce kuruluşları uzun zamandır Çin’e odaklanmış durumda. Hemen her raporun özeti şu şekilde: “ABD, 2025’e kadar Çin’i durduramazsa, dünya liderliğini kaybedecek!”

Şimdi ABD’nin saldırılarına karşı Çin’in ekonomik, siyasi ve askeri alanlardaki yanıtlarına bakalım.

1.. Ekonomi

Yukarıda ayrıntılarını özetlediğimiz dört gelişme, Çin’in ekonomi kalesinin surlarını oluşturuyor. Kalenin girişinde ise Yuan-Dolar paritesi var.

Çin küresel krizle birlikte Yuan’ı Dolar’a sabitleyerek, ABD ekonomisine önemli zararlar verdi. Washington yıl boyunca Pekin’den Yuan’ı serbest bırakmasını istedi. Ancak bu konuda da Washington’un açmazda olduğunu düşünenler var. Örneğin Brookings Enstitüsü’nden Kenneth G. Lieberthal, Yuan’ın serbest bırakılmasının sonuca o kadar da etki etmeyeceğini söylüyor: “Yuan’da yüzde 20 oranında bir değer artışı, Çin’in ihraç ettiği ürünlerde kullandığı petrol ve demir gibi ürünlerde ithalat maliyetini azaltır en fazla. Bu da ABD’ye bağlı ürünlerin nihai maliyetlerinde çok küçük bir artış demektir”.

Çin’in ise henüz netlik kazanmasa da, yeni bir politik hamle olarak Hu Jintao’nun Washington ziyareti öncesinde Yuan’ın Dolar karşısında bir miktar değerlenmesine izin verebileceği konuşuluyor.

Kalenin temelini ise Çin’in üretim esaslı ekonomisi oluşturuyor. Çin küresel krize rağmen 2009’un son çeyreğinde yeniden çift haneli büyümeyi yakaladı ve yıllık büyüme oranını 8.7’ye çıkardı.

2.. Siyaset

Çin bir yandan ABD’yi bazı jeopolitik alanların dışına çıkarmaya çalışıyor bir yandan da ABD’nin boşaltmak zorunda kaldığı bu alanlara yerleşiyor. Pekin yönetiminin son yıllarda Güney Amerika ve Afrika ülkeleri ile imzaladığı anlaşmaların sayısına ve hacmine bakılırsa, alan savunmasının ne anlama geldiği anlaşılacaktır.

Keza Çin, Irak’a yoğunlaşan ABD’nin boşalttığı Ortadoğu alanlarına da konumlanıyor.

Çin-Rusya ilişkileri tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Geçen yıl imzalanan stratejik ortaklık aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi üyesi olan iki ülkeyi bir blok şeklinde ABD’nin karşısına dikiyor. Öte yandan 2011’de faaliyete geçecek Çin -Rusya petrol boru hattı, Washington’un Orta Asya politikalarına önemli darbe oluşturuyor.

Çin diğer yandan İran gibi ABD ile doğrudan karşı karşıya geldiği sorunlarda da Washington’a meydan okuyor. Çin’in Tahran politikasının temelini, ABD’yi “oyalayarak bıktırmak” oluşturuyor. Uzun süredir Washington’un İran’a yaptırım politikasının önünde duran Pekin, ABD’yi tam bir sinir harbinin içine çekti. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Financial Times Gazetesi’ne göre, Çin’e enerji ve ticaret ortağı arıyor! Financial Times, sırf Çin İran’a yaptırımlara evet desin diye ABD’nin Suudi Arabistan’ı Pekin yönetimine sunduğunu da yazdı. (Financial Times, 15 Şubat 2010)

ABD’yi iyice açmazlara sokan ve hatta kendi adına ticari ortak aratır duruma sokan Pekin yönetimi yeni ve ilginç bir hamle yaparak 31 Mart günü BM’nin İran’a yaptırımları içeren taslağını kabul etti. Ancak Çin’in diplomasi ustalığını bilen uluslararası kaynaklar, hamlenin sonrasını okumaya çalışıyorlar.
Reuters’te yayınlanan bir analizde dikkat çeken bir saptama var. Her ne kadar Çin, İran’ı hedef alan taslağı kabul etse de, Pekin yönetiminin müzakereleri uzatıp İran’la kurduğu enerji ilişkilerini ve ekonomik ilişkileri tehdit edebilecek bir kararı engellemek için nüfuzunu kullanacağı belirtiliyor. (Reuters, 1 Nisan 2010)

Kaldı ki Reuters, üzerinde anlaşılan taslağın, yurtdışında daha fazla İran bankası açılmasına kısıtlama getirilmesini teklif etse de, İran’ın petrol ve doğalgaz sanayisine yaptırım uygulamasını öngörmediğine dikkat çekiyor!

Diğer yandan bugüne kadar İran’a yaptırım kararlarının da ciddi bir sonuç vermemesi Pekin açısından önem kazanıyor. Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin Temmuz 2006’daki İran’a yaptırım içeren 1696 sayılı kararına da, Aralık 2006’daki İran’ın nükleer ithalatına ve ihracatına yaptırım uygulanmasını dayatan 1737 sayılı kararına da onay vermişti! Hatta Pekin 2007 yılında İran’ın silah ihracatına yasak getiren yaptırımları ve İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmadığı için eleştiren yaptırımı da desteklemişti.

Ancak bu durum İran’ı hedefinden alıkoymadığı gibi, Pekin-Tahran çok boyutlu ilişkilerinin büyümesine de engel olmadı!

3.. Askeri

Çin’in Rusya ile stratejik ortaklık kurması, geçen yıl tarihte ilk defa Rusya’yla ortak askeri tatbikat yapması, Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurması ve büyütmesi askeri kalesinin surlarını oluşturuyor.

ABD-Çin savaşının çok önemli bir cephesi haline gelen Afganistan’daki kötü gidişat, Washington ve NATO’nun günden güne kaygılanmasına neden oluyor. Ancak burada da Pekin’in politikası ABD’yi tam bir sarmala sokmuş durumda. ABD’nin Afganistan’da başarısı da başarısızlığı da Çin’e yarıyor.

New York Times yazarı Robert D. Kaplan bu gerçeği “Pekin’in Afgan kumarı” başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor: “Bölgeye kan ve para dökenler Amerikalılar ama işin kaymağını Çinliler yiyor. Amerikalılar askeri ve diplomatik çabalarını ülkeden bir an önce çıkmaya odaklandırırken Çinliler burada kalıp çıkar sağlamak istiyor”. ABD’nin El Kaide karşısında kazanacağı bir zaferin Pekin’in çıkarına olacağını belirten Kaplan, ABD ordusunun içinde bulunduğu durumu Roma İmparatorluğu ya da 19. yy İngiltere’sinin durumuyla karşılaştırıyor: “ABD dünyanın uzak bir yerinde intikam almak, isyanları bastırmak ve medeniyeti tesis etmek için uğraşıyor. O esnada diğer büyük güçler de kenarda bekleyip ABD’nin sunduğu kamu yararından bedavaya faydalanmak istiyor” (Robert D. Kaplan, The New York Times, 7 Ekim 2009). Son olarak, unutulmuş bir haber hatırlatalım. ABD’nin 2002 Afganistan müdahalesi haberini veren ajanslar, yanı sıra küçük bir haber daha geçiyorlardı: Üst düzey bir Çin heyeti, Afganistan’daki madenlerle ilgili kapsamlı görüşmeler yapmak için, ABD müdahalesinden hemen önce Kabil’deydiler.

NATO ve Afganistan demişken… Pekin Yönetimi, Moskova’nın NATO politikasını taklit etmeye başladı. Hatırlanacağı gibi Putin, Rusya-NATO Konseyi’ni oluşturarak hem NATO’ya kama gibi girmiş hem de NATO’nun işlevini zayıflatmıştı. Şimdi aynı politikayı Pekin izliyor. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma Caoşü, 9 Şubat 2010’da yaptığı açıklamada, son dönemde NATO ile bazı temasları olduğunu hatırlatarak, ittifakla güvenlik, eşitlik ve karşılıklı yarara dayalı yeni güvenlik anlayışı temelinde eşit görüşmelere devam etmek istediklerini söyledi.

NATO’nun son yıllarda dönüşüm sürecine girdiğine ve yeni stratejik anlayışına uyum sağlamaya çalıştığına işaret eden Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma, “NATO’nun dönüşüm ve düzenlemelerinin bölgenin ve dünyanın barışına ve istikrarına hizmet etmesini umuyoruz” diye konuştu. (AA 9 Şubat 2010)

Sonuç yerine: Obama’ya parmak sallayan Çinli yetkili

Peki, Çin’i böylesi atağa iten, ABD’yle açıktan bir ticaret savaşı yapmaya götüren neydi?
Çin 30 yıl boyunca dünyanın atölyesi görevini gördü. Çinli üreticiler bugüne kadar ürettikleri Nike ayakkabının ya da Apple iPhone’un gerçek değerinin çok küçük bir parçasını alabiliyorlardı. Artık Çin tedarik zinciri oluşturmak ve marka şampiyonları yaratmak istiyor. Bilişim sektöründe öne çıkan Lenovo, otomotiv sektöründe öne çıkan Chery gibi örnekleri artırmak ve dünya pazarlarına marka satmak peşindeler.

Son 10 yılda inanılmaz büyüme rakamları yakalayan ve her yıl ihracat şampiyonu olan Çin’in ihracat ve sermaye fazlası, artık kendi yerel devlerini yaratmak isteyen Pekin yönetiminin, batılı şirketlere koşulsuz imkânlar sağlama polıtikasına son verdi. (Fareed Zakaria, Newsweek, 18 Ocak 2010)
Newsweek’e göre, son 30 yıl boyunca sermaye kaynağı, pazar, teknoloji ihracatçısı, hatta siyasi müttefik olarak ABD’ye ihtiyaç duyan Çin’in artık Washington’a ihtiyacı kalmadı! Öyle ki son Kopenhag İklim Zirvesi’nde, Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun heyetindeki bir yetkilinin ABD Başkanı Obama’ya bağırarak parmak sallaması siyasi çevrelerce Pekin’in Washington’a meydan okuması olarak yorumlandı.

1 Kasım 2009 tarihli Economist dergisi, ABD-Çin ilişkilerine ayırdığı özel dosyasında şu gerçeğe dikkat çekmişti: “İki ülke arasındaki ilişki yeni bir soğuk savaş yaratıyor”.

Üstelik bu soğuk savaşın şimdiki periyodunda ABD’nin eli kolu bağlı durumda. Los Angeles Times Gazetesi’nden Nina Hachigian “ABD’nin yapacak bir şeyi yok” saptamasında bulunduğu makalesinde çaresizliğin altını çizdi. ABD’nin Çin’i hayırseverlik yapmaya zorlayacak gücü olmadığını ancak oynanacak bazı kartlarının olduğunu belirten Hachigian, “Obama yönetiminin Çin’in tavrını değiştirmek için yapabileceği en etkili şey Pekin’in bahane olarak ortaya sürdüğü engelleri ortadan kaldırmaktır” dedi. (Nina Hachigian, Los Angeler Times, 30 Eylül 2009)

Sonuç olarak ABD’nin tek kutuplu dünyası sadece 20 yıl dayanabildi!

Birinci Ticaret Savaşı’nın Pekin lehine ilerliyor olması ABD’yi diğer alanlarda da bir adım geri atmaya veya daha da saldırganlaşmaya itecek.

Odatv.com

Bu kriz savaş çıkartır!
İbrahim KARAGÜL
ibrahimkaragul@gmail.com

Yunanistan'daki krizinin Avrupa'yı yayılacağı, aslında bunun bir Avrupa krizi olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir. Birçok çevre, Atina'nın içinde bulunduğu durumun, buzdağının görünen kısmı olduğunu, çok yakında Akdeniz ülkelerinin benzer durumlara sürüklenebileceğini biliyor. Nitekim; bu çevreler Portekiz, İtalya, İspanya ve İngiltere gibi ülkeleri daha şimdiden sıraya koydu ve tehlikeyi açıkça ilan etti.

2010 Avrupa için belki siyasi tarihinin en büyük kırılmalarından birine tanıklık edecek. Birlik projesi ya da Euro'nun geleceğine ilişkin endişeler artarken, Güney Avrupa ülkelerinin AB'ye inancı tartışılır hale gelirken, sadece devletlerin değil, batık ülkelere kredi veren, alacağı olan büyük bankalar için de iflas beklentisi gizlenemez oldu. Ayrıca, bu ülkeye verecekleri kredilerin çözüm olamayacağına da kimsenin inandığı yok. Öyle ki, 2010, özellikle ikinci yarı Avrupa'da ülke ve şirket iflaslarıyla geçebilir.

Geçtiğimiz yıl ABD'de, bu yıl da Avrupa'da yaşanan krizin bundan sonrası artık "ekonomik" bir gelişme değil. Siyasal ve sosyal sonuçları, belki ekonomik krizden çok daha derin olacak bir süreç yaşıyoruz. Öteden beri jeopolitik çözülme, güç kayması olarak nitelendirilen sürecin bundan sonraki aşamalarına, özellikle Türkiye gibi ülkelerin çok daha ilgiyle yaklaşması gerekiyor.

Korkulan, böylesine büyük bir bunalımın ciddi bölgesel gerilimlere, çatışmalara yol açması. 1929'dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik krizse bu, ki öyle, o tarihten bu yana yaşanan savaşları, çatışmaları yeniden düşünmek lazım. Avrupa 11 Eylül'den sonra çok kültürlülük, bir arada yaşama projesini çöpe attı. Krizle birlikte sosyal politikaları çöpe atmaya başladı.

Bu kadarla kalacak mı? Krizden kurtulmak için büyük gerilimler tezgahlanabilir mi? Veya kaynak savaşları, pazar savaşları yaşanabilir mi? Bir şekilde, bu süreci etkileyecek bölgesel krizlerin çıkma ihtimali var mı? ABD ve Avrupa, Soğuk Savaş'tan sonra, ideolojik kamplaşmayı kaynaklara yönelik büyük bir kampanyaya dönüştürdü. Kriz, bu kampanyayı yoğunlaştırır çok daha tehlikeli hale getirir mi? Bunların hepsine evet demek mümkün. Öyleyse, yeryüzünün birçok bölgesinde kaynaklara odaklanan çatışmaların çıkması muhtemel görünüyor.

Şu an için en yakın tehlike, İran ve İsrail'i merkeze alan, iki ülkenin nufüz alanlarında da hissedilebilecek bir çatışma beklentisi. Her ne kadar İran'a yönelik bütün caydırıcı yöntemler başarısız olsa, askeri seçenek devre dışı kalmış gibi görünse de İsrail için hiç de öyle değil. Bütün endişeler, ABD ve Avrupa'nın, İsrail'in İran'a yönelik bir provokasyonunu önleyememesi üzerinde yoğunlaşıyor. Hemen her gün, İsrail'den ABD ve Avrupa'ya yönelik "İran'ın durduralım" çağrılarını, Suriye ve Hizbullah'a yönelik yeni iddialarını izliyoruz. İsrail Savunma Bakanlığı, İran ve Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzelerinden sonra Hizbullah'a M600 füzeleri verdiğini öne sürdü. Onlara göre Hizbullah 2006'daki gücüyle ölçülemeyecek bir ateş gücüne ulaştı ve füze menzili Tel Aviv'e kadar uzanıyor.

Elbette bu bir propaganda savaşı. Ve elbette ABD ve Avrupa, İsrail'i durdurma konusunda hiç de samimi değil. Bölge genelinde yoğun stres birikimi hissedilirken ABD'den İsrail'e askeri destek devam ediyor. Almanya ile İsrail arasında denizaltı ve silah trafiği giderek büyüyor. İsrail'in böyle bir provokasyonuna yapılan yatırım riyakarlıkla gizlenemez hale geldi.

Philip Giraldi, "A Timetable For War" başlıklı yazısında, karamsarlık suçlamasını da göze alarak, böyle bir savaşın muhtemel olduğuna dair gerekçeleri ciddiye alınacak türden.

ABD Savunma Bakanı Robert Gates ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un sözleri, Barack Obama yönetiminin aslında savaş istemediği inancını ortadan kaldırıyor. İsrail savaşı "varoluşsal" bir zorunluluk görüyor ama opsiyonları sınırlı. Washington'ın savaşı durdurma konusunda İsrail üzerinde yeterli nüfuzu yok. Ayrıca, Beyaz Saray, böyle bir savaşta İsrail'e askeri desteği kesmeyeceğini açıkladı. Savaş başladığında Kongre ve medya, Washington'ın İsrail'in yanında savaşa grimesini isteyecektir. Sonuç olarak İsrail, ABD'yi savaşa ikna edemese de, kendisi savaşı başlatıp ABD'yi savaşa sürükleyecektir...

Bu senaryo tutar mı tutmaz mı bilinmez. Ama İsrail merkezli bir çatışma beklentisi bu sıralarda çok yüksek. İran'ı açıkça karşısına alamasa da Güney Lübnan ya da Filistin üzerinden bir tahrik uygulanabilir.

Burada sorulacak soru şu. Böyle bir savaş, ekonomik kriz içinde boğulan ABD ve Avrupa'yı nasıl etkiler? Yakın tarihin ekonomik buhranları hep savaşla devam etmiştir. Benzer bir durum kuvvetle muhtemel. Ancak, böyle bir savaş, Pakistan'dan Akdeniz kıyılarına kadar bütün bölgeyi ateşe verecek olsa bile, Batı için çözüm olmayacak, onu bugünkünden çok daha tehlikeli bir noktaya sürükleyecektir.

7 Mayıs 2010 Yeni şafak

12.6.10
İyimserlik katsayısı, güven endeksi ve savaş tehlikesi
SALIH SELÇUK

İyimserliğin günümüz ekonomisi için ne kadar önemli olduğu yeni yeni anlaşılıyor. Modern kapitalist anlamda “Ekonomi” sahici bir bilim olsaydı, George W. Bush'un önce Afganistan'a sonra da Irak'a saldırısının, her türlü teamül ve uluslararası anlaşmayı çiğnemesinin, iyimserliği de vuracağı anlaşılırdı. Ama çok daha kötüsü oldu. Bush, Afgan ve Irak direnişine yenildi. (Yenilgisi, savaşı artık finanse edememesiyle ilgilidir) Bu noktada sadece iyimserlik değil, altın endeksinin Nixon tarafından kaldırıldığı 1971'den bu yana ekonominin ve finans dünyasının temel endeksi olan 'Güven Endeksi' de sarsıldı.
Sanal/fiktif (hayali) kapitalin sürdürülemez boyutlarda şiştiği ve sönerek hükmünü yitirmeye başladığı bir dünyada yaşıyoruz.
Tek bir örnek: 'Citigroup'un değeri, iki yılda 250 milyar Dolar eridi.' (1)
Sistemin garantörü ABD'nin ve prestijinin yaşamsal önemde olduğu, ekonomi “bilimi” tarafından maalesef anlaşılamadı. Anlaşılmış olsaydı, zırt-pırt arızalanan ve her arızası bir öncekine göre daha derin olan global sistemi değiştirmekten başka kalıcı/temel çözümün olmadığı da anlaşılabilirdi. İyimserlik konusu, bunun giderek anlaşılmasıyla ilgili bir durumdur. Çünkü, çok daha kötü yeni krizlere mahal vermeden, yapıcı ve yaratıcı çözümlerle kriz sarmalından çıkılabileceğine olan özgüven ancak bu şekilde artmaktadır.
Şimdi kriz atmosferinde iyimserlik/güven, hükümetler ve medya tarafından tehlikeli bir biçimde yanlış yorumlanıyor. Bunun baş sorumlusu da, bir ay sonrasını tahmin etmek konusunda bile her birinin ayrı telden çaldığı ekonomi “bilimci”leridir.
İyimserlik, mezarlıkta ıslık çalmak, susmak veya “polyannacılık”la olmaz. Ekonominin düzelmesi için her türlü eleştirinin susması, 'kapitalizm' sözünün gene eskisi gibi mümkün olduğunca ağızlara alınmaması, iyimserliğe değil, insanlığın ekonomik/sosyal intihar mekanizmasına hizmet eder. İyimserliği ve özgüveni aşındıran asıl tehlike, kapitalizme ısrarla “sonuna kadar” kapılanarak kapitalizm ötesini düşünmeyi reddetmektir. “Çağdaş ekonomi bilimi”nin ufku, kapitalizmle sınırlıdır ve bu durum, yakın gelecek için büyük bir tehlike oluşturmaktadır -çünkü kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğu gerçeği, “ekonomistler” dışında matematikçiler, çevre bilimcileri, jeologlar, fizikçiler ve daha niceleri tarafından hergün sayısız makale ve kitapla yeniden kanıtlanıyor.
İyimser olunca tüm sorunların kendiliğinden, “piyasanın görünmez eli” tarafından çözüleceğini sananlar, buna inananlar yanılıyor. O “El”in daha önceki yüzyıllarda varolup olmadığıyla, ne ölçüde etkili olduğuyla ilgilenmiyorlar. Ekonominin insanların ruh haline neden bu kadar çok, (tayin edici ölçüde) bağlı/bağımlı olduğunu da merak etmiyorlar. Bu garip “irrasyonel” bağımlılık durumun/durumlarının, maddeden başka kuş tanımayan bir düzende nasıl olup da olabildiğiyle ilgilenmiyorlar! Üstelik bu absürd durumun, otuz küsür yıldır böylesi duyarlı ve tehlikeli bir hal aldığı da dikkatlerini çekmiyor.
2007'den beri sallanan finans piyasalarının bağlı olduğu 'Güven endeksi'nin -hatta kapitalist sistemin- nasıl işlediği konusunda “bilim”in kafası oldukça karışık görünüyor. Ekonomistlerin, gelişmeleri önceden tahmin etmek konusunda sınıfta kaldıkları açık. Ekonomi bir bilimse, belli temel verilere dayanarak ekonomistlerin de aynı/yakın sonuçlara ulaşmalarını gerekmez mi? Ama her ekonomist ayrı telden çalabiliyor. Bugün sistemin iflasından önce, ekonomistlerin ve bu “bilim dalı”nın iflasından söz etmek gerekiyor.
Günümüzde sosyo-psikolojik anlamda sağlıklı bir iyimserlik inşa edebilmek için, ekonomi/para/iş merkezli sistemi açıklamakta yetersiz kaldığı ve işe yaramadığı anlaşılan klasik ekonomi eğitimi/bilim ötesine geçen bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor. Ancak tüm malum konvensiyonları sorgulayabilen çokyönlü yapıcı bir anlayışla, kriz sinyalleri veren ekonominin nasıl ve neden işlemediğini, nasıl ve neden sürdürülemez hale geldiğini anlamak ve belirsizliği/bilinmezliği aşarak somut bir iyimserlik kurmak mümkün olabilir.
İyimserlik, özellikle kötü zamanlarda lazımdır ve en kötü ihtimalin bile sarsamadığı, cesur ve mert bir yana sahip olabilmesi için, alabildiğine gerçekçi ve çok yönlü olması gerekir. Tatlısu iyimserliği zoru görünce önce paniğe kapılan, tehlikeye gözlerini kapatıp mezarlıkta ıslık çalmayı tercih eden, sonra da yelkenleri indirip duruma teslim olmayı seçen bir depresyona dönüşme eğilimi taşır. Tatlısu iyimserliği korkak ve miyoptur. Düşünmemeyi, günü birlik hareket edip, rüzgara göre yelken kırmayı tercih eder. Ama o rüzgarların bile dinmeye başladığı zor bir döneme girildiği anlaşılıyor. Artık, klasik asprin tedavisinden ve konjonktürel kriz teorilerinden fazlasına ihtiyaç var.
Yaklaşık otuz yıldan beri durmadan büyüyen spekülasyon ve kredi borçları balonu, dünya ekonomisinin esas dinamiğini oluşturuyor. Reel ekonomiye yatırım yapmak fazla kâr getirmediğinden, sermaye, finans piyasalarına kayıyor. Spekülatif “kazanç”, dünya ekonomisinin motoru haline geldi. Sadece tüketiciler değil, devletler de sürekli borçlanıyorlar, faaliyetlerini borçsuz döndürmekte zorlanıyorlar. Ve bu borçlanma sarmalının kendi sınırlarına dayandığını, Yunanistan'da görmek mümkün. Ortada, hemen bütün devletlerin benimsediği bir sistem söz konusu olduğundan, Yunanistan'ın iflasın eşiğine gelmesi istisna değil, giderek bir kural olabilir.
2008'de başlayan kriz, bir ‘aşırı sermaye birikimi’ sorunudur. Kısacası: Piyasalarda, dünyayı onlarca kez satın alabilecek kadar çok para dolaşmaktadır. Bu acaip durum “ekonomistler”i düşündürmüyor. Fakat saptamak için matematikçi olmak gerekmediği üzere: sadece bir adet dünya bulunuyor. Öyleyse, bu kadar çok paranın hayali olduğunu ve maddi karşılığının bulunmadığını söyleyebiliriz! Marx’ın daha 1857’de analiz ederek (2) adını ‘fiktif/sanal sermaye’ (fiktives Kapital) koyduğu duygusal/kurgusal/hayali sermaye türü, II. Dünya Savaşı öncesinin neredeyse üçyüz yıllık kapitalizm tarihinde yaşananların hepsinden daha ürkütücü bir krize girmiş görünüyor. Ürkütücüdür, çünkü hayali para miktarı/balonu ve günlük hayatı doğrudan veya dolaylı olarak hayali sermayeye bağlı olan insan sayısı olağanüstü fazladır. Hatta son otuz yıldır, bu sermaye türünün/balonunun sosyal bir yansıması olarak, adına 'Beyaz Yakalılar' denen yeni bir sosyal tabakanın/sınıfın da ortaya çıkmış olduğuna bakarak, 'çalışan ve çalışmayan insanların çoğunun' bu ucube durumdan doğrudan etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Bu insanları korumak için sistemi aynen sürdürmeye çalışmak, patlayacağını bile bile balonu şişirmeye devam etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Balon ne kadar çok şişirilirse, o kadar şiddetli patlar.
Kriz aşamasında, sadece kapitalizme özgü yöntemlere/önlemlere bel bağlamaya devam etmek, daha fazla insanın daha kötü bir şekilde sistem tarafından vurulmasına razı olmak anlamına geliyor. Kapitalizm, bütün türleriyle “büyüme”ye endekslidir. Bu aynı zamanda, krizlerin de artan sıklık ve şiddette “büyümesi” demek oluyor. “Ekonomi” bir bilim dalıysa, ekonomistler oturup, neoliberal kapitalizmle veya kapitalizmin başka bir türüyle krizlerin nasıl aşılıp, iklimleri çökertmeden (en azından bir yirmi yıl daha) nasıl mutlu-mesut yaşanabileceğini biz fanilere kanıtlamak zorundadırlar. Ekonomistler dışındaki bilim adamlarının yaptığı hesaplar, sistemin sürdürülemez bir noktaya doğru hızla yaklaştığını gösteriyor. Yer altı kaynaklarının tükenmesinden tutun da atmosferin ve denizlerin/suyun daha fazla kirlenmeyi kaldıramayacağı hesaplarına kadar, tüm bilim, büyümeden yaşayamayan kapitalizmin sonunu ilan etmektedir. Kapitalist bir gelecek bulunmamaktadır. Kriz ile görüldüğü üzere, sanal para balonu, sistemin taşıyabileceği o kritik eşiği aşmıştır. Toplumsal huzursuzluğu önleyip, gelecek için umut kaynağı olacak yeni bir iyimserlik ve güven, artık böyle bir sistemin ve onun düşünsel çerçevesini aşamayan “Ekonomi bilimi” üzerine inşa edilemez.
Marx tarafından tarif edilmiş sistem mekaniğine göre; ağırlık merkezi spekülasyon, faiz amaçlı kredi ve fiyat dalgalanmaları olan sanal sermaye ile (3) onun reel karşılığı arasındaki fark büyüdükçe, finans krizi ihtimali de artar. Otuz yıl öncesine kadar geçerli olan bu 'konjonktürel kriz mekaniği'ne göre sanal sermayenin otuz yıl önce yeniden krize girmesi gerekiyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en geç 1970'li yıllarda olması beklenen büyük finans kriz yaşanmadı. Onun yerine, sadece ‘zorunlu büyük kriz’ baskısını hafifleten ve Doğu Bloku’yla (ve Ortadoğu ülkeleriyle vs.) sınırlı kalan bir ekonomik çöküş yaşanmıştır. Parası pul olan reel sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöküşü, kapitalizmin başarı hanesine yazılamaz. Krizin (liberal) kapitalist bloka sıçramasını önleyen asıl etmen, altın endeksinin kaldırılmış olmasıydı. Paradoks gibi görünen bu duruma göre hayali/sanal sermaye, çökmek yerine (yani reel değerine dönmek yerine), yeni spekülatif mecralara akarak çökmeden çoğalmayı/şişmeyi sürdürebildi. Burada özellikle altı çizilmesi gereken durum şudur: Beklenen büyük kriz önlenmemiştir, sadece ötelenmiştir.
2008 krizine kadar geçen süre zarfında sanal sermaye balonu, reel gerçeklerden tamamen uzaklaşarak tarihte hiç olmadığı kadar şişip uçmuştur. Ne kadar şiştiğini anlamak için, Alman düşünür Robert Kurz'un tahminlerine bakılabilir. Günümüzde, dünyada dolaşan uluslarötesi paranın yaklaşık yüzde doksanyedisi, reel olmayan spekülatif sermayedir (4). Burada en rahatsız edici gerçek, sanal sermayenin -konjonktürel çöküşü ertelense de- önünde sonunda reel değerlere dönmek zorunda oluğudur.
Ücretli çalışanların ürettiği mal ve hizmetlerin, maliyetinden daha fazlaya satılması sonucu ortaya çıkan (üretime bağlı) artı değer birikimi, reel sermayeyi oluşturur. Dünyada reel sermayenin üretilmesinde temel rolü oynayanlar hâlâ işçilerdir (ve köylülerdir). Sanal sermaye ise 'kapitalist çalışma ve üretim sistemi' ile değil, spekülasyonla, fiyat dalgalanmalarıyla, faiz almak amacıyla verilmiş kredilerle vs. oluşur. Bu yüzden de duygusaldır ve güvene endekslidir.
Reel ekonomi sanal ekonomiyi artık taşıyamıyor. Reel/sanal dengesinin bozulmasındaki bir diğer etmen de, 1980'lerde yaşanan mikroelektronik devrim sonucu hızla yaygınlaşan bilgisayarların yol açtığı rasyonalleşmedir. Sistemi taşıyan üretici sınıfların (işçi-köylü) sayısı giderek azalmakta, daha az kişiyle daha çok üretim yapılabilmektedir. Temel özellikleri; (amacını “iş veren”in belirlediği) ücretli iş, kapitalizme özgü çalışma sistemi çerçevesinde üretilen somut mal ve hizmetler, onların paraya tahvil edilerek daha pahalıya satılmaları sonucu elde edilen artı değer olan bir sistem için rasyonelleşmenin anlamı, sistemin kendi altını oymasıdır. Son otuz yıllık ertelenen büyük finans/ekonomi krizi süreci, sistemin temellerinin fena halde aşındırıldığı bir döneme rastlamıştır aynı zamanda.
Son otuz yüzyıldır sanal sermayenin katlanarak büyümesinin ve balonun iyice şişmesinin en önemli nedenleri arasında; neoliberal döneme özgü özelleştirmelerden gelen paralar ve tabii devletlerin yüksek faizlerle borçlanmaları gelmektedir. Faiz ve spekülasyonla hızla artan bu paralar, dolaylı olarak tüketime yansıyıp reel ekonomiyi de canlandırdıklarından, motoru sanal sermaye olan neoliberal kapitalizmin temel politikaları arasında yeraldılar. 2008 Krizinin ilk “önlemi” olarak devletler, neoliberal politikaların bir devamı olarak, hızla eriyip sönen “özel” sanal sermayeye garantör oldular ve mevduatlara verdikleri devlet garantisini, mevduatların büyük bölümünü kapsayacak şekilde genişlettiler. Maddi karşılığı/değeri olmayan sanal sermayeye garantör olma eğilimi, tam bir felakete neden olmak üzere. Garantörlük, garantör olunan kişilerin (yani “özel” bankaların) borçlarını ödeyememeleri halinde, o borçları ödemek anlamına geliyor. Amerika ve Avrupa'da devletlerin trilyonlarca Dolar vererek kurtardıkları banka “operasyonları”nın ana fikri, “kriz nasıl olsa atlatılacak, bankalara verilen o paralar/borçlar da nasıl olsa bir şekilde geri ödenecek” varsayımından yola çıkmaktaydı. Böyle düşünmenin temel dayanağı, devranın aynen devam edeceği, sistemin aynen yoluna devam edeceği hesabına dayanmaktadır. Yani sanal sermaye balonu, patlamayacak seviyeye indikten sonra şişmeye aynen devam edecektir!
Krizin başında hiç hesaba katılmayan bir nokta çok önemlidir: Ya devletler garanti ettikleri o dipsiz/sonsuz sanal borçları bizzat ödemek zorunda kalırlarsa? Burada devlet olmanın gücü kullanılarak, “Borcumu bir kanunla sıfırlarım olur biter” de denemez. Çünkü global bir dünyada borç, 'kendi vatandaşına olan borç'tan, 'başka ülkeye olan borç'a çevrilmiş durumdadır. Sermaye sınırsızdır ve borç/kredi işleri de uluslararası/uluslarötesi bir durum arzetmektedir. Böyle bir ortamda, sonsuz miktardaki (sanal sermaye kökenli) alacak-verecek hesabının, devletler arası alacak-verecek hesabına dönüşmesi en büyük ihtimaldir. Borçların devletlere devri, sanal sermayenin sağ tarafı! Onlar sorumluluktan büyük ölçüde kurtulmuş oluyorlar. Ama, global alacak-verecek hesaplarının, uluslarötesi kolay kredi kaydırmaca alanının dışına çıkarak ulusallaşması, büyük bir savaş tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Devletin büyük bankalara trilyon Dolarlık yardımlar yaparak “piyasaları rahatlatması”, krizin devletleştirilmesi anlamına gelmiştir. Özel firmaların/bankaların borçlarını -ulusal sınırlar ötesi bir şekilde- bir kurumdan diğerine kaydırılarak “idare etmek” mümkün olabiliyor. Ama devletlerin borçlarını birinden diğerine kaydırmak mümkün değil. Ayrıca bu tür konuların çözülememesi halinde, devletlerin elinde savaş opsiyonu gibi Bir şey de var!
Sürekli ertelenen, faizin faiziyle artıp duran, üstüne bir de çürük kredilerin garantörlüğü yüklenen devlet borçlarının ödenme günü gelebilir. Böyle bir duruma Yunanistan'dan sonra en yakın ülkeler, sadece Balkan ülkeleri, İtalya, İspanya değildir. Japonya, hatta ABD, borç ödeyemez duruma gelebilir.
Amerikan Dolarının giderek dünya parası olma özelliğini yitirmesi, Avro'nun tehlike sinyalleri vermesi, bu ihtimalleri yükseltmektedir. On yıl öncesine kadar ABD'nin asla yenilemeyeceğini söyleyenler, Irak ve Afganistan'da olanlardan sonra susmak zorunda kaldılar. Şimdi de ABD'nin asla çökmeyeceğini söyleyenler, birkaç yıl sonra yutkunup susabilirler. Krizin devletleştirilmesi, önemli bir savaş potansiyeli taşıyor. Gerçek anlamda iyimser olabilmek için bunları konuşmak ve tabii sanal sermayenin onmaz krizini devlete satmasına son vermek gerekiyor. Maddi temeli olmayan bir iyimserlik, bu saatten sonra kimseden beklenemez.
Milliyet, 25 Kasım 2008
Marx-Engels-Werke (MEW) Cilt 25, s. 482-488, Berlin 1956
a.g.e.
Robert Kurz, 'Das Weltkapital', Berlin 2005, s. 234
Not: Yazı, iki yıl önce yayımlanmıştı. Güncelledik. Yeni kitabımıza da alıyoruz.
...
http://konstantiniye.blogspot.com/

Richard M. Salsman
Libya, son Neocon Başkanımızı ifşa etti
25 Mart 2011
Bugünün “haklı savaş” teorisi, bir ulus askeri amaçlarının peşinde menfaatçilik yaptığı takdirde adâlet olamayacağında ısrar ediyor. Bu teori neoconlara canlılık kazandırıyor.

Başkan Obama Amerikan Anayasasını ihlal ederek Libya’ya karşı, Amerika’ya saldırmamış, onun çıkarlarına veya ulusal güvenliğine bir tehdit teşkil etmemiş bir ulusa karşı yarı-savaş ilan etti. Fakat Obama ve onun haksız askeri harekâtına ilham veren neocon savaş çığırtkanları Amerika’yı ilk sıraya koyarmış gibi bile yapmıyorlar. Amerika’nın çıkarlarını, servetini, askerlerini ve hatta ulusal güvenliğini feda ettiği takdirde dış politikanın ahlaken “asil” olduğunu farzediyorlar. Böylesi değerler ne kadar çok feda edilirse, “başarı” da o kadar fazladır diye düşünüyorlar.

Amerikan anayasası başkanı Amerikan ordusunun başkomutanı olarak tâyin ediyorsa da savaş ilanını yalnızca yasamaya yani Amerikan Kongresine vermiştir (I. Madde, sekizinci fıkra); meşru şekilde açılmış savaşlara kaynak sağlamak için hazine tasarruf yetkisi de Kongre’ye aittir. Aynı fıkrada, “isyanları bastırma ve işgalleri püskürtme” gücü de Kongre’ye verilmiştir; diğer uluslar da benzer şeyi yapabilirler anlamına gelir bu.

Fakat Obama gene de Libya’ya hücum etti, Kongre’den savaş kararı almaksızın; ve eşdeğerde gayri liberal Araplar arasındaki bir sivil savaşa müdahale ediyor ki taraflardan biri sadece “isyanı bastırmanın” derdinde. Amerika’da gayri liberal Obama’ya karşı bir isyan, dış güçlerin (mesela Kanada’nın) bombalama harekâtıyla Amerikan savunma sistemlerini kırıp, Doğu kıyılarında uçuşa yasak bölge ilan edip meşru şekilde desteklenebilecektir anlamına mı geliyor bu?

Obama’nın askeri harekâtı BM, NATO veya Arap Birliği’nden izin aldığı gerekçesiyle rasyonelleştirmesi gülünçtür. Amerikan anayasası bunu ne talep eder ne de izin verir; Obama’nın Amerikan Kongresi’nden izin almasını – açık bir savaş ilanını – şart koşar. Obama ise bunu yapmadı. Selefleri aynı yanlışı yapsın ya da yapmasın, mazur değildir.

Bu kurumlar ya zararsız ya da tehlikelidirler zira ya Amerika’nın çıkarlarını başlıca amaçları olarak savunmazlar (NATO) veya Amerikan çıkarlarına, güvenliğine ve Anayasasına karşı dururlar (BM, Arap Birliği). Truman, Bush I, Bush II ve Clinton gibi Obama da bu güzergâha bu yüzden girdi. Hepsi de Amerika’yı ikinci sıraya ve son sıraya koydular, güya “ahlâki” duruştu bu. Böylesi bir belayı daha önce de görmüştük Demokrat başkanlar - bkz. Woodrow Wilson (I. Dünya Savaşı), FDR (II. Dünya Savaşı), Truman (Kore savaşı), JFK and LBJ (Vietnam) - yalnızca Amerikan çıkarları adına değil “dünyayı demokrasi için güvenli bir yer kılmak” adına yani Amerika’nın kurucu babalarının istemediği ve faal bir şekilde karşı çıktıkları bir siyasi sistemi emniyete almak adına Amerika’yı feci savaşlara sürüklediler.

Obama, Weekly Standard’daki Neocon amigoların, The New Republic’teki solcu “savaş karşıtı” bahane üreticilerin alkışları arasında ve görünüşte Amerikan halkının yüzde 70’nin onayını alarak Libya’yı işgalini ve istilasını savunuyor: Gerçek bir savaş değil de insâni misyon diyerek. Demek istiyor ki vahşi bir siyasi rejimin kendi vatandaşlarına zarar vermesini veya onları öldürmesini engellemek için Amerikan canı ve malı feda edilmeli meğerki o rejimin vatandaşları eşit ya da daha büyük bir vahşiliğin “ayaklanmacıları” olsun. “İnsâni” veya ahlâki değil bu; şerli bir önermeye (yani fedâkarlık “asildir” önermesine) dayanan şerli bir eylemdir; karşılığında bencil hiçbir kazanımın olmaksızın Amerikan canının ve özgürlüklerinin pis bir istismarıdır.

Obama’nın bu politikasını savunanlar Kaddafi’nin geçmişte Amerika’nın düşmanı olduğunu hatırlatıyorlar bize. Yeterince doğrudur bu ama Kaddafi’nin veya rejiminin hakkından gelmek için hiçbir şey yapılmadı değil mi? Niçin? Şimdi niçin başlamalı? Obama, Bush’un (2003 yılından beri) Amerika’nın düşman listesinden çıkardığı ve meşru diye nitelediği Kaddafi yönetimine bir ay öncesine kadar yine bu sıfatlarla yaklaştı. Birdenbire saldırmak neden? Libya’da “kurbanların varlığı” gözlemlendiği için mi?

Çin, Kuzey Kore, Küba, Venezüella, Yemen, Bahreyn, İran veya Sudan gibi bir düzine ülkede rejim ihlallerinin kurbanı olan milyonlar ne olacak? Obama’nın ve neoconların/yeni-muhafazakârların yanına kâr kalacaksa, daha pek çok ulusu işgal etmeleri gerekir – Batı değerlerini bencilce “dayatmak” için değil de (Irak ve Afganistan’da olduğu gibi) yerli halkın [seçim makinelerinde] kolu çekmek gibi kutsal bir eylem için sandık başına gitmeleri ve hak ihlalcisi yeni bir lider grubuna oy vermesi için. Onlarca yıl alsa, binlerce Amerikalının hayatına ve trilyonlarca dolara mâl olsa da, “insancıllar” için bunun bir önemi yok, Amerika ne kadar zayiat verirse, kendilerini o kadar sofu ve ahlâken üstün hissediyorlar.

Irak’ta, Afganistan’da veya Libya’da, neocon/yeni-muhafazakâr yaklaşım bellidir. Amerikan çıkarları saldırı altında olduğunda, Washington meşru müdafaayla karşılık vermez ama otokrat bir rejim “ayaklanmacılara” saldırı düzenlerse karşılık verir, Amerikan canını ve malını feda ederek. Kendini geri planda tutan, kendini vuran bu yaklaşım – ister Demokratlar isterse Cumhuriyetçiler tarafından uygulansın - tipik bir neocon dış politikadır ve öz-çıkarı şerli kabul ettiğinden dolayı kendine karşıdır/ben karşıtıdır. Bu duruş Amerikan çıkarları, güvenliği riskte olduğunda ürkektir, yüreksizce apolojetiktir ve çekimserdir ama dışarıda, bizim için hiçbir şey ifade etmeyen kurbanlar (doğrusu, Müslüman Kardeşler ve el Kaide gibi ezeli düşmanlardır) “kurban gittiklerinde” gözüpek, ateşli, tek-taraflı ve savaş çığırtkanı kesilirler ve biz, onları “korumak” için fedâkarlık yaparız.

John McCain de Obama’dan farklı olmayacaktı; her ikisi de Amerikan askerlerinin ve hazinesinin Afganistan’da nihayetsiz bir şekilde harcanmasını istiyorlar; her ikisi de her bir savaşa daha fazlasını akıtmaya onay veriyorlar ve bu arada orduya insaflı davranması söyleniyor (yani fedâkarlık). McCain, daha derin ahlâki ve mâli iflas bataklığına düşmeyi tercih etmiş tarihteki pek çok imparatorluk gibi Amerika da harcanmış bir imparatorluğa dönene dek ABD’nin – kendi beni hâricinde amaçlar izleyerek -kendini feda ettiği ve Kaddafi benzeri düzinelerce rejimle savaştığı “haydut devlet püskürtme” diye bilinen bir dış politikayı yıllarca savundu.

Siyasi sol, neoconları yurtdışında Amerikan çıkarlarını ilerletmeye niyetli “savaş şahinleri” diye anmayı sever ama hiçbir şey hakikatten bu kadar uzak olamazdı; neoconlar savaş çığırtkanıdırlar ama –gıda, barınak, emniyet veya seçim sandığı bakımından - sefâlet içerisindeki başkalarının yararına Amerika’nın kendi çıkarlarını ve güvenliğini feda eden türden. Solun ve pek çok Demokratın savunduğu altruistik ahlâka benzerdir bu. Her iki taraf da aynı taraftadır, Obama’nın Libya’yı işgaline her ikisi de destek vermektedir.

Siyasi sol, Obama’nın mazur görülemez saldırısı karşısında niçin sessiz? Obama onların özel sosyalistidir, dolayısıyla dokunulmazdır. Seçim vaatlerinin aksine, Obama Afganistan’daki sözde savaşa asker, para ve zaman tahsisini artırdı, Irak’taki asker sayısını da azaltamadı, Bush’un savunma bakanını koltuğunda muhafaza etti ve şimdi de Libya’yı işgal ediyor – yol boyunca yalan söylüyor. Ama sol halen dilsiz tıpkı 2001-2008 arasında Bush harcamaları şişirirken Cumhuriyetçilerin dilsiz olmaları gibi.

Bazı bahane icatçıları gönülsüz savaşçı veya başka hiçbir seçeneği yoktu gibi iddialar ileri sürerek Obama’yı temize çıkarmaya çalışıyorlar. Düpedüz saçmalık. John Hopkins Üniversitesi Ortadoğu Profesörü Fuad Acemî – Obama işgalinin mütereddit destekçisidir – “Amerika yaptığında da yapmadığında lanetleniyor” diyor. “Arap ve İslam dünyasında ya kendi yöntemini dayatan emperyalistiz ya da berikinin ötekini öldürmesine izin verenleriz. Başkan Obama’nın yüzyüze olduğu ikilem budur ve bundan kolay kolay kurtuluş yok. Dışında kalmayı tercih ederdi ama içine çekildi de Müdahaleden başka seçeneği yoktu.”

Fuad Acemî, Obama’nın gerçek amaçları hakkında yanılıyor: Başkan, haçlı savaşında kendisini “ahlâklı” hissediyor. Fakat Acemî, İslam dünyasının eylemlerimizden bağımsız olarak bize bela okuduğunu kaydederken haklıdır; fakat işte bu yüzden bırakalım Libyalılar (ve diğer Araplar) birbirlerini gebertsinler – ve bize saldırmaya cüret ettikleri takdirde onları geberteceğimize söz verelim.

Dış politikada emperyalist ve pasifist olmak arasında seçim yapmak yanlıştır; ilgili alternatif, (McCain gibi) sonsuz savaşın peşine düşmek olmadığı gibi (Dennis Kucinich gibi) asla savaşmamak da değildir; kendini fedâ etmek için değil yalnızca meşrû müdafaa ve öz çıkar adına haklı ve topyekûn savaşmalı veya gerçek ve an meselesi olan bir tehdide önleyici saldırı düzenlemelidir. Bugünün “haklı savaş” teorisi, bir ulus askeri amaçlarının peşinde menfaatçilik yaptığı takdirde adâlet olamayacağında ısrar ediyor. Bu teori hem neoconlara hem de Obama’nın danışmanlarına canlılık kazandırıyor.

Obama’nın Libya’yı işgali taktik olarak başarısız olacak zira felsefi olarak yanlış. Afrika’daki karargâhın komutanı General Carter Ham “misyonumuz sivilleri rejimin kara güçlerinin saldırısından korumaktır” diyor ve güya bunu sağlamanın yolu uçuşa yasak bölge oluşturmaktır, Amerikan kara gücü olmaksızın, Kaddafi’yi devirmeksizin. Hâlbuki Obama “Amerikan politikası Kaddafi’nin gitmesidir” demişti. Delilik bu.

Obama kısa bir süre zarfında harekâtın NATO’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye veya Arap Birliğine - herkese - devredileceğini söylüyor yeter ki Amerikan askeri özerkliği ve egemenliğini fedâ etsinler, dosta ve düşmana bizim diğergam, hakkı olmayan, serf, kurbanlara yardım için göreve amâde olduğumuz ispatlansın, kurbanlar bizler olsak bile. Fakat Amerika’nın amacı kurban edilmekse, Amerika kaybeder.

Kaynak: Forbes

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı
dünya bülteni

“Baykuş İmparatorluğu”nun ‘Cici Kız’ları
29 Haziran 2011

Afganistan’dan, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösteren Angelina Jolie’nin gezileri “bir iyi niyet meleği”nin naif uçuşları değildir

-Angelina Bize Niye Geldi?-

Geçtiğimiz günlerde Hatay’a gelerek Suriye’den iltica eden insanlar için teşkil edilen çadırkentleri ziyaret eden ünlü Holywood yıldızı Angelina Jolie bütün dünyada ve tabii ki Türkiye’de ilgi ile izlendi. Angelina Jolie’nin bu birkaç saatlik ziyareti anahaber bültenlerinin flaş haberi olarak verilip, taşıdığı “markalı” çanta için kaç bin dolar reklam bedeli aldığı bile konuşulurken bu davetsiz ziyaretçinin misyonu ve ziyaret ile hedeflenen sonuç gözden kaçtı. Bu ziyaretin ABD emperyalizminin siyasi propagandasının bir parçası olarak, bir PR (=halkla ilişkiler) çalışması nesnesi olarak Holywood yıldızlarını kullanma şeklindeki alışıldık yönteminin bir parçası olarak anlaşılması ve hedefinin bu şekilde değerlendirilmesi gerekir. (1)

“Baykuş İmparatorluğu” ‘Cici Kız’ları Hep Sever!

Cathy O’Brien’ın anıları olarak "Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü" alt başlığı ile yayınlanan “Baykuş İmparatorluğu” kitabında Holywood yıldızları ile Amerikan yönetimin en üst düzeyden yetkilileri arasındaki ilişkiye dair pek çok ipucu yer almaktadır. (2) Dünyanın egemen gücü olarak dünyanın her ülkesine müdahale etmeyi kendilerinin bir hakkı olarak gören ABD elitlerinin sapkın tercihlerini konu alan bu kitabı, dünyada olan biteni anlamak isteyen herkes okumalıdır. Kendisi de bir seks kölesi olarak programlanan yazarın, küçük kızının da daha çocuk yaşta seks kölesi haline getirilme sürecine sokulduğunu anlayan bir annenin, annelik fıtratının koruma içgüdüsü ile harekete geçerek ABD’yi yöneten elitin mahrem hayatının pisliklerini ortaya seren bu itirafları bir yönüyle tiksindirici unsurlar içerse de hayra hizmet açısından takdir edilmelidir.

“Trance-Formation of America” adı ile ABD’de 1995’te yayınlanan ve 2002 yılında da Türkiye’de çevirisi basılan Cathy O’Brien’ın anılar kitabında isminden sözedilen ABD elitlerinden -Hillary Clinton dışında- bugün aktif görevde olan pek kimse kalmamış ise de ABD yönetim erkinin zihniyet yapısını anlamak için bu kitap eşsiz bir kaynak olarak önemini koruyor. Bu anıları psikanalitik bir okumaya tabi tutarsak ABD’nin dünyaya yön vermek iddiasındaki isimlerinin; George W. Bush’dan Dick Cheney’e, Madeleine Albright’tan Hillary Clinton’a pedofiliden homoseksüelliğe nasıl rezilane tablolar sergiledikleri görülür. (4)

İslâm Ülkeleri Liderlerine Cinsel Tuzaklar

Cathy O’Brien’ın kitabında yer alan bir bölüm var ki, özellikle dikkat çekmek isterim. Bu bölümde Suudî Arabistan’ın ABD büyükelçisi olan Suud Kraliyet Ailesi’nden bir prensin (Bender bin Sultan bin Abdulaziz) cinsel ihtiyaçlarının resmi yönetimin bilgisi altında, bazı görevliler tarafından karşılanması hakkındaki bilgiler, sadece bir kişi ile olsa değinmek bile gerekmeyebilirdi. Ancak İslâm ülkeleri yöneticilerinin cinsel içerikli şantajlara muhatap kalmasında, haklarında oluşturulan bu cinsel eğilim dosyalarının -ve muhtemel ki görüntü arşivlerinin- bir yeri olduğu kesindir.

Kitabın başlıbaşına bir bölümünün yakınlarda vefat eden Suud Kralı Fahd bin Abdulaziz’e verilen cinsel hizmete ayrılmış olması bile bu konunun önemini göstermeğe yeter. (5) Aynı sayfalarda Suudi Arabistan’ın en yetkili ismi olan ve ülkesinde burnundan kıl aldırmayan Kral’ın Bush’un elindeki bir “kukla” olduğunu bir ABD Başkanlık Görevlisi olarak kullanılan ‘zavallı bir fahişe’den okumak İslâm dünyasının hal-i pürmelâli açısından ne acıdır!

(Derkenar: Son seçim sürecinde MHP’nin maruz kaldığı şantaja, hattâ CHP Genel Başkanlığı görevini zelîl bir şekilde terk etmek zorunda bırakılan Deniz Baykal’ın başına gelenlere bu açıdan bakılırsa ne demek istediğim daha net anlaşılabilecektir.)

Marilyn Monroe’dan Angelina Jolie’ye…

“Baykuş İmparatorluğu” kitabında O’Brien, Marilyn Monroe’yu Zihin Kontrolü operasyonuna tabi tutularak ABD başkanları için hizmete sunulmuş ‘seks kölelerinin ilk örneği’ olarak takdim etmektedir. Gerçekten de ölüm sebebi resmi evraklarda aşırı dozda yatıştırıcı ilaç alımı sonucu intihar olarak kayıtlara geçen Marilyn Monroe’nun ölümündeki sır hâlâ gizemini korumaktadır. Zamanın ABD bakanı John F. Kennedy ve başkanın erkek kardeşi Bobby Kennedy ile sürdürdüğü eş zamanlı ilişkinin yol açtığı psikolojik ve siyasi sorunların CIA’yi harekete geçirerek Marilyn Monroe’nun 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşında ölümü ile sonuçlanan sürecin düğmesine basıldığı yaygın bir kanaattir. (6)

Kendisi de ABD elitlerinin ‘hayvanî’ zevklerinin tatmini için kullanılan Cathy O’Brien’ın anıları; Marilyn Monroe’dan sonra da devam ettiği anlaşılan ‘seks kölesi üretimi’ yanı sıra pek çok Holywood ve müzik sektörü yıldızının CIA operasyonlarında kullanıldığını göstermektedir. Bazı müzik yıldızlarının ülke içi turnelerinin eroin ve kokain sevkiyatı için önemli bir kanal haline getirildiği anlaşılmaktadır. (7)

Daha sonra ABD başkanı olacak Bill Clinton’un daha Arkansas eyaleti valiliği sırasında bir kokain bağımlısı olduğunu dile getiren satırların arka planında CIA’nin ABD içerisinde kokain trafiğinin tam ortasında olduğu da ima edilmektedir. Cathy O’Brien’ın Bill Clinton ile ilgili anılarını içeren bölümde halen ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’un özel cinsel tercihleri ile ilgili satırlar da okunabilir. (8)

Angelina Jolie’nin bir süredir ABD’nin operasyon bölgelerinde aktif olarak “faaliyet” göstermesi konusuna bu itiraflar ışığında bakıldığında konunun ABD yönetimine uzanan ayaklarını görebiliriz. Afganistan’dan Etyopya’ya, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösterip fotoğraf veren Angelina Jolie’nin bu çalışmalarını “bir iyi niyet meleği”nin naif çabaları olarak görmek için oldukça saf olmak gerek. Cinsel yöneliminin biseksüel olduğunu itiraf eden Jolie’nin aktif olarak sürdürdüğü bu faaliyetlerinden bir hayır ummak imkânsızdır.

Kim önce yazacak acaba: Hillary mi Angelina mı ?

Bugünlerin tarihine ışık tutacak olan gizemli ayrıntılar da sanırım birkaç yıl içerisinde açığa çıkacaktır. Ülkemizdeki tarikatların durumunu merak ettiği belgelenen Hillary’nin Amerikan tarihindeki yerini ve Amerikan stratejilerinde ülkemizin yerini merak etmemek mümkün mü? “Hillary’nin Anıları” diye bir kitab çıkarsa birgün, ilk okurlarından birisi olmak isterim bu yüzden.(9) Ya da “Angelina Jolie’nin Günlüğü” başlıklı bir kitabın içerisinde Afganistan, Türkiye kelimelerinin geçtiği birçok sayfaya rastlayacağımız kesindir. Bakalım, bugünlerde ABD politikasında aktif olan bu iki kadından hangisinin itiraflarını daha önce okuyacağız? (Kimbilir belki, Hillary ve Angelina’nın birbirleri hakkında anlatacakları çok özel anıları da vardır. Ama bu özel anıları kendilerine kalsın!)

Konuya magazin olarak bakanlar “Angelina Jolie’nin Günlüğü”nü okumayı, üç biyolojik üç de edinilmiş altı çocuk sahibi bir kadının anılarını herhalde daha çok merak edecektir; ama benim aklım hâlâ şurada: Daha birkaç gün önce Hillary Clinton “Türkiye-Suriye savaşı çıkabilir” (10)

şeklindeki üstü kapalı bir tehdidi içeren açıklamayı niçin yaptı acaba? Bu açıklamanın arkasından gelecek gelişmeler vara vara nereye çıkar? Bu açıklamada R. Tayyip Erdoğan ne yana düşer; Beşşar Esed ne yana?.. vb… Ne çok soru var bu açıklamanın ardından insanın beynine kıymık gibi saplanan…

Hillary’nin Nakşiliğe merakının nedeninden daha fazla, asıl bu açıklamasının arkaplanını öğrenmek isterim doğrusu…

---------------------------------------------------------

İletişim : atahayati@gmail.com

(1) Angelina Jolie Hatay'da, CNNTURK, 17 Haziran 2011 Cuma, http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/06/17/angelina.jolie.hatayda/620426.0/

(2) Baykuş İmparatorluğu, (Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü), Cathy O'Brien-Mark Philips, (Çev. Uğur Alkapar), Aykırı Yayınevi, İstanbul-2002

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=63842

(3) Cathy O'Brien’ın “Trance-Formation of America” kitabının tam metninin İngilizce aslını aşağıdaki linkte görebilirsiniz:

http://www.scribd.com/doc/2448066/Cathy-OBrien-Mark-Philips-Trance-Formation-of-America2

(4) George W. Bush’un iki dönemlik başkanlığı döneminde “gerçek başkan” olduğu kabul edilen Dick Cheney’in azgın bir pedofil olduğu kaydedilmiştir. Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 10, s.170.

(5) “Kral ve Ben” , Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 31, s.315.

(6)Marilyn Monroe’nun ölümü hakkındaki spekülasyonlar için bkz.:

http://www.trutv.com/library/crime/notorious_murders/celebrity/marilyn_monroe/9.html

(7) “Clinton’un Kokain Şeritleri”, Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 14, s.207.

(8) Cathy O’Brien’ın ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un özel cinsel tercihi hakkındaki şu sözleri ibret vericidir: Hillary Clinton is the only female to become sexually aroused at the sight of my mutilated vagina. Bkz. Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 14, s.215.

(9) Hillary Clinton’un ülkemizdeki tarikatlar ve Gülen Cemaati ile ilgili sorularını içeren resmi evraka işaret eden yazıma gelen yorumlara hayret ettim doğrusu. Söz konusu olan “hidayete susamış Hillary”nin ruhunu “nirvana”ya erdirmek için bir yöntem olarak tasavvufu merak etmesi değil… Araştırılan konu, ABD birgün bu ülke üzerinde bir ‘ameliyat’ yapacak ise tasavvufî gruplar arasından bir direnç odağı ortaya çıkar mı? sorusunun yanıtını bulabilmek. Henüz bu niyeti anlayamayan Türkiye Nakşbendi cemaatlerinden korkmanın âlemi yok herhalde ama, varsın korksunlar! İlgili yazım ve yapılan yorumlar için bkz:

“Hillary Nakşîlere Merak Salmış!” http://www.haber10.com/makale/24450/

(10) Sınırda çatışma tehlikesi; Hillary Clinton sınıra dayanan Suriye ordusunun hareketliliğinden kaygı duyduklarını açıkladı. 24 Haziran 2011, http://haber.gazetevatan.com/sinirda-catisma-tehlikesi/385421/30/Dunya
Kaynak: haber10

Emperyal çöküş kaçınılmaz mı?



Birkaç yıl önce dış politika yapıcıları arasında, "ABD kendi anti-emperyalist geçmişini tamamen terk ederek bir imparatorluğa dönüşmeli mi?" diye bir tartışma vardı.

Justin Raimondo / antiwar.com Çeviri: Turgut Alp Boyraz

Ben o zaman bu “tartışma”ya gülmüştüm. Çünkü aslında ABD zaten bir imparatorluktu ve şimdi de gücünün zirvesine ulaşıyordu. Gücün zirvesine ulaşmaksa şu anlama geliyor: Bu noktadan sonrası hep yokuş aşağı.

Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerindeki Amerikan dış politikasına bakınca partizan olmayan gözlemcilerin bir şey dikkatini çekiyor.Süreklilik duygusu ve yükselen bir saldırganlık. Başkan Clinton Haiti, Bosna ve Kosova’ya askeri olarak giriş yaptı. Bunlardan son ikisi Sırbistan’a karşı bağımsızlık savaşı veren Müslüman azınlıklardı. Sonuç şu oldu: Bosna ve Kososva’nın her ikisinde de kalıcı bir ABD “birliği” (NATO himayesinde) ve Haiti’nin fiili olarak (de facto) hamiliğinin ilan edilmesi. Aynı zamanda Irak’a da girerek, yönetimde bulunduğu iki dönem boyunca aralıksız bir biçimde bombaladı ve çoğunluğunu yaşlıların ve çocukların oluşturduğu yarım milyon kadar Iraklının ölümüne sebep olan ambargoları zalimce devam ettirdi.

11 Eylül saldırılarının ardından Başkan George W. Bush iki büyük savaş ve dünya çapında gizli bir “gölge savaşı” başlattı. Ve bunlar Amerikan İmparatorluğu için İleri Derece Bir Atılım” olarak sunuldu. Irak’a saldırdık ve işgal ettik: Afganistan’a saldırdık ve tarihimizdeki en uzun savaşın koşullarını hazırladık. Bush yönetimi ayrıca gelecekteki müdahaleler için sahneyi hazırladı. İran’la tansiyonu yükseltti ve Orta Asya ve Kafkasya’daki eski Sovyet ülkelerine ulaşarak Rusya’yla rekabete tutuştu.

Düşman listesine yeni ek: Pakistan

Başkan Obama bir “savaş karşıtı” aday olarak yönetime seçildi. Irak işgalini eleştirdirirken, “ihmal edilmiş” Afgan cephesinin savunuculuğunu yaptı. Irak işgalinin asıl hedefimiz olan Afganistan ve Pakistan’da “terörizmle” savaşmaktan (El Kaide) bir sapış olduğunu iddia etti. Bu sonuncusu (Pakistan) bizim düşman listemize bir ekti. Ve o zaman pek dikkatleri çekmedi anacak bu yönetimin iş başına gelmesinden beri ön plana çıktı. İmparatorluk cepheyi alttan alta ama istikrarlı bir şekilde genişletiyordu. Irak’ta ve şimdide Afganistan’da ABD’nin açıkladığı “geri çekilme” aslında daha önceki başkanın karar verdiği şekliyle tamamen bir geri çekilmeyi kast ediyordu. En azından Başkan Bush’un ABD-Irak anlaşmasının öngördüğü buydu. Ancak Amerikalılar, yeni atanmış Savunma Bakanı olan Leon Panetta’nın geçenlerde söylediği gibi hala Irak’ta 1000 El kaide üyesinin bulunduğunu iddia ederek ortalıkta kalmayı deniyorlar. Yeni Savunma Bakanı, “ülke kırılgan bir yapıda olmaya devam ediyor ve inanıyorum ki orada şimdiye kadar elde ettiğimiz ilerlemeleri koruduğumuzdan emin olmak için zorunlu olan her ne adım varsa atmalıyız” dedi. Irak hükümetinin, Amerikalıların ülkelerinde kalmalarına izin verme noktasındaki isteksizliği sorulduğunda şunları ifade etti:

“Irak hükümetinin, ülkelerinde bir çeşit ABD askeri varlığının kalması için bir talepte bulunmayı değerlendirdiği bana çok açık bir şekilde görünüyor” ve peşinden “böyle bir talebin geleceğinden kesinlikle eminim” diye ekledi.

Obama yönetime geldiğinden beri, “radikal” Şii lider Mukteda el-Sadr ve onun takipçilerinin iktidardaki koalisyona katılmalarını hiçe sayarak, Iraklı kuklalarımıza, ABD’nin oradaki varlığını uzatması yönündeki taleplerine yol vermesi için baskı yapıyor. Sadr taraftarları, ABD’nin ilan edilen geri çekilme tarihinin ardından hala ülkelerinde kalmaya devam etmeleri halinde hükümetten çekilecekleri ve hatta silaha sarılacakları tehdidinde bulunuyor. Bu Obama yönetiminin hedeflerine çok açık bir şekilde hizmet edecektir. Orada kalmaya devam etmek için bir gerekçe sağlayacak ve bazı “sorunlu figürleri” de marjinalize edecektir.

Irak ve Afganistan bir ABD garnizonudur

Irak’taki ABD işgalinin ne olduğu çok açık: Tamamen ABD yardımına ve askeri desteğine bağımlı olan bir “bağımsız” devlet. Kısacası ABD hamiliğinde olan, içinde otuz kırk bin kadar “muharip olmayan artı kuvvet” bulunan bir garnizon.

Aynı şey Afganistan için de geçerli. Ancak süreç o kadar ileri değil. İşte bu sahte “geri çekilme”nin ilan edilmesinin sebebi bu. Afgan modeline bakalım şimdi: Fiilen Irak’ta olan durumun aynısı. Bir Amerikan garnizonu olmak. Afgan Devlet “Başkanı” Hamit Karzai için verilen bir akşam yemeğinde Bob Woodward ve Savunma Bakanı Rebert Gates , George W. Bush’a uyup Afganistan’ı ortada bıraktığı için pişmanlıklarını sunarak şunu ilan ettiler:

“Afganistan’dan erken çıkmıyoruz,” sonunda daha da ileri giderek Gates şunu söyledi, “Aslında hiç çıkmıyoruz.”
Şundan hiç kuşkunuz olmasın: Irak ve Afganistan, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri seri bir şekilde genişlemekte olan Amerikan İmparatorluğu’nun bir parçasıdır. Bu imparatorluğa Ortadoğu’nun büyük bölümü ve Libya müdahalesinin Amerikan mızrağının ucunu oluşturduğu Kuzey Afrika’nın bazı kısımları da dahildir.

Libya’da bizim NATO müttefiklerimizle birlikte olduğumuz muhakkak ama bu bir önceki yönetimle sadece biçimsel bir fark: Halihazırdaki çete “çok taraflılık” bayrağını sallarken, Bush ve Neoconlar yalnız başına gitmeyi tercih ettiler. Ancak sonuç yine aynı: sürekli genişleyen bir imparatorlukta işgal edilen bir vilayet, tamamen Batı yardımına ve batmamak için desteğine bağımlı bir halde.

Askeri üsler imparatorluğu

Soğuk savaş döneminde ABD, Chalmers Johnson’ın adlandırmasıyla bir “askeri üsler imparatorluğu” inşa etti. Bir dizi “zambak yaprağı” gibi olan bu üsler Washington’un Amerikan askeri gücünü dünyanın dört bir köşesine yaymasına imkan sundu. Komünizmin çöküşü ve ABD-Sovyet rekabetinin sona ermesiyle birlikte Amerikalılar çok seri bir şekilde davranarak çıplak kemiklerinin üzerine et ve deri giydirdiler.

Irak ve Afganistan’da biz bu ilhak etme işini Roma modelini takip ederek emperyalizmin daha geleneksel bir kalıbıyla yapıyoruz: himaye altına alınmış vilayetler kurup iç meselelerini kendilerinin yönetmesine izin veriyoruz. Tabi Amerikan çıkarlarıyla çatışmadığı ve ABD askeri birliklerinin, imparatorluğun sınırlarında gardiyanlık yapmalarına müsaade ettikleri sürece.

Bu sınırlar hep ileri itiliyor ve Obama yönetiminin Pakistan’daki hedefi de (Bir sonraki ABD hedefi) tıpkı Libya’da olduğu gibi yine böyle yapmak. Bu aynı zamanda Washington’un imparatorluk inşa edenleri için, bir önceki yönetimin “fetihleri” resmiyet kazandığı ve “meşru”laştığı zaman bunları tahkim etmek için bir için fırsat sunan bir dönem demek.
Bundan sonrası hep yokuş aşağı

Ana vatanda da imparatorluk kurumsallaşıyor ve resmi bir yapı alıyor. Ve başkan, dış politikadaki ve askeri alandaki egemenliğini şimdiye kadar başarılı bir şekilde savundu. Kongrenin otoritesini gasp ederek kendi yolunda ilerleyen Beyaz Saray bu konuda kendilerini eleştirenleri hiç dikkate almıyor. Ve bu hadise, Harry Truman’ın seçilmiş halkın seçilmiş temsilcilerine danışmadan Kore’ye asker göndermesinden beri böyle devam ediyor.

Birkaç yıl önce dış politika yapıcıları arasında, ABD kendi anti-emperyalist geçmişini tamamen terk ederek bir imparatorluğa dönüşmeli mi diye bir tartışma vardı. Ben o zaman bu “tartışma”ya gülmüştüm. Çünkü aslında ABD zaten bir imparatorluktu ve şimdi de gücünün zirvesine ulaşıyordu. Bu ise şu anlama geliyor: Bu noktadan sonrası hep yokuş aşağı. Amerikan İmparatorluğu genişliyor olabilir ancak ekonomik temelleri ölümcül bir hastalığa tutulmuş durumda. Bu hastalık ahlaki olduğu gibi a
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ağu 24, 2011 11:34 pm    Mesaj konusu: ABD Tarihinin En Büyük Skandalı Alıntıyla Cevap Gönder

ABD Tarihinin En Büyük Skandalı

ABD'nin Afganistan işgaline dair 90 binden fazla "çok gizli" belge internete düştü. ABD ordusu tarihinin en büyük köstebek skandalıyla çalkalanıyor. Belgeler arasında Türkiye ile ilgili de birçok doküman bulunuyor...
Skandalları ortaya çıkaran ve belgeleri sızdıran kişinin ise Bağdat’ta görevli 22 yaşındaki er Bradley Manning olduğu sanılıyor. Manning’in belgeleri üzerlerine ‘Lady Gaga’ yazdığı CD’lere yazarak kaçırdığı belirtiliyor. Tutuklanan er idama çarptırılabilir.

Dünyadaki tüm sırları açığa çıkarmayı amaç edindiklerini söyleyen ve dünyanın dört bir yanından gelen sızdırma gizli belgeleri yayınlayan Wikileaks sitesi, tarihin en büyük istihbarat bombalarından birini patlattı. Site, ABD’nin Afganistan işgaline dair tam 92 bin 201 gizli belgeyi ortaya döktü. Gizli belgeler, ABD ordusu mensupları tarafından 2004-2009 arasında Afganistan’da kaleme alındı. Raporlar, Wikileaks yönetimi tarafından 1 ay önce The New York Times, The Guardian ve Der Spiegel isimli yayın organlarına iletildi. Bu üç saygın basın kuruluşu, raporların gerçekliğini kontrol ettikten sonra dün belgeleri manşetlerine taşıdı.

İNTERNETTE KENDİNİ ELE VERDİ

“ABD tarihinin en büyük istihbarat skandalı” olarak kayıtlara geçen olayın kahramanı ise 22 yaşındaki Amerikalı bir er. Bradley Manning adlı istihbaratçı erin belgeleri kopyalayarak siteye ilettiği sanılıyor. Manning’in Wikileaks’le ilk bağlantısı 5 Nisan’a dayanıyor. Bu tarihte sitede bir Amerikan helikopterinin kokpitinden çekilmiş görüntüler yayınlandı. Kayıtta iki Reuters muhabirinin helikopterden açılan ateşle hayatlarını kaybettiği görünüyor. Bu olayın ardından mayıs sonuna doğru ABD’de yaşayan Adrian Lamo isimli bir bilgisayar korsanı “Bradass87” takma adlı bir kişiyle internette konuşmaya başladı. Bradass87 bu görüşmelerde Lamo’ya “Bağdat’ın doğusunda görev yaptığını ve askeri istihbarat uzmanı olduğunu” yazdı. İkilinin beş gün devam eden görüşmeleri boyunca Bradass87, “ABD’nin diplomatik ve askeri sırlarıyla çok gizli belgelere ulaşabildiğini” belirtti. Ayrıca “Belgeleri indirip, kopyalarak Julian Assange’e gönderen bir kişiyi tanıdığını, zaman zaman da kendisinin belgeleri boş CD’lere yazarak sızdırdığını” söyledi. Bradass87, bunu yaparken CD’lerin üzerine Amerikalı şarkıcı “Lady Gaga”nın adını yazdığını bu sayede yakalanmadığını da ifade etti. “İnsanların gerçekleri bilmesini istiyorum” diyen Bradass87, görüşmenin bir yerinde “Bunları sana itiraf ettiğime inanamıyorum” ifadesini de kullandı.

6 AYDA KOPYALAYABİLDİ

Ancak Lamo, 23 Mayıs’ta durumu ABD ordusuna iletti. 25 Mayıs’ta Pentagon’un soruşturma bölümünden yetkililerle Starbucks’ta buluşan Lamo görüşmelerin yazılı hallerini teslim etti. Ertesi gün ise Bağdat’taki ABD askeri üssünde istihbarat sorumlusu er Manning gözaltına alındı. Kuveyt’teki Merkez Komutanlığı’na gönderilen er, askeri bir hapishaneye atıldı. Genç askerin yaklaşık 260 bin belgeyi 6 aylık bir zamanda CD’lere yüklediği sanılıyor. Wikileaks kaynağının bu er olduğunu kabul etmedi, ancak Manning’in savunulması için tüm masrafları site karşılıyor. Manning gizli belgeleri sızdırmak, vatana ihanet ve Amerikan askerlerinin güvenliğini tehlikeye atmaktan idam cezasıyla bile yargılanabilir.

15 BİN BELGE DAHA BEKLİYOR

Wikileaks, cephedeki alt düzey yetkililerin “ham istihbaratı” olarak nitelediği sızan bu belgelerin, “genelde çok üst düzeydeki operasyonları” da kapsamadığını açıkladı. Yaklaşık 15 bin raporun yayınlanmasını da, “kaynaklarının sürece zararın azaltılması talebiyle” ertelendiğini belirten Wikileaks, yeni değerlendirmelerin ardından bu belgeleri de yayınlayabileceklerini açıkladı.

Beyaz Saray ise sızdırılan belgelerin açıklanmasını kınayarak, bunun Amerikalıların ve ortaklarının hayatlarını riske attığını savundu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Emekli Genaral Jim Jones, belgelerin Ocak 2004’ten Aralık 2009 kadarki sürece, eski Başkan George Bush dönemine, yani Başkan Barack Obama’nın yeni stratejisini açıklamasından önceki döneme ait olduğuna işaret etti. WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange ise “Sızan belgeler savaş suçu kanıtı niteliğinde. Ancak bunların suç olup olmadığına yalnızca mahkeme karar verebilir” dedi.

Türkiye “Teröristlerle anlaşma yapmayız” dedi

WIkIleaks tarafından basına sızdırılan istihbarat raporlarında, Türkiye ve Afganistan’daki Türk vatandaşlarıyla ilgili bölümler de bulunuyor. Bir notta, ABD yetkililerinin o zamanın Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Müdür Yardımcısı Şakir Torunlar ile tutuklanan Taliban militanlarının serbest bırakılması konusunda görüştüğü belirtiliyor. Notta şöyle deniyor: “Torunlar, yurtiçinde veya yurtdışında Türk hükümetinin teröristlerle anlaşma yapmak gibi politikalarının olmadığını, bu militanların Türkiye’nin askerlerinin bulunduğu Afganistan’daki uluslararası gücün askerlerinin hayatını da tehlikeye atabileceklerini ve diğer teröristlere örnek olabileceğini söyledi. 29 Mayıs 2007 tarihli bir diğer notta ise Kabil’den Kandahar’a giden iki Türk öğretmeni taşıyan taksinin Moqur bölgesinde trafik kazası geçirdiği, öğretmenlerden birinin olay yerinde öldüğü diğerinin de yaralı olarak kurtulduğu belirtiliyor.

200 AFGAN SİVİLİN ÖLÜMÜ GİZLENDİ

Yaklaşık 200 Afgan sivilin ölümü dünya kamuoyundan gizlendi. n Öldürülen sivillerin bir kısmı resmi belgelerde Taliban militanı olarak gösterildi. n Amerikan özel kuvvetleri içinde sadece suikast düzenlemek için görev alan Task Force 373 üyesi askerler bir baskında 7 Afgan çocuğu öldürdü. Bu olay dünya kamuoyundan gizlendi. n Taliban’ın elinde Sovyet işgali sırasında Amerika’nın Afgan milislere verdiği ısı güdümlü füzeler halen bulunuyor. Taliban militanları bunları Amerikan helikopterlerini düşürmekte kullandı. n ABD’nin yılda 1 milyar dolar yardım yaptığı Pakistan’ın Gizli Servisi, Afganistan’da Taliban ile işbirliği içinde. İran da Taliban’a her tür desteği sağlıyor. n 1987-89 yılları arasında Pakistan istihbaratı ISI’nın başında olan ve CIA ile Sovyetler’i Afganistan’dan çıkarmak için işbirliği yapan General Hamid Gül, şimdi de El Kaide saflarında Amerikan ordusuna karşı mücadeleyi koordine ediyor. n Gül, Gulbeddin Hikmetyar ve Celaleddin Hakkani gibi milis liderleriyle ortak çalışarak El Kaide’ye hem istihbarat hem de askeri destek sağlıyor. n General Hamid Gül ile El Kaide’nin üst düzey isimleri Ocak 2009’da Veziristan bölgesinde görüştü, CIA’nın insansız uçaklarla düzenlediği saldırılara verilecek cevap konusunda plan yaptı. Taliban’ın Pakistan bölgesinde eylemlere son vermesi karşılığında Afganistan’daki Taliban operasyonlarına destek sözü verdi aktifhaber

Immanuel Wallerstein
Saadet zinciri



Gazeteleri okumak bazen ürkütücü olabiliyor. 26 Temmuz’da ABD gazeteleri oldukça çelişkili iki hikâyeden bahsediyordu. İlk haberi USA Today, ekonomistlerin 3 aylık tahminlerinin bulunduğu bölümde yayınladı. Başlık şöyleydi: “Ekonomistlerin iyimserliği azalıyor”. “Avrupa’daki çalkantının, işsizliğin, konut piyasasının zayıflığının ve fabrika üretkenliğinin yavaşlamasının” birleşimi ABD’nin kaybolan 8.5 milyon işi kolay kolay geriye getiremeyeceğini gösteriyor. Dahası “küresel bir finansal istikrarsızlık”tan da korkuluyor.

Yani, kötümser olmaları anlaşılmayacak bir şey değil. Ekonomistlerin doğuştan getirdikleri iyimserliğin bu kez gerçekliğin sert duvarına çarptığı söylenebilir. Pek çoğumuz bu sonuca çok daha erken varmıştık. Öyleyse tam da aynı gün, New York Times’ın ilk sayfada verdiği, ABD sanayisinin “yükselen kârlarından” bahseden haberine ne demeli?

Cevap yine aynı başlıkta gizli: “Sanayi kârı daha fazla işçi çıkarmada buluyor.” Bu, sanayinin daha fazla ürün satması anlamına gelmiyor. Tam tersine satışlar daha düşük. Kestikleri şey, maliyetler. Yani, işçi çıkarıyorlar.

Yeterince işçi çıkarırlarsa ve kalanları daha yoğun çalıştırırlarsa, daha az satış yapsalar da kârlarının daha yüksek olacağını düşünüyorlar. Buna “verimliğin zaferi” deniliyor. Amerikan Meryill Lynch Bankasının baş ekonomisti Ethan Harris bu konuda gayet açık sözlü: “Şirketler emek maliyetlerini kar elde etmek için sıkıştırıyor.”

Ne var ki Times’ın belirttiği gibi, “kârlar, ekonomiyi genişletmek yerine, hissedarlarda toplanıyor”. Sanayi, bunu geçici bir çözüm olarak tasarlamış da değil. Kârlarda yükselme olsa bile, istihdamı artırmayı planlamıyorlar. Tam tersi, büyük bir şirketin yönetim kurulu başkanının dediğine bakılırsa; “kaygılanacakları en son şey, ne zaman kapasite artırımına gidecekleri”. Aksine, “tüm işletme sistemini, daha fazla esnekliğe uygun olacak şekilde yeniden yapılandırıyorlar”.

Öyleyse, ABD sanayisi (ve dünyanın başka yerlerindeki sanayiler) için gelecekte kârlarını sonsuz genişletecek sihirli formülü buldular diyebilir miyiz? Bu ancak şaka olabilir. 1920’lerde Henry Ford’un işçilerine, aynı zamanda müşterileri olmaları için normalden fazla ücret ödediğini söylediği bilinir. Halefleri ise son beş yılda Ford’un Kuzey Amerika’daki iş gücünü yüzde 50’nin üzerinde azalttılar. Daha fazla kâr fakat daha az müşteri…

Keynes ve Kalecki’nin efektif talep hakkında bahsettikleri ufak sorundan söz ediyorum. Herhangi bir orta vadeli hesapta, yeterince müşterinin olmadığından bahsediyorsak, yeterince satış olmayacak ve kârlar kısa sürede azalacaktır. İşgücünü azaltarak ve kalan emekçilerin maliyetlerini sıkıştırarak kârlarını yükselten şirketler, çok kısa bir süre kâr artırımı yaşayabilir. Ta ki, ciddi bir deflâsyonun sert duvarına çarpana dek. Bu da paramparça olmaları demek.

Bunu göremiyorlar mı? Kimileri elbette görebiliyor fakat ye iç, şen ol, yarın olmayabilir kuralına göre, hedonist davranmaktan kendilerini alamıyorlar. Bunu saadet zincirine benzetebiliriz. Saadet zincirinde, işletmeci iskambilden ev çökene kadar diğerlerini kandırır. Bernie Madoff’un yaptığı gibi. İskambilden ev çökene dek kendini de kandırır. Sıradan bir saadet zincirinde yatırımcıların (potansiyel düşmanlar), çöküşün kendileri kâr ettikten sonra olacağını ummaları gibi oyuncular (sanayiciler) tüm sanayi çökmeden kendi kârlarını yanlarına alarak kaçabileceklerini düşünüyorlar. Kendilerine iyi şanslar!

[binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

SAHİ NE OLDU SOROS'UN RENKLİ DEVRİMLERİNE!



İlk devrim, 2003 yılında Gürcistan'daki 'Kadife Devrim' olarak bilinir ama değildir. İlk devrim, Türkiye'de yapılan (3 Kasım) 2002'deki asıl 'Turuncu Devrim'dir. (Bkz. AKP bayrağı)
.
Sonra 2004 yılındaki Ukrayna Kadife Devrimi gelir.
.
Bir yıl aradan sonra Askar Akayev'in devrildiği (Kurmanbek Bakıyev) 2005'teki Lale Devrimi yürürlüğe girer.
.
Bir küçük 'Turuncu Devrimi' de KKTC'de yapılmıştır. Mehmet Ali Talat, 2005'te KKTC Cumhurbaşkanı seçilir.
.
SONRA DEVRAN DÖNER... İlk Soros devrimi, nasıl Türkiye'de gerçekleştiyse devrimi (!) boşa çıkaran ilk evrim de yine Türkiye'de gerçekleşti. Türkiye, 2007 yılında resmen ve fiilen ABD/İsrail boyunduruğundan kurtulmanın ilk işaretini verdi.
.
Ağustos 2008'de Rusya, Gürcistan topraklarını (Türkiye'nin zımnen desteğiyle) işgal, iki özerk bölge de bağımsızlığını ilan etti. "Türkolog'un oğlu", cephede d
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Eyl 16, 2011 8:05 pm    Mesaj konusu: Batı'nın çöküşü neden durdurulamaz? Alıntıyla Cevap Gönder

Batı'nın çöküşü neden durdurulamaz?
HAKİ DEMİR
27.07.2011
demirhaki@gmail.com

İllüstrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım

"Batı'nın içinde bulunduğu buhran hâlâ iktisadi kriz şeklinde anlaşılıyor. Fakat kriz iktisadi hayattan daha derinlerde, felsefi bir krizdir."

Yükseliş ve çöküş süreçlerinin önemli olduğunu biliyoruz. Fakat dikkatimiz, zekamız ve aklımız mütemadiyen yükseliş süreçleri ile ilgileniyor. Çöküş süreçleriyle her nedense kafi derecede ilgilenmiyoruz. Bunun sebebi, yükselmeye, gelişmeye, kalkınmaya ihtiyacımız olmasıdır galiba. Hiç kimse ve hiçbir medeniyet çöküşü düşünmediği ve ihtiyaç duymadığı için dikkati, zekası ve aklı o istikamete yönelmiyor. Bu sebeple dünyanın ürettiği literatür, sayısız kalkınma modeli ile doludur.
Oysa her devlet ve medeniyet mutlaka çöküyor. İnsanlık tarihi, çökmeyen ve yıkılmayan devlet ve medeniyet misalini bize sunmuş değil. Madem çöküşün sayısı da çıkışın sayısına eşittir, bu konu üzerinde ciddi çalışmalar yapmamız gerekmez mi?

Medeniyet gibi giriftliği ve derinliği, müessese ve münasebet çeşidi fazla olan en büyük hayat formunda yükseliş ve çöküş süreçlerini anlamak zordur. Fakat anlaşılmasına şiddetle ihtiyacımız olan hadise yumağı da bu.

YÜKSELİŞ VE KAÇINILMAZ ÇÖKÜŞ

Medeniyetlerin yükseliş ve çöküş süreçleri ile ilgili bol miktarda tetkik olduğu doğru. Fakat bizim üzerinde durmak istediğimiz bir husus var ki, dikkatlerden kaçmış halde. Dikkatlerden kaçan husus ise meselenin en merkezi ve en mühim konusu. Medeniyetlerin inşasındaki en bariz husus, dehaların istihdam edilmiş olmasıdır. Özellikle de medeniyetleri zirveye çıkaran fikir mimarlarının hepsi dehadır. Medeniyetlerin zirvesi, dehaların kaynaştığı bir zaman dilimidir.

Dehalar, basit hayat formlarına tahammül edemedikleri ve onlarla tatmin olamadıkları için medeniyete doğru akarlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, imkan bulduğu takdirde dehalar, medeniyet havzasına dökülmüşlerdir. Medeniyetler, kendi insan kaynaklarının dışındaki dehaları da cezp etmiş ve istihdam etmişlerdir. Bu sebeple medeniyetlerin zirvede olduğu dönemlerde dehalar o merkezde cem olurlar.

YÜKSELİŞİN ARDINDAKİ GÜÇ

Medeniyet havzası, dünya deha rezervinin ciddi bir kısmın kendinde topladığında, ilim, fikri, sanat ve sair alanlardaki gelişmeler, insanlığın ufkunda dolaşmaya başlar. Keşifleri yapan, müessese ve sistemleri inşa eden insan kaynakları dehalar olunca, ortaya göz kamaştırıcı eserler çıkar. Gözü kamaşan dünya o medeniyetin çökmez, yıkılmaz, gerilemez olduğunu vehmetmeye başlar. İşin ilginç yanı medeniyetin mensupları da, medeniyetlerinin çökmez, yıkılmaz ve gerilemez olduğu vehmini üretir ve inanmaya başlar. Zaten bir medeniyet zirvedeyken onun çökeceğini söyleyene deli derler. Bunlar gerçekten ya delidir ya da dehadır. Medeniyetlerin zirveye çıktığında çökmesini gerektirecek potansiyeli ve sebepleri taşıdığını görmek, yine dehaların harcıdır.

Medeniyetlerin çöküş süreçlerini, mekanizmalarını, dinamiklerini anlamamamızın sebebi, inşasında deha emeği olmasıdır. Dehaların inşa ettiği sistem ve müesseselerin çökeceğini anlamak fevkalade zordur. Fakat her varlık ve vakıa gibi medeniyetlerin de sonu vardır ve bir gün çökerler. Öyleyse konu, medeniyetin çöküş süreçlerini anlamaktır.

Dehaların inşa ettiği sistem ve müesseselerin çökmeye başlaması, önü alınamaz bir süreçtir. Çünkü deha çapında "kafaların" inşa ettiği müessese ve sistemlerin muhtevasındaki problemler ve problem kaynaklarının neler olduğunu, normal zeka sahibi insanlar anlamaz. Özet olarak söylemek gerekirse, dehaların ürettiği problemleri, normal insanlar çözemez.

Dehaların ürettiği problemleri dehalar çözemez mi? Madem dehalar üretti, dehaların çözebilmesi gerekmez mi? Bu soru çok mantıklı geliyor. Doğru ve mantıklı cevabının da "evet" olması gerekir. Fakat hayat bu kadar "basit matematik denklemlerle" anlaşılmaz. Dehaların ürettiği problemleri dehaların çözebileceğine itiraz etmek kabil olmasa da, insan davranışı determinist değil. Dehaların ürettiği problemleri belki dehalar çözer ama çözmüyorlar. Neden? Çünkü yıkılmakta, çökmekte, gerilemekte olan bir medeniyet ile meşgul olmak "heyecan" verici değil. "Heyecanlı" olan, inşa faaliyetidir.

Medeniyetler çözülmeye ve çökmeye başladığında ilk kaybettikleri "deha" kontenjanıdır. Bir medeniyet çökerken dünyanın başka bir coğrafyasında yeni bir inşa faaliyeti başlamış demektir. Bu günün dünyasında ise bunu fark etmemek, bilmemek kabil değil. Bu sebeple dehalar yeni havzalara doğru akıyor. Tek sebep bu mudur? Hayır. Doğrusu sadece bu sebeple konuyu izah kabil değil. Dehalarla ilgili önemli başka bir husus daha var.

BAŞKA BİR AKIL ŞART

Medeniyetler zirveden sona çökmeye başladığı için, medeniyeti inşa eden anlayışın ilerlemesi kabil değildir. Zirve demek, o istikametin nihayetine varıldığını gösterir. Artık ilerleme başka bir istikamette mümkündür. Başka bir istikamette ilerlemeden bahsediyorsak, "başka bir anlayış" ve "başka bir akıl formundan" bahsediyoruz demektir. Medeniyet ise sahip olduğu "akıl formu" ile zirveye çıktığı için, o "akıl formundan" vazgeçmez. Ta ki, çökme ve çözülme, gözle görülür hale gelene kadar.

Medeniyet kendi "akıl formundan" vazgeçmediği için, ilerlemeyi mümkün kılacak "istikametin" akıl formunu üretemez. O istikamette akıl formu oluşturan dehaları ise keşfedemez. Aksine o dehalara "deli" gömleği giydirir. Oysa dehalar, mevcut istikametin ufkuna varıldığını ve yeni bir istikamete ihtiyaç duyulduğunu anlar. Fakat medeniyetin mevcut "akıl formu", dehaların o keşiflerini anlamadığı için reddeder ve dehayı da imha eder. Dehanın yok olmaktan kurtulmak için tek alternatifi kalır. Dünyadaki başka kültür havzalarına yönelmek...

KRİZİN TEMELİ FELSEFİ

Türkiye'de son birkaç asırdır neden çok az sayıda deha çıktığı anlaşılıyor mu? Analar deha doğuruyor ama ülkedeki kısır anlayış dehaları katlediyor. Büyük işler yapmak ve tabi ki medeniyet inşa etmek, dehaların harcıdır. Dehaları katleden siyaset, kültür ve eğitim sistemleri ve formları bu ülkenin intiharı değil midir?

Batının içinde bulunduğu buhran hala iktisadi kriz şeklinde anlaşılıyor. Batı medeniyetinde iktisadın ağırlıklı bir yeri olduğu için, iktisadi boyutun görünür olması anlaşılır bir durumdur. Fakat kriz iktisadi hayattan daha derinlerde, felsefi bir krizdir.

Batı içine düştüğü krizlerden neden çıkamaz? Çünkü problemlerini dehalar üretti. Normal zekaların çözmesi kabil değil. Felsefi kriz bir tarafa sadece iktisadi krizleri üreten problemleri bile çözemezler.

Çözemezler çünkü iktisadi krizin kaynağı felsefi krizdir. Batı medeniyetinin kaynağı olan felsefe, bir asırdır inkıtaa uğradı. Yaklaşık bir asırdır felsefeciler var ama filozof yok. Felsefe batı da "deha istihdamını" gerçekleştiremez hale geldi. Çünkü batı medeniyetini inşa eden "anlayışın" nihayetine gelindi. "Tarihin sonu" tezi, batı tarihinin sonu şeklinde anlaşılmalıdır ve bu haliyle de doğrudur. Yeryüzünde başka akıl formları mayalanıyor. Batı, kendi medeniyetinin akıl formundan farklı akıl formlarının mümkün olduğunu anlayana kadar çökmüş olacak. Bundan sonra batı dünyasının yüksek zekaları başka coğrafyalara akacak.

Dikkatimiz, zekamız ve aklımız çöküş süreçleriyle fazla ilgilenmediği için batının çökmeye başladığını ve bir daha da düzelemeyeceğini (düzeltilemeyeceğini) anlamıyoruz. Hatta çökeceğine bile inanmayanımız çok.

İslam dünyasının yapması gereken ilk iş, dehaları keşfetmek ve onlara istihdam yollarını açmaktır. Bunu yapabilmek için dehaları da içine alabilecek "akıl formunu", yani "akl-ı selim formunu" inşa edebilmektir. İslam, orta zekalıların idrakine emanet edilecek kadar kıymetsiz değil.
Kaynak: http://yenisafak.com.tr/Yorum/?i=332185

ABD bağımlısı müşteri devletlerin düşüşü
Max Fisher
5 Ekim 2011

Amerika’nın bağımlı müşteri devletlerle aşk ilişkisi, İngiltere ve Fransa’ya Süveyş Kanalını kontrol etmek için 1956’da işgal ettikleri Mısır’dan ayrılmaları için baskı yapmasından sonra başladı.

Amerika’nın bağımlı müşteri devletlerle aşk ilişkisi, İngiltere ve Fransa’ya Süveyş Kanalını kontrol etmek için 1956’da işgal ettikleri Mısır’dan ayrılmaları için baskı yapmasından kısa bir süre sonra başladı (Sovyetler Birliği de müşteri devletler oluşturma ustasıydı). Amerika ve Sovyetler Birliği o yıl BM’de Avrupa sömürgeciliğinin modasının geçtiğini, istikrarsızlaştırıcı olduğunu ve sona ermesi gerektiğini savunmuşlardı. İngiliz ve Fransız kuvvetleri Mısır’dan çekildiler ve yaklaşık on yıl zarfında İngiliz ve Fransız imparatorluğu çöktü. Bu esnada, ABD ve Sovyetler Birliği farklı bir jeopolitik oyuna başlamışlardı: Müşteri devlet arayışı. Ki Amerika bu oyunu bugün de oynamaktadır.

1956 Süveyş Krizi, imparatorluk çağının son, büyük devletlerin sömürgelerinin değil de bağımlı müşterilerinin olduğu yeni dönemin ilk eylemiydi. Amerikalı ve Sovyet diplomatlar/ı, casuslar ve generaller sonraki kırk yılı başkentlerde koşuşturmakla, daha küçük ulusların bağlılıklarını satın almayla, buna ikna etmeyle veya zorlamakla geçirdiler. Bunun anlamı genelde şuydu: Efendisinin ihalesini alan beş para etmez diktatörler o yıl kim daha iyi para ödüyorsa komünizmin yayılmasını ya hızlandıracak ya da durduracaktı. Mısır, sömürge yönetiminde geçen asırların sona ermesinden hemen sonra Soğuk Savaşın bu oyununda piyon olmaya gönüllü olan bir düzine ülkeden biriydi; önce Sovyetler Birliği’nin yanında saf tutmuş sonra da 1979 Camp David sürecinin bir parçası olarak yüklü miktarda para ve askeri teçhizat sunan ABD’nin yanında yer almıştı. Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra ABD bağımlı devletleri daha az kullandı ama bu uygulama, dünyada sıcak bölgelerde itaatkât müttefikler oluşturmak suretiyle bugün de sürüyor.

Mısır’ın 1956’da sömürgecilikten kurtuluşu sömürge dönemini sona erdirdiyse, bu ülke küresel sistemde bir değişim işareti verebilir bir kez daha. Göstericiler Mısır devlet başkanı ve güvenilir Amerikan müşterisi Hüsnü Mübarek’i geçen Şubat ayında devirdiklerinde ABD-Mısır ilişkilerinin kurallarını değiştirmiş oldular. Washington Kahire’ye istediği kadar para ve tank gönderse de demokratik bir Kahire’ye Ankara ve Paris’e söyleyeceğinden daha fazlasını söyleyemez. Öyle görünüyor ki, kolayca idare edilebilen diktatörlerin düşüşü (ABD Yemen’deki adamından çoktan vazgeçti) ABD’yle müttefik demokrasilerin ve dahi otokrasilerin Washington’ın arzularına gitgide itiraz etmeye istekli olmalarıyla eşanlı yaşanıyor. Amerika sadece geçen hafta en önemli bağımlı müşteri devletleriyle çatışma içine düştü. Bu belki de Amerika’nın en sorunlu bölgelerde en sorunlu devletleri müşterisi olarak seçme huyundan ileri geliyordur (en çok lazım olanın onlar olduğu düşünüldüğünden) veya belki de demokratik hareketler müşteri devletlere dışarının değil içerinin iradesini takip etmeleri için baskı yapıyor diyedir; yahut bağımlı müşteri fikri daha baştan beri başarısızlığa mahkumdu. Demokrasi yürüyüşe geçer ve demokratik yönetimler kötü müşteriler üretir: Hercaidirler; iç siyasetlerinin değişimine göre dış siyasetlerini değiştirmeye meyyaldirler; seçmenlerinin ihtiyaçlarına, arzularına ve heveslerine tabidirler.

Sebebi her ne olursa olsun, ABD müşterisi devletler bu yıl özellikle de geçen hafta Washington’a normalden daha fazla başağrısı verdiler. 2012 mâli yılına göre dış yardım ve (Dışişleri Bakanlığı istatistiklerine göre) bulundurulan asker sayısına göre on Amerikan bağımlısı devlete bakın. (Afganistan, Pakistan, İsrail, Irak, S. Arabistan, Yemen, Bahreyn, Tayvan, Güney Kore, Kolombiya) Her biri Amerika için stratejik önem ve “Sıfır Sorundan” “Washington’da migren ağrılarına” kadar sorun açma çapı bakımından etiketlenmiştir. En aşırı vakalar “tehlikedeki müşteri ilişkisi” olarak etiketlenmiştir. Sorunlu müşteri devlet ilişkilerine şöyle bir bakınca, tüm bir Soğuk Savaş teşebbüsünün sona yaklaşıp yaklaşmadığını merak ediyor insan. Mısır tıpkı 1956’da Avrupa sömürgeciliğinin sonunu getirmeye yardım ettiği gibi belki de 2011’de bu modelin sonunu getirmiş olabilir.

ABD müşterisi bağımlı bir devleti bir müttefikten tefrik eden şey öznel bir meseledir şüphesiz. Japonya ve Almanya, oralarda konuşlandırılan asker sayısına rağmen listede değillerdir; Amerika’nın kendi yollarında gideceklerini farzedebileceği kadar yeterince güçlü, zengin ve demokratiktir bu ikisi. İsrail ise ekonomik, askeri ve dış politika konularında Amerika’ya bel bağladığından dolayı listeye anılmıştır. Uzun vadeli ABD-İsrail ittifakı hiçbir paranın satın alamayacağı daha derin ve daha kalıcı kültürel ve ideolojik bağlarla donanmış olsa da günü birlik seyri müşterilerle olan türdendir.

Afganistan

Dış yardım: 3.2 milyar dolar

Asker sayısı: 99,000

Stratejik değeri: Terörle mücadele

Durumu:Washington’da migren

Afganistan teknik olarak bir devlettir ama Kabil’deki hükümetin ülke genelinde pek bir denetimi yok. Halen önemli olması, sırf ulus inşa etmeye çalışmamızdan kaynaklanmıyor. Cumhurbaşkanı Hamid Karzai gitgide kararsız bir hale geliyor, Amerika ile arasına mesafe koymaya çalışıyor ve aynı zamanda bekası için Amerika’ya bağlı kalıyor. Amerika, Taliban karşıtı milislerden, düşmanlarımızın düşmanlarından daha yerli vekiller de edindi. Teoride hoş bir fikirdir bu ama böylesi gruplar ya birbirlerine ya da ABD’ye karşı dönerler.

Pakistan

Dış yardım: 2.9 milyar dolar

Asker sayısı: Resmi olarak 133

Stratejik değeri: Afganistan savaşı, terörle mücadele, Hindistan-Pakistan barışı

Durumu: Tehlikedeki müşteri ilişkisi

Afganistan’da ortak düşmanla yapılan bir savaşın da tasdikindeki otuz yıllık bir ilişkiden sonra ağır ağır yana yatmakta olan ABD-Pakistan gerilimi, Amerika’nın Usame bin Ladin’i Pakistan’ın West Point’ine çok yakın bir evde keşfedip öldürmesiyle birlikte çatışmaya doğru evrilmeye başladı. Genelkurmay Başkanı Mike Mullen bu Perşembe günü Pakistan’ı Taliban’la bağlantılı Hakkani şebekesini korumakla suçladı; Afganistan’da ABD liderliğinde bulunan güce karşı savaş ve terör yürüten, Taliban’la aynı safta duran bu grubu Pakistan askeri istihbaratının “âdeta bir kolu” diye andı Mullen. Güçlü Pakistan ordusu kırılgan Pakistan demokrasisi üzerinde daha fazla denetim ileri sürdüğü ve Amerika’ya karşı daha önce hiç olmadığı şekilde kavgacı bir duruş sergilediği için bu ittifakın paramparça olacağını öngörmek zor değil; O da çoktan parçalanmadıysa.

Irak

Dış yardım: 2.4 milyar dolar

Asker sayaısı: 46.000

Stratejik değeri: Terörle mücadele, İran’a karşı müstahkem mevki, kargaşaya düşmüyor.

Durumu: Karışık

ABD çok sayıda Iraklının hayatını kaybettiği, evlerinden çıkarıldığı ve fakirleştirildiği bir savaş başlattıktan sonra Washington ve Bağdat arasında nispeten istikrarlı ve işbirlikçi (İran karşıtı) bir ilişki kurmak gibi şaşırtıcı bir başarıya imza attı. Amerikan eğitimli askeri ve istihbarat servislerini hem teröristleri hem de siyasi rakipleri ezmek için kullanan Nuri el Maliki’nin kısa vadede de olsa güçlü bir adam gibi görünmesine yardım ediyor. Ancak Amerikan askerlerinin planlanan çekilişi (ABD-Irak bağlarının yağıdır) bir miktar sorun çıkardı; Obama 3000 civarında asker bulundurmayı düşünürken Iraklı politikacılar buna mutlak muhalifler. Bir Sadr yanlısı geçenlerde şöyle bir şey söylemişti: “Eğer tek bir Amerikan askeri olsun Irak’ta kalmaya devam ederse gücümüzle, milislerimizle, tugaylarımızla savaşmaya devam edeceğiz.”

İsrail

Dış yardım: 3.1 milyar dolar

Asker sayısı: 35

Stratejik değeri: İsrail-Filistin barışı, Ortadoğu barışı

Durumu: Washington’da migren ağrıları

Obama yönetiminin Netanyahu hükümetiyle ilişkisi son bir yıldır sert bir düşüş içerisinde; emekliye ayrılan eski Savunma Bakanı Robert Gates kısa bir süre önce Netanyahu’yu ABD’ye karşılık olarak hiçbir şey vermeyen nankör müttefik olarak nitelendirdi. İsrail-Filistin barış sürecinde İsraillilerin hareket tarzı ve geçen yıl Gazze’ye doğru seyreden yardım filosuna İsrail’in düzenlediği baskın, ABD-İsrail ilişkilerini yeni demokratik Arap ülkelerine kur yapmaya çalışan Amerikan çabalarıyla ters düşürdü. Netanyahu, Kongre’deki Cumhuriyetçilere kur yaparak ve geçen yıl Kongre’de yaptığı bir konuşmada en önemli sponsoru Obama’ya nutuk atarak Obama’nın başına ABD’de iç siyasi sorunlar da yarattı. ABD-İsrail arasındaki ideolojik ve kültürel bağlar her hangi bir siyasi bölünmeyi ezip etkisiz hale getiriyor gibi ama bu sonsuza kadar sürebilir mi?

S.Arabistan

Dış yardım: Yok

Asker sayısı: 555

Stratejik değeri: Petrol, terörle mücadele, İran’a karşı müstahkem mevki

Durumu: Tehlikedeki bağımlı ilişki

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’yi Suudi petrollerine tutundurma çabası olarak başlayan şey ABD dış politikasının en şekillendirici vakaları tarafından yarım yüzyıl zarfında gittikçe derinleştirildi. Soğuk Savaş, Rusya dışı bir enerji kaynağı olarak S.Arabistan’ın önemini yükseltti; İran devrimi onu esaslı bir müttefik haline getirdi; Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ABD ve S. Arabistan’ı mücahitler için büyük bir destek ağı kurmaya yöneltti; 11 Eylül saldırıları S. Arabistan’ın terörle mücadele erişimini/yardımını ve kabiliyetlerini ABD güvenliği için olmazsa olmazlardan biri haline getirdi; Afganistan’da devam eden savaş, S. Arabistan’ın oradaki erişiminin/yardımının arttığına şahit oldu. Fakat Arap Baharı, ittifakın yorgun düşmesine yol açtı; iki ülke çelişen amaçlar peşinden gidiyor. ABD demokrasiyi teşvik ederken S. Arabistan onu bastırmaya bakıyor; ABD ve S.Arabistan yer yer doğrudan karşı karşıya da geliyorlar. ABD, Afganistan’a odaklanmayı ve terörle mücadelenin dış politikasındaki tayin edici rolü üzerindeki vurguyu azalttıkça; S. Arabistan’ın kendini sakındığı yükselen Arap demokrasilerini kazanmaya odaklandıkça, dünyanın lider demokrasisi ile lider teokrasisi düşündüklerinden daha az müşterekleri olduğuna kanaat getirebilirler.

Tayvan

Dış yardım: 250.000

Asker sayısı: Yok

Stratejik değeri: Tayvan-Çin savaşını önlemek, Çin’in barışçıl yükselişini sağlamak

Durumu: Karışık

ABD, Çin Cumhuriyetini resmi olarak tanımıyorsa da (bu ayrıcalık Çin Halk Cumhuriyetine tanındı) Çin’in Tayvan’ı işgal etmesini ve zora başvurarak Çin’le birleştirmesini önlemek için ileri teknoloji ürünü Amerikan silahlarını uzun zamandadır Tayvan’a satmaktadır. Fakat ABD bağımsızlık ilan etme yanlısı Tayvan siyasi hareketlerine de muhalefet etmektedir; Tayvan’ın bağımsızlık ilanı, Tayvan-Çin ilişkilerini sert (belki de feci şekilde) kötüleştirecektir ki bu ikisi arasındaki ilişkilerin istikrarsızlık derecesi Mao devriminden bu yana asgari noktadadır şu an.

ABD-Çin ilişkileri (karşılıklı ekonomik bağımlılık ve Çin’in barışçıl yükselişi ile pekişmiştir) artıp Çin-Tayvan savaşı daha düşük ihtimal olarak göründükçe Amerka da Çin’i çileden çıkartacak Tayvan’a silah satışına daha az hevesli duruyor. Geçen hafta Tayvan’a istediği son model savaş uçaklarını satmak yerine F-16 uçaklarını modernize etmeye karar verdi; Dışişleri Bakanlığı Tayvan iç siyasetine müdahil olmadığını ispatlamak için çalıştı. ABD-Tayvan ilişkilerinin başı belada demek değil bu ancak ABD, Çin’le olumlu ilişkilere odaklandıkça Tayvan’ın stratejik katkılarının azalması, külfetlerinin çoğalması mümkündür.

Kolombiya

Dış yardım: 400 milyon dolar

Asker sayısı: 62

Stratejik değeri: Terörle mücadele, uyuşturucuyla mücadele

Durumu: Oldukça iyi

Amerika’nın 1990’larda ve 2000’lerin başlarında uyuşturucu kartellerine karşı Kolombiya’ya yardım çabası (karteller devleti ters çevirmek üzereydi) Soğuk Savaş sonrasında en çok kutlanan dış politika zaferiydi. Kolombiya Anayasa Mahkemesi geçen yıl 800 Amerikan askerinin ve 600 taşeronun yedi Amerikan üssünde faaliyete geçmesine izin veren askeri anlaşmaya darbe vurduysa da Kolombiya hükümeti Amerika’yla olan yakın askeri, diplomatik ve istihbarat ilişkisini muhafaza etmekte, güney Mexico’nun en kötü narko-teröristlerine karşı ABD’yle müşterek hareket etmektedir.

Fakat Washington, Bogota ile halen yakın olan ilişkisini önemsizmiş gibi göstermeye çalıştı –yani kurulmasına ABD’nin yardım ettiği Kolombiya hükümeti de tastamam vahşi çıktı. Eski Devlet Başkanı Alvaro Uribe şu an insan hakları gruplarını mahkum ederek geçiriyor ABD ziyaretini ki kamuoyunun dikkati Latin Amerika’nın Hüsnü Mübarek’i olmasa da Barack Obama’sı da olmayan bu adamın üzerine yöneltmektedir.

Güney Kore

Dış yardım: Yok

Asker sayısı: 28.500

Stratejik değeri: Kuzey Kore’ye karşı müstakem mevki, Çin’in barışçıl yükselişini teşvik, ticaret.

Durumu: Sıfır sorun

Güney Kore’de ülkelerinin hızlı ekonomik ve siyasi gelişiminin büyük ölçüde Kuzey Kore’nin milyonluk ordusuna karşı Amerikan koruması sayesinde olduğu gözden kaçırılmıyor. Bir dizi ticaret anlaşması ve değişim programı (örneğin Amerikan okullarında Güney Koreli öğrencileri istihdam etmek gibi) ittifakı derinleştirdi. Çin yükseldiği ve Kuzey Kore bir tehdit olmayı sürdürdüğü için Güney Kore’nin önemi artan – ve ABD’ye daha çok bel bağlayan - bir stratejik müttefik olması muhtemeldir. ABD serbest ticaret anlaşması için atılım yaptığı takdirde Amerikalı ve Güney Koreli politikacılar ve işadamları bu ilişkiden çok mutlu olacaklardır; karşılıklı faydaları çok yüksek olduğu için an meselesidir bu.

Yemen

Dış yardım: 120 milyon dolar

Asker sayısı: 15 (resmi olarak)

Stratejik değeri: Terörle mücadele, kargaşaya düşmemesi.

Durumu:Tehlikedeki müşteri ilişkisi

Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, S. Arabistan’da geçirdiği aylar sonra Yemen’e döndü. Amerikan arzularına kafa tutan bir dönüş oldu bu; Salih’i devirmek isteyen protesto gösterileri daha da güçlendi. Salih yirmi yıllık vahşi bir otokrat olsa da ABD onu ülkesindeki terörist gruplara karşı terörle mücadelede bir müttefik haline getirdi; (Salih’in ayrılıkçı grupları ezmesine varan) mâli ve askeri yardım karşılığında insansız uçaklarla ve özel harekât birimleriyle halkın tepkisini çeken bir program yürüttü. Obama’nın Nisan ayında Salih’e karşı dönmesi statüskodan önemli bir kopuştur ki ABD-Yemen ilişkilerinin belini bükebilir. Bir Yemen demokrasisinin ise Amerikan drone’larını hoşça karşılaması ihtimal dışıdır fakat bunun nasıl sona ereceği de belli değildir. Salih iktidarda kalabileceği gibi başka bir askeri diktatör de alabilir yerini. ABD’ye hangisinin hangi muameleyi yapacağı hakkında ipucu yok.

Bahreyn

Dış yardım:26 milyon dolar

Asker sayısı: 1349, 5’nci Filo

Stratejik değeri: Donanma üssü, İran’a karşı müstahkem mevki, petrol

Durumu: Karışık

Amerika, petrol zengini ve İran karşıtı Bahreyn monarşisini protestocularla barışçıl müzakereye yüreklendirdi fakat demokrasi yanlısı hareketlerin vurduğu her hangi bir Arap devletine gösterdiğinden çok daha yumuşak bir yaklaşım sergiledi. Amerikan malı göz yaşartıcı gaz bombaları Manama’da havaya uçuşurken ABD bu hafta Bahreyn’e 33 milyon dolarlık silah satışını duyurdu; protestoların başladığı zamandan bu yana bir ilktir bu ve Washington’ın oradaki liderliğe karşı duyduğu inancın açık bir göstergesidir ve Bahreyn monarşisi bunu takdir edip kıymetini bilecektir şüphesiz. Ancak yine de Amerikalı muhafazakârlar Bahreyn’e karşı duruşunu sertleştirmesi için Obama’ya baskı yapıyorlar; Bahreyn’deki göstericilerin başarılı olması da mümkündür. Şimdilik bu ittifak ayakta kalmaya çalışıyor gibi ama sonunu bilemeyiz.

Kaynak: The Atlantic
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
dunyabulteni.com

Morales: "Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana"
24.04.2010

'İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Dünya Konferansı'na evsahipliği yapan Bolivya lideri Evo Morales, 'bugün dünyanın yaşanabilmesi için vurdumduymaz kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğini' söyledi. Koçabamba kentinde başlayan konferans çerçevesinde dün küçük bir stadyumu dolduran yaklaşık 20 bin kişiye seslenen Morales,'Sanayileşmiş ülkeler sözlerinde durmadıkları için burada bulunuyoruz. Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana 'dedi.

Evo Morales'in önderliğinde düzenlenen konferans ne yazık ki bizim medyada pek önemsenmedi;birkaç gazete ,iki üç köşe yazarı dışında entellektüel angaryalar kapsamında ,boş işler kategorisinde işlem gördü;ne borsayı,ne açılımı etkiledi.
Peki kapitalizmin doğaya yönelik kıyımı, insanlığa ne getirdi? diye soran Birgün Gazetesi'nden Adnan Bostancıoğlu ise konuya değinenlerden ; şöyle diyor yazar:

'Mutluluk ve refah mı?
Dünya zenginliklerinin yarısı tüm nüfusun yüzde 2’sinin elinde. Kaynakların yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 8’i tüketiyor. Bugün, her 6 kişiden 1’i su, sağlık hizmeti, elektrik gibi imkânlardan yoksun. Her gün 5 bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. 1 milyar kişi açlık sorunuyla yüzyüze.
İşte geldiğimiz yer burası.
Bu arada... İnsanlığın en radikal dönüşümleri yaşadığı son 250 yıla kapitalizm yön verdiği için, bugün gelinen noktanın faturasını da ona çıkartmakta elbette bir beis yok ama... Sosyalizm tecrübesinin sicilinin de parlak olmadığı hepimizin malumu. Üstelik “o rejimler sosyalist değil devlet kapitalizmiydi” demekle işin içinden çıkmak fazlasıyla kolaycılık olur. Sosyalist düşüncenin aslî kaynaklarının yaslandığı “insanın doğa üzerindeki egemenliği” paradigmasından “doğayla uyumlu bir hayat tahayyülüne” evrilmesi kaçınılmaz bir gereklilik. Yoksa “çiçekler ve böcekler” için değişen bir şey olmayacak. Yani insanlar için.'
Doğadan öğrenebileceğimiz temel bir bilgi var. Yaratılmış her şey, tabiat içinde yer alan zincirin bir başka parçasıyla birlikte hareket halindedir. Dünyada olan her varlık,kendi dışındaki önce yeryüzünün hafızası,sonra da kosmosun bilinciyle uyum içinde titreşmezse varlığını sürdüremez. Gezegendeki her canlı,bir diğerinin yaşam nedeni, dizinin bağlayıcı parçasıdır. Bu nedenle soluk alan her nefes,topyekun organizmanın, tam özgür olmayan vucudun otonom uzvudur. Kangren olan parçaysa canlı beden tarafından kaçınılmaz olarak red edilecektir. Aydınlanma devrimiyle birlikte insani aklın özgürlüğünü ilan eden Kantcı bilim bunu hâlâ görememiştir ; Diğer ekümenik ideolojiler kapitalizme göre kendilerini tanımlayıp/tasnif edip,pozisyon alıp, konuşlandıklarından, ortak bilince/kolektif kazanımlara bağlanacak 'aklı' özgür bırakmaları zordur..Acil eğitim,insanın kendini böcekle,yaprakla her tür hayvanla,bitkiyle yeryüzüyle ve kendi türüyle eşitlemesi olmalıdır. Tanrının yeryüzündeki halifesi söylemini bırakıp,yeryüzünün hizmetkarı olmadıkça kurduğu cehennemden insanın çıkışı yoktur. Ego bu eşitlemeyi yapamazsa, sistemler köle/efendi paradoksuyla devindikçe,sömürü üstünden artı değer üretme alışkanlığı olan sistemin yarattığı problemlerin çözümü imkansızdır.Hürriyet, adâlet, müsavat, uhuvvet diyerek, alanlarda 1 Mayıs'ları kutlayarak eşitlik gelmez. Doğayla kendini eşitleyecek insanoğlunun nihai amacı sınıfsız/sömürüsüz toplum özlemi bir hayal olmaktan çıkarsa,insanoğlu bu dünyadaki misafirliğini sürdürebilir ancak.Gerçek hak, hukuk, hürriyet, eşitlik ve kardeşliğe ertelenmesi imkansız hedefler olduğunun bilinciyle sahip çıkılmalıdır.Bunların insan soyunun yürümesi için uygulanabilir pratikler olarak siyasi terminolojiye girmesi için henüz vakit vardır.

Bu noktada sorumluluğu üstlerine alıp, toprakla birlikte acı çeken Evo Morales gibi bireyler/önderler, revize olmamış özgür düşünce ve kamuoyu önem kazanıyor..

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, sanayileşmiş ülkelerin er veya geç bir uluslararası iklim mahkemesinin kurulmasını kabul edeceklerini söyledi. Bolivya'nın orta kesimindeki Cochabamba kentinde düzenlenen iklim konferansında bugün konuşan Morales, uluslararası iklim mahkemesi kurulması gerektiğini savundu.

Morales, "Sanayileşmiş ülkeler böyle bir mahkemenin kurulmasını kabul etmeyebilirler ama bir yandan da ne kabul edecekler?" diye sordu.

"Er veya geç, halk baskısıyla gelişmiş ülkeler iklime karşı işlenmiş suçları yargılamaya yönelik uluslararası iklim mahkemesi kurulmasını kabul edecekler" diyen Morales, yaptırım gücünün ülkeleri herhangi bir iklim ile ilgili bir protokolün hükümlerine uymaya zorlayacağını ifade etti.

Cochabamba Konferansı, Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini, "Toprak Ana'nın" beyannamesi ve iklim ile ilgili dünya çapında bir referandum fikrini, Aralık ayında Meksika'nın Cancun kentinde düzenlenecek olan iklim ile ilgili görüşmelere sunacak.

Morales, Uluslararası iklim mahkemesi kuruluncaya kadar, Uluslararası Adalet Divanının iklime karşı işlenen suçları yargılamasını önerdi.

- "TOPRAK ANA'NIN" HAKLARI -
Toprağın haklarının insan haklarından daha önemli olduğunu belirten Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales,

Düzensizliği Yönetmek
Jerome Roos

Küresel Planda Devletler Birer Kontrol Devleti Hâline Geliyor

Başımızdaki belâları ele almayı reddedip, kamusal alanı görüş ayrılıklarına açan neoliberal devlet acımasız bir biçimde otoriteryanizme doğru kayıyor.
Geçen hafta Mısırlı bir hâkimin 529 Müslüman Kardeşler destekçisine ölüm cezası vermesi, bugün dünyanın kendisini içinde bulduğu korkutucu gerçekliğe işaret ediyor. 2011’den beri süren devrimci öfori ve bunun bileşeni olan, küresel düzeni sarsan itki, yeniden inşa edilmiş, kontrole dayalı devletin çökmesine neden oldu. İster ilerici ister gerici, tüm muhalefetin ve göstericilerin şiddetle bastırılması, yeni bir kural hâlini aldı. Son ayaklanmalarla açılan radikal özgürleştirici ve demokratik alan, bugün hızla kapanıyor. Geriye kalan ise, kurucu iktidar eliyle acımasız biçimde gerçekleştirilen saldırı altında, etrafa saçılmış birkaç direniş hücresi.
Mısır’da İslamcı göstericilerin ölüm cezasına çarptırılması, bu sürecin epey istisnaî, şiddete dayalı ve ölümcül bir hâli aslında. Ordunun kendisini karşı devrimci bir yerden konsolide etmesi, görünüşe göre, tüm dünya genelinde hissedilen, görece daha fazla genelleşmiş bir eğilimin göstergesi. Türkiye’de, 2011’de halk ayaklanmasını şiddetle bastırdığı için Mübarek’i eleştirmiş olan Başbakan Erdoğan, kısa süre önce Twitter’a ve YouTube’a erişimi engelledi. Öte yandan Gezi protestoları esnasında ekmek almak için dışarı çıktığı esnada polis tarafından gaz kapsülüyle başından vurulan Berkin Elvan 9 ay boyunca komada kaldıktan sonra vefat ettiğinde, Erdoğan, Berkin’in katlini onu “terörist” olarak etiketlemek suretiyle meşrulaştırmış oldu.

Bu esnada İspanya’da Mariano Rajoy’un sağcı hükümeti, tasarruf tedbirlerine karşı ülke genelinde yükselen hareketi bastırmak için eski Franco’cu taktiklere başvuruyor. Çevik kuvvet, geçen hafta sonu Madrid’de düzenlenen kütlesel gösteriyi bir kez daha şiddetli bir biçimde bastırdı, öte yandan da devlet tutsaklara zulmetmek amacıyla yeni bir Yurttaşların Güvenliği Kanunu çıkartıyor, bu tutsakların bir kısmı bugün beş yıla kadar hapis cezalarıyla karşı karşıyalar. İspanya Parlamentosu, geçen yıl devlet binaları önünde gösteri yapılmasını yasaklamaya ve sosyal medyada bu türden protestolara çağrıda bulunmayı yasadışı ilân etmeye dönük bir kararı oyladı. Yakalananlara altı yüz bin avroya varan cezalar kesildi ve bu insanlar ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.

Özgürlük için yoğun bir mücadele veren halka yönelik saldırıları sadece sağcı ya da askerî rejimler gerçekleştirmiyor. Geçen hafta Brezilya’da, iktidardaki İşçi Partisi, Dünya Kupası öncesinde kenar mahalleleri pasifize etmek için Rio favelalarına (gecekondularına) asker gönderebileceğini açıkladı. Görünüşte silâhlı uyuşturucu çetelerini hedef alan devlet, bu pasifizasyon programıyla her yıl yüzlerce kenar mahalleliyi katlediyor. Askerî diktatörlük tarafından işkence görüp tutsak edilmiş eski bir Marksist gerilla olan Cumhurbaşkanı Rousseff iktidarında devlet şiddeti, “itaatsiz” fukara kesimlere ve dışlanmışlara karşı kendisini her gün hissettiren bir gerçek. Geçen hafta Brezilya’da, kameralara da yansıdığı biçimiyle, jandarma dört çocuk annesi 38 yaşındaki bir kadını vurup öldürdü. Görüntülerde de tespit edildiği üzere, jandarma kadının cesedini iki yüz metre yerde sürükleyip mahkûm arabasına koyuyor.

Devlet baskısının yoğunlaşmasının son üç yıldır geniş ölçekli sokak gösterilerine tanık olan ülkelerde daha da akut bir hâl alması tesadüfî değil. Dünya genelinde yönetici sınıfların sokaklardaki çokluğun aniden yeniden ortaya çıkışıyla tir tir titredikleri çok açık. Birleşik Devletler bu bağlamda istisnaî değil. Geçen hafta alınan haberlere göre, FBI “suikast komplosu”na dair bilgileri elinde tutarak, emniyet teşkilâtı ile birlikte, İşgal Et hareketindeki örgütçüleri hedef almayı sürdürüyor. Şeffaflık amaçlı eylemlerin öncü bir ismi ve MIT’de doktora öğrencisi olan Ryan Shapiro, bir komployu incelediği esnada, NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) tarafından uyarılıyor ve kendisine yaptığı araştırmanın “ulusal güvenlik” için tehdit teşkil ettiği söyleniyor (öte yandan bu güvenlik ajansı, web kameranız aracılığıyla sizi dikizleyen bilgisayar kurtlarının bulunduğu bir kurum.)

Atina’da (son yıllarda demokrasiye dönük saldırıların giderek yoğunlaştığı kentte) verdiği derste, Avrupa’nın önde gelen felsefecilerinden biri olan Giorgio Agamben’in doğru bir biçimde aktardığı gözlemine göre, “bizler, bugün eşi benzeri görülmemiş ve aynı ölçüde mutlak bir devlet ve polis kontrolüne dayalı paradigma ile ekonomi alanında mutlak bir biçimde liberal olan bir paradigmanın paradoksal manada yakınlaşmasına tanık oluyoruz.” Agamben, devamında, bu aşikâr paradoksun, gerçekte, ‘belâları önlemek yerine, onların ortaya çıktığı noktada doğru yöne sevk ettirilmesi ve bu belâların yönetilmesiyle ilgili bir gayret yönünde, modern yönetim zihniyetinde yaşanan görece uzun vadeli bir eğilimin mantıkî ve doğal sonucu” olduğunu söylüyor. Aslında “sebepleri yönetmek güç ve pahalı bir iş olduğundan, etkileri yönetmek daha güvenli ve daha faydalı görülüyor.”
Sefalet, eşitsizlik, yabancılaşma, polis şiddeti ya da genel anlamda temsilî demokrasideki meşruiyet kriziyle başa çıkmak yerine hükümetler, bunların sonucunda ortaya çıkan toplumsal kargaşayı idare etmeye ve onun dümenini doğru yöne çevirmeye çalışıyorlar (bu noktada Mısır’da ordunun, Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevden aldıktan sonra, kontrolü alenen yeniden tesis ettiği bir durumun oluşmasına yönelik olarak, halkın devrimci enerjisini etkin bir biçimde nasıl yönettiğini hatırlamak yerinde olur.). Arzulanan sonuçlara ulaşmak amacıyla toplumsal kargaşayı yönetme sürecinde, (başımızdaki belâların sebeplerinin nasıl yönetileceğine dair kolektif karar alma süreci olarak) politika, (“ulusal güvenlik” ve “kamusal güvenlik” adı altında bu belâların kararlaştırılamayan etkilerinin manipülatif ve/veya şiddete dayalı idaresi anlamında) polislik faaliyetleri için gerekli yolu açıyor. İşte bu, Agamben’in de dillendirdiği biçimiyle, eski disiplin devletinden yeni olan kontrol devletine geçildiğine işaret ediyor:
“Bugün tecrübe ettiğimiz devlet, artık disiplin devleti değildir. Gilles Deleuze’ün de tespitiyle, bu devlet État de contrôle, yani kontrol devletidir, zira bu devletin istediği şey, emretmek ya da disiplin dayatmak değil, yönetmek ve kontrol etmektir. Deleuze’ün tanımı doğrudur çünkü yönetim ve kontrol illâki düzen ve disipline denk düşmez. Bunu en açık biçimde ifade eden, 2001’de Cenova’da yaşanan isyanlardan sonra, devletin polisin düzeni sağlamasını değil, düzensizliği yönetmesini istediğini beyan eden, İtalyan polis memurudur.”

Dolayısıyla etkileri yönetmek ya da düzensizliği yönetmek, neoliberal devleti tanımlayan ana paradigma hâline gelmiştir. Muhtemelen geçen hafta yaşanan olayların hiçbiri bu gerçeği, Hague’da yapılan Nükleer Güvenlik Zirvesi’nden daha açık biçimde resmetmemişti. 53 devlet ve hükümet liderinin Hollanda’ya gidip (sanki mebzul miktarda plütonyumun ordunun ve şirketlerin elinde olması güvenliğimiz için bir tehdit teşkil etmiyormuş gibi), nükleer malzeme stoklarının güvenliği ve bunların teröristlerin eline geçmesine mani olmayla ilgili bir dizi anlaşma imzaladığı esnada, Hague şehri ve ülkenin önemli bir kısmı ilân edilmemiş bir olağanüstü hâle tanık oldu.

Tarihsel açıdan eşi benzeri görülmemiş bir güvenlik operasyonunda Hollanda devleti zirve için 13.000 polis ve 8.000 asker görevlendirdi. Sahil şeridine mobil uçaksavar bataryaları yerleştirildi, savaş gemileri deniz güzergâhlarını kordon altına aldı, F-16 savaş uçakları ve AWACS deniz gözetleme uçakları Hollanda hava sahasının yirmi dört saat güvenliğini sağlamak için devriye uçuşu gerçekleştirdi. Ülkedeki önemli bir karayolu trafiğe kesildi, kanalizasyon rögar kapakları kaynak yapılarak kapatıldı ve şehrin büyük bir kısmı yetkili olmayanların girişine kapalı birer alana dönüştürüldü. Başkan Obama, resim sergisini gezmek için Amsterdam’a gittiğinde, kendisine, içinde ağır silâhlarla donatılmış karşı taarruz timleri bulunan dokuz askerî helikopter eşlik etti. Devlet yetkilileri, Obama’nın ziyareti esnasında serginin olduğu civardaki insanlara balkonlara ve çatılara çıkmamalarını söyledi, muhtemelen bunun nedeni, her yerin keskin nişancılarla dolu olmasıydı.

Nahif bir vatandaş merak edebilir: eğer dünya liderleri gerçekten de bizim gibi basit birer âdemoğlu ise, bu liderlerin halk egemenliği adına ellerindeki demokratik görevleri ifa ederek topluma dönük sorumluluklarını tevazu ile yerine getirmeleri gerekirken, ne gerek var böylesine saçma güvenlik operasyonlarına? Eğer mevcut hoşnutsuzluğumuzun sebepleri lâyıkıyla gözetilmiş olsa, politikacıların “halk”la temas kurarken, böylesine paranoyak olmalarına gerek kalır mıydı? Ayrıca eğer bu devlet liderleri gerçek manada nükleer güvenliği ve vatandaşlarının esenliğini umursuyor olsalardı, bunların plütonyum kullanılan silâhların üretiminden başlayarak, nükleer silâhların yayılması arkasındaki ana sebeplere işaret ediyor olmaları gerekmez miydi? Elbette ana mesele, bunların hiçbirisi değil: bir kez daha dünya liderleri, etkileri yönetmek, düzensizliği idare etmek ve kontrol devletini insanlara göz alıcı biçimde, yeniden dayatmak için uğraşıyorlar.

Eğer Mısır’daki kitlesel ölüm cezaları, Türkiye’de sosyal medyanın kapatılması, İspanya’daki gösterileri yasaklayan kanunlar, Brezilya’daki favelaların pasifizasyonu programı, ABD’de NSA gözetleme programı ve Hollanda’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi ile birlikte kendisini gösteren, açıktan ilân edilmemiş olağanüstü hâlin ortak bir noktası varsa bu, söz konusu olayların devletin yeni bir otoriteryanizm biçimine doğru tüm acımasızlığıyla geçiş yaptığının birer delili olmasıdır. Görünüşte “demokratik” olan bu otoriteryanizm, serbest piyasalar, âdil seçimler ve demokratik katılım denilen perde gerisinde, halk muhalefeti için gerekli kamusal alanın daraltılması suretiyle, servet ve iktidarın giderek artan yoğunlaşması sürecini güvence altına almayı amaçlayan bir hukuk düzenini saklıyor.

Öyleyse elimizdeki yegâne soru şu: bu kontrol denilen yanılsama daha ne kadar süre varlığını muhafaza edecek? Daha ne kadar, neoliberal devlet kendi öz yıkımını getirecek gayrimeşrulaşma sürecinin ana sebeplerini sistematik bir biçimde görmezden gelecek? Başka bir ifadeyle, bu sebeplerin sonucu olan düzensizlik yönetilemez olmaktan ne vakit çıkacak? Belki daha da önemli olan soru şu: bu ânın er geç gerçekleşmesini hızlandırmak için neler yapılabilir?

http://istiraki.blogspot.com.tr/2014/04/duzensizligi-yonetmek.html

Kumandan Carlos: "Hiçbir şey üretmiyor, sadece para üzerinden spekülasyon yapıyorlar" (*)
23 Ağustos 2014



Hakkında konuşulması gereken çok şey var, ancak ben bir başka mesele, Arjantin’le ilgili bir mesele üzerinde konuşmak istiyorum.

Dış borçlarla ilgili bir problemi var Arjantin’in. Bir sürü yolsuzluğun yanısıra, bir de kötü yönetim sözkonusu oldu orada. Ayrıca, burjuvazi olsun, feodal beyler olsun, bunlara -başta çiftlik ve ziraat mahsulleri çerçevesinde olmak üzere- ithalat için birçok kolaylık sağlandı ama hemen hiçbir vergi ödemediler bunun için. Üstelik, çok sayıda proje için de tonla para harcandı ve sonuçta tamamen borca saplandı bu ülke.

Derken, ölen eski devlet başkanının [Nestor Kirchner] dul eşi, sol görüşlü, Peroncu yeni bir devlet başkanı [Cristina Fernandez de Kirchner] geldi, üstelik birinci döneminden sonra ikinci bir dönem için daha devlet başkanlığına seçildi.

İyi bir insan bu devlet başkanı; aldığı oldukça iyi pozisyonlar var; yabancı güçlerin ajanı falan değil. Ne var ki, geçmiş hükümetlerden devasa bir borç miras kaldı kendisine. Kirchner’ler zaten harekete geçmiş ve borçların ödenmesi çerçevesinde hükümetlerle, bankalarla ve bunun gibi merkezlerle yeni bir mutabakata varmayı, borçların yüzde 30 gibi sadece belli bir kısmının ödenmesi şeklinde bir anlaşma yapmayı zaten başarmıştı.

Yalnız bunun da bir istisnâsı oldu ve sözkonusu devlet borçlarını “yatırım” olarak düşünen bazıları [NML ve Aurelius gibi hedge fonlar] böyle bir anlaşmaya yanaşmayıp, borcun tamamını taleb etti. Kaç milyon dolar olduğunu hatırlamıyorum ama burada gündeme getirmek istediğim mesele de bu paranın miktarı falan değil. Sonuçta bir borç varsa ödenecektir. Lâkin, bu borçlar üzerinden ayrıca bir kâr yapma düşüncesi güdülüyorsa; fiyatının yalnızca yüzde onu ödenerek bu tahviller başkalarından devralınıp, sonra da borcun tamamı taleb ediliyorsa, işte bu kabul edilemez.

Böyle bir istismar, ABD kanunları nezdinde yasaklanmış değil. Yetmiyormuş gibi, ABD’li hâkimler, Arjantin’i bu yüzden cezalandırıcı kararlar alma yoluna gidiyorlar ki, Arjantin bakımından bu bir “hükümranlık” problemidir. Uluslararası bir mahkeme de yok karşınızda; nasıl olur da bir başka devletin yabancı ve mahallî hâkimlerinin sizin ülkeniz hakkınızda böyle kararlar almasına, ABD’den başlamak üzere dış ülkelerdeki banka hesablarınızı bloke etmesine müsaade edersiniz?..

Tabiî, Arjantin’e yardım eden Venezüella gibi ülkeler de oldu ve Arjantin ekonomisinin çökmesini engellemek için, gelecekte ne zaman imkân bulunursa geri ödenmek üzere Arjantin’e birkaç milyar dolar –tam miktarını hatırlamıyorum- borç para verdi meselâ Venezüella. Bir dayanışma ifâdesi olarak, elbette güzel bir şey.

Asıl mesele şu ki, ABD’deki yabancıların, daha doğrusu korsanların kontrolündeki bankaların bu sun’i sömürü sistemi aynen devam ediyor ve hem ABD halkını hem de dünyadaki tüm insanları sömürmeyi sürdürüyorlar. Hiçbir şey üretmiyor, sadece para üzerinden spekülasyon yapıyorlar.

Ne yazık ki, milliyetçi olmaları lâzım gelen, aslında milliyetçi de olan Venezüella gibi hükümetler, gerekli devrimci tedbirleri alıp böyle bir oyunu reddetmek yerine, bu oyunu kabul ediyor ve bu oyuna dahil oluyorlar.

Para mı borç almak istiyorlar, Çin’den veya başka yerlerden de alabilirler bunu. Gidip IMF’den, Dünya Bankası’ndan veya bu tarz yerlerden borç taleb etmek kabul edilemez.

Bu “sistem”, bu “oyun”, II. Dünya Savaşı’nın sonlarında ABD’nin empoze ettiği çerçevede müttefiklerin vardığı ekonomik bir mutabakat olarak ve başka ülkelerin hükümranlığını hiçe sayarak, 1944’den bugüne devam ediyor.

Kabul edilemez böyle bir duruma rağmen, maalesef kendi ülkem Venezüella’da bile, ABD hükümeti ve kapitalist finans çevreleriyle münasebetleri normalleştirmeyi düşünen bir eğilim göze çarpıyor.

Ben, ABD’nin endüstrisine karşı değilim; ayrı bir konu bu. Genel olarak kaliteli mallar üreten, çalışkan Amerikan işçilerinin emeği üzerinde yükselen bir sanayi mevcut orada ve benim karşı olduğum da bu değil. Benim asıl karşı olduğum, para üzerinde spekülasyon yapılarak kazanılan gelir, yâni haram olan faiz!..

Unutulan bir şey de şu ki, güya “İslâmî hükümet” olarak adlandırılan birçok ülkede de bu “haram” aynen sürdürülüyor. Gerçi faiz yalnızca fakir insanlara haram (!) buralarda, devletlere haram olmuyor (!). Suudî Arabistan ve diğer hükümetler, işte böyle bir “sistem”in içinde hâlâ.

Bu konuda değerlendirme yaparken gerekli olabilecek belgeleri -cezaevinde olmam dolayısıyla- temin edip hazırlanma imkânı bulamadım, ancak vurgulamak istediğim nokta şudur:

Kapitalist sistemin kendisinden bahsetmiyorum, zaten bu sisteme tümden karşı bir insanım, ancak böyle bir sistem içerisinde bile yapılabilecekler vardır ve bu sistemi bu şekilde sürdürmek zorunda değilsiniz. ABD’deki birileri, arkasında altun falan gibi hiçbir hakiki karşılığı olmayan “kâğıt”tan ibaret paraları borç veriyor ve bu yolla dünyanın yarısını kontrol ediyor. Ne var ki, içinde Venezüella’nın da bulunduğu hükümetler bunlara yüz veriyor. Oysa, devrimci çizgiyi terketmektir bu ve yapılması gereken de, emperyalist güçlerle işbirliğine girmek değil, göğüs göğüse hesaplaşmaktır.

Savaş meydanına inip silâha sarılmayı kasdetmiyorum burada, hayır; esas savaş, “malî” savaş meydanında verilendir bu bakımdan. Zaten bunların kullandığı asıl silâh budur. Aynı şekilde, etkisizleştirilmesi en kolay silâh da bu. Tek yapmanız gereken, bunları boşvermek ve görmezden gelmek!

Rusya, 1917 devriminden sonra bir açıklama yapmış ve I. Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan dış borçları ödemeyeceğini ilân etmiştir. Bu şekilde de yapmış, Sovyetler çökene kadar hiçbir geçmiş dış borcunu ödememiştir. Ne var ki, Sovyetler çöküp de o hain Yeltsin iktidara geldiğinde, neredeyse yüz yıl önceki borçları ödemeye başlamış, bu yüzden Rusya tamamen mahvolmuş, Yeltsin hükümetinin politikaları sebebiyle birçok insan intihar etmiş, insanlar -bilhasa emekliler- yeterli yiyecek bulamaz hâle gelmiştir.

İnsanlar her yerde bu durumdadır hâlâ. Bunun da çözümü, işte bu “sistem”den çıkmaktır.

Erdoğan’ın idaresi altındaki Türkiye de bu “sistem”den çıkmalı, iç üretime odaklanmalı, hayat standardını yükseltmeli ve müslümanların idare ettiği bir hükümet olarak, gerçekten müslümanların hükümeti olmak için, İslâm hukukunun o tartışılmaz kanunu gereği haram olan, büyük günahlardan olan, idamlık suç olan para spekülasyonunu, faizi yasaklamalıdır.

Sömürgeci ve emperyalist düşmana karşı verilmesi gereken başka her türlü savaştan önce ilk yapılması gereken, hiçbir şeyi riske etmeden yüzlerce yıldır insanlığı sömüren bu para spekülasyonu sisteminden uzak durmaktır.

Bu sisteme tamamen karşıyım; sanıyorum her komünist de, her gerçek sosyalist de karşıdır. Müslümanlar ise, İslâmın temel prensiblerinden biri bunu gerektirdiği için, elbette zaten karşıdır.

Allahü Ekber.

(..)

23 Ağustos 2014
İllich Ramirez Sanchez CARLOS

* Kumandan Carlos'un Türk avukatı Güven yılmaz'la yaptığı haftalık telefon konuşmasının notlarından iktibas edilmiştir

KAYNAK: ADIMLAR DERGİSİ

Obama'nın savaşı; Afganistan
Nihal Kemaloğlu
Akşam

Obama'nın da siciline 'savaşan Amerikan başkanlığı' eklendi.
Obama dün yaptığı konuşmada Afganistan'a 2010 yılının ilk yarısına kadar 30 bin yeni asker gönderileceğini, geri çekilmenin de Temmuz 2011'de başlayabileceğini açıkladı.
Beklenen geri çekilmenin mümkün olmayacağını, Amerikan askerinin Afganistan'a saplanıp kalacağında herkes hemfikir.
Nobel ödüllü Başkan'ın, Afganistan-Pakistan hattındaki savaşı derinleştirecek bu kararıyla kendi Vietnam'ını da hazırladığını söyleyenler yanılmıyor.
Bush'un Irak'ta açtığı kan bataklığından sıyrılmadan Afganistan'a asker yığmak Obama severler için hayal kırıklığı.
Küresel krizin içinde bocalayan ABD'nin, askeri hegemonik güç olma hevesinin pahalıya çıkacağı bir savaş olacağı kesin.
1945'ten beri girdiği bütün savaşları kaybetmiş ABD aslında Afganistan'daki işgalinde de yıllardır yenik...
Bush döneminde açılan terörizme karşı küresel savaşın bitmediği, yeni bir evreye taşındığı anlaşılıyor.
Seçim kampanyasında Irak'a müdahaleyi hatalı bularak eleştiren Obama şimdi Amerika'nın başarısızlığa mahkum yeni savaş cephesini açtı.
Amerikan kamuoyuna yönelik 'Taliban ve El-Kaide'yle' mücadele açıklamalarında 'süper güç Amerika' algısı yenileniyor.
Amerikan halkı, Afganistan-Pakistan sınırının 'şer sınırı'olduğuna ikna edildi.
Şimdi demokrat Obama'nın da 'şahin' olup dünya üzerinde uçabileceği gösteriliyor.
Biten dünya imparatorluk dönemine alışmakta direnen ABD'nin yeni Afganistan stratejisi gereği NATO da 5 binden fazla yeni asker gönderecek.
Umutsuz Afganistan hedefi hem ABD hem de Obama için tarihi bir yanılgı olacak.
Böylelikle Obama diyalog ve uzlaşmayı önceleyen söylemleri, kalpleri ve zihniyetleri fethetme yaklaşımlarını olumsuzlamış oldu.
Yeni neo-con tarzıyla Afganistan-Pakistan'ı ateş coğrafyasına dönüştürecek.
El Kaide'nin ele geçirilerek Afganistan ve Pakistan'dan uzaklaştırılması çok zor...
(..)
'Ilımlı' Talibanlarla anlaşma zeminini aramadan asker gönderen ABD, Pakistan ordusundaki Taliban sempatisini ve 40 milyonluk aşiret örgütlenmesindeki Peştunların isyanlarını kulak ardı ediyor.
Görünen o ki; daha fazla asker ve daha geniş işgaller, Afgan halkının çaresizliği, Pakistan'da patlayacak bombalar, daha sivrilen anti-Amerikanizm'le El-Kaide güçlendirilecek.
Görünmeyen ise; ABD'nin bu jeo-politik bölgeyi kontrol ederek olası İran tehdidine gözdağı vermesi, enerji paylaşım savaşlarında süper silahlı güç rolünü koruması, Amerikan kamuoyuna yapılan askeri yatırımların hakkını verdiğini göstermesi, silah lobilerinin ayakta alkışları...
Muhalif sinemacı Michael Moore, Afganistan işgaliyle ilgili Obama'ya yazdığı açık mektubunda şöyle diyor: 'Afganistan'daki El-Kaide militanlarının sayısının yüzden az olduğunu biliyorum!
Yüz binden fazla adamın mağaralarda yaşıyan yüz adamı etkisiz kılacağına inanmıyorum.
İmparatorluklar sonlarının çok yakın olduğunu burun buruna gelinceye dek anlamazlar.
İmparatorluklar daha fazla 'gücün' düşmanı yok edeceğine inanırlarken bu böyle olmaz, genellikle bir avuç düşman imparatorlukları paramparça eder.'

Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi
Korkut Boratav
Sol

Michael Moore filmleriyle Amerikan toplumunu eleştirmeye devam ediyor.

Öncekileri hatırlatayım: Kapanan fabrikalarıyla birlikte işlevsiz kalan geleneksel işçi sınıfının kaderi, Amerikalıların silah tutkusu, 11 Eylül’den Irak saldırısına uzanan dönemde Bush yönetiminin marifetlerinin teşhiri, Amerikan sağlık sisteminin insafsız eleştirisi…

Şimdi de 2007-2009 krizini vesile ederek doğrudan doğruya Amerikan kapitalizmini hedef alıyor: Bu hafta Türkiye’de de gösterime giren Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi…

Michael Moore’un, son yıllarda Amerika’dan çıkan en etkili muhalif olduğunu düşünüyorum. Kendisine bir Oscar, bir de Altın Palmiye ödülleri getiren belgesel sinemayı çarpıcı bir biçimde kullanıyor. Konusunu doğrudan doğruya insan hikâyelerine taşıyarak işliyor. Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi de böyle bir film.

Kriz ortamındaki Amerikan kapitalizmini de tek tek insanlar üzerinde odaklanarak eleştiriyor.

***

Emekçi katmanlardan filme taşınan insan manzaralarından örnekler vereyim:

İpotek borçları nedeniyle konutlarından polis zoruyla tahliye edilen insanları görüyoruz… Bu insanların önemli bir bölümü, uzun yıllardan beri oturdukları evlerden çıkartılıyor; zira, komisyoncuların, bankaların iğvasına kanarak konutlarını ipotekleyerek ilaveten borçlanmışlar ve tökezleyince evleri satılmış.

Yirmi yıldır oturdukları konuttan polis zoruyla çıkarılan aileye emlâk komisyoncusu soruyor:

“Evin son temizliği için dışarıdan insan tutacağız; isterseniz siz temizleyip bin dolar kazanın…”

Kabul ediyorlar. 81.000 dolarlık borç nedeniyle tahliye ettikleri kendi evlerini temizleyip yeni sahipleri için hazır hale getirdikten sonra bin doları alıyor; kamyonetlerine binip kayboluyorlar.

Havayollarının bunalıma girmesi bahanesiyle maaşları düşürülen ve “yoksul Amerikalılar sınıfına” katılan pilotlar…

Bazıları, yoksullara dağıtılan yiyecek karnelerine muhtaç kalmış; birisi mesai saatleri dışında köpek gezdirerek; bir başkası kanını satarak ek gelir kazanıyor.

Dev perakende zinciri Wal Mart’ta çalışırken kansere yakalanıp ölen adamın hikâyesini karısından izliyoruz. Hastanelere 100.000 dolar borçlanmışlar.

Cenaze kalktıktan sonra öğreniyor ki Wal Mart kocası için bir hayat sigortası yapmış; ne var ki, sadece şirketin yararlanabileceği türden bir sigorta… İşçinin ölümü, aileyi iflasa sürüklerken, Wal Mart için kazanç kaynağı olmuş.

Bir hayli yaygın olan bu tür sigortalara, finans çevrelerinde “köylü sigortası” dendiğini öğrenen dul kadın, “bu köylü lâfı çok ağırıma gitti” diyor.

Özel şirketler tarafından “işletilen” çocuk hapishanelerinden manzaralar izliyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, hapis süresi uzadıkça işletmenin kârlılığı artmaktadır. Basit kabahatler nedeniyle bir-iki ay hapis cezası alan yoksul çocukların hapis süreleri çeşitli bahanelerle birkaç kat uzatılmaktadır.

***
İşçi sınıfı kökenli solcular diyalektik düşünmeye kendiliğinden yatkın olurlar.

Moore da böyle olduğu içim emekçilerden başlattığı hikâyesini karşıtlarıyla bağlantılandırıyor; sürdürüyor. Böylece Amerikan kapitalizminin egemen, yönetici sınıflarından, onların sözcülerinden de “manzaralara” ulaşıyoruz.

Amerikan ekonomisini yöneten kişilerin büyük şirketlerle göbek bağlarını Moore tek tek ortaya koyuyor.

Ve gösteriyor ki, bunlar, dev bankalara hizmet ederken kazandıkları milyonlarca doların “karşılığını” hükümete geçtikten sonra eski şirketlerini doğrudan veya dolaylı yöntemlerle ödüllendirerek fazlasıyla ödemişlerdir.

Ünlü banker Warren Buffett’in “finansal sistemin kitle imha silahları” olarak adlandırdığı ve krize yol açtığı söylenen “finansal araçlar”dan bazıları, örneğin türevler, batık kredi takasları ne anlama gelmektedir?

Wall Street’teki ofislerinden çıkan bankerlere, uzmanlara mikrofon uzatıyor; yanıt alamıyor.

Harvard’lı ünlü profesör (ve IMF’nin eski baş ekonomisti) Kenneth Rogoff’a ulaşıyor; profesör açıklamaya çalışıyor; tökezliyor, beceremiyor.

Bankalara 700 milyon dolar aktaran kurtarma operasyonunun izlerini sürmeye çalışıyor. Kongre’de bu süreci denetlemeyi üstlenen kişiye soruyor:

“Bu para şimdi nerede?”

Cevap,

“bilmiyorum”.

Moore’u, bundan sonra elinde bir torba; “vatandaş olarak paramı geri almaya geldim” diyerek tek tek dev bankaların kapılarında görüyoruz.

***

Michael Moore’un filmi, “krizden tablolar” olarak başlıyor; hızla kapitalizmin eleştirisine dönüşüyor.

“Kapitalizm paranın egemenliğine dayandığı için özünde anti-demokratiktir; acımasızdır; habistir; ortadan kaldırılmalıdır.”

Bu mesaj, film boyunca Moore’un, din adamlarının, sıradan insanların ağzından sık sık tekrarlanıyor.

Sistemin kötülükleri, Moore’a göre, o kadar açıktır ki, isyan haklıdır. Esasen, film boyunca sıradan insanların dayanışmayla, mücadeleyle, fabrika işgaliyla kazandıkları “küçük zaferler” de anlatılmaktadır.

Peki, alternatifi nedir?

Moore Reagan-öncesi Amerikası’na, kapitalizmin refah toplumu düzenlemelerine özlemle bakmakta; Roosevelt’e büyük saygı duymaktadır.

Finans kapital ve savaş lobisi tarafından kuşatıldığını kabul etmesine rağmen Obama’yı hâlâ desteklemekte; bu yüzden de Amerikan solcularının bir bölümüne ters düşmektedir.

(..)
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Tem 27, 2017 9:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Oca 01, 2017 10:51 pm    Mesaj konusu: Amerikalılar: Oligarkların yönettiği serfler Alıntıyla Cevap Gönder

Amerikalılar: Oligarkların yönettiği serfler
Paul Craig Roberts
"Kısa bir zaman zarfında orta sınıf kalmayacak. Az, çok az efendimiz olacak ve geri kalan herkes dilenci." R.L.Bushman

"Hızla iki sınıfa bölüyorsunuz – aşırı zengin ve aşırı fakir." "Brütüs"

Amerikalılar "özgürlük ve demokrasiye" sahip olduklarını ve politikacıların seçim yoluyla sorumlu tutulduklarını düşünüyorlar. Gerçek ise Amerika'yı seçim kampanyası bağışlarıyla politikacıları kontrol eden güçlü çıkar gruplarının yönettiğidir. Gerçek yöneticilerimiz finans, askeri/güvenlik oligarşisi ve Amerikan dış politikasını İsrail çıkarına yönlendiren AIPAC'tır.

Ekonomi politikasına bir bakın. Goldman Sachs benzeri büyük mâli çıkarları eksene alan kaygılarla yönetilmektedir.

Evini, işini, sağlık sigortasını ve emeklilik ikramiyelerini kaybedenler milyonlarca Amerikalılar değil de TARP fonundan 700 milyar dolar alan bankalardı. Bankalar bu sermaye hediyesini daha fazla kâr yapmak için aldılar. Büyük Buhran'dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik çöküşün orta yerinde, Goldman Sachs, ikinci çeyrekte rekor kâr açıkladı ve her çalışana altı haneli ikramiyeler vereceğini duyurdu.

Merkez bankasının düşük faiz politikası, bankalara verilen bir diğer hediye. Fon mâliyetlerini düşürmelerini ve kârlarını artırmalarını sağlıyor. Bankalar, Glass-Steagall yasasının 1999'da lağvedilmesiyle, faiz oranı türevleri ve ipoteğe dayalı menkul değerler benzeri finans araçlarının ticaretini yapan yüksek risk yatırımhâneleri oluverdiler. Bankalar, Merkez Bankasının fiilen ücretsiz sağladığı mebzul miktarlardaki fonlar sayesinde, mevduat sahiplerine tasarrufları karşılığında hiçbir şey ödemiyorlar.

Merkez Bankasının düşük faiz politikasına rağmen, bankalar 1 Ekim'den itibaren kredi kartı yıllık faiz oranlarını ve nakit para çekimi ve gecikme faiz oranlarını yükseltiyor. 1930'lardan beri yaşanan en kötü ekonomik sıkıntının ortasında, evlerini ve işlerini kaybeden ağır borç yükü altındaki Amerikalılar, TARP fonlarıyla ve düşük faiz oranlarıyla beslenen bankalar tarafından iflasa sürükleniyor.

Dahası, TARP'daki paraya ve düşük faiz oranına ihtiyacı olan Amerikan halkıdır. ABD yönetim bütçesinin yüzde 50'si veya daha fazlası borçken, TARP parası yurtdışından borç alınarak veya para basmak sûretiyle elde ediliyor. Bunun anlamı, ABD dolarının takas değeri üzerinde daha fazla baskı, ithalat bedelinin ve enflasyonun yükselişi demektir.

Amerikan dolarının satın alım gücündeki azalmayla birlikte Amerikalılar TARP fonu ve mâli yöneticilerine uygulanan düşük faiz oranının bedelini ödüyorlar. Gelirin Amerikan halkından finans sektörüne yeniden dağılımını tecrübe ediyoruz.

Ve Senato ve Temsilciler Meclis'inde Demokratların çoğunluğu elde tuttuğu, Amerika'nın ilk siyâhi Başkanı'nın kaptanı olduğu Demokrat bir hükümet sırasında oluyor tüm bunlar.

Vatandaşlarını ABD hükümetinden daha az temsil eden başka bir hükümet var mı şu dünyada?

Amerika'nın savaşlarını düşünün. Irak ve Afganistan'daki savaşların mâliyeti şimdilik 900.000.000.000. dolar. Savaş gazilerinin hakları, borç faizi, kaynakların üretim amaçlı kullanılmaması ve Nobel ödüllü Joseph Stinglitz ve Harvard'dan bütçe uzmanı Linda Bilmes'in hesapladğı benzer başka mâliyetleri de eklediğinizde "hükümetimiz" 3.000.000.000.000 doları beş yıldızlı general Başkan Eisenhower'ın bizi uyardığı gibi, gelirini askeri sanayiden elde etmeyen hiçbir Amerikalı'nın faydasını görmediği iki savaşta harcadı.

Amerika'nın Irak işgali yalanlar ve Amerika'nın aldatılması üzerine kurulduğu artık ispatlanmış bir gerçektir. Lehdarları silah sanayi, Blackwater, Halliburton, rütbesi yükseltilen subaylar ve Amerikan hükümetinin müslümanlara nedensiz saldırısıyla davalarının haklılığını ispatladığı müslüman aşırılardır. Başka hiçkimse kazançlı çıkmadı. Irak hiçkimseye tehdit değildi ve Saddam Hüseyin'in bulunup uyduruk bir mahkemede yargılandıktan sonra idam edilmesi, savaşı sona erdirmede veya diğer savaşların başlamasının önünü geçmede hiçbir etkiye sahip olmadı.

Amerika'nın savaşlarının mâliyeti, müflis bir ülkeye büyük bir yüktür fakat gazilerin mâruz kaldığı bedel daha büyüktür. Travmatik stres gibi evsizlik de yaygın gaziler arasında. Naif bir şekilde askeri mühimmat sanayiinin savaşlarını veren Amerikalı askerler mühimmat COE'larının yüksek tazminatları ve hissedarların kâr payı ve sermaye kazançları için savaşan gaziler, bedeli yalnızca hayatlarıyla, kaybedilmiş kol ve bacaklarla değil, mahvolmuş evliliklerle, enkaza dönmüş kariyerlerle, psikiyatrik düzensizlikler ve çocuk nafakalarını ödemeyemediklerinden dolayı mahkum oldukları hapis cezalarlarıyla ödediler.

II.Dünya Savaşı'ndan daha uzun süren ve İran'la müttefik Şiileri başa geçiren pahalı Irak Savaşından Amerikalılar ne kazandı.

Cevap açıktır: Hiçbir şey.

Silah sanayi ne kazandı: Milyar dolarlık kârlar.

Obama, Irak savaşını sona erdirme sözü veren başkan adayıydı. Öyle yapmadı. Yerine, Afganistan'daki savaşı hızlandırdı, Pakistan'da yeni bir savaş başlattı; Kafkasya'da Yugoslavya senaryosunu uygulama niyetinde ve Güney Amerika'da bir savaş başlatmaya azimli görünüyor. Kolombiya'nın – yedi tane Amerikan üssü bulunuyor - Amerikan kuklası başkanı Alvaro Uribe'nin kabul görmesine cevaben, Venezüella, Güney Amerika ülkelerini "savaş rüzgarlarının esmeye başladığına" dair uyardı.

Yabancıların göz görebildiğince uzanan büyük miktarlardaki cömertliğine bağımlı olan, askeri sanayiinin parmağına doladığı, Wall Street'in hisse fiyatı beklentilerini karşılamak uğruna hepimizi mahvedecek ABD hükümeti var.

Amerikalılar Afganistanı kimin yöneteceğini niçin umursasınlar ki? Ülkenin bizimle alıp vereceği bir şey yok.

Senato ve Temsilciler Meclisin'deki silahlı hizmetler komitesi, Obama'nın oradaki yeni savaşına, 2 milyon Pakistanlıyı yerlerinden etmiş olan bir savaşa razı olurken nükleer silahlı Pakistanı istikrarsızlaştırmanın riskini hesapladı mı?

Elbette ki hayır. Fahişeler, Obama'ya talimat veren o aynı askeri oligarşiden emir aldılar.

Süpergüç Amerika ve onun 300 milyonluk nüfusu, büyük bankaların ve mühimmat sanayiin dar çıkarlarına sürülüyor. Başka bir şey değil, sadece silah sanayiinin kâr yapması uğruna insanlar, -yalnızca Amerikalılar da değil - oğullarını, kocalarını, erkek kardeşlerini ve babalarını kaybediyor ve keriz Amerikan halkı bununla gurur duyuyor. Otomobillerine, SUV ve canavar kamyonlarına yapıştırdıkları çıkartmalar, silah sanayiine ve onların savaş teşvikçisi, Washington'da mukim fahişelerine safça göstedikleri sadâkati beyan etmektedir.

"Kendi" hükümetlerinin uyguladığı ve Amerikalıları her daim sona alan politikaların ezdiği ve mahvettiği Amerikalılar gerçek düşmanlarının kim olduğunu bir gün gelir de anlarlar mı?

Amerikalılar, seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmediklerini, fahişe yatağı Washington'ı elinde tutan oligarşi tarafından yönetildiklerini farkederler mi?

Amerikalılar iktidarsız serfler olduklarını gün gelecek anlayacaklar mı?

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı

Obama'nın savaşı; Afganistan
Nihal Kemaloğlu
Akşam

Obama'nın da siciline 'savaşan Amerikan başkanlığı' eklendi.
Obama dün yaptığı konuşmada Afganistan'a 2010 yılının ilk yarısına kadar 30 bin yeni asker gönderileceğini, geri çekilmenin de Temmuz 2011'de başlayabileceğini açıkladı.
Beklenen geri çekilmenin mümkün olmayacağını, Amerikan askerinin Afganistan'a saplanıp kalacağında herkes hemfikir.
Nobel ödüllü Başkan'ın, Afganistan-Pakistan hattındaki savaşı derinleştirecek bu kararıyla kendi Vietnam'ını da hazırladığını söyleyenler yanılmıyor.
Bush'un Irak'ta açtığı kan bataklığından sıyrılmadan Afganistan'a asker yığmak Obama severler için hayal kırıklığı.
Küresel krizin içinde bocalayan ABD'nin, askeri hegemonik güç olma hevesinin pahalıya çıkacağı bir savaş olacağı kesin.
1945'ten beri girdiği bütün savaşları kaybetmiş ABD aslında Afganistan'daki işgalinde de yıllardır yenik...
Bush döneminde açılan terörizme karşı küresel savaşın bitmediği, yeni bir evreye taşındığı anlaşılıyor.
Seçim kampanyasında Irak'a müdahaleyi hatalı bularak eleştiren Obama şimdi Amerika'nın başarısızlığa mahkum yeni savaş cephesini açtı.
Amerikan kamuoyuna yönelik 'Taliban ve El-Kaide'yle' mücadele açıklamalarında 'süper güç Amerika' algısı yenileniyor.
Amerikan halkı, Afganistan-Pakistan sınırının 'şer sınırı'olduğuna ikna edildi.
Şimdi demokrat Obama'nın da 'şahin' olup dünya üzerinde uçabileceği gösteriliyor.
Biten dünya imparatorluk dönemine alışmakta direnen ABD'nin yeni Afganistan stratejisi gereği NATO da 5 binden fazla yeni asker gönderecek.
Umutsuz Afganistan hedefi hem ABD hem de Obama için tarihi bir yanılgı olacak.
Böylelikle Obama diyalog ve uzlaşmayı önceleyen söylemleri, kalpleri ve zihniyetleri fethetme yaklaşımlarını olumsuzlamış oldu.
Yeni neo-con tarzıyla Afganistan-Pakistan'ı ateş coğrafyasına dönüştürecek.
El Kaide'nin ele geçirilerek Afganistan ve Pakistan'dan uzaklaştırılması çok zor...
(..)
'Ilımlı' Talibanlarla anlaşma zeminini aramadan asker gönderen ABD, Pakistan ordusundaki Taliban sempatisini ve 40 milyonluk aşiret örgütlenmesindeki Peştunların isyanlarını kulak ardı ediyor.
Görünen o ki; daha fazla asker ve daha geniş işgaller, Afgan halkının çaresizliği, Pakistan'da patlayacak bombalar, daha sivrilen anti-Amerikanizm'le El-Kaide güçlendirilecek.
Görünmeyen ise; ABD'nin bu jeo-politik bölgeyi kontrol ederek olası İran tehdidine gözdağı vermesi, enerji paylaşım savaşlarında süper silahlı güç rolünü koruması, Amerikan kamuoyuna yapılan askeri yatırımların hakkını verdiğini göstermesi, silah lobilerinin ayakta alkışları...
Muhalif sinemacı Michael Moore, Afganistan işgaliyle ilgili Obama'ya yazdığı açık mektubunda şöyle diyor: 'Afganistan'daki El-Kaide militanlarının sayısının yüzden az olduğunu biliyorum!
Yüz binden fazla adamın mağaralarda yaşıyan yüz adamı etkisiz kılacağına inanmıyorum.
İmparatorluklar sonlarının çok yakın olduğunu burun buruna gelinceye dek anlamazlar.
İmparatorluklar daha fazla 'gücün' düşmanı yok edeceğine inanırlarken bu böyle olmaz, genellikle bir avuç düşman imparatorlukları paramparça eder.'

İGOR MOLOTOV: ERDOĞAN’IN ÖNÜNDEKİ ÜÇÜNCÜ YOL
27 Temmuz 2017

Hamburg skandalı Almanya-Türkiye ilişkilerinin bozulmasının sinyali oldu. Almanya Recep Tayyip Erdoğan’a Almanya’da Türk diasporası karşısında konuşmayı kesin olarak yasakladı. Erdoğan Alman yetkililerini ve medyasını Türkiye’ye karşı teröristlere destek kampanyası yürütmekle suçladı. Cumhurbaşkanına göre, teröristlere verilen desteğin bir örneği, 2016 yazında yaşanan darbe girişimi zanlılarını Ankara’ya iadesi için yapılan başvuruları Berlin tarafından reddedilmesidir.

Son zamanlarda, Erdoğan ile Avrupa arasındaki ilişkiler kaynama noktasına ulaşmış durumda: Türkiye’nin lideri haklı olarak AB yetkililerinin Nazi siyasetini ve çifte standart politikalar uygulamakla suçladı. Erdoğan’ın siyasi biyografisi giderek Saddam Hüseyin’in biyografisini tekrarlıyor, oda müttefiklerle olan ilişkilere dengeli bir şekilde yaklaşmaya çalışıyordu. Erdoğan daha “şehit” olmadı ve İnşallah olmayacak, ama şimdiden Avrupa-Atlantik blokla olan tehlikeli dostluğu yeniden gözden geçirmelidir.

Erdoğan Avrupa için – boğazda takılan bir kemik: O, örneğin, Ukrayna’nın yaptığı gibi, AB’ye girmek için o kadarda istekli değildir. Aksine, Erdoğan, bunun bir zaman kaybı olduğunu söylüyor. O genellikle Rusya yanlısı tutum sergiliyor ve bununla hem yerel NATO taraftarı olan elitleri, hem de uluslararası elitleri kızdırıyor. Ve en önemlisi – Erdoğan’ın bir hayali vardır. Belki hatırlıyorsunuz, bunu, hatta zamanında Martin Luther King söylemiştir – Büyük Türkiye, Müslüman dünyasının lideridir. Bu amaçla, Erdoğangüvenli şekilde Suudi Arabistan’ı Ortadoğu Olympos’undan sıkıştırıyor.(Ortadoğu’da kralların taht kurduğu makam)

Ve Rusya ona Berlin’den de, Doha’dan da ve Washington’dan daha yakındır. Bizim aramızda yapılan savaşlar, bizleri birbirimize karşılıklı saygı ve sevgiyle bağlamıştır. Bugün, İstanbul’a geldiğimiz zaman, orada siyaset hakkında çok şeyler konuşuluyor. Amerika hakkında –onunla birlikte Suriye’yle savaşa girilmemesi gerektiği- tüm bölgenin bir baş ağrısı olduğunu söylüyorlar. İstanbul’daki Taksim Meydanı’nda bir “Cumhuriyet” anıtı var, orada Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında”Kırmızı Aslanların” heykelleri de yapılmış -Kliment Voroshilov ve Albay Semyon Aralov’a ait heykeller (ama nedense Türkler ’in kendiler onun Frunze olduğuna emindiler). Türk halkı böyle zamanların yeniden gelmesini hayal ediyorlar.

Marmara adalarında yerleşen, Kızıl Ordunun kurucusu Lev Troçki’nin sığındığı ev Türk devletinin çabalarıyla hala ayakta duruyor. Aynı zamanda, sol kanat fikirleri ve Rusya ile yapılacak dostluk Türk söyleminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İstanbul ise sol görüşlü aydınların ve muhafazakârların bulunduğu bir şehir olarak öne çıkıyor. Burada herkesi sevgiyle karşılıyorlar.

Türkiye, tabii ki – sadece Erdoğan değil. Türkiye – hem akıllı siyasetçiler, örneğin, arkadaş olduğum Ali Osman Zor gibi bağımsızlıkçı, hem de Avrupa-Atlantik lehine baskı yapan NATO yanlısı güçler, güç odakları vardır. Benim Berlin’den edindiğim son haberler NATO yanlıları için hiç de iyi değil: Almanya Federal Cumhuriyeti Dış işleri Bakanı Sigmar Gabriel, Almanya Hükümeti’nin Türkiye’ye yönelik politikasını yeniden gözden geçireceğini belirtti. Burada Türklerin AB’ye yatırımlarının ve entegrasyonun azaltılmasından bahsediyor.

Almanların hoşuna gitmediği şey, Türkiye’de, aralarında Daimler ve BASF gibi Alman yanlısı şirketlerin bulunduğu 68 kişi ve kurumun, Amerikan yanlısı FETÖ’yü desteklediğinden dolayı şüphe altına alınması idi. Avrupalılar kendi şirketleri ve kar amacı gütmeyen STK merkezleri aracılığıyla radikal muhalefete desteğini böylece vermiyor mu? Ve sakıncalı ülkelerdeki durumun istikrarsızlaşması Avrupa-Amerikan stratejisi değil mi? Bu sorunun cevabı açıktır: son yirmi yılda çok sıkı kullanılan bir yöntem. Yugoslavya, Ukrayna, Gürcistan’da olduğu gibi “Turuncu devrimler” ve Ortadoğu’da “Arap Baharı” gibi – bir dizi esinlenilmiş darbeler.

Türkiye’de NATO yanlısı güçler iktidarı ele geçirmek isterken, Batı ortakları ihtiyatla Erdoğan’ın düşüşünü bekliyordu ve iktidarı “kendi adamı” olan Fetullah Gülen’e devretmek istiyordular. Bu konuda demokratik medya kuruluşları açıkça yazıyordu. Sonra da kalkıp küstüler, neymiş: hiç kimse Almanya’nın egemen işlerine burnunu sokmamalı. Artık, Türkiye’yi Avrupa Birliğine hızlı entegrasyon yapmak mümkün olmayacak, ve muhtemelen, bu programın dürülüp rafa kalkma süreci başlatmıştır.

“Onlar uluslararası ilişkiler ve diplomasi hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Onlar korkudan titreyen korkaklardır. Onlar Nazi kırıntıları ve faşistlerdir”, – bir kere Erdoğan bu sözleri AB’NİN yüzüne fırlattı.

Sanki Türk liderinin sözde Batı ortaklarına karşı hep böyle düşüncesi olduğuna dair bir inanç vardır. Türkiye’de Avrupa devletleri ile ilişkilerin bozulması, paradoksal olarak, coşku ile karşılanıyor: Erdoğan kendisi defalarca, Türk halkı, AB’ye girmeyi istemediklerini vurguladı. Türklerin kendileri NATO’dan yana pek hevesli değiller – Erdoğan bu bloğu rok ederek,doğu ülkelerinin Varşova Paktının bir analoğu olan SCO (Şangay bloğu)’na geçmesini dışlamamaktadır. SCO – Türkiye’nin karşısında olan zorlukları aşmak için daha uygun bir organizasyondur.

Şimdi de, Berlin’in tam saldırdığı zaman, Erdoğan’a destek teklifini sunmak için Moskova’nın elinde tüm gereken kartlar var. Nihayet ülke içinde olan NATO yanlısı direnişi aşmak için büyük bir şans vardır ve büyük ihtimalle, Erdoğan bu fırsattan istifade edecek. Ve iki ülke arasında yapılan yeni ittifakın hüküm sürmesi, eski sahipleri Riyad ve Washington’dan sıkıştırarak, sonsuza dek Sünni Doğunun yapılandırmasını değiştirecektir. Ortadoğu’da Barış – Martin Luther King dediği gibi, yirminci yüzyıl savaşçıların en büyük hayalidir.

Makalenin Orijinal Rusça Metni Web Adresi

https://russian.rt.com/opinion/411094-molotov-erdogan-protiv-germanii

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com